ŞERÎAT
İnsanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa
ulaştıran yol. İlâhî emir ve yasaklar toplamı. Âyet, hadis ve icmâa dayanan
ilâhî kanun. Din, dinin amele ilişkin hükümlerinin bütünü. Dinin dışa
yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı. Şerîatla eş
anlamlı olan "şer” kelimesi yalnız "İslâm şerîatı" anlamında kullanılırken,
şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı",
"Zerdüşt şerîatı" gibi. Şer' kelimesinin çoğulu kullanılmaz. Şerîat'ın
çoğulu "şerâyi” dir. Şerîat'ın eş anlamlısı olan "Şir'a" da sözlükte; yol,
mezhep, metot, âdet, benzer, tek, suya giden yol, anlamlarına gelir. Ancak
şerîat sözcüğü diğerlerine göre daha çok şöhret kazanmış, bütün emir ve
yasakları ve diğer hükümleriyle "İslâm dini" karşılığında kullanılmıştır.
Buna göre, İslâm şerîatı denildiği zaman daima, Allah'ın Hz. Muhammed
(s.a.s) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle
amele ilişkin hükümleri anlaşılır. Şâri'; Şeriât koyan, teşrî' ise; Şerîat
koymak, kanun çıkarmak demektir. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu
âyette görülür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık.
Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin
heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18). Yine Mekke'de inen şu âyette
İslâm'ın önceki şerîatların devamı olduğu belirtilir. "Allah dini doğru
tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle
ilgili hususları size şerîat olarak koydu” (eş-Şûrâ, 42/13). Aynı sûrenin
21. âyetinde de inançtan yoksun olanlara hitaben; "Yoksa onların, Allah'ın
izin vermediği hususlarda kendileri için dinden şerîat koyan ortakları mı
var?" buyurulmuştur.
Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi
şerîat ve eş anlamlısı olan kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün
hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması
itibarıyla O'na "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği gibi, aynı
isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak,
yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar
getirmiştir. Bu yüzden Hz.
Muhammed de "Şâri” dir. Ancak O'nun
koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz,
fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya
değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyurulur: "O,
kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından
vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" (en-Necm, 53/3,4)
İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet,
İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır. Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu
kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl
Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık
peygamberlik süresinde tamamlanmıştır.
"Bugün size dininizi tamamladım. Size
olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim”
(el-Mâide, 5/3).
Bu dinin tamamlanması iki devrede
olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak
düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve
devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de
inen sûrelerde daha çok inanç, ibadet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış
ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır. Medine
döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad,
ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için
gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü
Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların
Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek
bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri gibi düşmanla yapılan
savaşlarda kendilerini savunabildikleri, ya da düşmanı yenilgiye
uğrattıkları görülür. Böylece şer'î hükümler ekonomik, sosyal, kültürel,
siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu
arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr
yasaklanırken mufâvaza, inan, mudârabe, vücuh ve sanâyi şirketi gibi "kâr
ortaklıkları" yoluyla sermaye piyasası düzenlemeleri getirilmiştir. Altın,
gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle
eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin
getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma
gücünü korumasını sağlamıştır. Çünkü faiz yasağı altın ve gümüş çeşidini
kendi içinde ağırlık olarak (veznen) birbirine eşitlemiştir. Yani 10 gr.22
ayar altın bilezik ile 100 gr. 22 ayar altın para satın alma gücü bakımından
eş değer sayılmıştır. Bütün altın ve gümüş stoklarını eşitleyen bu prensip
sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarmıştır .
İslâm'ın amele yönelik esaslarını
kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynakları üç ana bölüm içinde
incelemiştir. İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.
1- İbadetler: İbadet genel anlamda
Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit ameli kapsamına alır. Özel anlamda
ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetler
kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve kurban ibadete örnek
verilebilir. İbadetler Müslüman'ın ruh ve mana zenginliği kazanarak
olgunlaşmasını sağlar. Namaz mü'minin miracı, gönüllerin sevinci, rükû ve
secdeleriyle kulluğun görüntüsüdür. Oruç, bedeni ve ruhu açlıkta eğitme,
nefsi sabra alıştırma, yoksulun halini anlama, yasaklara uyma melekesi
kazanma eğitimidir.
Hac, varlıklı mü'minlerin yeryüzünden
her yıl tek kutsal bölgede toplanarak ırk, renk, dil, soy, devlet, ülke,
belde farklarını kaldırarak bütün mü'minleri tek safta ve aynı çizgide
birleştiren kökenleri ilk peygambere kadar uzanan Hz. İbrahim ve oğlu
İsmail'le sembolleşen büyük bir ibadettir. Zekât da zenginle yoksul arasında
köprü vazifesi gören önemli bir sosyal güvenlik müessesesidir. Bir İslâm
ülkesinde zenginlik sınırları içinde bulunan Müslümanların altın, gümüş,
nakit para, döviz ve ticaret mallarının % 2,5'u hayvancılık sektörünün
zekâtı, tarım ürünlerinden alınacak onda bir veya sulama yapılan yerden
yirmide bir, madenlerden beşte bir oranında alınacak zekât yoksul kesimin
mesken problemi dahil bütün ekonomik sıkıntılarını çözecek güçtedir.
2- Muâmeleler: İnsanlar arasında
medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve
devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslâm
doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet,
miras, nafaka, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî
muâmelelere ait hükümler getirmiştir. Hatta sofra âdâbından tuvalet âdâbına,
komşuluk âdâbından, komşu ülkelerle yapılacak savaş ve barış hükümlerine
kadar her alanla ilgili düzenlemeler yapmıştır. Avrupa ülkelerinin devletler
hukuku alanında çok gerilerde olduğu bir dönemde âyet ve hadislerde bu
konuda yer alan önemli savaş-barış ve ikili ilişkilerle ilgili hükümler
burada zikredilebilir.
3- Ceza hukuku: Bir İslâm ülkesinde
İslâm emir ve yasaklara uymayan ve toplum düzenini bozmaya çalışanlara karşı
bedenî, mâlî veya caydırıcı bir takım ceza hükümleri getirilmiştir. Kısas,
recm, celde, kazf, hapis, diyet, erş, hükümetü'l-adl gibi cezalar bunlar
arasında sayılabilir ("Ukûbât" "Kısas", "Kazf", "Diyet” maddeleri).
İslâm Şeratının Kaynakları
Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma
ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki
şeratlar, sahabe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce
bir sistem halinde açıklanmıştır. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö.
204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in
temsil ettiği fıkıh ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde
sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı
yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece
çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü'minler bu
esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm'ı yaşama ve
uygulama imkânı buldular. Ayrıntıdaki bu yorum zenginliği İslam'ın her asra
intibakında da önemli rol oynadı. II. yüzyıldan itibaren bu mezhep
oluşumları yaşanırken Ca'feriye-İmamiye ekolü de gerek akîde ve gerekse
şer'î hükümlerin bazısını yorumlamada çoğunluktan ayrıldı. Ehl-i beyt
dışındaki râviler aracılığı ile gelen tüm hadislere karşı itimatsızlığını
ortaya koydu. Böylece "ehl-i sünnet" adı verilen çoğunluk tarafı ile "şîa"
denilen bu ekol arasında hadis delili farklı kapsam kazandı. Bir imama
inanıp bağlanmayı inanç esası haline getiren şîa, kendine özgü farklı bir
İslâm toplumu oluşturdu. Ehl-i sünnet tarafıyla delillerin tartışılmasına,
müzakere ve münakaşasına girmedikleri için de çoğu zaman gizli, kapalı devre
ve tek yanlı kaynaklara dayalı akide ve fıkıh ekolü oluşturdular. Bu arada
ehl-i sünnetin mensuh saydığı "mut'a nikâhı" gibi hükümleri meşrû sayarken,
içlerinden "gulât-ı şîa" denilen aşırıları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r.
anhüm) gibi en önde gelen sahabe büyüklerine sövecek derecede ehl-i sünnete
karşı bir muhalefet içindedirler.
Şeriat hükümlerinin dayandığı aslî ve
tal delillerin bilimsel münakaşası yapılarak, İslâm dünyasındaki yorum
farkından kaynaklanan görüş ayrılıkları giderilebilir. Çünkü Kur'an, İslâm
toplumuna en sağlam yolu gösterir, yüce Allah âyet ve hadisleri ihlâsla ve
iyi niyetle yorumlamaya çalışanların idrak, anlayış ve ufuklarını açar.
Vahiy ve sünnete bozguncu ve kötü te'vl amacıyla yaklaşanları da saptırır,
ufuklarını daraltır (bk. el-İsrâ', 17/9; el-Kasas, 28/56; Al İmrân, 3/7, 8;
el-A'râf, 7/146).
Hamdi DÖNDÜREN