Günümüzde islam

 

AHLAK
Arapça "hulk" kelimesinin çoğulu olup "huy ve karakter" anlamına gelen "ahlâk" huylar demektir. Ahlak, her iyi huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır. İyilik yapmak ve kötülüklerden sakınmak için uyulması gereken kuralları öğreten bir ilimdir. İnsandaki manevî değerler ve davranışlar topluluğudur. İnsan maddi ve manevî olmak üzere iki ayrı yapının birleşiminden oluşmaktadır. Maddî yapımız beden olarak ortaya çıkarken manevî yapımız ruh olarak belirir. Ruhun eseri huylarımızdır.
İyi olan huylara "Ahlâk-ı hasene=güzel huylar", kötü huylara da "ahlâk-ı seyyie=çirkin huylar" denilmektedir. İnsanın huyları ahlâkın konusunu oluşturduğuna göre mutluluğu da gayesini meydana getirmektedir.
Ahlak, insana iyi huylarla donatmanın ve kötü huylardan kaçınmanın yollarını, doğru inancı, doğru düşünmeyi ve faydalı davranışlarda bulunmayı öğretir.
İslâm'ın Getirdiği Ahlak Anlayışı
İslâm önce imanı, sonra ibadeti emreder. İman eden ve ibadet eden müslümanın da ahlâklı olmasını ister. Sadece iman, hatta sadece imanla ibadet yetmez. İnsan aynı zamanda güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Çünkü İslâm'a göre imanla ahlâk arasında sıkı bir ilişki vardır. İyi ahlâklı insanların imanları da sağlamdır.
Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetlerinde güzel ahlâk tavsiye edilirken, müslümanların kötü ahlâktan da sakınmaları bildirilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de "şüphesiz sen en büyük ahlâk üzeresin" buyurulan Peygamberimiz (s.a.v.) ahlâk hakkında şöyle söylemektedir:
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim "Sizin en hayırlınız ahlâkı en iyi olanınızdır". "Sirke balı nasıl bozarsa kötü ahlâk da ameli öyle bozar" "Allahım, senden sıhhat afiyet ve güzel ahlâk dilerim".
Peygamber Efendimiz, tebliğ ettiği güzel ahlâkı yaşayarak müslümanlara örnek olmuştur.
İslâm'ın getirdiği ahlâk anlayışını Kur'an-ı Kerim'de ve Sevgili Peygamberimizin davranışlarında ve onun yolunda yürüyen ashab ile tarih boyunca bunları takip eden değerli kişilerin hayatlarında görmemiz mümkündür.

Ahlakın Fert Üzerindeki Tesirleri
Ahlaklı kişiler sağlam inançlı ve ibadetlerini en temiz duygularla yapan pırlanta gibi kişiler olurlar. Allah'tan korkanlar da yalan, dedikodu, gıybet, iftira, kibir, haset, fesat, zulüm, öfke gibi kötülüklerden korunurlar. Ahlaklı kişiler doğru, dürüst sabırlı olurlar. Yardımsever olup yoksullara öksüzlere şefkat gösterirler, çalışkan olurlar. Vazifelerini bilirler, din vatan ve milletini severler, bu uğurda her çeşit fedakarlığa katlanmasını bilirler. Temizliğe dikkat ederler, hem bedenleri hem de ruhları, kalpleri tertemiz olur. Hiç kimse hakkında kötü kanaat taşımazlar. Edepli olurlar, kendilerini küçültecek davranışlardan kaçınırlar.

Ahlakın Cemiyet Üzerindeki Tesiri
Ahlaklı toplumlarda birlik ve bütünlük vardır. Haksızlık yapılmaz, herkes vazifesini ve hakkını bilir. Böyle bir toplumun fertleri sorumluluk duygusuna sahiptirler. Aileden başlayarak bütün bir toplumda karşılıklı güven, sevgi ve saygı hâkimdir. Huzur ve manevi bir yüceliş vardır. Böyle bir toplumda halk çalışkandır. Bu durum maddi zenginliği artırır, devlet güçlenir, medeniyet yükselir. Maddî ve manevî bakımdan güçlenen toplum kendisinde düşmanlarına karşı koyacak kuvvet hisseder, millet ve devlet bütünlüğü sağlanır.

ŞEHİD
Ahirette en yüksek rütbe peygamberlikten sonra şehitliktir. Bunun için dünyada bu yüksek mertebeyi kazanmış olan şehidin üzerinde bulunan kul hakkı dışındaki, bütün kusurları ve günahları Allahu Teâlâ tarafından af olunur. Bu şerefli mertebeyi kazanmış olan şehid, yıkanmayarak sırtındaki elbise ve vücudundaki kan bereleriyle gömülür; onun kefeni, sırtındaki elbisedir. Kürk, palto, mest, çizme, hırka gibi şeyler çıkarılarak yalnız diğer elbiseleriyle gömülür.
Şehid; "muharebede öldürülen müslümanlar, asiler, yol kesiciler tarafından öldürülen müslümanlar, evinde hırsızlar tarafından öldürülen veya müslümanlar tarafından zulm olarak öldürülmüş olup bundan dolayı mirascılarına bir mal verilmesi gerekmeyen müslümandır. Şehid; "zulmen ve haksız yere öldürülen Müslümandır." Müslim, baliğ, hayızdan, nifasdan, cünüblükden uzak ve ölüme sebeb olan yarayı aldıktan sonra hayata ait şeylerden faydalanmadan şehid olan kişi, yıkanmayarak elbisesi ile defnedilir. Bu şartlardan biri noksan olursa yıkanır ve kefene sarılır. Eğer harb meydanında yaralanan; harb bittikten sonra tedavi olunmak üzere başka bir yere nakil olunduktan, yeyip-içip, uyuyup, konuşup, alışveriş gibi şeyler yaptıktan sonra veya aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat ederse hayata ait birşeyden faydalanmış olur.

AHLAKİ VAZİFELER
İslâmda ahlâka verilen yüksek paye başka bir dinde veya herhangi felsefi bir meslekte katiyyen görülemez. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'in "Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak için gönderildim" buyurması İslâmiyetin ahlaka verdiği önemi göstermektedir. İslâm ahlâkı da, İslâmın diğer hükümleri gibi Kitab ve Sünnete dayanır. İslâmiyetde dini emirlerle ahlâki vazifeler kaynakları itibariyle birdir. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi; sıhhatini korumak, ailesine bakmak, memleket ve milletin faydasına ve herkesin iyiliğine çalışmak da İslâmî bir vazifedir. İnsan öldürmek dinde haram olduğu gibi, bir insanın arkasından gıybetini yapmak da haramdır.

Allah'a Karşı Ahlaki Vazifelerimiz
Bizi yaratan Allahu Teâlâ'nın birliğini ve O'ndan başka ibadete layık hiçbir ilah olmadığını, O'nun en yüksek sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğu tasdik ve itiraf etmek bir vazifedir. Allah'a karşı daima edeb ve terbiyeli bulunmak, "yap" dediklerini yapıp, "yapma" dediklerini yapmamak, sevmediğini sevmemek, sevgisini kalbimize yerleştirmek, Kitab'ının ve peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği şekilde yaşamak vazifemizdir.

Peygambere Karşı Ahlaki Vazifemiz
Allahu Teâlâdan sonra en çok hürmet ve ta'zime layık olan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'dir. İnsanlığı zulmet ve dalâlet çukurundan çıkaran sapıklıkdan kurtaran, bütün dünyayı ilim, adalet, medeniyet ve fazilet ışıklarıyla aydınlatan, putperestliği kökünden deviren, insanlığın şerefini yükselten, dünya ve ahiret için saadet kapılarını açan Hz.Muhammed (s.a.v.)'dir. Onun bütün hayatı, insanlığın mutluluğu uğrunda çalışmakla geçmiştir.
O'nun bütün cihana peygamber gönderilmiş olduğunu ve Allah tarafından getirip söylediklerinin doğru olduğunu tasdik ve itiraf etmek bir vazifedir. O'na karşı en yüksek bir ta'zim ve hürmet hisleriyle dolu olmamak insanlığın şiarına yakışmaz. O'na hürmet etmek, adını hürmetle anmak, adı anıldığı vakit "Sallallahu aleyhi ve sellem" veya "Aleyhi's-salatü ve's-selam" demek, söylediklerini tereddütsüz kabul etmek, sevgisi ile yaşamak ve ahlakı "Kur'an ahlakı" olan hayatı ahlakımız ve hayatımız yapmak vazifemizdir.

ADÂB (TERBİYELER)
İslâm; doğumdan ölüme kadar hayatın ne şekilde yaşanacağını, davranışların nasıl olacağını, iç ve dış dünyamızın ne şekilde bir yapıya kavuşturulacağını tesbit etmiştir. madden ve mânen sağlıklı bir fert, sağlıklı bir aile ve sağlıklı bir toplumun yolu İslâmın emrettiği hayat tarzını yaşamak ile mümkün olabilecektir.

YEME-İÇME ADABI
  • Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak,
  • Yemeğe başlarken "Bismillah", yemeğin sonunda "El-hamdü li'llah" demek,
  • Yemeği kendi önünden almak,
  • Sağ eliyle yemek,
  • Lokmayı ağza göre almak ve iyice çiğnedikten sonra yutmak,
  • Lokmayı yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamak,
  • Önündeki yemeği soğutmak için, yemeğin içine üflememek,
  • Suyu içmeden evvel bardağa bakmak,
  • Suyu bir solukta içmemek,
  • Bardağın içine nefes vermemek,
  • Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek harekette bulunmamak,
  • Başkasının lokmasına ve yediğine bakmamak,
  • Elini yemek kabına silkmemek ve lokmayı ağzına götürürken başını tabağa doğru uzatmamak,
  • Lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,
  • Ağzından birşey çıkarmak icab ederse, yüzünü sofradan çevirmek ve sol eli ile almak,
  • Dişleriyle koparmış olduğu lokmayı tabağın içine sokmamak,
  • İğrenç ve tiksindirici şeyler söylememek,
  • Helalinden, temiz yemek ve Allah'a şükretmek,
  • Toplu yemek yenirken herkes yeyip bitirmedikçe sofradan kalkmamak
  • Yemeğe önce yaşca veya mevkice büyük olan kişinin başlaması
  • Sokaklarda yemek hoş görülmez.

    KONUŞMA ADABI
    Şahsımıza karşı vazifelerimizden biri de dilimizi terbiye ve ıslah etmektir. İnsan iyi ve kötü bir çok şeyi dilinden bulur. Birçok insan dili sebebiyle en büyük musibetlere uğramışlardır. İnsanları cehenneme sürükleyip götüren de dilleridir,
  • Söylediği sözün nereye varacağını, düşünmek,
  • Dünya ve ahiret için faydası olmayan sözleri söylememek,
  • Sözleriyle kimsenin gönlünü kırmamak,
  • Musibet ve felaket getireceğinden korktuğu şeyi söylememek,
  • Konuşurken başkasının sözünü kesmemek,
  • Bir insanı över veya yererken aşırı gitmemek,
  • Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak,,
  • Boşboğazlık, gevezelik etmemek,
  • Söylerken ağzını eğip büzmemek, avurt çatlatmamak, ustalık, bilgiçlik satmamak,
  • Konuşurken karşısındakini hiçe sayarak ukalalık yapmamak, onun sözlerinde ayıp ve kusur aramamak,
  • Dilini la'nete, küfüre ve kaba konuşmaya alıştırmamak,
  • Kendisine verilmiş bir sırrı başkasına söylememek,
  • Yalan yere bir söz vermemek, yapamayacağı bir şeyi söylememek,
  • Yalan söylemekten, yeminden, gıybet etmekten, koğuculuktan sakınmak,
  • Başkalarıyla alay etmemek, kimseye kötü bir ad takmamak,
    Söz söylerken güzel söylemek, kabalık yapmamak, karşısındakilerin halini gözetmek, dokunacak sözlerden ve tasavvurlardan sakınmak müslümanın vazifesidir. Kur'an-ı Kerim yedi çeşit insanın peşinden gitmeyi, onları dinlemeyi yasak etmiştir.
    1- Doğruya ve yalana çok yemin eden,
    2- Fikir ve düşüncesi düşük olan,
    3- Şuna buna söven, la'net eden, daima kusur ve ayıp araştıran,
    4- Bir yerde konuşulan şeyleri başkalarına taşıyan,
    5- Cimri ve son derece sıkı olan ve insanları iyilikten çeviren,
    6- Hakkı tanımayan ve mütecaviz olan,
    7- Günaha dadanan, şerefsiz ve soysuz olan.

    YALAN
    Yalan, bildiğinin aksini söylemektir. Yalancılık, insanlar nazarında çok çirkindir. Çünkü bu, karşısındakini aldatmaktır. Halbuki, insan ihtiyaçlarını sağlayabilmek için diğerlerinin yardımına ve doğru sözlerine muhtaçtır. Yalancı olan insanlar arasında geçim olmaz. İslâmiyetde yalan yere yemin ve şehadet etmek en büyük günahtır. Yalan, ruhi bir hastalıktır. Bu hastalıktan kendisini korumak her insan için bir vazifedir. Müslüman, aleyhine de olsa, doğrudan ayrılmaz, yalan söylemez. Yalan söylemekte dünya ve ahiret için felaket vardır.
    Yalanı yasaklamış olan dinimiz bazı yerlerde yalan söylemeyi caiz görmüştür.
    1- Zulüm ve haksızlığa uğramış olan bir insanın canını, malını, ırzını kurtarmak için,
    2- Birbirine küsmüş olan karı- kocayı iki kişiyi veya iki kavmi barıştırmak ve bir fitnenin önüne geçmek için.
    3- Harbde düşmanı alt etmek için.

    GIYBET
    Bir kişinin arkasından -işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri- söylemektir. Söylenen bu şeyler ister onun ahlâkına, ister yaradılışına ait olsun, işitsin veya işitmesin gıybettir.
    Gıybet; yasak ve haramdır. Çeşitleri şunlardır:
    Diliyle bir kişinin açıktan açığa ayıplarını söylemek. El ile, göz ve kaşla işaret etmek suretiyle söylemek. Ayıplarını belirten ifadeleri yazıp açıklamak. Başka bir şekilde ayıplarını açıklamak.

    LAF TAŞIMA (Koğuculuk)
    Birinden laf alıp diğerine götürmek de ahlâksızlıktır. haramdır. Çünkü bu huyda olanlar, insanlar arasına nifak saçarak kardeşlik bağlarını gevşetirler. Toplum içinde huzursuzluklara, geçimsizliklere sebep olurlar.
    Laf taşıyıcılar, ahlâken en menfur insanlardır. Koğuculuk birkaç çeşit olur:
    Bazı insanları, rakiplerini, iş arkadaşlarını gözden düşürmek için koğuculuk. Bu birçok ailelerin başına büyük felaketler gelir.
    Dostları, ahbapları çekiştirip, biribirine düşürmek, karı-koca, akraba ve hısımları, baba ile oğul ve kardeşler arasını açmak iç gammazlık yapmak, cemaatler veya sanat ve ticaret erbabı arasında laf taşımak, bir insanı mevkiinden düşürmek için onun aleyhinde bulunmak, ondan söz taşımak.

    İFTİRA ETMEK
    İftira; bir kişiye, yapmadığı bir şeyi yaptı iddiasında bulunmaktır.
    İftira; kişinin hayatına, manevi şeref ve haysiyetine en çirkin bir şekilde tecavüz etmektir.

    TOPLANTILARDA ADAB
    Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir meclisde nasıl davranılacağını bildirmiştir.
  • Bir toplantıya herkesi iğrendirecek elbise ile, fena kokularla gitmemek,
  • Mesliste daima güler yüzlü olup, ekşi suratlı ve geveze olmamak,
  • İleri geçip oturmamak, hakkı olmadıkça ileriye geçmemek,
  • Kendisinden yaşça ve bilgice yüksek olanlara hürmet etmek,
  • Anası, babası veya hocasına daha çok hürmetli olmak,
  • Oturanlara sıkıntı verecek hallerden sakınmak
  • İki kişi arasına oturmak lazım gelirse, onların iznini istemek
  • Sonradan gelene yer göstermek
  • Kendisinden büyük olanların yanında ayak ayak üstüne koymamak
  • Ev sahibinin, misafiri uğurlaması,
  • Kalabalık içinde iki kişi arasında gizli konuşulmaması,
  • Esnememek, mecbur olursa eli ile ağzını kapamak,
  • Öksürme veya geğirme ile çevreyi rahatsız etmemek, tiksindirmemek,
    Meclis ve toplantılarda edebe riayet etmek.

    GÖZ KULAK GİBİ AZALARIN TERBİYESİ
    Müslümana başkalarının kanı, ırzı, namusu, malı haramdır. Kendisinin olmayan herhangi bir şeye kötü gözle bakmamak, kendi canı, namusu, malı nasıl mukaddes ise, başkalarınınkini de aynı şekilde kabul etmeli, kendini tamamen haramdan ve kendisine ait olmayan her şeyden çekmek İslâm'ın emridir.

    RUH VE GÜZEL HUYLAR
    Dünyada en zor işler, faziletli insanlar tarafından başarılır. Yüksek faziletlerden biri de nefse hâkim olmaktır.
    Şecaat: Kalbde olan bir kuvvet, iradede olan bir sebattır. Bu fazilete sahip olanlar, tehlikeler karşısında asla yılmaz ve ölümü hiçe sayarlar. Hayat kavgasında muvaffak olmanın asıl sebebi şecaattır.
    Tevazu; Kendisinden küçük olanları hakir görmemek ve akranları arasında kendine büyük süsü vermemek, herkesle görüşüp konuşmaktır. Vakar ise; mevki ve haysiyetinin icabını korumak, hafif-meşrep olmamaktır. Bir insan mütevazi olmakla başkalarının sevgisini, vakarlı olmakla da hürmet ve saygılarını kendisine çeker. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Mütevazi olan bir kişi kuyunun dibinde olsa Allahu Teâlâ bir rüzgar gönderip onu çıkarır"
    "Müslim kardeşine karşı alçak gönüllü olanı Allah yükseltir; azamet ve kibir göstereni de zelil kılar"
    "Tevazuun kadrini bilenlere karşı mütevazi', bilmeyenlere de kibirli olun (vakarınızı muhafaza edin) kibirliye karşı kibir, sadakadır" buyurmuştur.
    İnsanlığın şeref ve haysiyetini ve kendisindeki yüksekliği layıkıyla anlayarak onun ulviyyetini muhafaza etmeye izzet-i nefis denir. İzzeti nefis sahibi olanlarda kibir ve dalkavuk benzeri çirkinlikler olmaz.
    Hilm: Son derece hiddetli ve öfkeli olduğu bir zamanda -gücü yetmekle beraber- kendisini zaptederek öfkesini yenmek ve intikam fikrinden vazgeçmektir. Öfkeli olduğu zamanlarda nefsine sahip olarak öfkesini yenebilmek, kendisini hiddet ve öfkenin alevine kaptırmamak en büyük fazilettir.
    Edeb her hususta haddini bilip sınırı aşmamaktır. Edeb, İslâm ahlakındandır.
    Haya, utanmaktır. Kendisinin uyarılacağı bir şeyden, yasaklanmış bir şeyi yapmaktan utanıp, sıkılmak büyük bir fazilettir.
    İslâmiyet'in ruhu doğruluktur. İnancında, ibadetinde, her işinde ve sözünde doğru olmak İslâm'ın emridir.
    Açığa çıkmayıp gizli kalması gereken şeyleri (ister kendi şahsına, isterse başkasına ait bulunan bir sırrı) içinde saklamak büyük bir fazilettir.
    Hz.Ali (r.a.) "Sır, yani içinde sakladığın şey, senin esirindir. Onu dışarı çıkardığın vakit sen ona esir olursun" buyurmuştur.
    Nefsin meşru olmayan arzularına meyil etmemeye "iffet" denir. Bu seciyeye sahip olanlar hayatta en büyük düşmanlardan biri olan ve bizi esareti altında bulunduracak bir mahiyette bulunan şehvânî arzularına esir olmaz, nefislerine hâkim olurlar.
    Emanet ve Hıyanet: Emanet, saklamak üzere bırakılan bir haktır. Bu ister Allah'a ait olsun, ister kullara ait bir hak olsun, maddi manevi hepsini içine alır. Muhafaza etmek üzere bize verilmiş bir para, ırz ve namus, şahsî veya sosyal sır bir emanettir. Emaneti muhafaza etmek ve onları yerine iletmek bir vazifedir. Onlara riayet etmemek hıyanettir. Allah'ın emirleri ve teklifleri de bize birer emanettir onları da güzelce eda etmek lazımdır. Üzerimize aldığımız herhangi bir vazife de emanettir.
    Bir insan için en büyük meziyet "emin" bir şahsiyet olmaktır. Her yönüyle güvenilir bir insan olmak ve çocuklarımızı da bu yolda terbiye etmek, şahsımız için en büyük vazifedir.
    Sabır, şerre veya aklın kabullendiği birşeye karşı nefsi tutmaktır.
    Cömertlik, insanı, muhtaç olanlara veya herhangi hayırlı bir işe para ile yardım etmeye sevkeder.
    Maddi ve manevi servetini boş yere telef eden, sosyal durumuna ve mevkiine uygun olmayan, gelirini giderini bilmeyen, lüzumsuz masraflara girenlere "müsrif" denir.
    Cimri olanlar, yalnız biriktirmek isterler. Onlara göre para, lüzumunda sarfetmek için değil, biriktirmek için kazanılır. Kur'an-ı Kerim, israfın da cimriliğin de en kötü ve insana yakışmayan bir huy olduğunu söylemiştir. Her ne olursa olsun cömert olmalı, zengin kalbli olmalı, muhtaçlara ve hayırlı işlere kendi haline göre, yardım etmeye alışmalıdır.
    Peygamberimiz Allah'a yalvarırken "Ya Rab! Ahlakın en güzellerine varmak için bana yol göster. Zira en güzel ahlâkı bildirecek ve gösterecek ancak Sensin! Ya Rab! Fena ahlâkı benden uzak tut. Çünkü ahlâkın kötüsünü benden uzaklaştıracak ancak Sensin", "bir müslüman, ahlâkını güzelleştire güzelleştire Cennete gireceğini, kötü ahlâk sahiplerinin de nihayet Cehennemi boylayacaklarını, ahlâkı güzel olan bir adam uyurken de Allah'ın rahmetine nail olacağını" buyurmuştur.
    Peygamberimiz "Kıyamet gününde insan en evvel sıhhatini koruyup korumadığından sorulacak" buyurmuşlardır. Yine bir hadis-i şeriflerinde "beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini biliniz: Ölüm gelmezden evvel hayatın, hastalıktan evvel sıhhatin, meşguliyetten evvel boş vakitlerin, ihtiyarlıktan evvel gençliğin, fakirlik gelmezden evvel zenginliğin".
    Peygamberimiz: "Allah'dan afiyet isteyiniz. Çünkü hiçbirimize kuvvetli bir imandan sonra afiyet kadar büyük bir nimet verilmemiştir" buyuruyor. Peygamberimiz yemekten evvel ve yemekten sonra ellerin yıkanmasını, genel temizliğin sık sık yapılmasını emretmektedir. "Temizlik imandan bir parçadır" buyuran Peygamberimiz daima sağlığa önem vermiştir.
    Sıhhatimizi korumak, bir hastalık zamanında tedavisine bakmak da üzerimize borçtur. Peygamberimiz: "Ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz, zira Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki, onun ilacını da yaratmış olmasın. At ve ok yarışları yapınız, zaman zaman kalblerinizi rahatlandırınız" buyurarak sağlığa verdiği önemi ortaya koymuştur.

    NİKAH
    Bir akit neticesinde meydana gelen birleşme ve bir araya gelmeye nikah (evlenme) denir.
    Normal bir durumda (kadına karşı nefsinde aşırı bir arzu duymayanlar için) evlenmek müekked bir sünnettir ve insanlardan evlenmeleri istenilir. Şiddetli bir şehevi taşkınlık ve arzu halinde evlenmek farzdır.
    Kadının haklarını yerine getirememekten korkulursa evlenmek mekruh olur.
    Nikah meşru bir akittir ve müstehaptır. İnsanlar evliliğe teşvik edilmiştir.
    Evliliğin meşruluğu kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kur'an'da "İçinizden bekarları ve kölelerinizden, cariyelerinizden salih (mü'min) olanları evlendirin" (Nur suresi ayet 32) buyurulmuştur. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Nikahlanın çoğalın, çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm",
    "Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim bu sünnetimden ayrılırsa o benden değildir" buyurmuştur.

    Nikahın rüknü; icab ve kabuldür.
    Müslümanların nikahı ancak iki erkek şahit yahut bir erkek ile iki kadın şahit huzurunda kıyılır.
    Şahitlerin hür ve müslüman olmaları şart, adil olmaları ise şart değildir. İki körün şahitliği ile de nikah kıyılır.
    Birbirlerine haram olanlar.
    1- Annesi ve nineleri,
    2- Kızı ve kendi evladından olan kızları,
    3- Kız kardeşi, kız ve erkek kardeşlerinin kızları,
    4- Babasının ve annesinin kız kardeşleri,
    5- Hanımının annesi ve eğer zifafa girmişse hanımından olan üvey kızı,
    6- Baba ve dedelerinin aileleri,
    7- Oğlunun ve torunlarının aileleri haramdır.
    Eşini boşayan bir erkek, iddeti bitinceye kadar ne onun kızkardeşi ile ve ne de başka bir kadınla evlenemez.
    Mecûsî ve putperest, kâfir kadınlarla evlenmek haramdır. Yahudî, hıristiyan veya yıldızlara tapan (sabiî) kadınlarla evlenmek câizdir.
    Mut'a nikâhı (bir erkeğin belli bir para veya mal karşılığında, belli bir süre için bir kadınla anlaşarak, onunla evlilik hayatı yaşaması) haramdır.
    Evlenmede denklik
    Nikahda (erkeğin kadına) denk olması aranır.
    Denklik şartları şunlardır:
    1- Soyda denk olmak,
    2- Din ve takva (fazilet ve ahlak sahibi olmak) da denk olmak,
    3- Sanatta denk olmak,
    4- Hürriyette denk olmak,
    5- Malca denk olmak.

    Mehir
    Kadının nikahlanınca kocasından almaya hak kazandığı muayyen miktar mal veya paradır. Kadın kocasından bir nikah parası alır.
    Mehirsiz nikah olmaz. Mehir, nikah yapılırken kararlaştırılır. Eğer kararlaştırılmamışsa kızın emsallerine göre sonradan mehir tayini yapılır. Mehir peşin verildiği gibi sonraya da bırakılabilir. Mehir tamamen kızın hakkıdır. Ona kızın babası el koyamaz.
    Düğünlerin israfa dayanan örf ve adetlerine onu heba edemez.
    Mehrin en az miktarı on dirhem (28,05 gr) gümüş veya on dirhem kıymetinde başka bir maldır.
    Mehir ancak mal sayılan şeylerden verilir. Mehir on dirhemden az olarak kararlaştırılmışsa kadın yine on dirhem alır.
    Mehir tayin edilince zifafa girmekle veya karı kocadan birinin ölümü halinde onu tam olarak ödemek kocanın borcu olur.
    Erkek karısını birleşme olmadan önce boşarsa kararlaştırılan mehrin yarısını ödemesi gerekir.

    TALAK (BOŞANMA)
    Boşama üç şekilde olur
    1- Ahsen (en güzel) tarzda boşama:
    Kadın hayızdan temizlenmiş halde iken ve bu temizlik müddeti içerisinde onunla cinsi münasebette bulunulmadan bir talak ile boşamak ve iddeti bitince kadını terk etmek en güzel tarzda boşamaktır.
    2- Hasen (güzel) tarzda boşama:
    Bir kadını içinde cinsi münasebet yapılmamış olan üç temizlik müddeti içerisinde ayrı ayrı üç talak ile boşamaktır.
    3- Bid'at (sonradan çıkmış, İslâm'dan olmayan) üzere boşama:
    Tek bir sözle üç veya iki talak boşamak yahut bir temizlik müddeti içerisinde kadına dönmeden onu bid'at üzere boşamaktır.

    İNSANIN AİLESİNE KARŞI VAZİFELERİ
    Anne, baba, büyük anne, büyük baba, amca, hala, dayı gibi yakın akrabalarında dahil olduğu milleti oluşturan çekirdek İslâm'da çok önemli bir yer tutar.
    Peygamber Efendimiz "Sizin en iyiniz, hanımlarına karşı en iyi olanınızdır" buyurmuştur.
    Diğer bir hadisinde de ".. Kadın da kocasının evi ve çocuklarının çobanı (muhafızı)dır..." demiştir.

    Karı-kocanın birbirlerine karşı görevleri
    Karı-koca, birbirlerine samimi bir sevgi ve saygı beslemelidirler, Koca, ailesinin rızkını helal yoldan kazanmaya çalışmalı ve mutluluğu yuvasında aramalıdır. Koca ailesinin inanç, ibadet ve ahlakî yönden eksiklerini düzeltmeye çalışmalıdır. Erkek, eşine karşı daima nazik davranmalı, kaba ve kırıcı olmamalıdır.
    Kadın ibadetlerinde titiz olmalı, haramdan sakınmalı, iffetine düşkün olmalı, namusuna söz getirmemelidir.
    Kadın ev idaresinde kocasına yardımcı olmalı, onun kazanıp getirdiklerini israfa kaçmadan harcamalıdır, tutumlu olmalıdır.
    Çocuk terbiyesinde karı-koca hassas davranmalı ve bu konuda her biri üzerine düşeni titizlikle yerine getirmelidir.

    Ana ve babanın çocuklarına karşı vazifeleri
    Çocukların maddi ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, çocuklara karşı sevgi ve şefkat göstermek, onlarla ilgilenmelidir.
    Çocuklara güzel ad koymak ve sünnet ettirmek, tahsil ve terbiyelerini yaptırmak, ahlakî yönden kendilerine iyi örnek olmalıdırlar. Çocuklarını faziletli, dindar ve vatansever olarak yetiştirmek. Çocukların kötü yola gitmelerini önlemek, zamanın gelişmesine ve meselelerine göre hayata hazırlamak ve sorumluluk sahibi olarak yetiştirmek ana-babanın çocuklarına karşı vazifeleridir.

    Çocukların ana ve babalarına karşı vazifeleri
    Ana ve babaya itaat etmek, iyilik yapmak, saygısızlıktan sert davranışlardan kaçınmak, onların kalplerini incitmemek, onlara "öf" bile dememek, yaşlılıklarında şefkatli davranmak, güler yüz göstermek, yanlarında ise sürekli hizmet etmek, başka yerde iseler ziyaretlerine gitmek, hiç ihmal etmemek, her vesileyle hatırlarını sormak, gönüllerini almak, isteklerini yerine getirmek, çağırdıkları zaman hemen koşmak, onların mutluluk getiren tavsiyelerine sahip çıkmak, onları her konuda memnun etmeye, hayır dualarını almaya çalışmak, öldüklerinde onları daima rahmetle anmak, varsa vasiyetlerini yerine getirmek, baba dostlarına saygı göstermek, onlar için kıyamete kadar amel defterlerinin açık kalmasına vesile olacak hayırlı işler yapmak.

    Kardeşlerin birbirlerine karşı vazifeleri
    Büyük kardeşler küçüklerine sevgi ve şefkat göstermeli, küçükler de büyüklerine saygı ve hürmette kusur etmemelidir. Kardeşler arasında birlik, beraberlik ve dayanışma olmalıdır. Maddi menfaatler onların samimiyetini zedelememeli. Kardeşler aralarını bozmak isteyen dedikoduculara kanmamalı, birbirleri hakkında daima iyi kanaat beslemelidirler. Kalplerinde kıskançlığa yer vermemelidirler, kuvvetli zayıfı, zengin olan kardeş yoksul olanı daima himaye etmelidir. Ayrıca halalara, teyzelere, amcalara, dayılara ve akrabadan sayılan herkese sevgi ve saygı beslemeli, onlarla ilişkiler devam ettirilmelidir.

    FAİZ
    Faiz, belirli bir müddet için ödünç olarak verilen nakit sermaye karşılığında aylık veya yıllık kazanç sağlamaktır.
    Faiz sisteminde, sermayeyi alan zarar da etse faiz yine ödenir. Kârın oranı büyük olsa, oran yine değişmez.
    Buna karşılık "mudârebe ortaklığı"nda işletme kâr etmez ise, sadece çalışanın emeği boşa gidecek, sermaye kâr etmemiş olacaktır.
    İşletme zarar ederse, işletmecinin emeği boşa giderken sermayede zarara katlanacaktır. İşletme kâr ederse, bu kâr emek ile sermaye arasında önceden konuşulan nisbetde taksim edilecektir. Zarar ihtimali yanında kâr etme düşüncesi vardır.
    İhtiyaca harcamak için alınmış ise, bu durumda sıkıntı daha da büyük olacaktır.
    Teşebbüs ve yatırım sermayesi yapılacak kredi (karz) konusunda faizin yerine "mudârebe"yi getiren İslâm hukûku, ihtiyaç yani tüketim için mecbur kalınacak istikraz konusunda borç yerine zekât müessesesini getirmiştir.
    Allahu Teâlâ; faizi, sebep olduğu yıkıcı zararları dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerîm'inde; "Allah, alış-verişi helâl; faizi haram kıldı" (Bakara suresi, ayet: 275) emriyle yasaklamıştır.

    ALIŞ-VERİŞ
    Alış-verişin meşruluğu hakkında Allahu Teala Kur'an-ı Kerimde: "Allah alış-verişi helal ribayı (faizi) ise haram kılmıştır (Bakara suresi, ayet 275),
    "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola." (Nisa suresi, ayet 29) buyurmuştur.
    Satılan eşyanın, hakkındaki bilgisizliği giderecek derecede tanınması gerekir.
    Zimmette olan, yani ödenecek olan paranın da miktar ve cinsinin bilinmesi şarttır.
    Mutlak bir para sözü edilmişse bu, o memleket parasının revaçda olanına yorumlanır.
    Ölçülen ve tartılan şeylerin ölçerek, tartarak ve toptan satışları caizdir.
    Bir mal satılırken; onun parçası durumundakiler ayrı tutulamaz. Bir ticari mal para karşılığı satılınca, veresiye olmadıkça paranın maldan önce teslimi gerekir. Eğer mal, mal karşılığında veya para, diğer bir para karşılığında satılırsa alan ve satan aynı anda beraberce teslim ederler.
    Önce peşin paraya satıp sonra veresiyeye çevirmek sahih olur.
    Terbiye edilmiş olsun olmasın yırtıcı hayvanların, pars ve köpeğin satılması da helaldir.
    Zımmiler (Müslümanların idaresi altındaki gayri müslimler) alış-verişde müslümanlar gibidir. Onlara fazla olarak; içki ve domuz satmak da serbesttir.
    Dilsizin, anlaşılan işaretleri ile alış-veriş ve diğer akitleri geçerlidir. Körün de alım-satım yapması caizdir. Karşılıklı olarak alış-veriş akdini fesh etmek caizdir.
    Bir kimsenin, görmediği bir malı satın alması caizdir ve malı gördüğü zaman seçme hakkı vardır. Satıcının ise görmediği malını satmasından dolayı seçme hakkı yoktur.
    Mutlak bir alış-veriş satılan malın her türlü kusurdan uzak olmasını gerektirir.
    Tüccar adetine göre, malın değerini noksanlaştıran herşey kusurdur.
    Müşteri malın kusurunu öğrendiği zaman, dilerse onu tam bedeli karşılığında kabul eder, dilerse de red eder.
    Müşteri, satın aldığı malda bir kusur bulsa, diğer bir kusur da yanında iken meydana gelse satanın rızası olmadıkça o malı geri veremez.
    Ancak kusurun aldığı zamanki bedelini satandan alır.
    Fasid alış-veriş, malı sahiplenmesi ile mülkiyet ifade eder.
    Bu alış-verişi alan ve satandan her birinin bozmaya hakları vardır.
    Akdi fesh ederken satılan malın mevcut, olması şarttır.
    Müşterinin teslim almadan önce, malı satması, azad etmesi, başkasına bağışlaması caiz olur. Bu durumda müşteri malı teslim aldığı zamandaki -kıymeti ile satılan cinsten ise- kıymetini ve -misliyle satılan cinsten ise- mislini satıcıya öder.
    Batıl alış-veriş mülkiyet ifade etmez. Bu alış-verişle alınan mal müşteri yanında emanet olarak bulunur.
    Leş, kan, içki, domuz, leş ile temiz eti birlikte satmak batıl (boş, çürük)dır.
    Balıkları ve kuşları avlamadan satmak caiz değildir.
    Hayvanın karnındaki yavruyu, daha henüz sağılmamış sütü, hayvanın sırtındaki yünü, koyundaki eti, iki elbiseden herhangi birini (belirtmeden) satmak caiz değildir.
    Bir malın ay başında teslim edilmek üzere satışı caiz olmaz.
    Arılar kovansız, ipek böceği de ipeksiz satılmaz.
    Hasat, meyve toplama, harman ve hacıların gelme zamanına kadar olan veresiye satışlar caiz olmaz. Ancak daha önceden veresiyeyi kaldırırlarsa bu alış-veriş caiz olur.
    Cumanın ilk ezanı okunurken alış-veriş yapmak mekruhdur.
    Bir fiyat üzerinden alış-verişi bitiren iki kimsenin, fazla fiyat vererek aralarına girmek mekruhdur.
    Alıcısı olmadığı halde, alıcı gibi görünerek başkasını teşvik için malın değerini arttırmak mekruhtur.
    Şehre mal getirmekte olan kafileyi yolda karşılayıp, şehre girmeden mallarını almak (hem şehir halkına yüksek fiyatla satılacağından ve hem de kafilenin mevcut fiyatları bilemeyeceklerinden dolayı zarara uğramaları düşünüleceğinden) mekruhdur. Fakat bununla beraber bu türlü alış-verişler caizdir.
    Satış Çeşitleri
    Tevliye: Bir malı, mâl oluş fiyatına kârsız satmaktır.
    Murâbaha: Alış fiyatına kâr koyarak satmaktır.
    Vazi'a: Bir malı alış fiyatından noksan fiyata satmaktır.
    Boyama, dikiş, gıda maddelerini bir yerden diğer yere nakletme, simsar, hayvan sevk etme masrafları da ilk alış fiyatına ilave edilir. Bu durumda satıcı, "bana şu kadara mal oldu" demelidir.
    Satıcı kendi nafaka parasını, çoban, doktor, bakıcı ve öğretmen ücretlerini ve kira parasını ilk alış fiyatına ilave edemez.
    Müşteri, mal oluş fiyatına aldığı bir malda aldatıldığını anlarsa ücretini, mal oluş fiyatından öder.
    Karla satışda aldatıldığını; yani kendisine söylenenden fazla kar alındığını anlarsa, ya tam fiyata malı kabul eder yada malı red eder.

    SELEM
    Peşin paraya veya peşin mala karşılık veresiye bir mal almaktan ibarettir. Selem, kıyasa aykırı olarak meşru olmuştur. Çünkü bu, bir mal olmadan önce onu satmaktır.
    Bunun meşruluğu şu ayete göredir: "Ey iman edenler (yaptığınız alış-veriş sonunda) muayyen bir vade ile birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın (senet yapın)" (Bakara suresi ayet 282).
    Malın vasıfları ve miktarı biliniyor ise selem satışı caizdir, bilinmiyor ise caiz değildir.
    Selem akdi ile satışın sahih olması için şu şartlar aranır: Malın cinsini belli etmek (Buğday, hurma gibi). Malın nevini belli etmek (ova mahsulü veya kır mahsulü gibi).
    Vasıflarını belirtmek (eski veya yeni, taze gibi)
    Malın vadesini, yani teslim edileceği zamanı tayin etmek,
    Malın miktarını belli etmek (ölçüsünü veya kilosunu belirtmek),
    Eğer nakledilmesi gereken yük ve zorluğu var ise malın teslim edileceği yeri bildirmek,
    Sayı, ölçü ve tartı ile satılan malların karşılığında verilen para miktarını belirtmek,
    Selem satışı yapılan yerden ayrılmadan parayı peşinen almak.
    Mevsimi geçmiş ve piyasadan çekilmiş mallarda (meyveler vs.) ve (aralarında büyük farklılıklar olacağından) mücevheratta selem akdi yapmak sahih değildir.
    Hayvanlarda, etlerinde baş ve ayaklarında ve derilerinde (hayvandan hayvana bunlar farklılıklar göstereceğinden) selem yolu ile alış-veriş yapılmaz. Tuzlu balıkların, tartarak selem ile satışları caizdir.
    Miktarı bilinmeyen muayyen bir ölçü kabı ile selem akdinde bulunmak sahih olmadığı gibi, muayyen bir köyün yemeğinde de selem yolu ile alış-veriş olmaz.
    Elbisenin uzunluğu, genişliği, yaması belirtilince bunlarda selem akdi yapmak caiz olur.
    Teslim edilmeden önce selem ile satılan eşyada tasarruf caiz olmadığı gibi bu malın bedelinde de tesliminden önce tasarruf caiz değildir.
    Bir sanatkara siparişde bulunmak caizdir. Müşteri sipariş ettiği malı görünce alıp almamakta serbesttir. Müşteri görmeden önce sanatkârın o malı satmaya hakkı vardır.
    Eğer malın teslimi için bir müddet tayin edilmişse artık selem meydana gelir.

    SARF
    Para cinslerinin birbiri ile satışı demektir. Birbiri ile satılan, yani mübadele edilen bu iki paranın basılmış, dövülmüş ve külçe halinde olmaları farksızdır.
    Gümüş, gümüş karşılığında, altın da altın karşılığında satılacağı zaman eşit ağırlıkda ve peşin olarak alınıp verilirler. Altın ve gümüşte yenilik ile kuyumculuk işine itibar edilmez.
    Altın altın karşılığında gümüş de gümüş karşılığında toptan satılır ve aynı meclisde bunların eşit ağırlıkda oldukları anlaşılırsa, alışveriş akdi geçerli olur. Alınan ve satılan birbirinden farklı ağırlıkta iseler bu akit muteber olmaz.
    Altın ile gümüşün birbiri ile değişimi, aynı mecliste teslim alınmaları şartı ile fazlalıklı olarak ve toptan caiz olur.
    Bir kimse süslü bir kılıcını onun süsünden daha çok bir bedel karşılığında satarsa caizdir.

    ŞUF'A
    Satılan mülkü ona komşu veya ortak olanın mülküne katmaktır. O yere komşu olan, alan ve satan razı olsa da olmasa da o yeri satılmış olduğu fiyattan kendi yerine katar.
    Şuf'a işlemi ancak akar (gelir getiren) olan mülklerde olur.
    Akarın (gelirin) taksim edilebilir veya taksim edilemez olması arasında fark yoktur.
    Şuf'a; geliri, mal sayılan bir bedel karşılığında başkasına mülk edindirmekle icab eder.
    Şuf'a hakkı, ancak satıştan sonra olur ve şuf'a hakkı olanın, satılan yerin şuf'a hakkı olan olduğunu söylemesi ve o yeri istediğine ait şahit tutması ile kararlaşır.
    Şuf'a hakkı olan, satılan akarı (müşterinin rızası veya hakimin hükmüne dayanarak) almakla mülkiyetine geçirir.
    Şuf'ada müslüman, zımmi, ticaret yapmasına izin verilen, eşittirler.
    Şuf'a hakkı, sırası ile şu kimselerindir:
    Satılmış olan malda ortaklığı olan, satılmış olan malda (su hakkı, yol hakkı gibi) bir hakkı olan, satılmış olan yere bitişik komşu olanlar.
    Şuf'a davasını geri bırakmakla bu hak düşmez.
    Satın alma hakkı olan, satışı öğrendiği zaman hemen o meclisde, satılan akarı istediğine şahit tutmalıdır.
    Mümkün iken şahit tutmayanın şuf'a hakkı kaybolur.
    Satılan akar daha henüz mal sahibinin elinde bulunuyorsa satın almak isteyen mal sahibine karşı, yahut müşteriye karşı veya akarın yanında şahit tutar.
    Satın alma hakkı olanın, akara verilmiş olan bedel misillerinden ise mislini, kıymetlerinden ise kıymetini ödemesi borcu olur.
    Şuf'a hakkının kalkması
    Satın alma hakkı olanın ölümü, Şuf'adarın, şuf'a hakkının tamamından veya bir kısmından vaz geçmesi, satın alma hakkı olanın bir bedel karşılığında müşteri ile sulh olması, şuf'adarın mahkemece şuf'aya hüküm verilmeden önce malını satması ile, satılan akarın zararını satın alana tanzim etmesi, satın alandan o akarın satışını veya kirasını pazarlık etmesi ile şuf'a hakkı kalkar.
    Şuf'a hakkı, müşterinin ölümü ile kalkmaz.
    Satıcının vekilinin şuf'a hakkı yoktur. Fakat müşterinin vekilinin şuf'a hakkı vardır.
    Müşteri falan kimsedir denilip satın alma hakkı olan o kimse için şuf'a hakkından vaz geçse ve sonra da başkası olduğu anlaşılırsa satın alma hakkı olanın şuf'a hakkı devam eder.
    Akar, söylenildiği fiyatdan satılmışsa, öğrenilince, geçse sonra daha az bir fiyata, yahut ölçülen şuf'a hakkı baki kalır.
    Şuf'a hakkı gerçekleşmeden önce müşterinin, şuf'ayı düşürmek için hile yapması kötü görülmez. Hissesinin bir kısmını satan sonra geriye kalan hissesini de satarsa şuf'a ilk hissede olur, başkasında olmaz.
    Müşteri akarı veresiye almışsa satın alma hakkı olan isterse parasını hemen verir isterse de vadesi dolduktan sonra verir ve sonra malı teslim alır.

    İCARE (KİRAYA VERME)
    Kira; menfaatların satışından ibarettir.
    Kirada menfaatların ve ücretin belli olması şarttır. Alış-verişde bedel olmaya elverişli olan mallar kira ücreti olmaya da elverişlidir. Kira şartlarla fâsid olur.
    Alış verişte olduğu gibi kirada da görme, seçme kusur olmak üzere üç seçenek vardır.
    Kiradan da karşılıklı vaz geçilebilir ve fesh edilebilir.
    Menfaatlar; belli bir müddet araziyi ekmek ve yine belli bir müddet evde oturmak gibi müddet tayin etmekle yahut elbisesinin boyanacağını ve dikileceğini belirtmekle ve hayvan kiralarken taşınacak yükü veya binilecek mesafeyi belli etmekle bilinir. Menfaatlar işaretle de tayin edilir (gıda maddelerini taşımak için gibi).
    Bir ev yahut dükkan kiralayan kimsenin orada oturma hakkı olduğu gibi istediğini de oturtmaya hakkı vardır ve dükkanda da dilediği işi yapmak hakkına sahiptir.
    Ancak eğer baştan söylenmemişse demircilik, değirmencilik gibi işler kira akdinden sayılmaz.
    Ziraat için kiralanan bir araziye, ekilecek şeyin beyan edilmesi, yahut arzu edilen şeyin ekileceğinin bildirilmesi şarttır.
    Bina yapmak yahut ağaç dikmek için bir yer kiralayan, müddetin bitiminde o yeri aldığı gibi boş teslim etmesi borcudur.
    Arazi, binayı yıkmakla, ağaçları sökmekle kıymetinden düşecek olursa mal sahibi bunların yıkılmış ve sökülmüş durumdaki kıymetlerini kiracıya borçlanır ve onları mülkiyetine geçirir. Arazi, bunların sökülmesiyle kıymetinden birşey kaybetmeyecekse sahibi dilerse kiracıya kıymetlerini ödeyip mülkiyetine geçirir. Bu, kiracının rızası ile mal sahibinin olur.

    İşçi çeşitleri ve hükümleri:
    Müşterek olan işçi kendisinden istenen işi yapmadıkça ücreti hak edemez. Kendisine bırakılan mal da emanet hükmünde olur.
    Kendi kusur ve fiili sebebiyle olmadıkça telef olmaları yüzünden kıymetlerini ödemez. Ancak, kendi fiili sebebiyle bu mallar telef olursa onların kıymetlerini öder.
    Kiralanan maldan menfaat sağlanınca ve istenen iş yapılınca mal sahibi veya işçi ücrete hak kazanırlar.
    Kira mukavelesinde, ücretin peşin verilmesi şart koşulunca ücretin peşin verilmesi gerekir. Peşin şartı olmadan peşin verilmişse yine ücrete hak kazanılmış olur.
    Kiralanan mal teslim alınınca, belirtilen müddet zarfında ondan faydalanılmasa bile yine kira ücretini vermek gerekir.
    Kiracıdan mal gasp edilince kira ücreti düşer. Ev sahibi, her günün ücretini istemek hakkına sahiptir.
    Sanatkâr kendisinin yapması şart koşulan bir işi başkasına yaptıramaz. Mal sahibinin kiracıya "bu dükkanda şu işi yapacaksan aylığı şu kadar, şu işi yapacaksan aylık şu kadar, demesi câizdir. Kiracının bu ikisinden hangisini yaparsa ona göre kira ücreti ödemesi gerekir.
    Kira bozulduğu zaman kira mukavelesinde belirtilen ücret değil de emsal ücret vermek gerekir. Bu ücret akit yapılırken tayin edilen ücretden fazla olamaz.
    Kaç aylık olduğu söylenmeden her aylığı şu kadar liraya olmak üzere bir ev kiraya verilse, bu bir ay için sahih, diğer aylar için ise fasid olur. Ancak belirli aylar zikrederse caiz olur.
    Belli bir ücret karşılığında süt anası kiralamak caizdir.
    Fıkıh ve Kur'an öğretmek, imamlık yapmak, ezan okumak ve hac etmek gibi bir takım farz olan ibadetleri yapmaya karşılık ücret vermek caiz değildir.
    Günah olan işleri yapması için ücretle birini tutmak câiz olmaz.
    Özür sebebi ile kira akdi fesh olur.
    Ticaret yapmak için dükkan kiralayan iflas ederse, yahut bir malını kiraya verenin borcu olup başka da malı bulunmasa kira akdi fesh olur.

    REHİN
    Bir malı onunla alınabilmesi mümkün olan bir hak karşılığında haps etmektir. Rehin, borcu almanın bir garantisi olarak meşru kılınmıştır.
    Rehin veren, malının haps edilmesi yüzünden rahatsız olur. Bunu kaldırmak için borcunu ödemede acele eder ve malının faydasına kavuşur. Rehin alan da hakkını almış olur.
    Allahu Teâlâ; "Yolculukda olur da yazacak bir kâtib bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin kâfîdir" (Bakara sûresi, âyet: 283) buyurmuştur.

    KISMET (HİSSELERİN BÖLÜNMESİ)
    Ortaklığa son vermek, birden fazla kimsenin bir maldaki karışık ve orantılı hisselerini birbirinden ayırd etmek demektir.
    Aynı cins malların taksiminde ortaklardan biri taksime yanaşmazsa mecbur edilir. Taksim edilecek ortak mallar ayrı ayrı cinslerden olunca taksime yanaşmayan ortak zorlanamaz.
    Ortakların kendi kendilerine taksim yapmaları caizdir. Çocuğun yerine velisi veya vasisi taksim yapar.
    Bütün ortaklar kendi hisselerinden fayda temin edebiliyorlarsa onlardan biri isteyince taksim yapılır. Eğer ortaklar zarar görüyorlarsa taksim yapılmaz. İki ortaktan biri taksimden sonra hissesinden fayda sağladığı halde, diğeri zarar görecekse, faydalananın isteği ile mahkeme taksim yapar. Müşterek olan konaklar, araziler ve dükkanlardan her biri ayrı ayrı taksim edilir. Her ev ise ayrı bir hisse olur. Binanın üst katındaki iki hisseye karşılık alt kat bir hisse olur.
    Paralar, ortakların rızası olmadıkça taksime dahil edilmezler.
    Taksim edicinin,ortaklar arasında kur'â çekmesi gerekir. Kur'â'da herkes kendi ismine çıkan hisseyi alır.
    Hakim veya onun vekili taksim yaptığı zaman bundan hiçbir hissedarın dönmeye hakkı yoktur.
    Ortaklardan birine düşen hissede, diğerine ait önceden şart koşulmayan su yolu veya yol bulunur ve bunları başka tarafa döndürmenin de imkanı olmazsa taksim fesh edilir.
    Ortaklar, hisselerini aldıklarını ikrar ettikten sonra onlardan biri kendine düşen hissenin bir kısmının ortağının elinde olduğunu iddia etse delilsiz kabul olunmaz. Bölenlerin, ortaklar arasındaki anlaşmazlıklarda şahitliği kabul edilir.
    Ortaklardan birinin yahut hepsinin ölümü ile menfaatı bölüşme akdi bozulmaz. Ortaklardan birinin taksim istemesi ile muhayee akdi (bölüşülmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile kullanma) bozulur.
    Bir konakta iki ortağın nöbetleşe oturmaları veya alt katta birisinin üst katta diğerinin ikamet etmesi üzerine yapılan anlaşma caiz olur. Ortaklardan her birinin, kendine düşen menfaatı kiraya vermeye ve gelirini almaya hakkı vardır.

    VEKALET
    Vekatelin sahih olabilmesi için müvekkil (kendi yerine vekil tayin eden) in tasarruf etmeye sahip olması ve tasarruflarından doğan hükümleri yerine getirmesi gerekir.
    Vekilin de yetkili kılındığı işe aklının ermesi ve o işi benimsemesi şarttır. Müvekkilin bizzat kendi başına yaptığı akitlerde bir başkasını vekil tayin etmesi caizdir. Her çeşit hukuk davalarının ve haklarının alınması, verilmesi için vekil tayin etmek caizdir. Ancak had ve kısas cezasını gerektiren davalarda vekil tayin etmek caiz olmaz. Çünkü müvekkil olmadan had ve kısas cezalarına ait hakkın istenmesi caiz olmaz.
    Müvekkilin, hasta veya yolcu olması müstesna hasmın rızası olmadan bir davaya vekil tayin etmek caiz değildir.
    Vekil satın aldığı malı müvekkiline teslim ederse, müvekkilin izni olmadan maldaki kusur yüzünden onu geriye iade edemez. Müşteri satın aldığı malın bedelini müvekkile vermemek hakkına sahiptir. Fakat müvekkile ödemesi de caiz olur. Vekilin, müvekkili adına yaptığı her akitten doğan haklar müvekkile ait olur.
    Bir malı satın almaya vekil tayin eden kimsenin; o malın vasfını, cinsini veya ödenecek bedelin miktarını söylemesi gerekir. Ancak vekile "uygun gördüğünü al" denilirse bir açıklamada bulunmak gerekmez.
    Belirli bir malı satın almaya vekil tayin edilen kimsenin o malı kendisine almaya hakkı yoktur. Para cinsi belirtilmeden bir malı satın almaya vekil olan kimse onu yürürlükde olan o devletin parası dışında herhangi bir para cinsi ile alırsa veya müvekkil tarafından cinsi bildirilen paradan başka çeşit para ile satın alırsa yahutda vekil kendi yerine başka bir vekil tayin ederse alış-veriş kendi adına yapılmış olur.
    Eğer satın alınacak mal belirtilmemişse vekil bunu kendi adına satın almış olur. Ancak parasını müvekkilin malından öderse veya müvekkil için satın almaya niyet etmişse mal müvekkil için satın alınmış olur.

    KEFALET
    Bir şeyin istenmesi hususunda kefilin zimmetini, asilin (borçlu) zimmetine katmaktır.
    Ancak bağışlamak hakkına sahip olan kimseler kefil olabilir. Kefalet iki kısımdır ve bunlara kefil olmak caizdir.
    Nefse kefalet, mala kefalet. Nefse kefalet akdi, kefil olacak kimsenin "onun kendisine" veya "onun boynuna kefil oldum" sözleri ile meydana geldiği gibi, bedenin tamamını ifade eden her hangi bir uzva ve beşde bir, onda bir gibi orantılı bir cüzüne kefil olmakla da meydana gelir.
    Mala kefalet akdi ; "onu tazmin ederim, şu borç benim üzerimedir, ödemek bana aittir, ben borca kefilim, ben onun borcunu ödemeyi kabul ettim" gibi sözlerle meydana gelir.

    ŞİRKETLER (ORTAKLIKLAR)
    Şirket; karışım ve ortaklığın sabit olması demektir. Ortaklık iki kısımdır.
    Mallarda Ortaklık
    Mufaveze ortaklığı
    Ortaklar, tasarruflarında, borç alıp vermede ve şirkete elverişli olan mallarda eşit haklara sahiptirler.
    Bu ortaklığın sahih olabilmesi için her iki ortağın da; hür, akıl-baliğ, müslüman olması veya her iki ortağın zımmi olması gereklidir.
    Mufaveze ortaklığı ancak akit yapılırken "mufaveze" kelimesinin söylenmesi ile veya bu ortaklığın gerektirdiği bütün hususiyetler açıklanarak kurulur. Bu ortaklıkda malların teslim edilmesi ve iki ortak malının birbirine karıştırılması şart değildir. Bu şirketi kuranlar birbirlerinin vekili ve kefili olurlar. Ortaklardan birinin aldığı mal şirket adına alınmış olur. Ancak aile ve çocuklarının ekmeği, katığı, giyecekleri ve ortağın kendi giyeceği bu hükmün dışındadır.
    Şirket-i İnan: Ortaklardan birisinin sermaye olarak koyduğu mal diğerinin koyduğu maldan fazla olabilir. İkisi de ortaklık işinde çalıştıkları zaman bir tarafın malında, iki fazlalığa rağmen kâra eşit şekilde ortak olabilirler veya ortaklık işinde çalışan için fazla kâr şartı konulabilir.
    Ortakların sermaye olarak koydukları malları eşit olduğu halde kâr ve zararın farklı dağıtımını şart koşmuşlarsa, kâr şarta göre, zarar ise sermayedeki mallarına göre taksim edilir.
    Şirket-i inanda ortaklar birbirlerinin vekilidir. Fakat birbirilerine kefil değillerdir.
    Sanayi ortaklığı (İş Ortaklığı)
    Aynı işi yapan veya işleri değişik olan iki sanatçının müşterek iş kabul etmelerine "sanayi ortaklığı" denir. Kazandıkları aralarında bölüşülür. Böyle bir ortaklık kurmak caizdir.
    Ortaklardan birinin aldığı, kabullendiği bir işi yapmak diğer ortak üzerine de şarttır. Bu bakımdan işveren kimse ortaklardan herhangi birinden işin yapılmasını isteyebilir.
    Vücuh ortaklığı (İtibar ortaklığı)
    Sermayeleri olmadığı halde sırf itibarlarına dayanarak veresiye mal satın alıp satmak üzere iki kimsenin ortaklık kurmasına vücuh ortaklığı denilir. Bu ortaklıkda her ortak diğer ortağın vekili olur. Satın alınacak malın aralarında eşit olduğu şartı koşulmazsa, sağlanan kardaki hisseleri de eşit olur ve bunda bir ortağın fazla kar alması caiz olmaz.
    MUDAREBE ORTAKLIĞI
    Bu ortaklıkda çalışan (mudarıb) sermaye sahibinin karda ortağıdır. Çalışan ortağın sermayesi, ticaret için gezip dolaşmaktır. Sermaye, çalışacak olan ortağın yanında emanet olarak bulunur. Çalışan ortak, sermayeyi işletmeye başlayınca sermaye sahibinin vekili olur. Kar yapınca da ortak durumuna geçer. Eğer karın tamamı çalışan ortak için şart koşulmuşsa sermaye ona ödünç verilmiş olur. Karın tamamı sermayedar için şart koşulmuşsa bu "kar tamamen kendisinin olmak üzere başkasına sermaye vermekten ibaret bir anlaşma" olur. Mudarabe ortaklığı fasid (bozulunca) olunca, bu bir fasid kiralama (işçi tutma) olmuş olur. Mudarib (çalışmayı üzerine alan ortak) anlaşma şartlarına aykırı hareket ederse gasp eden hükmünde olur. Bu ortaklık, kar her iki ortak arasında orantılı olmak şartı ile geçerli olur. Eğer ortaklardan birine önceden belli bir miktar para kararlaştırılmışsa ortaklık bozulur. Ortaklık bozulduğu zaman kar, sermaye sahibi olan ortağın olur. Çalışan ortak işçi olarak emsallerine göre ücret alır. Zarar, çalışana aittir şartını koymak geçersizdir. Sermayenin çalışana teslimi şarttır. Çalışan ortağın peşin veya veresiye olarak satmak ve satın almak, kendisine vekil tayin etmek, yolculuk yapmak ve karı ortaklığa ait olmak üzere başkasına sermaye vermeye hakları vardır.
    Sermaye sahibinin izni olmadan yahut kendi görüşüne göre hareket et denilmeden çalışan ortağın ayrıca bir mudarabe ortaklığı kurmaya hakkı yoktur.
    Mudarib, sermaye sahibinin tayin ettiği beldenin dışına çıkamaz ve tayin edilen ticaret malından başka malın ticaretini yapamaz ve yine belirtilen tüccardan başkası ile ticari muamelelerde bulunamaz. Sermayedar, ortaklık için bir müddet koymuşsa bu müddetin geçmesi ile ortaklık sona erer.

    VEDİ'A (EMANET BIRAKILAN MAL)
    Emanet bırakılan mal, onu alanın yanında korunması için bırakılır. Bundan dolayı doğruluğu ve dindarlığı ile tanınan birisinin yanında bırakılması adet olmuştur. Vedia meşru bir akittir. Bırakılan mal emanet olup borç değildir.
    Hz. Muhammed (s.a.v.); "hıyânet etmeyen emanetçiye ve hıyanet etmeyen ödünç mal alana ödeme yoktur" buyurmuştur.
    Bir kimse emaneti kabullendiği zaman onu korumak kendisine vacib olur. Çünkü bir akit ile onu korumayı üzerine almıştır. Ailesi de, emaneti korumayı üzerine almış olur. Ancak, yangın veya bir başka tehlikeli durum olur ise; bir komşuya emanet edilebilir veya bir başka yere nakl edilebilir.

    LUKATA (KAYBOLAN MAL)
    Bulunan bir malı yerden alıp kaldırmak, ona hiç dokunmamaktan daha iyidir. Eğer o malın zayi olacağından korkulursa onu alıp saklamak vacib olur.
    Lukatayı bulan onu sahibine vermek için aldığına şahid tutarsa, yanında emanet olarak kalır. Sahibine vermek için aldığına şahit tutmamışsa (telef ettiğinde) onun kıymetini öder. Kaybolan malı bulan bundan sonra artık sahibi aramaz diye bir kanaata sahip olacağı zamana kadar bulduğunu ilan eder. Bundan sonra malın sahibi gelirse malını alır. Gelmezse bulan isterse fakirlere sadaka olarak dağıtır, isterse de yanında tutar. Fakirlere verildikten sonra sahibi gelir de bu tasadduku kabul ederse, sevabı kendisinin olur. Kabul etmezse onun kıymetini bulana veya fakire ödetir. Eğer fakirin elinde aynen duruyorsa, malını geri alır. Fakir veya bulandan kıymetini hangisi öderse, diğerine dönüp de onu alamaz. Bulunan mal bir zengine sadaka olarak verilemez. Bulan fakir ise kendisi faydalanır.
    Bozulacak malların ilanı bozulmalarından korkulduğu zamana kadar yapılır.
    Bulunan malın ilanı, insanların toplu bulundukları yerlerde ve malın bulunduğu yerde yapılır.
    Bir kimse, bulunan malın kendisinin olduğunu iddia ederse delil getirmesi icab eder. Eğer onun işaretlerini söylerse malın ona verilmesi caiz olur. Fakat bulana vermesi için zorlanamaz.

    VAKIF
    Bir malın kendisi sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere sağladığı faydanın belli bir gaye ve yöne tahsis edilmesidir.
    Vakfetmek, malı sahibinin mülkü olmak üzere bırakmak ve o malın menfaatlarını sadaka olarak vermek demektir. Hakimin kararı ile tescil edilmeyen mal sahibinin vasiyetine bağlı bulunmayan vakıf geçerli olmaz.
    Bir kimsenin, başkası ile ortak bir yerini hakimin kararı olmadan vakfetmesi caiz olmaz.
    Vakfın caiz olabilmesi için sonucunu hiç kesintiye uğramayan ebedi bir yöne çevirmek şarttır.
    Vakıf olan mal satılamaz ve bir kimseye mülk olarak verilemez. Vakfeden tarafından şart olmasa daha vakfın ayakta durması için herşeyden önce geliri ile vakfın tamiratı yapılır.
    Vakıf yapan kimsenin hayatta kaldığı müddetçe vakfın gelirinin tamamını veya bir kısmını kendisine ayırması caiz olur. Mütevelli olmak hakkı da vardır.
    Mütevelli güvenilir bir kimse değilse, hakim, vakfı bunun elinden alır ve başka bir mütevelli tayin eder.
    Bir mescid yapan kimse onun yolunu kendi yerinden ayırıp içinde insanların namaz kılmalarına izin vermediği müddetçe bu bina kendi mülkiyetinden çıkmaz.
    Hastalık halinde yapılan vakıf vasiyyet olur.
    Vakıf olan bir kervansaraya ihtiyaç kalmazsa onun vakfı, kendisine en yakın olan diğer kervansaraya nakledilir.

    HİBE (BAĞIŞ)
    Birşeyin karşılıksız olarak bağışlanmasıdır.
    Hibe, icab, kabul ve kabz (ele geçirmek)la sahih olur. Bağışın yapıldığı meclisde hibe edenin izni olmadan hediyeyi almak caizdir. Ayrıldıktan sonra hediyeyi almak bağışlayanın iznine bağlı olur. Eğer daha önceden hibe edilen mal, kendi elinde bulunuyorsa mücerred kendisine bağışlanmış olmakla ona sahip olur. Bir babanın malını küçük çocuğuna hibe ettiğini söylemesi ile (kabz edilmesine lüzum olmadan) hibe akdi tamam olmuş olur. Küçük çocuğa yapılmış olan bağışı velisi, annesi ve bizzat kendisi ele geçirince küçük ona sahip olmuş olur.
    Hibe akdi, hibe edenin "hibe ettim, bağışladım, verdim, bu yiyeceği sana verdim yaşadığın müddetçe bu evi sana verdim" vs sözleri ile meydana gelir.
    Hibeye niyet ettiği zaman "bu hayvana seni bindirdim " sözü ile yine "bu elbiseyi sana giydirdim" gibi ifadeler ile hibe akdi meydana getirilmiş olur.
    Taksim edilemeyen ortak bir maldaki muayyen bir hisseyi bağışlamak caizdir. Fakat taksim edilebilirse caiz olmaz.

    İARE (ÖDÜNÇ VERME)
    İare; menfaatları bedelsiz olarak bağışlamaktır. Bir malın kendisi bağışlanmaz, ödünç verilen ondan faydalanır.
    Ödünç verilen mal, ödünç alan yanında bir emanettir. Ödünç alan kullananların değişmesi ile değişen bir durum yoksa ödünç aldığını bir başkasına ödünç vermeye hakkı vardır.
    Ödünç veren zaman tahdidi koydu ise, ödünç verilen maldan, faydalanmayı, kullanma yerini sınırlandırdı ise ödünç alan bunlara aykırı hareket ederse zayi olduğunda o malın kıymetini öder.

    GASP ETMEK (ZORLA BİR ŞEY ALMAK)
    Zorla, zulüm olarak başkasına ait olan bir şeyi almaktır.
    Hukuk tabiri olarak gasp başkasının mülkünde bulunup kıymet ifade eden bir malı haksız yere zorla alıp ele geçirmektir.
    Bir şeyi gasp edenin, eğer duruyorsa, gasp ettiği yerde onu sahibine teslim etmesi lazımdır.
    Gasp edilen mal harcanmış ve yok edilmişse misliyattan (yani benzeri verilebilecek mal cinsinden) olduğu takdirde mislini ödemek, misliyattan olmadığı (kıymeti ödenmesi gereken mal cinsinden olduğu) takdirde de gasp edildiği gündeki kıymetini ödemek gerekir. Eğer malın kıymeti eksilmişse bu noksanlık tazmin edilir.
    Gasp edilen mal misliyattan olup çarşı-pazarda bulunamazsa dava günündeki kıymetini ödemek icab eder.
    Gasb eden gasp edilen malın helak olduğunu iddia etse hakim, "dursaydı onu açıklardı" diye bir kanate sahip oluncaya kadar onu haps eder. Sonra bedelini ödemesine hüküm verir.

    MÜZARAA (ZİRAAT ORTAKLIĞI)
    Ziraat ortaklığıdır ki birisi arazisini diğeri işini ortaya koyar. Mahsul aralarında bölüştürülür.
    Hasılatın bir kısmı karşılığında ziraatçılık üzerine yapılan bir ortaklıktır.
    Ortaklığın geçerli olabilmesinin şartları
    1- Ne kadar zaman devam edeceğinin tayin edilmesi gerekir,
    2- Arazi ziraata elverişli olmalıdır.
    3- Tohum miktarının ve cinsinin belli olması lazımdır.
    4- Tarafların mahsulden alacakları hisseler tayin edilmelidir.
    5- Arazinin çalışacak olan ortağa teslimi şarttır.

    SONUÇ
    İslâm dini incelendiği zaman görülmektedir ki; Kur'ân-ı Kerîm, insanlığa yaşanması, ona uyulması için gönderilmiştir.
    Müslüman, sorumlu olduğu (Mükellef) andan, ahiret hayatına intikal ettiği ana kadar İslâm'ın getirdiği kuralları hayatı haline getirmekden sorumludur. Bu sorumluluk itibariyle özel hayatından aile hayatına, sosyal hayatından bütün yaratılmışlarla olan ilişkilerine kadar, Kur'ân ve sünnete uygun bir hayat tarzını yaşamak durumundadır.
    Allah'ın varlığına, birliğine ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna iman ederek müslüman olan bir insan, Allah'ın diğer bildirdiklerine de iman etmek zorundadır. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'dan bildirdiklerinden herhangi birine Kur'ân-ı Kerîm'in tamamına veya bir sûresine ya da bir âyetine dahî iman etmeyen kimse İslâm'dan çıkmış ve kâfir olmuştur.
    Allah'ın peygamberi vasıtasıyla bildirdiklerine iman eden, kalpden inanan müslüman bu andan itibaren Allah'ın ve Peygamberi (s.a.v.)'nin "yap" dediklerini yapmak, "yapma" dediklerini de yapmamak zorundadır.
    Namaz, oruç, zekât, hac, her türlü iyilik, güzel sözler, düşünceler, muâmeleler fiilî ve ruh dünyasında yaşadığı her şeyde Allah'ın emirlerine itaat şarttır. Kişinin, ailenin ve cemiyetin maddî-manevî varlığına zarar verici olan haram kılınmış, yasaklanmış her şeyden de sakınması mecburdur.
    Artık, Allah'ın bildirdiklerine iman eden kişi "emir ve yasakların şu kadarını kabul eder uygularım, şunları kabul edemem uygulayamam" gibi bir tavır içine giremez. O, kendisini Yaradan'ın kendisinden istediklerini yapmakla mükellefdir. Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefet edildiğinde o diyardaki aile ve toplum hayatında çaresiz ızdırablar, iflah olmaz dertler, huzursuzluklar, güvensizlikler ortaya çıkar.
    Toplumun fertleri biribirine güvenmediği gibi her insan diğeri hakkında kötü düşünür ve kendi hakkında da öyle düşündüğünü zanneder. Zincirleme gelişen olumsuzluklar bir toplumun çökmesine, dağılmasına sebep olur.
    Allah'a karşı savaş açanlar, kendi içinde maddî ve manevî savaşa başlarlar. Gün geçtikçe sıkıntıları, çaresizlikleri artar.
    Birçok insan, yaptığı ve söyledikleri ile Allah'a karşı savaş açtığının farkında olmazken; bir çokları da bilmeden töresi, örfü olarak İslâm'ı şöyle veya böyle yaşamaktadırlar.
    Her millet, inandığı ve yaşadığı dinini zaman içerisinde örfü, töresi haline getirerek, o dinini tabii bir şekilde yaşar hâle gelmişlerdir.
    Türk milleti de, İslâm'ın emir ve yasaklarını "iyi-kötü terbiyelilik-terbiyesizlik... vs." gibi hayatının her safhasında yaşayan bir millet vaziyetindedir. Aile ilişkileri, insanlar arası münasebetler, iş ve ticarî faaliyetler, ahlâkî hayatı ve ruh dünyası ile İslâm, Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
    Ne var ki; bilgi yetersizliği sebebiyle Allah'a, Kur'ân'a ve Peygamberi'ne muhalefet edip, O'nun düşmanları ile beraber olduğunun farkında olmayanlar vardır. Bu durum hem o kişileri, hem o cemiyeti içinden çıkılmaz büyük sıkıntılara gark etmektedir.
    İnsanımızın fert olarak, oluşturduğu aile veya cemiyet olarak, anarşiden, kavgalardan, huzursuzluklardan, geçimsizliklerden uzak olması ve dünyanın hayal ettiği huzur, mutluluk ve güven dünyasının kurulabilmesi için Allah'ın dinini şuurlu bir şekilde bilmesi ve yaşaması gerekmektedir.
    Dünyanın gıpta ettiği öyle olabilmek için can attığı saadet diyarı olabilmek için, var olan her şeyi yaradan Allah'ın, yarattığı varlıklar için bildirdiği en mükemmel hayat tarzına sahip olmak inananın vazifesidir.
    Huzur, mutluluk ve bütün güzelliklerin bulunabileceği yer, yalnızca o ideallerin kaynağıdır. O kaynak ise, ancak bütün güzelliklerin sahibindedir ve O'ndandır.