Ricat Babı 2
İlâ Babı 4
(Karısına Yaklaşmamak Yemini) 4
Hul' Babı 6
Zlhâr BABI. 9
Liân
Babı 12
(Karı
- Koca Lânetleşmesî) 12
Cimâa Kadir Olmayan (Innîn)
Ve Benzeri Kimseler Babı 14
İddet
Babı 16
İddetin Hükümlerinden Bazıları Şunlardır: 16
Yas Tutma
(İhdâd) Hakkında Bir Fasıl 18
Nesebin Sübûtu
Bâbı 19
Hıdâne Babı 22
(Çocuk Bakımı) 22
Nafaka Babı 24
Âzâd Bölümü. 30
(Kölelikten Kurtulma) 30
Kölenin Bir Kısmının Âzâdı Babı 34
Ric'at, mevcûd akdin
iddet içinde devamını istemektir Yâni
kadın iddette bulunduğu müddetçe nikâhın olduğu vech üzere bırakılmasıdır. Zira
nikâh iddette kâimdir Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):
«Onları (kendilerine
ric'at ile) iyilikle tutun»
buyurmuştur.
Çünkü imsak (tutmak),
kâim olan nikâhın dâim olmasını istemekten ibarettir. Sona erenin iadesinden
ibaret değildir. îmdi ric'atin şer'iy-yeti ve iddetin kalışının şartiyyeti üzere
delâlet eder. Zira devam ettirmek istemek ancak iddet kalıcı olduğu müddetçe
gerçekleşir. Çünkü mülk iddette bakîdir, iddetin bitmesinden sonra yok olur.
Daha önce geçtiği
üzere: «Ben sana müracaat ettim» demekle, veya kadın ile cima etmek ve daha
başka müsâheret hürmeti icâb eden bir şey
ile; yârii inzâlsiz şehvetle dokunmakla ve bunun benzeri, meselâ Öpmek ve i
ercinin dâhiline bakmak gibi şeyler ile ric'at edilmiş olur. Bunu İmâm Şafiî
(Rh.A.) benimsemiştir. Çünkü Şafiî' (Rh.A.) ye göre, ric'at ancak söz ile olur.
Ona göre, söz ile ric'atten önce cima caiz olmaz. Ricat, üçten azında bir
talâkda ve İki talâkda sahih olur. Bu hür kadındadır. Cariyede iki, hür kadında
üç gibidir. Bu konu daha önce defalarca geçmişti.
Her ne kadar kadın
ric'atten yüz çevirse de ric'at sahih olur. Çünkü kadını tutmak ile emir
mutlaktır. Bütün takdirleri kapsar. Yâni itaati ve itaatsizliği içine alır.
Kocanın kadına ric'ati
bildirmesi mendûbdur. Çünkü koca ric'ati kadına bildirmezse, çok defa kadın
günâha girebilir. Zira kadın kocası kendisine müracaat etmedi zannı ile evlenmiş
olur. İddeti de bitmiştir. İkinci koca onunla cima etmiş ve kadın âsî olmuştur.
Kadına ric'ati bildirmeyi terketmekle onu günâha sokan kocası da günahkâr olur.
Lâkin bununla beraber ric'ati bildirmese de ric'at sahih olur. Çünkü ric'at
kâimi dâim kılmak istemektir. İnşâ değildir. Koca ric'atiyle kendi hâ-' üs
hakkında tasarruf etmiş olur. İnsanın kendi hakkındaki tasarrufu başkasının
bilmesine bağlı değildir.
Eğer, «Kadın ric'ati
bilmeyince nasıl âsî olur?» diye sorulacak olursa, cevaben denir ki: Şayet
kadın sormaksızın evlense, tedbirli davranmayı terk etmiş olur. Şu halde suç
işlemiş olur. Çünkü kusur kadın tarafından gelmiştir.
Ric'ata şâlıîd
göstermek de, ric'ati kadına bildirmek gibi mendûb-dur. Şâhid göstermekle erkek
suçianmakdan kurtulur. Çünkü insanlar o kadını mutlak olarak boşanmış bilirler.
Erkeğin kadın ile beraber bir arada oturması ile itham olunur* Eğer şâhid
gösterilmese de ric'at sa-hîhdir.
Eğer ric'ati kasd
etmezse, kadından izinsiz, onun yanına girmemesi de mendûbdür. Yâni kadının yanma girmesini, kadın hazırlansın diye
seslenmekle, öksürmekle veya pabuç sesi ile bildirir. Tâ ki bakması helâl
olmayan yere gözü ilişmiş olmasın. Çünkü kadın bir nevi boşanmış* tır.
Koca iddetten sonra,
iddet içinde ric'at iddia etse, eğer kadın kocayı tasdik ederse ric'at sahih
olur. Çünkü nikâh karı - kocanın birbir* terini tasdikleri ile sabit olur. Şu
halde ric'atla haydi haydi sabit olur.
Eğer kocanın ric'at
iddiasını kadın yalanlarsa ric'at olmaz. Çünkü koca da'vftcıdır. Onun beyyinesi
de yoktur. Ö anda nikâh yapmaya da mâlik
değildir. Zira kadın inkarcıdır. İmdi söz inkarcının sözüdür. Kadının yemîn
etmesi de gerekmez. Nitekim Kitâbu'd-Da'vâ'da gelecektir ki, rk'at yemin
istenmeyen şeylerdendir. Nitekim «Ben sana müracaat ettim» sözünde ric'at
olmadığı gibi. Yâni «Ben sana müracaat ettim» deyip bununla inşâ murâd ederse,
kadın kocasına cevâp vererek «Benim iddetim geçti» derse, ric'at sahîh olmaz.
Çünkü bu ric'at iddetin bitmesi hâline tesadüf etmiştir.
Şu vâkidir ki, kadın
ihbarda güvenilir kişidir. Sözünün kabul edilmesi gerekir. Kadın haber verince,
bu haber iddetin geçtiğine delâlet eder, İddetin bitme ahvâlinin en yakım
kocanın «Ben sana müracaat ettim» sözünün hâlidir. İmdi söz iddetin bitmesine
yakın olup ric'at sahîh olmaz. Fakat kadın sussa, ondan sonra iddetin bittiğini
haber verse, bu birincinin aksinedir. Çünkü onda ahvâlin en yakını susma
hâlidir. Şu halde susmaya dönülür.
Bir cariyenin kocasında
olduğu gibi ki ö cariyenin kocası iddet bittikten sonra kadına ric'at ettiğini
bildirdikde cariyenin efendisi o kocayı tasdik edip câriye yalanlasa, şüphesiz
söz cariyenindir, çünkü ric'atin sıhhati akdin kıyamı üzere bina edilmiştir,
İddette ise söz beka ve bitme yönünden karınındır. îmdi üzerine bina edilen şey
de onun gibidir.
Veya câriye «Benim
iddetim geçti.» dedikde kocası ve cariyenin efendisi inkâr etseler, şüphesiz göz
cariyeye âiddir. Çünkü câriye kendi durumunu daha iyi bilir.
Şayet kadın iddette,
üçüncü hayızdan on günde tenüzlense, iddet bitmiş olur. Her ne kadar kadın gusl
etmese de, hattâ hayz kesildikden sonra, yıkanmak mümkün olup ve namaz için
tahrime edecek kadar vakit kalsa, o kadar zaman^geçince kadının temizliğine
hükmedilir. Çünkü hayz on günden fazla olmaz. Binâenaleyh sadece kan kesilmekle
kadının hayzdan çıktığına kesinlikle hükmederiz. İddet geçmiştir ve ric'at de
kesilmiştir.
On günden daha az
zamanda hayzdan temizlenme, iddet son bulmuş olmaz. Kadın gusl etmedikçe veya
bir namaz vakti geçmedikçe veya teyemmüm ile bir farz veya nafile namaz
kılmadıkça, iddet sona ermiş olmaz. Çünkü hayz on günden daha az zamanda
kesilecek olsa, kanın dönmesi muhtemel olur. Kadının hayzdan çıktığına kesin
bilgi hâsıl olmaz. Bu durumda o kadın hayızh sayılır. Çünkü on günden az olursa,
yıkanma müddeti hayzdandır. Yıkanma kanın kesilmesini te'kid eder. Namaz
vaktinin geçmesi de böyledir. Çünkü namazın vaktinin geçmesi ile namaz zimmetinde borç olur. Bu ise teiniz
kadınların hükümlerin-dendir. Zira namaz ancak hayzdan temizlenen kadına burç
olur. Şayet temiz oldukdan sonra suya kadir olmasa ve günleri de on günden az
olsa, bu sebeble teyemmüm edip namaz kılsa, bu durumda ric'at sona ermiş. olur.
Çünkü namazım teyemmüm ile caiz görmekle biz onun temizliğine hükmetmiş oluruz.
Kadın, el ve ayak gibi
tam bir uzvunu yıkamayı unulsa, koca müracaatçı olur. Meselâ parmak gibi bir
tam uzuvdan azını unutsa, koca müracaat edemez. Bu istihsâlidir. Tam uzuvda
kıyâs ric'atin kalmamasıdır. Çünkü kadın bedeninin çoğunu yıkamıştır. Bir tam
uzuvdan azında kıyâs, ric'at hakkı baki kalmakdır. Çünkü cünüblük ve hayzın hük
mü bölünme kabul etmeyen şeylerdendir. İstihsâlim vcchi şudur, fark da odur: Bir
tam uzuvdan aşağısı az olduğu için su ona ulaştıkdan sonra çabucak kurur. Bu
nedenle suyun ona ulaşmadığı kesinlikle bilinmez. Bundan dolayı ric'at sona
erer. Ric'at ve evlenmede ihtiyatı, ele almak bakımından tezevvüc helâl olmaz,
dedik. Tam uzuv böyle değildir. Çünkü tam bir uzuv çabucak kuruyamaz ve âdeten
ondan gafil olunmaz. Böylelikle bu ikisi birbirinden ayrılırlar.
Bir kimsenin hâmile
karısı olup onu cinıâ ettiğini inkâr ederek bo-ş^sa, ardından o kadına müracaat
etse, kadın hamilelik müddetinin en azında veya çoğunda bir çocuk doğ ursa,
ric'at sahih olur. Yâni bir erkek hâmile karısını boşayıp ve kadın ile cimâyı
inkâr etse, ondan sonra o kadına müracaat etse, sonra nikâh vaktinden- itibaren
hamilelik müddetinden daha azında o kadın çocuk doğursa, adamın ric'ati sahih
olur. Onun cimâyı inkârına itibâr edilmez. Çünkü şeriat çocuğu nikâhtan kabul
etmekle, adamı yalanlamıştır. Bu ibare Vîkâye ve Kenz'in ibaresinden daha
güzeldir. Çünkü müsamahadan hâlidir. Bunu Sad-ru'ş-Şcrîa (Rh.A.) zikretmiştir*
Bir adamın karısı hami
müddetinden daha az veya çok zamanda çocuk doğurup ve talâkdan önce, kadınla
cimâmı inkâr ederek boşasa, o adamın ric'ata hakkı vardır. Yâni hami müddetinin
azında doğuran karısını cima ettiğini inkârda bulunarak boşasa, müracaat etmesi
caiz olur. İnkârına itibar yoktur. Çünkü, yukarıda geçtiği veehle şeriat onu
yalanlamıştır. *
Eğer o adam o kadınla
sahih halvet ile başbaşa kalıp ciıuâı inkâr ederse, o kadına ric'atı sahîh
olmaz. Çünkü, o cima ettiğini inkâr etmiş, fakat şeriat onu yalanlanmamıştır. Bu
durumda o inkârı kencli üzerine hüccet olur.
Eğer koca kadınla
beraber sahih halvet yapıp, ommlıı cima ettiğini îhjtâr ettîkden sonra boşarsa; bakılır, şayet boşar da müracaat eder ve
kadın iki yıldan daha az zamanda çocuk doğursa, ric'at sahili olur. Çünkü kadın
talâk vaktinden itibaren iki yıldan daha az zamanda çocuk doğurursa, o çocuğun
nesebi sabit olur. Çünkü kadın iddetin bittiğini ikrar etmemiştir. Çocuk kadının
karnında bu müddet zarfında kalabilir. Şu halde, kocayı talâkdan Önce cima
etmiş saymak gerekir. Yoksa talâkdan sonra değil. Çünkü kocası eğer talâkdan
önce cima etmiş olmasa, talâkın kendisi ile mülk zail olup talâkdan sonra cima
haram olur. İmdi Müslümanın fiilini haramdan korumak gerekir. Şayet talâkdan
Önce cima etmiş sayılırsa, ric'at sahih olur.
Bir kimse karısına
«Çocuk doğurduğun zaman boşsun» dese, o da bir çocuk doğurup sonra başka
batından bir çocuk doğursa bu ric'attir. İki batın ile murâd: İki doğumun
arasında altı ay veya daha çok zaman olmasıdır. Eğer altı aydan daha az olursa
bir batından olur.
Ric'atin sübûtuna
sebeb; çünkü kadın birinci doğum ile boşan-mışdır. Bundan sonra ikinci doğum
kocanın ric'atİne delâlet eder. Tâ ki cima helâl olsun. Ama iki doğum bîr
batından olursa, ric'at sabit olmaz. Çünkü ikinci çocuğun ulûku (ana rahminde
kalması) birinci doğumdan öncedir.
Koca karısına «Sen her
doğurdukça boşsun» dese de, kadın da üç batında üç çocuk doğursa, üç talâk vâki
olur. İkinci ve üçüncü çocuk ric'attir. Çünkü kadın birinci çocuk ile boşanmış
ve iddet sahibi olmuştur. İkinci çocuk ile koca birinci talâk için müracaatçı
olur. Çünkü Müslümanın işini iyiye ve doğruluğa hami etmek için iddette vuku
bulan bir cimâdan ulûk hâsıl olduğu kabul edilir.
Kadın ikinci çocuk ile
ikinci ^ez boşanmış olur. Çünkü yemin, «her - dıkça» sözcüğü ile' akd edilmiş ve
üçüncü çocuk ile koca ikinci talâkda müracaatçı olmuştur. Nitekim sebebi daha
önce geçti. Kadın üçüncü çocuk ile üç talâkla boşanmış olur. Kadın iddetini
hayzlarla bekler. Çünkü kadın hayz görenlerden olmakla talâk vaktinden itibaren
hâmile değildir.
Boşama çeşitlerinden
biri olan ric'î talâk, nikâhın aslı kaldığı için chnâi haram kılmaz. Nitekim
daha önce geçti. Hattâ koca kadı» ile cima etse, ukr (yâni mehr) a borçlu olmaz.
Ukr,, şüphe ile olan cimâın ücretidir. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Kadının cimâı
haramdır, ukru öder» demiştir.
Rjc'î talâk ile
boşanmış olan kadın, koca ona ric'ate istektensin diye süslenir. Koca kadına
ric'at ettiğine dâir şâhid göstermedikçe kadın ile beraber yolculuk yapamaz.
Çünkü Allah Teâlâ (C.C);
«Onları evlerinden
çıkarmayın» buyurmuştur. Bu âyct-i
kerime, Allah Teâlâ' (C.C.) nm:
«Kadınları boyadığınız
zaman...»
k^vl-i şerifinin gelini (şiyâkı) ndeıı dolayı, ric'i talâkdan iddet dolduran
kadınlar hakkında nazil olmuştur.
Talâkın s^rîh (açık)
olanı bi'1-icmâ' ric'îdir. Koca üç talâksız bâî-nen boşadığı karısını iddette ve
iddetten sonca nikâh eder. Çünkü ma-halliyetin helâlliği bakîdir. Zira
helâlliğin ortadan kalkması üç talâka bağlıdır. Helâlliğin zevali üç talâkdan
önce yok olur. İddette başkasının menedilmesi, nesebe şüphe karışacağmdandır.
Halbuki kocanın hakkında neseb şüphesi yoktur.
Koca, eğer kadın hür
ise, üç talâk ile boşanmış olanı iddette nikâh edemez. Eğer kadın câriye ise iki
talâk ile boşanmış oldukda iddet içinde nikâh edemez. Hattâ hür olsun, câriye
olsun kocadan başkası onu nikâh edip cima etmedikçe evlenemez. Çünkü Allah Teâlâ
(C.C.}:
«Eğer erkek, karısını
(üçüncü defa) boşarsa ondan sonra kadın başka bir ere nikahlanıp varıncaya
kadar ona (birinci kocasına) helâl ol-nıaz.»
buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmedeki talâkdan murâd, üç kez boşamaktır.
Cariyede iki talâk, hür
kadında üç gibidir. Çünkü kölelik, mahaüi-yetin helâlliğini yarıya bölücüdür.
Ayette olan nikâh, akde hamledilmistir. Cimâ'ın lüzumu meşhur hadîs ile
sabittir. Kilâb üzere ziyâde bu hadîs ile caiz olur. O da useyle (balcjk)
hadîsidir. Bu konu usûl kitablarında
tahkik olunmuştur. Allah Teâlâ' (C.C.) nın yardımı ve O'nun başarılı kilmasiyle
Mirkât Şerhinde ve Telvîh haşiyelerinde biz bunu fazlasiyle açıkladık.
Velev.ki o cima eden
başka erkek, mürâhik (bulûğa yaklaşan oğlan) olsun, yâni baliğ olmasın. Çünkü
mürâhik tahlilde (helâl yapmakta) bâiiğ gibidir. Zira şart olan erkeklik
organının ferce girmesidir, inzal değildir. Girdirmek ise mürâhikda vardır.
Sahih nikâhla cima etmedikçe ve ikinci kocanın iddeti geçmedikçe, birinciye
dönemez. Efendisinin cariyesini cimâı muhallil (helâl yapıcı) değildir. Yâni
efendisi cariyesini cima ederse hülle
yapmış olmaz Çünkü, nikâh
mülkü nassan ta'yin edilmiştir. Hülle yapmak şartiyle ikinci
kocaya nikahlamak mekrûhdur. Velev ki kadın, ilk kocaya bununla helâl olsun.
İkinci koca kadına «Ben
senin ile hülle etmek için evlendim.», veya kadın veya kadının vekîÜ «Ben sana
hülle olmak için vardım.» demekle nikahlanmak mekrûhdur. Fakat eğer ikinci koca
ve kadın kalblerhıde hülleyi gizleseler, Amme-i Meşâyihe göre mekruh olmaz.
İkinci koca üç talâkın
aşağısını ibtâl eder. Nitekim bir talâk ve iki talâk, üçün hükmünü ibtâl ettiği
gibi. Yâni hür bir kadın bir boşama ile veya iki boşama İle boşanmış olsa ve
iddeti de geçmiş olsa ve başka koca ile evlenip ondan sonra birinci kocasına
gelse üç boşama ile geri döner. îkinci koca hürmet-i hafîfeden üçden aşağısının
hükmünü ibtâl eder. Nitekim hürmet-i galîzadan üçün hükmünü ibtâl ettiği gibi.
Bu İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. İmânı Mu ha mm cd
(Rh.A.), İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şâür (Rh.A.) ye göre, ikinci koca üçten
aşağısını ibtâl etmez. Bu konu dahî adı geçen iki kitâbda yeteri kadar
anlatılmıştır.
Üç talâk ile boşanmış olan
kadın birinci kocadan ve ikinci kocadan iki iddetin geçtiğini haber verse;
müddet de iki iddetin geçmesine yetecek kadar olsa; ^-yakında iddetin
geçmesinin açıklaması iddet babının sonunda gelecektir ki, iddetin geçmesi
hayzla olursa ve tasdik edilenin en azı İmâm A'zam* (Rh.A.) a göre iki ay ve
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre otuz dokuz gün olacaktır— birinci koca eğer
kadının doğru söylediğini zannederse, onu tasdik etmesi caiz olur. Çünkü, bu ya
muamelâttandır zira cima sırasında bud' kıymeti hâizdir. Veya helâllik teallûk
ettiği için diyânattandır. Bunların ikisinde de (gerek muamelâtta ge-t rekse
diyânatta) bir kişinin sözü makbuldür.
İlâ lügat yönünden
mutlak yemin anlamındadır. Şer'an; îlâ müddetinde kadın ile cinsî münâsebette
bulunmamaya yemindir. Bu
ilânın hükmü —eğer koca yeminini yerine getirirse— bir bâîn talâktır ve eğer
yeminini bozarsa keffâret ve cezadır.
İlânın en az müddeti
hür kadın için dört aydır. Câriye için iki aydır. En çok müddetinde sınır
yoktur. Koca iki ay müddetin daha azma yemin etse, îlâ yoktur, yâni koca
karısına «Vallahi ben bana iki ay veya üç ay yaklaşmam» demekle îlâ olmaz.
Kğer koca, «Vallahi ben
sana yaklaşmam» veya «Ben sana dürt ay yaklaşmam» dese, birinci yemin sürekli ve
ikinci muvakkat yâni süreksizdir. Veya koca «Eğer ben sana yakınlık edersem
bana haccetmek borç olsun.» veya buna benzer bir şey söylese:. Meselâ: «Oruç
tutmak veya sadaka vermek bana borç olsun.» veya «Eğer ben sana yaklaşırsam sen
boşsun»' veya «Eğer ben sana yakın olursam kölem hür olsunu dese, eğer îiâ
müddetinde kadına yaklaşırsa, yâni kadınla cinsî münâsebette bulunuşa yeminini
bozmuş olur. Şayet Allah' (C.C.) in adı ile yaptığı yeminde, yeminini bozarsa
keffâret yâcib olur. Allah' (C.C.) dan başkasında yaptığı yeminde ceza vâcib
olur ve îlâ da düşer. Eğer kadına yaklaşmazsa bir talâk ile bâîn olur. Ve
muvakkat yemîn düşer. Çünkü yemîn dört ay süreli olursa ve kadına da
yaklaşmazsa bir talâk ile bâîn olur; yemîn de düşer. Hattâ koca onu nikâh eylese
de bundan sonra dört ay yaklaşmasa kadın bâîn olmaz.
Müebbed olan yemîn
düşmez. Musannif bunu açıklayıp; «Eğer koca müebbed yeminde kadım ikinci ve
üçüncü kez .nikâh etse ve müddetleri de cünasız geçirse, son ikisi ile kadın
bâîn olur.» demiştir. Yâni müebbed yemîn düşmez.
Şayet koça kadım ikinci
kez nikâh etse ve dört ay kadına yaklaşmasa (yâni cinsî münâsebette bulunmasa)
kadın ikinci kez bâîn olur. Ondan sonra yine nikâh edip dört ay yaklaşmasa
üçüncü kez bâîn olur.
Eğer koca o kadını
diğer kocadan sonra _y ine nikâh etse, kadın boş olmaz. Çünkü ilâ kalmamıştır.
Şayet koca o kadın ile cima etse, eğer yemîn kadının talâkından başka şey ile
yapılmışsa, yemîn bakî olmakla keffârei verir. Eğer talâkı ile yapılmış ise
yemîn bakî kalmaz. Nitekim bilirsin ki, üçün tencîzi ta'lîkı ibtâl eder.
Kocanın kadına
«Vallahi, ben sana iki ay yaklaşmam ve bu iki aydan sonra iki a" daha
yaklaşmam.» demesi ilâdır. Çünkü koca iki sözün arasını toplamayı bildiren
harfle ceın' etmiştir ve sözünü çoğul lâfzı ile cem' etmiş gibi olmuştur, tmdi
müddet gerçekleşmiştir.
Kocanın karısına bir
gün sonra; «Vallahi, ben sana iki ay yaklaşmam ve bu iki aydan sonra iki ay
daha yaklaşmam.» demesi ile îlâ olmaz. Çünkü koca ilk iki ay ile son iki ayın
arasını böyle ayırınca ilâ müddeti tamâm olmuş olmaz. O da dört aydır. Keza
kocanın karısına;
Vallahi ben sana bir
yılda ancak bir gün yaklaşırım.» demesi ile Uâ olmaz. Çünkü müstesna belirsjz
bir gündür. Yemîn eden kocanın hangi gün dilerse o günü müstesna kılmak hakkı
vardır. Kocanın yılın günlerinden geçen her günü müstesna kılmağa hakkı vardır.
Keza; «Vallâh ben sana bu yılda yaklaşmam, ancak bir gün sana yaklaşırım.»
demesi ile îlâ etmiş olmaz. Çünkü kadına yaklaşacağı günlerin hepsini istisna
etmiştir. Binâenaleyh ilelebed kadının yasaklanmış olması tasavvur edilmez.
Eğer koca kadına bir gün yaklaştıkda yıldan dört ay veya daha fazla geri kalsa,
istisna düşüp müddet bakî kaldığı için îîâ etmiş olur. Çünkü istisna edilen %gün
geçince yemîn edene kadın ile cima etmek ancak keffâret ile mümkün oiur.
Keza, yemîn eden kimse
Basra'da iken karısı Kûfe'de olduğu halde,
.Vallahi ben Kûîe'ye girmem.» demesi îlâ olmaz. Çünkü, bir şey lâzım gelmeksizin
kadını Kûfe'den çıkarıp cima etmesi mümkündür.
Kic'î talâk ile
boşanmış olan kadın îlâ hakkında, ikisi arasında karı - kocalık bulunduğu için
zevce gibidir. Nitekim daha Önce geçti.
Bâîn talâk ile boşanmış
olan kadın îlâ hakkında zevce gibi değildir. İlâdan sonra nikâh ettiği yabancı
kadın da Uâ hakkında zevce gibi değildir. Çünkü îlâ bu ikisi hakkında tasavvur
olunmaz. Zira ilânın mahalli nass-ı kerîm ile o kocanın kadınlarıdır. Mubâne
veya yabancı olan kadın ise onlardan değildir. Binâenaleyh, talâk icâb eden îlâ
mün'akid, olmaz. Hattâ koca ilâdan sonra mübâne veya yabancı ile ev-lense îlâ
etmiş olmaz. Bunun tahkiki şudur: İlâ, talâk zamanın geçmesine ta'lîk
menzîlesindedir. Şu halde ancak mülkde veya mülke mu-zâf olarak sahîh olur.
Nitekim daha önce geçmişti ki; «Eğer ben senin ife evlenirsem, vallahi sana
yaklaşmam.» sözünde olduğu gibi. Halbuki mülk bulunmamıştır. Eğer yemîn eden
kimse o kadın ile nikâhdan sonra cima etse, yemininden dolayı keffâret verir.
Çünkü yemîn, onu bozdukda keffâretin vücûbu hakkında mün'akiddir.
îlâ yapan kimse
kendisinin veya kadının hastalığından dolayı veya kadının küçük, olmasından
yâhûd fercinin bitişik olmasından veya ikisi arasında dört aylık mesafe
olmasından dolayı cimâdan âciz olsa, kocanın ilâdan dönmesi, «Ben îlâdarl kadına
döndüm» demesi ile olur. Koca âciz iken, eğer ilânın müddeti geçse, bu sözden
sonra kadın boşanmış olmaz.
Eğer koca îlâ
müddetinde cimâa kadir olursa onun ilâdan dönmesi cima etmektir. Çünkü dil ile
ilâdan dönmek cima ile dönmenin halefidir. Şayet bedel ile amaç hâsıl olmazdan
önce asi üzere kadir olsa, bedel bâtıl
olur. Meselâ; teyemmümlü olan kimsenin suyu gördükde teyemmümü bâtıl olduğu
gibi.
Kocanın karısına «Sen
bana'haramsın» demesi, eğer tahrîmi niyet ederse veya bir şeye niyet etmezse
ilâdır. Çünkü bu söz mücmel (kısa) dir. Mücmeli açıklamak mücmel söyleyene
düşer. Eğer koca «Ben bu söz ile kadım haram kılmayı niyet ettim.» veya «Bunun
ile ben bir şey murâd eylemedim.» derse, yemîn olur ve bu söz Üe îlâ etmiş olur.
Çünkü helâlin haranı kılınması yemindir. Eğer zıhâra niyet ederse zıhâr olur.
Çünkü zıhârda hürmet vardır. Eğer zıhâra niyet etti ise zıhâr sahih olur. Çünkü
kocanın sözü ona da muhtemeldir. İmâm Afuham-med' (Rh.A.) e göre, zıhârın rüknü
bulunmadığı için zıhâr olmaz. O rükn helâl kılınmış olanı haram kılınmış olana
benzetmektir. Eğer yalana yemîn etti ise geçersiz olur. Çünkü koca helâl
kılınmış olanı haram kılınan ile nitelemiştir. İmdi gerçekten yalan olur. Şayet
koca yalana niyet etse, tasdik edilir. Koca talâka niyet etse, boşama bâîndir.
Üç talâka niyet etti ise talâk üçtür. Bu mes'ele kinayeler konusunda geçmişti.
Fetva; her ne kadar niyet etmedi ise de, talâk olmasıdır. O adam örf en niyet
etmiş sayılır. Bundan dolayı bu söz ile, yâni, «Sen bana haramsın!» sözü İle
ancak erkeklere yemîn ettirilir. Fukahâ bunun için demişlerdir ki; eğer
talâkdan başkasına niyet etse kazaen tas-dîk edilmez. Şayet bir adamın dört
karısı olsa, mesele yine bunun gibi olsa, dörtten her birinin üzerine bir bâîn
talâk vâki<olur.
Bazıları demiştir ki:
Dört kadından biri boşanmış olur. Kocanın, hangisini kasdettiğini açıklaması
gerekir. Bu söz daha açık ve Fıkha daha lâyıktır. Bunu Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir.
Yine, bir kimsenin «Her helâl
olan bana haramdır!» . veya «Sağ elimde her ne varsa bana haramdır!» demesi de
böyledir. Yâni her ne kadar o kimse talâka niyet etmedi ise de, fetvaya göre bu
talâktır. E-ğer, «Benim sol elimde her ne varsa!» dese, talâk vâki olmaz. Çünkü
bu söz insanların âdeti değildir. Eğer «Her ne ki elimde tutarım, haramdır!»
dese, talâk olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Hul' (hı) mn ötüresiyle
ve üstünüyle lügat yönünden mutlak surette izâle (gidermek) anlamınadır. (Hı)
nm Ötüresiyle şer'an, izâle-i mahsûsa (yâni bir çeşit giderme) demektir.
Hul', ekseriyetle
(hul') sözcüğü ile mal vererek uikalıdan ayrılmaktır. «Ekseriyetle hul' sözcüğü
ile» denmesinin sebebi; çünkü hul' ba'zan alış - veriş ve emsali ile de yapılır.
Nitekim yakında açıklaması gelecektir.
İhtiyâç duyulduğunda,
ınehı- için elverişli olan şeyle bu hul'u yap-makda mahzur yoktur. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.): «Kadının (serbest boşanması
için) fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur.»
buyurmuştur. Bir de; kıymeti olan bir mala karşılık teşkil eden şeyin kıymetsiz bir şeye bedel olması
evleviyyette kalır. Lâkin hur bedeli için elverişli olan şeyin, nikalıda mehr
olması vâcib değildir. On dirhemden aşağısı gibi. (Çünkü on dirhemden aşağısı
huT bedeline elverişli olur, mehre elverişli olmaz.)
Bu hul' diğer akdler
gibi icâb ve kabule muhtâc olur. Hul1 koca tarafından yemindir. Çünkü hul'
kadının malı kabulü şartı ile talâkın talikidir. Hattâ kocanın dönmesi karının
kabulünden önce sahih Olmaz. Nitekim yeminden dönmesi sahîh olmadığı gibi.
Karının kabulünden önce
kocanın meclisden kalknıasiylc hul' bâtıl olmaz. Nitekim yeminde kocanın
kalkmasiyle bâtıl olmadığı gibi. Belki kadın meclisden sonra kabul etse de hul'
sahîh olur. .
Hul' kadının o
meclisinde hâzır olmasına bağlı değildir.. Nitekim yemin kadının meclisde hâzır
olmasına bağlı olmadığı gibi. Belki hul' kadının bilmesine bağlı olur. Şayet
kadına hul' haberi yetişse, kendi meclisinde onun için kabul hakkı vardır.
Hul'un bir şarta veya
bir vaktç bağlanması caizdir. Nitekim yeminde caiz olduğu gibi.
Koca için muhayyerlik
şartı câî? değildir. Nitekim yeminde caiz olmadığı gibi. Hul' kadın tarafında
satış gibidir. Çünkü hul' değiş-tokug (muâvaza) tur. Çünkü kan nefsini teslim
almak için mal verir. Hattâ ahkâm tersine dönmüştür. Yâni kocanın hul'u
kabulünden önce kadının geri dönmesi caizdir ve kadının öğrendiği meclisden
kalkması Ue hul' bâtıl olur ve kocanın hul'u şarta ve vakte bağlaması caiz
değildir. Kadın için muhayyerlik şartı caizdir. Nitekim muâvaza ahkâmında
ol-auğu gibi.
Âzâd hususunda köle
tarafı, talâk hususunda kadının tarafı gibidir. Binâenaleyh, atak, köle
tarafından muâvaza ve efendi tarafından yemin olur. O âzâd olmayı kölenin kabulü
şartına ta'lîk (bağlamak) etmektir. Binâenaleyh muâvaza ahkâmı köle tarafında
müterettib olur, efendi tarafında olmaz.
Hul' bazan alış-veriş,
talâk ve mübâree sözleri ile olur. Mubâree, kendi hakkında bert olmak
anlamınadir. Yâni koca kadına, «Ben seni bin akçaya hul' ettim!a, «Seni biri
akçaya sattım!», «Talâkını bin akçaya sattım.» der, yâhûd kadın; «Ben kendimi
bin akçaya satın aldım!», yâhûd «Talâkımı senden bin akçaya satın aldım!»
demekle olur. Veya kocanın kadına, «Ben seni bin akçaya boşadım!» veya «Seni bin
akçaya mubâraat (senden ayrıldım) eyledim!» demesiyle, ka-dının da «Kabul
ettim!» sözüyle olur.
Bazaıı hul' Farsça söz
ile de olur. Nitekim erkek karısına; «Kendini benden satın aldın mı?» dedikde,
kadın da «Satın-aldım!» dese, koca da, «Sattım!» dese, kadın bâîn talâk ile boş
olur. Yâni kadına bir bâîn talâk vâki
olur. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Hul' ile ve mal
karşılığı talâk ile bâîn bir taîâjk meydana gelir. Mal karşılığı talâk «Ben seni şu kadar mala karşılık
boşadım!» veya «Şu kadar mal ile sen boşsun!» demesidir. Veya kadının kocasına;
«Beni şu kadar mala karşılık boşa!» dedikde, koca da «O kadar mala karşılık seni
boşadım!» demesidir. tkisi arasında fark şudur: Mala karşılık bo-şamak, ahkâmda
hul' menzil esindedir. Ancak şu kadar fark var ki: Hul' bedeli bâtıl olsa, talâk
bâîn olarak kalır. Talâkın bedeli bâtıl olsa, talâk ric'î kalır. Muhit'd e
böyle zikredilmiştir. Yakında metinde gelecektir.
Hul' ve mal karşılığı
talâk ile bir talâk-ı bâîn meydana gelir, demiştik. Çünkü kadın malı ancak
kendisini kurtarmak İçin teslim eder. Bu ise ayrılmak (beynûnet) ile olur.
Hul'un talâka ve
talâkdan başka şeye ihtimâli olduğu için, hul' kinaye sözlerdendir. Kinayelerde
mu'teber olan şeye hul'da da İtibâr edilir ve kinayelerde itibâr edilen
karineler talâk tarafım tercih eder. Şayet koca; «Ben bu söz- ile talâka niyet
etmedim.» deyip de bedel zikrederse, dört suretten hiç birinde talâkı inkârı
tasdik edilmez. Belki talâka yorumlanır. Bedel zikretmek niyete hacet bırakmaz.
Eğer bedel zikretmezse,
hul' ve mubâreede tasdik edilir, Yâni hul' mubâree yâhûd hul' sözleriyle
yapılırsa tasdik olunur. Çünkü bu iki sözcük kinayelerdendir. Şu halde*, niyet
veya niyet yerine geçen bir şey lâzımdır. O da bedel zikretmektir. Halbuki niyet
ve bedel zikri yoktur.
Satış ve talâk
sözcüğünde ikisi de sarili olduğu için koca tasdik edilmez. Kâfi'de de böyle
zikredilmiştir. «Satış sözcüğü talâkda sarih değildir» diye buna itiraz
edilmiştir. Bu itiraz zahirdir.
Ben derim ki: Satış
sözcüğünün zahir (yâni açık ve besbelli) olması ile murâd kesinlikle talâka
delâlet ettiği içindir. Öyle ki: Talâk asla ondan ayrılmaz. Bunun sebebi şudur:
Satış, yemin mülkünün zevalini icâb eder. Yemin mülkünün zevali de kesinlikle
mut'a mülkünün zevalini gerektirir. Bundan dolayı ıtk sözcüğü ile talâk vâki
olur. Talâk sözcüğü ile ıtk vâki olmaz. Nitekim daha önce geçti. İmdi sen bunu
düşün! Çünkü bu konu incedir ve kabule lâyıktır.
Kocanın kadından hurda
bedel alması, eğer geçimsizlik kocadan gelmişse mekruhdur. Çünkü Allah Teâlâ
(C.C.):
«Bir eşin (zevcenin)
yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız
bile ondan bir şey almayın.»
buyurmuştur.
Bir de; koca, karıyı
değiştirmekle onu yalnızlığa ve üzüntüye soktuğu için, malı almakla üzüntüsünü
art tır manialıdır. Eğer kadın geçimsizlik eder de ayrılmak isterse kadına
verdiği mehrden fazlasını almak mekruhdur. El-Câmiu's-Sagîr'in rivayetine göre,
mekruh olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) mutlak olarak:
uKadmm (serbest
boşanması için) fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur.»
buyurmuştur.
Koca karısını bul' için
zoıiasa, mal lâzım gelmeksizin kadın boşanmış olur. Çünkü zorlayanın talâkı
vâkidir.
Eğer kadının kocasında
alacak malı yoksa, mal lâzım gelmeksizin boş olur. Belki kurtulmak için kocasına
mal vermeyi iltizâm etmiştir.
Ya da kadının
kocasından mehr ve benzeri gibi alacağı mal varsa, kadın o mal düşmeksizin
boşanmış olur. Yakında açıklaması gelecektir ki, malın lâzım gelmesinde ve
düşmesinde rızâ şarttır, zorlamak İse rızâyı yok etmez.
Hul' bedeli kadının
elinde helak olsa, yâni kadın kocası ile mal üzerine muhâlaa edip, malı kocasına
vermezden önce mal lıelâk olsa yâhûd istihkak edilse; eğer kıymeti olan
şeylerden ise, kadının o malın kıymetini vermesi gerekir. Veya o mal
misliyyâttan ise mislini vermesi gerekir ve hul' bâtıl olmaz. Çünkü hur fesh
kabul etmez. Belki muâvazayı gerçekleştirmek için kadının ödemesi vâcib olur.
Koca karısını şarab,
domuz, meyte (İaşe) ile veya emsali mal olmayan şey ile İnil' etse veya boşasa,
hul'da bâîn bir talâk vâki olur. Başkasında meccânen, yâni bir şeysiz ric'î bir
talâk vâki olur. Çünkü vâki olma kabule bağlıdır. Bu da mevcuddur. Bu durumda
hurda bâîn bir talâk; talâkda ise ric'î feir talâk vâki olur. Nitekim lâfzın
gereği de budur. Biz bunu Muh't'den naklettik. Kadına bir şey vâcİb olmaz. Çünkü
kadın kıymeti hâiz bir mal söylemedi ki erkeği aldatmış olsun. Yine İslâm Dîni
mâni olduğu için, tesmiye olunan şeyin vâcib olmasına imkân yoktur. Tesmiye
olunandan başkasının vâcib olmasına da imkân yoktur. Çünkü iltizâm etmemiştir.
Bu durumda kadın aldatmış olmaz. Elinde bir şeyi olmadığı halde, «Beni şu
elimdekine hul' eyle!» demesi gibi. Yâni talâk b'ir şeysiz (meccânen) vâki olur.
Çünkü kadın mâl-ı mütekavvim tesmiye etmeyince, o adamı aldatmış olmamıştır.
Dönmek ise aldatma ile olur. Burada el (yed) den maksat; hissi eldir. Şayet
kadın elinde olana karşılık «Beni hul' eyle!» sözünün üzerine «Şu kadar mala
veya şu kadar dirheme» sözlerini ziyâde ederse, (yâni kadın elimde olan mal ile
veya elimde olan dirhemlerle hul' eyle deyip) halbuki elinde bir şey olmasa,
birincide kocasından aldığı mehri geri verir. Veya ikincide kocasına üç dirhem
verir ve eğer kadının elinde iki dirhem var ise üç dirhemi tamamlaması
emredilir. Eğer kadının elinde üç dirhemden fazla var ise bu paralar kocasının
olur. Nihayetle de böyle zikredilmiştir.
Birincide kadının
aldığı malı geri vermesinin sebebine gelince; çünkü kadın mal tesmiye ettiğinde
koca mülkünün zevaline razı olmamış, ancak bir bedel ile razı olmuştur.
Müsemmânın ve kıymetinin vâcib olmasına imkân yoktur. Çünkü meçhuldür. Budun
kıymetinin vâcib olmasına da İmkân yoktur. —O da mehr-i misidir,— Çünkü ınehr-i
misi çıkış hâlinde kıymeti hâiz değildir. Bu durumda kocaya bud'un kendisiyle
kâim olduğu şeyin vâcib olması, kocadan zararım def için muayyen olmuştur.
İkincide üç dirhemin geri verilmesine se-beb ise; kadının çoğul lâfzı ile
tesmiye etmesidir. Çoğulun (cem'in) en azı ise üçtür. Şu halde yakînen bilindiği
İçin kadına o üç dirhem vâcib olur. Nitekim dirhemler ile ikrar veya vasiyette
olduğu gibi.
Kadın bir kaçak
kölesinin borcundan kurtulmak üzere muhâlaa etse, yâni köle bulunmazsa kadına
bir şey lâzım gelmemek üzere hul'u kabul etse, kadın o borçdan kurtulmuş olmaz.
Belki, eğer teslim etnıe: ye kadir olursa, kadının kaçak kölesinin ayn'ını
teslim etmesi gerekir. Eğer köleyi bulmakdan âciz olursa kölenin kıymetini
ödemesi gerekir. Çünkü hul' değiş-tokuş (muâvaza) akdidir. Şu halde bedelin
selâmetini gerektirir. O kölenin borcundan kurtulmasının şart kılınması fâsid
şarttır. îmdl o şart bâtıl olur,.hul' bâtıl olmaz. Çünkü hul' fâsid şartlarla
bâtıl olmaz.
Kadın kocasına, «Beni
bin.akçayla üç talâk ile boşa!» diye istekde bulunsa, veya «Bin akça
karşılığında üç talâk boşa!» dese, koca da kadını bir talâk ile boşasa, birinci
surette bin akçanın tiçtebiri ile bâîn talâk vâki olur. İkinci surette bir
şeysiz ı-ic'î talâk vâki olur. Çünkü kadın «Beni bin akçayla boşa!» deyince, o
bin akça üç talâk için bedel kılınır. İmdi koca kadım bir talâk ile boşayınca
bin akçanın üçtebiri vâcib olur. Çünkü bedelin parçaları bedel kılınan şeyin
parçalarına ayrılır. Ama kadın, «Beni bin akçaya karşılık (veya akça ile) üç
talâk ile boşa!» dese, bu durumda (alâ) lâfzı İmâm A'zam* (Rh.A.) a görç, şart
için kılınır ve talâkın şarta ta'lîkı şahindir. Şartın cüzleri meşrutun
cüzlerine taksim edilmez. Bu durumda bir şeysiz ric'î bir talâk vâki olur.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, bin akçanın üçtebiri ile bâin bir talâk vâki
olur. Çünkü tmâjneyn (Rh. Aleyhimâ) (alâ) lâfzını (bâ) anlamına karşılık
alırlar. Nitekim kölenin satıcısı, «Ben köleyi bin akça ile sattım!» veya «Ben
köleyi bin akçaya karşılık sattım!» dedik-de (alâ)nm (bâ) anlamına geldiği gibi.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: Satiş'ın şarta bağlanması sahih olmaz. Binâenaleyh, bizzarûre
bedel üzere yorumlanır. Talâkda ise şarta ta'lÜtı sahih olduğu için zaruret
yoktur.
Koca karısına; «Kendini
bin akça ile veya bin akçaya karşılık üç. talâk boşa!» dedikde kadın kendisini
bir talâk ile boşasa, bir şey vâki olmaz. Çünkü koca kadından ayrılmaya ancak
bin akçanın tamâmı kendisine teslim edilmek şartıyla razı olmuştur. Fakat
kadının kocasına «Benî bin akça ile üç talâk boşa!» demesi bunun gibi değildir.
Çünkü kadın ayrılmak için bin akçayı vermeye razı olunca, bin akçanın bir
kısmını vermeye razı olması evleviyyette kalır.
Kocanın karısına «Sen
bin âkça ile boşsun!» veya «bin akçaya karşı boşsun!» demesiyle kadın da kabul
etse, kadın bâîn bir talâk He boş olur ve kadına bin akça lâzım gelir. Çünkü
mübadeledir veya ta'lîkdır.
İmdi iki bedelin
selâmetini veya şartın bulunmasını gerektirir.
Koca karısına «Sen
boşsun ve üzerinde bin akça vardır!» veya adam kölesine «Sen hürsün ve Ü2erinde
bin akça vardır!» dese, kadın boşanmış ve köle de hür olur. Meccânen yâni bir
şey vermeksizin vâki olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kadın ve köle gerek kabul
etsinler ve gerekse kabul etmesinler müsavidir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)
demişlerdir ki; kadınla kölenin her birine kabul ettikleri surette bin akçayı
vermek lâzım gelir. Boşama ve âzâd olma kabûlsüz vâki olmaz. Çünkü bii söz
değiş-tokuş (muâvaza) için kullanılır. «Sen bu metaı götür, senin için bende bin
dirhem vardır.» derler. Bu söz Arabın (dirhemle) sözü yerinedir. İmâm A'zam'
(Rh.A.) m delili şudur: «Sende (veya senin üzerinde) bin vardır.» sözü tam
cümledir ve kendinden öncesine bağlantısı yoktur. Ancak hâlin delâleti ile
bağlanır. Çünkü onda asi olan bağımsızlıktır. Burada delâlet de. yoktur. Çünkü
talâk ve- atak maldan ayrılırlar. Satış ve kira böyle değildir. Çünkü bunlar
malsız olmazlar.
Koca karısına; «Ben
seni dünkü gün. bin akça üzerine (bin akçaya, karşılık) boşadım, kabul
etmedin!» dedikde, kadın «Kabul ettim!» dese, süz kocanındır. Bir kimse bir
başka kimseye «Ben sana dünkü gün bu kqleyi bin akça ile sattım, kabul etmedin!»
dedikde alıcı da «Kabul ettira!» dese, söz alıcınındır. Bu iki suretin arasında
fark ŞU-dur: Şüphesiz mal ile boşama koca tarafından yemindir ve kabul, yemini
bozmanın şartıdır. İmdi yemuı, kadın kabul etmeksizin tamâm olur. Yemini ikrar
huni s olmak şartım ikrar değildir. Çünkü şartsız yemin şahindir. İmdi söz
kocanın sözü olmuştur. Çünkü, kan - koca şartın varlığında ihtilâf etseler, söz
kocanındır. Zira koca inkarcıdır. Satış ise icab ve" kabuldür. İkisinden biri
diğeri olmaksızın sahîh_ olamaz. Satışı ikrar satışı tamamlaman şeyi ikrar
sayılır. Onu inkâr edince ikrar ettiği şeyden dönmüş olur ve tasdik edilmez.
Hul' ve mübâree, — mübâree hemzenin fethiyle karı - kocadan her birinin,
diğerinin zimmetini, üzerine da'vâdan berî kılması anlammadır. — karı - kocadan
her birinin diğeri üzerinde nikâha müteallik olan her hakkını düşürür. Mehr
misâli gibi ki, gerek teslim alınmış; gerekse alınmamış olsun, gerek cimâ'dan
Önce, gerek sonra olsun müsavidir. Geçmiş nafaka da böyledir, tddet nafakası ise
ancak zikredilirse sakıt olur. Musannifin, «nikâh» ile kaydına sebeb; çünkü
nikâha müteallik olmayan hak hul' ve mübâree ile düşmez. Meselâ, karz ve
kocasından-satın aldığı şeyin bedeli ve bunların benzerleri gibi/
.
Baba, küçük kızını,
onun malı veya mehri ile hul' etse, o kız boşanmış olur. Ona mal lâzım gelmez
ve mehri de sakıt olmaz. Talâkın vukuu, esah olan kavle göre, babanın kabulüne
bağlandığı içindir. İmdi, diğer fiillerine bağlanması gibidir. Üzerine mal
vâcib olmaması ise hul' bedeli teberru' olup, sabinin malı teberru* kabul
etmediği içindir.
Küçük kızın babası hul'
bedelini garanti ederek hul' etse, sahih olur. Garanti kelimesi ile küçük kıza
kefîl olmak kasdedilmemiştir. Çünkü mal ödemek küçük kıza lâzım değildir. Belki'
garanti ile murâd malı ibtidâen iltizâm! etmektir, (yâni üzerine almaktır.)
Evet, hul' sahih olur ve malı da babasının vermesi gerekir. Çünkü hul'
bedelinin yabancıdan şart kılınması şahindir. Babaya şart koşulması eyleviyyetle
sahih olur. Mehr düşmez. Çünkü mehr babacın velayeti altına girmemiştir.
Şayet koca hur
bedelinin kefaletini küçük kız üzere şart kusa, eğer küçük kız o şartı kabul
eder ve kendisi de kabul ehlinden (aklı eriyorsa) olursa şart bulunduğu için
bir şeysiz boşanmış olur. Çünkü küçük
kız, üzerine borç
yüklenmeye ehil (ehl-i garâmet) değildir. (Ganimet ödenmesi vâcib olan şeye
derler.)
Koca karısına «Ben seni
hul' ettim!» deyip mal zikretmese, kadın da kabul etse, icâb ve kabul bulunduğu
için, boşanmış olur. Kocanın üzerinde mehr-i müeccel var ise ondan kurtulmuş
olur. Eğer kocanın üzerinde mehr-i müeccelden alacağı yok ise mehr-i muaccelden
o kadına gönderilen şeyi kadın kocaya geri verir. Çünkü, o hul'u kabul edince —
hul'un kadın hakkında muâvaza olduğu sabit olmuştur — bedelini üzerine almıştır.
Binâenaleyh, imkân ölçüsünde bedelin itibârı vâcibdir.
Hasta olan kadının hul'u malın
üçte birin d en itibâr olunur. Zira hul' teberrûdur. Çünkü cima hakkı kadının
elden çıkışı hâlinde kıy-metûhâiz bir şey değildir.
Zıhâr, lügat yönünden
sırt sırta vermek ma'nâsınadır. Çünkü
iki şahsnı arasında düşmanlık olsa, İkisinden her biri sırtını (zahnnı)
diğerinin sırtına çevirir.
Şer'an, nikâhlı
kanamdan talakın izafe edildiği bir yeri gerek ne-seb gerekse süt cihetinden
mahremi olan bir kadının bakılması haram olan yerine benzetraekdir. Talâkın
izafe edildiği yerden murâd; men-kûhanan bütünüdür veya kendisi ile bütün (kül)
ifâde edilen cüzdür. Ya da nikâhlı kadın (menkûha) dan yanm, üçtebir, veya
dörttebir gibi bir yaygın cüzdür.
Erkeğin, cariyesine
zıhârı sahih olmaz. Emrini almadan nikâh ettiği, sonra kendisine zıhâr yaptığı,
sonra İznini aldığı kadına zıhârı da sahih olmaz.
Zihânn hükmü, nikâhlı
karısının cimâ'ının, dokunmak ve öpüşmek gibi cima sebeblerinin zıhâr ve bir
de.cimâa azın diye tefsir edilen dönmek için, keffârel verinceye kadar haram
olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):
«Kadınlarından zıhâr
ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar (için), birbiriyle
temas etmezden önce, bir köle âzâd etmek gerekir.»
buyurmuştur.
Ket'fâretİn vâcib
olmasının sebebi zıhâr ve dönmek (avd) dir. Çünkü keffâret ukubet ile ibâdet
arasında döner ve keffâretin sebebi de haram ile mubah arasında döner. Hattâ
ukubet harama, ibâdet mubaha taallûk eder.
Keffâret in dönmek d en
Önce caiz olmasına sebeb şudur: Çünkü keffâret kadının zâtında sabit olan
hürmetin kaldırılması için vâcib-dir. Binâenaleyh bu hürmet sabit olduktan sonra
keffâretle kaldırmak için caiz olmuştur. Nitekim «Taharet Bölümü» nde
zikretmiştik ki, taharet, namazı murâd etmezden önce caiz olur. Halbuki taharet
namazın sebebidir. Çünkü taharet hadesin kaldırılması için meşru kılınmıştır.
Binâenaleyh hadesin varlığından sonra caiz olmuştur. Bundan dolayı koca, karıyı
bâîn bir talâkla boşadıkdan veya irtidâd ile veya ir-tidâddan başkası ile akd
bozuldukdan sonra keffâret caiz olur. Çünkü bu zıhâr hürmeti keffâretten, başka,
helâl olmak sebeblerinden, mülkü yemîn ve ikinci kocanın cimâı gâbi-şeyler ile
yok olmaz.
Kadının, kocasından
cima istemek hakkı vardır ve keffâret verinceye kadar kocayı kendisinden
faydalanmakdan, men etmesi gerekir. Kâdi'nin de, kadından zararı savmak için
kocayı keffârete zorlamak yetkisi vardır. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Şayet koca keffâret
vermezden önce zıhâr ettiği karısı ile cinsî münâsebette bulunsa, Allah* (C.C.)
a istiğfar eder ve zıhâr için yalnız keffâret verir. Yâni kocaya birinci
keffâretten başka keffâret vâcib olmaz. Saîd b. Cübeyr (R.A.), «Kocaya iki
keffâret lâzım gelir.» demiştir.
Zıhâr; «Sen bana
annemin sırtı gibisin!» veya «Senin başın benim annemin sırtı gibidir!»'
demekle, veya bunların benzeri, meselâ; «Senin boynun!», veya« Senin gırtlağın!» gibi bütün bedeni ifâdeye yarayan
sözlerle veya «Senin-yarın benim annemin sırtı gibidir!» ve şayi' cüzden
üçtebir, dörttebir gibi sözlerle; veya «Senin yarın veya şayi' cüz'ün-den bir
cüz'ün benim annemin karnı gibidir veya uyluğu gibidir!)- de^ inekle veya
«Kızkardeşimin sırtı gibidir!» veya «Halamın sırtı gibidir!» veya «Karnı
gibidir!» veya «Uyluğu gibidir!» demekle olur. Bu zikredilen suretler ve
bunların benzerleri, her ne kadar koca, zıhâra niyet etmedi ise de zıhârdır.
Çünkü bu suretlerde benzetilen şey, ya kendisine benzetilenin tamâmıdır veya
tamâmı ifâde eden uzuvdur. Ya da o külden şayi' cüzdür. Bu, kadın hakkında
şarttır. Mahrem tarafından olan şart, kendisine benzetilenin bakılması caiz
olmayan uzuv olmasıdır. Nitekim daha önce zikredildi. Bunların ikisi
demevcûddur.
Her ne kadar koca
talâka niyet etse de zıhâr talâk değildir, ilâ da değildir. Çünkü Iâfz bunların
ikisine de muhtemel değildir.
Kocanm karısına «Sen
bana karşı annem gibisin!» veya «Annemin mislisin!» sözünde, kerametten veya
zıhârdan veya talâkdan kocanın niyet ettiği şey vâki olur. .Çünkü Iâfz
zikredilenlerin her birine muhtemel olur. tindi niyetle tercih edilen taayyün
eder. Eğer koca bir şeye niyet etmedi ise sözü hükümsüz olur. Çünkü ma'nâlar
çelişkilidir, tercih edecek bir sebeb de yoktur.
Kocanm karısın*, «Sen
bana annem gibi haramsın!» demesinde, kocanın zıhârdan veya talâkdan niyet
ettiği şey vâki olur. Çünkü Iâfz, zıhâr Ve talâka muhtemel olur. Niyet ile
tercih edilen muayyen olarak, vâki olur. «Sen bana, annemin sırtı gibi
haramsın!» demesi, her ne kadar talâka veya îlâya niyet etse de, zıhârdır. Çünkü
sırtı zikretmek, zıhâr tarafım tercih ettirir.
Koca, kadınlarına; «Siz
bana annemin sırtı gibisiniz!» demesiyle kadınlarının hepsine zıhâr etmiş olur.
Çünkü koca zıhân kadınlarına muzâf kılmıştır. Nitekim talâkı kadınlarına muzâf
kıldıkda her biri için vâki olduğu gibi. Bu takdirde kadınlarından her biri için
keffâret vermesi vâcib olur. Keffâret bir köle âzâd etmektir. Eğer köle âzâd
etmeye kadir değil ise; iki ay ard arda oruç tutmaktır. Eğer buna da kadir
değil ise, altmış fakirin karnını doyurmaktır. Çünkü bu konuda nass vardır.
Musannif bu nassı «O, köleyi hür kılmaktır.» sözü ile açıklamıştır. Yâni,
keffâret, gerek nıü'min ve gerek kâfir olsun; gerek erkek ve gerek dişi olsun,
gerek küçük ve gerek büyük olsun, kendisinden istifâde tamamen tükenmemiş bir
köleyi hür kılmaktır. Yâni, istifâde edilememek keffârete manîdir. Ama kölenin
menfaati karışık olsa mâni olmaz. Hattâ gözleri şaşı, ve benzeri köleden
keffâret caiz olduğu gibi, sağırdan da
caiz olur. Kıyâsa göre; caiz olmamak gerekir. Çünkü menfaat cinsi kalmamıştır.
Lâkin Fukahâ caiz olmasını İstihsân etmişlerdir. Çünkü menfaatin- aslı bakîdir.
2irâ, sağıra bağırılsa işidir. Hattâ anadan sağır doğmak gibi hiçbir suretle
işitmezse — ki o aynı zamanda dilsizdir— keffâret caiz olmaz. Her ne kadar bu
köle âzâdı keffâret niyeti ile yakınını satın almak suretiyle olsa da mâni
olmaz. Musannif menfaat cinsinin yok olmasını «a'mâ gibi» demekle açıklamıştır.
Tek gözlü bunun hüâfmadır.
Aklı başına gelmeyen
deli de a'mâ gibidir. Çünkü uzuvlarla intifa ancak akılla olur. Şu halde aklı
gelmeyen delinin .faydası yoktur. Ba-zan deli olup bazan aklı başına gelen köle
caiz olur. Çünkü akılda karışıklık ve düzensizlik mâni değildir.
İki. eli yâhûd iki
başparmağı kesilmiş olan dahî a'mâ gibidir. Çünkü elleri kesilmiş olan köle bir
şey tutamaz. İki baş parmağı kesilmiş olan da böyledir. Çünkü tutmanın kuvveti
baş parmakları ile olur. Onların yok olmaları ile tutmak menfaati yok olur.
Veya iki ayağı kesilmiş
ZîÖic de a'mâ gibidir. Çünkü bunda da yürümek menfaati yoktur. Veya bir
tarafdan bir eli ile bir ayağı kesilmiş olan gibi ki bu da zikredilen gibi
yürümek menfaatinden mahrumdur. Çünkü bunun yürümesi imkânsızdır.. Bir eli bir
taraf dan ve bir ayağı diğer tarafdan kesilmiş olan İse, zikredilenin aksi olup
menfaat cinsi yok olmamıştır.
Keffâret olan köle,
müdebber veya ünnııü veled de olmamalıdır.
Çünkü, bunlar hürriyete
bir cihetle istihkakları olmakla kölelikleri noksandır. Veya bedelinin bir
kısmım ödeyen mükâteb de olmamalıdır.
Çünkü bunun hür
kılınması bedel İle hür kılmaktır. Bunun ile keffâret hâsıl olmaz. Çünkü
keffâret ibadettir. Şu halde sırf Allah (C.C.) iğin olması gerekir. Eğer bir
bedel ile olursa hâlis (sırf) olmaz. Çünkü bir bedel ile olursa ticâret olur.
Eğer bedelinden bir şey vermeyen mükâteb olursa, keffâret caiz olur.
Veya ortak olduğu
kölenin yarısını zıhârı için âzâd eden zengin, sonra yarısını da ödedikden sonra
âzâd etse zıhâr için keffâret olmaz. Çünkü âzâd İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre
bölünme kabul eder. Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Kölenin ikinci
yarısında noksanlık yer etmiştir. Çünkü o yanda köleliği devam ettirmek
imkânsızdır. Bu noksan ortağının mülkünde iken olmuştur. Ondan sonra ödemekle
ona nakıs olarak intikâl etmiştir. Binâenaleyh keffâretten sayılması caiz olmaz.
Veya keffâret için yarısını âzâd ettiği kölenin, kalan yarısını zıhâr yaptığı
karısıyla cima ettikten sonra âzâd ederse köleden keffâret caiz olmaz. Çünkü
âzâd etme (i'tâk) İmâm A'zanV (Rh.A.) a göre bölünme kabul eder. Me'mûrun bih,
yâni ûzâd olma (ıtk) mn şartı ise t imâdan önceki ıtkdır. İmdi' bu yoktur. Çünkü
itkin yansı cimâ-dan sonra vâki olmuştur.
Eğer, zıhâr ket tareti
lâzım gelen kimse köle âzâd etmek den âciz olursa, içinde Ramazan ve oruç yasak
edilmiş günler bulunmayan iki ay ard arda oruç tutar. Vilâ, ard arda demektir.
Bu da nass" ile sabittir.
Ramazanın orucu ise
Ramazandan başkası nâmına tutulamaz. Şu halde Ramazan orucu ile keffâret olmaz.
Yasak günlerde oruç tutmakdan nehy olunmuştur. Binâenaleyh o günlerde oruç
tutmak nakıs olur. îmdi o eksik oruç ile kâmil vâcib hâsıl olmaz.
Eğer o zıiıar eden
kimse, iki ayın içinde bir gün orucunu terk etse, velev ki hastalık ve yolculuk
gibi özür ile olsun veya zıhâr yaptığı karısı ile iki ay içinde geceleyin kasden
yâhûd gündüzün unutarak cinsî münâsebette bulunursa, oruca yeniden başlar.
Orucu terlt ederse yeniden başlamasının sebebine gelince, iftar yâni orucu
yemekle günlerin ard »rda olması kesilmiş olduğu içindir. Bu sakınılması mümkün
olan bir özürdür. Çünkü ikisinde de özür bulunmayan iki ay bulunabilir.
Cinsî münâsebette
bulunursa oruca yeniden başlamasına sebeb jsc, zıhâr eden kimseye vâcib olan,
orucun cimâdan önce ard arda iki ay olmasıdır. O îki ayın temasdan önce olması
zarurî olduğu için, cimâdan hâlî olması şarttır. Eğer zıhâr eden kimse, zıhâr
ettiği kadından başka kansı ile unutarak cima etse, zarar vermez. Nıhâye'de
böyle zikredilmiştir.
.
Zıhâr yapan kimse,
zıhâr yaptığı karısı ile keffâret için yoksula yemek yedirdiği sırada cima etse,
yemek yedirmeye (ıt'âma) yeniden başlamak gerekmez. Çünkü nass-ı kerîm, yemek
yedirmek (ıt'âm) hakkında mutlaktır. Temastan öncesi ile kaydlı değildir.
Halbuki temastan önce olmak, köle âzâd etme ve oruçda ta'yîn edilmiştir.
. Eğer oruç ile
keffâret veren müzahir (zıhârcı) iki aydan sonuncu günün sonunda âzâd etmeye
kadir olsa, yâni ikinci ayın son gününde güneşin batmasından önce âzâd etmeye
kadir olsa, ona âzâd lâzım gelir, oruç İle keffâreti sahih olmaz. Tuttuğu oruç
nafile olur. Efdal olan sonuncu günün orucunu tamamlamaktır. Ama sonuncu günü
iftar ederse üzerine kaza lâzım gelmez. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Eğer zıhâr keffâreti
yapan kimse oruçtan da âciz olursa, zıhâr için ya kendisi veya vekili altmış
yoksulu doyurur. Yâni zıhâr yapan kimse bir başka kimseye «Benim nâmıma zıhâr
için ifâm ediver!» diye emredip, o da yemek yediriverse caiz görülür.
Bilmiş ol ki: İfâm veya
taam lâfzı ile başlanılan şeyde temlik ve ibâha caiz olur. îtâ ve eda lâfzı ile
başlanılanda temlik şart kılınır. İmdi musannif temlik suretini, «Zıhâr için
kendisi veya vekili altmış yoksula yemek yedirir.» sözü ile zikretmiştir.
Altmış yoksulun
hepsine, yâni her birine fitre miktarı yiyecek, yâ-hûd onun kıymetini verir.
İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre fitre miktarının kıymetini vermek hadîste
bildirilmeyen şeylerden caiz olmaz. Hadîste bildirilen şeyler: Buğday, buğday
unu, kavutu, kuru üzüm, hurma ve arpa gibi şeylerdir. Bunlardan başka pirinç,
mercimek, darı ve benzerleri gibi yiyeceklerdir. Çünkü hurmadan bir sa'ın
dörttebiri şayet buğdaydan yarım sa'a veya arpadan bir sa'a kıymette eşit olsa
verilmesi caiz olmaz. Meselâ pirinç bunun hilâfınadır. Zira pirinçten çeyrek sa'
buğdaydan yarım sa'a, yâhûd arpadan bir sa'a kıymetçe denk gelirse vermesi
caizdir. Bu, Câmiu'l-Kebîrin şerhlerinde anlatılan kaideye melmîdir ki, m en sû
s diğer mensûsa vekil olamaz.
Ya da bir yoksulu
altmış gün doyurmaktır. Yâni yemeğin hepsini bir yoksula altmış günde yedirip.
Bu bize göre caizdir. Çünkü gaye yoksulun ihtiyâcım gidermek ve fakirin karnım
doyurmaktır. Bu ise günlerin yenilenmesi ile yenilenir. İkinci günde o fakir
istihkak sebebinin yenilenmesi ile başka bir yoksul gibi olur.
İki ayın yemek yedirme
(ifâm) miktarını bir kişiye bir günde vermek caiz olmaz. Ancak her fitre
miktarı ifâmı bir kişiye bir günde vermek caizdir. Gerek o iki aylık ifâmı bir
kişiye bir defada, gerekse bir kaç defada versin müsavidir. Çünkü bir kişi bir
günde altmış yoksulun ıf âmini tamâmiyle alamaz. İm4i hacet yenilenmediği için
hakikaten ve hükmen farz olan sayı bulunmaz.
Musannif îbâha
suretini; «Altmış yoksulu doyursa» sözü ile zikretmiştir. Yâni yedikleri her ne
kadar az olsa bile gadâ (kahvaltı) ile —ki o gündüzün yansından önce olan
yemektir — ve aşâ (akşam yemeği) ile —ki o gündüzün yarısından'sonra olan
yemektir— doyursa veya iki kahvaltı yâhûd iki akşam yemeği vermek suretiyle
doyursa, yâhûd bir kahvaltı bir akşam yemeği verse caiz olur.
Fahru'i-tslâm (Rh.A.)
demiştir ki: İbâhat yemeği, her yoksul için biri sabah diğeri akşam olmak üzere
iki yemektir. İki sabah yemeği caiz olur ve iki akşam yemeği ve bir akşam yemeği
ile bir sahur yemeği de böyledir. Doyurmanın en uygun ve en adaletli olanı
gündüzün yarısından önce bir defa ve yarısından sonra bir defa olmasıdır. İbâhat
ıt'â-mında mu'teber olan doymaktır, miktar değildir. Temlîkde mu'teber olan
mikdardır, doymak değildir. Sahur bazan almaya uygun olur. Onun için sabah
yemeği yerine geçer, tki yemeğe itibâra sebeb, Allah Teâlâ' (C.C.) mn: «Altmış yoksulu doyulmaktır.»
kavl-x şerifidir.
Doyurmakta vâcib olan
miktar ortadır ki, o da iki öğün yemektir. Çünkü âdette çok sayılan üç kere,
yâni üç öğün yemektir. En azı bir keredir. Ortası iki kere, yâni iki öğün
yemektir. Gâyetu'l-Beyân'da böyle zikredilmiştir.
Doyurmak; ya sadece
buğday ekmeği ile yahu d katık bulunmak şartı ile arpa ekmeği ile olur. Çünkü
yoksul arpa ekmeğinden hacetini ancak katık İle görür. Buğday ekmeği arpa gibi
değildir. Yâni katıksız yenir.
Ya da altmış yoksulun
her birini doyurmak yerine; dörttebir sa'
buğday, yarım sa' arpa veya yarım sa' hurma veya bir batman buğday ve iki batman
hurma veya bir batman arpa vermek caizdir. Çünkü buğdaydan dörttebir sa' ve
arpadan veya hurmadan yarım sa', ölçü ile buğdaydan yarım sa'a veya arpadan veya
hurmadan bir sa'a ulaşır. Bu zikredilen eşyanın cinsleri bir olunca caiz olur.
Çünkü yemek yönünden bir cinsdir. İkisinden biri ile diğerini tamamlamak
caizdir. Kıymet böyle değildir. Nitekim bunu bilirsin.
Fakat kölenin yansım
âzâd edip ve bir ay oruç tutmakla tamamlamak, ikisi arasında ma'nen ihtilâf
olmakla ikisinden birini diğeri ile tamamlamak imkânsız olduğu için caiz olmaz.
Çünkü âzâd köleyi kurtarmak için meşrudur. Oruç ise nefsi acıktırmak için
meşrudur.
Kıymeti, buğdayın yanm
sa'ı kadar olan yarım sa' hurma ile doyurmak zikredilenin aksinedir. Çünkü
bilirsin ki, nassan bildirilen şey-lerçlen biri kıymet itibârı ile Şeriatın
takdir ettiğinden daha az olursa, onu vermek caiz değildir. Velev ki, diğer
nassan bildirilenden kıymetçe daha çok veya onun kadar olsun.
Altmış yoksuldan her
birini iki zıhâr İçin birer sa' buğday ile doyurmak sahih değildir. Ancak iki
zıhânıı biri için sahih olur. Eğer altmış yoksulun her birini birer sa' buğday
ile Ramazandan bir günün iftarı için ve bir zıhardan doyurursa her ikisi için
sahih olur.
Çünkü niyet, iftar ve
zıhâr gibi iki cins ayrı olunca amel eder, İkisi de bir cins olursa amel etmez.
Niyet geçersiz olunca bir sa' bir keffâ-ret için uygun olur. Çünkü yarım sa1
miktarların en aşağısıdır. Eda olunan bir sa' bir keffârettîr. İmdi onu iki
zıhâr için kılmaya elverişli olmaz. Belki bir zıhâr için uygun olur. Şayet
verirken ayırırsa bunun hilâfınadır. Çünkü bir yoksul ikinci verişte başka bir
yoksul hükmündedir.
Meselâ iki zıhârdan
dolayı dört ay oruç tutmak, veya yüzyirmi yoksulu doyurmak veya iki köleyi âzâd
etmek gibi. Her ne kadar birer birer ta'yîn etmiş olmasa da sahîhdir. Çünkü cins
iki zıhârda birleşmiştir. Şu halde tâyîn vâcib olmaz.
Zıhâr eden kimsenin bir
köleyi iki zıhârdan dolayı âzâd etmekti e veya iki ay oruç tutmakda iki zıhârdan
hangisini dilerse ta'yîn etmek hakkı vardır. Şayet bir köleyi katiden ve
zıhârdan dolayı âzâd etse birinden caiz olmaz. Çünkü bir olan cinsde ta'yînin
niyeti hükümsüzdür, ayrı olanda faydalıdır. Niyetin ta'yîni hükümsüz olunca,
mutlak niyet bakî kalır. İmdi zıhâr eden kimsenin hangisini dilerse onu ta'yîn
etmesi gerekir. Nitekim başlangıçta â2âdını mutlak yapsa, ta'yîn lâzım geldiği
gibi. Bunun izahı şudur: Keffâret eden kimse, şayet Ramazan-K dan iki günün
kazasına niyet etse, bir gün için caiz görülür. Eğer kaza ve nezir için veya
kaza ve keffâret İçin niyet etse, ikisinden biri için caiz görülmez.
Bîr köle zıhâr etmiş
olsa, ancak oruç ile keffâret eder. Yâni iki ay oruç tutar. Onun malı ve mülkü
olmadığı.için mal ile keffâret vermez.
İmâm Nehâî (Rh.A.); «Cezaya
itibâr ile bir ay oruç ile keffâret eder.» demiştir. Çünkü keffâret cezalar gibi
men etmek için meşru olmuştur. Kölenin efendisi, kölenin zıhârmdan dolayı malla
keffâret veremez. Yâni kölenin zıhârmdan dolayı âzâd etmek veya yoksulları
doyurması caiz değildir. Çünkü köle ehl-İ mülkden değildir. Efendisinin temlîki
ile ona mâlik olmaz. Keffâret ibâdettir. Başkasının fiili onun fiili olmaz.
Liân, lügat yönünden
(la'n) dendir. La'n, kovmak ve uzaklaştırmak atıl amma dır. Liân
denmesine sebeb, erkeğin beşincide kendi-sini lâ'netlediği ve kadının da
lâ'netksmeyi gerektiren AUah' (C.C.) m gadabını üzerine kabul ettiği içindir.
Liân şeriatta, erkeğin namuslu karısına zina isnâd etmesidir.
Uân şer'an; kocanın
hakkında hadd-i kazf
yerine geçen la'n ile bir arada yeminlerle te'kîcf edilmiş şehâdetlerdir. Şöyle
ki: Kan koca lâ'netleşseler, Jcocadan hadd-i kazf düşer Karı hakkında zina
haddi yerine geçer. Şöyle ki: Kan - koca birbirlerine li'ân yapsalar karıdan
zina haddi düşer.
Kocanın hakkında hadd-i
kazf yerine geçmesine delil şudur: Hilâl b. Ümeyye (R.A.), Resûlüllah* (S.A.V.)
a geldi ve dedi ki: Karımdan iki yıl uzak kaldım. Geri döndüğümde Şerîk'i
karımın karnı üzerinde zina ederken buldum.
Resûlüllah (S.A.V.):
Var git dört şâhid
getir, yoksa senin sırtına dayak (had) vururum, buyurdu.
Hilâl (R.A.):
,
— Gözüm ile gürdüm yâ Resûlallah, dedi ve
bu sözü tekrar etti. Ondan sonra, ben Allah Teâlâ' (C.C.) dan benim ivin bir
çıkar yol halk etmesini dilerim, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ (C.C.)
şu âyetleri indirdi:
«Karılarına zina isnâd
edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği, kendisinin doğru
sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhid tutmasiyle olur.»
İmdi bu gösterir ki:
Liân koca tarafından hadd-i kazf yerine geçer. Çünkü Hilâl' (R.A.) e kazfinden
dolay! had vurulmamıştır. Bundan sonra kadın tarafından zina haddi yerine
geçtiğine delil şudur: Hilâl (R.A.) karısını Şerîk İbn Sahmâ (R.A.) ile
gördüğünde, «Karımın karnının üzerinde Şerîk'i zina ederken buldum.» deyince;
Resûlüllah (S.A.V.) buyurmuştur ki:
«Eğer kadın şöyle bir
nitelikde kızıl çocuk doğurursa, o çocuk Hi-lâl'e âiddir. Eğer kadın kara ve
^kıvırcık saçlı ve deve gibi iri yaradılışlı çocuk doğurursa o Şerîk'e âiddir.»
Çocuk çirkin vasıfla
doğdu. Bunun üzerine Resûlüllah, (S.A.V.):
«Eğer yeminler sebkat
etmeyeydi benim bu kadınla, görülecek işim vardı.» buyurdu.
Bu hadîs-i şerif kadın
tarafından Hânın zina haddi yerine geçtiğine işarettir. Mebsût'ta da böyle
zikredilmiştir.
Liânın, lânetleşmekden
sonraki hükmü; tam ayrılma hâsü olduğu için, kadından cima ve faydalanmanın
haram olmasıdır.
Liânın şartı; karı -
kocalığın kâim olmasıdır. Hattâ koca karıyı bâîn talâkla veya üç kez boşasa, Hân
düşer ve had vâcib olmaz. Açıklaması, inşaallah babın sonunda gelecektir.
Yine Hâıım şartı;
nikâhın sahih olmasıdır. Bir kimse namuslu olan karısına, yâni zinadan beıi olup
zina île itham edilmeyen karısına zina isnâd etse, itham edilen kadının yanında
babası belli olmayan bir çocuğu olsa ve karı - kocanın ikisi de Müslümana
şalndlik yapabilecek kimselerden olsalar — hattâ iki kâfir arasında liân
cereyan etmediği gibi; bir Müslümanla bir kâfir arasında da cereyan etmez. Velev
ki; birbirlerine şahîdlik etmeye elverişli olsunlar. Nitekim yakında açıklaması
gelecektir. — veya namuslu kadının çocuğunu red-detse — «çocuğunu» sözü, hamlini
reddetmekten sakınmadır. Nitekim yakında açıklaması gelecektir. — kadın da
kaziin mu'cebini isterse, liân yapılır. Kaz ü ti mu'cebi haddir, çünkü hadd
kadının hakkıdır. Diğer hakları gibi kadının onu istemesi lâzımdır. Bir de;
istemek liânın şartındandır. Şayet, kadın namuslu olmasa da'vâ etme hakkı
yoktur. Çünkü, şartı yok olmuştur. O da iffettir.
Eğer koca Hândan
kaçınırsa lânetleşinceye kadar hapsedilir, veya kendisini yalanlar. Bu takdirde
hadd uygulanır. Çünkü liân haddiu halefidir. Eğer halefi yapmasa aslı yapması
vâcib olur. Eğer koca Iâ-netleşirse, kan da lânetleşir. Lâkin lanete kocadan
başlanır. Çünkü koca müddeîdir, önce ondan delîl 'istenir. Eğer kadın da
lânetleşmek-den çekinirse, lânetleşinceye kadar hapsedilir, yâhûd kocasını
tasdik eder. Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki; Kudûrî'nin bazı nüshalarında; «Veya
kadın kocasını doğrulayıp hadd vuruiur.» denilmiştir ki, bu yanlıştır. Bir kere
ikrar etmekle hadd cezası vâcib olmaz Şu halde bir kere tasdik ile nasıl vâcib
olabilir? Halbuki; hadd dört kere tasdik ile vâcib olmaz. Çünkü tasdik kasden
ikrar değildir. Binâenaleyh haddin vâcib olması hakkında itibâr olunmaz ama
haddin defi hakkında itibâr olunur. İmdi o ikrar ile liân def edilip hadd vâcib
olmaz. Eğer kadın kocasını çocuğu red hususunda tasdik etse, bunda hadd ve liân
yoktur. O red ve inkâr edilen çocuk, onların çocuğudur. Çünkü neseb Hânla ancak
hükmen kesilir. O da bulunmamıştır ve neseb çocuğun hakkıdır. Onun ibtâlinde
ikisi de tasdik edilmezler. Bununla anlaşılır, ki, Sad-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın;
«Kadının .çocuğunun nesebi kocadan nefy edilir.» sözü doğru değildir.
Koca kâfir, veya köle
veya hadd-i kazîf ile cezalandırılmış olduğu ^ için şehâdete elverişli değilse,
kadın şehâdete ehil olduğu takdirde kocaya hadd vurulur. Çünkü liân ma'nen koca
tarafından imkânsız olmuştur. Şu halde aslî mucibe gidilir. O da Allah Teâlâ'
(C.C.) mn:
«İffetli kadınlara zina
isnâd edenler...»
âyet-İ kerînıesidir.
Koca kâfir olup karının
Müslüman olması tasavvur edilemez. Ancak karı - koca ikisi de kâfir olup kadın
İslâm'a geldikde, kâfir olan kocaya İslâm arz edilmezden önce, İslâm dînini
kabul eden karısına kazf etse, ve eğer koca şehâdete elverişli olup, kadın
elverişli olmasa; meselâ, câriye, kâfir, kazf sebebiyle cezalandırılmış, çocuk
veya deli olursa, yâhûd zâniye olmak suretiyle kendisine zina isnad edene hadd
vu-ruîmazsa, kocaya hadd lâzım gelmez. Nitekim o kadım yabancı kazf ettîkde hadd
lâzım gelmediği gibi. Kocaya liân da lâzım gelmez. Çünkü liân haddin halefidir.
Liân, Kur'ân-ı Kerîm'in
anlattığı biçimde yapılır. Sözün kısası, koca Önce dört kere: «Eşhedü billahi,
ben bu kadına isnad ettiğim zina hususunda doğru söylüyorum.» demesidir:
Beşincide; «Eğer bu kadına isnad ettiğim zina hususunda yalancı isem Allah'ın
lâ'neti benim üzerime olsun.» der ve hepsinde kadına işaret ederek söyler.
Ondan sonra kadın da, dört defa; «Eşhedü billahi (ben şehâdet ederim ki) bu adam
bana isnad ettiği zina hususunda yalancıdır.» demesidir. Beşincide; «Eğer bana
isnad ettiği zinada doğru söylüyorsa, Allah'ın gadabı benim üzerime olsun.»
der.
Çünkü kadınlar lâ'neti
sözlerinde çok kullanırlar. Nitekim bu konuda hadis-i şerîf vârid olmuş vje:
«Şüphesiz siz kadmlar
çok lâ'net yaparsınız ve kocaya (aşîre) küfredersiniz.» buyurulmuştur.
Kadınların gözlerinde
lâ'netin hürmeti küçüktür. Umulur ki lâ'neti ihtiyar edip de gadabı ihtiyar
etmezler.
Kan - koca birbirleri
ile lânetleşdikde, kâdî aralarını ayırır. Ayırmazdan Önce ayrılmış olmaz. Hattâ
ikisinden biri kâdî ayırmazdan önce ölürse, diğeri ona vâris olur. Şayet bu
durumda liâna ehliyet yok olsa, kendisini yalanlamakla veya bir insana kazf edip
kendisiine had vurulmakla veya bunların benzeri bir şeyle liâna ehliyet yok
olsa, araları ayrılmaz.
Eğer koca karısına kazf
etti ise, kâdî çocuğun nesebini reddeder ve o çocuğu anasına ilhak (verir) eder
ve kadın bir talâk İle bâîn olur.
Red ve inkârın şartı;
çocuğun rahimde kalması, aralannda liân cereyan ederken çocuğun ana rahminde
mevcut olmasıdır. Hattâ çocuk cariyenin, kâfir bir kadının rahminde kalsa,
ondan sonra câriye âzâd edilse veya kâfir kadın İslâm dînine girse reddedilmez
ve liân da yapılmaz. Çünkü çocuğun nesebi kesilmesi mümkün olmayacak şekilde
sabit olmuştur. Ondan sonra değiştirilmez.
Eğer koca kendisini
yalanlasa, kendisine haddin vâcib olduğunu ikrar ettiği için hadd-i kazf Ue
cezalandırılır. Koca had ile cezalandı-nldıkdan sonra, o kadınla evlenmesi caiz
olur. Resûlüllah' (Ş.A.V.) in:
«Lâ'netleşenler
ebediyyen bir araya gelemezler.» hadîsinin ma'nâ-sı: Karı - koca
lâ'netleştikleri müddetçe bir araya gelemezler, demektir. Nitekim «Namaz kılan
konuşmaz.» denilir ki, bu namazda olduğu müddetçe ma'nâsınadır.
Eğer koca
lâ'netlcşdikdcn sonra karısından başkasını kazf etse ve kadına had vurulsa veya
kadın zina etse, kocanın o lâ'netleştiği kadın ile evlenmesi caiz oliır. Çünkü
kocanın hadd-i kazf ile liâna ehliyeti kalmamıştır. Keza, kadının da zinadan
..sonra liâna ehliyeti , kalmamıştır. Şu halde onunla evlenmesi caizdir.
Musannifin «veya zina
etse» dedikden sonra kadına had cezası uygulanır dememesinin sebebi: — Nitekim
Hidâye'de ve başkasında Öyle denilmiştir. — Çünkü kadının sâdece zinası, muhsine
(evli, nikâhlı) olmasını ortadan kaldırır. Şu halde, haddi zikretmeye hacet
kalmamıştır. Kazf bunun aksinedir. Çünkü had vuruluncaya kadar kazf ile ihsan
(evlilik yâhûd nikâhlılık) düşmez.
Fakîh-i Mekkı' (Rh.A.)
den rivayet edilmiştir ki: O şöyle dermiş: Nûn'un teşhîdi ile (Zennet) başkasını
zinaya nisbet etti anlammadır ve o nisbet kâzfdir. Bu îzâha göre; haddi
zikretmek şart olur. Nitekim bu zikredilmiştir. Artık işkal kalmamıştır.
Dilsizin kazfi ile Hân
olmaz. Çünkü liân hadd-i kazf yerine geçer. Dilsizin kazfi ise şüpheden ârî
olmaz ve hadler (yâni şer'î cezalar) şüphe ile def edilirler. Her ne kadar
kadın, çocuğu en az müddette do-ğursa da, kadının hamlini re'd ile liân olmaz.
Çünkü hamlin varlığı hami sırasında biljnmez. Zira; hamlin şişkinlik olması
ihtimâli vardır, tmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Şayet kadın çocuğu en az müddet
içinde doğursa, kan-koca (Sen zlnâ ettin ve bu hami o zinadandır) demekle
lâ'netieşseler, kocanın hamli red etmesiyle liân vâcib olur.» demişlerdir.
Çünkü, koca «Sen zina ettin.» demesiyle açıkça kazf etmiştir.
Kâdî hamli red etmez.
Yâni hamlin nesebim kâzfedenden reddetmez. Çünkü, karı-kocanın lâ'netleşmeleri
kocanın «Sen zina ettin.» sözü sebebiyle idi. Hamli reddetmesiyle değildi.
Tehnie (doğum tebriki)
sırasında çocuğun reddi — tehnie'nin müddeti âdet yönünden yedi gündür.
Nihâye'de de böyle zikredilmiştir. — veya doğum âletinin satın alınması
sırasında red sahilidir. Tehnîeden sonra veya doğum âletinin satın alınmasından
sonra red sahîh değildir. Çünkü, kocanın tebriHi kabul etmesi veya tebrik
sırasında susması; doğum âletini satın alması veya kocanın bu vaktin geçmesi
sırasında reddetmeyip susması ikrardır. Zira çocuk ondan olmasa, doğumdan sonra
çocuğu reddetmeyip susması helâl olmazdı. Şu halde, sükûttan sonra red sahîh
olmaz. Nitekim, açıkça ikrar bulunduğunda red sahîh olmadığı gibi.
İki surette
lâ'netleşir. Yâni hem red sahîh olduğu hem de sahîh olmadığı zaman liân
yapılır. Çünkü; çocuğu reddetmekle kazf mevcûd-dur.
Koca ikiz olan iki
çocuğun önce doğanını red edip sonra doğanını kabul etse, kocaya had cezası
uygulanır. Çünkü ikinci çocuğun da'vâsı ile kendisini yalanlamıştır. İkiz
çocuktan murâd; doğumları arasında altı aydan az zaman bulunanlardır. Aksini
yaparsa; yâni; birinciyi kabul edip ikinciyi red ederse, lâ'netleşir. Çünkü,
ikinci çocuğu reddet-: mekle kazf etmiş ve ondan geri dönmemiştir. İffetine
ikrar etmek kazf-den önce gelir. Sanki, kadının iffetini ikrar etmiş, ondan
sonra zina isnadında bulunmuştur. Meselenin ikisinde de, ikiz çocukların
neseb-leri sahilidir. Çünkü, onların ikisi de bir tek meniden yaradılmışlardır.
İkisinden birinin nesebinin sabit olmasiyle diğerinin nesebinin sabit olması
gerekir.
Kan - kocada Mıı şartlan bir
araya gelse, ondan sonra koca kadını bir talâk-ı bâîn ile veya üç kere boşasa,
liân düşer ve had da vâcib olmaz. Nitekim
bilirsin ki: Iiânın şartı kan - kocalığın mevcûd olmasıdır. Kan - kocalık yok
olsa liân da yok olur. Keza, ondan sonra evlen-se, liân ye had gerekmez. Çünkü
düşen geri dönmez. Eğer koca, kadını ric'î talâk İle boş^rsa Hân düşmez. Çünkü
bilirsin ki, karı - kocalığın aslı bakidir.
Bu bâb, ınnîıı (yâni
cinsî münâsebete gücü olmayan, iktidarsız) ve benzeri ile mecbûb (yâni erkeklik
organı kesik) ve hasıyy (yâni husyeleri çıkarılmış, hadım) gibilerin hükümleri
hakkındadır.
Inntn, mutlaka cimâa
gücü yetmeyen kimsedir. Veya dulla cinsî münâsebette bulunup bekârla bulunamayan
kimsedir. Veya muayyen bir kadınla cinsi münâsebette bulunamayandır.
Innîn, anne fiilinden
alınmıştır. «Unne» de habs olundu, demektir. «Unne» deve ağılma derler.
Kadın, kocasını mecbûb
bulsa —mecbûb; erkeklik organı ve husyeler kesilmiş olan kimsedir— eğer kadın
ayrılmayı isterse, kâdl aralarını hemen ayınr. Çünkü ayrılma kadının hakkıdır.
Te'cîlde, yâni mühlet vermekde fayda yoktur. Fakat ıunin bunun aksidir. Yakında
açıklaması gelecektir.
Bu şunu gösterir ki:
mecbûb, kadınla cima ettikten sonra mecbûb olsa, kadın için muhayyerlik olmaz.
Nitekim cimâdan sonra mnîn olsa muhayyer
olmadığı gibi. Bu hususta; kocanın hasta veya küçük olması arasında fark
yoktur. Innîn bunun aksinedir ki, küçük çocuğun bulûğuna ve hastanın sıhhatine
kadar kadın bekler. Çünkü, geçip gitme ihtimâli vardır. Nitekim, kadın küçük
oldukda kocanın beklediği gibi. Şöyle ki: Koca mecbûb veya ınnîn olsun, küçük
kadının o hâle razı oi-ması ihtimâli olduğu için kadının bulûğuna kadar bekler.
Ya da kadın kocasını ınnîn veya yalnız husyeleri kesilmiş bulsa, yâni kocasını
ınnîn veya hadım buldukdan sonra, koca karışma cima edemediğini ikrar etse, koca
ertelenir. Yâni, kâdî onu te'cîl eder. Kadın gerek bakire olsun, gerekse dul
olsun sahîh kavle göre, bir Kamerî yıl ertelenir, yâni mühlet verilir.
Bir kamerî yıl oniki
aydır. Oniki ayın müddeti; 354 gün ve bir günün üçtebiri ve bir günün
ondabirinin üç t eb iri kadardır. İmâm Hasan* (Rh.A.) in İmâm A'z»m' (Rh.A.)
dan rivayetinde, koca bir Şemsî yıl ertelenir. Onun müddeti (Şemsî yıl) güneşin
o gün burçtan ayrıldığı noktadan yine o noktaya ulaşıncaya kadar olan zamandır.
Bu zaman 365 gün ve günün dörttebiridir. Çünkü hastalık bu kadar zamanda
ekseriyetle yok olur. Zira hastalık, ya soğuğun, ya sıcağın, ya kuru havanın
veya rutubetin gâlib olmasiyledir. Yılın mevsimleri bunlara şâmildir. Meselâ;
İlkbahar mevsimi sıcak ve rutubetli, Yaz mevsimi sıcak ve kurudur. Sonbahar
mevsimi soğuk ve kuru, Kış mevsimi ise soğuk ve rutubetlidir. Şayet yıl geçip de
hastalık geçmezse, hastalığın yaradılışdan olduğu ve geçmeyeceği anlaşılır.
Kocanın ve karının
hastalıkları seneye dâhil değildir. Ranıazan-ı şerif ve h^yz günleri bunun
aksinedir. Çünkü onlar seneye dâhildir.
Eğer kadının ferci
doğuştan kapalı değil ise ertelenir. Kapalı ise, ertelemek fayda vermez.
Nitekim kocanın organı kesik (mecbûb) olmasında fayda vermediği gibi. *
Eğer koca erteleme
müddetinde cima ederse evlilik devam eder. Eğer cima edemezse ve kadın da
ayrılmak isterse, kâdînîn ikisi arasını ayırması ile bâîn olur, ve kâdînin
ayırması bâîn talâk olur. Çünkü mak-sad —ki zulmü kadından gidermektir— ric'î
talâk ile hâsıl olmaz. Zira ayrılmak. kadının hakkıdır. Eğer koca halvet
(başbaşa kalmak) etti ise, ayrılan kadına mehrin hepsini vermesi gerekir. Çünkü
ınnîn'hı halveti şahindir. İhtiyat için kadına iddet beklemek de vâcib olur.
Eğer karı - koca anlaşmazlığa düşüp kadın
cima olmadığını iddia eder, koca inkâr ederse, kadın dul olsun veya bakire
olsun, kadınlar ona bakıp araştırdıkta, duldur derler ise, kocaya yemîn
ettirilir. Zira, dulluk kadınların sözleri ile sabit olur. Kocanın cimâı
dulluğun sabit olması zaruretinden değildir. Çünkü başka bir şey ile bekâretin
zail olması ihtimâli vardır. Şu halde kocaya yemîn ettirilir. Bekâret bunun
aksinedir. Çünkü bekâretin sabit olması bizzarûre cimâı nefyeder. İmdi
kadınların sözleri ile kadın muhayyer olur. Yâni, kadınlar, bakiredir,
dediklerinde kadın fi'l-hâl, kalmak ile ayrılmak arasında muhayyer olur. Eğer
koca yemîn ederse kadının ayrılma hakkı düşer ve o kocanın karısı olur. Nitekim
İcadın nikâh kıyılırken yâhûd nikâhtan sonra kocasını seçtiği zaman hakkı
düştüğü gibi. Çünkü kadın kocasını seçince ayrılma isteğinde hakkı bâtıl olur.
Zira, iki şeyin arasında muhayyer olan kimse için ancak iki şeyin biri olur.
Eğer koca yenıhulen çekinirse, veya kadınlar, kadın bakiredir, derlerse koca
bir yıl ertelenir. Eğer bir yıl ertelendikten sonra kan-koca ihtilâfa düşerler
de, kadın cima olmadığım iddia edip, kocası bunu inkâr ederse, hüküm yukarıda
zikredilen gibidir. Yâni, eğer koca kadını tasdik ederse, kadın muhayyer olur.
Eğer inkâr ederse kadınlar o kadına bakarlar, bakiredir, derlerse kadın
muhayyer olur. Duldur derlerse, söz yemîn ile kocanındır. Eğer yemîn ederse
kadın onun zevcesidir. Lâkin kadın burada muhayyer bırakılır. Çünkü zevç orada
te'cîl edilmişti Zira orada ertelemekten mak-sad, kadının tahyîri için unnet
(yâni cinsî münâsebetten acizlik) hakkında bilgi hâsıl olması idi. Halbuki
burada unnet hakkında bilgi hâsıî olmuştur. Binâenaleyh, kadın muhayyer kılınır.
Bundan sonra şayet kadın meclisinden kalksa veya bir şey seçmezden önce kâdînin
yardımcıları onu kaldırsa, kadının muhayyerliği bâtıl olur. Çünkü bu kocanın
muhayyerlik vermesi mesabesindedir. Meclisin ötesine bağlı olmaz. Belki ayağa
kalkmakla bâtıf olur. Eğer kadın ayrılmak isterse, kâdî kocaya «Bâîn talâk ile
boşa» diye emir verir. Eğer koca boşamak-dan kaçınırsa kâdî aralarını ayırır.
Bâzıları demiştir ki: İlcisi arasında ayrılık bizzat kadının ihtiyarı ile vâkî
olur. Âzâd olma muhayyerliği gibi kâdînin hükmüne hacet olmaz. Eğer araları
ayırılsa ve koca kadın ile ikinci defa evlense, kocanın hâline razı olduğu
için, artık o kadına muhayyerlik yoktur. Eğer koca bir başka kadın ile evlense,
birinci kadın kocanın hâlini bilse el-AsPda zikredildiğine göre: Kocanın cinsî
münâsebetten acizliğini bildiğinden dolayı kadına muhayyerlik yoktur. Hassâf
(Rh.A.) «Kadm için muhayyerlik vardır.» demiştir. Çünkü, o kadınla cinsî
münâsebette bulunmakdan acz, ondan başka kadın ile cinsî münâsebetten acze
delâlet etmez. Fetva birinci kavle göredir.
Karı - kocadan biri diğerinin
aybı ile muhayyer olmaz. Beş ayıbda İmâm
Şafiî (Rh.A.) bundan ayn görüştedir. Bunlar delilik, cüzzâm, baras (alaca
illeti) ve karndir. Karn; zekerin ferce girmesine mâni olur. Bu şey, ya kalın
gudde veya kabarmış ettir, ya da kemiktir. Beşincisi de ratkdır. Ratk, fercin
bitişikliğidir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, eğer kocada delilik, cüzzâm veya
baras olursa, kadın muhayyerdir. Eğer sözü geçen hastalıklar kadında olursa,
koca muhayyer olmaz. Çünkü kocanın kendisinden zararı savması boşamakla mümkün
olur. Bir cariyenin kocasının ınnîn olduğu meydana çıksa, muhayyerlik cariyenin
efendisi içindir. Çünkü hak onundur. Nitekim azlde (meniyi dışarı çıkarmak)
olduğu gibi.
İddet lügat yönünden
ihsâ (saymak) ma'nâsınadır. O şeyi saydım ma'nâsma (Adettü şey'e) derler. Şer'an
iddet; kadına lâzım gelen bir bekleme ve duraklamadır. Yakında müddetin
açıklaması gelecektir.
Ölüm veya duhûl ile,
velev hükmen olsun, sağlamlaştırılmış olan nikâh mülkünün ortadan kalkmasiyle
lâzım gelir. Duhûl ile murâd sahîh halvettir. Veya mu'teber firâş (cima) in
ortadan kalkmasiyle gereken belli müddettir. «Mu'teber» sözü cima edilmiş olup
çocuk doğurmayan cariyenin firâşından sakınmadır. Zira onun için iddet yoktur.
Amma, efendisi vefat eden veya âzâd edilen ünımü veled bunun aksinedir, ki
yakında açıklaması gelecektir. Bu kayd mutlaka lâzımdır. Fukahâ bunu zikretmemi
şlerdir.
Ve bir de; nikâh şüphesiyle
cima etmekle lâzım gelen belli müddettir. Yakında açıklaması gelecektir.
Duhûlden önce vâki olan talâk ile nikâh mülkünün sağlamlaşması bulunmadığı için
iddet lâzım gelmez.
Kocasından başkası île
evlenmenin caiz olmaması, iddet bekleyen kadının kızkardeşinin nikâhının caiz
olmaması, ve kendinden başka dört kadının nikâhının caiz olmasıdır. Nitekirn
sebebi daha önce geçti. Çünkü nikâhın aslı bakîdir.
İddette talâkın sahîh
olması iddetin ahkâmındandır. Bunun vec-hi daha önce geçti.
Hayz gören hür kadın
için talâk ve nikâhı fesh iddeti, üç tam hayz müddetidir. Nikâhı feshetmek,
bulûğ muhayyerliği ile ve dengi olmamakla ve kan - kocadan biri diğerinin mülkü
olmakla ve kadının kocasının oğlunu şehvetle öpmesiyle ve karı - kocadan
birinin irtidâd etmesiyle olur. Bunlar île nikâhı feshetme suretinde hür kadın
için iddet üç tam hayzdır. Hattâ kadın hayzda boşansa dördüncü hayzın bir
kısmıyla tamamlamak vâcib olur. Çünkü hayz bölünme kabul etmeyince tamamına
itibâr edilir. Nitekim Usûl kitaplarında anlatılmıştır.
Bu iddetln üç hayz ile
vâcib olmasına sebeb, Allah Teâlâ' (C.C.) nın:
«Boşanan kadınlar,
kendi kendilerine üç aybaşı hâli beklerler.»
kavli şerifidir.
Nikâhı fesli, talâk
nıa'nâsınadır. Çünkü iddet, nikâha ânz alan ay-nlıkda rahmin çocuktan hâlî
olduğunu bilmek için vâcib olmuştur. İmdi, bu talâk ve feshde gerçekleşmiş
olur. Keza efendisi ölen veya âzâd edilen üıııraü veled hakkında da iddet üç
hayzdır. Çünkü bunların da iddeti hür kadın gibi, eğer hayz görenlerden ise, üç
tam hayzdır. Keza, şüphe ile cima edilen kadında da iddet üç tam hayzdır.
Nitekim bir kimse karısından başka kadın ile zifaf edilse, halbuki o kimse o
kadım bilmeyip kendi karısı zannederek cima etse, şüphe ile cima etmiş olur.
Muvakkat nikâh gibi fâsid olan nikâhda cima edilen kadında iddet; ölümde ve
aynlıkda yine üç hayzdır. Koca gerek ölsün ve gerekse ikisi arasında ayrılık
vâki olsun.
Küçüklükten veya
yaşlılıktan dolayı hayz görmeyen veya bulûğuna yaş ile hükmedilip hayz görmeyen
hür kadın hakkında talâkda iddet üç aydır. Çünkü Allah Teâlâ ,(C.C):
«Kadınlarınız içinde ay
hâli görmekten kesilenler ile henüz ay hâli görmemiş olanlarda eğer şüphe
ederseniz, onların îddet beklemeleri üç aydır.»
buyurmuştur.
Eğer kadın cima edildi
ise, üç ay iddet bekler. Çünkü yukarda geçtiği vechle cimâdan önce boşanırsa
iddet yoktur.
Bu zikredilen hür
kadınlar hakkında ölüm için iddet, mutlaka dört ay ve on gündür. Yâni gerek cima
edilmiş olsun, gerekse olmasın müsavidir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
ölenlerin bırakmış olduğu karılar kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler.»
buyurmuştur.
Iiayz gören cariyenin
talâk ve fesh için iddeti iki hayzdır. Çünkü Resûl-i Ekrem (S.A.V.) :
«Cariyenin talâkı
ikidir. İddeti de iki hayzdır» buyurmuştur.
Bir de; kölelik
yarüayıcı olup; hayz da bölünme kabul etmediği için hayz tamamlanıp iki hayz
olmuştur. *
Hayz görmeyen cariyede
talâk ve fesh için iddet birbuçuk aydır ve ölüm için iki ay beş gündür. Nitekim
bilirsin ki, kölelik yanlayıcı-dır.
Hâmile olan hür kadında
veya cariyede iddet, her ne kadar ölen kocası sabî olsa da, hamilenin çocuğunu
doğurmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın:
uGebe olanların iddeti,
doğurmaları ile tamamlanır.» kavli
şerifi mutlak olarak zikredilmiştir.
Sabî olan kocasının
ölümünden sonra hâmile olan kadında iddet,
ölüm iddetidir. Çünkü o kadın, sabî olan kocasının ölümü vaktinde hâmile olmadı
ise -de, ölüm iddeli teâyyün etmiştir. Sabinin ölümünden önce ve ondan soma
hâmile olan kadının çocuğunda neseb yoktur. Çünkü sabinin menisi yoktur. Şu
halde ondan ulûk (gebe bırakmak) tasavvur olunmaz. Nikâh, tasavvur edilebilen
yerde meninin yerine geçer.
Talâk-i bâîıı ile
boşunan iâır'm (miras kaçıncının) Karısı için id-det; talâk iddeti ile ölüm
iddeiinin en uzun olanıdır. Şayet talâk idde ti bitse —_ ki o meselâ üç hayz
olsa — ve ölüm iddeti bilmese, ölüm idde-ti bitinceye kadar mutlaka beklemek ve
durmak lâzımdır. Eğer ölüm iddeti sona erip talâk iddeti sona ermese, talâk
iddeti bitinceye kadar beklemek gerekir.
Ric'î talâk için, ölüm
iddeti vardır. Çünkü ric'î talâk ile boşanıl-mış olan kadın vâris olunca nikâh
vefata kadar hükmen devam etmiş sayılır. Çünkü ona mîrâs ancak nikâh ile vardır.
Keza iddet hakkında da Öyledir. Hattâ evlâdır. Çünkü iddet şüphe ile vâcib
olur. Mîrâs şüphe ile vâcib olmaz. İmdi o kadın ric'î talâkla boşanmış gibi
olur. Ric'î iddette âzâd edilen câriye hakkında iddet hür kadının iddeti
gibidir. Çünkü ric'î talâkda nikâh bakîdir; Onun iddetinin hür kadınların
iddetine intikâl etmesi vâcibdir. Bâîn talâk iddetinde veya Ölüm iddetinde, âzâd
edilen câriye hakkında iddet câriye iddeti gibidir. Çünkü eksik mülkde boşama
hür kadınların iddetini gerektirmez. Şu halde onun iddeti intikâl etmez.
Hayzdan kesilmiş bir
kadın aylarla iddet bekledikten sonra kan görse, iddetine hayzla yeniden başla?.
Yâni, kadın hayzdan kesilir de aylarla iddet bekler, sonra eski âdetine göre
hayz görürse, geçirdiği iddeti bozulur. îddete yeniden hayzla başlaması îcâb
eder. Çünkü kanın dönmesi hayzdan kesilmenin hükmünü ibtâl eder. Sahih olan kavi
budur. Bundan anlaşılır ki; hayzdan kesilmek halef olmamıştır. Zira halef
olmanın şartı hayzdan kesilmenin gerçekleşmesidir. Bu ise şeyh-i fânî hakkında
fidye gibi ölüme kadar aczin devam etmesiyle olur. Bu Szâhtan anlaşüıri ki:
Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın ibaresinde olan. «Aylarla bitmezden önce» sözü
kitabın kopyasını çıkaranın yaptığı yanlışlıktır. Doğrusu «Aylarla iddet
bitlikten sonra» dır.
Nitekim, bir hayz
"görüp sonra hayzdan kesilen kadın hayzını yeni baştan aylarla bekler. Yâni
mu'tedde olan bir kadın bir veya iki hayz görüp ondan sonra kesilse, yâni kanı
kesilmiş olsa, ve o kadın hayzdan kesilme yaşında olsa, bedel ile mübdelin bir
araya gelmesinden kaçınmak için aylarla iddet bekler. Hidâye'de böyle
zikredilmiştir. Çünkü aylarla iddet beklemek hayzla iddetten bedeldir. Eğer o
kadının hayzdan kesilmezden önce gördüğü hayz iddetten sayılmış olsun diye.
vakte şâmil kılımrsa, memnu olan cem' lâzım gelir.
Sadru'ş-Şeria' (Rh.A.)
ya şaşılır ki: Hidâye'nin ibaresi bizim naklettiğimiz gibi vâki olmuş iken
nasıl olmuş da «Yeniden başlaması müş-kildir» diyebilmiştir. Çünkü o, o kadının
iddeti boşama vaktinden itibaren aylarla olduğu meydana çıkarsa, hayzdan
kesilmezden önce gördüğü hayz da v^kte şâmildir. İmdi vakt olması bakımından
iddetten sayılmış olması vâcib olur. Boşanmakla iddet bekleyen kadın şüphe ile
eimâ olunsa — bunun açıklaması geçti — o kadın için diğer bir iddet lâzım gelir.
Çünkü sebeb yenilenmiştir.
İki iddot birbiri içine
girer ve kadının gördüğü her iki iddetten olur. Yâni, iki iddet birbiri içine
girince, şüphe ile cimâdan sonra kadının gördüğü hayz her iki iddetten sayılır.
Birinci iddet tamam olup ikinci iddet tamamlanmasa ve ikinci iddetin bir kısmı
bitse, kadının onu tamamlaması g-erekir. Eğer kadına iki iddet vâcib olursa ya
bunların ikisi de iki adamdandır, yâhûd bir adamdandır. Bir adamdan olursa,
meselâ; karısını üç kere boşayıp «Ben onu benim için helâl sandun.» dese veya
kadını kinaye lâfzlarla boşayıp iddeti içinde cima etse, şüphesiz iki iddet
birbiri içine girer. Eğer iddetler iki erkekden ve iki cinsden olurlarsa;
meselâ, kocası ölmüş olan kadının şüphe ile cima olunması gibi. Nitekim yakında
açıklaması gelecektir, Ya da İkisi bir cinsden olursa; meselâ, boşahılmış
kadının, iddet içinde evlenip ikinci kocanın cinsî münâsebette bulunması gibi,
ki araları ayrıldığında bize göre, iki îddet birbiri içine girer. Kadının
gördüğü hayz her ikisinden sayılır. Şayet birinci îddet bitip ikinci iddet tamâm
olmasa, o kadının ikinci iddeti tamamlaması gerekir. Bunun sureti şudur: İkinci
cima kadın bir hayz gördükten sonra olursa, ikinci cimâdan sonra onun üç hayz
görmesi gerekir. Birinci hayz birinci iddettendir. Ondan sonra olan iki hayz her
iki iddetten olur. Birinci iddet tamâm olur. İkinci iddetin tamâm olması için
dördüncü bir hayz vâcib olur. Eğer cima, kadın hayz görmezden önce olursa kadına
yalnız üç hayzdan başka bir şey lâzım gelmez. Bu üç hayz altı hayz yerine geçer.
Kocasının ölümünden
dolayı iddet bekleyen kadın şüphe ile cima edilse, aylarla iddet bekler ve o
aylar esnasında gördüğü hayzi da hesaba katar. Mebsût'ta denilmiştir ki: Eğer
kadın vefat iddetinde evlenip ikinci koca ile cinsî münâsebette bulunsa, aralan
ayrılır. Birinci kocadan beklediği iddeti dört ay ön gün olarak tamamlaması icâb
eder. O kadının diğer koca için de üç hayz beklemesi lâzımdır. Ayrıldıktan sonra
gördüğü hayz mümkün olduğu kadar birbiri İçine girmeyi tahakkuk ettirmek için
vefat iddetinden de sayılır. İdde t in bu şekli, Vikaye ve Kenz'de
zikredilmemiş tir.
Kadın boşandığım ve
ölümü bilmese bile bu iddetlet geçer. Hattâ koca gâib olsa ve kocasının boşadığı
haberi üç hayz gördükden sonra ulaşsa veya ölüm haberi dört ay on gün geçtikden
sonra ulaşsa; iddeti bitmiş olur. îddetin başlangıcı boşamanın ve ölümün
ardından olur. Boşama ve ölümü öğrenmenin ardından olmaz. Çünkü Allah Teâlâ
(C.C.), boşanmış ve kocası Ölmüş olan kadına iddeti vâcib kılmıştır. Bu kadınlar
boşama ve ölümün ardından iddetle vasıflanırlar. Fâsid nikâhın iddetinin
başlangıcı kâdînin ayırmasının peşjsıradır. Ya da cimâı terketmeye kocanın
azmetmesinin ardısıcadır. Âzm, kocanın «Ben seni terketüm» veya «Yolunu serbest
bıraktım» gibi sözleri Ue olur. Yoksa sâdece azm ile olmaz. Bunu Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir. Kan, «Benim iddetim geçti.» dedikde, koca onu yalanlama, kadına
yemin ettirilir. Çünkü yemîni ile söz karınındır. Zira kadın haber verdiği şeyde
emîn-dir. Tahkiki «Ric'at Babı» nın sonunda geçmişti.
Bir kimse talâk-ı
bâînden id.det bekleyen karısını nikâh, etse, yâni karısını üç talâkdan aşağı
bâînle boşayıp sonra iddet içinde tekrar alsa ve cimâdan Önce boşasa tam mehir
vermesi vâcib olur, kadının da yeni iddet beklemesi gerekir. Çünkü o kadın ilk
cima ile elinde sayılır. Bunun eseri kalmıştır. O da iddettir. Kadın elinde
olduğu hâlde nikâh yenilenince, bu elinde olma keyfiyyeti nikâhla vâcib olan
teslim alma yerini tutar. Misâli, kendi elindeki gasbe-dileni satın alan gâsıb
gibi. İmdi ö gâsıb yalnız akd İle teslim almış olur. Şu halde o talâk cimâdan
sonra talâk olur.
İki ülkenin dînen
birbirine zıd olması sebebiyle kocasından ayrılan esîr kadına iddet yoktur.
Çünkü iddet vâcib olması bakımından ancak kul hakkı olarak vâcib olur. H»rbî ise
cemâd* (cansız şeyler) a ve hayvanlara mülhaktır. Hattâ temellük için mahal
olmuştur. Onun fi-râşına (nikâhına) hürmet yoktur. Ancak hamileye iddet vardır.
Çünkü karnında nesebi, sabit çocuk vardır.
Zimmînin boşadığı zimmî
kadın için de, şayet iddetin yokluğuna inanırlarsa, iddet yoktur. Çünkü iddet
şeriatın hakkı için vâcib olamaz. Zira o kadın şeriatın hukuku ile muhâtab
değildir. Kocanın hakkı için de vâcib olamaz. Çünkü kocanın İnancına aykırıdır.
İmdi biz
onları dinleri ile
başbaşa bırakmakla me'mûruz.
Bizim ülkemize Müslüman
olduğu halde çıkan harbiyye veya zimm!yye yâhûd müste'mene sonradan İslâmı kabul
eder veya zimmîyye olursa yine iddet yoktur. Çünkü Allah Teâiâ (C.C.) kayıtsız
şartsu:
«Onlarla evlenmenizde
size bir günâh yoktur.»
buyurmuştur.
Yine bilirsin ki, harbî
cansızlara ve hayvanlara katılmıştır. Onun firâşına hürmet yoktur. Ancak hâmile
olursa iddet bekler. Çünkü bilirsin ki, kadının ka'rnında nesebi sabit çocuk
vardır.
İhdâd, süslenmeyi ve
kokulanmayı terk etmektir. Had ise men* ma'nâsınadır.
Bâînen boşanmış veya
kocası ölmüş olan kadın, korunmasına ve rızkının kifayetine sebeb olan nikâh
ni'metinin elinden gittiğine üzüldüğünü göstermek için süslenmeyi terk eder ve
güzel kokular sürünmez. Bundan dolayı ric'îyyen boşanmış kadın süsü terk etmez.
Çünkü nikâh ni'meti yok olmamıştır ve nikâh bakîdir. Onun için, cima da helâl
olur. Onun üzerine nikâhlı kadınlar hükmü cereyan eder. Yası büyük olan Müslüman
kadınlar tutar. Çünkü yaşı küçük ve kâfir kadın fer't mes'elelerle muhâtab
değillerdir.
-
Her ne kadar büyük ve
Müslüman olan kadın, câriye olsa da, yas tutar. Çünkü o, efendisinin hakkı ibtâl
edilmeyen yerde Hukuku Hah ile muhâtabdır. Dışarı çıkmak (hurûc) dan men etmek
bunun aksinedir.
Çünkü onda-efendisinin
hakkını ibtâl vardır. Kulun hakkı Allah (C.C.) hakkından ileri tutulur. Çünkü
kul muhtacdır. Yas zîneti terk etmekle tutulur. Za'ferân ve usfûr ile boyanmış
elbise giymek terk edilir. Çünkü bunlardan güzel koku yayılır. Kına yakmak,
güzel koku ve yağ sürünmek ve gözlerine sürme çekmek dahî terk edilir. Ancak
özürle olursa terkedilmez. Çünkü zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar.
Âzâd olunduğu İçin iddet bekleyen ümmü veled ile nikah-ı fâsidden iddet bekleyen
kadın* yas tutmazlar. Çünkü yas tutmak nikâh ni'metinin elden gittiği için
üzüntüsünü göstermek içindir. Bu iki nevi kadından nikâh ni'meti gitmiş
değildir.
İddet bekleyen kadına
evlenme teklif edilmez. Ancak üstü kapalı söylenebilir. Çünkü Allah Teâlâ
(C.C.):
«Böyle kadınlara kapalı
bir şekilde evlenme teklif etmenizde size sorumluluk yoktur.» (1) buyurarak;
rinden çıkarmakla veya kadın malının telef olmasından korkmakla veya ev
yıkılmakla veya evin kirasını bulamamakla çıkar.
Kadının iddet beklediği
evinde, bâln talâkda kocası ile kendisi arasında bir perde (sütre) çekmek
mutlaka lâzımdır..Tâ ki yabancı İle halvet vâki olmuş sayılmasın. Sütre
bulundukdan sonra bir evde olmalarında mahzur yoktur. Çünkü koca o kadının
haram olduğunu itiraf etmektedir. Zahir olan şudur ki: Koca kachru görmezse
harama yönel-mez.
Eğer ev, kocaya ve
iddet bekleyen kadına dar gelse, veya koca fâ-sık olsa, her ne kadar kadının
çıkması caiz ise de evlâ olan kocanın evden çıkmasıdır. "
İkisi araşma ihtiyaten,
araya girmeye kadir güvenilir bir kadın koymak mendûb olur. Bir, kadın bâin
talâkla boşanır yâhûd seferde kocası ölür ve o kadın ile şehri arası üç günden
eksik olursa, kendi şehrine döner. Çünkü sefer ibtidâen çıkmak değildir. Belki
binadır. Eğer kadın ile şehri arasındaki mesafe üç günlük ise gitmek ile dönmek
arasında muhayyer kalır. Gerek yanında velîsi olsun gerekse olmasın müsavidir.
Kocanın evinde iddet beklemek için geri dönmek mendûbdur. Bu şayet gideceği yere
dahi üç günlük kadar mesafe olur-sadır. Eğer gidilecek olan yer üç günîükden
daha az olursa, gideceği yere geçer gider. Daha önceki sözden anlaşılmış
olmasına dayanarak-dan bu şıkkı musannif metinde zikretmemiştir.
Anlaşılan şudur:
Kocanın evi ile gidilecek yerin eşit mesafede olması suretinde hüküm, kadının
muhayyer olmasıdır. İki tarafdan biri daha az olması suretinde az olana gitmek
taayyün eder.
Kadının kocası o kadını
şehirlerden bir şehirde bâînen boşa ısa veya Ölürse, kadın o şehirden çıkmaz.
Belki o şehirde iddetinİ bekler.
Eğer mahremi var ise
mahremiyle çıkar. Hiç hayz görmeyen kadın aylar ile iddet bekler. Keza bir gün
kan görüp bir daha görmemek suretiyle bir sene geçse, aylar ile iddet bekler.
Çünkü bu da hiç hayz görmeyen kadın hükmündedir. İddette aylara itibâr günler
iledir. Hilâller i!e değildir. Fetâvâyı Suğrâ'dâ da böyle zikredilmiştir.
Koca karısını boşayıp
iddet nafakasını aylara göre vermek için anlaşsa lar caiz olur. Çünkü aylar
muayyendir. Eğer hayz ile anlaşsaîar, hayz mechûl olduğu için caiz olmaz.
İddet bekleyen kadın
hem, birinci .kocasının iddetinin ve hem de muhallü kocasının iddetinin
geçtiğini haber verse, birinci kocanın zan-nı kadının doğru söylediğini kabul
etse ve müddet de kadının haber verdiği
mikdâra muhtemel olsa, birincisiyle onu nikâh etmesi caizdir. Yâni' kadın hayz
görenlerdense iddeti geçmesiyle onu nikâh etmesi caiz olur.
Kadının tasdik edildiği
müddetin en azı, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göre İki aydır. Talâkın birinci hayzdan
önce olmak ihtimâli olduğu için, İinâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre otuzdokuz
gündür. Buna göre onun birinci hayzınm müddeti üç gündür. Ondan sonra onbeş gün
temiz olur. Ondan sonra üç gün hâiz olur ve onbeş gün de temiz (tâhir) olur.
Ondan sonra üç gün hâiz olur. Böylece iddet tamamlanmış olur. Şeyhu'I-lsIâm
(Rh.A.), yıkanma zamanı hayzdan olmasına binâen, üç saat de yıkanmak için
eklemiştir.
tmâm A'zam' (Rh.A.) m delili
şudur: Kadının bu şekilde kan görmesi nâdirdir. Binâenaleyh onun üzerine şer'î
hüküm bina edilmez. Belki en umûmî ve kuvvetli olan üzerine bina edilir. Şu
halde hayz müddetinin en çoğu ve temizlik müddetinin en azına itibâr edilir. Tâ
ki ortalan bulunmuş ola. İmdi üç hayz onar günden bir ay olur ve üç hayzın
aralarında olan temizlik de onbeşer günden bir ay olur.
Hami müddetinin en çoğu
iki yıldır. Çünkü Hz. Âişe (R. Anhâ)
«Çocuk el iğinin
dâiresi kadar bile olsa ana karnında iki yıldan daha fazla kalmaz, demiştir.
Hamlin müddetinin en
azı altı aydır. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Onun ana karnında
taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.»
buyurmuştur. Bundan sonra Hak TeâJâ (C.C):
«Çocuğun sütten
kesilmesi iki yıl içinde olur.»
buyurmuştur.
İmdi hami için altı ay
kalır. Ric'î talâkdau id ele t bekleyen kadının nesebi sabit olur. Velev ki iki
yıldan daha fazlada doğurmuş olsun.
Elverir ki id d etin in
geçtiğini ikrar etmesin. Çünkü kadının iddet hâlinde gebe kalma ihtimâli
vardır, temizlik müddeti uzamış olabilir. Daha azda bâîn olur. Yâni çocuğu iki
yıldan daha azda doğursa, iddet bittiği için kocasından bâîn talâk ile boş
olur. Nikâhda veya iddette gebe kaldığı için çocuğun nesebi sabit olur ve koca
da dönmüş sayılmaz. Çünkü çocuk talâkdan önce de sonra da. ana rahminde kalmış
olabilir. Şu halde koca şüphe ile müracaatçı olamaz.
Koca daha çokda
müracaatçı olur. Vâni kadın çocuğu iki yıldan daha çok zamanda doğursa, dönmüş
sayılır. Çünkü gebelik talâkdan sonradır. Zahir olan şudur ki, kadından zina
müntefî olduğu için çocuk ondandır. Şu halde koca dönmüş olur.
Keza bâîn talâk ile
boşanmış olan kadın, çocuğu iki yıldan daha az zamanda doğursa nesebi sabit
olur. Da'vâya da hacet yoktur. Çünkü boşama vaktinde çocuğun kâim olması
muhtemeldir. Nikâhın ortadan kalktığı yüzde yüz bilinemez. İhtiyaten neseb
sabit olur. Eğer kadın çocuğu ayrılma vaktinden iki yılın tamamında doğursa, o
çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü hami talâkdan sonra meydana gelmiştir. Cima
haram olduğu İçin çocuk o kocadan değildir. Ancak, eğer koca çocuğun nesebini
iddia ederse, nesebi sabit olur. Çünkü koca çocuğu kabul etmiştir. Bir de;
kocanın kadınla iddette şüpheyle cinsî münâsebette bulunması muhtemeldir. Keza
yaşı dokuz veya daha fazla olup bülüğ belirtisi görülmeyen küçük kız dokuz aydan
daha azda doğursa, çocuğun nesebi sabit olur. Talâk bâîn olsun, ric'î olsun
fark etmez. Çünkü gebelik bu takdirde iddette olmuş olur. Mürâhik olan kadın
çocuğu dokuz ayda doğursa, çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü gebelik bu
takdirde iddetin dışında olur. Şu sebeble ki; mürâhika yakînen küçüktür. Yakîn
ise-ihtimâl ile yok olmaz. Küçüklük hamileliğe aykırıdır. Küçüklük vasfı o
kadında bâîti kalınca üç ayla iddetinin geçmesine hükmedilir ve hamileliğin
sonradan meydana geldiğine hamledir Ur. Şu halde neseb sabit olmaz. Görmez misin
ki, mürâhika, iddetin geçtiğini ikrar etse, ondan sonra altı ayda çocuk doğursa,
iddetin bittiğinin delîH bulunduğu için neseb sabit olmaz. Delil de onun
ikrarıdır. Burada da öyledir. Hattâ daha evlâdır. Çünkü onun ikrarı yalana
muhtemeldir. Şeriatın iddet bitti diye verdiği hükümde ise tereddüd yoktur.
Keza, boşanmış olup iddet bekleyen kadın iddetin geçtiğini söylese ve ikrar
vaktinden yarım yıldan daha az zamanda çocuk doğursa hüküm yine böyledir. Bu
«İkrar vaktinden» sözü Hidâye'de ve Kenz'de ve başkalarında yazılmışdır.
Ta'I|le uygun ve doğru olan budur. Sadru'ş-Şe-ria'da; «İkrar vaktinden» yerine
«Boşama vaktinden» denilmiştir. Gâli-bâ bu ilk nasibin hatâsı olacaktır. O
kadının çocuğunun, nesebi sabit olur.
Nitekim sebebi yukarıda geçti ki, yakînen kadının yalanı zahir olduğu için
gebelik bu takdirde iddette olur. Çünkü iddeti bittiğini inkâr etmiştir.
Halbuki rahmi menî ile meşgul idi. O kadın çocuğu yılın yansında doğursa,
çocuğunun nesebi sabit olmaz. Nitekim sebebi geçti ki: Bu takdirde gebelik
iddetin dışında olmuştur.
Talâkdau iddet bekleyen
kadının gebeliği belli olsa veya koca o gebeliğin kendisinden olduğunu ikrar
etse, çocuğunun nesebi sabit olur. Yâni kadın çocuğunun doğumunu iddia edip,
kocası inkâr etse, halbuki doğumdan önce kadının gebeliği belli olsa veya koca o
gebeliği ikrar etse, çocuğun nesebi sabit olur.
Kadının gebeliği belli
olmayıp ve koca gebeliği ikrar etmezse, eğer kadının doğumu tam delil ile sabit
olursa nescb sabit olur. Yâni iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının
şehâdetiyle doğum sabit olur. Meselâ kadm bir eve girer ve gerek kadının
yanında, gerekse evde kimse bulunmaz. Kadın çocuk doğurduğu vakitte o iki adam
kapıda olurlar. Kadının çocuk doğurduğunu görmekle veya çocuğun sesini işitmekle
bilirler. Musannifin «tam delîl» ile kaydına sebeb şudur: Zira doğuma bir
kadının şehâdet etmesiyle neseb sabit olmaz. Bu konuda İmânı ey n (Rh.Aleyhimâ)
ayrı görüştedir. Sözün kısası şudur ki: İddet bekleyen kadın çocuk doğursa, İmâm
A'zarn' (Rh.A.) a göre, onun nesebi sabit olmaz. Meğer kî iki erkek veya bir
erkek ile iki kadın onun doğum yaptığına şehâdet edeler. Ancak gebelik belli
olur veya koca yönünden itiraf olursa, bu takdirde şehâdetsiz neseb sabit olur.
İınâmeyiv (Hh. Aleyhi mâ) e göre, hepsinde; Müslüman, hür, âdil bir kadının
şehâdeti He neseb sabit olur. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.
Keza Ölümden dolayı
iddet bekleyen kadın iki yıldan daha az zamanda çocuk doğursa nesebi sabit
olur. Bu mes'ele Hidâye'de; «Kocası ölmüş olan rru'tedde kadının çocuğunun
nesebi sabit olur... ilâh.» sözüyle yazılmıştır. Yâni, vefattan dolayı iddet
bekleyen kadının çocuğunun nesebi, kocanın ölümü ile çocuğunun arası iki yıldan
daha az olursa sabit olur. İmâm Züfer (Rh.A.) «Kadm ölüm iddetinin bitmesinden
altı ayda çocuk doğursa neseb -sabit olmaz. Çünkü şeriat, iddet yönü belli
olduğu için, o kadının iddetinin bitmiş olmasına aylar ile 'hükmetmiştir. İmdi
iddetin bittiğini ikrar ettiği zamanki gibi olur. Nitekim küçük kız mes'elesinde
beyân edildi» demiştir.
Bizim delilimiz şudur:
O kadının iddetinin bitmiş olması için diğer bir cihet vardır. O da çocuğu
doğurmaktır. Küçük kız bunun aksinedir. Çünkü küçük kız (sagîre) da asi olan,
hâmile olmamasıdır. Zira bulûğdan önce hamle mahal değildir. Bulûğda şüphe
vardır ve küçüklüğü ise yakînen sabittir. Şu halde şüphe ile yakın zail olmaz.
Ya da iddet içinde
çocuk doğurup mirasçılar da doğurmayı ikrar ederlerse, doğuma bîr kişi dahî
şthâdet etmese, çocuk ittifakla Ölen ada-- ımn oğludur. Bu, mîrâs hakkında
çocuğun vâris olması için zahirdir. Çünkü mîrâs mirasçıların hâlis haklarıdır.
Şu halde mirasçıların tasdikleri kabul edilir. Amma neseb hakkında, tasdikleri
başkaları hakkında sabit olur mu, olmaz mı?
Bu mes'ele dahî
Hidâye'de; saniyen: «Mirasçılar kadını tasdik etselerdi, Ölümden dolayı iddet
bekleyen kadının çocuğunun nesebi sabit olur.» sözü ile zikredilmiştir.
Fakîhler demişlerdir
ki: Şayet mirasçılar, kadını tasdik etmekde, iki erkek veya bir erkek ile iki
kadın gibi.ehl-i şehâdetten olsalar, hüccet kâim olduğu için neseb sabit olur.
Bundan dolayı, bazısı; -«Şehâdet lâfzı şart kılınır.» demiş, bazısı da, «Şart
kılınmaz.» demiştir. Çünkü başkası hakkında sübût, ikrarları ile kendi
haklarındaki'sübûta tâbi-dir. Tâbi olarak sübût bulan şeyde aslın şartlarına
riâyet edilmez. İkâmet hakkında, efendisi ile beraber köle ve sultan ile beraber
askerin durumu gibi. Sahih olan budur. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.
ı Keza nikâh edilmiş
bir kadın, çocuğu £İti ayda doğursa, çocuğun nesebi sabit olur. Yâni, bir adam
bir kadın ile evlenip, kadın altı ayda ve daha fazlada çocuk doğursa, o çocuğun
nesebi o adamdan sabit olur. Gerek koca ikrar etsin ve gerek sussun müsavidir.
Çünkü nikâh mev-cûddur ve müddet de tamdır. Eğer koca, kadının çocuk doğurduğunu
inkâr etse, bir kadının şehâdeti ile doğum sabit olur. Eğer o adam çocuğu inkâr
ederse lâ'netleşirler. Çünkü neseb mevcûd nikâhla sabit olur. Liân ancak kazf
ile vâcib olur. O burada mevcûddur. Çünkü kocanın «Benden değildir.» demesi,
kadına zina isnadıdır ve kazf çocuğun varlığını gerektirmez.
Ebenin şehâdeti ile
sabit olan çocuğa, ebenin şehâdeti ile liân lâzım gelmesin diye itibâr edilmez.
Belki liân, çocukdan tecrîd edilmiş olduğu halde kazfe -izafe edilir.
Ben derim ki; bunun
zahirine itiraz edilebilir. Biz kabul ediyoruz ki, mutlak kazf çocuğun varlığını
gerektirmez, lâkin çocuk ile kazf çocuğun varlığını gerektirmediğini teslim
etmiyoruz.. Halbuki söz çocuk ile kazfdedir. Bu i'tirâzm defi şöyledir:
Fukahânın, varlık (vücûd) ile muradı dış varlıktır.. Çocuk ile kazf, ibarede
varlığı gerektirir, hâricde değil. Meselâ koca karısının bîr çocuk doğurduğunu
işitse, «O çocuk benden değildir.» dese, zina ile kazf etmiş olur. Çünkü, «Sen
zina ettin de çocuk ondan oldu.» demiş gibidir.. Velev ki hâricde çocuk mevcûd
olmasın.
Eğer kadın altı aydan
daha az zamanda çocuk doğursa, gebelik ni-kâhdan önce olduğu için, çocukun
nesebi sabit olmaz: Eğer kadın çocuk doğurup ondan sonra ihtilâf etseler ve
kadın nikâhını o güne gelinceye kadar altı ay oldu diye iddia etse ve koca da
altı aydan daha azdır diye iddia etse, İmânı A*zam' (Rh,A.) a göre, kadın
yeminsiz tasdik edilir. İraâmeyn (Rh. Aleyhîmâ) bunu benimsememişlerdir.
Nitekim yakında zikredilecektir.
Bîr kimse «Eğer ben
filân kadını nikâh ettim ise o kadın boştur.» dese, ondan sonra nikâh etse ve
kadın nikâhtan itibaren yarım yılda çocuk doğursa, o çocuğun nesebi kocaya lâzım
gelir. Gebelik iddet içinde olduğu için, kadının mehri de kocaya lâzım gelir.
Koca karısının talâkını doğurmasına bağlasa, yâni, karısına «Eğer bir çocuk
doğurursan, boşsun.» dese, kadının çocuk doğurduğuna da yalnız bir kadın şehâdet
etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre talâk vâki olmaz. İmâmeyn' (Rh. A-leyhimâ) e
göre; vâki olur. Çünkü doğurmak yalnız bir kadının şahadeti ile sabit olur.
Ondan sonra talâk ötekine bağlı olarak sabit olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili
şudur: Doğurmak zarûreten sabit olur. İmdi zaruret mikdan ile takdir edilir,
talâka geçmez. Talâk doğuma tâbi değildir. Çünkü boşamak ile doğurmakdan her
biri diğeri olmaksızın bulunur. Hidâye sarihlerinin bazısı itiraz edip
demişlerdir ki: Bizim sözümüz doğurmaya bağlanan boşamadadır ve bir şeye
bağlanmış olan o şeyin gereklerindendir. Halbuki doğum yalnız bir kadının şehâ
deti ile sabit olur ve bir şey şayet sabit olsa, bütün gerekleri ile sabit olur.
Ben derim ki: Bir şey sabit olunca bütün gerekleri ile sabit olur, sözü ıtlâkı
üzere değildir. Belki o söz bir yerdedir ki lâzım ile melzûmun arasında
birbirlerinden ayrılmak tasavvur olunmaz. Nitekim aklî lüzumda olduğu gibi.
.
.
Hidâye sahibi buna:
«Talstk doğurmakdan ayrılır.» sözü ile işaret etmiştir. Usûl kitablarında iktizâ
konusunda takarrür etmiştir ki; bir kimse bir kimseye «Sen köleni benden bin
akçaya âzâd eyle.» dediği vakitte, azadın sahih olması zaruretinden dolayı
satışı iktizâ eder. Sanki o sözü söyleyen kimse «Sen köleni bana bin akçaya sat
ve benim tarafımdan âzâd etmeye vekilim ol.» demiş gibi olur. Böylece zaruret
mikdârı ile satış sabit olur. Hattâ erkân ve şeraitten bir şey sabit olmaz,
ancak aslen sukutu muhtemel olmayan şey sabit olur.
Eğer koca kadının gebe
olduğunu İkrar ettikden sonra kadının talâkım doğurmasına bağlasa, k&dm «Çocuk
doğurdum.» eledikde, onu yalanlasa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, ebenin şehâdeti
olmaksızın ta-Jâk vâki olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, ebenin şehâdeti
şarttır. Çünkü kadın, kocanın hânis olduğunu iddia etmektedir. Şu halde
delil gerekir. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Kocanın gebeliği ikrarı,
gebeliğe vardıran şeyi de ikrarıdır. O da doğurmaktır.
Bir kimse bir câıiye
nikâh edip boşadtkdan sonra, onu satın alsa, satın aldığı günden itibaren a'*ı
aydan daha az zamanda çocuk do-ğursa, çocuğun nesebi o kimseden olması gerekir.
Eğer altı ayda ve altı aydan fazlada çocuk doğursa, nesebi ondan olması
gerekmez. Çünkü birinci vecihde çocuk iddet bekleyen kadının çocuğudur. Zira
gebelik satın almadan öncedir. İkinci vecihde çocuk memlûke çocuğudur. Çünkü
hadis olan şey, en yakın vaktine muzâf kılınır. Şu halde mutlaka da'vâ gerekir.
Bir kimse cariyesine
«Eğer senin karnındaki oglansa bendendir.» dese, bir kadın da o câriye, kocanın
ikrar ettiği günden itibaren altı aydan daha az zamanda çocuk doğurduğuna
şehâdet etse, o kimsenin ümmü veledi olur. Çünkü nesebin sübûtunun sebebi —ki
da'vâdır — efendisi taralından «O çocuk bendendir.» demesiyle mevcûddur. Ancak
çocuğun tu'yininc hacet kalır. Ta'yin de ebenin bilittifâk şehâdeti ile sabit
olur.
Musannif, ikrar ettiği
günden, itibaren altı aydan daha az zamanda demiştir. Zira o çocuk altı ayda
veya a!tı aydan fazlada doğsa, ne-seb sabit olmaz. Efendisinin sözünden sonra
cariyenin gebe olması muhtemel olduğu için neseb sabit olmaz. Efendi bu çocuğu
iddia etmiş sayılmaz. Fakat efendi, «Çocuk bendendir.» dediği vakitte,
cariyenin karnında çocuğun bulunması kesin bilindiği için birinci vech bunun
aksinedir. Bu durumda da'vâ sahih olur. Ya da bir kimse bir ma'sûm için: «Bu
benim oğlumdur.» dese ve o khnse Ölse, çocuğun anası da «Bu çocuk o ikrar eden
kimsedendir ve ben de o kimsenin karışıyım.» dese, ikisi de o kimseye vâris
olurlar. Çünkü mes'ele kadının hürriyet ile ma'rûf ve çocuğun anası olduğuna
göredir! O çocuğun, ikrar eden adamın oğlu olması, ancak anasını sahih nikâhla
mümkündür. Zira helâlliği ifâde için konulan şey nikâhtır.
Eğer ölen kimsenin
vârisi o kadına «Sen ölenin ümmü veledisin.» dese ve o kadın da kendisinin hür
olduğunu bilmese vâris olmaz. Çünkü hürriyetin zahir olması köleliği
kaldırmakda belde itibariyle hüccettir. Mirasa istihkak için hüccet değildir.
Bir.kimse cariyesini kölesi ile evlendirse, o câriye de bir çocuk doğursa ve
efendi «O çocuk benimdir.» diye iddia etse; onun nesebi sabit olmaz. Çünkü
çocuğun nesebinin sabit olması nikâhın feshini gerektirir. Sabit oldu ki, nikâh
sahîh oldukdan sonra feshi kabul etmez. Satış bunun aksinedir. Çünkü, efendi
şayet cariyesini satsa ve o câriye müşteri yanında çocuk doğursa, bundan sonra
satıcı o çocuk bendendir diye iddia etse, nesebi ondan sabit olur ve satış fesh olur, çocuk da âzâd edilmiş olur. Çünkü
efendinin mülküdür. O da oğlu olduğunu ikrar etmiştir. Her ne kadar melr zûm
sabit olmasa da. çocuğun hürriyeti sabit olur. Nitekim nesebi belli olan
kölesinin kendi oğfu olduğunu ikrar etse hüküm yine böyledir. O çocuk
bendendir, diye ikrar etmesiyle, câriye de satanın ümmü veledi olur.
Bir kimsenin ciinâ
ettiği cariyesi bir çocuk doğuısa, o kinişe bu çocuk bendendir demedikçe çocuğun
nesebi sabit olmaz. Çünkü cimâ-dan istifâde hakkt üç mertebedir:
Birincisi kavidir. O
nikâhlı kadının lirasıdır. Onun hükmü, da'vet-siz yâni bu çocuk bendendir
demeksizin, neseb sabit olmaktır. Sadece benden değildir, demekle ilgisi
kesilmiş olmaz. Belki sahih nikâhda, li-ânla ilgisi kesilmiş olur. Çünkü l^sid
nikâhda Hân olmaz. Nitekim daha önce geçti.
İkincisi zayıf
firâşdır. O da cariyenin lirasıdır. Bunun hükmü zayıf olduğu için bununla neseb
sabit olmayıp, ancak bu çocuk bendendir, demekle sabit olmaktır.
Üçüncüsü: İkisi ortası olan
fİrâştu*. O da ümmü veledin lirasıdır. Bunun hükmü; da'vetsiz neseb sabit olmak,
mücerret «Benden değildir.» demekle ilgisi kesilmektir. Lâkin da'vetsiz nesebin
subûtu; ancak ümmü veledin cimâı efendisine helâl olduğu surette olur. Şayet
cimâı ona helâl olmazsa da'vetsiz neseb sabit olmaz. Efendisinin mükâtebe
eylediği ümmü veled ve iki kimse arasında ortaklaşa olan câriye gibi ki, o
kimselerin ikisi de o cariyeyi ümmü veled yapar da sonra, bir çocuk doğurursa,
da'vetsiz onun nesebi sabit olmaza Hizânetu'1-Müf-tîn'de böyle zikredilmiştir.
Hıdâne «Hadâne*t-tâiru
beydatehu» dendir. Kuş yumurtasını kanatları altına alıp bağrına bastığı zaman,
kuş yumurtasını hadn etti derler. Bunun gibi. kadın da çocuğunu hadn etti, yâni
bağrına bastı denir.
Her ne kadar talâkdan
sonra bile olsa, çocuğun anası çocuğa mahrem olmayan başka kocaya varmadıkça
hıdâne çocuğun anasına âitidir.
Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Zira, bunun üzerine ümmetin icmâı vardır.
Çünkü anne başkasından şefkatlidir. Ancak, çocuğun annesi fâcire veya mürtedde
olursa, o İslâm'dan dönen kadın habsedilir ve dövülür ve hıdâne için vakit
bulamaz. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir. Eğer kaçınır veya istemezse, hıdâneden
âciz olması ihtimâli bulunduğu için, o anaya çocuğu alması için zorlanmaz. Ancak
çocuk anasından başkasının memesini almadığı bilinirse veya anasından başka
zîrahm mahremi ( yakın akrabası) olmassa o vakit hıdâne için zorlanır. Çünkü
yabancının o çocuğa şefkati olmaz.
Bundan soma, hıdâne, ne
kadar yukarı gitse de çocuğun anasının anasına iticidir. Çünkü bu velayet analar
tarafından gelir. Ondan sonra, hıdâne hakkı ne kadar yukarı gitse de çocuğun
babasının anasına âiddir. Çünkü bunlar da analardandır. Bundan dolayı anaların
mîrâsı olan altıdabiri kazanırlar. Bir de; babanın anasının, velâdetten dolayı
şeîkati boldur. Ondan sonra çocuğun ana - baba bir kızkardeşiııe âiddir. Çünkü
daha şefkatlidir. Ondan sonra, hıdâne hakkı ana bir kızkurdeş içindir. Zira.o bu
işde ana - baba bir kizkardeşe yakındır. Ondan sonra, çocuğun baba bir
kızkardcşinc âidcür.. Çünkü ana - baba kızları ecdâd kızlarından evlâdır. Ondan
sonra hıdânt hakkı çocuğun teyzesine âiddir. Çünkü bu işde anaya yakınlık
tercih edilir.
Ana - baba bir olan,
ana bir olandan evlâdır. Ondan sonra, ana bir olan, baba bir olandan evlâdır.
Ondan sonra, baba bir olana âiddir. Teyze, erkek kardeş kızlarında» evlâdır.
Çünkü teyze anaya mensûb-dur. Erkek kardeş kızları kardeşe mensûb olurlar. Ondan
sonra, hıdâne hakkı, zikredilen tertîb üzere çocuğun halasına âiddir. Hala ve
teyze kızlarına hıdâne hakkı yoktur. Çünkü onlar mahrem değillerdir. Zikredilen
kadınların hür olmaları şarttır. Çünkü köle, efendisinin hizmeti ile
uğraştığından hıdâneden âcizdir. Bir de, hıdâne hakkı velayetten bir çeşittir.
Kölenin ise kendisine velayeti yoktur. Şu halde başkasına velayete nasıl kadir
olur?
Câriye ve um mü veled
içip, bunlar âzâd olmazdan önce hıdâne hakkı yoktur. Eğer küçük çocuk köle ise
belki hak efendiye âiddir. Eğer küçük çocuk ile anası efendinin mülkünde ise
ikisinin arası ayınlmaz. «Büyü' — Alış-veriş» konusunda açıklaması gelecektir.
Eğer küçük çocuk hür ise hıdâne hakkı hür olan akrabasına âiddir. Şayet câriye
ve rinımu veled âzâd edilse, hür olan çocuklarında hıdâne hakkı onlara âiddir.
Çünkü onlar ve çocukları hakkın sabit olması hâlinde hürdürler.
Zİmmiyye, çocuk dîne
akıl erduinceye kadar Müslüman kadın gibidir. Yâni, Müslüman olan çocuğuna
bakmaya daha haklıdır. Çünkü hıdâne şefkate dayanır. Ana ise çocuğuna daha
şefkatlidir. Çocuk dîne akıl erdirmediği müddetçe anasına vermek çocuk için en
uygun olanıdır. Şayet dîne akıl erdirip anlarsa, zarar ihtimâli olduğu için
anasından ayırılır, veya çocuğun küfre alışmasından korkulursa ayırılır. Çünkü
küfre alışmak bazan dîne akl erdirmezden önce olur. İmdi, bundan korkulursa
çocuk anasından ayınlır. Ana olsun, nine gibi başkası olsun, çocuğun mahreminden
başka birine nikâh edilmekle hıdâhe hakkı düşer. Çünkü şefkat azalır. Şayet
mahremine nikâh edilse hıdâne hakkı
düşmez. Çocuğun anası amcasına ve ninenin dedeye nikâh edildiği gibi.
Mahrem olmayandan
ayrılmakla hıdâne hakkı geri döner. Çünkü mâni' zail olduğu zaman memnu avdet
eder.
Çocuğun anası süt
emzirmek için ücret istese, eğer nikalıda olduğu halde veya ric'î talâk
iddetinde isterse ücrete müstehâk olmaz. Çünkü ananın çocuğunu emzirmesi, her
ne kadar dînen emredilmiş değil ise de, diyanet yoluyla lâzımdır. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.) :
«Anneler çocuklarını
cmzirirler...» buyurmuştur. Lâkin analar
âciz olmaları ihtimâlinden dolayı özürlü oldular. Çocuğun annesi ücretle
emzirmeye kalkışırsa, buna gücü olduğu belli olup bu işi yapması kendisine
vâcib olur. Bu durumda emzirmeye karşılık ücret alması caiz olmaz.
Kadın iddettcn sonra
veya iddeti içinde kocasının başka karısın' dan olan oğlu için süt emzirmeye
karşılık ücret istese, ücrete müste-hak olur. Birinci şekle sebeb: Yâjii
Iddetten sonra müstehâk olması, nikâh tamamiyle yok olup yabancı gibi olduğu
içindir. İkincide ise sebeb: Yâni iddet içinde kocasının başka kadından olan
oğlu için ücrete müstehâk olması, onun üzerine emzirmek lâzım olmadığı içindir.
Malûm olsun ki, ana,
iddeti bittikten sonra, yabancı kadının ücretinden fazla ücret istemedikçe
çocuğu emzirmek için evlâdır. Çünkü ana çocuğu için daha şefkatli ve daha
faydalıdır.,Çocuğu anadan almakla çocuğa zarar vermek vardır. Eğer ana yabancı
kadının ücretinden fazla ücret almak için kâdîya başvurursa, babadan zararı
savmak için o fazla ücreti ödemeye baba zorlanmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Ana çocuğundan, çocuk
kendisinin olan baba da çocuğundan dolayı zarara sokulmasm.ii buyurmuştur.
3fâni anadan çocuğu
almakla ona zarar vermemeli. Baba da yabancı kadının ücretinden daha çok ücret
vermekle zarara sokulmamalı. Eğer yabancı kadın ücretsiz çocuğu emzirmeye razı
olursa veya ecr-i mislden daha aza razı olup ana da ecr-i misle razı olursa bu
durumda yabancı kadın, bizim söylediğimiz şeyden dolayı evlâdır. Bunu Zeylaî
(Rh.A.) zikretmiştir.
Bâîn talâk ile boşanmış
olan kadında iki rivayet vardır: Bir rivayette; onu ücretle tutmak caizdir.
Çünkü nikâh yok olmuş ve kadın yabancılara katılmıştır. Diğer rivayette; caiz
değildir. Zira iddet nikâhın ahkâmındandır. Bundan dolayı iddette nafaka ve
mesken vâcib olmuştur. Ona kocanın zekât vermesi ve onun için şehâdet etmesi de
caiz olmaz.
Çocuğun anası iddetten
sonra «Ben bu çocuğu emzirmem, ancak ücret ile emziririm.» dediği vakitte baba
«Ben ücretsiz emzirecek kadın bulurum.» dese veya ana «Ben bu çocuğu emzirmem,
ancak şu kadar ücret ile emziririm.)) dedikde, baba «Ben senin istediğin
ücretten daha azı ile emzirecek kadın bulurum.» dese, o a.na çocuğun babasını
men edemez. Lâkin katkn başkası Ue evlenmedik ye, iki tarafa riâyet için, süt
ana çocuğu ananın evinde, emzirjr. Küçük kız, fesâd ihtimâli bulunduğu için,
çocuğun anasının erkek kardeşi gibi asabe (erkek mirasçılar) olmayan mahreminin
bulunmasiyle beraber, amca oğlu gibi mahrem olmayan asabeye verilmez. Çünkü
dayıya vermekde fesâd ihtimâli yoktur.
Yine küçük kız çocuğu,
utanmaz olan fâsık kimseye verilmez. Utanmaz fâsık, işlediği çirkin işe aldırış
etmeyen kimsedir. Çünkü böyle olan kimse îesâddan korunmaz, Her ne kadar temyize
kadir bile olsa, küçük çocuk babası ile anası arasında muhayyer bırakılmaz.
İmâm Şafiî (Rh.A.) «Eğer temyiz yaşına erişti ise muhayyer bırakılır ve seçtiği
kimseye teslim edilir.» demiştir.
Ana ile nine küçük
çocuk için; yemek, içmek; giyinip kuşanmak ve yalnız başına taharetlenmekte
başkasına ihtiyâcı kalmayıncaya kadar babadan daha lâyıktır. Çünkü başkasından
müstağni olunca artık te'dîbe ve erkeklerin ahlâkını almaya muhtâc olur. Baba
ise buna daha muktedirdir.
Çocuğun müstağni olması
(başkasına ihtiyâcı kalmaması) yedi yü ile takdir edilmiştir. Yedi yılı Kassâf
takdir etmiştir. Fetva .da burnın-Iadır. Kâtt'de böylece zikredilmiştir.
Ana ile nine küçük kiz
çocuğu için, hayas görünceye kadar babadan daha lâyıktır. Çünkü.küçük kız
çocuğu istiğnadan sonra kadınların edeblerini bilmeye muhtâcdır. Kadın ise buna
daha muktedirdir. Bâliğa oldukdan sonra iffetinin korunmasına ve muhafazaya
muhtaç olur. Bu husûsda ise baba daha kadirdir, İmâm Muhamıned' (Rh.A.) den
rivayet edilmiştir ki: «Küçük kız çocuğu, niüştehât mertebesine varıncaya kadar
anasına veya ninesine verilir.» Yâni, küçük kız, şehvet haddine eriştiği zaman
babasına verilir. Çünkü korunmaya ihtiyâcı o zaman tahakkuk eder. Zamanın
fesadından dolayı bu kavil daha ihtiyattır.
A*ıa ile nineden başka
küçük kızın mahremlerinden dadılık yapan kadın, kıza şehvet haddine varıncaya
kadar, baba İle dededen daha lâyıktır. Çünkü çocuğu dadı yanında bırakmak, bir
nevî hizmetçi yapmaktır. Ana ile nineden başka kadın ise onun istihdamına kadir
olmaz. Bir de; maksûd olan, kadınların edeblerini Öğretmektir. Öğretme ise
istihdam ile hâsıl olur. Ana ile nineden başkası istihdama mâlik olmaz. Bundan
dolayı küçük kız çocuğu hizmet için kiralanmaz ve maksûd hâsıl olmaz. Ana ile
nine .bunun aksinedir. Çünkü şer'an istihdam hakları yardır.
Boşanmış olan kadın,
yolculuk da çocuğa zarar geleceği için, çocuğun babasından izinsiz çocukla
beraber yolculuğa çıkamaz. Ancak, eğer o kadının, nikâh edildiği vatanına
yolculuk ederse olur. Hattâ evlenmek kadının vatanı olmayan bir beldede olsa, o
kadın' çocuğu o beldeye nak-ledemez. Vatanına da nakledemez. Çünkü her birinde
iki şeyden biri yoktur. Bu Kitâbtı't-Talâk'da AsVdan rivayet edilmiştir. O da en
doğru rivayettir. Bu zikredilen mes'ele, eğer iki yerin arasında fark olursadır.
Şayet iki belde birbirlerine yakın olsalar, şöyle ki: Bir günde çocuğuna gelip
kavuşup yine gece olmacfan önce ehline geri dönmesi mümkün olursa, o kadın için
çocuğu o kadar yere nakletmek, caiz olur. Bu da mutlaka tslâm ülkesinde caiz
olur.
O naklettiği beldede
evlenmenin vukuu ve vatan şart kılınmamıştır. Ancak şehirden köye nakletmemesi
şarttır. Çünkü yakına intikâl bir beldede bir mahalleden bir mahalleye intikâl
gibidir. Lâkin şehirden köye intikâlde çocuk için zarar vardır. Çünkü çocuk
köylü ahlâkiyle ahlâklanır. Kadın bu nakle ancak, kadının vatanı olup nikâh da
orada olursa mâlik olur. Esah kavi budur. Nitekim biz sebeblerini açıkladık.
Bu zikredilen sefer
anaya mahsûstur. Anadan başkasına, hattâ ninesine çocuğu nakî, babasının izni
olmaksızın caiz değildir.
Bir küçük kızın zengin halası
olup baba fakir olsa ve halası çocuğu bir şeysiz (meccânen) bakmak istese,
çocuğu anasından da menet-mese, halbuki ana hıdânedeij kaçınsa, ve babadan ücret
ile çocuğun nafakasını istese, sahîh olan kavle göre: «Anaya, ya meccânen çocuğu
elinde tutarsın veya halasına verirsin.» denilir. Hulâsada da böyle
zikredilmiştir.
Nafaka, iııfâk
nm'nâsmda isimdir.
Hişâm (Rh.A.) demiştir ki:
«Ben İmâm Muhammed'e
nafakadan sordum. Nafaka, yiyecek, giyecek ve meskendir.» dedi. Hulâsa'da böyle
zikredilmiştir.
Nafaka bir kaç sebeb
ile vâcib olur.
Kan - kocalık o
sebeblerdendir.
Ncseb ve mülk ele o
sebeblerden biridir.
Musannif karı -
kocalığı öne almıştır. Çünkü karı - kocalık nesebin aslıdır. Neseb de mülkden
daha" kuvvetlidir.
Gerek koca küçük olup
cimâa kadir olmasın veya fakîr olup nafa* ka sayılacak bir §eyi olmasın,
karısının nafakası ona vâcibdir. O kan gerek Müslüman olsun ve gerek kâfir oisım
ve gerek büyük olsun veya cimâa elverişli yaşı küçük kadın 1>lsun müsavidir. Hattâ böyle olmazsa engel
karı tarafından olup ferci teslim bulunmaz. Bu takdirde nafaka vâcib olmaz.
Fakat koca küçük olup cimâa kadir olmadığı surette bunun aksinedir. Çünkü engel
kocanın tarafındandır. Eğer koca ve karı ikisi de küçük olup cimâa kadir
olmasalar, kan için nafaka yoktur. Çünkü engel ma'nen karı tarafından gelmiştir.
Bu bâbda yapılacak son iş; kocanın tarafından olan eugeli yok saymaktır.
Karının tarafından olan engel kâimdir. Karının tarafından olan engelin kâim
ol-masiyle beraber nafakaya müstehâk olmaz. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Nitekiitı, koca küçük
olup cimâa kadir olmasa da, karının yaşı büyük olursa, o karı gerek fakır
olsun, gerek zengin olsun; gerek cima edilmiş, olsun ve gerek olmasın nafakaya
müstelıak olur. Çünkü kadının zenginliği kocası üzerindeki nafaka hakkını iptal
etmez.
Nafaka koca ile karının
hallerine göre vâcib olur. Bu Hassâf (Rh.A.) m tercihidir ve fetva da buna
göredir. Musannif bunu şu sözü ile beyân etmiştir: Kan ve kocanın ikisi de
zengin oldukda, zengin nafakası vardır. İkisi de fakir oldukda fakir nafakası
verilir. İkisinden biri zengin ve diğeri fakir olursa —ki bu iki surete
şâmildir. Biri; karı fakir, ve koca zengin olmaktır. Diğeri; kan zengin ve koca
fakır olmaktır.— nafaka iki hâlin ortası ile takdir edilir. Yâni, zenginlerin
nafakasından aşağı ve fakirlerin nafakasından fa2laca olur. İmâm Kerhî (Rh.A.)
«Kocanın hâline itibâr edilir» demiştir. Şafiî' (Rh.A.) nîn kavli de budur.
Bedâyi' sahibi, sahih kavi budur; demiştir. Mebsût sahibi ise; «Zengin-Ukde ve
fakîrlikde muteber olan —zahir rivayette— kocanın hâlidir.» demiştir.
Her ne kadar karı
babasının evinde olsa da nafaka lâzımdır. Hidâ-ye'de denmiştir ki: «Şayet karı
kendisini kocanın evine teslim etse, nafakasını kocası vermesi gerekir.»
Njhâye'ds de denmiştir ki: «Bu şart zahir rivayete göre lâzım değildir. Çünkü
Mebsût'ta şöyle denilmiştir: Zahir rivayette bildirildiğine göre akdin
sıhhatinden sonra, her ne kadar kocanın evine nakletmese de, kan için nafaka
vâcibdir.» Ondan sonra denilmiştir ki: Belh İmamlarının sonra gelenlerinden bir
kısmı karı -kocanın evinde zifaf edilmedikçe nafakaya müstehâk olmaz.» Fetva
Kitabın cevâbı üzeredir. O da.kocanın evinde zifaf edilmese bile nafakanın
vâcib olmasıdır.
Veya kan, kocanın
evinde hasta olursa, onun için nafaka lâzım gelir. Kıyâs, şayet karının
hastalığı cimâı nıenetse nafaka Verilmemek iktizâ ederdi. Çünkü erkeğin
istifâdesi için kadın tarafından kendini hab-setmek yoktur. îstihsânen nafaka
lâzım gelmesinin vechi; ihtibâsın mev-cûd olmasıdır. Çünkü koca o hasta olan
kadın ile ünsiyet eder. Onu okşar ve kadın onun evini korur. Engel arızîdir,
hayza benzer. Bu yönden istihsânen nafaka lâzım gelir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan rivayet edilmiştir ki: «Karı şayet nefsini teslim ettikten sonra hasta
olsa, teslim tahakkuk ettiği için nafaka vâcib olur.» Eğer teslimden önce hasta
olup nefsini ondan sonra teslim ederse nafaka vâcib olmaz. Çünkü teslim sahih
olmaz. Bunu Hîdâyc sahibi makbul bulmuştur.
Nâşize olan kadın için
nafaka vâcib olmaz. Musannif, nâşizeyi: «Nâşize kadın: Kocasının evinden
haksızca çıkıp gidendir. Kocasının evine geri dönünceye kadar nâşizedir.» sözü
ile açıklamıştır. Çünkü ih-tibâsın (kendini kocası için habs etmenin) yok olması
karının kendisin-cîendir. Döndüğü zaman ihtibâs yerine gelir ve nafaka vâcib
olur. Fakat kocanın evinde temkinden kaçınan kadın zikredilenin aksinedir.
Çünkü ihtîbâs kâimdir. Koca onun ile zorla cimâa kadirdir. Musannifin
«haksızca- sözü «haklıca» çıkmakdan sakınmadır. Nitekim koca ona naehr-i
muaccelini (peşin mehr) vermediği için kocanın evinden çıkması gibi.
Borç sebebiyle,
habsedilen kadının da nafakası kocasına vâcib olmaz. Çünkü borcunu Ödemeyip
oyalanmak suretiyle kendini teslimden kaçınmak onun tarafından gelmiştir. Onun
tarafından gelmese bile erkek tarafından da kaçınma kadından olmayıp kadın âciz
olduğu için olsa da suç değildir.
Kocasının evine
gitmemiş olan hasta kadın için de kocasına nafaka lâzım gelmez. Nafaka, lâzım
gelmemesinin sebebi, koca karısından faydalanamadıği ve ihtibâs bulunmadığı
içindir.
Gasbedilmiş kadın için
de kocasına nafaka vâcib olmaz. Yâni, kaçırılmış (gasbedilmiş) kadın, bir
adamın zorla alıp götürdüğü kadındır. Çünkü nafaka kocanm evinde ihtibâsın
karşılığıdır. Halbuki ihtibâs ortadan kalkmıştır.
Mahremi ile beraber
bile olsa, kocası olmaksızın Hacca giden kadın için de nafaka vâcib olmaz.
Çünkü ihtibâsın ortadan kalkması ka-nnm tarafındandır. Eğer kadın kocası ile
beraber yolculuk ederse, onun nafakası hazarda olan nafakadır. Yâni, vâcib olan
hazar nafakâsıdır. Çünkü kocanın karı üzere; kâim ofması için ihtibâs vardır.
Başka şey gerekmez. Yâni sefer nafakası gerekmez. Yolculuk için kocanın kira
vermesi de gerekmez.
Eğer koca zengin İse,
karısı için ve karısın sn bir hizmetçisi için nafaka vermesi gerekir. Çünkü
karının ihtiyâcını gidermek kocaya vâcib-dir. Bu ise ihtiyâcı gidermenin
tamâmındandır. Eğer koca fakir olursa esah olan kavle göre, hizmetçi için nafaka
vermesi gerekmez.
Kocanın nafakadan âciz
olması sebebiyle koca ile karının aralan ayırılmaz. Koca karısının hakkım, koca
gâib olduğu halde ifâ etmemekle de araları ayrılmaz. Velev ki, koca zengin
olsun.
Ma'lûnı olsun ki:
Şafiî1 (Rh.A.) ye göre, feshi tecviz eden iki durum vardır. Birisi kocanın
fakirliğidir. Bunun yolu kâdî katında kocanın fakirliği sabit olmaktır. Kâdî
ona üç gün mehil verir. Dördüncü günün
sabahında kanyı ondan ayırır. Gâyet'ul-Kusvâ'da böyle zikredilmiştir.
İkinci durum, gâib olan
kocanın nafakadan karının hakkını zengin de olsa ifâ etmemesidir.
Gâyet'ul-Kusvâ'mn şerhinde denmiştir ki: Eğer koca nafakayı edaya kadir olduğu
halde gâib olsa ve lâkin kannın hakkını ifâ etmese, iki vechin en açık olanına
göre onda fesh yoktur. Lâkin eğer o gâib kocanın yeri biliniyorsa, kâdî kocanın
olduğu belde kâdîsı-na onu çağırmak için adam gönderir. İki vechin ikincisi
feshin sabit . olmasıdır. Bizim Ashabımızın bir kısmı buna meyletmişlerdir.
Maslahattan dolayı bununla fetva vermişlerdir.
Hâvi şerhinde denmiştir
ki: Bu kavi Kâdî Taberî (Rh.A.) ve İb-nu's-Sabbâğ' (Rh.A.) in seçtiğidir.
Kûyânî'den ve kardeşinin oğlu ei-Ud-de adlı k Hâl mı sahibinden rivayet
edilmiştir ki, maslahat ve fetva bu-nunladır. Musannif birinci hilafa; «Ondan
acziyle» demekle işaret etmiştir. İkinci hilafa; «Onu ifâ etmemekle değil
ilâh.» sözü ile işaret etmiştir.
Ben derim ki: Güvenilir
Şafiî kitapla mı dan nakledilmekle anlaşılmıştır ki; Şafiî' (Rh.A.) göre,
nafakadan acz ile hüküm hâzıra baka-raktır. Gaibe bakarak hüküm ise infâk
etmemektir. Acz ile infâk etmemenin her biri bizzarûre ma'lûmdur. îmdi
zikredilen şeyden dolayı Hî-dâye şerhlerinde ve başka yerlerde, Şâfİİ' (Rh.A.)
yi red için söylenen -şu sözlere vech yoktur: «Nafakadan acz, ancak koca mevcûd
olduğu zaman kendini gösterir. Ama koca gaybet-i münkatıa ile gâib olursa, acz
bilinmez. Çünkü kocanın kadir olması caizdir. Bu infâkı terk olur, yoksa
infâkdan acz olmaz. Bu da'vâ başka kâdîya sunulsa ve o kadının hükmünü caiz
görse; sahîh olan şudur ki, bu hüküm geçerli olmaz. Çünkü bu hüküm ictihad
götürür bir mes'ele de değildir. Zira biz zik-. rettik ki, acz sabit değildir.»
Evet Şafiî'lerden mezhebini bilmeyip in-fakdan acz ile gâib üzere hükmeden
kimseye bu i'tirâz vârid olur. Şafii' (Rh.A.) ye bu i'tirâz vârid olmaz. Şâfîî
Mezhebi ile amel eden kimseye de vârîd olmaz. İmdi ötesini sen düşün!
Kâdî o kadına, kocan
adına borç al diye, emreder. Yâni, parasını kocanın malından ödemek üzere
veresiye yiyecek satın al, der. Koca ve kan fakîr oldukları için fakır nafakası
takdir edilir de, koca zenginleşirse karı istediği takdirde ona zenginliğinin
nafakasını tamamlar. Çünkü nafaka zenginlik ve fakîrliğe göre değişir.
Hükmolunan nafaka henüz vâcib olmayan nafakanın takdiridir. Çünkü nafaka azar
azar vâcib olur. Kocanın durumu değişince karı için hakkının tamamını istemek
vardır. O da zengin kadınların nafakasının aşağısı ve fakîr kadınların
nafakasının üstüdür.
Geçmişin nafakası
düşer. Meğer ki kâdî takdir etmiş veya bir şey üzere sulh olmuş olalar. Çünkü
nafaka sıladır, ivaz değildir. Ancak kâ-dînin hükmü ile kuvvet bulur.Hibe gibi
ki, hibe ancak bir te'kîd edici şey ile mülk îcâb eder. O da hibenin teslim
alınmasıdır. Sulh kaza gibidir. Çünkü kocanın kendisi üzere velayeti kâdinin
velayetinden daha kuvvetlidir. Fakat mehr bunun aksinedir. Çünkü mehr mülkden
ivazdır.
Kan - kocadan bîrinin
ölmesiyle veya karı boşanmış olmakla takdir olunan nafaka düşer. Yâni, koca
üzere nafaka takdir edildikden sonra ikisinden biri ölse, lâkin kâdî karıya borç
almakla emretmiş olmasa ve bir kaç ay geçmiş olup karı nafakasını almasa, takdir
olunan nafaka düşer. Nitekim, daha önce geçti ki, nafaka sıladır. Sılalar
ise,'hibenin ölüm ile düştüğü gibi, almazdan önce ölmekle düşer. Ancak kan
kâdî-nin emri ile borç alırsa o başka. Çünkü bu takdirde nafaka kuvvet bulur.
Nitekim daha önce geçti.
Eğer karı bir yıllık
nafakasını peşinen alsa, ondan sonra kan - kocanın ikisinden biri yıl
tamamlanmadan önce ölse, kandan bîr şey geri aimmaz. Çünkü nafaka sıladır ve o
sılaya kabz (teslim aîmak) bi-tişmiştir. Sılalarda ölümden sonra geri dönmek
yoktur. Çünkü hükümleri sona erer. Nitekim hibede olduğu gibi.
Nikâh ile me'zûn olan
köle, karısının nafakası için satılır. Çünkü nafaka bedeli borçtur. O borç
kölenin zimmetinde vâcibdir. Zira borcun sebebi, ki kan - kocalıktır, mevcûddur.
Borcun vâcib olması kölenin sahibi hakkında zahirdir. Çünkü sebeb kölenin
sahibinin izni ile hâsıl olmuştur, Borç kölenin boynuna bağlı Olur. Tacir
köledeki ticâret borcu gibi. Kölenin sahibi için fidye vermek vardır. Çünkü
karının hakkı nafakadadır. Rakâbenin ayn'ında değildir.
Köle tekrar tekrar
satılır. Meselâ, bir köle sahibinin izni ile ev-lense de kâdî o köle üzere
karısı için nafaka takdir etse ve o kölenin zimmetinde bin akça toplansa, o köle
kıymeti olan beşyüz akçaya satılır. Müşteri de onun üzerinde nafaka borcu
olduğunu bilse, tekrar yine satılır. Şayet o köle üzerinde olan bin akça borç
bir başka sebeb ile olsa, kıymeti olan beşyüz akçaya bir kere satılır. Bir kere
daha satılmaz.
Kölenin ölmesi ile
nafaka düşer. O kölenin Öldürülmesi ile de düşer.
O kölenin efendisinden,
alacak yeri bulunmadığı için, bir şey istenmez.
Nafakadan bagfea boreda
bir kere satılır. Eğer kölenin kıymeti alacaklılanna yeterse ne a'lâ, yetmezse
hür oldukdan sonra istenir. Fark şudur ki: Nafaka borcu her zamanda yenilenir.
Satışdan sonra başka borç olarak ortaya çıkar. Diğer borçlar bunun aksinedir.
Eğer o köle müdebber veya mükâteb yâhûd iinınıü veled olursa nafaka için
satılmaz. Çünkü satışın caiz olması yok olmuştur. Lâkin mükâteb şayet
kitabetten âciz olsa satılır. Çünkü aczden sonra ondan nakli kabul eder'
Nikâh edilmiş cariyenin
nafakası ancak sahibinin hazırlaması ile kocasına vâcib olur. Yâni bir kimse
başkasının cariyesi ile evlense, ona nafaka, ancak cariyenin sahibi cariyeyi
hazırladığı zaman vâcib olur. Hazırlamaktan murâd: Câriye ile kocasının arasını
.tahliye edip kendi hizmetinde kullanmamasıdır. Çünkü ihtibâs ancak hazırlamakla
ve hizmetinde kullanmamakla gerçekleşir. Zira, cariyenin nafakayı hak etmesi
hususunda muteber olan , kocasının işlerinde onu serbest bırakmaktır. Bu ise,
söylediklerimizle olur. O cariyeyi sahibi, kocası ile' cariyenin arasını
tahliyeden sonra hizmetinde kullansa vâcib olan nafaka düşer. Çünkü nafaka îcâb
eden şey ortadan kalkmıştır. Eğer o câriye hazan sahibine çağırmadan hizmet
ederse, nafaka düşmez. Çünkü sahibi onu hizmet için çağırmayınca geri almış
olmaz. Bu hususta; kocanın hür olması ile köle, müdebber veya mükâteb olması
arasında fark yoktur. Zira nafaka îcâb eden ma'nâ cariyeyi teslime
hazırlamaktır. Binâenaleyh, kocaların değişmesiyle değişmez. Keza müdebbere ve
üm-mü veled, câriye gibidir. Hattâ bu ikisinin de nafakaları ancak sahibinin
teslime hazır!amasiyle vâcib olur. Mükâtebe câriye, müdebbere ve ümntu veled
gibi değildir. Şayet müdebbere sahibinin izni ile evlense, teslime hazırlamadan
önce nafakası hür kadında olduğu gibi kocaya vâcib olur. Çünkü sahibinin onu
istihdam etmek hakkı yoktur. Zira mükâtebe nefsine ve menfaatlerine daha hak
sahibidir.
Kocaya karısı için
oturacak bir ev iemî-n etmek vâcibdir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«O kadınları gücünüz
nisbetinde, kendi oturduğunuz yerde oturtun.»
buyurmuştur.
Kan - kocanın,
ailesinden hâlî bir evde oturması gerekir.
Çünkü kan - koca başka insanlar ile bir arada oturnıakda zarara uğrarlar. Zira
mal ve eşyalarından emin olmazlar İnsanlar onların birbirlerinden
faydalanmasına ve muaşeretine mâni' olurlar. Ancak, eğer kan -koca onları k»bûl
ederlerse olur. Çünkü hak onlara âiddir. Binâenaleyh ehli ile birlikde oturup bu
hususta anlaşabilirler.
Karının ehli, yâni
mahremi diledikleri vakit ona bakar ve onunla konuşabilirler. Koca buncan onları
menedemez. Çünkü menetmekde rahmi ayırmak (akraba île ilişkiyi kesmek) vardır.
Kocaya bunda zarar da yoktur. Fakat kocanın İzni yok iken onun yanına
giremezler. Bu eâiz değildir. Zira ev kocanın mülküdür. Koca için oraya
girmekden menetmek hakkı vardır.
Sahih olan kavi,
kocanın karısını ana - babasına gitmekten men edememesicür. Her hafta karının
ana - babasının onun yanına gelmelerini de menedemez. Her yıl ana - babasından
başka mahreminin gelip görüşmesini de menedemez. Musannifin, «sahih olanı-
demesi, Muham-med b. Mukâtü' (Rh.A.) in sözünden kaçınmadır. Çünkü o, «Kocanın,
her ayda karısının mahremlerini ziyaretten menetmesi caiz olmaz.» der.
Gâib olan kimsenin
karısı, çocuğu, anası ve babası için, gaibin malından onların hakları cinsinden
yâni akça ve altın veya yemek yâhûd elbise takdir edilir. Fakat haklan cinsinden
olmazsa bunun hi-lâfınadır. Çünkü satışa muhtaç olur. Gaibin malı ise infâk için
bilitti-fak satılmaz.
Eğer yanında mal
bulunan kimse, yâni, ortağı yâhûd emanetçi veya borçlu kendisinde mal
bulunduğunu; karı - kocalığı ve karısının ondan çocuk doğurduğunu ikrar ederse
veya kâdî bunu yâni malı, karı-kocalığı ve doğumu bilir de; yanında mal olan
kimse nıah itiraf etmezse, nafaka ve giyim takdir edilir. Kâdî gaibin karısına,
kocası ona nafaka vermediğine dâir yemîn ettirir ve ondan kefil alır. Çünkü
insanlardan bazıları kefil verir yemin etmez. Bazıları da aksini yapar. Kâdî
ihtiyaten gaibin menfaatma ikisinin arasım cemeder.
Nafaka nikâha beyyîne
getirmekle takdir edilmediği gibi gâib olan zevç mal bırakmadı ise kadın nafaka
takdiri ve borçlanma emri almak için beyyîne getirdiği takdirde gâib aleyhine
nafaka takdir edilmez. Çünkü onda gâib aleyhine hüküm vardır. Nikâhlı olduğuna
da hükmedilmez. Çünkü zikredilen gibi- bu da gâib aleyhine hükümdür. İmâm Züfer
(Rh.A.) «Gâib aleyhine nafaka ile hükmolunur, nikâh ile olunmaz.» demiştir. Çünkü nafaka ile hükümde karı için
na^ar yâni, merhamet vardır.
.
Gâib olan kocaya zar^r
yoktur. Çünkü koca hâzır olsa ve karıyı tasdik etse, kan hakkını alır. Eğer
inkâr ederse yemin ettirilir. Yeminden kaçınırsa karıyı tasdik etmiş olur. Eğer
karı delil getirirse hakkı sabit olur. Eğer delilden âciz olursa ya kefil veya
karı öder. Nafakaya ihtiyâç olduğu için İmâm Züfer' (Rh.A.) in kavli ile amel
edilir. Nikâh* da amel edilmez.
Biline ki, kâdî, gaibin
malından nafakaya ancak zikredilen kim-selcr için hüküm verir. Çünkü gâib olan
kimse aleyhine hükm caiz ol-m^z. Zikredilen kimselerin nafakası hükümden önce
vâcibdir. Bundan dolayı onlar için, hükümden önce kocanın rızâsı olmadan nafaka
almak vardır. Onlar hakkında hüküm kâdîden yardım ve fetvadır. Fakat
zikredilenlerden başka akraba bunların aksinedir. Çünkü bunlardan başkasının
nafakaları hükümden önce vâcib değildir. Bundan dolayı onlar gaibin malından,
hükümden önce bir şey bulurlarsa alamazlar. Onların hakkında hüküm yeni îcâb
olur, Bu ise gâib aleyhine caiz değildir.
Boşanmış olup iddette
olan kadın için de, talâk gerek' ric'î talâk olsun ve gerek bâîn talâk olsun
nafaka vâcib olur.
Âzâd ve bulûğ
muhayyerliği gibi, suç ile olmayan ayırma ile mu'-tedde olan kadın için nafaka
vâcib olur. Ya da küfüvü (dengi) olmadığı için ayrılıp iddet bekleyen kadın
için de nafaka ve mesken vâcib olur.
Ric'î talâkda vâcib
olmasına sebeb; zira nikâh özellikle bizim mezhebimizde ric'î ta lâk dan sonra
kâimdir. Çünkü koca için cinsî münâsebet helâl olur. Bâîn talâkda vâcib
olmasına sebeb; ^nafaka ihtibâsm (yâni, kadını kapayıp alıkoymanın) karşılığı
olduğu içindir. Nitekim daha önce anlatıldı. Halbuki ihtibâs nikâh ile maksûtf
olan hüküm hakkında kâimdir. O hüküm de çocuktur. Zira, iddet çocuğu korumak
için vâcibdir. Şu halde nafaka vâcîb olur. Bundan dolayı iddet bekleyen kadın
için bî'1-icmâ mesken vâcibdir.
Kocanın ölümüyle
mu'tedde olan kadın ve ma'siyet sebebiyle ayır-makdan mu'tedde olan kadın için
nafaka vâcib olmaz. Ma'siyet sebebiyle olan ayırma, meselâ karının mürtedde
olması (yâni, İslâm Dîninden çıkması) gibi ve kocanın oğlunu şehvetle öpmesi
gibi.
Birincisine, yâni
ölümde nafaka vâcîb olmamasına sebeb; zîrâ, nafaka kocanın malından azar azar
vâcib olur. Ölümden sonra onun malı yoktur ve vârislerin malından da nafakanın
vâcib olması mümkün değildir.
İkincide, yâni
ma'siyette nafaka vâcib olmamaya sebeb; kan îrti-dâdı ile haksız olarak
kendisini habsedici olmuştur. Bu durumda kadın nâşize (itaatsiz) gibi ölür.
Üç talâk ile boşanmış
olan mu'tcdde kadının mürtedde olmasiyle nafaka düşer. Kocanın oğluna temkinle
(yâni zina imkânı vermekle) nafaka düşmez. Çünkü ayrılık üç taîâk ile sabit
olmuştur. Onda riddet Vc temkin amel etmez. Ancak İslâm'dan dönen kadın, tövbe
edinceye kadar habscâilir. Habsedilen kadın için de nafaka yoktur. Mümekkinc
(yâni kocasının oğluna zina imkânı veren) habsedihnez. Binâenaleyh ona nafaka
vardır.
Nafakanın vâcib olması
sebeblerinden biri de nesebdir. Babaya bâs-seten nafaka vâcib olur. Babaya o
nafakada bir kimse ortak olmaz. Nitekim ana - babasının ve karısının
nafakasında kimse ortak olmadığı gibi. Gerekse baba fakîr olsun. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.) :
«Anaların yiyecek ve
giyeceğini sağlamak, çocuk sahibi olan babaya borçtur.»
buyurmuştur.
Yukarıdaki âyette geçen
«mevlûdün leh» babadır.
Babaya fakir çocuğu
için nafaka vermek vâcib olur. Çocuğun küçük olması şarttır. Hattâ küçük çocuk
/engin olsa nafakası kendi malından verilir. Ya da çocuk büyük olup kazanmakdan
âciz olursa, yine babaya nafaka vâcib olur. Hattâ kazanmakdan âciz olmasa
nafakası babaya vâcib olmaz.
Hulâsa'da
zikredilmiştir ki; Şayet büyük çocuk soylu kişilerin oğullarından ölüp halk
kendisini ücretle tutmazlarsa âciz sayılır. Yine böylece iiim öğrenenlerden
olup şayet kazanç yolu bulamazsa, onların nafakası babalarından düşmez.
Nafaka zengin olan
babaya vâcib olur. Çünkü, baba fakir ise âciz olur. Âciz olan kimseye nafaka
gerekmez. Fakat karı ile küçük çocuklar bunun a' sidir. Çünkü koca nikâh akdi
ile nafakayı iltizâm etmiştir. Bunların nafakası kocanın fakır olmasiyle düşmez.
Zenginlik konusunda
Fakîhler ihtilâf etmişlerdir. Fetva, sadaka alamayacak kadar nisaba mâlik
olmakla, yâni fitre zenginliği ile takdir edilmiştir.
Fakir olanın usûlü
için; yâni anası, babası, dedeleri ve nineleri için nafaka vâcib olur. Baba ve
ana hakkında vâcîb olması; Allah Teâlâ (C.C.) :
«Onlarla dünyâda iyi
geçin.» buyurduğu içindir.
Bu âyet-İ kerîmeyi Nebi
Aleyhisselâm iyi geçinme «Hüsn-i muaşeret» ile tefsir etmiştir. Ana-baba şayet
aç iseler onları doyuracak, çıp-laksa giydirecektir. Bu âyet-i kerîme, üst
tarafından anlaşıldığına göre, kâfir olan ana - baba hakkında nazil olmuş ve
ibaresi ile nafakanın kâfir hakkında vâcib olmasını ifâde etmiştir. Müslüman
hakkında ise evleviyet yolu ile ifâde eder.
Dedeler ve nineler
hakkında nafaka vâcib olmasına gelince; çünkü oııl&r babalardan ve analardan
sayılırlar. Bunctan dolayı dede, babanın yokluğunda baba yerine geçer.
«Fakîr olan» diye
kaydetmesi; zengin oldukları takdirde nafakaları kendi mallarından vâcib olduğu
içindir. Velev ki, fakirlerden olan usûl, kazanmaya kadir olsunlar. Nafakaları
yine vâcibdir. Çünkü onlar çalışmaktan zarar görürler. Halbuki evlâd onlardan
zararı uzaklaştırmaya me'mûrdur. Zahir rivayette evlâdın erkekleri ve dişileri
arasında fark yoktur. S&hfh olan kavi budur. Çünkü ana ve babanın nafakaya
istihkakları ancak çocuğun malında mülk hakkı ile olur. Nitekim Besûlül-lah
(S.A.V.):
«Sen ve malın baban
içindir.» buyurmuştur. Bu ma'nâ evlâddan erkek ve dişilere şâmildir.
Bundan dolayı bu
istihkak — her ne kadar vâris olmak yok ise de — din ihtilâfiyle beraber ana
baba için sabit olur.
Nafakanın vâcib
olmasında yakınlık ve eüz'iyyete bakılır, mirasa bakılmaz. Kızı ve oğlunun oğlu
olan kimsenin nafakası kızına vâcib olur. Halbuki ikisi arasında mîrâs yarıdır.
Kızının çocuğu ve kendi
erkek kardeşi olan kimsenin nafakası kızının çocuğuna vâcib olur. Halbuki
mirasın hepsi kardeşinindir. Kızın çocuğuna rnîrûs yoktur. Çünkü o zevi'l-erhâm'
(uzak akraba) darıdır.
Her zî rahmi mahrem
(yakın akraba) için nafaka vâcibdir.
Zî rahm ile mahrem
arasında fark: Umûm ve husus min vechhıdir.
Çünkü bu iki kelime
kıza ve kızkardeşe ıtlak edilebilir. Kız, amca kuma da şamildir. Fakat kızkardeş
ona şâmil değildir. Çünkü amca kızının nikâhı sahilidir. Kızkarduy nikâhı sahih
olmadığı için zevcenin kızkar-deşine (baldız) şâmildir. Fakat kız kelimesi şâmil
değildir.
Küçük oğlan veya bâliga
kadın veya âciz erkek, meselâ kazanmaya kadir olamayan kötürüm; a'ma veya
mecnûn ssî rahmi mahrem, bunların hepsinin fakir olmak şartiyle nafakaları
verilir. Hattâ zengin olsalar, nafakaları başkalarına vâcib olmaz. Onların
nafakalarının vâcib olmasına sebeb; çünkü yakın akrabalıkta sıla vâcib olur.
Uzak akrabalıkta vâcib olmaz.
Bunları ayıran fasıl zî
rahnı-i mahrem olmaktır. Allah Teâlâ (C.C.):
«Mirasçıya da aynı şeyi
yapmak borçtur.»
buyurmuştur. (Yâni, baba Ölmüşse, yerine vâris olan onun sorumluluklarını
yüklenir, demektir.) İbn Mes'ûd' (R.A.)
un kıraatinde :
«Zî rahnı-i mahrem olan
mirasçıya da bunun misli vardır.» şeklindedir.
Onun kıraati meşhurdur.
Şu halde meşhur haber değerindedir' Nitekim bu usûl ilminden bilinir. Bununla
Kitâb'ın mutlakını takyîd etmek caizdir.
Sonra mutlaka hacet
lâzımdır. Küçüklük, dişilik, kötürümlük ve a'mâlık, acz gerçekleştiği için hacet
belirtüerindendii:. Çünkü kazanca kadir olan kazancıyla zengindir. Fakat ana -
baba bunun aksinedir. Nitekim daha önce geçti. Zikredilen kimse için nafaka
mîrâs mikdâiı vâ-cib olur.
Mirasın mikdârı ancak,
Hak Teâlâ' (C.C.) nın :
«Mirasçıya da bunun
misli vardır.» âyet-i kerîmesi mucibince
i'tibâr edilmiştir. Çünkü hükmün vasfa terettüb etmesi, o vasfın illet olduğunu
bildirir. Bir de; mes'uliyyet menfaate göredir.
Zikredilen kimselerin
nafakaları üzerine vâcib olan kimse hak edenlerin hakkını vermesi için infâka
zorlanır. Binâenaleyh bâliğa olan kızın ve kötürüm olan baliğ oğlanın nafakası
babaları ve anaları üzerine üçtebir hesabıyla vâcib olur. Babaya üçteiki ve
anaya üçfcebir vâcib olur. Çünkü onlar için mîrâs bu kadardır. Zahir rivayette,
nafakanın hepsi babayadır. Çünkü Hak Teâlâ (C.C.) :
«Anaların yiyecek ve
giyeceklerini sağlamak, çocuk sahibi babaya, borçtur.»
buyurmuştur.
Ana - babadan
başkasında tek rivayet ile mîrâs mikdârına itibâr edilir.
Musannif bunun üzerine;
«Muhtelif dereceden zengin kızkardeşleri olan fakirin nafakası, o kızkardeşleri
üzerine, mîrâsı gibi beştebir hesabıyla vâcib olur.» sözünü tefri' etmiştir. Üç
tane beştebir, baba bir ana bir kızkardeşedir. Bir beştebir baba bir
kızkardeşinedir. Bir beştebir de ana bir kızkardeşine mirasları mikt ân vâcib
olur.
Mahrem olan zî rahmde,
mahrum olmamak üzere, mîrâs ehliyetine itibâr edilir. Mîrâsı ihraz etmesiyle
onun hakîkatına itibâr edilmez. Çünkü mîrâsı ihraz etmesi ancak ölümden sonra
bilinir.
Musannif bunun üzerine,
«Zengin dayısı ve amcası oğlu olan fakirin nafakası dayısına vâcib olur.» sözünü
tefriTi etmiştir. Çünkü amca oğlunun olup mirasın dayıya kalması mümkündür.
Zira, amca oğlu mahrem değildir. Onun üzerine nafaka da yoktur. Dayı mahremdir!
Nafakayı onun vermesi gerekir.
Dinleri ayn olursa
nafaka lâzım gelmez. Çünkü istihkak ancak vârisin adı ile sabit olur. Dînin
ayrı olması ise vâris olmayı meneder. Şu halde Hıristiyana (Nasrânîye) Müslüman
kardeşi için nafaka vâcib olmaz. Mti.slüıııana da Hıristiyan olan kardeşi için
nafaka vâcib olmaz. Ancak, Müslümamıı Hıristiyan olan karısı için nafaka vâcib
olur. Çünkü bunun nafakası nikâh akdi ile müstehak olan ihtibas itibariyle
vâcib olur. Bu, akdin sıhhatine dayanır. Yoksa milletin bir olmasına dayanmaz.
Hattâ, nafaka fâsid nikâh ile vâcib olmaz. Şüphe iie cinsî münâsebette
bulunmakla da vâcib olmaz.
Usûl için yâni ana -
baba, dedeler ve nineler için nalaka vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Onlarla dünyâda iyi
geçin (güzel davran)»
buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeyi Resûlüllah (S.A.V.) :
«İyi geçinmek ve güzel
davranmak» diye tefsir etmiştir. Nitekim daha önce geçti.
Dedeler ve nineler,
ana-baba gibidir. Nitekim bu da daha önce geçti.
Müslüman, harbî olan
ana - babasına, infâk için zorlanmaz. Harbî de Müslüman veya zımmî olan babasına
infâk için zorlanmaz. Çünkü istihkak sıla yoluyladır. Harbî ise sılaya müstehak
olmaz. Çünkü Hak Teâlâ' (C.C.) mn :
«Allah, ancak sizinle
din uğrunda savaşanları (dost edinmenizi) yasak eder.»
kavli şerîfiyle onlara iyilikken menetmiştir. Bundan dolayı bizim ülkemizde olan
kimse ile onların arasında, her ne kadar milletleri müttehid olsa da, mîrâs câri
olmaz.
Fürû' için de nafaka
vâcib olur. Çünkü fürû' aslın cüz'üdür. Şu halde cüz'ün nafakası küfür ile,
kendisinin nafakası gibi menedilmez. t Zimmî olan usûl ve fürû' için nafaka
vâcîb olur. Bu kayda sebeb
harbîden ve
müste'menden ihtirazdır. Birincisine, yâni harbîye gelince; çünkü bizimle
savaşanlar hakkında iyilikden .nehyolunduk. Nitekim daha önce geçti. İkincisi,
yâni müste'men ise dâr~ı harbe iltihâk etmek amacında olduğu içindir.
Baba oğlunun metâmı,
nafaka için satar, akarını satamaz. Yâni, babanın, nafakası için çocuğun metâım
satması caizdir Zira baba için, gâib olan çocuğunun malı hakkında korumak
velayeti vardır. Çünkü vasi için korumak velayeti vardır. Babanın şefkati çok
olduğundan üo-layı baba için ,velâyet-i hıfz evleviyyetle sabittir.
Menkûlün satışı korumak
bâbuıdandır. Çünkü menkûlün telef olmasından korkulur. Akar böyle değildir.
Zira akar kendiliğinden korunmuştur. Yakın akrabadan, babadan başkası babanın
aksinedir.. Zira onların küçük çocuğun malında tasarrufda asla velayetleri
yoktur ki, bulûğdan sonra o tasarrufun eseri bakî kalsın. Büyüdükden sonra
ko-rumakda da velayetleri yoktur. Baba böyle değildir. Menkûlün satışı caiz
olunca satılanın değeri hakkı cinsindendir. O hak da nafakadır. Binâenaleyh,
baba için ondan almak caizdir. Babanın kendi nafakasından başka, üzerinde olan
borcu için oğlunun metâım satması caiz olmaz. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir.
İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre ise zikredilenlerin hepsinin satılması caiz olmaz.
Kıyâs da budur. çünkü baba için velayet, bulûğ ife kesildiği için yoktur. Bundan
dolayı, oğlunun hâzır olduğu halde malına mâlik olmaz.. Nafakadan başka borçda
satışa da mâlik olmaz. İstihsâlim vechi bizim zikrettiğimizdir. Zeylaî (Rh.A.)
der ki: «Mes'elede bir nevi işkâl vardır. İşkâl şudur: Denilebilir ki; baba için
oğlu yokken bilittifak koruma velayeti olunca, tmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre,
baba için nafaka sebebiyle satışa veya hepsinin katında borç sebebiyle satışa
mâni' nedir?»
Ben derim ki: Bunda
asla işkâl yoktur. Çünkü burada iki mukaddime vardır. Biri şudur: Baba
için,.oğlunun yokluğu hâlinde korumak velayeti vardır.
İkincisi şudur:
Menkûlün satılması korumak bâbındandır. Birincim» icmâiyye olmasından İkincinin
de icnıâîyye oiması gerekmez.
O halde İnıâmcyn'
(Rh.Aleyhimâ) e göre, nafaka sebebiyle satılmaya engel korumaya ut elmasıdır.
Borç sebebiyle satışa mâni1 ise, borcun sübûtunun hükme muhtaç olmasıdır. Doğum
nafakası bunun aksinedir. Nitekim daha önce geçti. Bu tamamen açık olduğu halde
iâzîleü He tanınmış olan kimseye nasıl gizli kaldığına şaşılır.
Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.)
şöyle demiştir: Fukahâ demişlerdir ki, babanın, oğlunun malını koruma velayeti
vardır. Menkûlâtın satılması korumak hftbındandır. Akarın satılması korumak
babından değildir. Çünkü akar kendiliğinden korunmuştur. Baba oğlunun menkûlünü
sattığı zaman, değer de hakkının cinsinden olsa — ki o nafakadır — o değeri
nafakaya harcar. Ondan sonra demiştir ki: Ben derim ki, babaya nafakadan dolayı
eşyayı satmak helâl olur mu? Söz buradadır. Yoksa korumak için satmakda, sonra
malın değerinden infâkda değildir. Şu da var ki: İllet bu olmuş olsa nafakadan
başka borç için bu delilin ayn'ı ile satış caiz olurdu.».
Ben derim ki: Fukahâ'mn
korumak için satmanın caiz olduğunu söylemeleri, nafaka hususunda satmanın caiz
olduğunu isbât içindir. Çünkü onlann sözünün ma'nâsı şudur: Menkûlâtın satılması
nafaka için caiz olur. Çünkü korumak için satmak caiz olur. Bunun delili,
korumak için vasinin satabilmeğidir. Öyle olunca babanın satması evle-viyyetlc
caiz olur. Çünkü vasi velayeti babadan elde eder. Babanın satması malı korumak
için caiz olur da, satarsa nafaka cinsinden mal hâsıl olur. Babanın o malı
nafakasına harcaması caiz olur. Fakat Sad-ru'ş-Şerîa'nm; «Şu da var ki, illet
eğer malı korumak olsa, nafakadan başka borç için satmak caiz olurdu.» sözü
tamâmiyle bâtıldır. Çünkü bilirsin ki, borç sebebiyle satmaya mâni' şudur,
borcun sübûtu gâib aleyhine hükme muhtaçtır. Bu ise caiz değildir. Çocukların
nafakası bunun aksinedir. Şu halde birincinin caiz olmasından ikincinin caiz
olması gerekmez.
Ana, oğlunun malını
kendisinin nafakası için satamaz. Çünkü ana için oğlunun küçüklüğü hâlinde
tasarrufda ve büyüdükden sonra ko-rumakda velayet yoktur.
Daha önce geçti' ki,
ana için baba gibi oğlunun malında, hadis-i şerife göre, temellük hakkı vardır,
bu, ananın baba gibi nafaka için çocuğunun malını satması caiz olmasını iktizâ
eder denilirse, biz deriz ki: Satmanın caiz olmasının medarı temellük hakkı
değildir. Belki çocuğun malında tasarruf hakkıdır. Binâenaleyh kimin malda
tasarruf velayeti varsa onun satması caiz
olur. Malda velayeti olmayan kimse iğin satmak caiz değildir.
Oğlunun emânet, koyduğa
kimse, şayet emâneti kâdîııin emri olmadan ana - babasına infâk etse, inâbetsiz
ve velâyetsiz başkasının malında tasarrufda bulunduğu için Öder. Eğer kâdî onun
satılmasını emretmiş işe ödemez. Çünkü kâdî mülzimdir. (ilzam edendir.) Ana -
babası fi'âıb olan oğullarının malını kendilerine infâk etseler, eğer nafaka
cinsinden olursa ödemezler. Çünkü ana - babanın nafakaları kâdi-nin kazasından
önce oğula vâcibdir. Şu halde ana - baba hakimim alırlar.
Karıdan başkasının,
yânj usûl, fürû' ve yakınlara nafaka ile hüküm olunsa ve müddet geçip onlara o
müddet içinde nafaka ulaşmasa, nafaka düşer, Çünkü zikredilen kimselerin
nafakası hacete göredir. Müddet geçince hacet yok olur.
Kandan başkası
denmesinin sebebi sudur: Çünkü kâdî şayet karının nafakası için hüküm etse,
müddet geçmekle düşmez. Çünkü nafaka ihtibâs karşılığıdır. İhtiyâç için
değildir. Nitekim daha önce geç-, ti. Bundan dolayı karinin nafakası zengin de
olsa kocaya vâcib olur. Geçmişte ihtiyaçsızlık hâsıl olmakla düşmez.
Ancak usûl, iürû' ve
yakınlar, kâdîııin teni ile ödünç alırlarsa, yâni kâdî onlara borç almaya izin
vermiş de onlar da gâib nâmına borçlan-nuşlarsa, bu takdirde onların da
nafakaları düşmez. Nitekim karının nafakası sadece kâdînin takdiri ile, her ne
kadar müddet geçse de, düşmediği gibi.
Mülk dahî nafakanın
vâcib olması sebebleıindcndir. Şu halde sahibine, mâlik olduğu kölesi için
ıtafaka vâcib olur. Sâhib kölesine intak etmekden kaçınırsa, o köle eğer
kazanmaya kadir ise çalışıp kazanır ve kendisine infâk eder. Eğer çalışmaya
kadir değil ise, kâdî sahibine o köleyi satmasını emreder.
Müdebbir ve ünımü
veleddc İnt'âkdan kaçınırsa, sahibi infâk etmeye zorlanır. Çünkü bunlarda satış
imkânsızdır. Mala karşılık mükâ-teb olan çalışıp kazanır. Çünkü nıükâteb, her ne
kadar rakabe yönünden memlûk ise de yed'en mâliktir. (Yâni çalışmakta
serbesttir.) «Mala karşılık mükâteb» sözüyle musannif hizmete karşılık
mükâtebden sakınmıştır. Zira hizmete karşılık mükâteb, rakîk (köle) gibidir.
Çünkü onun için asla mâükiyet yoktur.
Bir adam kölesinin
nafakasını vermezse, köle çalışıp kazanmaya muktedir olduğu takdirde sahibinin
rızâsı olmaksızın onun malından yiyemez.
Aksi takdirde yâni o köle kazanmaya kadir değil ise, sahibinin malını onun
rızâsı olmadan yemesi caiz olur. Zira çaresiz kalmıştır. Keza sahibi köleye
kazanıp yemeyi menederse, onun rızâsı olmaksızın yemesi yine caizdir.
. ,
Bir şahıs bir köleyi
zorla alsa, gasbediten köle mâlikine geri verilinceye kadar, nafakası gasbeden
üzerinedir. Eğer gasbeden, kâdiden nafaka emri isterse, yâni zorla alan kimse
köleye infâk etmeye veya o gasbedilen köleyi satmaya kâdîden izin isterse, kâdî
ona icabet etmez ve sözünü de kabul etmez. Ancak eğer kölenin zayi' olmasından
korku-lursa gasbedilen köleyi gâsıb değil kâdî satar ve o kölenin kıymetini
mâliki için ahkor.
Bir şahıs Zeyd'in yanına bir
köleyi emânet bırakıp, bırakan şahıs gâib olsa, emanetçi Zeyd de, kâdîden o köle
İçin nafaka emri istese, kâdî bu emri vermez. Çünkü kölenin kıymeti bütün
nafakayı kaplamak ihtimâlinden dolayı kölenin sahibi bundan zarar görür. Belki
kâdî o köleyi kiraya verip ücretinden, o köleye infâk eder. Ya da onu satıp
kıymetini köle sahibinden zararı defetmek için, onun nâmına saklar.
I'tk ve atak, lügat
yönünden mutlak olarak kuvvettir. Istılahı (şer'î) ma'nâsi, kendinden
başkalarının hakkının kesilmesiyle insanın hakkında zahir olan hükmî bir
kuvvettir.
İ'tâk ise, Iûgat
yönünden mutlak olarak kuvvet ve istılâhen, şer'î kuvvetin isbât edilmesidir.
Âzâd edilen kimse, bu şer'î kuvvetle şehâdet-ler ve velayetler için ehil,
başkaları hakkında tasarrufa ve kendisinden, başkalarının tasarrufunu savmaya
kadir olur. 8u tasarruf mutlak
değildir. Belki hükmen zayıflık dlan köleliğin izâlesiyledir. Meselâ hakîkî
zayıflık —ki o hastalıktır— ortadan kalkmakla bedende hâsıl olan hakîkî kuvvet
gibi. Veya İ'tâk, köleliği mutlak surette gidermekledir. Yâni mülkü olmasına
bağlı değildir.
Sözün kısası, "memlûkun
başka bir kimse için köle olmamasını sağlamaktır. Bununla satış ve bağış hâriç
kalır. Çünkü bunlarda raem-lûkünü başkasına memlûk yapmak vardır. Buna şer'î
kuvvetin isbâtı gerekir. înşâallahu Teâlâ yakında açıklaması gelecektir.
Köle âzâd etmek
(i'tâk), mükl ehil olduğu için hür olan kimseden sahih olur. Çünkü memlûk olan,
her ne kadar temlik olunursa da mâlik olmaz.
Âzâd olma (ı'tk) ise
ancak mülkde olur. Bu hür kimse mükellef, yâni âkil ve baliğ olmalıdır.
Birincisi yâni âkil olması, deliliğin tasarrufa ehil olmasına aykırı olduğu
içindir. Bundan dolayı âkil ve baliğ olan kimse «Ben sabi iken yâhûd deli iken
köle âzâd ettim.» dese cinneti de açıkça belli olsa, söz onundur. Çünkü
tasarrufu münâfî bir hâle dayanmaktadır. İkincisi, yâni baliğ olmasına gelince;
çünkü köle âzâd etmek besbelli bir zarardır. Bundan dolayı vasi ve velî köle
âzâd etmeye (i'tâka) mâlik olmazlar. Küçük çocuk (sabî) da, sırf zararlı olan
şeye ehil değildir. Sırf faydalı olanla ikisinin arasında olanlar bunun
hilâ-fınadır. Şöyle ki, birinci için sabî, izinden önce; ikinci için izinden
sonra ehil olur.
Hür ve mükellef olan
kimsenin mülkünde olan köleyi âzâd etmesi sahilidir. Bunun, şart kılınması
Resûlüllah (S.A.V.) :
«İnsanoğlunun mâlik
olmadığında âzâd etme (hakkı) yoktur.» buyurduğu içindir.
Âzâd etmeyi mülke izafe
etse de sahih olur. Yâni i'tâkı mülke izafetle de olsa sahih olur. Meselâ
başkasının kölesi için; «Eğer ben ona mâlik olursam o hürdür.» demek gibi. Şayet
ona mâlik olsa o köle âzâd edilmiş olur. Bunun benzeri tajâk babında geçti.
Köle azadında, hem
konulusu lıeın de şer'î yönü itibariyle sarih olan lâfız kullanmakla i'tâk sahih
olur. Niyet gerekmez. Çünkü niyetin şart kılınması söyleyenin muradı şüpheli
olduğu zamandadır. Şüphe olmayınca niyet de şart değildir.
Sarîh sözlere misâl:
«Sen,hürsün», «Sen âzâd edilmişsin», «Sen hür kılınmışsın», «Ben seni hür
kıldım», «Ben seni âzâd ettim» veya «Sen hürden başka bir şey değilsin.» demek
gibi. Burada: «Sen hürden başka bir şey değilsin.» sözü, olumsuz ile olumluyu
kapsamaktadır. Bu söz mücerret isbâttan daha kuvvetlidir. Kelime-i şehâdet buna
delildir.
Yalnız hürriyetle
vasıflandınlmakla da köle âzâd edilmiş olur. O vasfı te'kid edince, âzâd edilmiş
olması evleviyyette kalır.
Ya da: «Bu benim
mevlâmdır» veya «Ey benim mevlâm» demekle
de köle âzâd edilmiş olur. Çünkü, köle lâfzı müşterektir. Ma'ilâlarından biri de
âzâd olunan köledir ve köle hakkında lâyık olan ancak bu ma'-nâdir.. Şu halde bu
lâfızla niyetsiz âzâd edilmiş olur.
Ya da: «Ey hür» veya
«Ey âzâd edilen kişi» dernekle de âzâd edilmiş, olur. Çünkü ihbar lâfzı şer'î
tasarruf âtla ihtiyâcı gidermek için inşâ kabul edilmiştir. Nitekim nikâh,
talâk, satış ve bunların benzerinde olduğu gibi. Çünkü imkân ııfsbettndc akıllı
insanın sözünü sahih ına'nâya hamletmek gerekir. Bunun gerçekleşmesi için ise;
âzâdhğm ve benzerinin mahalde Önceden sabit olmasında» başka bir çâre yoktur. Tâ
ki-bu ihbar hakikat olsun. Eğer: «Yalanı .murâd eyledim.» veya «İş-den serbest
kalmasını murâd eyledim.» dese, kazaen değil de, ihtimâl bulunduğu için
diyâneten tasdik edilir. Çünkü çağnmak çağrılanı getirmek içindir. Köleyi
inşâsına mâlik olduğu vasıfla çağırınca, o çağırma bu vasfı gerçekleştirmek
olur. Ancak eğer koleje «Hür» veya «Atik» diye ad koydu ise bu takdirde köle
âzâd edilmiş olmaz. Çünkü onun bundan muradı, kölesini Özel atlı ile çağırmaktır
ki bu onun lâkabıdır. Bundan sonra, yâni köleye «Hür» adını verdikden sonra
yabancı bir kelime ile çağırsa da, «Ey âzâd» dese, halbuki ona «Hür» adını
vermiş idi, veya «Âzâd» adını verdikden sonra «Ey hür» diye çağırsa, o köle âzâd
edilmiş olur. Çünkü bu çağırmak, adı ile çağırmak değildir. Şu halde bu,
vasıfdan ihbar sayılır.
Keza «Senin başın
hürdür.» demesiyle ve buna benzer, yâni bedeni ifâde eden uzuvlar ile meselâ;
«Senin yüzün hürdür», «Senin boynun (rakaben) hürdür» demesiyle veya cariyesine
«Senin fercin hürdür» demesiyle âzâd edilmiş olur. Çünkü bu sözler bedeni ifâde
eden lâfızlardır. Nitekim talâkda geçti.
Eğer İ'takı, yarım,
iiçlebir v^e bu İkisi gibi kölenin yaygın bir cüz'ü-ne izafe ederse âzâd o cüzde
vâki olur. Bundan sonraki bâbda, bunların ardında olan hilafın açıklaması
gelecektir.
Sahibinin, kölesine:
«Ben sana nefsini hibe ettim.» veya «Nefsini sana sattım.» demesiyle köle âzâd
edilmiş olur. Her ne kadar köle, satışı ve hibeyi kabul etmese ve sahibi de
âzâd etmeye (i'tâka) niyet etmese, yine de köle âzâd edilmiş sayılır. Çünkü
kölenin nefsini ona satmak, âzâd etmek demektir .Kölenin nefsini ona hibe etmek
de â^âd sayılır. Eğer sâhib: «Ben sana nefsini şu kadara sattım» diye sözüne
ziyâde eklerse, köle kabul etmedikçe âzâd edilmiş olmaz. El-Fusûl
ü'l-İmâ-diyye'de böyle zikredilmiştir.
Sahibinin i'tâkı kinaye
sözlerle yapması hâlinde, eğer şüphe ve ihtimâli gidermek için âzâda niyet etti
ise köle âzâd edilmiş olur. Meselâ: «Benim senin üzerinde mülküm yoktur», «Senin üzerinde kölelik yoktur»,
«Sana yol yoktur», «Sen benim mülkümden çıkdın» veya «Ben senin yolunu tahliye
ettim.» demek gibi. Çünkü bu zikredilen şeylerin nefyt, satış veya
kitabet-suretiyle yâhûd âzâd etmek suretiyle olmak ihtimâli vardır. Âzâdı niyet
edince, o taayyün eder.
Eğer sahibi kölesine:
«Var dilediğin yere git.» veya «Allahu Teâ-lâ'nm, beldelerinden dilediğin yere
git.» dese, her ne kadar âzâda niyet etmiş olsa da köle âzâd edilmiş olmaz.
Çünkü bu söz mâlikiyetin zevalini ifâde etmez. Binâenaleyh âzâda da delâlet
etmez. Nitekim mükâ-tebde olduğu gibi. Gâyetu'l-Beyân'da böyle zikredilmiştir.
Yine sahibinin
cariyesine: «Ben seni ıtlak eyledim (salıverdim)» demesi gibi ki i'tâk niyetiyle
söylerse âzad olur. Çünkü bir adamı salıverdikleri zaman: «Onu zindandan
salıverdi» denilir. Şu halde bu söz; «Yolunu tahliye ettim» demesi gibidir.. .
«Ben seni boşadım» veya
«Sen boşsun» demekle câriye âzâd edilmiş olmaz. Nitekim Kitâbu't-Talâk'ın baş
taraflarında; boşama (talâk), âzâd (ıtk) lâfzı ile vâki olur, aksi ile olmaz,
diye geçmişti. Çünkü ra-kabenin mülkünün izâlesi, mut'amn izâlesini gerektirir,
aksi olmaz. Her ne kadar âzâda niyet etse de, talâkın kinayeleri ile de âzâd
edilmiş olmaz. Yine sahibinin: «Ey benim oğlum», «Ey oğul», «Ey benim
oğulcuğum», «Ey benim kızcağızım», «Ey benim kardeşim», «Benim efendim» veya
«Ey benim mâlikim» demekle de âzâd edilmiş olmaz. Çünkü çağırmak (nida),
bildiğin gibi, çağrılanı getirmek içindir. Eğer hürriyet gibi inşâsına mâUk,
olduğu vasıfla köleye seslenmiş olsa, o vasfı gerçekleştirmek olur. Eğer
inşâsına mâlik değilse yalnız bildirmek (i'lâm) için olur. Vasfı gerçekleştirmek
için olmaz. Çünkü vasfı gerçekleştirmek imkânsızdır. İmdi,. zikredilen vasıflar
bu kabildendir.
Yine «Benim senin
üzerinde sultân (hüccet) im yoktur.» sözüyle, her ne kadar âzâda niyet etse de,
âzâd edilmiş olmaz. Çünkü sultân, hüccettir Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :
«Veya bana mutlaka
apaçık bîr hüccet (sultân) getirir...»
buyurmuştur.
Bu âyetteki (sultân)
kelimesi (hüccet) diye tefsir edilmiştir. Sultan lâfzı zikredilip onunla
mâlikiyet ve istilâ da murâd edilir. îstilâ ve mâlikiyeü kâini olduğu için
sultâna da bu ad verilir. Şu hâlde sahibi sanki; «Senin üzerinde benim-için
hüccet yoktur.» demiş gibi olur. Eğer açıkça böyle demiş olsa, âzâda niyet etse
bile köle âzâd edilmiş olmaz. Keza: «Benim için sultân yoktur.» demekle de küle
âzâd edilmiş olmaz.
-
Yine kölesine: «Sen
hürrün misli (benzeri) sin» demesiyle de köle âzâtl edilmiş olmaz. Çünkü misi,
örfen evsâfın bazısında ortaklık (müşareket) için kullanılır. Şu halde
hürriyette şek vâki olup şek ile de hürriyet sabit olmaz.
Şu söz bunun
hılâhnadır. Şayet, yaşça kendinden daha büyük için veya nesebi sabit olan
kendinden küçük için: «Bu benim oğlumdur.» dese, niyetsiz, köle âzâd edilmiş
olur. Çünkü birincide büyüklük ve ikincide nesebin sübûtu gerçek ma'nâmn
murâdını meuederlcr. O gerçek ma'nâ oğulluğun sabit olmasıdır. Şu halde mecaza
yorumlanır ve oğulluğun gereği olan hürriyetin sabit olması murâd edilir. Bunda
İmâ-meyn' (Rh. Aleyhimâ) in ve Şafiî' (Rh.A.) nin ayrı görüşü vardır.
Vatan-ı aslîsinde
nesebi sabit olmayaîıa, yâni nesebi bilinmeyene gelince; — burada nesebi
bilinmeyenin tefsirinde ayrı görüş bulunduğuna işaret vardır. EI-Kunye'de
denmiştir ki: Kitablardâ zikredilen .nesebi meçhul kimse, bulunduğu beldede,
nesebi bilinmeyen kişidir. Hidâye Sarihlerinden muhakkikinin ve başkalarının
kabul ettiklerine göre, nesebi meçhul kişi, doğduğu beldede nesebi bilinmeyen
kimsedir. Buna delîl; esir düşen gebe kadının çocuğunun nesebi bilittifak sabit
olmaktır. Dâr-ı harbden çıkan hamlin nesebi zinadan olmayıp nikâh-dan olmak
itibariyle sabit olunca, dâr-ı harbden çıkan şahsın nesebinin sabit olması
evleviyyette kalır.
Esir edilip celbedilen
kimsenin nesebi ancak doğduğu yerde ve vatan-ı aslîsinde bilinmezse, o zaman
meçhul olur. — Vatan-ı aslîsinde nesehi bilinmeyen kimse, celîb, yâni dâr-ı
harbden getirilmiş olduğu halde veya dâr-ı İslâm'da doğmuş olduğu halde âzâd
olur ve nesebi sü-bût bulur.
Kâfî'de denmiştir ki:
Dâr-ı harbden getirilmiş olmakla dâr-ı İslâm'da doğmuş olmak arasında fark
yoktur. Çünkü sahibinin iddiasının sahîh olması mülk itibariyle, bir de memlûkun
nesebe ihtiyâcı itibariyledir.
Kifâye'de denmiştir ki:
Celîb sözü, ancak celîb (yakalanıp getirilen) -doğduğu yerde nesebi sabit
olmayan bir kişi olursa sahîh olur. Eğer
doğduğu yerde nesebi sabit olursa, onun nesebi sahibinden sabit olmaz. Bundan
dolayı ben burada «Doğduğu yerde nesebi sabit olmayan» dedim.
Eğer kölesine: «Bu
benim kızımdır.» veya cariyesine: «Bu benim oğlumdur.» dese, bazısı; bu söz
zikredilen hılâf üzeredir, demiş, bazısı da; bi'1-icmâ' âzâd edilmiş olmaz
demişlerdir. Çünkü işaret edilen kimse müsemmâ cinsinden değildir.
Keza; yâni «Bu benim"
ogJumdur» sözü ile hılâf üzere köle âzâd edilmiş olduğu gibi, «Bu benim
babamdır» veya «Bu benim ananadır» demesiyle de mecaz yoluyla âzâd edilmiş
olur. Nitekim daha önce zikredildi.
«Bu benim kardeşimdir.»
demesiyle zahir rivayette âzâcî edilmiş olmaz. Yâni babalık ve analık mülkde
bulunsa, babalık ve analık ikisi de vasıtasız âza di gerektirirler. Hürriyet
ikisine de lâzım ulur. İmdi mecaz vâsıta zikretmeksizin sahih olur.
Kardeşlik bunun
aksinedir.
Zira kardeşlik ancak
baba veya ana vâsıtasiyle olur. Çünkü kardeşlik sulbde veya rahmde beraberlikten
ibarettir. Bu vâsıta zikredilmiş değildir ve mülkde bu kelime için bu vâsıta
olmaksızın mu'cib yoktur. Yâni zikredilen için vasıtasız hüküm yoktur. Vâsıta
zikredilmeyince mecazın sahih olmadığı için söz geçersiz olur.
Ancak eğer: «Bu benim
neseb,yönünden, veya baba bir veya ana bir kardeşimdir.» dedi ise köle âzâd
edilmiş olur. Mebsût'ta denmiştir ki: Kardeşde iki rivayetin ihtilâfı ancak «Bu
benim kardeşimdir» diye mutlak zikredildi^ zamandır. Eğer «Bu benim babamdan
veya anamdan kardeşimdir.» demekle mukayyed zikrederse, tereddütsüz âzâd
edilmiş olur. Çünkü mutlak kardeşlik müşterektir. Bazan onunla dînde .kardeşlik
murâd edilir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :
«Mii'miıılcr ancak
kardeştirler..» buyurmuştur. Müşterek
hüccet olmaz. Eğer zikri geçen söz İle kaydederse murâd taayyün ede .
Eğer, oğulluk Ua
kardeşlik gibi neseb ile sütkardeşliği arasında müşterektir, binâenaleyh «Bu
benim oğlurndur.» deyip mutlak zikı>ttikde nasıl köle âzâd edilmiş olur, diye
sorulursa, cevâbında biz deriz ki:.Böyle mecaz iki kî kata muarız olamaz. Şayet
hakikat mümteni' olursa, hakikât üe kendi
arasında ilgi olan bir mecaza gidilir ki, o da «Bu hürdüm demektir. Çünkü hür
olmak oğulluğun lâzımıdır. İmdi bu melzûmdan lâzıma intikâl olur. «Bu benim
dedemdir.» demek de, «Bu benim kardeşimdir.» demesi gibidir. Yâni köle âzâd
edilmiş olmaz. Ancak eğer, "Babamın babasıdır.» derse âzâd edilmiş olur. Çünkü
«Bu benim dedemdir.» dediği söz âzâdı ancak vâsıta ile ifâde eder. Zira onun
için mülkde ancak bununla nıûcib vardır. Nitekim daha önce geçti.
Sonra musannif; bir
kimsenin kendi ihtiyariyle hâsıl olan âz&dhğı anlattıktan sonra, gayri ihtiyari
hâsıl olan âzâdlık mes'elelerini bildirmek iste3'erek şöyle dedi:
Bir kimse zi-rahm-î
mahrem
akrabasına mâlik olsa, o köle, o kimse ondan sonra zikredilen kimseler nâmına
âzâd edilmiş olur. Rahm, ashiKca çocuğun anası kanundaki kılıfıdır. Doğum
yününden yakınlığa rafını adı verilir. Zu'rahm dahi bundan alınmadır. İki mahrem
iki kişidir ki birisi erkek diğeri dişi farzedilse birbirlerine nikâh caiz
olmaz. Bunda asıl olan Resûlüllah' (S.A.V.) in:
«Bir kimse kendisine
mahfeni olan bir yakınına (rahm sahibine) mâlik olsa, o hürdür.» kavlidir. Lâfz
umûmu ile mahremiyetle te'kîd edilen her akrabalığa şâmildir. Gerek doğurmak
yönünden olsun ve gerekse başka yönden olsun.
Dâr-ı İslâm'da Mâlikin
Müslüman oimasiylc kâfir olması arasında fark yoktur. Çünkü illet umumîdir.
Şayet mükâteb, kardeşini satın alsa, kardeşine kitabet yapamaz. Çünkü onun tam
mülkü olmadığı için âzâd etmeye kudreti yoktur. Lüzum ise kudrete bağlıdır.
Velev ki mâlik sabi veya mecnûn olsun, bu ikisinin mâlik olduğu yakını âzâd
edilir. Çünkü âzâd etmeye (i'tâka) kul hakkı teallûk etmiş ve nafakaya
benzemiştir.
Ya da mâlik, kölesini,
Allah Teâlâ' (C.C.) uın vechi için azSd etse veya şeytan için yâhûd put için
kölesini âzâd etse, zikredilen gibi yine âzâd edilmiş olur. Çünkü i'tâkm rüknü
ehlinden südûr edip mahalline rastlamıştır. Birinci sözde kurbet vasfı yâni
«Allah'ın vechi için» denilmesi fazlalıktır. Son iki sözde kurbet vasfının
bulunmayışı âzâda zarar vermez, belki âzâd eden âsî olur. Zira şeytan ve put
için köle âzâd etmek kâfirlerin ve putlara tapanların işidir.
Ya da mâlik zorlandığı
veya sarhoş olduğu halde kölesini âzâd etse, bu ikisinin azadı sahilidir. Çünkü
i'tâk, mahalline muzâf olduğu halde ehlinden sâdır olmuştur. Hak ıskatlarında
rızâ şart kılınmamıştır. Halbuki ikrah ile rızâ yok olur. Yâni hükmün
bulunmamasında rızâ yokluğunun te'sîri yoktur. Nitekim ResûlüHah (S.A.V.) bu
konuda şöyle buyurmuştur :
..
«Üç şey vardır kî,
bunların ciddîsi de ciddî şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ve it âk.»
Şaka eden (hâzil) hükme
razı değildir. Ya da mâlik, kölenin âzâ-dmı şarta bağlayıp şart da bulunursa,
meselâ: «Eğer sen eve girersen hürsün.» dese, o da girse, o mâlikin kölesi âzâd
edilmiş olur. Yine meselâ harbînin kölesi bizim ülkemize Müslüman olduğu halde
çıksa, bu köle de âzâd edilmiş olur. Nitekim-Tâif'in köleleri Resûl-i Ekrem' (S.
A.V.) e Müslüman oldukları halde çıkıp geldiklerinde;
ResûlüHah (S.A.V.) :
«Onlar Allah'ın
âzâdhlarıdır.» buyurmuştur. Bir de; o köle Müslüman olup kendisini korumuştur.
Müslüman ise ibtidacn köle yapılmaz.
Anası karnında olan
çocuk, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur. Anasına bağlı olduğu için
anasına tebaiyetle âzâd edilmiş sayılır. O hamlin satılması ve hibe edilmesi de
sahih olmaz. Çünkü hibede teslim şarttır. Satışda ise teslime kudret şarttır.
Halbuki hamle izafetle şart yoktur. Bu ikisinden birisi âzâda şart değildir.
Sonra âzâd etme vaktinde hamlin kâim olması ancak hâmile kadın âzâddan sonra
altı aydan daha az zamanda çocuk doğurursa bilinir. Çünkü altı ay, gebelik
müddetinin en azıdır. Nitekim daha önce geçti.
Biline ki, Fukananın
kitaplarında yazılmış olana göre; hami, anaııın âzâd edilmesiyle mutlaka anasına
tebâiyetle âzâd edilmiş olur. İmdi anası hâmile iken âzâd edilirse, meselâ;
âzâd edilmesinden sonra altı aydan daha az müddette çocuk doğurursa, hami âzâd
edilmiş olur ve onun velâsı başkasına geçmez. Eğer câriye hamileliği
bilinmeyerek â2âd edilmişse; meselâ, altı aydan daha çok müddette çocuk
doğurur-sa anasına tebaan âzâd edilmiş olur. Lâkin velâsı babasının sahibine
geçer. Nitekim daha önce geçti. Bundan anlaşılır ki, Sadru'ş-Şerîa' (Rh. A.)
nın*aMa*lûm olsun ki hami, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur, tebâiyet
yoluyla değil, belki asalet yoluyla âzâd edilmiş olur. Hattâ velâsı babasının
sahihlerine geçmez. Bu, hâmile kadın âzâd edildik-den sonra altı aydan daha az
zamanda çocuk doğurduğuna göredir.» sözünde müsamaha vardır. Çünkü bu sözün
zahiri Fukahânın ibaresine aykırıdır. Şöyle ki: Fukahâ, «Eğer hâmile kadın âzâd
edilse ona tebaan hamli de âzâd edilmiş olur.» demişlerdir. Yine Sadm'ş-Şerîa'
(Rh. A.) nın; «Şayet âzâd edildikden sonra altı aydan daha az müddette çocuk
doğurursa» sözü, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur, sözünün kaydı ve
onu, tamamlayıcısıdır. Halbuki bu sözü birinci sözden ayırmıştır. Belki ibarenin
hakkı şöyle olmaktır:
Ma'lûm ola ki, anası
hâmile olduğu halde âzâd edilip altı aydan daha az zamanda çocuğunu doğurmasîyle
çocuk da âzâd edilmiş olur. Hattâ onun velâsı babasının sahibine geçer.
Sözün kısası, hami
anasının âzâd edilmesiyle mutlak surette âzâd edilmiş olur. Âzâd hamlin üzerine
kasden vâki olursa altı aydan daha az zamanda çocuk doğurmakla âzâd edilmiş
olur. Babasının efendisi-1 nin mevlâlanna ebediyyen velâsı intikâl etmez. Eğer
âzâd etme sadece anasına tebâiyetle vâki olursa, meselâ; altı aydan daha çok
zamanda çocuk doğurursa yine zikredilen ^gibi âzâd edilmiş olur. Lâkin 'baba
altı aydan sonra âzâd edilmiş olsa çocuğunun velâsmı kendi mevlâlarına çeker.
Bunun tahkikinin tamâmı, inşâellah «Velâ» konusunda gelecektir.
Aksi yoktur. Yâni,
karnındaki çocuğun (hamlin) âzâd edilmesiyle ana âzâd edilmiş olmaz. Belki
yalnız hami âzâd edilmiş olur. Çünkü anaya izafe olmadığı için, ananın kasden
âzâd edilmesine imkân yoktur. Çocuğa tebaan da â2âd olunamaz. Çünkü bunda
mevzuu değiştirmek vardır.
Çocuk nesebde babaya
tâbi olur. Çünkü bu ta'rîf içindir. Ana i&e tanınmaz. Çocuk mülkde anaya
tâbidir.. Hattâ ana bir kimsenin mülkü olup ve bir çocuk doğursa çocuk dahî o
kimsenin mülkü olur. Eğer ana mâlik ile
başkası arasında ortak mal olsa çocuk dahî ikisi arasında ortak olur.
Çocuk nkk olmakda da
anaya tâbidir. Rıkk ile ınilk arasımla fark şudur: Rıkk, tâatından yüz
çevirmelerinin cezası olarak Allah TYâln' fC.C.) um bazı kullan üzerine kujdu^u
IıakîıHlttir O ceza va Allah* (C C.) in ya ammenin hakkıdır Bu husûsda hılâf
vardır. Milk (veya mülk» şahsın o mülkde tasarruf imkânıdır ve o la&arrul onun
hakkıdır. Bir uibua ilk defa esîr alindıkda nkk ile ni (.elenir, mülk ile
nitelenmez. Ancak dâr-ı İslâm'a cıkanldıkdan sonra mülk ile nitelenir. Mülk
ce-mâdda ve insandan başka hayvanda bulunur. Uıkk ise ancak insanda Imlunur.
Satmak ile mâlikin mülkü yok olur. Rıkk yok olmaz. Azâd etmekle mâlikin mülkü
kasden yok olur. Çünkü mülk âzâd edenin hakkıdır. Kulların haklarından
feragatin zarureti sebebiyle rıkk zımnen zâii olur. tkisi arasında olan fark,
lunnda, ümnıii veledde ve mükâtebde açıkça görülür. Çünkü rıkk ve mülk, kmn olan
rakîkde kâmildir, üm-mii veledin ve müdebberiıı nkkı eksiktir. Hattâ keffâret
için âzâd edilmesi caiz olmaz. Ünımü veled ile müdebberde mülk kâmildir.
Mükâte-bîıı ise nkkı kâmildir. Hattâ keffâret için âzâd edilmesi caiz olur ve
mülkü eksiktir. Çünkü sahibinin elinden çıkmıştır. Mükâteb, sahibinin: «Benim
her mâlik olduğum hür olsun.» sözünde dâhil değildir. Zeylai (Rh.A.) böyle
zikretmiştir.
çocuk âzâdda ve azadın tedbîr, istîlâd ve
kitabet gibi dallarında anaya tâbi olur. Bunun üzerinde icmâ vardır. Bir de
babanın menisi ananın suyunda tükenip gittiği için ana tarafı tercih
edilmiştir. Yine çocuğun ana tarafından olduğu kesin olduğu için, bundan
dolayı veled-i zinanın ve veled-i mülâanenin nesebi anadan sabit olur. Hattâ
ana o çocuğa, çocuk da anasına vâris olur. Çünkü çocuk anadan ayrılmazdan önce
hissen ve hükmen anadan bir uzuv gibidir. Hattâ çocuk anasının yediği gıda ile
gıdâlanır ve anasının bir yerden bir yere geçmesiyle o da geçer. Satışda,
âzâdda ve bu ikisinden başka tasarruf âtta anaya tebaan dâhil olur. Şu halde
ana tatfafı tercih edilir. Bundan dolayı ana tarafı insanda olduğu gibi
hayvanlarda dahî mu'teber-. dir. Hattâ bir hayvan vahşî ile ehlî arasuıda doğsa
veya eti yenir hayvan ile eti yenmez hayvan arasında bunların çiftleşmesinden
doğsa, eğer anasının eti yenirse o dahî yenir. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Çocuk anası ile babasının dînde hayırlı olanına tâbi olur. Cariyenin kocasından
olan çocuğu cariyenin sahibinin mülküdür. Musannifin .bu sözü, çocuğun mülkde
anaya tâbi olmasına dâir fer'î bir mes'eledir. Eğer çocuk cariyenin sahibinden
olursa, hürdür. Çünkü onun menisinden
yaratılmıştır. Şu halde onun
nâmına âzâd edilmiş olur. Anasının suyu babasına karşıt olamaz.
Çünkü anasının suyu sahibinin memlûküdür. Başkasının cariyesi bunun aksinedir.
Çünkü bu!jkasının cariyesinin suyu sahibinin memlûküdür. Şu halde birbirine
karşıt olurlar. İmdi bizim zikrettiğimiz şeyden dolayı ana tarafı tercih
edilir. Koca bunu bildiri için buna razı olur. Aldatılmış adamın (mağrur'un)
çocuğu kıymetiyle hürdür. Aldatılmış adam o kimsedir ki, bir cariyeyi satıcının
mülkü olmak üzere satın alsa veya bir kadını hür diye nikâh etse, o câriye veya
o kadın çocuk doğursa, sonra cariyenin satandan başkasının mülkü olduğu, ve
kadının câriye olduğu anlaşılsa, bu durumda ikisinin de çocuklan kıymetiyle
hürdür. Hür olmasının sebebi, hür adamın menisinden yaratıldığı içindir. Babası
da köle (rıkk) olmasına razı değildir. Birinci surette razıdır. Böyle olunca
anaya tâbi olmaz. Kıymetiyle hür olmasına sebeb ise aslî tebâiyyet yönüne riâyet
edilmesi içindir.
Sahibi, kölenin bir
kısmım âzâd etse, tamâmı âzâd edilmiş olmaz, İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ile İmânı
Şafiî (Rh.A.); «Kölenin tamâmı âzâd edilmiş olur.» diyerek bu görüşe muhalefet
etmişlerdir,
Muhalefetin
özeti:'Kölenin bir kısmını âzâd etmek, köleliğin tamâmının yerinden yok
olmasını gerektirir mi, yoksa gerektirmez mi? tmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
gerektirmez. Belki mahal köle (rakîk) olarak kalır. Fakat âzâd edilen kısmın
miktarı mülk ortadan kalkar. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ile İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye
göre ise, mülkün ortadan kalkmasını gerektirir. Onların delili: Köle âzâdı hükmî
bir kuvvet olan azadın isbâtıdır. O kuvvetin isbâtı âzâdm zıddı olan köleliğin
(rıkkın) izâlesidir. Bu ikisi, yâni âzâd (ıtkj ile kölelik (nkk) ittifakla
bölünme kabul etmezler. Binâenaleyh köle âzâdı da bölünme kabul etmez. Eğer
bölünme kabul etse malûlün illetten- aynlm'âsı veya âzâdm bölünmesi gerekir.
Çünkü âzâd bölünmüş olursa, ya bir bölümün âzâ-dıyla tamâmın âzâdı sabit olur,
ya da bir şey sabit olmaz. Veya bir kısmı sabit olur. İki Öncekilerin her biri
üzere ma'lûlün illetten ayrı-, lığı gerekir. Son duruma göre, köle azadının
bölünmesi gerekir. İmdi köle âzâdı bölünme kabul etmeme hususunda talâk;
kısasdan afv ve çocuk, doğurmayı istemek gibi olmuştur.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili: Köle âzâdı ya mülkü ortadan kaldırarak âzâdı isbâttır. Veya ilk önce
mülkü izâledir. Yoksa mülkün zıddım ki, köleliktir ortadan kaldırarak âzâdı
isbât değildir. Bölünme lâzım gelmesi için köleliği ortadan kaldırmak da
değildir. Bunun açıklaması şudur: Çünkü köle âzâdı tasarruftur. Tasarruf sayılan
her şey, tasarrufda bulunanın idareciliğine geçmez; Tasarruf yapanın veliliği
ancak hakkı olan şeyde olur. Mâlikin hakkı ise mülktür. Şu halde veliliği ancak mülk üzere olur. Mülk ise bi'1-icmâ'
bölünme kabul eder. Fakat, ona bölünme kabul etmeyen bir iş teallûk eder. O da
âzâdlıkdır. O bölünme kabul etmeyen azadın teallûku.ise mülkün bölünmesini
gerektirmez. Namazın caiz olması gibi. Çünkü namazın caiz olması bölünme kabul
etmeyen bir iştir, ki bölünme kabul edene teallûk etmiştir. O da namazın
rükünleridir. İmdi, bu görüşler bu konuda Fukahâ-nın zikrettiği şeyin bir
özetidir. Sen bilirsin ki, onların delillerine ce-vâb vermek, ancak İmâm A'zam'
(Rh.A.) in murâdını araştırmakla faydalı olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) m kavline
göre bu konuda vârid olaıı güçlüklerin ortadan kaldırılması, âzâdın, köle âzâd
etmeye uygun ol-masîyle olur. Şu halde fiilin, yâni köle âzâd etmenin bölünme
kabul etmesi ve mutâvnnın, yâni âzâdın bölünme kabul etmemesunasıl tasavvur
edilebilir. İmdi sen maksadın hakikatim anlamak istersen, sana soyliyeceğim şu
sözlere kulak ver:
Ben derim ki: (Başarı
Allah1 (C.C.) dandır ve tahkikin anahtarları O'nun yed'i kudretindedir.) Âzâd
etmenin (i'tâkın) gerçek ma'nâsi — Fukahânm dedikleri gibi— şer'î kuvvet olan
âzâd (ıtk) m isbâtıdır. Aşikârdır ki; bu yönden onun isbâtı insan gücünün
dışındadır. Bu ancak Hâlık Teâlâ (C.C.) Hazretlerinin kudreti dahilindedir.
Gerçek ma'-nâ imkânsız olunca, mecazî ma'nâya geçmek vâcib olur. Nitekim bu
mukarrer kaidedir.
Mecazî ma'nâların
gerçeğe-en yakın olanı burada iki şeydir: O iki şeyden biri mülkün ortadan
kaldırılması ile şer'î kuvveti isbâttir. Meselâ; kuldan sâdır olan mülkün
izâlesi olmakla kuvvetin sübûtu onun üzerine terettüb eder. Bunun benzeri
kulların fiillerinde kazanmak ve yaratmaktır. İmdi birincisi, yâni kulun
kazanması onun kudreti dahilindedir. Onun üzerine Allah* (C.C.) m kudreti
dâhilinde olan terettüb eder. O da âzâd (ıtk) dır. İkinci^ma'nâ mülkün
izâlesidir. Bu açıktır. Bununla onların zikredilen delillerine cevâb verilmiş
olur. Böylece meşhur işkâl de ortadan kalkar. Birincisine gelince; biz, âzâd
etmenin (i'tâkm), şer'î kuvvetin isbâtı olduğunu kabul etmeyiz, denilir. Çünkü
onun kuldan sâdır olması muhaldir. İsbâtın kula isnadı hakîkaten nasıl sahîh
olur? İmdi bu mukaddime bâtıl olunca ona dayanan şey de bâtü olur.
İkincisine gelince;
denilir ki, itkin i'tâk için mutâvi' olmasiyle itkin gerçek ma'nâsına göre
böyle olduğunu murâd ederseniz; biz bunu kabul ederiz. Lâkin burada murâd bu
ma'nâ değildir. Nitekim bilirsin. Belki onun mecazi ma'nâsıdır. Fiilîn mutâviınm
mecazî ma'nâdan ayrılması caiz olur. Nitekim: «Kırdım, fakat kırılmadı» sözünde
olduğu gibi. Çünkü bunun .ma'nâsı: «Ben onun kırılmasını istedim, o kırılmadi»
demektir. Eğer siz; bu sözle buradaki murâd ma'nâya mutâvi* olduğunu
kasdederseniz, biz bunu kabul etmeyiz. Çünkü burada murâd olan ma'nâ; ya mülkün
ortadan kaldırılmasıdır, ya da mülkün ortadan kaldırılmasının
müsebbibidir.'Açıktır ki, eğer mülkün izâlesi bölünme kabul etse, âzâdın
bölünmesini gerektirmez. Belki mülkün zevalinin bölünmesini gerektirir. Halbuki
onda mahzur yoktur. Belki iş zikredilen gibidir. Sözün kısası şudur ki; şayet
kölenin bir kısmı âzâd edilse, sahibinin mülkünün bir kısmı yok olur. O da
yed'İn (mâlikiyetin) mülküdür. Rakabenin mülkü kalır. Bu durumda mükâteb gibi
olur. Bundan dolayı musannif bu mes'eleyi onu ta'kîb eden mes'ele ile izledi.
İlâhî tevfîkin nurlarından bana taşan bu tahkik ile Bedâyi1 sahibinin dediği
şey yıkılmıştır. Onun sözü şudur: Fukahâdan çoğu; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
bölünen i'tâk olup itkin bölünmediği görüşü üzeredir. Bu ise doğru değildir.
Çünkü i'tâk bölünmeyi kabul edince ıtk da bölünür. Şu bir zarurettir ki, ıtk
i'tâkın hükmüdür. Hüküm ise illete uygunluk olarak sabit olur. Bir de; bu söz
illetin tahsisine kail olmaktır. Çünkü; âzâd etmek (i'tâk) yanda mevcûddur.
Kölenin âzâd olması ise ödeme veya çalışma zamanına kadar gecikir. Bu, illet
var, hüküm yok demektir. İlletin tahsisinin tefsiri budur. Bâzı Hidâye
muhaşşîleri; «Bedâyi' sahibinin izahından şu lâzım gelir ki: Âzâd olmak,
parçalan-*mayı kabul etmemekde, âzâd etmekten ayrılmaz. Çünkü âzâd etmek bölünme
kabul etmez. Binâenaleyh Sâhibeyn'in (yâni İmâm Muham-med ise îmâm Ebû Yûsuf
(Rh.Aleyhiinâ) un) sözünün kuvveti meydana çıkar, demişlerse de, Bedâyi
sahibinin sözünün yıkıldığı bizim söylediğimizi teemmülle ortaya çıkarır. İmdi
gerisini sen düşün!
Sonra, âzâd etme mülkün
bir kısmının ortadan kalkmasiyle bölünme kabul edince, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre, kölenin maliyetinin bir kısmı habsedilip, o köleye çalışıp kazanmak vâcib
olur. Köle, kıymetinin bir kısmından geri kalanında sahibi için çalışıp kazanır.
Çünkü çalışıp kazanan köle, îmâm A'zana' (Rh.A.) a göre, mükâteb gibidir. Hattâ
o kölenin dört kadını nikâh etmesi, yâni dört kadın ile evlenmesi caiz olmaz.
Teberrulara da mâlik olmaz. Çünkü itkin bir kısma izafesi kölenin nefsinin
hepsine mâlikiyetinin sübûtunu gerektirir. Kölenin bir kısmında mülkün kalması
hepsinde mâlikiyetin sübûtunu meneder. İmdi biz, iki delil ile köleyi mükâteb
menzilesine indiren kavi ile amel ettik. Çünkü efendi yed'en mâliktir. Rakabeten
mâlik değildir. Çalışmak ise kitabet bedeli gibidir. Şu halde sahibi onu
çalıştırabilir. Âzâd etmesi de caiz olur. Çünkü mükâteb âzâd edilebilir.
Eğer köle çalışmakdan.
âciz olursa köleliğe (rıkka) geri çevrilmez.
Yâni, ikisi arasındaki
fark şudur: Bir kısmı âzâd edilmiş olan köle şâyet edadan âciz olsa rıkka
(köleliğe) geri çevrilmez. Çünkü o hâiis ıskattır, feshi kabul etmez. Maksûd
olan kitabet bunun hilafıdır. Çünkü maksûd kitabet feshi kabul eden bir akddir.
Talâk ve kısâsda ikisi ortası bir durum yoktur. İmdi biz onu hepsinde haram
tarafını tercih ederek isbât ettik.
Çocuk isteme
(Doğurtma), İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bölünme kabul eder. Hattâ kendisi ile
başkası arasında müdebbere olan cariyenin kendi hissesine düşen kısmından bir
çocuk doğurtmak istese bununla yetinilir. Müdebber olmayan cariyede ifsâd etmek
sebebiyle ortağının nasibini ödese, ödemekle o nasibe mâlik olur ve doğurtmak
kâmil olur.
Bir adam kendisi ile
başkası arasında ortaklaşa olan köleden payını âzâd etse, ortağı için dahî âzâd
etmek hakkı veya çalıştırmak hakkı vardır. Velâ hakkı her ikisinde vardır.
Çünkü ikisi de âzâd edicidirler. Yâhûd âzâd eden zenginse ortağına hissesinin
kıymetini Ödetme hakkı vardır. Meselâ; şer'kiniu hissesinin kıymeti kadar mala
sâ-hib ise ödettirir. Eğer fakir ise ortağının ancak âzâd etmek veya
çalıştırmak hakkı vardır. Velâ birincide olduğu gibi ikisi için olur. Ödeyen
âzâd edici Ödediği şeyle köleye riicû eder. Çünkü âzâd eden, susan yerine
geçer. Çünkü sâkit için çalıştırma hakkı vardır. Âzâd eden için de öyledir.
,
Velâ ödeyene (zâmine)
âıddir. Çünkü azadın hepsi onun tarafından d ir. Zira kölenin tamâmına ödemekle
mâlik olmuştur. İki ortakdan her biri diğerinin payının azadına şehâdet etse,
köle ikisi için çalışır. Gerek o iki ortak zengin, gerekse fakır olsunlar ve
gerek biri zengin ve diğeri fakır olsun. Bu İfnanı A'zam' (Rh.A.) a göredir.
îmânıeyn' (Rh. A-leyhimâ) e göre, eğer ikisi de zengin olurlarsa köle çalışmaz.
Eğe* .ikisi de fakir olurlarsa, ikisi için de çahşır.'Eğer biri zengin ve diğeri
fakîr olursa, fakîr için çalışır, zengin için çalışmaz. Velâ hakkı ikisine
âiddir. Çünkü her biri, benim ortağımın köle üzerinde payı onun âzâd etmesiyle
âzâd edilmiş oldu ve o payının velâsı onun içindir. «Benim payım çalışmakla âzâd
edilmiş oldu, payımın velâsı benim içindir.» der.
İ mâ m ey n' (Rh.
Aleyhimâ) e göre: Velâ zikredilenin hepsinde mev-kûfdur. Çünkü ikisinden her
biri âzâdı ortağına havale eder ve ortağı bunu kabul etmez. İmdi .veiâ,
ikisinden- birinin i'tâkı üzerine ittifak edinceye kadar mevkuten kalır.
İkİ ortağın biri
kölenin azadını yarınki günde birinin fiiline bağla-sa ve; «Eğer fülân köle bu
eve yarınki gün girerse hürdür.» dese ve ortak da: «Eğer girmezse hürdür.»
dese, imdi yarınki gün geçip şartı dahî bilinmese, yâni köle eve girdi mi,
yoksa girmedi mi bilinmese, o köIenin yansı âzâd tailmiş olur. Köle geri kalan
yarısında ikisi için çalışıp kazanır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, tamamında,
çalışıp kazanır. Çünkü çalışıp kazanmanın düşmesi ile üzerine hükmedilecek
şey,' ki kölenin eve girmesi veya girmemesi bilinmemektedir, bilinmeyen şey
üzerine hüküm vermek ise mümkün olmaz.-İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) un delili şudur: Çalışıp kazanmanın yarısı kesinlikle düşmüştür. İki
ortakdan her biri diğerine, çeri kalan yarım benim pimindir ve düşen senin
payındır, der. Bu durumda kölenin çalışıp kazandığı ikisi arasında yarı yarıya
bölünür.
İki kölede âzâd olmak
yoktur. Yâni, bir adam: «Eğer fülân kimse yarınki gün eve girerse, benim kölem
hürdür.» deyip ve diğer adam da: «Eğer yarınki gün fülân eve girmezse benim
kölem hürdür» dese, ve gün geçerek, o adamın girip girmediği bilinmese, iki
köleden her biri âzâd edilmiş olmaz. Çünkü âzâd ile üzerine hüküm verilecek şey
— ki eve girmektir ve âzâd ile hükmedilecek olan da iki kölenin biridir —
bilinmemektedir. Şu halde aşın bilgisizlik vardır. Öyleyse iki köleden hiçbiri
âzâd edilmiş olmaz.
İki kimse ikisinden
birinin çocuğuna, satın almak, hibe veya va-siyyet ile mâlik olsalar veya o iki
kimsenin biri oğlunun yarısını oğlunun sahibinden satın alsa, yâhûd onun âzâd
olmasını yansının satın alınmasına bağlasa, meselâ Zeyd, Bekr'in kölesine: «Eğer
ben senin yarını satın alırsam senin yarın hürdür.» dese, ondan sonra- o köleyi
Zeyd ve bir başka adam ortaklaşa satın alsa, ilk iki surette hem onun hem
babanın payı âzâd edilmiş olur. Çünkü baba yakınının yarısına mâlik-dir. Onu
satın alması ise âzâd etmektir. Nitekim daha Önce geçti. Şart bulunduğu için,
üçüncü surette yemîn edenin payı âzâd edilmiştir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
j,eaddî bulunmadığı için baba ortağının payım Ödemez. Gerek ortağının oğlu
olduğunu bilsin, gerekse bilmesin müsavidir. Baba ortağının payım zikredilen
üçüncü surette Ödemez. Nitekim onu mîrâs yoluyla alsalar hüküm bu olurdu. Yâni,
baba bu surette ortağının hissesini ödemez. Nitekim baba ile ortağı oğluna
mîrâs yoluyla mâlik olsalar, baba ortağın hissesini ödemezdi.
Bunun sureti şudur: Bir
kadm ölüp, bir kölesi kalsa, ki o köle, kocasının oğlu olsa ve kocasıyla erkek
kardeşini mirasçı bıraksa, baba oğlunun yansına vâris olup babası üzere âzâd
edilmiş olur ve o kadının erkek kardeşinin payını ittifakla ödemez. Çünkü irs
baba için zarurîdir. İrsin sübûtuuda baba için seçme hakkı yoktur. Şu halde
ortak köleyi ya. âzâd eder veya çalıştırır. Yâni ortak için Ödetme velayeti
olmayınca, ortak için iki durumdan biri kalır: Ya âzâd etmek veya çalıştırmak,
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir
ki: İrsden başkasında, baba zengin olduğu halde oğlunun kıymetinin yansını öder.
Fakir olduğu halde oğlu kıymetinin yarısını babasının ortağı için çalışır. Çünkü
onu yakınının satın alması âzâd etmektir. Eğer satın alan zengin ise ödemek
vâcib olur. Fakır ise, köle çalışıp kazanır. İmâm A'zam (Rh.A.) der ki: Ortak
olan adam, payının ifsadına razıdır. Bu durumda baba ödeyici olmaz. Nitekim
payının âzâd edilmesine izin verse, âzâdm illetinde —vki o satın almaktır — babaya ortak
olması bakımından, babanın ödeyici olmadığı gibi. Eğer baba ödeyici olmadığını
bilmezse, bilmemek özür olmaz. Eğer kölenin yansını bir yabancı satın alıp
ondan sonra geri kalan yarısını da, zengin olduğu halde kölenin babası satın
alsa, babanın ortağı olan yabancı payını babaya ödetir. Çünkü yabancı payını
ifsada razı olmamıştır. Ya da oğlan babanın yanında maliyetini habsettiği için
kıymetinin yarısında çalışır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü İmâm
A'zam' (Rh.A;) a göre, âzâd edenin zenginliği çalışmayı menetmez. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ise; «Ortak için muhayyerlik yoktur. Baba
oğlunun kıymetinin yansını öder.»
demişlerdir. Çünkü İraâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, âzâd edenin zenginliği
çalışmayı meneder. Eğer kölenin babası zengin olduğu halde oğlunun ta-mâmma
mâlik'olan kimseden yansını satın alsa, baba mâlike ödemez. Çünkü mâlik köleyi
babasına satması ile payının ifsadına razı olmuştur. Bir köleye ortak olan üç
kimsenin biri köleyi müdebber etse ve diğeri âzâd etse ve her ikisi zengin
olsa; biri de sükût etse, sükût eden ancak kölenin müdebbiri olan- ortağına
payını ödetir. Âzâd «dene ödetmez. Müdebber yapan da kölenin müdebber olarak
üçtebir kıymetini âzâd edene ödetir. Kendi ödediğinin üçtebirini ödetemez. Yâni
köle üç adamın arasında ortaklaşa olsa, birisi o köleyi müdebber edip ve diğeri
âzâd etse ve bu ikisi de zengin olsa; üçüncü sükût etse, bu durumda sükût eden
ve müdebbir ödetmeyi murâd etseler, sükût eden için müdebbire ödettirmek hakkı
vardır. Âzâd edene Ödettiremez. Müdebbir için de âzâd edene kölenin müdebber
olduğu halde kıymetinin üçtebirini ödettirmek hakkı vardır. Yoksa müdebbirin
ödediği üçtebiri ödettiremez. Bunun açıklaması şudur; Kölenin kıymeti meselâ
yJrnıiyedi dinar olsa, sükût eden, müdebbire dokuz dinarı ödetir. Müdebbir de
âzâd edene altı dinar ödetir. Çünkü müdebber kölenin kıymeti hâlis kölenin
kıymetinin üçteikisidir. Nitekim bunun sebebi yakında gelecektir.-İmdi tedbîr
sebebiyle müdebbirden dokuz dinar yok olmuştur. Âzâd etmekle olan yok etme
müdebberin kıymeti üzere vâkidir. O da hâlis köle (kmn)
kıymetinin, —ki onseMz
dinardır— üçteikisidir.
Onseki-zin üçtebiri altı dinardır. İmdi müdebbir âzâd edene ancak altı dinân ödetir. Susanın hissesi olan dokuz dinarı ödediği bu
alLı dinarla birlikte ödettiremez. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)
demişlerdir ki: Köle müdebbire âiddir. Köleuin kıymetinin %teikisini gerek
müdebbir zengin ve gerekse fâkîr olsun, kölenin iki ortağına öder. Çünkü bu
ödeme temellük ödemesidir. Zenginlik ve fakirlik ile de"ğ,|şmez. Âzâd etme
ödemesi bunun aksinedir. Çünkü o suç işlemekden meydana gelen borçtur.
Bir kimse bir câriye
için; «Bu benim ortağımın ümmü veledidir.» deyip ve ortağı da inkâr etse, fmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, o câriye inkâr eden ortağa bir gün hizmet eder ve bir
gün durur. Çünkü ikrar eden, o câriye üzerinde hakkı olmadığını söylemiştir.
İkrarı ile muâha-ze olunur. İnkâr eden, cariyenin eski hâlinde olduğunu
söylemektedir. |;; Binâenaleyh önün için cariyenin yarısında hak vardır;
İmâmeyn' (Rh. |' Aleyhimâ) e göre, inkâr eden için, cariyeyi kıymetinin yansı
hususunda çalıştırmak hakkı vardır. Ondan sonra câriye hür olur. Çünkü inkâr
eden arkadaşı, bunun ümmü veledidir, diye ikrar eden ortağını doğru-lamayınca
ikrarı kendi aleyhine döner. Sanki ikrar eden, cariyeye çocuk doğurtmuştur.
İmdi câriye inkâr eden için çalışmakla âzâd edilmiş olur.
Ümmü veled için kıymet
yoktur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ):, «Ümmü veled için kıymet vardır.» demişlerdir.
Çünkü ümmü veled kazanılmış köle (memlûke) dir. Onunla cima, icâre ve istihdam
yönlerinden yararlanılır. Binâenaleyh müdebbere gibi kıymetlendirilmiş olur.
Bundan dolayı bir kimse: «Benim bir memlûküm âzâd olsun.», dese, ümmü veled ona
dâhil olur. Cimâın mubah kılınması mülke delildir. Çünkü cima ancak nikâh ile
veya. mülk-ü yemîn ile helâl olur. Birincisi yoktur. İkincisi taayyün etmiştir.
Mülkün devamı, maliyetin ve kıymetin devamına delilidir. Çünkü insanda
memlûkiyyet, maliyet ve tekavvüm-den başka bir şey değildir. Hürriyet hakkı
tekavvüme aykırı olmaz. Müdebber gibi. Bundan dolayı şayet bir Nasrânînin ümmü
veledi İslama gelse, çalışıp kazanır. Bu tekavvümün (kıymetliliğin)
belirtisidir. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili, Kesûlüllah' (S.A.V.) m :
«Ümmü veledi, çocuğu
âzâd etti.» kavlidir. Bu lıadîs-i şerif? İbn-i Mâce (Rh.A.) ve Dârekutnî (Rh.A.)
rivayet etmişlerdir.
Hürriyetin gereği
tekavvümün ortadan kalkmasıdır. Lâkin hadîsi şerif, muarız geldiği için hürriyet ifâdesinde yeterli değildir. Hadîs-i
şerif Resûlüllah' (S.A.V.) m şu kavlidir :
«Her hangi bir câriye
sahibinden doğurursa, o câriye sahibinin ölümünden sonra âzâd olur.»
Bir rivayette uOndan
sonra» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerifi İmânı Ahmed (Rh.A.) rivayet etmiştir. Bu
hadîs-i şerif için tekavvümün ortadan kalkmasında muarız yoktur. Şu halde
tekavvüm sabit olur. Tekavvümün ortadan kalkması sabit olunca zengin olan kimse
ümmü veledini kendisi ile başkası arasında ortaklaşa olduğu halde âzâd ederse,
ödemez. Meselâ, çocuk doğurur da ikisi de çocuğu benimdir diye iddia ederse,
ümmü veledin tekavvümü caiz olmadığına binâen, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
ortağının payını ödemez. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, tekavvümü caiz olduğuna
binâen öder.
Bir adamın üç kölesi
olsa,, sıhhati hâlinde yanındaki iki köleye: «İkinizden biriniz hürdür.» dese, o
iki kölenin biri dışarı çıkıp üçüncü köle girdikde o sözü tekrar etse; eğer
o.adam sağ ise, sözünü açıkla diye emredilir. Eğer adamın gayesi bilinmediği
hâlde öldü ise, yanında duran kölenin üç rub'u, yâni üç çeyreği ve diğer iki
kölelerden her birinin yarısı âzâd edilmiş olur. Bu, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf'a
(Allah ikisine de rahmet eylesin) göredir. İmâm Muhaınmed' (Rh.A.) e göre, giren
kölenin d ört tehiri âzâd olur. Diğeri, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ)
un dedikleri gibidir. Çünkü ilk îcâb (yâni ilk söz), d(-şarı çıkan île duran
arasında deveran etmektedir. Şu halde ikisi arasında yarıya bölünür. Ondan
sonra ikinci îcâb, duran ile giren arasında döner. İmdi ikinci îcâb ile durana
isabet eden yarım aralarında yarıya bölünür. Durana isabet eden yan hisse-i
şâyiâhdır. İlk îcâbla âzâd edilen yarıya isabet eden hükümsüz kalır.' Boş kalan
yarıya isabet eden — ki o dörttebirdir:— kalmıştır. Onun da üç çeyreği âzâd
olur, İçeri girene gelince; İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, dörttebirî âzâd
edilmiş olur. Çünkü bu icâb duranın dörfctebirinin âzâd edilmesini
gerektirince içeri girenden de dörttebirin âzâd edilmesini gerektirir. Zira
ikisi arasında yarıya bölünmüştür. İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) :
«Yarısının azadına mâni' olan şey durana âiddir. İçeri girene mâni' yoktur. Şu
halde girenin yansı âzâd edilmiş olur.» demişlerdir.
Eğer bu söz adamın
hastalığı hâlinde olursa ve açıklamadan önce ölüp ve o kölelerin kıymetleri eşit
olursa, üçtebirinden âzâd edilenin miktarı
çıkacak kadar malı kaldığı takdirde — ki tmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, bir rakabe ve bir
rakabenin üç çeyreğidir ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, rakabenin yarısıdır —
veya bu miktar üçtebirden çıkmayıp ve lâkin vârisler izin verirlerse cevâb
zikredilen gibidir. Eğerimin bu kölelerden başka malı yok ise ve vârisler dahî
izin vermezlerse, q kölelerin arasında, bizim anlattığımı^ üzere üçtebir taksim
edilir. Bunun açıklaması şudur: Dışarı çıkan kölenin hakkı yarımda ve yanında
duran kölenin hakkı üç çeyrekde ve içeri girenin hakkı İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf
(Rh. Aleyhimâ) a göre, dışarı çıkan köle gibi yarımdadır. İmdi yarımı ve
dörttebiri olan bir mahrece (paydaya), muhtaç olunur. Bu paydanın en azı. dört
olup yediye avle-der (döner). Şu halde dışarı çıkanın hakkı iki hissedir.
İçeride dura-' nm hakkı üç hissede ve içeri girenin hakkı iki hissededir. Bu
suretle âzâdm payları yediye ulaşır. Şu halde malın üçtebiri yedi kılınır.
Çünkü âzâd hastalıkdavasiyyettir. Bunun geçer yeri (nefâz) malın üçte-biridir.
Malın üçtebiri yedi olunca, üçteikisi ondört olur. Bu çalışmanın paylarıdır.
Malın hepsi yirmibir olur. ölen adamın malı ise üç köledir. Binâenaleyh her
köle yedi pay olur. İmdi dışarı çıkan köleden iki pay âzâd edilmiş olur ve
beşinde çalışır. İçeri giren köleden iki pay âzâd edilmiş ölür ve beşinde
çalışır. İçeride durandan üç pay âzâd edilmiş olur ve dördünde çalışır. İmdi
vasiyyetlerin payları yediye ulaşır ve çalışmanın paylan ondört olur. Böylelikle
üçtebir ve üçteiki doğru olur.
,
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre, içeri giren kölenin hakkı bir paydır. Ona göre âzâd paylan altıdır.- Her
rakabe altı pay kılınır ve çalışma paylan oniki olur. Malın hepsi onsekiz
yapılır. İçeride durandan üç pay âzâd edilmiş olur ve üçünde çalışır. Dışarı
çıkandan iki pay âzâd edilmiş olur, dördünde çalışır, İçeri giren köleden bir
pay âzâd edilmiş olur, beşinde çalışır. Bu durumda üçtebir ve üçteiki doğru
olur.
Ben derim ki: Bunun
zahirine şu soru yönelir: Ferâiz erbabı, dördün avl eyiemediğini
açıklamışlardır. Şu halde nasıl oluyor da; bunun en azı dörttür, yediye avl
eder, demek doğru oluyor?
Bu sorunun cevâbı
şudur: Onlann sözlerini açıklayanların söylediklerine göre bunun ma'nâsı; «Bir
mes'elcde asla iki yanmla bir dört-tebirin bir araya gelmesi düşünülemez.»
demektir. Bu söz terekenin taksiminden başkasında dörde avlin vâki olmasına
engel değildir.
Eğer bir adam, cimâdan
önce üç karısını bu şekilde boşasa; dışarı çıkan karmırı mehrinin dörttebiri,
içeride duranın mehrinin sekizdeüçü, içeri girenin de mehrinin sekizdebiri
düşer. Yâni, bir adamın üç karısı olup mehrleri eşit olsa, yukarıda geçtiği
şekilde, onlarla cinsî münâsebette bulunmazdan önce boşasa, birinci îcâb ile
birisinin meh-rinln yarısı, dışarı çıkan ile evde duranın arasında yarıya
bölündüğü halde, o yarım düşer. İmdi ikisinden her birinin mehrinin dörttebiri
sakıt olur. Ondan sonra ikinci îcâb ile dörttebir düşer. O da evde duran ile
içeri giren arasında yarıya bölünür. Ve her birine sekizdebir isabet eder. Böyle
olunca içerde duranın mehrinin sekizdeüçü iki îcâb ile düşer. İçeri girenin
mehrinin sekizdebiri düşer.
Bu mes'elenin taJâkrfa
cinsî münâsebetten önce far/olunmasına se-bcb, birinci icâbın beynûneti mu'cib
olması irindir. Birinci icâbın İsabet eylediği kadın ikinci icâba mahal kalmaz
ve bu ma'nâda âzâd gibi olur.
Kftdın ile cinsî
münâsebette bulunmak ve ölüm, mübhem talâk için açıklamadır. Yâni bir adam, iki
karısına «İkinizden biriniz boşsunuz.» dese, ondan sonra ikisinden biri ile
cinsî münâsebette bulunsa veya ikisinden biri ölse, cima ile ölümden her biri
şunu beyândır ki: Boşamakla murâd diğer kadındır. Yâni, cinsî münâsebette
bulunulan veya ölen kadının diğeridir.
Cinsî münâsebetin
mübhem talâk için açıklama olmasının sebebine gelince; çünkü nikâh cinsî
münâsebetin Helâl olması için korîulmuş bir akddir. Talâk ise nikâh mülkünü
ortadan kaldırmak için konulmuştur. Yâni, ya hemen veya iddet bittikten sonra,
cinsî münâsebetin helâl olmasını ortadan kaldırır.
Şu halde; cinsî
münâsebet, ö kimsenin talâk ile muradının cima. edilmiş olan kadın olmadığına
delildir, ölümün mübheın talâk için açıklama olmasının sebebine gelince; çünkü
ma'iûmdur ki, beyân bir bakımdan inşâdır. Yâni îcâbdır. İmdi onun için bir mahal
gerekir. Mübhem âzâdda olan satış, ölüm, tedbîr, çocuk isteme ve teslim olunan
hibe ile sadaka gibi. Yâni bir kimse iki kölesine; «İkinizden biriniz hürdür.»
dedikden sonra, ikisinden birini satsa veya müdebbere yapsa, veya biri Ölse veya
bu sözden sonra iki cariyesinin birisini doğuma veya iki-' sinden birini
başkasına hibe edip veya sadaka edip teslim etse, bunların hepsi, muradın
başkası olduğunu beyân sayılır. Zira, kendisi için inşâ hâsıl olan kimse asla
ölümle âzâda mahal kalmaz. Satıcı yönünden de satmakla âzâda mahal kalmaz. Her
vecihie, tedbir ve doğurtmak, yâni ikisinden birini müdebber edip veya
doğurtmakla âzâda mahal kalmaz. Binâenaleyh öteki aynen belli olur. Teslimle
yapılan hibe ve sadaka satış menzil esindedir. Çünkü temliktir.
Kapalı (mübhem) âzâdda cima beyân olmaz. Yâni, bir kimse
iki
cariyesine; ((İkinizden biriniz hürdür.» dese,
ondan sonra birisi ile cinsî ilişkide bulunsa. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre beyân
olmaz, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre beyân olur. Çünkü cinsî ilişki ancak
mülkde helâl olur. Cinsî ilişkiye yönelmek de istibkânın delilidir. (Yâni onu
elinde bırakmanın delilidir.)
İmâm A'zam' (Rh.A,) m
delîü şudur: Mülk cariyenin ikisinde de .sabittir. Bundan dolayı mâlik için
ikisini de hizmette kullanmak hakkı vardır. Cariyelere cinayet işlenirse
diyeti, şüphe ile cinsî münâsebette bulunurlarsa, mehrleri mâlike âid olur.
Çünkü mübhem âzâd beyâna muallâktır. Şarta bağlanmış olan bir şey şarttan önce
olmaz.
Mâlik cariyesine':
«Senin doğuracağın çocukların ilki eğer oğlan olursa, hürsün.» dese, câriye de
bir oğlan ve bir kız doğursa ama önce doğan hangisi olduğu bilinmese, ananın
yarısı, kızın yarısı âzâd edilmiş olur ve oğlan köle kalır. Çünkü ana ile kızdan
her biri bir halde âzâd olurlar. O da ilk defa oğlan doğurmakladır. Ana şartla,
kız da ona tâbi olarak hür olurlar. Bir halde de köle (rıkk) olurlar. O da önce
kız doğurduğu vakittir. Bu da şart bulunmadığı içindir. Binâenaleyh, her
birinin yarısı âzâd edilmiş olup diğer yarımda çalışırlar. Oğlan ise iki halde
de âzâd edilmiş olmaz. Yâni, oğlan gerek kızdan önce, gerek sonra doğsun âzâd
edilmiş olmaz.
İki adam, Zeyd aleyhine
iki memlûkünün birini âzâd ettiğine şâ-hidlik etse, memlûkler köle olsun ve
gerekse câriye olsun, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, her iki surette de şehâdet
geçersiz olur. Birinci surette, yâni, memlûkün ikisi de erkek köle olduğu
surette, şehâdetin geçersiz olmasına sebeb; kölenin âzâdı aleyhine şehâdet, köle
da'vâ etmeyince, İmâm A'zam' (Rh.A,) a göre, kabul edilmediğindendir. Burada
köle tarafından da'vâ yoktur. Çünkü, meçhuldür. İnıâmeyn' (Rh. Aîeyhi-mâ) e
göre, da'vâsız şehâdet kabul edilip geçersiz olmaz. İkinci surette, yâni ikisi
de câriye olduğu surette, her ne kadar da'vâ cariyede şart değil ise de, lâkin
mübhem âzâd aleyhine şahitlik kabul edilmez. İki kölenin birinde olduğu gibi.
Ancak eğer şâhidlerin şehâdeti Zeyd'in vasiyyeti hakkında olursa, o zaman kabul
edilir.
Hidâye'de 'denmiştir
fei: İki adam, Zeyd ölüm hastalığında iki kölenin birini âzâd etti diye şâhidük
etse veya sıhhatinde veya hastalığında müdebber' ettiğine şâhidlik etse ve
şâhidliği edâ dahî Zeyd'in ölüm hastalığında veya ölümünden sonra olsa, o
şâhidlik istihsânen kabul edilir. Çünkü tedbir, vâki olduğu vakitte vasiyyet
olur. Âzâd etmek dahî Ölüm hastalığında vaşiyyettir. Vasiyyette hasım ise
ancakvasiyyet eden kimsedir. O ise bilinmektedir, onun halefi de vardır ki, o da
vâsi, vâris veya kâdîdir.
Ben derim ki: Hidâye
sahibinin muradı, kıyâsın iktizâsı, bu şahitliğin dahî geçersiz olmasıdır,
demektir. Çünkü iddia edilen bilinmemektedir. Lâkin bu şehâdet istihsânen kabul
edilir. Çüttkü da'vâcı takdimi, da'vâlı da tahkiken mevcuttur. Zira bu
vasiyyettir ve vasiyyette hasım vasiyyet edendi^. Çünkü, azadın faydası vasiyyet
edene âiddir. Binâenaleyh takdîren da'vâcı olur ve onun halefi vardır ki,
da'vâlarda ve başka yerlerde yerine geçer. Ö halef vasi veya vârisdir ve
ikisinden her biri gerçekden da'vâlı olurlar. Şu halde; vasiyyet eden hakkını
ikisinden birinden da'vâ eder ve iki şâhid ikâme eder Böylelikle, vasiyyet eden
kimse bir bakımdan da'vâcı, bir bakımdan da'vâlı olur.
Bu çözüm ile
Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A,) nuı sözü çöküp dağılır. O şöyle demişti: «Birinci delil müşküdir. Çünkü üzerinde
tartışılan şudur: Şayet sahibi iki kölesinden birinin tedbîrini inkâr etse veya
vâris bunu murisin ölümünden sonra inkâr etse ve o iki kölede tedbîrin isbâtını
isteseler, imdi da'vâcınm, mûsî veya onun naibi olduğu nasıl söylenir?» Çünkü
üzerinde tartışılan şey O'nun söylediği değil, köle sahibinin iki kölesinden
birini müdebber yaptığını inkâr etmesidir, İki kölenin bunun isbâtmı
istemeleri, ancak bu, iki adam sahibinin sıhhatinde iki kölenin birini âzâd
ettiğine şâhidlik ettikleri vakittedir. Nasıl böyle olmasın? Hidâye'de: «Bütün
bunlar o iki kişinin köle sahibi iki kölesinden birini sıhhati hâlinde âzâd
ettiğine şehâdette bulunduklarına göredir.» denilmiştir. Bundan sonra, şayet
iki adam, Zeyd ölüm hastalığında iki kölesinin birini âzâd etti, diye şehâdet
ederlerse, demiştir; Keza Hidâye sahibi, da'vâcı mûsîdir veya onun naibidir,
dememiştir. Belki mûsîyi da'vâcı ve naibini da'vâlı yapmıştır. Nitekim biz onu
açıkladık. Gâyetü'l-Beyân, şu sözüyle bizim zikrettiğimizi destekler: «Ölüm
hastalığında âzâd veya tedbîr, vasiyyet sayılınca, buna verilen hüküm ma'lûm
olur. Çünkü vasiyyetin yerine getirilmesinde hasm mûsîdir. O da bilinmektedir.
Onun halefi vardır. O da vasî veya vârisdir. Şu halde şehâdet kabul edilir.
Hayat hâli bunun aksinedir. Çünkü şehâdet köle içindir, sâhib için değildir.
Zira sahibi iddia etmez. Kendisine şahitlik yapılan köle de bilinmemektedir.
Kâfide söylenen sö« ise Sa.d-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın sözünden daha :»«yrct
vericidir ZtUaî (Rh.A.) de Kâfiye
tâbi olmuştur. Onlar şöyle demişlerdir:
«İstihsâmn vechi şudur:
Ölüm hastalığında âzâd va&iyyettir. Hattâ üçtebirden itibâr olunur. Tedbîr dahî
vasiyyettir. Gerek sıhhatte olsun ve gerekse ölüm hastalığında olsun müsavidir.
Hasm, vasiyyetin yerine getirilmesinde mûsîdîr. Çünkü vasiyyetin yerine
getirilmesinin vâcib olması vasinin hakkı
içindir. Faydası da kendisine âiddir. İnkârı merdûddur. Çünkü akılsızlıktır.
Mûsî bellidir. Halefi de vardır. O da vasi veya vârisdir. İmdi vasinin veya
vârisinin her birinden da'vâ gerçekleşir.»
Kâfi"ıiin bu sözü doğru
değildir. Önce doğru olmadığına sebeb; mâlikin inkârı bu surette olmayıp belki
sıhhatinde şehâdet ettikleri vakittedir. Nitekim daha önce geçti. Doğru
olmadığının ikinci sebebi ise; da'vânın vârisden bu surette tahakkuku asla
ma'kûl olmadığı içindir. Çünkü,, vâris şayet «Murisim iki kölesinin birini âzâd
etti.» dese, ikrar olur, da'vâ olmaz. Şu halde şahide muhtâc olmaz. İmdi sen, bu
noktada düşün! Çünkü bu konu ayak'kayacak yerlerdendir.
«Allah doğru yola
hidâyet edicidir. Bize Allah kâfidir. O ne güzel vekildir.»
Ya da o iki adamın şehâdetleri
mübhem talâka olursa; meselâ: Bir kimse iki kârısına «İkinizden biriniz boştur.»
dese, buradaki şâhidlik da'vâsız kabul edilir. Çünkü fercin haram olmasını
tazammun eder. Ve Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkı olur. Bundan dolayı; burada
da'vâ ic-mâen şart kılınmaz.