Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

 

 

Âzâda  Yemîn   Etmek   Babı 2

Ücrete  Karşılık  Âzâd  Babı 2

Tedbir Babı (Kölenin Azadını Ölüme Bağlama) 4

İstîlâd  Babı (Cariyeye  Çocuk  Doğurtmak) 5

Kitabet  Bölümü. 7

Mükâtebin Tasarrufları  Hakkında Bir Fasıl 8

Ortak  Kölenin Kitabeti  Babı 11

Ölüm  Ve  Acz  Babı 12

Velâ   Bölümü. 14

(Âzâd  Bağlılığı) 14

Yeminler   Bölümü. 17

(Eymân) 17

Fiil  Üzere  Yemin  Babı 22

Söze  Yemin  Babı 30


Âzâda  Yemîn   Etmek   Babı

 

Bir kimse: «Ben bu eve girersem, girdiğim gün benim memlûkü-mün hepsi hürdür.» dese, girme vaktinde onun memlûkü olanın hep­si mutlaka âzâd edilmiş olur. Yâni, gerek o kimsenin mülkünde mem­lûkü olmayıp memlûkü satın aldıkdan sonra girsin veya yemin ettiği günde mülkünde memlûkü olup eve girince mülkünde kalsın müsâvî-dir. Çünkü mu'teber olan girme vaktinde mülkün bulunmasıdır. Bu ise iki surette de vardır. Eğer yemîn edenin sözünde «O gün» lâfzı yok ise, ancak yemîn ettiği günde memlûkü olan âzâd edilmiş olur. Yâni, eğer yemininde «O gün» demeyip belki, «Eğer ben eve girersem, benim mem-lûklerimin hepsi hürdür.» dese, yeminden sonra mâlik olduğu âzâd edilmiş olmaz. Zira onun «Benim her memlûküm» demesi hâl içindir. Ceza memlûkün hâlde hür. olmasıdır. Ancak şu kadar fark var ki, şar­tın ceza üzere girmesi sebebiyle şartın bulunmasına kadar ertelenmiş­tir. İmdi şartın bulunmasına kadar mülkünde kalırsa âzâd edilmiş olur. O şart eve girmektir. Mülke veya sebebine izafet bulunmadığı-için yeminden sonra satın aldığını kapsamaz.

Yine bir kimse: «Benim memlûklerimin hepsi veya benim mâlik ol­duklarımın hepsi yarınki günden sonra hürdür.» dese, bunu söyleyen için iki surette de memlûk olsa ve başka birini satın alarak, yarından sonra gelse veya «Benim memlûklerimin hepsi veya benim mâlik ol­duklarımın hepsi ölümümden sonra hürdür.» dese, elinde memlûk olup başkasını da satın alsa, bu yemîn âzâda ve tedbîre yalnız yemîn ettiği gün mâlik olduğunu kapsar. Yemîn edenin yeminden sonra satın aldığını, yeminin ikisi de kapsamaz. Çünkü onun «Benim memlûkleri­min hepsi» sözü hâl içindir. «Mâlik olduğum her memlûk» sözü de yine hâl içindir. Bundan dolayı bu ma'nâda karînesiz kullanılır. Gelecekde, gelecek zamanı gösteren edatlar kullanılır. Mut lakı hâle verilir. İmdi ceza, hâlde memlûkün hürriyeti veya tedbiridir. Onun yeminden sonra satın aldığını kapsamaz. Lâkin efendinin ölümüyle yeminden sonra ve yeminden önce mâlik olduğu köle malının üçtebirinden âzâd edil­miş olur. İmâm Ebû Yusuf (Rh.A.); «Yeminden sonra mâlik olduğu âzâd edilmiş olmaz.» demiştir. Çünkü lâtz hâlde hakikattir. Nitekim da--ha önce geçti. Bu lâfz, ilerde mâlik olacağını kapsamaz ve köle âzâd edilmiş olmaz. Bundan dolayı yemin vaktinde mülkünde olan müdeb-ber olur, mülkünde olmayan olmaz.

İmâm A'zaııı ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delilleri şu­dur: Bu söz vasiyyet yoluyla azadın icâbıdır. Hattâ üçtebirden itibâr olunmuştur. Vasiyyet ise ancak ölümden sonra meydana gelir. Ondan maksûd olan ölüm hâlidir. Görülmez mi ki, şayet bir kimse malının üçtebirini vasiyyet etse, halbuki malı olmasa veya malı olup o maldan başkasını da edinse, eğer mülkünde ölüme kadar kalırsa ikisini,de kap­sar.

Memlûk lâfzı hamli kapsamaz. Çünkü onun kapsadığı mutlak memlûktur. Hami ise bir bakımdan anasına tebaan memlûktur. Bun­dan dolayı onun âzâdı yenıîn keffâretinden sahih olmaz. Çünkü o bir bakımdan uzuvdur. Memlûk ismi nefisleri kapsar, uzuvları kapsamaz. İmdi «Benim bütün erkek memlûklerinı hürdür.» diyen kimsenin ca­riyesinin hamli âzâd edilmiş olmaz. Erkek-ile kaydetmiştir. Çünkü er­kekle kaydetnıeyip mutlak söylese, ana câriye âzâd edilmekle tebaan onun hamli de âzâd edilmiş olur..

Memlûk sözü mükâtebi de kapsamaz. Çünkü mükâteb mutlak mem­lûk değildir. Zira sahibi ona yed'en mâliktir. [1]

 

Ücrete  Karşılık  Âzâd  Babı

 

Cu'I, cîm'in Ötüresi ile, insana yaptığı işe karşılık verilen şeydir

(mükâfattır). Cîm'in esiresi ile, ciâle dahî böyledir.

Bir kimse kölesini mal karşılığı veya mal ile âzâd etse; meselâ «Bin dirhemle hürsün.» veya «Sen bin dirhem karşılığında hürsün.» dese de köle de kabul etse, âzâd edilmiş olur. Zira bu söz mal takasıdır. Velev ki maldan olmasın. Çünkü köle nefsine mâlik olamaz. Takasın gereği bedeli kabul ile hükmün sübûtudur, Nitekim satışda olduğu gibi. Şu halde, şayet köle kabul ederse hür olur.

Sahibinin şart kıldığı mal, hür üzerine borç olduğu için, âzâdlı köle üzerine .sahih borç olur. Hattâ o borca kefil olunur. Borç sahîh  olmasa, onunla kefalet sahîh olmazdı.

Kitabet bedeli bunun hüâlınadır. Çünkü o bedele kefalet sahîh ol­maz. Zira kitabet bedeli karşıt (münâfî) ile beraber sabittir. O karşıt köleliğin (nkkm) kâim olmasıdır. Nitekim yakında anlatılacaktır.

Mal; para, meta' ve belli olmasa da hayvanı kapsar. Zira malın baş­ka mal ile değiş tokuşu caiz olunca nikâha, talâka ve kasden katlin sulhuna ve keza, eğer cinsi bilinirse yiyeceğe, ölçülen ve tartılan şey­lere benzemiştir. Vasîı bilinmemek buna zarar vermez. Çünkü az bir  şeydir.

Sahibi: «Eğer bana bin dirhem ödersen, hürsün.» demekle âzâu" edilmesi ödemesine bağlanmış olan köle' çalışıp kazanmaya izinlidir. Yâni çalışıp kazanmaya izinli olan köle âzâd edilmiş olmaz. Ancak ma­lı ödemekle âzâd edilmiş olur.

Âzâd edilmesi belli bedeli ödemeye bağlanmış olan köle çalışıp kazaıımaya izin verilmiş olur. Yoksa mükâteb olmuş olmaz. Çünkü sahi­binin âzâdı ödemeye bağlaması belli ve açıktır. Bundan dolayı me'zûn olur. Çünkü sahibi ondan mal ödemeyi istemekle, önu çalışıp kazan­maya teşvik eder. Sahibinin amacı-ticârettir, yoksa çerçilik değildir. Şu halde köleye delâleten izin vermiş olur.

Âzâd edilmesi mal ödemeye bağlanmış olan köle me'zûn olup mü­kâteb olmayınca sahihinin onu satması caizdir. Mükâtebin satılması ise caiz değildir.

O köle kazandığı mala da hak sahibi olmaz. Hattâ sahibi, o kazan­dığı malı kölenin rızâsı yok iken alabilir. Mükâtebin kazandığı malı al-ma.ii caiz değildir. O âzâd etmeye bağlamanın hükmü kölenin edadan önce doğan çocuğuna, geçmez. Amma mükâtebde geçer.

Köle malın hepsini ödemekle âzâd edilmiş olur. Çünkü âzâdın bağ landığı şey mevcûddur. Velev ki ödemesi tahliye ile olsun. Yâni köle şayet sahibi alabilecek şekilde malı hazırlayıp, ilgisini kesse, sahibi o maiı gerek teslim alsın, gerekse almasın, kâdî onu zorlayıp aldırır ve kölenin âzâd edildiğine hükmeder.    .

Âzâdın bağlanıldığı şey bulunmadığı İçin köle malın bir kısmını ödemekle âzâd edilmiş olmaz. Cüz'ü kül itibâr ederek, sahibi kabule ic­bar edilirse .kölenin Ödediği mal ta'lîkdan. önce kazandığı maldan oldu­ğu takdirde, sahibi o mal ile kölenin aleyhine döner. Çünkü o mal sa­hibinin mülküdür. Eğer kölenin ödediği mal ta'lîkdan sonra kazandığı maldan ise sahibi kölenin aleyhine dönemez. Zira köle; sahibi tarafın­dan, kazandığı maldan ödemeye me'zûndur*.

Köle iki durumunda da âzâd edilmiş olur. Yâni kazancından öde­mesi hâlinde; gerek ta'lîkdan önce kazandığından olsun, gerek ta'lîkdan sonra kazandığından olsun, şart bulunduğu için âzâd edilmiş olur. Eğer sahibi (eğer) lâfziyle ta'lîk ederse, meselâ: «Eğer sen bin dirhemi öder-sen hürsün.» dese, kölenin edası veya malın edası meclisle bağlanmış olur. Eğer o meclisle öderse köle âzâd edilmiş olur. Eğer orada ödenıez-se âzâd edilmiş olmaz. Çünkü bu ta'lîk muhayyer kılmaktır. Nitekim talâkda geçti.

Eğer «Vakitte» lâfzı ile ta'lîk ederse, meclise bağlı olmaz. Çünkü «vakitte» sözcüğü «her ne zaman» sözünde olduğu gibi zaman için kul­lanılır. Nitekim daha Önce geçti.

Bir kimse kölesine: «Sen benim ölümümden sonra bin dirhemle hürsün.» dese, eğer köle sahibinin Ölümünden sonra, kabul ederse ve vâris de onu âzâd ederse, bin dirhem ile âzâd edilmiş olur. Aksi takdir­de, yâni bin dirhem ile azadı kabul etmezse veya köle kabul edip, vâris onu âzâd etmezse, âzâd edilmiş oimaz. Yâni, o köle bin-dirhemle âzâd edilmiş olmaz. Velev ki vâris bedava âzâd ettiğinde âzâd olsun. Kölenin ölümden sonra kabulüne itibâr edilir. Çünkü âzâdın icâbı ölümün son­rasına muzâf olur. Kabulün bulunması icâbın bulunmasından önce mu'teber olmaz. Binâenaleyh «Eğer dilersen yarınki gün boşsun.» de­mek gibi olur, ki kadının yarından önce dilemesi mu'teber olmaz. Vâ­risin âzâd etmesi mu'teber olur. Hattâ köle ölümden sonra kabul et­se, vâris onu âzâd etmedikçe, âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ölü, âzâd et­mek için ehil değildir. Zira, âzâd ölüme bağlanmış değildir. Böyle yer­lerde köle ancak vârisin âzâd etmesiyle âzâd edilmiş olur. Nitekim: «Sen benim ölümümden bîr ay sonra hürsün.») dese, bu da ancak vâri­sin âzâd etmesiyle olur. Müdebber bunun hılâfınadır. Çünkü onun âzâ-dı ölümün kendisine bağlanmıştır. Bunda bir kimsenin âzâd etmesi şart kılınmamıştır.                     

.Kölesini, kendisine bir yıl hizmet etmesine karşılık hür kılıp köle de kabul etse, âzâd edilmiş olur. Çünkü bir şeye karşılık âzâd etmek, diğer akidler gibi, kabulün bulunmasını gerektirir, makbulün bulun­masını gerektirmez. Bunun sureti: «Bana şu kadar sene hizmet etmek üzere seni âzâd ettim.» demektir. Ama kölesine: «Eğer şu kadar müddet hizmet edersen hürsün.» dese, hizmeti tamâm etmedikçe âzâd edilmiş olmaz. Çünkü bu söz şarta bağlıdır. Birinci söz değiş-tokuş (muâva-za) dur.

Sahibine kölenin hizmet etmesi gerekir. Çünkü mübeddel kendisi­ne teslim edilmiştir. Kölenin de bedeli teslim etmesi gerekir ki, o da hizmettir. Eğer hizmetten önce köle veya sahibi ölse, kölenin kıymeti üzerine vâcib olur. Eğer ölen köle ise, İmâm A'zam ve Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, kölenin terekesinden alınır. İmâm Muhamjned* (Rh. A.) e göre; Ölümde hizmetin kıymeti köieye vâcib olur.

Nasıl ki, köleyi kendisine bir malla satar da mal helak olursa köle­nin kıymeti vâcib olur. Yâni bu hılâf, diğer bir hilafa dayanır. O hılâf şudur: Bir kimse kölesine: «Ben, nefsini sana bu malla sattım.» deyip o mal ise helak olsa, îmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhi­mâ) a göre, onun üzerine kendi kıymeti vâcib olur. îmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, malın kıymeti vâcib olur.

İmâm Muhammed' (Rh.A.) in delili şudur: Bu satış, malı inaldan başka şey ile değiş - tokuş yapmaktır. Zira kölenin nefsi kendi hakkın­da mal değildir. Çünkü köle kendi nefsine mâlik olmaz. Bu şuna benzer ki, bir kimse bir kadını bir köle karşılığında tezevvüc etse ve o köleye bir kimse müstehık çıksa, o kadın kocasından o kölenin kıymetini alır, yoksa mehr-i misli olan fercin kıymetini isteyemez.

îmânı A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delilleri şu­dur: Bu satış malı mal ile değiş - tokuş (muâvaza) dur. Çünkü köle, sa­hibi hakkında maldır. Keza faydaları da, onlar üzerine anlaşma yap-makla mal olur. İmdi şundan gibi olur ki; bir kimse babasını bir câ­riye ile satın alıp o câriye teslim alınmazdan önce ölüp veya bir kim­se o cariyeye müstehık çıksa, satıcı alıcıdan babasının kıymetini alır. Yoksa Ölen cariyenin kıymetini almaz.

Bir adam, bir cariyenin sahibine, «Bu cariyeni benimle evlendir­mek şartıyla, bin akça ile âzâd eyle!» dese, o da âzâd etse, câriye de o kimse ile evlenmekden kaçınsa, o câriye âzâd edilmiş olur ve bunu söyleyen için bir şey lâzım gelmez. Çünkü bedelin yabancıya şart kılın­ması boşamada caizdir. Âzâdda caiz değildir. Nitekim daha Önce geçti.

Eğer «Benden» lâfzını eklerse, yâni, «Bu cariyeni benimle evlendir­mek şartiyle benden bin dirhemle âzâd eyle.» o bin dirhem cari­yenin kıymeti ve mehr-i misli üzere taksim edilir. îmdi kıymetin his­sesi o söyleyene lâzım gelir ve mehr-i mislinin hissesi düşer. Çünkü söyleyen, «Benden» deyince, satın almayı iktizâ etmiştir. Nitekim kö­lenin nikâhı babının sonunda geçti. Durum böyle olunca, o bin dirhem rakabe ile satın almaya ve fere ile nikâha mukabil olup ikisinin üzeri-ne taksim edilmiştir. O kail için teslim edilen şeyin yâni rakabenin his­sesi vâcib olur. Kail için teslim edilmeyen şeyin, yâni fere (bud1) in his­sesi düşmüştür. Ama, nikâh şart kılınmakla satış bâtıl olmamıştır. Çün­kü satış o kailden âzâdın sıhhatini gerektirir. Bu durumda satış âzâd içine sokulmuş olur. Binâenaleyh şartlarına riâyet edilmez. Bilâkis muktezânın yâni, âzâd olmanın şartlarına riâyet edilir. Nitekim usûlde takrir olunmuştur. Bundan dolayı tesmiye olunan bin dirhemden his­sesi vâcib olmuştur. Eğer satış fâsid olaydı, kıymeti ödemesi vâcib olur­du.

Câriye kailden yüz çevirmese, belki kail ile evlense, mehıi o bin dirhemden mehr-i misidir. Yâni, bin dirhemin' üçtebiridir.

«Benden» lâfzını eklemek ve terk etmek suretinin ikisinde de du­rum böyledir.

Eğer b;" kimse cariyesini kendisiyle evlenmek şartiyle âzâd edip, câriye de ununla evlense, mehri İmâm A'zam ve İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre mehr-i misli olur. Çünkü âzâd olmak mal değil­dir, mehr için uygun olmaz.

Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, caiz olur.'Çünkü Besûlüllah (S.A.V.), Safiyye'yi âzâd etti ve onunla evlendi. Onun âzâd edilmesini mehri saydı.

Biz deriz ki: Mchrsiz nikâh itcsûIüUuh' (S.A.V.) e mahsûstur. Eğer o câriye âzâddan sonra sahibi ile evlcnmekden kaçınırsa, İmamların hepsine göre kıymetini ödemesi gerekir. Keza bir kadın bir kölesini kendisi ile evlenmek üzere, âzâd etse, o âzâdlı köle bunu yaparsa, o ka­dına mehr-i misil vardır. Eğer köle kadınla evlemnekden kaçınırsa kıy­metini vermesi gerekir. [2]

 

Tedbir Babı (Kölenin Azadını Ölüme Bağlama)

 

Tedbîr; lügat yönünden işin sonuna bakmaktır. Sanki sahibi işinin sonuna bakıp kölesini kendisinden sonra hürriyete çıkarmıştır. Şer'an; tedbir ve müdebber lâfızlarından her biri, mu ti ak d a ve mukayyeddc kullanılır. Zahir olan şudur ki; bu lâfzın mutlak ile mu kay yed arasın­da ortaklaşa olması manevîdir. Çünkü.lâfzı ortaklık, konulusun tead-düne muhtaç olur. Ayn lâfzı gibi. Bu ise zahirin hılâfınadır. Şu halde delilsiz ona sarfedilmez. Halbuki burada delil yoktur. Burada ortak ma'nâyı önce açıklayıp ondan sonra zikredilen iki kısma taksim ve her birinin hükümlerini açıklamak gerekir. Nitekim burada da öyle yapılmıştır. Bu bakımdan ben: «Tedbîr; sahibinin, kölesinin azadını ölüme bağlamasıdır» dedim. Gerefe kendi ölümü olsun ye gerek başka­sının ölümü olsun müsavidir. Nitekim yakında, mukayyed mtidebber-de açıklaması gelecektir.

Ondan sonra o ta'lîkı iki kısma ayırdım ve iki kısmın hükümleri­ni açıkladım. Tedbirin mutlak ile mukayyed arasında ortaklığının mâ­nevi olmasını, İmânı Şemsu'l-Eimme' (fin.A.) nin Mebsût'ta; «Tedbîr, mâlikin ölümünden sonra kölede vâki olan âzâddan ibarettir.» demesi te'yîd eder.

Bundan anlaşılır ki; Kenz'in «Tedbîr, âzâdi, sahibinin mutlak su­rette ölümüne bağlamaktır.» demesi ve sârini Zeylaî' (Rh.A.) nin, «E-fendinin ölümünün mutlakı ile» demekle mukayyed müdebberden sa­kındı, demesi ve Vikâye'nin; «Bir kimsenin kölesini mutlaka kendinden sonra âzâd etmesi» demesi ve sarihi Sadru.'ş-ŞeriaJ (Rh.A.) nin; «mutlaka» demeye sebeb, mukayyedden sakınmak içindir, demesi gerektiği gibi değildir.

Evet, yine Mebsût'a şu soru yönelir: Onun «Mâlikin ölümünden sonra» demesi, gerektiği gibi değildir. Çünkü başkasının ölümüne bağ­lanmış olan mukayyedden hâriç kalmıştır. Ancak bunu şöyle açıkla­mak mümkündür: Mebsût'un sözü, ekseriyetle meydana gelen, olağan şeylere dayanır. Onun söylediğinin ise vukuu nâdirdir.

Tedbîr,-ya mutlaktır. Meselâ; «Ben öldüğüm zaman sen hürsün»-, «Benim öldüğüm günde sen hürsün», «Benim ardımdan sen hürsün», «Sen müdebbersin»-, «Ben seni müdebber ettim.» veya «Eğer ben bu va­kitten yüz yıla kadar ölürsem, sen hürsün.» deyip adamm Ölümü yüz yıldan önce, meselâ seksen yaşında olması gâiib olmak gibi, ki bütün bu suretlerde tedbîr mukayyed ve ma'nâda mutlaktır. Çünkü bu müd­detten önce ölmesi gâlibdir.

Bundan sonra musannif mutlak tedbîrin hükmünü şu sözü ile açıklamıştır: Müdebber rehin konulmaz, satmakla veya hibe ile ve bunların benzeri ile mülkden çıkarılmaz. Ancak âzâd etmekle veya ki­tabetle çıkarılır. İmâm Şafiî' , (Rh.A.) ye göre, bir mülkden başka bir mülke geçmesi caiz olur.

Müdebber olan köle, hizmette kullanılır ve kiralanır. Mâdebbere olan câriye ise cima edilir ve nikâh olunur. Sahibi, müdebberin kazan­cına ve diyetine ve müdebbere olan cariyenin mehrine hak sahibidir. Çünkü kısmen mülk bakîdir. Sahibi mal namına, müdebberden başka bir şey bırakmadı ise, Ölümü ile müdebber üçtebirden âzâd edilmiş olur ve üçteikisinde çalışır. Bu hüküm; sahibinin vârisi olup tedbîri caiz görmedikleri surete mahsûsdur. Hattâ sahibinin vârisi olmasa ve­ya vârisi olup lâkin tedbîri caiz görse, müdebberin tamâmı âzâd edil­miş olur. Çünkü tedbîr vasiyyet hükmündedir. Vasiyyet ise Beyt'ül-mâl-den önce gelir ve vârisin icazetiyle caiz olur.

Eğer sahibi borçlu olarak ölmüş ise müdebber köle kıymetinin hep­sinde çalışır. Âzâdı bozmak mümkün olmaz. Şu halde müdebber için kıymetinin reddi vâcib olur. Sahabenin icmâından dolayı müdebbere-nin çocuğu müdebberdir. Çünkü o anasına tâbidir.

Ya da tedbîr mukayyed olur. Meselâ: «Ben bu seferimde Ölürsem, bu hastalığımda ölürsem, eğer fülân Ölürse, eğer bir yıla kadar ölür­sem, veya buna benzer, on yıla kadar Ölürsem» demek gibi. Ekseriyet­le vâki olan şeyleri söylemek olur. Bu ibare, Vikâye'nin «Çok kere müm­kün olan şeyden» demesinden daha güzeldir.

Mukayyed müdebber satılır, Iıibe edilir ve rehin yapılır. Çünkü bu sıfatla ölüm zarurî değildir. Öyleyse hâlen sebeb olamaz. Sebebiyyet; varlıkla yokluk arasında mütereddid olunca ma'nâsız kalır ve talîk diğer ta'likler gibi hâli üzere kalır. Satışa ve benzerlerine mâni' olmaz.

Eğer şart bulunursa mukayyed müdebber üçtebirden âzâd edilmiş olur. Çünkü sıfat, hayâtın son cüzünde belli olarak kalınca, ölüme iza­fetin bulunması ve.tereddüdün zail olması sebebiyle mutlak müdebber hükmünü alır.

Sıhhatli bir adanı, kölesine: «Benim Ölümümden bir ay önce sen hürsün.» deyip bir aydan sonra ölse, köle o adamın malının tamâmın­dan âzâd edilmiş olur. Ypni sağlıklı bir adam, kölesine bu sözü söylese, ondan sonra bir ayın bitiminde ölse, Fukahâmn bazıları, «Malının üçte-birinden», bazıları da, «Bütün malından âzâd edilmiş olur.» demişler­dir. Sahih söz budur. Çünkü İmâm A'zam' {Rh.A.) in sözüne göre, âzâd ölümden önce vâki olan ayın evveline dayanır ve bü adam o vakitte sağlamdır. Hâniyye'de böyle, zikredilmiştir.

Eğer adam bir aydan önce Ölürse köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü o şarta bağlı (mukayyed) müdebberdir. Halbuki kayd yoktur. Bu se-bebden dolayı âzâd edilmiş olmaz. Eğer adam kölesine: «Sen benim ölümümden bir ay sonra hürsün.» deyip, bir aydan sonra ölse, ölümle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ta'lîk edilen şeyin bulunduğu anda sahibi­nin â2âd etmeye ehliyeti yoktur. Belki köleyi vasî, vâris veya kâdî âzâd edftr. Çünkü velayet onun ölümünden sonra bunlara intikâl etmiştir. Tuhfe'de böyle zikredilmiştir.

Mutlak müdebberin kıymeti, köle fa ize d ilerek kıymetinin yarısıdır. Mukayyed müdebbere ise, köle olarak kıymet biçilir, Müdebberin kıy­metinde fakîhler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları; «Köle olmuş olsa, kıyme­tinin yansıdın», bacıları da; «Köle farzedilse kıymetinin üçteikisidir» demişlerdir. Bazıları da; «ömrü boyunca tahmin ve zan ile kaç paraya hizmette kullanılırsa kıymeti odur.» demişlerdir. Fakîh Ebû'1-Leys (Rh. A.); «Köle farzedildiğinde, kıymetinin yarısıdır.» demiştir. Şeyhu'1-İs-lâm Hâherzâde (Rh.A.) dahî böyle demiştir. Çünkü kölenin iki faydası vardır. Birisi satış ve ona benzer borç ile temlik, mehr vermek v.s.'dir. İkincisi, kiralama ve hizmette kullanma faydasıdır. imdi birinci men­faat ortadan kalkar, ikincisi kalır. Şu halde müdebberin kıymeti köle farzedildiği zamanki kıymetinin yarısı olur. Eğer tedbîr mukayyed ise, köle olarak kıymetlendirilir. Hâniyye'de böyle zikredilmiştir. [3]

 

İstîlâd  Babı (Cariyeye  Çocuk  Doğurtmak)

 

İstîlâd, lügat yönünden çocuk istemektir. Şer'an, sahibinin cari­yesinden cinsî münâsebetle çocuk istemesidir. [4]

Sahibinden çocuk doğuran bir câriye, onun ikrarı ile yâni bu ço­cuk bendendir, demesiyle olursa, velev ki bu ikrar câriye hâmile iken yapılmış olsun, meselâ; sahibi bu cariyenin hamli bendendir desin, yâ-hûd câriye kocasından doğurup da o cariyeyi kocası satın almış olsun, mülk edinilemez. Yâni kısmen mülk bakî oîsa da tam olarak mülk .sa­yılamaz. Çocuk doğuran cariyenin hükmü, müdebberenin hükmü gibi­dir. Bunun açıklaması daha önce geçti.

Lâkin İkisi arasında şu kadar fark vardır ki; çocuk doğurtulan câ­riye, velîsinin ölümüyle onun bütün malından âzâd edilmiş olur, Mü-debbere ise üçtebirden âzâd edilmiş olur. Çocuk doğuran câriye, sahi­binin borcu için çalışmaz. Müdebbere ise çalışır.

Eğer câriye, diğer bir çocuk daha doğurursa, onun nesebi, sahibi

«Bendendir»demeksizin sabit olur. Çünkü birinci çocuğu iddia etmekle o cariyeden maksad belli olmuştur. O câriye menkûha gibi firâş (cimâı helâl) olmuştur. Bundan dolayı ona âzâddan sonra üç hayz iddet bek­lemek gerekir. Lâkin sahibinin inkârı ile çocuk reddedilmiş olur. Çün­kü cariyenin firâşı zayıftır. Hattâ onu evlendirmekle sahibi firâşın nak­line mâlik olur. Nikahlanmış olan câriye bunun aksidir. Onda: Kocanın inkârı ile çocuk reddedilmiş olmaz. Firâşın sağlamlaşmasından do­layı ancak Mân ile olur. Evlendirmekte firâşin ibtâline mâlik olmaz.

Musannifin bu zikrettiği şey mahkemenin hükmüdür. Diyanete ge­lince; eğer câriyesiyle cinsî münâsebette bulunur, onu korur ve azl yapmazsa sahibine itiraf ve iddia gerekir. Çünkü hâlin zahirine göre çocuk ondandır. Eğer ondan azl yaptıysa (meniyi dışarı attı ise) veya korumadı ise, çocuğu inkâr etmesi caiz olur. Çünkü bu zahir, diğer bir zahirle karşılaşır. Eğer sahibi fimmü veledini başkasiyle eviendirse, o da kocasından bir çocuk doğursa, çocuk anasının hükmündedir. Çünkü hürriyet hakkı, tedbîr gibi, çocuğa geçer ve çocuğun nesebi kadının ko­casından sabit olur. Zira firâş kocanındır. Eğer sahibi, "O çocuk ben­dendir.» diye iddia etse» nesebi ondan sabit olur ve çocuk âzâd edilmiş o-lur. Çocuğun anası onun ikrarından dolayı üranıü veledi olur. Şayet sa­hibi ölse, o ümmü veled malın hepsinden âzâd edilmiş olur. Hidâye'de böyle zikredilmiştir.

Zimmînin ümmü veledi, şayet İslâm-a gelse, ona İslâm arz edilir. İslâm'ı kabul ederse, o ümmü veled onundur. Eğer İslâmı kabul etmez­se, ümmü veled kıymetinde çalışır. Çahştıkdan sonra âzâd edilmiş olur.

Ortak olan bir cariyenin çocuğunu iki ortağın biri «Bendendir.» diye iddia etse, nesebi iddia edenden sabit olur. Çünkü neseb çocuk id­dia edenin mülküne tesadüf ettiği için, yansı ondan sabit olunca, ço­cuğun bölünme kabul etmeme.zarureti ile geri kalan yarımda dahî sa­bit olur. Çünkü çocuğun sebebi — ki ulûk (gebe kalmak) tur— bölün­me kabul etmez. Zira bir çocuk iki meniden meydana gelmez.

Câriye, «Çocuk bendendir» diye iddia edenin ümmü veledi olur. Çünkü îstîlâd îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, bölünme kabul etmez. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, onun hissesi ümmü veledi olur. Ondan sonra ortağının hissesine mâlik olur. Çünkü o temellükü kabul eder. Zira câriye için hürriyet sebeblerinden, tedbîr ve başkası gibi bir şey hâsıl olmamıştır. O, «Çocuk bendendir» diyen ortak, cariyenin kıymeti­nin yansını öder. Zira iddiacı ortağının hissesini istîlâdi tamamladığı vakitte temellük etmiştir. O cariyenin kıymeti gebe kaldığı gününden itibaren olur. Çünkü çocuğun analığı o vakitte sabit olur. Gerek o iddi­acı zengin olsun ve gerekse fakîr olsun. Çünkü bu ödeme temellük öde­mesidir. Âzâd Ödemesi değildir. Nitekim yerinde anlatıldı. «Çocuk ben­dendir.» diyen ortak, cariyenin ukrunun yarısını öder. Ükr, şüphe ile cima edilen kadının »nehridir. Onun yansım öder. Zira ortak olan ca­riyeyi cima etmiştir. Çünkü onun mülkü istilâda hükmetmek için cin­sî ilişkiden sonra sabit olur. Ortağının hissesinde mülk cîmâı ta'kîb eder. Baba bunun hıiâfınadır kî şayet oğlun cariyesine çocuk doğurtsa, kendisine ukr vâcib uimaz.

Cariyenin çocuğunun kıymetini ödemez. Zİrâ o çocuk aslı hür ola­rak meydana gelmiştir. Çünkü neseb, ulûk vaktine dayandığı halde sa­bit olur ve ödemek o vakitte vâcib olur. îmdi çocuk mülkünde meydana gelir. Ortağının mülküne ondan bir şey ta'lîk etmemiştir.

Eğer iki ortakdan her biri beraber, «O çocuk bendendir.» diye iddia ederlerse, çocuğun nesebi ikisinden de sabit olur. Bunun ma'nâsı, şayet câriye ikisinin mülkünde gebe kalsa, yine şayet iki ortak gebe bir ca­riyeyi satın alsa, ikisinden nesebin sabit olması hakkında ihtilâf edil­mez. Belki ukrun vâcib olması hakkında, velâda ve üramü veledin kıy­metini Ödemede ihtilâf edilir. Hattâ her birinin üzerine ortağı için ukr vâcib olmaz. Zira onun mülkünde cima yoktur. îmdi eğer iddiacı birisi ise, ona çocuğun kıymetinin yansı vâcib olur ve her ikisi için de velâ sabit olur. Zira yerinde görüldüğü veehle bu âzâd etmektir.

Çocuğun velâsmm ikisine de âid olmasının sebebi, istihkak sebe­binde müsâvî oldukları içindir. Şu halde velâda da eşit olurlar. İkisin­den her bîrinin çocukda olan hissesinde iddiası sahîh olduğu için, câ­riye iki ortağın ünıraii veledi olur. İkisinden her birinin o cariyede olan hissesi çocuğuna tebaan onun ümmü veledi olur. İki ortakdan her bi­rinin üierine cariyenin ukrunun yansı lâzım gelir. Her birinin diğeri üzerinde olan hakkı sebebiyle kısâslaşırlar.

O oğul iki ortağın her birine tam oğul mirası ile vâris olur. Zİrâ babanın ikrarı oğulun mirasının hepsinedir. O ikrar oğul hakkında hüccettir. O iki ortak, sebebde eşit oldukları için, oğula bir baba mira­sı ile vâris olurlar. Nitekim şayet ikîsi de oğulluk üzerine delil göster­seler sebebde eşit oldukları gibi.

Bir kimse mükâtebinin cariyesinin oğlunu iddia etse, yâni sahibi, mükâlebiıı cariyesi ile cima edip câriye bir çocuk doğursa, o da «Benden­dir.» diye iddia etse ve mükâteb de efendisini doğrulasa, cariyenin ukru mükâtebin sahibi üzerine lâzım gelir. Çünkü câriye ile, nikâhsız ve mül­kü yeminsiz cima etmiştir. Şüphe sebebiyle ondan had yâni şer5! ceza dü­şer. Sahibi ile mükâteb birbirlerini doğruladıkları için, çocuğun ne­sebi sahibine lâzım gelir. Bu bir yabancının cariyesinin çocuğunun ne­sebini iddia ettikde, yabancının onu doğrulaması gibi olur. Çocuğun kıymeti de lâzım gelir. Zira delile itimâd etmesi bakımından, sahibi aldanmış ma'nâsındadır. Delil şudur: Çocuk sahibinin kazancının ka­zancıdır. Sahibi çocuğun köle olmasına razı olmamıştır. îmdi çocuk, sa­hibinden nesebi sâtoit'-olduğu halde kıymetiyle hürdür. Nitekim alda-nan delile itimâcf-{_eyjed4ği gibi-. O delil, her ne kadar hakîkaten mülk değil ise-de zâhireırmülk olmasıdır. Annelik lâzım gelmez. Yâni câriye sahibinin ümmü veledi olmaz. Zira hakîkaten sahibi için cariyede mülk yoktur. Onun hakkı çocuk istemenin sıhhati için kâfidir. İmdi nakle ve mülkün takdimine hacet yoktur. Oğlunun cariyesi bunun hılâfma-dır. Çünkü baba için oğlunun cariyesinde mülkün hakikati yoktur ve hakkı da yoktur. Ancak baba için temellük hakkı vardır. Bu ise istîlâ-dın sıhhati için kâfî değildir. İmdi biz istîlâd sahih olsun diye cariyeyi babanın mülküne nakle muhtaç olduk.

Eğer mükâteb sahibini tasdik etmezse çocuğun nesebi ondan sabit olmaz. îmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), «Sabit Olur.» demiştir. Çünkü câriye, sahibinin kazancının kazancıdır. Şu halde oğlunun cariyesi gibi olur. belki evlâdır. Çünkü sahibi için mükâtebde rakabe mülkü vardır. Oğul bunun aksinedir. Farkın vechi şudur: Babanın muhtâc olursa, oğlunun malını temellük etmesi caizdir. Bundan dolayı babaya, cariyenin ukru ve çocuğun kıymeti vâcib olmaz. Câriye onun ümmü veledi olur. Sahi­bi için mükâtebinin malını temellük etmek hakkı yoktur. Çünkü kita­bet akdi ile kendisini alıkoyup yabancıya katmıştır. Bundan dolayı cariyenin ukru ve çocuğunun kıymeti vâcib olur; câriye ümmü veledi olmaz. Şu halde mükâtebin sahibini tasdik etmesi şarttır. Eğer mükâ­tebe ettiği cariyesi ile cinsî ilişkide bulunup, mükâtebe çocuk doğursa ve sahibi, «O çocuk bendendir.» derse, zikredilenin aksi olup, çocuğun nesebi sabit olur. Mükâtebenin sahibini doğrulaması şart değildir. Çün­kü mükâtebenin rakabesi sahibinin mülküdür. Meğerki sahibi bir gün çocuğa mâlik ola. Yâni, mükâteb kitabet bedelinden âciz olup köleliğe geri çevrilmekle çocuğa mâlik olursa bu takdirde nesebi sahibinden sabit olur. Yine şâyet sahibi mükâtebe olan cariyeye de mâlik olursa, çocuğun anası ümmü veledi olur. Çünkü doğurtmak ile ikrar geri kal­mıştır, O da ümmü veled olmayı gerektirir, Mükâtebin hakkı ortadan kalkmıştır, o da mâni'dir.

Bir kimse karısının veya babasının veya dedesinin cariyesi ile cinsî ilişkide bulunsa ve o câriye çocuk doğurdukda, «Bu çocuk bendendir.» dese, neseb sabit olmaz. Şüphe ile cima ettiği için ondan had da düşer. Eğer o kimse, «Cariyeyi sahibi benim için helâl etti.» dese, neseb yine sabit olmaz. Ancak, sahibi çocuğun ondan-olduğunu tasdik ederse ne­seb sabit olur. Eğer, «Çocuk ondandır.» derse, iki sözün yalnız birinde tasdîk etse bile, yâni sahibi, «Yalnız bana helâl etti.» dediği sözünde veya yalnız, çocuk ondan olduğu sözünde tasdik ederse, neseb sabit olmaz. Eğer cariyenin sahibi o kimseyi yalanlayıp bir zaman sonra o kimse cariyeye mâlik olursa ikrar bakî olmakla neseb sabit olur. Nite­kim yukarıda geçti. Hâniyye'de de böyledir. [5]

 

Kitabet  Bölümü

 

Musannif kitabet bölümünü buraya koydu. Çünkü kitabet; tedbir ve istîlâd gibi âzâdın bölümlerindendir.                                       

Kitabet   lügat   bakımından,   eklemek   ye   toplamak   manasınadır.

Bundan dolayı büyük asker bölüğüne k e t î b e  denir. Ketb ise yazıda harfleri bir araya toplamaktır.

Şer'an (Dîni hukuk terimi olarak): Gelecekte rakabenin hürriye­tini hâlen yed'in hürriyetiyle beraber bir araya getirmektir. Çünkü mü-kâteb yed bakımından mâliktir, rakabe bakımından memlûktur. Yakm-_da açıklaması gelecektir.

Kitabetin rüknü îcâb ve kabuldür. Meselâ sahibi kölesine; «Eğer bana bin dirhem ödersen, hürsün.» demesi gibi. Veya «Ben seni bin akçaya kitabete kestim.» demesi, kölenin de kabûi etmesidir. Çünkü kitabet değiş - tokuş (muâveze) dur. Şu halde îcâb ve kabı)l gerekir.

Kitabetin şartı; kitabet bedelinin, gerek mal olsun veya amel olsun belli olmasıdır. Fakat bedelin taksitle veya geri bırakılmış olması şart değildir. Hattâ kitabet, hâl-i hazır ve taksitli mal üzere caiz olur. İmâm Şafii' (Rh.A.) ye göre, kitabet ancak iki taksitle caiz olur.

Kitabetin köle tarafında hükmü, alıkoymanın ortadan kalkması ve yed hakkında hürriyetin sabit olması, rakabede sabit olmamasıdır. Hat­tâ köle kendi faydalarına ve kazançlarına hak sahibi olur. Çünkü ki­tabetin amacı, sahibinin kitabet bedeline kavuşması, kölenin de bedeli ödemesiyle hürriyetine kavuşmasıdır. Hürriyete kavuşmak ise ancak bedelin ödenmesiyle gerçekleşmiş olur. Kitabetin sahibi tarafında hük­mü; kölenin rakabesi sahibinin mülkü üzere baki olmasıdır ve dilediği vakitte kitabet bedeli ile mutâlebe hakkının sabit olmasıdır ve o köle kitabetten âciz oldukda efendinin onu mülküne geri almasıdır.

Bir kimse kölesini (kinn) mükâteb etse — gerekse o kimse alış - ve­rişe aklı eren küçük çocuk olsun. Çünkü aklı eren küçük çocuk kabul ehlinden olur ve tasarruf kendi hakkında faydalı olur— lıâl-i hazır mal ile veya bir yıl ya da iki yıl sonra verilecek mal ile mükâteb etse veya taksitli malla mükâteb etse, yâni belli zamanlarda ödenecek mal ile mükâteb etse, veya o kimse kölesine; «Ben senin üzerine taksitle bin akça ilzam eyledim. O taksitlerin ilki fülân zamandır ve sonuncusu fülân zamandır. Eğer o bin akçayı ödersen sen hürsün ve eğer ödemekten âciz olursan kölesin.» dedikde, köle de kabul etse, kölenin kabul etmesi şaft kılınmıştır. Çünkü efendi malı ilzam etmiştir, kölenin de iltizâmı gere­kir. Zikredilen îcâb ve kabul ile kitabet akdi sahîh olur. Gerek kitabet lâfzı ile ta'bîr etsin ve gerekse kitabetin ma'nâşım ifâde eden edâ ile ta'bîr etsin müsavidir. Çünkü kitabet aktinin rüknü vardır. O da îcâb ve kabuldür. Köle eğer bin akçanın hepsini öderse, her ne kadar sahibi; «Bin akçayı ödediğin zaman hürsün.» demedi ise de, köle âzâd edilmiş olur. Çünkü kitabetin gereği edâ sırasında âzâddır. Zira kitabet, yed'in .hürriyetini rakabenin hürriyetine edâ sırasında cem'den meydana gelir. Bunda Şafiî' (Rh.A.) nin hilafı vardır.

O mükâteb efendinin mâlikiyetinden çıkar. Zira kitabetin gereği mükâteb hakkında yed'in mâlikiyetidir. Bundan dolayı efendi için mü-kâtebi çıkmaktan ve yoîculukdan menetmek hakkı yoktur. Yoksa sahi­binin mülkünden çıkmış olmaz. Çünkü kitabet akdi, değiş - tokuş (mu-âveze) akdidir. İki akidei arasında eşitliği gerektirir. Kitabet bedelinin aslı sahibi için mükâtebin zimmetinde nefsi akidle vâcib olur. Lâkin o vücûb zayıftır Sahibinin mülkü o bedelde ancak teslim almakla ta­mâm olur. Çünkü bedel mükâtebin zimmetinde zıddıyla beraber sabit olur. Çünkü sahibi kölesine borç yükleyemez. Bundan dolayı kitabet bedeline kefalet sahîh olmaz. İmdi köle için bedelin karşılığında zayıf mâlikiyet sabit olur. Zimmetinde zıddı ile beraber sabit olduğu gibi. Şayet sahibi için teslim almakla mülk tamâm olsa, köle için de mâli-kiyyet tamâm olur. Çünkü sahibinin mülkü tamâmdır. Mâlikiyyetin ta­mâm olması ise ancak hürriyetle olur. Şu halde mükâteb mâlikiyyet za­ruretiyle âzâd edilmiş olur. Bu bakımdan eşitlik başlangıçta ve sonun­da gerçekleşmiştir. Eğer mükâtebi sahibi âzâd ederse, bedava âzâd edil­miş olur. Yâni, sahibinin hakkı düştüğü İçin bedelsiz âzâd edilmiş olur.

Eğer sahibi mü kât ebesi ile cinsi münâsebette bulunursa, onun mehr-i misil kadar borçlu olur. Ya da sahibi mükâtebeye veya mükâte-benin çocuğuna karşı suç işlese veya malın benzerini veya kıymetini telef etse, borçlu olur. Çünkü mükâtebe, kitabet akdi ile sahibinin elinden çıkıp yabancı gibi olmuştur. İmdi kendisine, çocuğuna ve malına hak sahibidir.

Şayet kölesini, kıymeti üzere mükâteb etse, meselâ «Eğer bana kıymetini ödersen hürsün.» veya «Ben seni kıymetine karşılık mükâ­teb ettim.», veya «Ben seni şu köleye karşılık mükâteb ettim.» demekle başkasının bir malına karşılık mükâteb etse, halbuki o köle de başka­sının kölesi olsa — bu zahir rivayettir. İmâm A'zam' {Rh.A.) dan rivayet edildi ki, «Bir eşyaya karşılık kitabet sahih olur. Hattâ mükâ­teb o mala mâlik olup ve testim ederse âzâd edilmiş olur. Eğer âciz olur­sa köleliğe geri çevrilir.» demiştir. — O mal ta'yîn ile belli olmalıdır. Bu söz başkasının dirhemlerinden ve dinarlarından sakınmadır. Çünkü on­lar üzerine kitabet teayyünleri olmadığı için caizdir.

Ya da yüz dirheme veya yüz dinara karşılık mükâteb edip, o raü-kâtebe bir hizmetçi vermeyi şart ki isa, kitabet akdi fâsid olur. Gerek o

hizmetçi erkek köle veya câriye olsun müsavidir. Hattâ belli bir köle veya belli bir câriye şart kılsa, kitabet akdi sahîh olur.

Müslüman olan sahibi, kölesini şarap veya domuza karşılık mükâ­teb etse, anılan suretlerde kitabet akdi fâsid olur.

Birinci surette kitabet akdinin fâsid olması, kölenin kıymeti, mik­tar, cins ve nitelik bakımından meçhul olduğu İçindir. Şu halde kita­bet akdini aşın bilmemezük kaplamıştır.

İkinci surette fâsid olması ise, başkasının mülkünü teslimden âciz olduğu içindir.      .                                                                               

Üçüncü surette fâsid olmasına gelince; bu akd, satış ve kitabeti kapsayan bir akd olduğu içindir. Çünkü yüz dirhemden sahibinin red eylediği hizmetçi arasında olan şey satıştır. Yüz dirhemden rnükâtebin rakabesi arasında olan şey de kitabettir. Şu halde akit içinde akit ol­muştur. Bu yasaklandığı için caiz olmaz. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) demiş­tir ki: Bunun üzerine suâl vârid olur ki, sahibinin bu sözü akdin sahîh olmamasını gerektirir. Şayet sahibi köleye, belli bir köle veya belli bir câriye vermeyi şart kılsa —halbuki Fukahâ aksini açıkladılar— doğ­rusu Kâfl'de olandır ki kitabet bedelinin bu suretlerde miktarı bilin­memektedir. Şu halde sahîh olmaz. Nitekim sahibi köleyi hizmetçinin kıymetine karşılık mükâteb ettiği gibi. Bunun sebebi şudur: Çünkü kö­lenin dinarlardan istisnası mümkün olmaz. Ancak kölenin kıymeti is­tisna edilebilir.1 Kıymet ise miktarca bilinmediği için kitabet bedeli ol­maz. Keza bedelin bedelinden de istisna edilmesi sahîh olmaz.

Dördüncü surette kitabet akdinin fâsid olmasına gelince; şarap İle domuz, Müslüman haidsinda mal olmadığı içindir. Şu halde değiş - to­kuş (muâvaza) hakkında bedel için uygun olmaz. Domuz İle şarabın ödenmesinde âzâd edilmiş olur. Çünkü şarap ile domuz aslında mal­dır. Onda akd ma'nâsınm itibârı mümkün olur. O itibârın gereği şart kılınmış olan bedeli edâ anında akddir.

Belirtilen bedelin ödenmesiyle âzâd edildikden sonra, âzâdli köle kendi kıymeti hakkında çalışır. İmânı Züfer (Rh.A.): «O köle ancak kendi kıymetini ödemekle âzâd edilmiş olur. Çünkü bedel olan kıymet­tir.» demiştir. Kifâye'de ve Hidâye nüshalarında o köle ancak şarabın kıymetini Ödemekle âzâd edilmiş olur, denmiştir. Bu söz cidden imiş-kildir. Umumiyetle Fıkıh Kitaplarının rivayetlerine aykırıdır. Çünkü o kitaplarda, köle ancak kendisinin kıymetini ödemekle âzâd edilir, den­miştir. O kıymetten eksiltilmez, arttırılır. Bu mes'elenin kendinden ön­cesine bir çeşit bağlantısı vardır ki, o kendinden Önceki şeye mahsûs değildir. Yâni fâsid kitabette kıymet müsemmânın cinsinden olsa, eğer kıymet müsemmâdan eksik ise, ondan eksiltilmez ve eğer kıymet fazla ise, müsemraâ arttırılır, çünkü köleye vâcib olan, kitabet akdi fâsid olduğu için rakabesinin reddidir. Halbuki rakabenin reddi âzâd ile im-kânsızlaşmiştır. Şu halde kıymetinin reddi kaça çıkarsa çıksın vâcib-dir. Çünkü sahibi eksiğe razı olmaz, köle ise âzâdda hakkı bâtıl olmasın diye fazlaya razı olur. Şu halde kıymetinin geri verilmesi vâcib olur. Eğer kitabet akdi, ölü ve benzerine karşılık olursa bâtıl olur. Çünkü ölü mal değildir. Böyle olunca mükâteb üzerine bir şey lâzım gelmez.

Kitabet aksi sâdece cinsi zikredilen, yâni nev'i ve sıfatı zikredil­meyen hayvana karşılık sahih d ir. O hayvanın orta hallisi vâhûd kıy­meti ödenir. Çünkü orta halli ve onun kıymetinden her biri bir bakım­dan asıldır. Orta hallinin asıl olduğu zahirdir. Kıymetin asıl olmasına gelince;" çünkü orta halli kıymetle bilinir.. Şu halde kıymet de asilâır. İmdi kıymetin verilmesi edâ ma'nâsında kazadır. Nitekim usûlde an­latılmıştır.

Kitabet kâfirden sahilidir. Kendisi gibi bir kâfir kölesini şu kadar şaraba mükâteb etse, bedelin ma'lûm olması için takdire itibâr edilir. Bu akdin sahîh olmasının sebebi şudur: Çünkü şarab kâfirlere göre maldır. Bize göre sirke menzîlesindedir, Köle ile sahibinden her hangisi Müslüman olursa şarabın kıymeti köleye lâzım gelir. Çünkü Müslüman "şarabı temellükten ve başkasına temlîkden menedilmiştir. Sahibinin şarabı teslîm alması ile köle âzâd edilmiş olur. Çünkü âzâd şarabın-teslim alınmasına bağlanmıştır. Lâkin bunun biriyle kölenin üzerine kendisinin kıymeti vâcib olur. Nitekim daha önce geçti.

Sahibi veya ondan başka bir kimseye bir ay hizmet etmek üzere kitabet etse veya bir kuyu kazmak veya bir ev yapmak üzere kitabet akdi yapsa, şayet nizâyı ortadan kaldıran şeyle yapılan işin miktarı ve ücreti açıklanırsa, bu zikredilenler sahih olur. Çünkü rükn ve şart hâsıl olmuştur.

Sahibinin alacaklısına ödemek şartiyle bin akçaya ve bin akça ile bir hizmetçi verip ödemek üzere ve bin akça ile kölenin bir yıl hizmeti üzere ve ebedî hizmeti üzere kitabet akdi caiz olmaz. Çünkü akdin ge­reğine aykırıdır. Zira kitabetten raaksûd, gerekse bazı zamanlarda ol­sun, köle kitabet akdinden sonra mutlaka mâlik olsun diye, memlûk ün yed'en mâlik olmasıdır. Nitekim bir yıl hizmete karşılık kitabet yap­makta olduğu gibi. Bu ise ona zıttır. Kitabet şartla fâsid olmaz. Ancak, eğer şart akdin sulbünde olursa fâsid.olur. Hidâye'de denmiştir ki: Ki­tabet satışa benzer. Yâni sonu bakımından benzer. Çünkü kitabet sonu bakımından malla malı değiş - tokuştur ve başlangıcı bakımından ni­kâha benzer. Çünkü nikâh malı maldan başka olan fere ile değiş-to­kuştur, îmdi biz kitabeti, akdin sulbünde hâsıl olan şartta satışa ilhak ettik. Nitekim sahibi, köleye belirsiz bir hizmet şart kıldığı vakitte ol­duğu gibi. Çünkü akd bedeldedir. Akdin sulbünde hâsıl olmayan şart­ta nikâha ilhak eyledik. Asi olan da budur. [6]

 

Mükâtebin Tasarrufları  Hakkında Bir Fasıl

 

Mükâtebin satması ve satın alması, gerekse muhâbâtla, yâni mü­samaha İle olsun, sahîhdir. Çünkü muhâbât tüccarın yaptıkları iştir. Zira tüccar ba'zan, başka bir akitte fayda elde etmek için bir akitte müsamaha eder.

Her ne kadar sahibi yolculuğa çıkmayı terk etmesini şart koşsa da, mükâtebin yolculuğu sahih olur. Çünkü, bu şart akdin gereğine muha­liftir. Akdin gereği yed'en mâlik olmaktır. Böyle bir şartla kitabet bo­zulmaz. Çünkü bu şart akdin. esâsında değildir. Mükâtebin cariyesini başkası ile evlendirmesi de sahilidir. Çünkü evlendirmek mal ifâde eder, o da mehrdir. Mükâtebin kölesini evlendirmesi sahih olmaz. Çünkü kö­leyi evlendirmek köleyi eksik ve ayıplı kılmaktır, zimmetini de mehr ve nafaka ile meşgul etmektir.

Mükâtebin kölesini mükâteb kılması sahîhdir. Çünkü bu akd mal için kazanma akdidir, Mükâteb bu akde mâlik olur. Cariyesini evlen­dirmek sahîh olduğu gibi. Eğer ikinci mükâteb birinci mükâtebin âzâd edilmesinden sonra Öderse, ikinci mükâtebin velâsı birinci mükâtebin olur. Çünkü âkid velânın sübûtu ehlindendir. O da asıldır. Şu halde ona sabit olur. Eğer birinci mükâtebin âzâd edilmesinden sonra ödemeyip belki âzâd edilmesinden önce öderse, birinci mükâtebin sahibi içindir. Çünkü birinci mükâtebin sahibi için bunda bir nevi mülk vardır. Âzâ-dın ona izafesi kısmen sahîh olur. Ehliyeti olmadığı için, mübaşire izafesi imkânsız olunca, sahibine izafe edilir. Nitekim izinli köle bir şey satan aldıkda hüküm budur. Eğer iki mükâteb bedellerini hep beraber ödeseler, bunların velâlan sâhiblerine âid olur. Bu da aslı tercih içindir. Eğer birinci mükâteb bedeli Ödemekten âciz olup köleliğe geri çevril­se ve İkinci mükâteb bedelini birinci mükâtebe ödemese, ikincisi mükâ­teb olarak kalır. Eğer bedeli sahibine öderse, âzâd edilmiş olur. Eğer bedeli Ödemekten âciz olursa birincisi gibi köleliğe geri çevrilir.

Mükâtebin sahibinden izinsiz evlenmesi sahih olmaz. Câriye satın alıp ve o câriye ile cima bakımından faydalanması da sahibinin izni ile bile olsa sahih olmaz. İzinli köle ile müdebber dahî böyledir. Çünkü bunların evlenmeleri ve odalık edinmeleri sahîh olmaz. Zira odalık edin­menin dayanağı rakabenin mülkü üzeredir. Mut'a mülkü için değildir. sKöle (rakîk), her ne kadar mükâteb olsun veya me'zûn olsun, ya da müdebber olsun mülk ahkâmından bir şeye mâlik olmaz. Çünkü her Dirinin rakabesi memlûktur. Şu halde sahibinin izni fayda vermez.

Mükâtebin hibesi de sahih olmaz. Gerekse bedelle olsun. Tasaddu-ku da sahîh olmaz. Ancak az bir şey ile olursa caizdir.

Yine mükâtebin başkasına kefil olması, borç vermesi ve kölesini âzâd etmesi de sahîh olmaz. Gerekse mal karşılığında olsun.

Kölenin kendisini köleye satması sahîh olmaz. Zira bu zikredilen şeyler teberrudur. Mükâteb bunlara mâlik olmaz. Küçük çocuğun ba­bası ve vasisi onun kölesinde mükâteb gibidir. Yâni mükâtebin kölesin­de mâlik olduğu her tasarrufa baba ile vasî de mâîikdirler. Onun mâlik olmadığında bunlar da değildir. Çünkü baba ile vasî bu hususta küçü­ğün malında fayda hâsıl olacak tasarrufa mâîikdirler. Mükâtebin mal kazanmaya mâlik olduğu gibi. Baba ile vasinin hükmü de mükâteb gibidir. Bunlar da küçük çocuğun kölesinin kitabetine mâlik olurlar. Mala karşılık azadına mâlik olmazlar. Kölesini kendisine satmaya da mâlik olmazlar. Baba İle vasî küçük çocuğun cariyesini başkasiyîe ev­lendirmeye mâlik olurlar. Mala karşılık azadına mâlik olmazlar. Mu-dârib ve ortak zikredilenlerden şeye mâlik olmazlar. Ortak gerek mü-fâveza ortaklığı olsun ve gerekse inan ortaklığı olsun. Çünkü mudârib' ve ortak ancak ticârete mâlik olurlar. Evlendirmek ve kitabet ikisi de bunlardan değildir.

Mükâtebin üzerine satın aldığı kimse — ki mükâteble o kimse ara­sında doğum bağı varsa — satın almakla mükâteb kılınır. Çünkü mü­kâteb mükâtebeye ehildir. Velev ki âzâda ehil olmasın. Binâenaleyh aralarında doğum alâkası bulunanlardan imkân ölçüsünde sıla-yı rah­mi gerçekleştirmek için onunla birlikte mükâteb kılınır. Bunların sı­raya girme bakımından en kuvvetlisi kitabeti sırasında doğan çocuk­tur. Sonra satın alman çocuk, sonra babalar gelir. Bunun için ahkâm­da birbirlerinden farkları vardır. Çünkü mükâtebin kitabeti hâlinde doğan çocuğun hükmü, babasının hükmü gibidir. Hattâ babası ölüp yeter şey bırakmasa, babasının taksitlerine karşılık çalışır. Satın alı­nan çocuk kitabet bedelini hâlen tamâmiyle ödesr. Eğer âciz olursa köleliğe geri çevrilir. Mükâtebin satın aldığı anası ve babası mükâteb öl­düğü zaman köleliğe geri çevrilir. Nitekim ölmüş olsa hüküm buydu. Hâlen ve gelecekte kitabet bedelini ödemezler. Böyle olmasının sebebi şudur: Çünkü mükâtebin kitabeti hâlinde doğan çocuğun babasına uy­ması mülkle ve ikisi arasında cüziyetle akd vaktinde hakîkaten sabit­tir. Satın alınan çocuğun tâbiliği ise mülkle ve hükmen aralarındaki cüziyyetle akid hakkında sabittir. Kendi hakkında hakikat değildir. Çünkü, ayrıldıkdan sonra aralarında hakîkaten cüziyyet yoktur. Ba­bası ile ana çocuğa mülk itibariyle tâbi olurlar. Cüziyyet itibariyle tâbi olmazlar. Çünkü baba ile ana çocuğun cüzü değillerdir. Bu bakımdan ahkâm onlar için muhteliftir.

Mükâteb, doğum yönünden olan yakınını satın almakla onun kita­betinde dâhil olmaz. Gerekse kardeşi ve amcası gibi mahrem olsun. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ), «Mahrem dahî mükâtebin üzerine satın almakla mükâteb kılınır.» demişlerdir.

Çünkü sılanın, yâni şefkatin vâcib olması mahrem olan akrabalığa şâ­mildir. Bundan dolayı hürrün üzerine mahrem olan zî rahmin hepsi âzâd' edilmiş olur ve nafakaları vâcib olur. Onlara hibe ettiği şeyden dönemez. Onlardan bir şey çalsa eli kesilmez. Diğer ahkâm da böyledir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Mükâteb için kazamnak hak­kı vardır. Hakîkî mülk yoktur. Çünkü zıddı olan kölelik vardır. Bundan dolayı, şayet mükâteb karısını satın alsa, nikâhı bozulmuş olmaz. Mü-kâtebe bir kimse zekât verse, hazîne bile bulsa caiz olur. Ancak doğum mes'elesinde mükâtebin kazancı sıla-i rahm için yeter. Görülmez mi kî kapanmaya kadir olan kimse ana - babasının ve çocuğunun nafakası ile muhat ab olur. Bu ikisinden başkasında yetmez. Hattâ kardeş kar­deşin nafakası ile muhâtab olmaz. Ancak eğer zengin olursa olur. Kita­bete dâhil olmak sıla yoluyladır. Şu halde vücûb sıla yerine mahsûs­tur. Hattâ mükâteb için, satın aldığı mahrem olan z! rahmini satmak caizdir. Çünkü mükâteb onlara mâlik olmadı ki, onların satılması im­kânsız olsun. Zira mükâtebin kendisi memlûktur. Lâkin, şayet mükâ­teb kitabet bedelim ödese, âzâd edilmiş olurlar. Çünkü mükâtebin ka­zancı kitabet bedelini ödeyip kazanç kendisi için tekarrur etmekle be­deli Ödemekten âciz oîup kazanç sahibine tekarrur arasında mevkuftur. Burada kazanç mükâteb için belirlenmiş olup satın aldığı mahrem zî rahmleri onun üzerine, âzâd 'edilmiş olurlar. Onlara çalışmak da ge­rekmez. Zira mükâteb başlangıçta yakınını satın almış gibi olur.

Mükâteb ümmü veledini satın alsa, eğer ananın çocuğu kendisi ile beraber ise, o ümmü veledin satılması caiz olmaz. Zira çocuk anasının kitabetinde dâhil olunca, satılması imkânsız olur. Çünkü anasına tâbidir. Anasının satılması da, çocuğuna tebâiyetle imkânsızdır. Zira Resû-lullalı (S.A.V.) :

«Onu çocuğu âzâd etti.» buyurmuştur.

Eğer çocuğu kendisi ile beraber değil ise, o ananın satılması İmâm . A'zam' (Rh.A.) a göre caizdir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre caiz de­ğildir. Çünkü ünımü veledidir. Şu halde satılması caiz olmaz, İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur; Kıyâs, her ne kadar çocuğu ile beraber olsa da iimmü veledin satılmasının caiz olmasıdır. Zira mükâtebin ka­zancı mevkûfdur. Feshe muhtemel olmayan ona taallûk etmez. Ama çocuğu kendisi ile beraber olsa, bu takdirde, hadîs-i şerifden dolayı çocuğa tebâiyetle satışı imkânsız olur. Şayet çocuksuz sabit olsa, ib-tidâen sabit olurdu. Kıyâs onu nefyetmiştir.

Mükâteb, cariyesini kölesi ile evlendirip ikisini de mükâteb ettik-de câriye bir çocuk doğursa, o çocuk anasının kitabetinde dâhil olur.

Kazancı anasının olur. Zira anasına tebâiyeti daha tercihe şayandır. Bundan dolayı hürriyette ve kölelikte anasına tâbi^olur. Nitekim daha önce geçti.

Bir mükâteb veya izinli köle sahibinin izni ile hür kadınla evlen-se, ama gerçekde kadın hür olmayıp belki, «Ben hürüm.» demesiyle hür olduğunu sanıp nikâh etse ve o kadın bir çocuk doğursa, sonra ona bir kimse müstehak çıksa, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhi­mâ) a göre, o çocuk köle olur. İmânı Muhammed (Rh.A.) ise; kıynıe-tiyle hürdür, demiştir. Zira mükâteb bu hakkın sabit olması sebebinde hürre ortak olmuştur. Bu ise aldatmadır. Çünkü mükâteb o kadının nikâhına ancak çocukların hürriyetini elde etmek için rağbet etmiştir.

İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur:

O çocuk iki kölenin arasında doğmuştur. Şu halde köle olur. Defalarca geçti ki, çocuk, kölelikde ve hürriyette anaya tâbi olur. Lâkin bu asıl Sahabenin icmâı ile aldatılanda terk edildi. Bu ise aldatılan ma'nâsın-da değildir ki ona katılsın. Çünkü orada sahibinin hakkı peşin kıymet- , le tamamlanmıştır. Burada ise âzâddan sonraya sonra gelen kıymet ile­dir. İmdi asıl üzere bakî kalmış ve katılmamıştır.

Mükâteb fâsid satış ile satın aldığı cariyeyi cima etse ve sahibine geri çevrilse veya sahîb satışla satın alıp bir kimse ona müstehak çık,-sa, mükâteb onun ukrunu hâlen, yâni kitabeti hâlinde öder. Nitekim ticârette izinli köle de böyledir. O da böyle yaparsa ukrunu hâlen Öder. Mükâteb sahibinden izinsiz bir kadın nikâh etse ve bir kimse ona müs-tehak çıksa, ukrunu mükâteb azadından sonra Öder. Fark şudur: Bi­rinci nıes'elede borç sahibi hakkında zahirdir. Çünkü ticâret ve tabileri kitabet altında dâhildir. Bu ukr ise ticâret tâbilerindendir. Çünkü sa­tın alma olmasa, had düşmez. Had düşmedikçe de ukr vâcib olmaz. İkinci mes'elede sahibi hakkında zahir değildir. Çünkü nikâh kazan-nîakdan değildir. Binâenaleyh, kitabete dâhil olmaz.

Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: Bîr kimse söyle diyebilir; Ukr cinsî münâsebete izin değildir. Cinsî münâsebet hiçbir surette ticâret değildir. Şu halde sahibi hakkında sabit olmaz. Cevâbında ben derim ki: Biz kabul ediyoruz ki, ukr cinsî münâsebetle sabit olur. İbtidâen satın almakla olmaz. Lâkin cinsî münâsebet satın almaya dayanır. Zira satın alma olmasa, cinsî münâsebet şüphesiz haram olurdu ve bununla ukr sabit olmayıp had vâcib olurdu. îmdi satın almaya izin cinsî münâse­bete izin olur. Cinsî münâsebetin kendisi her ne kadar ticâretten de­ğil ise de, lâkin satın alma ticârettendir. Şu halde ukr sahibi hakkın­da sabit olur.      

Sahibinin, mükâtebi müdebfaer etmesi caiz olur. Eğer müdebber kılınan mükâteb bedelini ödemekten âciz olsa, müdebber olduğu halde kalır. Eğer müdebber mükâteb, kitabet bedelini ödemeye âciz olmazsa kıymetinin üçteikisinde çalışır veya sahibinin fakir olarak Ölmesiyle kİ-tâbet bedelinin üçteikisinde çalışır. Yâni mükâteb tedbîrden sonra mu­hayyerdir. Ya kendisi âciz kalır ve müdebber olur. Ya da kitabet üzere yürür. Eğer kitabet üzere devam eder de sahibi ölür, mükâtebden baş­ka malı da kalmazsa, mükâteb muhayyerdir. Ya kıymetinin üçteikisin­de çalışır, ya da kitabet bedelinin üçteikisinde çalışır. Fakir olarak denmesine sebeb; zira sâhib, müdebber malının üçtebirinden çıkacak şekilde zengin olarak ölürse, o mükâteb tedbîr ile âzâd edilmiş olur ve ondan kitabet bedeli düşer.

Sâhib, mükâtebe olan cariyesi ile cinsî münâsebette bulunup ço­cuk İstese, o da çocuk doğursa ve sahibi: «O çocuk bendendir,» diye id­dia etse, onun ümmü veledi olur, O mükâtebe kitabet üzere devam eder. Ya da kitabetten âciz olup ümmü yeled olur. Yâni o mükâtebe, kitabet üzere kalıp kitabet bedelini ödeyip ve sahibinin ölümünden önce âzâd edilmiş olup ve ondan ukrunu almakla kendisini kitabetten âciz kılıp ve onun Ölümünden sonra âzâd olmak arasında muhayyer olur.

Sahibinin kendi ümmü veledini mükâteb yapması caizdir. Sahibi­nin Ölümüyle meccâncn âzâd edilmiş olur. Zira âzâdı sahibinin ölü­müne bağlanmıştır ve ondan kitabet bedeli düşer. Çünkü kitabet bedelinin vâcib olmasından maksat, bedeli ödediği vakitte âzâddır. Ölü­münden önce âzâd edilmiş olunca, maksadı onun üzerine kurmak müm­kün olmaz.

Sahibinin müdebberini mükâteb etmesi caiz olur. O mükâteb sa­hibi fakır olduğu halde ölürse ya kıymetinin üçteîkisinde ya da bedelin hepsinde çalışır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.) a göre, hangisi azsa onda çalışır. İmâm Muhâmmed' (Rh. A.) e göre kıymetin üçteikisinden daha azında veya bedelin üçteikisin­den daha azında çalışır. Muhayyerlik ve muhayyersizllk bölünme ile bölünmemenin fer'idir. Nitekim daha önce geçti.

Sahibin, mükâtebi ile meselâ bir yıla kadar va'deli ikibin dir­hemden, bin dirhemi şimdiki hâlde olmak üzere anlaşması caiz olur. Kıyâs caiz olmamak idi. Zira bu anlaşma, va'deden hâle karşılık ve bedel almaktır. İstihsâmn vechi şudur: Mükâteb hakkında va'de, bir bakımdan maldır. Zira mükâteb bedeli ödemeye ancak onunla imkân bulur. Kitabet bedeli bir bakımdan mal değildir. Hattâ ona kefalet sa­hih olmaz. Böyle olunca denkleşirler.

Hastalığı hâlinde kölesini mükâteb kılan hasta, ölse ve köleden başka malı da olmasa, kölenin kıymetinin iki katı üzere, meselâ; kö­lenin kıymeti bin dirhem iken ikibin dirheme va'de (ecel) ile mükâteb kusa ve o ölen hastanın vârisleri bu tasarrufu red etse, mükâteb kita­bet bedelinin üçteikisini hâlen öder, kalanını veresiye bırakır, ya da kö­leliği kabul eder. Yâni köle bedelin üçteikisini hâlen ödemek ve ka­lanını veresiye bırakmak ile köleliği kabul etmek arasında muhayyer­dir. Bu İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göredir. İmâm Muham'med' (Rh.A.) e göre, bin dirhemin üçteikisini hâlen öder. Geri kala in m müddet tamamına kadar öder. Çünkü hasta için kıymetin üç-teikisinde erteleme hakkı yoktur.'Zira onun onda hakkı yoktur. Kıy­metin üçteikisinden fazlasında terk sahîh olur. Şu halde erteleme sa-hîh olur.

İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Müsemrnânm hepsi rakabenin bedelidir ve vârislerin hakkı bedele teallûk etmiştir. Binâenaleyh üçteikide erteleme caiz olmaz. Şayet hasta, köle­sini kıymetinin yansına mükâteb etse, meselâ kölenin kıymeti ikibin dirhem iken bin dirheme mükâteb yapsa, köle iki durum arasında muhayyerdir. Ya kıymetin üçteikisini hâlen öder ve geri kalanı kıy­metten düşer ya da köleliği kabul eder. Çünkü müsamaha miktarda ve ertelemede olmuştur. Binâenaleyh üçtebir ile tenfîz olunur, üçteiki ile olmaz.

Hür bir kimse, bin dirheme bir köleyi mükâteb yapsa ve ödese, köle âzâd edilmiş olur. O hür olan kimse ödedikden sonra köleye riîcû edemez. Eğer köle, o kitabeti kabul ederse mükâteb olur. Bunun sureti şudur: Kölenin sahibine hür bir kimse; köleni benim için bin dirheme mükâteb eyle. Şu şart üzere ki, «Eğer ben sana bin dirhemi ödersem o hürdür.» dese. Sahibi de bu şartla mükâtebe yapsa, şartın hükmünce ödediği için, köle âzâd edilmiş olur. Eğer bu kitabeti köle kabul ederse, mükâteb olur. Zira kitabet kölenin iznine bağlıdır. Kölenin kabulü icazettir. «Eğer ben sana bin dirhemi ödersem o köle hürdür.» deyip, ademese, kıyâsen âzâd edilmiş olmaz. Çünkü şart yoktur. Kitabet akdi de otıevkûftur. Hükmü yoktur. Ama istihsânen âzâd edilmiş olur. Zira orada olmayan köle için azadını, söyleyenin ödemesine bağlamakta za­rar yoktur. Şu halde bu hükmün hakkında kitabet akdi sa'hîh olur. Bin dirhemin köleye lâzım olmasına bağlı kalır. Eğer kitabet bedelini hür öderse, köleye rücû edemez. Zira teberru etmiş sayılır. Biri hâzır, biri gâib iki köle mükâteb yapılsa da hâzır olan akdi kabul etse, bedeli hangisi öderse sahibi bunu cebren kabul eder ve her ikisi âzâd olurlar. Sureti şudur: Bir adamın iki kölesi olup ikisinden biri ona, «Beni nef­simden ve fülândan bin akçaya mükâteb yap.» dese, o da yapsa, ve hâ­zır olan kabul etse, kıyâsa göre, orada hazır olanın hissesinde kitabet sahih olmaz. Gaibin hissesinde de onun kabulüne bağlı kalır. İstihsânın veehi şudur: Hâzır olan köle kitabet akdini ilkin kendi nefsine izafet etmekle kendi nefsini asîl ve gaibi tâbi kılmıştır. Nitekim bir câriye mükâtebe kılınırca, tebaan çocukları da ona dâhil olur. Hattâ cariyenin bedeli ödemesiyle çocukları âzâd edilmiş olup bedelden bir- şey lâzım gelmez.

Kitabet hâzırdan sahih olunca, sahibi bütün bedeli ondan alabilir. Çünkü o asildir. İmdi bedeli her hangisi öderse sahibi onu kabule mec­bur edilir. Hâzırdan kabulü, bedel onun üzerine olduğu içindir. Gâib-den kabulü ise, her ne kadar bedel onun üzerine olmasa da o gaibin hürriyet şerefine nâü olmasından dolayıdır, Rehni emânet eden gibi ki, şayet borcu ödese, rehn alan kimse kabule zorlanır. Çünkü borcunu kurtarmaya ihtiyâcı vardır. Velev ki hakîkaten borçlu olmasın. Köle­lerden hangisi öderse diğerinden alamaz. Zira arkadaşı hakkında ba­ğışlayıcıdır. Gâib olan kölenin kabulü geçersizdir. Bir şeyle muaheze edilmez. Çünkü akid hâzır olan üzerine geçerlidir. Eğer sahibi gâib kö­leyi âzâd ederse, gaibin payı hâzırın ödediği bedelden düşer. Çünkü gâib maksûd olarak akidde dâhildir. Binâenaleyh bedel ikisine taksim edilir. Velev ki istenilmesin. Kitabette doğan çocuk bunun aksinedir. Şöyle ki, çocuğun âzâdiyle cariyenin bedelinden bir şey düşmez. Çün­kü o maksûd olarak akdde dâhil değildir ve akd gününde mevcûd da değildir. Kitabette dâhil olması tebaandır. Cariyenin satın alınan çocu­ğu da böyledir.                                                                           

Eğer mükâteb olan, sahibi hâzır/ olan köleyi âzâd etse veya hâzır olan ölse, hâzır olanın payı düşer ve gâib kendi payını hâlen öder. Eğer ödemezse köleliğe geri çevrilir. Nitekim sebebi daha önce geçti ki, o gâib köle maksûd olarak akdde dâhildir. Kitabette doğan çocuk bunun aksinedir. Onun babası ölürse,, babasının taksitleri üzere kalır.

Bir câriye ve onun iki çocuğu mükâteb kılınsa ve o câriye bunu kabul etse, her hangisi kitabet bedelini öderse başkasından alamaz. Ve

hepsi âzâd edilmiş olurlar. Nitekim bunun sebebi birinci nıes'elede geç­ti. [7]

 

Ortak  Kölenin Kitabeti  Babı

 

Bir köleye ortak olan iki kişinin biri diğerine payını bin dirheme kitabet etmesi ve kitabet bedelini alması için izin verse, o da bu şekil­de köleyi hissesi için mükâteb edip kitabet bedelinin bir kısmını alsa, eğer o mükâteb köle âciz olursa, o aldığı kısım onun olur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «KÖIe iki ortak arasında mükâtebdir. Ödediği de iki­si arasında ortaklaşadır.» demişlerdir. Zira tmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, kitabet bölünme kabul etmez. Ortağının payını kitabet etmeye izin, tümün kitabetine izindir. Alan bir kısmında asildir ve bir kısmın­da vekildir. Alman şey ikisi arasında ortakîaşadır. Aczdan sonra da böyle kalır. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kitabet bölünme kabul eder. İzin ortağın payına münhasır kalır. İznin faydası şudur: Ortak, diğer ortağa izin vermese onun için feshetme hakkı vardır. İzinle- fesh hakkı baki kalmaz. Ortağına, almaya izin vermesi, kölenin bedeli ona ödeme­sine izindir. Alan üzerindeki hissesini teberru etmiş olur. Şu halde alı­nan onun olur. Eğer bedelin hepsini alırsa, alanın payı âzâd edilmiş olur.

İki adamın bir mükâtebe cariyesi bir çocuk doğurup ikisinden biri­si; çocuğu bendendir, diye iddia etse, ondan sonra diğer adam cinsî münâsebette bulunup o da ikinci çocuğu iddia etse, o mükâtebe câri­ye de kitabetten âciz olsa, birinci adamın ümmü veledi olur. Zira iki adamdan biri «Çocuk bendendir.» diye iddia edince, mülkü kâim ol­duğu için iddiası sahîh olur. Onun payı ona ümmü veled olur. Çünkü mükâtebe câriye bir mülkden diğer mülke nakil kabul etmez. Şu hal­de kendi hissesinde ümmü veled olmaya inhisar eder. Ortak olan mü-debbere cariyede olduğu gibi.

İkinci adam, ikinci çocuğu bendendir, diye iddia etse, birinci adam gibi onun da, mülkü kâim olduğu için İddiası sahih olur. Bundan sonra şayet mükâtebe câriye âciz olsa, onun kitabeti olmamış gibi olur. Bütün cariyenin birinci adamın ümmii veledi olduğu meydana çıkar. Zira intikâle engel olan kitabet ortadan kalkar. Birinci adamın cinsî münâsebeti daha öncedir. Birinci adam diğer adama cariyenin kıyme­tinin yansını öder. Zira birinci adam istîlâdı temlik için diğerinin his­sesini temellük eder. Ukrunun yarısını da öder. Çünkü birinci adam ortak olan câriye ile cinsî münâsebette bulunmuştur. Birinci adamın ortağı cariyenin ukrunu tamâmiyle öder.   Zira o gerçekten başkasının ümraü veledi ile cinsî münâsebette bulunmuştur. Binâenaleyh cariye­nin ukru tamamen lâzım gelir. Oğlu olan ikinci çocuğun kıymetini de Öder. Çünkü o aldatılmış menzîlesindedir. Zira cinsî münâsebette bulun­duğu zaman mülkü meydandaydı. Aldatılmışın çocuğunun nesebi on­dan sabittir ve kıymetle hürdür. Nitekim ma'lûm olmuş idi. Ukru o iki ortağın her hangisi verirse sahîh olur. Çünkü kitabet bakî olduğu müddetçe onu almak hakkı cariyenindir. Zira kitabet onun menfaat­lerine ve bedellerine mahsûsdur. Kitabetten âciz olunca, sahibinin ih­tisası zahir olduğu için ona geri çevrilir. Eğer ikincisi müdebbere eder de cinsî münâsebette bulunmazsa, câriye âciz oldukda tedbîr bâtıl olur. Zira tedbîr mülke tesadüf etmemiştir, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, mülke tesadüf etmediği meydandadır. Çünkü, çocuk doğurtan o cariyeyi aczden önce temellük etmiştir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, mülke tesadüf etmemiştir. Çünkü, onun aczi ile o çocuk doğurtan or­tak hissesini cinsî münâsebette bulunma vaktinden itibaren temellük ettiği anlaşılmıştır. İmdi başkasının mülküne tesadüf ettiği meydana çı­kar. Tedbîr mülke dayanır. Neseb bunun hılâfınadır. Çünkü e yukarıda geçtiği gibi gurura dayanır.

O câriye birinci ortağın ümmü veledidir. Çünkü o ortağının payını temellük etmiştir ve istîlâdı kâmil kılmıştır. Çocuk da onun olur. Ni­tekim sebebi daha Önce geçti ki, musahhih kâim olduğu için onun id­diası sahîhdir. Ortak olan cariyeyi cima ettiğinden dolayı ortağına ca­riyenin ukrunun yansını öder. Cariyenin kıymetinin yansını da öder. Zira cariyenin yansını çocuk doğurtmakla temellük etmiştir. O da kıy­metle temellük edilir.

Eğer iki ortak, cariyeyi mükâteb kılıp ondan sonra ikisinden biri zengin olduğu halde âzâd etse, o câriye de kitabetten âciz olsa, âzâd eden ortağına cariyenin kıymetinin yansını öder ve ödeyen kıymetin yansiyle cariyeye rücû eder. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâ­meyn* (Rhl Aleyhimâ) e göre, rücû edemez. Bu mes'ele daha Önce ge­çen şu şeye dayanır: Susan ortak şayet âzâd edene ödese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, köleye rücû eder. tmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, rü­cû edemez.

İki adamın bir kölesi olup ikisinden biri müdebber edip ve diğeri zengin olduğu halde âzâd etse veya aksini yapsalar, yâni ikisinden biri zengin olduğu halde âzâd edip, diğeri müdebber etse, o köleyi müdeb­ber eden âzâd eder ve iki surette köle çalışır. Yâhûd yalnız birincide ortağına ödettirir. Bu da ikisinden biri evvelâ müdebber ettiği sûretdir. Çünkü, ikisinden biri önce müdebber ettikde ortağı için onu ödetmek veya payını âzâd etmek hakkı vardır. Veya kölenin çalışması gerekir. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Âzâd ettiği zaman, onun için ödet­me velayeti ve çalıştırma hakkı kalmaz. Müdebbirin payı âzâd etme sebebiyle fâsid olur. İmdi müdebbir için de köleyi âzâd etmek hakkı vardır. Veya köleyi çalıştırır. Yâhûd müdebbir olarak kıymetini ödet­tirir. Bundan murâd: Köle oiarak kıymetinin yarısı, ya da üçteikisi-dir. Nitekim daha önce geçti.

Ödemekle köleye mâlik olmaz. Zira müdebber bir mülkden bir mül­ke geçmez. İkinci surette —ki aksidir— şayet birinci ortak âzâd et­se, diğeri için, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, üç muhayyerlik vardır. İm­di eğer köleyi müdebber ederse, onun için ödetme velayeti kalmaz. Bel­ki âzâd etmek veya çalıştırmak kalır. Çalıştırmak ve âzâd etmek vela­yeti iki surette de sabittir. Ödetmek birinci surete mahsûsdur. İmâ-meyıı' (Rh. Aleyhimâ) e göre, ikisinden biri müdebber ettikde diğerinin âzâdı bâtıldır. Zİrâ tedbîr, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göçe, bölünme kabul etmez. Tedbîrle sahibinin hissesine mâlik olur ve köle olarak kıymetinin yarısını öder. Gerek zengin ve gerek fakır olsun. Çünkü bu, temellük ödemesidir. Zenginlik ve fakirlik ile değişmez. Eğer ikisinden biri Önce âzâd ederse, diğerinin müdebber etmesi bâtıldır. Zira İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, âzâd bölünme kabul etmez. Eğer zengin ise kö­le olarak kıymetinin yarısını öder. Fakır ise köle çalışır. Çünkü bu öde­me âzâd ödemesidir. Zenginlik ve fakirlik ile değişir. [8]

 

Ölüm  Ve  Acz  Babı

 

Bir mükâteb taksitlerinin bedelini ödemekten âciz olsa, eğer mü-kâtebin yakında eline geçecek malı var ise kâdî üç gün kadar, onun aczi ile hükmetmez.

N e c m, doğan yıldıza derler. Ondan sonra necm ile vakit adlandı­rılmıştır. Çünkü vakit necm (yıldız) ile bilinir. Ondan sonra ikisi ara­sında ilgi bulunduğu için vakit ile o vakitte ödenen şeye (yâni takside) necm denildi.

Üç güne kadar aczine hükm edilmemesine sebeb iki tarafın fayda­sınadır. Çünkü üç gün, özürlerin meydana çıkarılması İçin konulan bir müddettir. Hasmın defi ve hüküm için borçluya mühlet verilmesi gibi.

O mükâtebin yakında eline geçecek malı yoksa, kâdî onun aczine hükmeder. Bu İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' -(Rh. Aleyhimâ) e gö­redir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, iki vakit (yani taksit) geçmedikçe, kâ­dî onun aczine hükmedemez.

Kâdî o kitabeti mükâtebin aczinden sonra sahibinin isteği ile fesh eder. Ya da mükâtebin sahihi mükâtebin rızâsı ile fesh eder. Eğer köle feshe razı olmazsa kâdinin hükmüyle fesh lâzımdır. Zira kitabet akdi lâzım olan tam bir akddir. Bozulduğuna hükmedilmesi gerekir. Veya rızâ ile bozulur. Nitekim hibeden geri dönmekde olduğu gibi. Bazı ri­vayetlerde sahibi tek başına bozar, mükâtebin rızâsı şart değildir, den­miştir. Nitekim, eğer alıcı malı teslim almadan önce kusur bulsa, alıcı tek başına satışı bozabilir. Kâfi'de de böyle zikredilmiştir.

Şunu bil ki, fâsid kitabetin hükmü, sahibinin fesh hakkı ve köie-nin rızâsı yok iken köleliğe geri çevirme hakkı olmasıdır. Kölenin caiz ve fâsid olan kitabette sahibinin rızâsı yok iken akdi bozmaya hakkı vardır. İmâdiyye'de böyle zikredilmiştir.

Kitabet bozulduğu için o mükâteb köleliğe geri" döner. Kölenin elindeki kazancı, eğer o şey kölenin kazancı olduğu belli ise sahibine âiddir. Eğer mükâteb, kitabet bedeline yeten malı var iken ölürse, ki­tabet bozulmaz. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, mahal ortadan kalktığı için ki-tâbet bozulur. Biz deriz ki: Âzâd olmak ölümden önceye dayanır.

Bedeli mükâtebin malından kaza olunur ve hür olduğu halde öl­düğüne hüküm verilir. Kalan malı mîrâs olur. Oğullarının âzâd edil­diğine de hükmedilir. Gerek o çocuklar kitabetinde doğsun ve gerekse kitabetinde satın almış olsun müsavidir. Ya da mükâteb oğlu ile, gerek küçük ve gerekse büyük, bir tek kitabet île mükâteb edilmiş olsun mü­savidir. Çünkü onların her biri kitabette onun tâbileridir. Mükâte­bin âzâdiyle âzâd edilmiş olurlar.

Eğer o Ölen mükâteb yetecek mal bırakmadı ise kitabetinde doğan çocuğu babasının taksitleri için çalışır. O çocuğun bedeli ödemesiyle babasının ölümünden önce azadına ve çocuğun azadına hükmedilir.

Zira çocuk kitabette dâhildir ve kazancı babasının kazancı gibidir. Ödemekde de babasına halef olur. İmdi yetecek kadar mal bırakmış gibi olur.                    ,                                     .

Mükâteb ölüp de kitabetinde satın almış olduğu çocuğunu bıraksa, o çocuk bedeli hemen öder veya köleliğe geri çevrilir. Bu îmâ'm A'zanı' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, va'desine kadar öder. Kitabette doğurulmuş olana itibâr edilir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Va'de (ecel) akdde şart olar rak sübût bulmuştur. Şu halde akdde dâhil olan kimse nâmına dâhil­dir. Satan alman çocuk dâhil değildir. Çünkü akd ona muzâf olmamış­tır. Akdin hükmü ayrılığından dolayı ona sirayet etmemiştir. Kitabet­te doğan çocuk bunun aksinedir. Çünkü kitabette doğan çocuk kitabet vaktinde akde bitişiktir. Şu halde hükm ona sirayet eder. Akd kitabe­tin hükmünde dâhil olunca, babasının taksitlerinin bedeli için çalışır.

Mükâteb ölüp hür kadından bir çocuk ve bedele yetecek kadar alacak bıraksa, çocuk da cinayet işleyip ve anasının âkılesi (akrabası) üzere cinayetin gereği ile hükm olunsa, bu, babası için acz sayılmaz. Zira bu hüküm kitabeti mukarrer kılar. Çünkü kitabet, çocuğu anası­nın sahihlerine ilhakını gerektirir ve diyetin onlara icâbını gerektirir. Lâkin şu vecihle ki; âzâd edilmesi muhtemel olur ve velâsı babasının sâhiblerine aktarılır. Hükmü karar kılan bir şeye hüküm vermek âciz bırakmak değildir.

Musannifin «yetecek kadar alacak» demesine sebeb şudur: Çünkü eğer ayn olsa, hâl-i hazırda ödeme mümkün olduğu için çocuğu anası­nın sahihlerine katmakla hüküm hâsıl olmazdı.

Eğer o çocuğun anasının ve babasının kavmi onun velâsında hu­sûmet ederler de, anasının kavmine velâ ile hüküm olunursa, bu hü-.küm ta'cîzdir. Zira çocuğun velâsı ananın sâhiblerinedir, diye hüküm vermenin ma'nâsı; baba köle olduğu halde ölmüş ye kitabet bozul­muştur, demektir. Binâenaleyh bu hüküm müctehedün fîh olup geçerli sayılır ve kitabet bozulur.

Mükâtebin sahibine ödediği sadaka, ona helâl olur. Mükâteb âciz olur. Yâni mükâtebin sahibi, eğer sadaka için ehil değilse; gerek zekât olsun ve gerekse zekâttan başka sadaka olsun, meselâ mükâteb sadaka­ya ehil olduğu için zekât alıp ve onu kitabet bedeli için sahibine öde-se, ondan sonra mükâteb âciz olsa, sonra sahibinin onu zengin olduğu halde aldığı anlaşılsa, yine o zekât sahibi için helâl olur. Zira o malı aldığı zamanda âzâd etmeye karşılık olarak almıştır. Köle ise o malı sadaka olduğu halde almıştır. Şu kabul edilmiş kaidelerdendir ki, mül­kün değişmesi zâtın değişmesi yerine geçer. Bu esâs, HesûliÜiah' (S.A. V.) m Berîre adlı kadına:

«O senin için sadakadır, bizim için hediyyedir.» hadîsinden alın­mıştır.

Mükâteb hatâen bir suç veya bir kaç suç işlese, hâlen bunun karşı­lığı kazancında mükâtebin üzerinedir. Sahibine lâzım gelmez. Çünkü mükâteb rakabeten ve zâten sahibinin memlûküdür. Yed'en ve tasar-rufen hürdür. Şu halde rakabeten memlûk olması itibariyle suçunun cezası sâhibinedir. Kazanç bakımından hür olması itibariyle suçunun cezası kendi üzerine olması vâcib olur. Sahibinin üzerine olması vâcib olmaz. Böylece suçunun cezası kendi kazancına konmuştur, tâ ki suçu­nun gerektirdiği ceza ikisinin üzerine olsun. Çünkü mükâtebin kazan­cında kendisi ile sahibinin haklan vardır. Ama kitabet sebebiyle onun hakkını verme imkânı bulamamıştı. Kitabet ikisinin hakkıdır. Şu halde ikisinin malından kıymet vâcib olur.

Mükâteb hatâen suç işlese, kıymetinden ve diyetinden en az olan lâzım gelir. Zira mükâteb köledir. Lâkin kitabet sebebiyle köleyi ver­mek imkânsızdır. Eğer köleyi vermek mümkün olsa idi, her ne kadar diyet kölenin kıymetinden daha çok olsa da, sahibi köleyi vermekle kurtulurdu. Kölenin verilmesi imkânsız olunca, müdebberde olduğu gibi, kıymetini vermekle kurtulur. Suç hükümden önce tekerrür etse de, mükâteb üzerine bir kıymet lâzım gelir. Eğer mükâteb bir suç işle­yip hüküm verildikten sonra bir suç daha İşlese, üzerine diğ-er bir kıy­met hükmü verilir. Çünkü mükâtebin suçu ancak hüküm ile; sulh ile veya vermekten ümidi kesmekle borç olur. Ümit kesilmek; âzâd etmek veya Ölmekle olur. Şu halde kıymetin vâcib olması üç şeyin biri ile suçun te'kidine bağlıdır.

Mükâteb hatâen bir suçu işlediğini ikrar etse, o suçun mu'cibi mükâ­tebin kazancında lâzım gelir. Yâni, eğer mükâteb hatâen bir suçla ikrar­da bulunsa, o suç ona lâzım gelir. Suçu işlediğine hükmedilir. Çünkü mü­kâtebin suçu kazancında hakedilmiştir. Mükâteb kazançlarına hak sa­hibidir. Şu halde ikrarı hür gibi geçerli olur. Eğer âciz oluncaya kadar üzerine hükmedilmezse, ikrarının sıhhati bâtıl olur. El-Kâidiyye'de böy­le zikredilmiştir.

Bir köle suç işlese ve sahibi onun suç işlediğini bilmeyerek mükâ­teb etse, o da âciz olsa, veya mükâteb suç işleyip suçun gereği ile hüküm olunmasa, sonra âciz kalsa, sahibi onu suçun velîsine verir veya fidye verir. Yâni köleyi vermekle suçunun diyetini Ödemek arasında muhay­yerdir. Zira fidye aslında kölenin suçunun mu'cibidir. Halbuki sahibi suçu -bilmedi- ki fidye için muhtar olsun. Lâkin kitabet kölenin veril­mesi için engeldir. Engel ortadan kalkınca, aslî hüküm geri döner.

Eğer mükâteb üzere suçun gereği ile mükâtebliği hâlinde hükm olunsa, sonra mükâteb âciz kalsa, hak rakabesinden kıymetine intikâl ile hükmolunduğundan dolayı, mu'cibde satılır.

Kitabet, kölenin sahibinin ölmesiyle bozulmaz. Çünkü kitabet hür­riyetin sebebidir. însan hakkının sebebi de onun hakkıdır. Ölen mükâ­teb, kitabet bedelini taksitleri üzere sahibinin vârislerine öder. Zira mü­kâteb hürriyete bu şekilde müstehak olmuştur. Sebeb de o şekilde mün'akid olmuştur. İmdi bu vasıf üzere kalıp değiştirilmez. Lâkin vâ­risleri hakkı almak hususunda sahibinin yerini tutarlar. Eğer vârislerin bir kısmı onu âzâd etse, âzâd edilmiş olmaz. Zira onlar ona mâlik ol­mamıştır. Çünkü mükâtebe mülk sebebi erinden, bir sebeble mâlik olun­maz. Vâris olmak o sebeblerdendir.

Eğer vârislerin hepsi âzâd ederlerse, bedâvâ âzâd edilmiş olur. Kı­yâs âzâd edilmiş olmaması idi. İs (ihsan in vechi şudur: Âzâd kitabet bedelinden ibra kılınır. Çünkü kitabet bedeli vârislerin hakkıdır. O hak-da mîrâs carîdir. Şu halde onların âzâd etmesi iktizâ yoluyla ibradır, yâhûd ondan aldıklarını İkrardır. Onun zimmeti ibra olunup âzâd edil­miş olur. Nitekim sahibi onu kitabet bedelinin hepsinden ibra etse, âzâd edilmiş olduğu gibi. Vârislerin âzâd etmelerinin şartı bir tek mec-iisde âzâd etmeleridir. Katta ayrı ayrı yerlerde kölenin hepsini âzâd etseler, âzâd edilmiş olmaz. Bazıları; uBirincisi dönmedikçe, geri ka­lanlarının âzâd etmesiyle hür olur.» demişlerdir.

Mükâtebin nikâhı altında bir câriye olup o cariyeyi iki talâk ile boşasa, hürmet-î galîza hâsıl olur. Sonra o cariyeye mâlik olsa, ona, o câriye ile cinsî münâsebette bulunmak ve evlenmek caiz olmaz. Hattâ kadın kendisini başka bir kocaya nikâh etmedikçe mükâtebe helâl ol­maz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz.» [9] buyurmuştur. Çünkü burada ni­kâh sahih akde mahmuldür. Duhûlün (girdirmenin) şart kılınması useyle (balçık) hadîs-i şerifi ile sâbitdir. Nitekim yerinde anlatılmıştır. [10]

 

 

Velâ   Bölümü

(Âzâd  Bağlılığı)

 

Velâ lügat yönünden, yakınlık ma'nâsına vely'den alınmadır. Şer'an velâ, âzâddan meydana gelen hükmî bir yakınlıkdır. Ya da mu-valâttan hâsıl olan hükmî bir yakınlıktır.

Birincisi, yâni âzâddan meydana gelen velâ, harbî olmayan âzâdli içindir. Yâni bir harbî dâr-ı harbde kölesini âzâd etse, onun için köle üzerinde velâ hakkı yoktur. Hattâ ikisi de Müslüman oldukları halde bizim ülkemize gelse, o harbî o köleye vâris olmaz. İmâm Ebû Yûsaf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Zeylaî (Rh.A.), cZimmîler birbirlerine velâ ile, Müslümanlar gibt vâris olurlar. Zira velâ vâris olmanın sebeblerinden biridir.» demiştin Gerekse o âzâd, müdebber veya mükâteb kılmakla veya cariyesini üm-mü veled yapmakla olsun, veya yakınına mâlik olmakla olsun. Bunlar­dan her biri âzâddir. Bununla velâ sabit olur. Çünkü Resûlüllah (S. A.V.) :

«Velâ âzâd eden kimse içindir.» buyurmuştur.

Her ne kadar âzâd eden vâris olmamayı şart etse de vâris olur. Yâ­ni sahibi kölesini âzâd ettikde ona vâris olmamayı şart etse, o şart ge­çersiz olur. Çünkü şeriatın hükmüne aykırıdır. Şu halde vâris olur. Ni­tekim nesebde vâris olmamayı şart etse, geçersiz olduğu gibi.

Bir soru sorulup dense ki: Tedbîr veya istîlâd ile sahibine velâ nasıl sabit olur? Halbuki ününü veled ve müdebber ancak sahibinin ölü­münden sonra âzâd edilmiş olurlar. Buna şu cevâb verilmiştir: Bu mes'elenin sureti şöyledir: Sahibi mürted olup dâr-ı harbe girse, hattâ müdebberinin ve üramü veledinin azadına hükmedilse, ondan sonra Müslüman olup gelse, ve müdebberi ve üraraü veledi ölse, velâ hakkı Müslüman olup gelen sahibindir. En iyisi şöyle demektir: Murad sahi­binin asabesi için velânın sabit olması ancak velânın onun için sübût bulması sebebiyle olur. Zira ona velâ için evvelden müstehaktır. Çünkü âzâdm sebebi sahibinden sâdır olmuştur. Ondan sonra asabesine geç­miştir.

Bir kimse kocası başkasının kölesi olan bir cariyeyi âzâd etse •— bu ibare Vikâye'nin «kocası köle olan câriye» şeklindeki ibaresinden daha güzeldir — o câriye bir yılın yarısından daha az zamanda çocuk doğur-sa, o çocuğun velâsı, ondan nakletmeksizin cariyenin sahibine âiddir. Yâni, bir adamın kölesi başkasının cariyesi ile evlendikde cariyenin sa­hibi onu âzâd etse, halbuki câriye o köleden gebe olsa, o câriye âzâd edilmiş olur ve hamli de âzâd edilmiş sayılır. Hamlin velâsı anasının sahibine âid olur. Sahibinden ebeden nakledilemez. Zira o hami kas-den anayı âzâd eden kimsenin nâmına âzâd olmuştur. Çünkü anne­sinin bir cüzüdür ve kafiden âzâdı kabul eder. C«nîn âzâd hükmünde başh basma bir şahıs gibidir. Şöyle ki: O cenini ayrıca âzâd caiz olur ve onun velâsı, bizim rivayet ettiğimiz şeyden dolayı âzâd edenden intikâl etmez. Bu söylediklerimiz; o câriye âzâd vaktinden altı aydan daha az zamanda çocuk doğurduğuna göredir., Âzâd vaktinde hamlin bulunduğu kesinlikle bilindiği için hüküm böyledir. Keza o câriye iki çocuk doğurup birisi âzâd vaktinden altı aydan daha az zamanda, ikin­cisi daha çok zamanda olsa ve ikisinin arasında hamlin en az müd­detinden daha az vakit olsa, yâni yarım yıldan daha az olsa, — çünkü biz o vakit kesinlikle biliriz ki, çocuk âzâd vaktinde mevcûd idi. Yine kesinlikle biliriz ki," bu iki çocuk ikizdirler. İkisi arasında hamlin en az müddetinin girmesi bulunmadığı için bu ikisine birlikde hâmile ol­muştur. — ' âzâd birinci çocuğu içine alınca, bundan dolayı diğer ço­cuğu da bizzarûre kapsar. Şu halde sahibi ikisini birden âzâd etmiş olur ve ikisinin de velâları ona âid olur. Ondan ebediyyen intikâl et­mez.

Eğer o câriye azadından altı aydan daha çok zamanda çocuk do-ğursa, çocuğun velâsı anasının sahibine âiddir. Zira o çocuk anasına tebaan âzâd edilmiş olur. Çünkü anasının âzâd edilmesi vaktinde ana­sına bitişiktir. Çocuğu babasına tâbi kılmak İmkânsızdır. Çünkü ba­banın köleliği vardır.

Eğer çocuğun babası âzâd edilse, çocuğun velâsını kavmine çeker. Çünkü velâ neseb inenzîlesindedir. Resûlüllah (S.A.V.) :

«Velâ neseb argacı gibi argaçtır. Satılmaz, hibe edilmez ve ınîrâs edilmez.» buyurmuştur.

Bundan sonra nes«b babalara âiddir. Velâ da böyledir. Velânın, ananın sahibine nisbet edilmesi babanın ehliyyeti olmadığı için zaru­ret bakımından idi. Baba ehil olunca, velâ babaya geri döner.

Bir A'cemînin (yâni Arap olmayan kimsenin) mevlel muvalâtı (an­laştığı) mevlâsı, âzâü edilmiş bir kadını nikâh etse —gerek o kadını âzâd eden Arapdan olsun, gerekse Araptan başkası olsun müsavidir. — o âzâdlı kadın bir çocuk doğursa, onun velâsı anasının sahibine âiddir. Bu înıâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göredir. Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre, o çocuğun hükmü babasının hükmüdür. Zira ne­seb babaya âiddir. Nitekim baba Arap oldukda hüküm babasının hükmü olduğu gibi. Şayet baba köle olsa bunun aksinedir. Çünkü köle ma'nen helak olandır.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh, Aleyhimâ) m delili şudur:

'Azâd edilenin velâsı kuvvetlidir. Ahkâm hakkında mu'teberdir. Hattâ onda kefaet (nikâhta denklik) itibâr olunur. (Yâni tacirin âzâdlısı olan kadın attârın âzâdhsı olan erkeğe denk olur, deri tabaklayan kim­senin âzâdlısı olan erkeğe denk olmaz.)

Neseblerini yitirdikleri için, neseb A'cem (yâni Arab olmayanlar) hakkında zayıftır. Bundan dolayı onların arasında nesebte kefâete iti­bâr edilmez. Zayıf ise kuvvetliye karşı duramaz. Babası Arap olan bu­nun aksinedir. Çünkü Arabın nesebleri kuvvetlidir. Kefâet ve âkılenin diyet ödemesi hükmünde muteberdir, Çünkü birbirlerine neseble yar­dım "ederler. Binâenaleyh, nesebler velâya ihtiyâç bırakmamıştır. Şa­yet çocuğun anası aslında köle olmamak ma'nâsına aslı hür olsa, o ana­nın çocuğu üzere velâsı olmaz. Çocuğun babası da şayet aslında köle (rıkk) olmamak ma'nâsına aslı hür olsa, eğer o baba Arap ise o çocuk, üzerine mutlak surette velâ olmaz. Gerekse o çocuğun anası âzâdlı câ­riye olsun, gerekse olmasın.

Eğer çocuğun babası hür A'cem (Arabın gayri) ise o çocuk üzeri­ne babasının kavmi için veîâ olmaz. Anasının âzâdlısı ve âzâdlısının asabesi vâris olur. İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) aksi görüştedir.

Biline ki, aslı hür, Fukahâya göre, iki ma'nâda kullanılır. O ma'-nânın biri şudur: Aslı hür, kendisi üzerine kölelik carî olmayan kim­sedir. Belki o kimse bir âzâdlı kadından nikâh vaktinden ve ulûk vak­tinden altı ay geçtikten sonra doğmuştur, veya aslında köle olan kim­seden doğmuştur.

İkinci mana şudur: Aslı hür, aslında asla köle olmayan kimsedir. Velâ, Hidâye sahibinin ve başkasının açıkladıkları gibi mülkün ortadan kalkmasına dayanır. Bundan dolayı velâda birbirini işitmekle şehâdet makbul olmaz, demişlerdir. Nitekim âzâdda makbul olmadığı gibi. Mül­kün ortadan kalkması sükûtunun fer'idir. Çocuk üzere mülkün sübû-tu anası tarafından olur. Nitekim daha önce de anlatıldı ki: Çocuk kö-lelikde ve hürriyette anaya tâbi olur. Babanın köle olması çocuğa geç­mez. Mülkün çocukdan zevali ancak anasının âzâdlısı yönünden olur. Anasının âzâdlısının asabesi de âzâdhnın hükmündedir. Anası tarafın­da kölelik olmayınca, çocuk üzerine velâ tasavvur olunmaz. Eğer lâfız bir ma'nâda kesin olsa, o lâfza ve başkasına muhtemel plan zahiri ona yorumlamak vâcib olur. Mutlak, rivayetlerde mukayyed1 üzere yorum­lanır.

Sen bu mukaddeman bildikten sonra, şıu da ma'lûmun olsun ki; Bedâyi' sahibi Bedâyî'de zikretmiştir, anasırım aslı hür olmaması ve-lânıo sübûtunun şartlarmdandır. Eğer ana aslı hür olunm, her ne ka­dar o çocuğun babası âzâdlı olsa da, onun çocuğu üzere bâr kimse için velâ yoktur. Zira biz daha önce anlattık ki, çocuk kölelikde ve hürri­yette anaya tâbi olur. Halbuki bir kimse için o çocuğun anası üzere velâ yoktur. Binâenaleyh çocuğu üzere de bir İkinıse için velâ yoktur.

Bedâyi' sahibi aslî hürriyet ile; «Anası üzere bir kimse için velâ yoktur» sözünün karînesiyle ikinci ma'nâda olan aslî hürriyeti murâd etmiştir. Şüphesiz sen bilirsin ki, velâ mülkün ortadan kalkmasına da­yanır ve bilvasıta mülkün ortadan kalkması ancak ana tarafından olur. Eğer ana bu ma'nâda aslı hür olsa çocuk üzere mülk fsâbit olmaz. Binâenaleyh, ona velâ da sâtıit olmaz.

Şeyh Re^d'üd-Dhı Muhamıned Nisâbûrf (Rh.A.) niıa «Tekmile şerhi» ndeki sözü ve Muhit sahibinin «Muhtasiiru Muhît» deki sözü ve Şeyh Ebû Muhammcd Mes'ûd b. el-lîuseyhV (Hh.A.) in «Mes'ûdî» diye meşhur olan muhtasarındaki sözü ve adı geçen Şeyhin *erâiız hakkında tasnif ettiği ve «Kâfi» diye adlandırdığı kitâbundaki sözü IBedâyi' sa­hibine uygundur.

El-Münye'deki şu söze gelince; çocuk her ne kadar aslî hür olarak ana rahminde kalmış ise de — meselâ anası aslî hür veya arızî hür olursa — o çocuğun üzerine, babasının kavmi veya anasının kavmi için velâ sabit olması caiz olur. Ondan sonra demiştir ki; eğer baba as­lı hür olursa babanın kavmi için velâ yoktur. Keza, eğer ananın aslı hür olursa onun kavmi için velâ yoktur. Çünkü aslı hür olan üzerine âzâd caiz olmaz. Bu sözün zahirinden çıkan ma'nâ şudur: Ana, eğer mutlaka aslı hür olsa, çocuğu üzere velâ sabit olması caiz olur. Halbu­ki böyle değildir. Belki aslî hürriyet ile burada muradı birinci ma'nâda olan aslî hürriyettir. Şu karine ile ki: Münye sahibi arızî hür kadından — ki âzâd edilmiş câriyedir — doğmuş olan çocuğu aslî hür kılmıştır. Ondan sonra aslî hürriyeti arızî hürriyetin karşısına koymuştur, imdi bununla geçen hak arasında muhalefet yoktur. Velânın babanın kavmi için olmasının sureti şudur: Babanın nesebinde köle olup ve çocuk âzadlı kadından doğduğu vakittedir. Ya da âzâdh kadının çocuğundan doğduğu vakittedir. Velânın ananın kavmine âid olmasının sureti ise şudur: Baba Nebtî taifesinden aslı hür olup bir insanın âzâdlı câriyesiy­le evlendiği, yâhûd baba âzâdlı cariyeden doğan kimse olduğu vakitte­dir.

Birinci surette çocuğun velâsı ittifakla babasının kavmine âiddir. İkinci surette, İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e gö­re, çocuğun velâsı anasının kavmine âiddir. Sözün kısası, ana ve baba eğer ikisi de ikinci ma'nâda aslen hür olurlarsa, çocuğa velâları yoktur. tkişi de âzâdlı, yâhûd asıllarında âzâdlı bulunanlardan iseler, velâ ba­banın kavmine âiddir. Baba âzâdh olur veya aslında âzâdîı bulunur, ana ise bu ma'nâda aslen hür olursa, ana Arap olsun olmasın babanın kavmiiçin çocuğa velâ yoktur. Eğer ana âzâdh olup baba ikinci anlam­da aslen hür olursa, baba Arap olduğu takdirde o çocuk üzere aha kav­mi için velâ yoktur. Eğer baba Arabın gayri olursa, İmâra A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, o çocuk üzere ana kavmi için velâ vardır. Ebû Yûsuf (Rh.A.) ayrı görüştedir.

Burada birçok faydalar vardır ki biz o faydaları velâ hakkındaki risalemizde anlattık. Bu faydaları Öğrenmek isteyen kimse o risaleye müracaat etsin.

Âzâdlı asabedir. Yâni, bir kişidir ki, farz sahibinden geri kalanı alır. Farz sahibi bulunmadığı vakitte malın hepsini alır.

Zikredilen âsabe, nesebiyye olan asabeden geri bırakılmıştır. Asa-be-i nesebiyye farâiz ilminde anlatıldığı üzere, ya asabe binefsihîdir. Yâni, kendisi için muayyen hisse farz olmayan bîr erkektir. Ölüye nisbetinde araya kadın girmez. Ya da asabe bigayrihîdir. O erkeğin asabe kıldığı bir kadındır. Va da asabe man gayrihidir. O ana baba bir veya baba bir kizkardeştir. Ölünün kızı ile asabe olur. Bunların hepsi âzâdlı -dan önce gelir.

Asabe zî r&hm (sair akraba) üzerine takdim edilmiştir. Zî rai im, kendisi için muayyen hisse olmayıp, Ölüye nisbetinde araya kadın giren kinişedir. Eğer sahibi ölüp ondan sonra âzâdlı ölse mirası sahibinin en "yakın asabesine âid olur.

Bundan sonra neseben mirasçısı olmayan âzâdlı gelir. Onun mi­rası ma'lûm tertib üzere sahibinin en yakın asabesine verilir.

Bu velâ ile akl sabit olur. Akl âkıledendir. Yakında Kitab'ul-Meâ-ktf'de bunun açıklaması gelecektir.

Nikâhın v,elâyeti de sabit olur. Nitekim nikâh bölümünde geçti.

İki kişi bir ölünün velâsını iddia edip, her biri «Ben âzâd ettim.» diye delil getirse, mirasla hükmolunur. Velâ da ikisine âiddir. Çünkü velâda ikisinin ortaklığı caizdir. Nitekim mülkde caiz olduğu gibi. Bu­nu el-M ün ye sahibi zikretmiştir.

Kadınlar için velâ yoktur. Ancak kadınların âzâd eylediğinde var­dır. Nitekim hadîs-i şerîfde zikredilmiştir. Hadîs-i şerif ResûlüUah' (S. A.V.) in şu kavlidir:

«Kadınlar için velâ yoktur. Ancak âzâd ettikleri kimsenin velâsı vardır. Ya da onların âzâd ettikleri kimsenin âzâdhsmm velâsı vardır. Yâhûd mükâteb ettiklerinin veya mükâteb ettikleri kimsenin mü kât e-binin velâsı vardır. Ya da ınüdebber kıldıklarının veya müdebber kıldıklan kimsemi* müdebberinin velâsı vardır. Ya da kadınların âzâd et­tiği kimsenin veya onların âzâd ettiği kimsenin âzâdhsının velâsını cer vardır.»

Müdebberin velâsına gelince; sen onun açıklamasını iki vecihle bil­miş idin. Bundan dolayı velânın cerri mes'elesini de bilirsin.

İkincisi, yâni muvâlâttan hâsıl olan velâ şudur; Bir hür mükellef, yâni âkil ve baliğ olan kimsenin, nesebi mechûl biriyle muvâlât etme­sidir. — Musannif, bir hür mükellef demiştir. Çünkü muvâlât akdî bir tasarruftur ki, fayda ile zarar arasında döner. Zira ondan mirasın vâ-cib olması ve diyetin iltizâmı vardır. Hür mükellef olmadıkça, ancak izinle sahîh olur. — Nitekim gelecektir. Nesebi mechûl diye kaydlan-masi şundandır: Çünkü nesebi bilinirse, başkasına muvâlât caiz .olmaz. Nesebi mechûl olan Arap olmamalıdır. Bu kayda sebeb ise şudur: Çün­kü Araplar, kabîleleriyle birbirlerine yardım ederler. Bu ise velâya ha­cet bırakmaz.

Ya da aklı eren küçük çocuğun babasının veya vasisinin izniyle muvâlât yapmasıdır. Aklı eren kaydına sebep; çünkü aklı ermezse ta­sarrufu mu'teber değildir.

Babasının veya vasisinin izni ile kaydı şundandır: Çünkü sabî ken­disine âtâk velâsı (âzâdlık velâsı) sabit olmaya ehil kimsedir. Eğer ya­kınma mâlik olmakla sebebi sabit olursa veya babası veya vasîsi onun kölesini mükâteb eyleyip âzâd ederse, velâ hakkı -sabinin olur. Şu halde o sabî için muvâlât velâsı sabit olması caiz olur. Bunun için o akdi izinle yapmış olması şarttır. Veya, köle sahibinin izniyle mîrâscı olmak ve diyetini vermek şartıyla muvâlât yapar. Çünkü muvâlât akdi için köle sahibine vekil olabilir. Bu akidde aşağıda bulunan ölse, yuka-' rıda bulunan ona vâris olur. Aşağıdaki suç işlese diyeti yukarıdakinin üzerine olur. O köle gerek yukarıda olanın elinde İslâm'a gelsin, gerekse başkasının elinde İslâm'a gelsin müsavidir. Çünkü Fukahâdan bazısı­nın ibaresinde «Elinde İslâm'a gelse» denilmesi ekseriyetle öyle olur ma'nâsınadır. İslâm şart değildir. Yukarıdaki şekillerde muvâlât akdi şahindir. İmâm Şafiî (Rh,A.) ayrı görüştedir. İlk iki surette, yâni mü­kellef hür ve aklı eren sabî mes'eîelerinde muvâlât yaptığı kimsenin diyeti ve mîrâsı arkadaşmmdır. Çünkü hür mükellef ile aklı eren ço­cuktan her biri mîrâsa ve malı iltizâma ehildir. Son mes'elede köle, sahibi içindir. Zira köle mîrâs ve diyet için ehil değildir. Belki ehil ola­nın vekilidir. Nitekim daha önce geçti.

Eğer muvâlâtın velâsı iki taraftan şart kılındı ise, birbirlerine vâris olurlar. Çünkü sahîh olmasına bir mâni' yoktur. îtâka velâsı bunun hılâfınadır. Orada ancak yukarıda olan vâris olur.

Mevlâyı muvâlât zî rahmden sonraya bırakılmıştır. Zira muvâlât ikisinin akdidir. İkisinden başkasını ilzam etmez Zî rahnı şer'an vâris­tir. Muvâlât edenler bunu ibtâle mâlik olmaz.

Aşağıda olan için velâsını yukarıdan başkasına nakl etmek, onun nâmına diyet vermemişse caiz olur. Zira yukarıda olan aşağıda olan nâmına diyet vermiş olsa, başkasının hakkı teallûk ettiğinden dolayı velâsını değiştirmek hakkı yoktur. Ya da yukarıda olanın çocuğu tara­fından diyeti verilmedikçe caiz olur. Çünkü yukarıda olan ile oğlu, velâ hakkında bir tek şahıs gibidir.

Yukarıda olan için aşağıda olanın vefasından onun huzurunda te-berrî etmek hakkı vardır. Hidâye'de denmiştir ki: Yukarıda olan için, lâzım olmadığı için velâsmdan çekilip uzak durmak vardır. Ancak şu kadar fark vardır ki: Çekilip uzak durmak diğerinin huzurunda şarttır. Nitekim kasden vekili azlde olduğu gibi. Fakat aşağıda olan arkadaşı yokken başka biriyle muvâlât yaparsa, bunun hılâfınadır. Zira bu hük­men feshdir. Vekâlet de hükmen azl menzîlesindedir.

Âzâdhmn bir kimseye muvâlât etmesi caiz olmaz. Çünkü ıtâkının velâsı geçerlidir. Bozulmaya tahammülü yoktur. Bir kadın bir şahısla muvâlât velâsı akd etse ve o kadın babası bilinmeyen bir çocuk doğur-sa, bu akd sahîh olur. Çocuğu da ona tâbi olur. Kadın ve çocuğu zikre­dilen şahsın mevlâyı muvâlâtı olurlar. Keza o kadın muvâlât akdini ikrar eylese veya muvâlât akdini yeniden yapsa, halbuki onunla bera­ber olan çocuğu nesebi bilinmeyen olsa, bu akd dahî şahindir. Çocuğu ona tâbi olur. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn (Rh. Aley-himâ), bu akd île çocuk anasına tâbi olmaz. Çünkü ananın çocuğun malında velayet hakkı yoktur. Çocuğun kendisinde velayet olmaması ise evleviyyette b&lır, demişlerdir. İmâm A'zam* (Rh.A.) in delili şudur: Velâ neseb gibidir. Velâ babası bilinmeyen küçük çocuk hakkında sırf faydadır. Binâenaleyh ana, hibenin kabulünde olduğu gibi velâya mâ-Hkdir.

Muhît'te denmiştir ki: «Bir zimmî bir Müslüman veya zimmî ile muvâlât akdi yapsa, caiz olur. O, Müslümanın mevlâsıdır. Çünkü zim­mî için Müslüman üzerine itâka velâsı caizdir. Muvâlâtın velâsı [11] da böyle caiz olur.»

Bir kâfir bir harbînin elinde İslâm'a gelse, o Müslüman in velâsı sahih olur mu? Bu, kitabda zikredilmenıiştir. Bu konuda ayrı görüşler vardır. Bazısı, «Sahih olur. Çünkü harbî için Müslüman üzerine itâkâ velâsı vardır. Keza muvâlât velâst da öyledir. Nitekim ziminide olduğu gibi.» demiştir. Bazıları da, «Sahih olmaz. Çünkü harbî ile muvâlât ak­di yapmakda harbî ile yardımlaşmak ve dostlaşmak vardır. Halbuki biz harbîye yardmMan nehyedüdik. Zimmî bunun aksinedir,» demiş­lerdir.

Beıi derim ki: Bunun zahiri müşkildir. Çünkü irs, velânm lâzımı­dır. Takarrür etmiştir ki: İki Dînin ayrılığı vâris olmaya engeldir. An­cak şöyle denilebilir: Bunun ma'nâsı, irsin sebebi o vakitte sabit olur. Lâkin ikisi de hâlleri üzere kaldıkları müddetçe o sebeb zahir olmaz. Eğer mâni' ortadan kalksa memnu geri döner. Nitekim asabe veya mu­ayyen hisse sahibi kâfir olsa, küfür irse mâni'dir. Eğer ölümden önce küfür ortadan kalksa irs ona geri döner. [12]

 

Yeminler   Bölümü  (Eymân)

 

Musannifin bu bölümü, âzâd (ıtâk) bölümünün ardında zikretme­sine sebeb, şaka ve zorlamanın her ikisinde te'siri bulunmaması münâ-sebetiyledir.

Yemîn, lügat yönünden kuvvet ma'nâsmadır. Şer'an, Allah Teâ-lâ' (C.C.) un adını zikretmekle haberin takviyesidir. Misâli: «Vallahi ben bu işi şöyle yaparım.» veya «Vallahi ben şöyle yapmam.» demek gi­bi.         ,.              

Veya yemin ta'lîk olur. Yâni cezayı şart ile bağlamaktır. Meselâ: «Eğer bu işi yaparsam şöyle olsun.» veya «Eğer ben bu işi yapmazsam şöyle olsun.» demek gibi. Bundan nıaksad, yeınîn eden kimsenin bir işi yapmak veya yapmamak üzere azmini sağlamlaştırnıakdir. Bu vaz'an -yemin değildir. Fukahânın buna yemin adını vermelerine sebeb, ondan yemin ma'nâsı hâsıl olduğu içindir. O da îcâb veya men'dir.

Birinci kısımdan ınu'teber olan üçtür. Yâni şeriatın itibâr edip üzerlerine ahkâmı tertib ettiği yeminler üç çeşittir. /Mıkâm terettüb etmeyen mutlak yemin ise üçden daha çoktur. Doğru olduğu halde geç­mişe yemîn gibi.

Üzerin'e ahkâm terettübü ile murâd; yemin-1- gamûs üzere uhrevi muâhazenin terettübüdür ve yemîn-i lağv üzere muâhazenin adem-i terettübüdür. Yemîn-i mün'akide üzere ise keffâretin terettübüdür.

Üç çeşit yeminin birincisi, yemîn-i gamûstur (Yalan yere yemîn). Bu yemine gamûs denmesine sebeb şudur: Çünkü bu yemin sahibini dünyâda günâha ve ukbâ (âhlret) da Cehennem ateşine cUuıiınr.

Yemîn-i gamûs, yemîn edenin yalan olduğunu bîldigj halde,4 yalan üzere ettiği yemindir. Hattâ yalan olduğunu bilmeyip doğru sanırsa, o yemîn lağv olur. Yakında açıklaması gelecektir.

Meselâ yaptığını bildiği halde «Vallahi ben şöyle yapmadım.» der. Yine aksini bildiği halde «Vallahi benim ona borcum yok.» der. Yine ZeycTden başkası olduğunu bildiği halde «Vallahi o kimse Zeyd'dir.» der.

Fukahânm ibaresinde meşhur olan; gamûs, kasden yalan söylediği halde geçmiş bir fiil veya fiilin terki üzere yemindir.

Hidâye sarihleri ve onlardan başkaları açıklamışlardır ki; fiilin ve geçmişin zikri şart değildir. Belki ekseriyetle yapılana göre söylenmiş­tir. Son iki misâlin iradı buna işarettir. Binâenaleyh, Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nm irtikâb ettiği tekellüfe hacet yoktur. O şöyle demiştir: Eğer sen dersen ki, «Vallahi şu şey taştır.» denilse, bu fiil üzere yemindir, demek nasıl doğru olur. Cevâbında ben derim ki: Geçmiş için (idi); ge­lecek için (olacak) kelimesi takdir edilir. (Yemîn geçmiş zamanda veya gelecek zamanda murâd edilirse), demiştir. Halbuki şimdiki zamanın kastedildiği belli olduğu için bu yeminde geçmiş veya gelecek itibârı bâtıldır. İmdi gerisini sen düşün!

Musannif, yemîn-i gamûsun hükmünü; «Yemin eden onunla gü­nahkâr olur.» sözüyle açıklamıştır. Çünkü Resulü Hah (S.A.V.) :

«Bir kimse yalan yere Allah'a yemin ederse, o yalan onu Cehennemi ateşine sokar.» buyurmuştur.

İkincisi, yemindi lağvdir (Boş, geçersiz yemîn). Bu yemine lağv den­mesine sebeb, ona itibâr edilmediği içindir. Zira lağv, faydası olmayan şeyin adıdır. Bir kimse faydasız bir şey konuşsa lağv etti, denilir. Ye­mîn-i lağv, yemîn edenin doğru zanniyle yalan yere yeminidir. Nitekim yemîn eden kimse; bardakta su görerek «Şu bardakta su vardır.» diye yemîn etse, fakat' onun haberi yokken dökülmüş olsa, bu yemîn lağv olur.

Musannif, bu yemîn-i lağvın hükmünü: «Onun afvı umulur» sözüyle açıklamıştır. Eğer, muâhaze olunmayacak bir şeyi ümîde bağla­manın ma'nâsı nedir? Halbuki Allah Teâlâ (C.C.) :

«Allah, sizi yeminlerhıizdeki lağvdan dolayı sorumlu tutmaz.»  [13]

buyurmuştur, denilirse; cevâbında biz deriz ki: Mezkûr lağvın nas-san muâhaze edilmeyeceğinde şüphe yoktur. Şüphe ancak bizim zik­rettiğimiz suretin lağv olmasındadır. Çünkü Şafiî' (Rh.A.) göre lağv, kasıtsız dilinden yemîn çıkmasıdır. Gerek geçmişte ve gerekse gelecek­te olsun müsavidir. Meselâ, teşbih kasd edip, dilinden yemîn çıkması gibi.

Üçüncüsü, yemîn-i mün'akidedir (Geleceğe dâir yemin). Yemîn-i mün'akide, gerek yapmak ve gerekse yapmamak olsun, gelecekteki bir şey üzerine yemindir.

Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: «Eğer sen, yemîn geçmiş ve gelecek üzerine olduğu gibi, hâl üzerine de olur. Musannif ise onu zik­retmedi. Hâl üzere yemîn, yeminin hangi kısımlarmdandır, dersen» cevâbında ben derim ki: «Bunu ancak ince bir ma'nâdan dolayı zikret-memiştir. .O ince ma'nâ şudur; söz önce nefisde hâsıl olur. Sonra dil ile söylenir. Şimdiki zamanla ilgili haberler, eğer nefisde hâsıl olsa, ve dil ile söylense, dil ile söylemek tamâm olduğu zaman yemîn mün'akid olur. Şimdiki zaman yeminin mün'akid olması zamanına nisbetle geç­miş zaman olur. Şayet yemin eden: «Ben yazdım» diye yemîn etse, mutlaka konuşmadan önce yazmış olması gerekir. Eğer «Yazacağım» dese, konuşmayı bitirdikden sonra yazması gerekir. Bu takdirde, konuş­manın başlangıcından sonuna kadar olan zaman kalır ki, o zaman örfe göre şimdiki zamandır. Şimdiki zaman, bitirme ânına nisbetle geçmiş olur. O da yeminin oluştuğu ândır. İmdi onun üzerine yemîn geçmişe yemîn olur.»

Ben derim ki: Cevâbın kısası, şimdiki zaman zanniyle yapılan ye* mîn hakikat t a geçmişe yemindir. Hakîkatta şimdiki zamana yemîn yoktur. Bundan dolayı Fukahâ onu zikretmenıişlerdir. Bu iddia söa; gö­türür. Çünkü geçmiş've geleceğe karşılık olan hâl, Badiyuddîn (Rh.A.) ve ondan sonra gelen muhakkikinden ona tâbi olanların zikrettiklerine göre geçmişin sonlarından ve geleceğin başlarından cüzlerdir. Örfe gö­re uzaması mu'teber olur. Hattâ demişlerdir ki:  Zeyd namaz kıldığı müddetçe, namaz halindedir. Zeyd yazdığı müddetçe, yazar hâldedir. Şayet Zeyd yazı yazarken: «Vallahi ben yazıcıyım» dese, şüphesiz şim­diki zamana yemin olur. Geçmiş zaman sayılması mümkün olmaz. Böy­le olunca suâl bakîdir. Binâenaleyh doğru cevâb şöyle demektir: Önce mutlak yemin üçten daha çoktur, dedikten sonra bu soruya mahal yok­tur.»

Musannif, yemîn-i m ün'a ki denin hükmünü; «Yemin eden, yeminin ancak bu kısmında keffaret eder.» sözüyle açıklamıştır. Yâni, önceki iki kısımda keffaret gerekmez. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muâhaze eder. Bunun da keffâreti...» [14] buyurmuştur. Bununla murâd, gelecek üze­re yemindir. Delili, Allah Teâlâ (C.C.) nın :

«Yeminlerinizi muhafaza edin» kavli şerifidir. Yemini bozmayıp muha­faza etmek ise ancak gelecek zamanda tasavvur edilir.

Yemin eden, yeminini bozarsa keffaret eder. Musannifin «ancak» demesi, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin yemîn-i gamûsda olan ayrt görüşüne işarettir. Çünkü Şafiî' (Rh.A.) ye göre, keffaret gamûsda dahî vâcib olur.

Her ne kadar yemin eden, zorlanarak veya unutarak, yâni hatâ ederek yemini bozsa, yine keffaret eder. Nitekim yemin eden: «Bana su ver.» demek isteyip «Vallahi ben su içmem.»- demesi gibi.

Bazıları demiştir ki: «Unutarak yerine söylemekten zuhûl ederek» ifâdesini kullanmışlardır. Meselâ; «Bize gelmez misin» denildikte, ye­min eden yemin kasd edici olmadığı halde; «Bilâkis vallahi» der.

Zorlanarak veya unutarak, yâni hatâ ederek bozulan yemin, için keffaret vâcib olmasının sebebi, Resûlüllah' (S.A.V.)  m şu kavlidir:

«Üç şey vardır kî, bunların ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ve yemîn.»

Yâni zorlama veya hatâ (unutmak), gerek yeminde olsun ve ge­rekse yemini bozmakda olsun, yemîn-i mün'akidede keffâret vâcib olur. Çünkü hakîki fiili, zorlamak ve unutmak yok etmez. Bayılmak ve de­lirmek de zikredilen zorlama ve unutma gibidir. Şu halde nasıl olursa olsun, yemini bozmakla keffâret vâcib olur.

Yemîn «Allah» lâfzı ile olur. Ya da Aİlah Teâlâ (C.C.) nın adların­dan Rahman, Rahim ve Hakk gibi diğer bir ad ile de olur. Yeminde Al­lah Teâlâ' (C.C.) nın bütün adları müsavidir. Gerek insanlar arasında o, ad ile yemîn" &tmek tanınmış olsun, gerekse olmasın müsavidir. Bi­zim Ashabımızın mezhebinden zahir olan da budur. Sahih olan kavi de budur. Bazıları, Allah'dan başkasına ad olarak verilmeyen her isim ye­mindir. Allah, Rahman ve Rahim gibi. Allah'dan başkasına ad olarak verilen Hakim, Âlim ve Kadir gibi isime gelince, eğer yemîn eden o isimle yemin murâd ederse, yemîn olur. Yemîn murâd etmezse, yemîn olmaz, demişlerdir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

«Hakk» lâfzı, Allah Teâlâ'  (C.C.)  nm adlanndandır. Allah Teâlft (C.C.) «Şüphesiz ki Allah Hakk'in ta kendisidir.» [15] buyurmuştur.

Ya da yemîn Allah'ın sıfatlarından örfen yemîn edilen bir sıfat ile olur. Meselâ, biizzetillâh, biazametillâh ve bikudretillâh demek gibi. Çünkü yeminler örfe dayanır. Allah Teâlâ' (C.C.) nın sıfatlarından olup İnsanların onunla yemini Örf edindikleri sıfat yemîn olur. Örf olmayan sıfat yemîn olmaz. Çünkü yemîn ancak îcâb veya men' için yapılır. Bu da ancak yemîn eden ta'zîmini i'tikâd ettiği şeyle olur. Her .mü'min Allah Teâlâ' (C.C.) ma ta'zîmine ve sıfatlarına inanır. Halbuki Allah Teâlâ (C.C.) bütün sıfatlan ile muazzamdır. Allah Teâlâ' (C.C.) nın zâ~ tının ve sıfatlarının hürmeti yemîn edene saik veya mâni' olmuştur. Bu ancak o sıfatlarda yemîn örf olduğuna göredir. Eğer o sıfatlarla yemîn örf olmazsa yemîn olmaz.

Allah Teâlâ' (C.C.) dan başkasiyle meselâ; Nehî (S.A.V.) gibi, Kur'-ân ve Kâ'be gibi şeylerle yemîn etse yemîn olmaz, çünkü ResûlüUah (S.A.V.) :

«Sizden kim yemîn edecekse ya Allah'a yemîn etsin veya terketsin.» buyurmuştur.

Bunun yemin olmaması, yemîn eden «Nebî'ye veya Kur'ân'a yemîn olsun» dediği zamandır. Fak^t yemîn eden: «Ben Kur'ân'dan beriyim.» veya «Nebî'den beriyim.» dese, bu sözü yemîn olur. Çünkü Kur'ân ve Nebî' (S.A.V.) den berî olmak küfürdür. Küfrün şarta bağlanması ise yemindir. Eğer yemîn eden kimse: «Ben Mushafdan beriyim.» dese, ye­mîn olmaz. Eğer «Mushaf da olan şeyden beriyim» dese yemîn olur. Çün­kü Mushaf'da olan şey Kur'ân'dır. Sanki o: «Ben Kur'ân'dan beriyim» demiş gibi olur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Yine örten yemîn edilmeyen sıfatla yemîn etse, yemîn olmaz. Allah Teâlâ' (C.C.) nın rahmeti için, ilmi, rızâsı, gadabı, sehatı ye azabı için demek gibi. Yukarıda sebebi geçti ki: Yeminin temeli örfe dayanır. Ama, «Allah'ın Ömrüne yemin olsun.» demek yemindir. Bu sözün yemîn ol­masının- vechi şudur: Allah' (C.C.) m Ömrü, Allah* (C.C.) in bekası­dır. Beka ise O'nun sıfatıdır. Bu söz: «Ben Allah'ın bekâsiyle ve sürekli­liği ile yemîn ederim.» demektir. Sıhâh'da da böyle zikredilmiştir.

Yemîn edenin: «Ey Mullâhi» demesi de yemindir. Bunun ma'nâsı Kûfelilere göre; «Ey Munullâhi» «Allah'a yemin olsun» demektir. «Ey Mun» yeminin çoğuludur. Çok kullanıldığı için (nûnu) hazfedilmiştir. Basra!ilara göre ise: «Yemim» yemin edatlarındandır. Ma'nâsı «Valla­hi» demektir. «Allah Teâlâ'nın ahdi için ve misâkı için» demek de ye­mindir, çünkü ahd yemindir. Zira Allah Teâlâ (C.C.) :

«Ahidleştiğİniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin.» buyurmuş­tur. Ondan sonra:

«Pekiştirdiğiniz yeminleri boğmayınız.»  [16]  buyurmuştur.

Mîsâk dahî ahd ma'nâsınadır. «Ben kasem ederim», «Ben yemin ederim», «Ben şehâdet ederim» ve «Ben azm ederim» demek, her ne kadar yemîn eden «Billahi» demese de yemin olur. Çünkü bu lâfızlar ye­minde kullanılır. Binâenaleyh «Billahi» desin demesin derhal yemîn olur. «Üzerime nezr» yâhûd «Yemin" yâhûd «Ahd» olsun demek de, her ne kadar Allah Teâlâ' (C.C.) ya muzâf olunmasalar da bunlardan her biri kasem ölür.                     .

Hattâ yemîn eden: «Eğer ben şu işi yaparsam üzerime nezr olsun» dese, ve onunîa nezr sahih olan kurbete niyet etse, nezr ona lâzım ge­lir. Eğer kurbete (ibâdete) niyet etmedi ise, yemîn edene yemin keffâ-reti lâzım gelir. Zira KesûlüUah (S.A.V.) :

«Bir kimse bir adak (nezr) adayıp adını koymasa, ona yemîn kef-târeti lâzım gelir.» buyurmuştur.

«Yemîn benim üzerime olsun.» demek de böyledir. Çünkü bunun ma'nâsı: «Yemînin gereği benim üzerime olsun.» demektir. Ahd de ye­mîn ma'nâsınadır. Nitekim daha Önce geçti.

Eğer bir kimse: «Şöyle yaparsam kâfirim!» dese, lıu sös, şayet gele­cekte olup yeınîni bozarsa keffâreti gerektiren yemindir. Eğer geçmiş­te failin yaptığı bir şey İçin olursa, o yemîn gamûstur. İmâm Ebû Yû­suf (Hh.A.) dan rivayet edildiğine göre, geçmişi geleceğe kıyasla keffâ-ret vermez. Çünkü yemîn eden kimse bununla yemîn kasd etmiştir. Bununla onun tahakkukunu kasd etmemiştir. Belki sözünde doğrulan­masını kasd etmiştir.

Muhammed b. Mukâtİl (Eh.A.) demiştir ki: O kimse kâfir olur. Çünkü o, küfrü mevcûd olan şeye bağlamıştır. Mevcuda bağlamaksa, sözü yürürlüğe sokmaktır. Sanki o kimse, «Ben kâfirim» demiş gibi­dir.

Esah olan söz şudur ki: Yemin eden kimse, eğer bu sözün yemin olduğunu bilirse, geçmişte ve gelecekte kâfir olmaz. Eğer bilmeyip bu sözün küfür olduğuna inanırsa, geçmişte ve gelecekte kâfir olur. Zİrâ yemîn eden, bu işe yönelince ve bunu söyleyenin kâfir olduğuna ina­nırsa küfre razı olmuş olur.

«Hüdâ hakkı için yemîn ederim» demek kasemdir. Zira hâl içindir-

«Hakk'an böyle yaptı» dese, yemîn değildir. Zira Arapça nekire ke-lâmıyla va'din tahakkuku murâd edilir. Ma'nâsi: «Şüphesiz ben bunu yaparım.» demektir. Şu halde yemîn. olmaz. Eğer «Ve'1-Hakkı» dese, yemîn olur. «Hakku'llah» dese, İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre yemîn olmaz. Bu İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan da bir rivayettir. Çünkü Hakk, şayet Allah Teâlâ' (C.C.) ya muzaf ol­sa, bununla Allah' (C.C.) a tâat murâd edilir. Çünkü tâatlar Allah Te­âlâ' (C.C.) nın haklarıdır. Nitekim hâdîsde vârid olmuştur. Şu halde Allah' (C.C.) dan başkasına yemîn olur.

«Hürmetu'llah» dese, yine yemîn olmaz. Çünkü bununla örfen ye­mîn edilmez. «Hüdâya yemîn ederim» dese, bazıları: Yemîn olmaz. Çünkü bu va'ddir, demiştir. Veya «Kadının talâkına yemîn ederim» de­se, tanınmamış olduğu için bu da yemîn olmaz. Musannifin (veya) sözü, Vikâye'nin ibaresinde Fârisî ile (û) yerinde vâki olan (yâ) lâfzının sa-hîh olmadığına işarettir. Gerisini sen düşün!

«Eğer onu yaparsam Allah Teâlâ'nm gadâbı veya sehatı veya lâ'neti üzerime olsun.» yâhûd «Eğer onu yaparsam, zâniyim», «Hırsızım»,"«Sar­hoşum» veya «Faizci olayım» derse, bunların hiçbiri yemîn olmaz. Zi­ra bunlardan her biri yemîn edenin kendine bedduadır ve bunlardan her biri şartla bağlı olmaz. Yine bunlardan her biri yeminde, örf olma­mıştır.

Kasem (yemîn) harfleri: (Vav), (bâ) ve (tâ) dır. «Va'llâhi», «Bi'l-lâhi», «Ta'İlâhi» demek gibi. Zira bunların her biri yeminlerde ma'hûd-dur ve Kur*ân-ı Kerîm'de mezkûrdur.

Bazan yemîn harfleri gizli olur ve söyleyen yemîn etmiş sayılır.

Meselâ; «Allâhi ben bu işi yapmam.» gibi. Zira sözü kısaltmak için cer harflerinin hazfı, Arabın âdetlerindendir. Sonra bazıları, cer eden har­fin atılması sebebiyle Allah lâfzının «Allâhi» okunacağını, bazıları da mahzûfa delâlet etsin diye böyle okunacağım söylemişlerdir.

Bundan sonra musannif, yeminin mucibini açıklamayı bitirince» yeminin mûcebini beyâna başladı. O da keffârettir. Lâkin kei târet in-kılâb ânında yeminin mûcebidir. Zira yemîn keffâret için meşru olmamistir.  Belki yemininde durmayıp bozduğu  vakitte keffârete inkılâb eder.

Musannif şöyle demiştir: Yemini bozmanın keifâretij bir köle âzâd etmek yâhûd on yoksulu doyurmaktır. Nitekim zıhârda olduğu gibi. Biz bunları yerinde açıkladık. Ya da on yoksulun her birini bütün bedenle­rini Örten giysi ile giydirmektir. Sâdece don kâfî değildir.

Çünkü örfen, don giyene çıplak denir. İmâm A'zam' (Rh.A.) dan ve Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet edilen sahîh söz budur. İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) den rivayet edilen böyle değildir. O'na göre: En azın­dan içinde namaz kılmak caiz olacak giysidir.»

Eğer yeminini bozan kimse, bu üç şeyden âciz olursa, yâni edâ et­mek istediği vakitte âciz olursa, üç gün arka arkaya oruç tutar. Bun­da asıl olan Allah Teâlâ' (C.C.) nnı şu kavli şerifidir:

«Yemin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düş­künü yedirmek veya giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bulama* yan üç gün oruç tutmalıdır; yemin ettiğinizde yeminlerinizin keffâreti budur.» [17]

Yemini bozmadan önce keffâret caiz değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.) «Şayet mal ile olursa caiz olur.» demiştir. Zira keffâreti, sebebi olan ye­minden sonra edâ etmiştir. Çünkü keffâret yemine muzâf olur. Bun­dan dolayı keffâret-i yemîn denilir. İzafet sebebiyyetin delilidir. Sebeb-den sonra edâ ittifakla caizdir. Şu halde yaraladıktan sonra, ölümden önce keffâret etmeye benzemiştir.

Bizim mezhebimizde delil şudur: Keffâret suçu örter. Burada ise suç yoktur. Çünkü keffâret Allah Teâlâ' (C.C.) nin ismi şerifinin hür­metini bozmakla meydana gelmiştir. Şu halde sebeb yemini bozmak olmuştur. Yeminin kendisi değildir. Çünkü sebebin en aşağı mertebesi hükme götürücü olmaktır. Yemin ise keffârete götürücü değildir. Zi­ra keffâret yemîn bozuldukdan sonra vâcib olur. Keffâretin yemine muzâf olmasına sebeb şudur: Zira keffâret yeminden sonra onu boz­makla vâcib olur. Nitekim keffâretin oruca muzâf olması gibi. Yarala­mak bunun aksinedir. Zira yaralamak ölüme götürür.

Bir kimse ma'siyet üzere yemîn etse, meselâ babası ile konuşma­mak gibi, namaz kılmamak ve bunun benzeri ma'siyet üzere yemîn et­se, yemini bozup keffâret eder. Yâni onun için uygun olan yeminini bo­zup keffâret etmektir. Zira Resûlüllah  (S.A.V.)  şöyle buyurmuştur:

«Bir kimse bir yemîn edip ve o yeminden başkasını (yâni, dönmeyi) ondan hayırlı görse, o hayırlı olanı yapsın. Ondan sonra yemini için kef­fâret etsin.»

Her ne kadar Müslüman olduktan sonra yeminini bozsa da kâfirin yemininde keffâret yoktur. Çünkü kâfir yemine ehil değildir. Zira ye­mîn Allah Teâlâ' (C.C.) nm ta'zîmi için yapılır. Küfür ise ta'zîme aykı­rıdır. Keffârete ehil de değildir. Çünkü keffâret, her ne kadar arkasın­dan ceza ma'nâsı gelse de ibâdettir.

Bir kimse mülkünü haram kılsa, haram olmaz. Yâni bir kimse mâlik olduğu şeyi kendisine haram kılsa, o şey ona haram olmaz. Şayet istibâha yapsa, yâni haram olan şeye mubah muamelesi yapsa keffâret eder. İrnâm Şafiî (Rh.A.) «Ona keffâret lâzım olmaz. Çünkü yemîn de­ğildir. Ancak kadınlarda ve cariyelerde yemindir.» demiştir. Zîrâ helâl olanı haram etmek, meşru olanı değiştirmektir, Yemîn meşru bir akld-dir. Şu halde meşrûyu ters yüz eden lâfızla mün'akid olmaz. Nitekim ter­si de böyledir. O da haramı helâl etmektir.

Bizim delilimiz, Allah Teâlâ' (C.C.) mn şu kavli kerîmidir:

«Ey Peygamber!  Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, niçin (kendine) haram ediyorsun?» [18]

Bunu ta'kîb eden âyette de Allah Teâlâ (C.C.) şöyle buyurdu:

«Allah size, yeminlerinizi keffâretle geri almanızı farz kılmıştır.» [19]

Sonra denilmiştir ki: Nebî-i Ekrem (S.A.V.) balı kendisine haram etti. Bazıları da, Mâriye'yi kendisine haram etti, demişlerdir. Birinci ile amel zahirdir. İkincisi de böyledir. Zira ibret lâfzın umûmunadır. Yoksa sebebin hususuna değildir.

Bir adam: «Her helâl bana haramdır.» dese, yiyecek ve içecek ma'-nâsma yorumlanır. Ancak yiyecek ve içecekten başka şeye niyet eder­se, bunlara yorumlanmaz. Kıyâs olan, sözünü bitirir bitirmez yeminin bozulmasıdır. Çünkü mubah bir fiile yâni benzeri şeylere başlamıştır. Nitekim İmâm Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmiştir.

tstihsânın vechi şudur: Maksûd, — ki sözünde durmaktır. — umû­mu itibâra almakla hâsıl olmaz. Umûmun itibârı düşünce örfen yiye­ceğe ve içeceğe sarf olunur. Fetva, o kimsenin karısının niyetsiz bâîn talâk ile boşanmış olmasıdır. Çünkü onda isti'mâli daha çoktur.

Yine Farsça «Her helâl bana haramdır.» demek gibidir. Çünkü bu sözün talâkda kullanılması daha fazladır.                                              

Adanan şeyin farz ibâdetlerde aslı bulunursa; meselâ oruç, na­maz, sadaka ve i'tikâf gibi, adayan kimsenin onu yapması gerekir. Farz­larda aslı bulunmayan adak için bir şey gerekmez. Meselâ farzlarda aslı bulunmayan; hastayı ziyaret, cenazeyi uğurlamak, mescide girmek, köprü ve han yapmak ve su dolabı yapmak gibi ki adayanın bunları yapması gerekmez. Küllî kaide budur.

Bir kimse mutlak nezr etse, yâni: «Allah için bu ayın orucu benim üzerime olsun.» dese veya dilediği bir şarta bağlı nezr etse, meselâ «E-ğer benim gaibim gelirse, üzerime şöyle olsun.» dese, o şart da bulunsa, iki surette de sözünü yerine getirmesi gerekir. Çünkü Resûlüllah   (S.A.V.) :   

«Bir kimse nezr edip adını koyarsa, belirttiği şeyi yerine getirmesi gerekir.» buyurmuştur.

Ya da istemediği bir şarta bağlı nezr etse, meselâ «Eğer ben zina edersem, üzerime şöyle olsun.» dese, sözünde ya durur veya ketiaret ve­rir. Fetva buna göredir. Yâni adayan Kimse adağını, zina ve benzen gi­bi olmasını istemediği bir şarta bağlasa, sonra yemininden dönse, o kimse iltizâm eylediği adağın yerine getirilmesi ile keffâret arasmda muhayyer kılınır. Bu Şafiî' (Rh.A.) nin yeni sözüdür. (Çünkü îmâm Şa­fiî' (Rh.A.J nin pek çok mes'elede iki sözü vardır.)

îmâm A'zam Ebû Hanife' {Rh.A.) nin, ölümünden yedi gün önce Şafiî' (Rh.A.) nin sözüne döndüğü rivayet edilmiştir. İmâm Şem-su'1-eimme es-Serahsî (Rh.A.) ve ondan başka Fukahâ'uın büyükleri bununla fetva verirlerdi. Çünkü nezredenin sözü zahiri ile nezrdir, ma'-nâsı ile yemindir. Zira nezreden bununla şartın icadım men etmeyi kasdetmiştir. İmdi hangi yöne dilerse meyi eder. Eğer sübûtunu diledi­ği şarta bağlarsa bunun aksidir. Çünkü yemin, ma'nâsı — ki men et­meyi kasd etmektir— onda mevcûd değildir. Zira kasdı, şart kıldığı şeyde rağbetini göstermektir.

Sadra'ş-Şerîa (Rh.A.) şöyle demiştir: «Ben derim ki: Eğer şart, meselâ «Eğer ben zina edersem» sözündeki gibi haram olursa muhay­yer olmaması gerekir. Çünkü muhayyerlik tahfiftir. Haram ise tahfif gerektirmez.» Ben de derim ki: Tahfifi gerektiren sebeb haram değildir. Belki tahfifin delili* bulunmasıdır. Zira lâfz bir bakımdan nezr olup ve bir bakımdan da yemîn olunca, iki vechin gereği ile amel etmek gerekir. İkisinden birinin geçersiz kılınması caiz değildir. İmdi bizza-rûre tahfifi gerektiren tahyîr lâzım gelir. İmdi gerisini sen düşün ve kendine gel!

Bir kimse mâlik olduğu kölesini âzâd etmeyi adaşa, onu âzâd et­mekle sözünü yerine getirir. Eğer yerine getirmezse günahkâr olur. Kâdî onu zorlamaz. Yâni adayan kimse, mâlik olduğu kölesine: «Şu kö­leyi âzâd etmek benim üzerime Allah için borç olsun.» dese, kölenin âzâdı ile sözünü yerine getirmesi gerekir. Eğer yerine getirmezse gü­nahkâr olur. Lâkin kâdî onu zorlayamaz.

Bir kimse Mekke fakirleri için bir şey adaşa, o adanan şeyi, Mek­ke fakirlerinden başkasına vermesi caiz olur. Zira gaye, fakirin, ihtiyâ­cını gidermekle Allah Teâlâ' (C.C.) ya yaklaşmaktır. Bunda belli bir yerin te'siri yoktur.

Fakîh Ebu'I-Leys (Rh.A.): «Bu bizim üç bilginimizin sözüdür,» de­miştir. İmâm Züfer (Rh.A.) ise, «Ancak Mekke fakirlerine tasadduk edilmesi caiz olur.» demiştir.

Bir kimse on akçalık ekmek tasadduk etmeyi adayıp on dirheme eşit, ekmekten başka bir şey tasadduk etse, ya da ekmeğin değeri olan on dirhemi tasadduk etse caiz olur.

Birincinin caiz olmasının sebebi şudur: Ekmeğin hassaten ihtiyâcı gidermekte te'siri yoktur. İkincinin caiz olmasına gelince, ekmeğin de­ğeri fakire daha faydalı olduğu içindir.

Bir kimse: «Eğer ben şu hastahkdan kurtulursam bir koyun boğaz­larım.» dese, koyunu boğazlaması gerekmez. Ancak o kimse: «Allah için bir koyun boğazlamak üzerime olsun.» derse, bu takdirde boğazla­ması gerekir. Çünkü gerekmek ancak adak ile olur, adağa delâlet eden ikincisidir; birincisi değildir.

Bir kimse muayyen bir ayın orucunu tutmayı adaşa, o, ayın oru­cunu ardarda tutması gerekir. Lâkin bir gün iftar etse, onu kaza eder. Ona yeniden başlamak lâzım gelmez. Yâni bir kimse: «Allah için Şa'ban ayını oruç tutmak benim üzerime olsun.» dese ve o ayda bir gün iftar etse, yalnız o günü kaza eder. Her ne kadar adağında ardarda demiş ise de; yeniden başlamak icâbetmez. Çünkü muayyen bir ayda ardarda ol­ması şartı hükümsüzdür. Zira ay günlerin ardarda olmasiyle mütetâbi'-dir. Bir de yeniden başlamak mümkün değildir. Çünkü ay muayyendir.

Bir kimse malından bin dirhem tasadduk etmeyi adaşa,, halbuki ancak yüz dirheme mâlik olsa, ona ancak o yüz dirhemi tasadduk et­mek lâzım gelir. Sahîh olan söz budur. Çünkü mâlik olmadığı şeyde, mülkde nezr yoktur. Mülkün sebebine izafe de yoktur. Binâenaleyh sahih olmaz. Nitekim: «Benim malım yoksullara sadaka olsun.» dese ve malı da olmasa, sahîh olmaz. Yâni bir şey gerekmez.

Bir kimse şu yüz akçayı fülân gün fülân kimseye tasadduk etmeyi adaşa, bir başka yüz akça ile o günden önce başka bir fakire tasadduk etse, caiz olur. Çünkü bilirsin ki, bu husûsiyyât fakirin ihtiyâcının gi­derilmesi hâsıl oldukdan sonra nıu'teber değildir.

Bir kimse: «Benim üzerime nezr (adak) olsun.» deyip sussa ve onun niyeti de olmasa, yemîn keffâreti lâzım gelir. el-NevâziTde böyle zikredilmiştir.                           

Bir kimse yeminine «İnşâellâhu T e âlâ» sözünü eklese, yemini bâtıl olur. Yâni bir kimse yapmak veya yapmamak üzere yemîn etse ve on­dan sonra sözüne «înşâallâhu Teâlâ» yi eklese hânis olmaz. Çünkü üç Abdullah'dan (ki bunlar Fukahâdan ictihâd ile tanınmış olan Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ömer' (R.Anhüm) dir.) mevkûfen veNtnerfûan şu hadîs-i şerif rivayet edilmiştir:

«Bir kimse yemîn edip inşâallah dese, şüphesiz ki'o kimse istisna yapmıştır. Bir kimse istisna yapsa ona yeminden dönmek yoktur. Kef-fâret de yoktur. Lâkin ittisal lâzımdır. Zira bu üıfisâlden sonra (yâni ayırarak söylerse) rücû'dur. Yeminlerde ise rücû' sahih olmaz.»

îbn Abbâs' (R.A.) dan rivayet edilmiştir ki: Kendisi, Allah Teâlâ' (C.C.) nra:                                                                        

«Unuttuğun zaman Kabbini an.» [20] kavli kerîminden dolayı, altı aya kadar ayn (munfasıl) olan istisnaya cevaz verirmiş. Yâni sen bi­tişik istisnayı unuttun ise ayrı olarak istisna eyle, demektir.

Bizim Şeyhlerimiz; «Ayrı olan istisnanın sahîh kabul edilmesinde, alım - satımlar, nikâhlar ve daha başka akidlerin hepsinin raülzim oit maklıkdan çıkarılması vardır ve muhallile ihtiyâç kalmaz.» demişler­dir. Zira boşayan kimse, şayet pişman olsa, istisna eder. Allah Teâlâ' (C.C.) nm:

«Unuttuğun zaman Rabbini an.» âyet-i kerîmesinin ma'nası ise, şayet sen sözünün başında inşâallâhu Teâlâ demeyi hatırlamadı isen, sözünün sonunda sözüne bitişik olarak söyle demektir.

Rivayet edilmiştir ki; Megâzî adlı kitabın sahibi Muhammed İbn İshâk (Rh.A.), Halîfe Mansûr'un yanında idi. Megâzî adlı kitabı oku­yordu. İmâm A'zam EbûvHanîfe (Rh.A.) de orada bulunuyordu. Mu­hammed İbn İshâk (Rh.A.), İmâm A'zam' (Rh.A.) a karşı Halîfeyi öf­kelendirmek isteyip, «Bu şeyh senin ceddin İbn Abbâs'a munfasıl is­tisnada muhalefet etti.» dedi. Bunun üzerine Halîfe, İmâm A'zam' (Rh. A.) a; «Benim ceddime muhalefet edecek kadar büyüdün mü?» dedi. İmâm A'zam (Rh.A.) da bu söz üzerine: «Şüphesiz bu adam (yâni Mu­hammed İbn. İshâk), ^mülkünü senin üzerine bozmak istiyor. Çünkü eğer munfasıl istisna caiz olsa, insanlar sana bey'at ederler, yemin ederler, ondan sonra çıkarlar ve istisna ederler. Sonra sana karşı gelir­ler ve korkmazlar.» dedi. Halîfe, «Ne güzel söyledin.» deyip Muhammed İbn İshâk' (Rh.A.) a kızdı ve onu yanından çıkardı. [21]

 

Fiil  Üzere  Yemin  Babı

 

As! olan şudur ki: Yeminlerde kullanılan lâfızlar bizim mezhebi­mizde örfe dayanır. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, hakikate dayanır. Zira ha­kikat murâd edilmesi, mecaz murâd edilmesinden evlâdır. İmâm Mâ­lik* (Rh.A.) e göre, Allah' (C.C.) in kelâmının ma'nâlan üzeredir.

Bir kimse eve girmemeye yemîn etse, o evin sof/asına girmekle ye­minini bozmuş olur. Zira ev tavanlı bina" için isimdir ki, onun girişi bir tarafından olup gecelemek için bina edilmiştir. Onun duvarları ge­rek dört olsun ve gerekse üç olsun müsavidir. Bu ma'nâ ise soffada var­dır. Ancak şu kadar fark vardır ki, soffanm giriş yeri fazlaca geniştir. Ev adı onu da kapsar. Böyle olunca soffanm yerine girmekle yeminini bozmuş olur. Ancak soffadan başkasına niyet etmiş ise o takdirde sof-faya girmekle yeminini bozmuş olmaz. Sahih olan kavi de budur. Sahih kavi denmesi, soffa ancak dört.duvarlı olursa yeminini bozmuş olur, diyen bazılarının sözünden ihtirazdır. Küfe halkının soffaları dört du­varlı bihâ edilmiş idi. Eve girmemeye yemîn eden kimse, Kâ'be'ye, mescide, havraya ve kiliseye girmekle yeminini bozmuş olmaz. Havra ile kilisenin ma'nâlannı daha önce açıkladık. Çünkü ev —nitekim bi­lirsin — gecelemek için bina edilmiştir. Bunlar ise, öyle değildir.

Dehlize girmekle de yemini bozulmuş olmaz. Zira, dehliz dahî için­de gecelemek için bina edilmiş değildir. Bazısı, «Dehlize girmekle ye­mini bozulmuş olur. Çünkü onda âdeten geceleyebilir.» demiştir. Ben derim ki, bu miktar dehlizin ev olmasına yetmez. Belki binasının ge­celemek için olması gerekir. Nitekim daha Önce geçti. Şayet orada âde­ten gecelenirse onun binası gecelemek için olur, denilemez. Zira mülâ-zeme memnudur,

Eve girmemeye yemîn eden kini.se, evin kapısının gölgeliğine gir­mekle de yeminini bozmuş olmaz. Gölgelik (zulle) evin kapısı üzerinde olan uzatmadır. Üzerinde bina olmaz. Şayet gölgelik evin kapısı üzerin­de olup sokak üzerinde olsa o ev sayılmaz. Şu halde ona giren kimse ye­minini bozmuş olmaz.

Eve girmemeye yeminde, o eve harâb olduğu halde girse, yemini bozulmuş olmaz. Şu evin içine girmem derse, bozulur. Velev ki ev sahra olsun veya yerine yıkıldıktan sonra başka ev yapılmış olsun. Zira ev (dâr), Arab ve A'cem'de arsanın adıdır. Dâr-ı âmire ve dâr-ı gâmire denilir. Yâni bakımlı ev ve harâb ey demektir. Arabın şiirleri buna şâ-hidlik eder, Bina onda vasıftır. Şu kadar var ki, vasıf hâzırda geçer­sizdir ve gâibde mu'teberdir. Bu ibare Hidâye'n indir. Bunun tahkiki şudur ki, Hidâye'nin vasf ile muradı, cevheri ile kâim olan arazi sıfat olmayan" şeydir. Gençlik ve ihtiyarlık ve bunların benzerleri gibi. Bel­ki o vasıf, hem arazî bir sıfat ve hem başka cevher ile kâim bir cev­heri de kapsar ki, o diğer cevher onun için güzellik ve kemâl olur. O cevherin diğer cevherden eksik olması onun için çirkinlik ve noksanlık olur. Hattâ Ulemâ vasf ile miktarın arasını ayırmışlardır. Nitekim ya­kında Kitâbu'l-Buyû'un baş taraflarında inşâallâhu Teâlâ açıklaması .gelecektir ki, vasf, teşkîsı aslına zarar îrâs eden şeydir, miktar onu îrâs etmez. Arşınla ölçülen şeylerde arşına müsâvî olan şeyi vasf; kile ile ölçülen şeylerde (mekîlât) ölçeğe müsâvî olanı miktar yapmışlar­dır. İmdi dâr, arsanın ismi, bina bunun vasfı olunca, dâr nekre kul­lanıldığı zaman gâib olur. Şu halde o darda bina mu'teber olur. Bina bulunmayınca yeminden dönmüş olmaz.

Şayet dâr belirli (ma'rife) isim olarak kullanılırsa, hâlen mevcûd olur. Ve orada bina itibâr olunmaz. Bina bulunmayınca yemini boz­muş olur. Sen bunu bildikten sonra şunu da bil ki; Sadru'ş-Şerîa' (Rh. A.) dan bu konuda sâdır olan şey zikredilen gibi şaşılacak şeylerdendir. Zira o, İmamların cumhuruna doğru olmayan bir görüş ile muhalefet etmiştir. Bu konuda demiştir ki: Biline ki, Fukahâ «Şu haneye gir mera.» diye yemin eden kimse dâr (hâne) yıkılmış olduğu halde girer­se, yemîni bozmuş olur. Zira hâne ismi harabeye verilir, demişlerdir. Bu sebeb (illet), hiçbir haneye girmemeye yemin edip harâb olduğu halde girdikde yemîni bozmuş olmayı gerektirir. Ondan sonra hâzır­da vasf geçersizdir, diye ayırım yapmaları, boş bir farktır, geçersizdir. Zira bunun ma'nâsı; şayet işaret olunan şey bir nitelikle vasf olun­sa, meselâ: «Şu gençle konuşmam.» demek gibi. İmdi bu yemîn eden kimse o gençle yaşlı olduğu halde konuşsa, yemîni bozmuş olur. Zira genç ile nitelemek geçersizdir. Bizim: «Şu haneye girmem.» veya «Hâ-ney'e girmem.» dememizde vasf nerededir ki, ikisinden birinde geçersiz olup diğerinde geçersiz olmasın. Sonra bu ma'nâ, «Şu eve girmem.» demekle yemîni bozmuş olmayı gerektirir ve «Hiçbir eve girmem.» demekte, eğer yıkılmış olarak sahra olduğu halde girerse, yemini bozma­mayı gerektirir. Zira gecelemek vasftır. Binâenaleyh, işaret ediien şey­de geçersizdir. İmdi ev adının ortadan kalkması işaret edilen şeyde itibâr edilmemek gerekir. Bundan sonra Fufeahâ demişlerdir Jkİ: «Şu haneye girmem.» sözünde, o hâne hamam yapıldıkdan sonra girse, ye-mîn eden yeminini bozmuş olmaz. Çünkü hâne olarak kalmadı.» Sad-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın söylediği fâsiddir. Evvelâ şunun için ti; «Bu se-beb haneye girmemeye yemin eden harâb olduğu halde girerse, hânis olması gerekir.» sözü Hidâye'nin «Şu kadar var ki, vasf hâzırda geçer­siz ve gâibde mu'teberdir.» sözünden gafil olmasından dolayıdır.

Saniyen, «Vasfın ma'nâsı,-şayet işaret edilen bir sıfatla nitelense, meselâ: «Şu genç ile konuşmam.» demek gibi. îmdi o yemîn eden kim­se onunla ihtiyar olduğu halde konuşsa, yemini bozmuş olur. Çünkü genç diye nitelemek geçersizdir.» sözü vasfın ma'nâsmdan gafil olma­sından dolayıdır. Daha önce geçti ki, bina hanede vasıftır. Nitekim Hidâye'de bu açıklanmıştır.

Sâlisen; «Bu ma'nâ «Şu eve girmem» demekde hânis oimayı gerek­tirir ve «Eve girmem» demekde hânis olmamayı gerektirir, dediği... ilâh.» sözü tamamen yanlıştır. Ev (beyt) ile hâne (dâr) nin arasını ayı­ramamaktan ileri gelmektedir. Yine gecelemek ev (beyt) için hâlis bir vasf değildir. Zira vasf, bildiğin gibi, zât üzerine ziyâde zâtla kâim bir şeyden ibarettir. Gecelemek ise böyle değildir. Belki evin (beytin) bi-nâsi için ilîet-i gâiyyedir. Dâr (hâne) bunun aksidir. Zira bina arsa olan hâne üzere zaittir.

Râbian; «Bundan sonra Fukahâ «Şu haneye girmem») diyen yemin­li kimse, orası hamam yapıldıkdan sonra girse yemini bozmuş olmaz. Zira-hâne olarak kalmamıştır.» sözünün özeti şudur: Hâne arsadan ibaret olunca, hamam bina edildiği zaman girse, arsanın var olması sebebiyle yemini bozmuş olması lâzım gelirdi. Halbuki bu da fâsiddir. Çünkü hâne hem sırf arsaya denir; hem de arsanın üzerine yapılan şey ile beraber arsaya denilir. Ama, arsanın üzerine haneden başkası bina edilse veya onda bir gûnk tasarruf yapılarak, onunla hâne adı Örfen ondan zail olsa, hâne olmaz. Galiba bu faziletli zât, Hidâye'nin itibâr et­tiği hususlara teemmül ve tefekkür şöyle dursun onun sözlerine ve iba­relerine bile bakmamıştır.

«Doğruyu ilham eden Allah'a hamd olsun. Varılacak yer O'dur.»

Keza üzerinde durmakla da yemini bozmuş olur. Zira hanenin üzerinde durmak hânis olmayı gerektirir. Çünkü satıh hanedendir. Gö­rülmez rni k(, mu'tekif mescidin üstüne çıkmakla, i'tikâfı bozulmuş olnıaz. Bazıları, «Bizim örfümüzde yemini bozmuş olmaz.» demişlerdir. Nitekim, hâne mescid, hamam, bostan veya ev yapılsa, o vakitte hânis olmaz. Zira üzerine başka bir isim arız olduğu için, haneliği kalmamış­tır.

Ya da hamam ve benzerlerinin yıkılmasından sonra girse, yemini bozmuş olmaz. Zira (hâne) ismi bununla geri dönmez. Ev (beyt) dahî hâne gibidir. Yâni «Şu eve girmem» diye yemîn etse, eğer yıkılıp sahra olduğu halde girerse, yemini bozmuş olmaz. Zira ev adı ortadan kalk­mıştır. Çünkü onda gecelenilmez. Hattâ duvarları kalıp tavan düşse, ona girdiği zaman yemini bozmuş olur. Zira onda gecelenir. Tavan ise onda vasıftır.

Ya da başka ev bina edildikden sonra girse, yemini bozmuş olmaz.

Zira isim, yıkılmasından sonra bakî kalmamıştır.

Ya da «Şu haneye girmem.» diye yemîn edip, kemerinin altında kapısı kapalı iken dışında kalacak şekilde dursa, yemini bozulmaz. Zi­ra kapı haneyi ve içinde olan şeyi korumak içindir. Kapının dışı hane­den değildir.

Ya da hanede oturduğu halde «Şu hanede oturmam» diye yemîn etse, veya «Şu giysiyi giymem» diye yemîn edip giysi sırtında olsa, veya hayvanın sırtında olduğu hâlde: «Şu hayvana binmem» diye yemîn et­se, birincide haneden taşınmaya başlasa, ikincide giysiyi çıkarsa ve üçüncüde hayvandan inse, bu işleri beklemeksizin yapsa? yemîn eden üç suretten hiçbirinde yemini bozmuş olmaz, tmâm Züfer (Rh.A.), «Az da olsa şart bulunduğu için yemini bozmuş olur.» demiştir.

Bizim delilimiz şudur: Yemîn birr (bozmamak) için akdolunur. İm­di bozmamayı gerçekleştirme zamanı bundan istisna edilmiştir. Eğer yemin eden kimse hâli üzere bir müddet eğlenirse, yemini bozulur. Zi­ra bu fiiller için emsali yenilenmekle devam vardır. Hattâ bunlar için müddet konur. «Bir gün bindim.» ve «Bir gün giydim.» denilir. Girmek bunun aksinedir. Zira her ne kadar zarf ma'nâsına caiz olursa da müd­det ve vakit bildirme ma'nâsına «Bir gün girdim» denilmez. Meselâ: Giysiyi baştan giymeye niyet etse, tasdik edilir. Zira sözünün muhte­melidir. Şu halde eğlenmek ile yemini bozmuş olmaz.

«Şu haneye girmem» diye yemîn edip, halbuki kendisi içinde ol­sa, oturmakla yemini bozmuş olmaz. Ancak dışarı çıkıp ondan sonra girerse yemini bozmuş olur. Kıyâs, oturmasiyle yemini bozmuş olmakdı. Zira devam için başlangıç hükmü vardır. İstihsânın vechi ise şudur: Girmek için devam yoktur. Çünkü girmek dışarıdan içeriye ayrılmak­tır.

yemîn eden kimsenin şu hanede; şu evde veya şu mahallede otür-mamaya yemîn etmesinde, ailesi ve bütün eşy,âsiyle çıkması mutlaka lâzımdır. Hattâ bir kazığı kalsa yemini bozulur. Bu İmâm A'zam' (Rh. A.) a göredir. îmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.), eşyasının çoğunu nakletmesine itibâr eder. Zira, hepsinin nakli bazan imkânsız olur, demiştir. İmâm Muhammed (Rh.A.), gerekli ve zaruri eşyanın nakline itibâr edilir. Çün­kü bunlardan başkası. süknâd&n (meskenden) değildir.» demiştir. Fu-kahâ; İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözü insanlara daha iyi ve daha uygun, demişlerdir.

Şehir ve köy zikredilenlerin aksidir. Zira şehir ve köyde birr (boz­mamak), ailenin ve eşyanın nakline mütevakkıf olmaz. Zira yemîn eden kimse örfen intikâl ettiği yerde sakin sayılmaz. Birincisi bunun aksinedir.

«Şu haneden çıkmanı» diye yemin eden kimseyi, bir kimse kendi emri ile taşıyıp çıkarırsa, yemini bozulmuş olur. Zira nıe'mûrun fiili emredene âiddir. Ve bir hayvana binip onunla çıkmak gibi olur. Yemîn eden kimse emretnıeksizin, zorla çıkarılırsa yemini bozulmaz. Zira fiil, emri olmadığı için yemîn edene intikâl etmez. Velev ki, çıkmaya razı olsun. Çünkü intikâl emir ile olur. Sadece çıkmakla olmaz.

«Şu haneye girmem) diye yemîn etmek de; kısımları ve hükmü iti­bariyle bunun gibidir. Kısımlar, emri ile ve emri olmaksızın,, ya zorla­narak veya razı olarak çıkmasıdır- Birincisinde hüküm, yemini bozmuş olmaktır. Son ikisinde hüküm yemini bozulmuş olmamaktır. «Vallahi evimden ancak cenaze için çıkarım.» diye yemîn eden kimse, cenazeye çıkıp sonra başka iş yapsa da yemini bozulmaz. Zira onun çıkması an­cak cenaze içindir. Vikâye'de: «Eğer cenazeye çıkıp ondan sonra başka işe giderse» denmiştir ki, bu kitabın kopyasını çıkaran ilk kâtibin ha­tâsı olacaktır. Zira sözün mefhûmu, yemîn eden kimsenin cenazeden başkasına çıkmasını gerektirir. İmdi hasr bâtıl olup yemini bozmuş olur. Bundan dolayı ben «Cenazeye çıkıp ondan sonra baş.ka işe gelir­se» dedim. Nitekim Hidâye'de: «Cenazeye çıkıp ondan sonra başka bir hacete gelirse» denilmiştir.

Mekke'ye çıkmamak üzere yemîn eden kimse, Mekke için çıkıp ve geri dönse, Mekke kasdı üzere çıkmak bulunduğu için — ki o şarttır — yemini bozmuş olur. Mekke'ye gelmemek üzere yemîn eden kimse, Mek­ke'ye girmedikçe yemini bozmuş olmaz. Zira gelmek ancak girmekle olur. Yemîn eden kimsenin Mekke'ye gitmemek üzere yemini Mekke'ye çıkmamak üzere yemini gibidir. Bazıları, «Mekke'ye gelmemek üzere yemini gibidir.» demiştir. Bazıları da, «Mekke'ye çıkmamak üzere yemîni gibidir» demiştir ki, esah olan söz budur. Zira yemin edenin git­memesi zevalden ibarettir.

Eğer yemin eden kimse: «Mutlaka Mekke'ye gideceğim» diye yemin edîp, ölünceye kadar Mekke'ye gitmese, yemini bozulur. Zira bundan ünce yemininde durması rne'muldür. Ümit ancak ölürken kesilir.

Yarınki gün kadir olursa mutlaka fülâncaya gelmeye yemin eden kimse, eğer o gün engelsiz gelmezse, yeminini bozmuş olur. Hastalık veya Sultanın menetmesi gibi engele itibâr edilir. Hakikate niyyeti tas-dîk edilir. Yâni: «Fiille beraber olan gerçek güç yeterliğini murâd eyle­dim» derse — nitekim Kelâm Kitaplarında anlatıldı — diyâneten tas­dik edilir, kazaen tasdik edilmez. Zira güç yetmek, örfde sebeb ve âlet­lerin selâmetine denir (ki bundan murâd mâni' bulunmamaktır.). Diğer ma'nâ zahirin aksinedir,

Bir kimse itilânın evine girmemeye yemîn etse bununla âdetin de­lâleti ile oturmak nisbeti murâd edilir. Âdet şudur: Haneye düşmanlık olmaz ve zâtı için hâne terk edilmez. Eelki evde oturanlardan hoşlan­madığı için terkedilir. Şu kadar var ki, orada oturmak bazan hakîkaten olur. Bu zahirdir. Bazan da delâleten olur. Ev onun mülkü olduğu için orada oturmaya kadir olur. İmdi fülânın mülkü olan eve girmekle ye­mini bozmuş olur. Halbuki fülân onda durmamaktadır. Gerek fülân-dan başkası otursun, gerekse oturmasın müsavidir. Zira ,takdiri otur­manın delili mevcûddur. O delü mülktür. Hâniyye'de ve Zahîriyye'de'bu açıklanmıştır. Lâkin Şems'ul-Eimme (Rh.A.) demiştir ki; Eğer o evde başkası otursa, yemîn eden kimse ona girmekle yemini bozmuş olmaz. Zira başkasının fiili ile ona nisbeti kesilmiştir.

Ya da başkasının evine ayağını basmamaya yemîn eden kimse, mutlak olarak o eve girmekle yemini bozmuş olur. Yâni gerek binek gerek yayan gerek yalınayak gerekse ayakkabı ile girsin müsavidir. Çünkü burada gerçek ma'nâ terkedilmiştir. Zira yemîn eden kimse yanı üzere yatıp, ayaklarını hanenin içine koysa, bedeninin geri kalan kısmı evin dışında olsa, örfde ona ayağını haneye koydu, denilmez. Ger­çek bırakılınca, mecazî ma'nâ murâd edilmiştir. O da örf karinesi ile mutlak olarak girmektir.                     '           .

Yemîn eden kimsenin karısına: «Ancak benim iznim ile çıkacaksın.» diye yemininde durmuş olmak için, her çıkış için izin şart kılınmıştır. Bunun ma'nâsı: «Benim iznim olmadıkça hiçbir kere çıkma.» demektir. Nekre olumsuz siyakında umûm olur, içinden bâzısı çıkarılınca, geri kalanı umûm üzere kalır,

«Sen çıkma, ancak sana izin verirsem çık» diye yemininde her çıkmak için izin gerekmez. Çünkü istisnanın hakikati üzere bunun yorum­lanması mümkün olmaz. Zira izin çıkmak cinsinden değildir. İmdi iki­si arasında ilgi bulunduğu için gaye üzere yorumlanmıştır. Çünkü ga­ye, mugayyânm uzamasını kesmek, sonunu bildirmektir. Nitekim is­tisna da, müstesna minh için kasr ve hükmünün bitimi için açıkla­madır. Bu konuda değerli araştırmalar vardır. Biz onu Mirkât Şerhin­de anlattık, isteyen oraya baksın.

Meselâ; kadın çıkmak istese, koca karısına: «Eğer çıkarsan sen boşsun.» dese yeminin bozulması için fiilin derhal yapılması şarttır. Yâ­ni, kadın çıkmak istese, kocası da «Çıkarsan boşsun» dese, kadın biraz oturup ondan sonra çıksa yemini bozmuş olmaz. Buna fevr (ânî) ye-mîni adı verilir. İmâm A'zam (Rh.A.) bu yemini izhârında tek kal­mıştır. Vechi şudur: Konuşanın muradı o zikredilen çıkıştan örfen menetmektir. Yeminlerin ise dayanağı örftür.    .

Çağıranın: «Gel benimle kahvaltı et.» demesinden sonra, «Eğer kahvaltı edersen» sözünde yeminin bozulması için onunla beraber kah­valtı etmesi şart kılınmıştır. Yâni Zeyd, Bekr'e; «Otur benimle kahvaltı et» dedikde, Bekr: «Eğer kahvaltı edersem, kölem hür olsun.» dese, ve evine dönüp kahvaltı etse, yemini bozmuş olmaz. Zira onun sözü cevâb olarak söylenmiştir. Şu halde soruya uygun olur. Ve çağrıldığı -kahval­tıya yorumlanır. Şayet «Bugün» sözünü ekleyip de «Eğer bugün kah­valtı edersem» dedi ise, yemini bozmuş olmak için mutlak kahvaltı yeter. Çünkü, bu söz cevâbı aşmıştır. Yeni bir cümle sayılır.

Me'zûn olan kölenin bineği, yemin hakkında kölenin sahibinin de­ğildir. Ancak kölenin borcu nıüstağrlk olmayıp, ona niyet ederse sahi­binindir. Yâni me'zûn kölenin sahibi fülânın hayvanına binmemeye ye-mîn etse, ve kendi izin verdiği kölesinin hayvanına binse, eğer o me'zûn kölenin rakabesi ve kazancını kaplayan borcu varsa, İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre, yemini bozmuş olmaz. Zİrâ bu takdirde hayvan Zeyd'in de­ğildir. Eğer o me'zûn kölenin üzerinde deyn-i müstağrak yok ise, Zeyd'in hayvanı ile ona mahsûs olan hayvanı niyet ederse, yemini bozmuş ol­maz. Eğer Zeyd'in mülkü olan hayvana binmemeye niyet etti ise, gerek o hayvan Zeyd'in hassaten kendisi için ve gerek me'zûn kölesi için ol­sun müsavidir. Bu takdirde yemini bozmuş olur. Ebû Yûsuf (Rh.A.), «Eğer niyet etti ise mutlak yemini bozmuş olur.» demiştir. İmâm Mu-hammed (Rh.A.), «Gerekse niyet etmesin yemini bozmuş olur.» demiş­tir.

Ağaçtan yemekle meyvesi nıurâd olunur. Yâni eğer bir kimse: «Şu ağaçtan yemem» diye yemin etse, bu söz ile ağacın meyvesi murâd edi­lir. Zira gerçek ma'nâ hissen terk edilmiştir.

«Şu buğdaydan yemem» diye yemininde, İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, çiğnemesi murâd olunur. Hattâ o buğdayın ekmeğinden yese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre yemini bozmuş olmaz. İmâmeyn' (Rh. Aley-himâ) e göre bu sözü ile zikredilen gibi yemini bozmuş olur. Bu hilaf ikisi arasında diğer bir hilafa dayandırılmıştır. Diğer hılâf şudur: Lâf­zın kullanılan gerçek ma'nâsı olsa ve bir de örf olmuş mecazî ma'nâsı olsa, İmâm A'zam (Rh.A.) gerçek ma'nâyı tercih eder. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ise mecazî ma'nâyı tercih ederler. Binâenaleyh, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, murâd mecazen içinin yenmesîdir. İmdi mutlaka onun yenmesiyle, mecazın umûmu ile amel yönünden yemini bozmuş olur.  

«Şu.undan yemem» diye yemininde ondan yapılan şey murâd edi­lir. Zira âdeten unun aynı yenilmez. Binâenaleyh, gerek ekmek ve ge­rekse ekmekten başka yapılan şeye yorumlanır. Vikâye'de: «O unun ek­meğinin yenmesiyle» denmiştir. Ben derim ki: Bu sahîh değildir. Çün­kü «Ekmeğini yemekle» lâfzında olan(bâ) (mukayyeddir) sözüne mü­teâlliktir. Bununla kaydlanmca, başkasını kapsamaması vâcib olur. Bu sözün bâtıl olduğu açıktır. Onu Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) nm; «Yâni on­dan ekmek ve benzeri yapılan şeyi yemekle» dediği sözü tashih edemez. Belki fesadı zahir olur. Zira muayyen ile kayd edilince, ıtlâkın sahîh ol­maması vâcib olur. Şu halde bu açıklama ile nasıl sahîh olur. İmdi sen gerisini düşün ve doğru olana yönel!

Kebâb ile et murâd edilir. Patlıcan ve havuç murâd edilmez. Kı­zartma demekle, et kızartması murâd edilir. Baş ile murâd, yeınîn eden kimsenin şehrinde satılan ve o şehrin fırınlarında pişirilen baştır. Zira örf budur. Yağ ile de iç yağı murâd edilir. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a gö­redir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, yağ sırttakini de kapsar.

Ekmek lâfzı ile yemin eden kimsenin şehrinde mu'tâd olan ekmek murâd edilir. Şehirlerin çoğunda mu'tâd olan buğday ve arpa ekmeği­dir. Her ne kadar bazı şehirlerde dan ve mısır ekmeği mu'tâd ise de, bazısında da buğday ve arpa ekmeği mu'tâddır.

Meyve ile, elma, karpuz ve zerdali murâd edilir. Yaş üzüm, nar ve yaş hurma, acur ve hıyar murâd edilmez. Bu İmâm A'zam' (Rh'A.) a gö­redir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre yaş üzüm, nar ve yaş hurma meyvedir.

Nehirden içmekle kerâ' murâd edilir. Kerâ, suyu yerinden ağzı ile almaktır. Hattâ bir kimse Dicle nehrinden içmeyeceğine yemîn edip çanak ile içse, ağzı ile içmedikçe yemini bozmuş olmaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) buna muhaliftir.

Nehrin suyundan içmemeye yemininde kerâ' ınurâd edilmez. Belki nehirden çanak ve çanağın benzeri şey ile içerse, yemini bozmuş olur. Zira su avuçla alındıkdan sonra o nehre nıensûb olduğu balde kaiır. Şart olan da budur.

«Şu ham hurmadan yemem.» diye yemin eden kimse, olgununu yemekle ve «Şu yaş hurmadan yemem.» deyip kuru hurma yemekle ve «Şu sütten içmem.» diye yemininde, süzülmüş yoğurdu yemekle yemini bozmuş olmaz. Zira bunlar yemine sebeb olan sıfatlardır. Yemini bun­lar ile mün'akid olur. Kuzu için, «Şunun etinden yemem.» diye yemin etse ve «Şu küçük çocuk ile veya şu yiğit ile konuşmam.» diye yemin et­se de, ve kuzu koç oldukdan sonra etinden yese, çocuk veya yiğit ihti­yar oldukdan sonra konuşsa, bu yemîn eden kimse yemini bozmuş olur. Zira zikredilen vasıflar yemine sebeb değildir. Çünkü şeriat bize yiğit­lerin ahlâkını taşımayı ve küçük çocuklara güler yüzlü olmayı emret­miştir. Kâfî'de açıklanmıştır ki; muayyende sıfat geçersizdir. Ancak yemine sebeb olursa geçersiz değildir. Nitekim yaş hurma mes'elesinde olduğu gibi. Zira ba'zan yaş hurma yemîn edene zarar verir. Kuru hur­ma zarar vermez.

«Ham hurma yemem» diye yeminde ya§ hurma yese, yemini boz­muş olmaz. Zira yaş hurma ham değildir.

Bu mes'ele ile ondan Önce gelen mes'elenin arasında fark; hamlık ve yaşlık sıfatı burada muayyende bulunmalarıdır.

Fukahânın: «Sıfat muayyende geçersizdir.» demelerinin gereği ge­çersiz olmasıdır. Lâkin o sıfat yemine sebeb olan sıfat olduğu için ge­çersiz olmamıştır. Burada sıfat nekirede (belirsizde) bulunmuştur, İm­di bu sıfat mu'teberdir. Bundan şu anlaşılır: Sadr'uş-Şeria' (Rh.A.) nın; ma'lûm ola ki, bizim «Şu hamdan yemem diye yemininde, yaş hurma yese» sözümüz ile «Ham yemem diye yemîn edip yaş hurma yese» sö­zümüzün arasında fark yoktur. Şuna binâen ki, yaş ile ham hurma cins isimlerdendir. Ham hurma, yaş hurma olunca, başka bir mâhiyet alır. Nitekim biz onu «Eve girmem» mes'elesinde açıkladık.» sözü ba­bın başındaki bozuk sözüne dayanmakla beraber Hidâye'nin ve Kâfî'nin ve başkalarının sözlerine de aykırıdır. Onlarda hamlık ve yaşlık sıfatı yemine sebeb olan şeylerdir. Zira ham ve benzerleri gerçekde cins isim ise de hamlık sıfatının ve bunun benzerinin itibâra alınması, hamın ve bunun benzerlerinin cins isimlerden olmasına aykırıdır. İmdi geri­sini sen düşün!

«Et yemem» diye yemîn eden kimse, balık yemekle yeminini bozmuş olmaz. Kıyâs yeminini bozmuş olması idi. Zira balık Kur'ân-ı Ke-rim'de et dîye adlandırılmıştır.

İstihsâlim vechi şudur: Bu adlandı rina mecazidir. Zira etin kayna­ğı kandandır. Balığın ise, suda yaşadığı için'kanı yoktur.

«Et veya yağ yemem» diye yemin eden kimsenin kuyruk yemesiyle

yemini bozulmuş olmaz; Zira kuyruk üçüncü bir çeşittir. Hattâ kuy­ruk, etlerin ve yağların kullanıldığı gibi kullanılmaz.

Yaş hurma satın almamaya yemin eden kimse, hanım salkımını satın alsa ve onda yaş hurma olsa, yemini bozmuş olmaz. Zira satın almak toptandır. Azmlıkda olan ise tâbi durumundadır. Eğer yemîn, yemek üzerine olursa yemîni bozmuş olur. Zira yemek azar azar olur. îmdi ondan her biri maksûd olmuştur. Ve şöyle olmuştur: Arpa satın almamaya veya yememeye yemîn edip de buğday satın alıp ondan ar­pa daneleri çıksa, ve onları yese yemîni bozulur. Satın almada yemini bozulmaz.

«Yaş hurma veya ham hurma yemem» yâhûd «Ne yaş hurma yerim ne koruk» dese, müzennib yemekle yemîni bozulur. Koruğun müzennibi, çoğu koruk olan hurmadır Birazı olgunlaşmıştır. Müzennib yaş hurma onun aksinedir. Yemîni bozulmasına sebeb şudur: Zira yemîn eden kimse üzerine yemîn ettiği şeyi ve fazlasını yemiştir. Şu halde yemîni bozulur.   

Et yememeye yemîn eden kimse, ciğer veya işkembe yemekle ye­mini bozmuş olur. Zira bu şeyler kandan meydana gelmiştir. Başka bir isim üe ayrılması, noksan için değildir. Baş ve paça gibi. Muhit sahibi demiştir ki: Bu Küfe halkının Örfüdür. Bizim örfümüzde yemini boz­muş olmaz. Zira onlar et sayılmazlar ve etlerin kullanılması gibi kulla­nılmazlar. Domuz veya insan eti yemekle de yemîni bozmuş olur. Zira bu. ikisinden her biri gerçekten ettir. Attâbi (Rh.A.), «Yemin eden kim­se yemini bozmuş olmaz.» demiştir. Fetva onun üzerinedir. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.

Katık, ekmeğe sürülen şeydir. Sirke, tuz ve zeytin yağı gibi. Et, yumurta ve peynir katık değildir. Yâni, eğer katık yememeye yemîn et­se, bir niyeti de olmasa, ekmeğine sürdüğü her şey katıktır. Ekmeğe sürülmeyen katık değildir. Bu İmâra A'zam'la İmâm Ebû Yûsuf' (Rh. Aleyhimi) a göredir. İmânı Muhammed (Rh.A.), ekseriyetle ekmekle yenilen şey katıktır, demiştir. Bu, Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan da bir rİYâ-yettir.

Gadâ,   (kuşluk)   fecrin tulûundan Öğleye kadar yenilen yemektir.

Bir kimse: «Bugün gadâ (kuşluk) yemem» diye yemîn etse ve o vakit içinde yese yemini bozmuş olur. Örfde de böyledir.

Aşa, Öğleden yani, zeval vaktinden gecenin yansına kadar yenilen yemektir. Çünkü zevâîden sonrasına ışâ adı verilir. Bir kimse: «Işâda yemem» diye yemîn etse, gecenin yarısından sonra yese yemini boz­muş olmaz.

Sahur, gecenin yansından fecre kadar yenen yemektir Zira sahur, sehar'dan alınmıştır ve ona yakın olan vakte ad konulmuştur.

Bir kimse, tegaddî veya teaşşî veya tesahhur eylememek üzere ye­mîn etse bu ma'nâlar murâd edilir..

Bir kimse: «Eğer yersem veya içersem veya giyersem» deyip ve mefûlü zikretmese, belli yiyeceğe,  içeceğe veya giyeceğe    niyet  etse,

— ekmeğe veya ete niyet ettim dediği gibi — tasdik edilmez. Zira nefy olunan bu fiillerin, yâni yemek, içmek ve giymenin mâhiyetidir. Bun­ların mef ûle delâleti ancak iktizâ yoluyladır. Daha önce anlatıldı ki, bize göre, muktezânm umûmu yoktur. Tahsisin niyeti tashih olunsun diye aslen, yâni kazaen ve diyâneten tasdik edilmez. Eğer yiyecek ve­ya içecek veya giysi eklerse diyâneten tasdik edilir. Yâni yemek yersem veya içersem veya giyersem, derse bu takdirde diyâneten taadîk edilir, kazaen tasdik edilmez. Çünkü bu takdirde lâfız âmmdır. Tahsis kabul eder. Lâkin tahsis zahirin hılâfmadır. Bunun için kazaen tasdîk edil­mez.

Yeminde "bozmama imkânı olması, yeminin sıhhatinin şartıdır. Yâ­ni İmâm A'zam ve İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, yemîn an­cak, üzerine yemîn edilen şeyin vukuu mümkün ise mün'akid olur. Yemîn gerek Allah Teâlâ' (C.C.) nin adiyle olsun, gerekse boşamak veya âzâd etmekle olsun müsavidir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), ayn gö­rüştedir. Sözün kısası şudur: Yemîn diğer şer'î akidler gibi bir akid-dir, İmdi onun için bir mahal lâzımdır. İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, onnn mahalli gelecek zamanda haberdir. Gerek yemîn eden kimse o habere-kadir olsun gerekse olmasın müsavidir.

Görülemez mi ki göğe değmek veya taşın altına çevrilmesine yenim mün'akiddir. Zira yemîn eden kimse yemini gelecek zamanda habere akd etmiştir. Velev ki kadir olmasın. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, yeminin mahalli doğruluk ümidi bulunan haberdir. Zira bir şeyin ma­halli onun hükmünü kabul eden şeydir. Yeminin hükmü onu yerine getirmektir. Yerine getirmek ise doğruluk ümidi olmayan şeyde ger­çekleşmiş olmaz. İmdi yemini gamûs gibi asla mün'akid olmaz.

YemSn eden kimsenin: «Vallahi şu bardağın suyunu bugün içerim.» veya; «Eğer şu bardakda olan suyu bugün içmezsem şöyle olsun» deme­sinde, halbuki o bardakda su olmasa veya o su geceden dökülmüş olsa veya yemin eden kimse umûm konuşup bugün denıese ve bardakda su olmasa, İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, ye­minin şartı —ki yeminin yerine getirilmesinin mümkün olmasıdır — bulunmadığı için yemîni sahih olmaz ve yemininden dönmüş olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, yemini bozmuş olur. Zira O'na göre yemin şahindir.

Eğer o bardakda su olup dökülmüş olursa yemini bozmuş olur. Zira yemîn eden kimseye, konuşmayı bitirdikde yeminini yerine getirmek vâcibdir. Lâkin ömründe fevt etmemek şartiyle geniş olarak vâcibdir. Konuşmayı bitirdiğinde yeminini,yerine getirmek mümkündür, İmdi yemin mün'akid olur. Hattâ yeminin ardından eğlenmeksizin suyu dök­mekle kaçınsa yemin mün'akid olmaz. Eğer, «Allah Teâlâ' (C.C.) nın bardakda icâd eylediği suya yemîn nasıl mün'akid olmaz? Çünkü îcâd mümkündür.» diye sorulacak olursa, cevâbında biz deriz ki; o su, üze­rine yemîn mün'akid olan su değildir. Eğer; «Yerine getirmeyi gerek­tiren yeminin in'ikâdı yemîn hakkında zahir olacak bir şekilde müm­kündür. O da keffârettir.» diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki; yemîn hakkında sebebin in'ikâdımn şartı asıl hakkında inikadın ihtimâlidir. Burada yemini yerine getirmenin imkânı bulunmadığı için ihtimâl yoktur.

Yemîn eden kimse: «Göğe çıkarım» diye veya «Ben şu taşı altın'a çeviririm» diye yemininde, hemen yemini bozmuş olur. İmânı Züfer* (Rh.A.) e göre, âdeten yemini yerine getirmenin imkânsızlığından do­layı, yenlini bozmuş olmaz. Bizim delilimiz şudur: Göğe çıkmak müm­kündür. Hattâ Peygamberlerden bazısı ve cinler için vâki olmuştur. Bundan dolayı Allah Teâlâ (C.C.) :

«(Cinler dediler ki:) doğrusu biz göğü yokladık..» [22] buyurmuştur.

Taşın altin'a çevrilmesi de mümkündür. Bu bazı hayırlı kimseler için vâkidir. İmdi birr (yeminde durmak) mümkün olunca yemîn mün'­akid olur.. Şu halde zahiren birrin tahkikinden aczi sebebiyle hemen yemini bozmuş olur. Yemîni bozmak için kâfidir. Keza fülânın öldüğü­nü 'irildiği halde:  «Ben muhakkak fülânı öldürürüm» diye yemininde de yine yemini bozmuş olur. Zira bu takdirde Allah Teâlâ (C.C.) o fülâ-nı dirilttikden sonra öldürmek murâd edilir. Bu ise mümkündür. İmdi yemîn mün'akid olup hemen yemini bozulmuş olur. Ama öldüğünü bil­mezse, o zaman maksat örf olan ölümdür, O fülân ölünce, öldürmek gerçekten imkânsız olur.

Bir kimse bir insanın üzerine kılıç çekip ve o insanı öldürmek için yemîn etse, o yemîn hakikati üzeredir. Eğer Öldürürse yeminini yerine getirmiş olur. Eğer Öldürmezse yeminini bozmuş olur. Zira kılıç öldür­mek için âlettir.

Sopa çekip ve bir insanı öldürmek için yemîn etse, o yemîn o in­sana acı vermek üzere vâki olur. Öldürmenin hakikati olmaz. Eğer o kimseye acı verirse yemininde durmuş olur. Aksi halde yeminini boz­muş olur. Zira sopa öldürmek için âlet değildir. Belki dövmekle acı ver­mek içindir. Sadr'uş-Şehîd Süleyman* (Rh.A.) m «el-Câmi'ul-Kebîr Şer­hi» nde böyle zikredilmiştir.

Valinin fesâd ehlini bilen bir adama o ülkeye gelen her. mut si eli ona bildirmek için yemîn ettirmesi, valinin velayeti hâline bağlıdır.

Yâni Vâlî fesâdçılan bilen bir adama, o beldeye gelen her fesâdçıyı kendisine haber vermesi için yemîn ettirse bu onun valiliği müddetiyle kayıdlıdir. Velev ki, zikretmesin. Eğer valinin velayeti hâlinde bildirirse yemininde durmuş olur. Aksi halde yeminini bozmuş olur ve o vâlî az­ledildikten sonra bildirmek gerekmez.

Şayet bir kimse fülân kimseyi dövmek; fülân kimseyi giydirmek, onunla konuşmak üzere veya yanına girmek için yemin etse, bu yemîn o fulânın hayatıyla kayıtlıdır. Hattâ bu anılan işleri o fülârun ölümün­den sonra yapsa, yemîn eden kimse yemininde durmuş olmaz. Zira dövmek bedene bitişik olup acı verici bir işin adıdır. Ölüye ise acı ve elem verilemez. Öyleyse kabir azabı nasıl meydana gelir? diye sorulacak olursa, buna: «Kabrinde azâb gören kimseye, Allah (C.C.) tarafından bir miktar hayât verilir» diye cevâb verilir.

ölüye elbise giydirmek de doğru olmaz. Çünkü giydirmek mutlak söylenirse onunla temlik kasdedilir. Temîîk ise ölüde tahakkuk etmez. Ancak elbise üe örtmeye niyet etmiş ise olur. Yine, ölü ile konuşmak da böyledir. Zira konuşmakdan maksat anlatmaktır. Ölüm ise anla­maya zıttır. Yanına girmek de böyledir. Zira yanına girnıekden maksat ziyarettir. Ölümünden sonra ise ziyaret edilen kabridir. Kendisi değil­dir.

Bij* kimse fülâm yıkamak için yemîn etse, yemîn o fülânm hayatına bağlı olmaz. Zira yıkamak (gasl) su akıtmaktır (isâledir). Ma'nâ-sı temizlemektir. Bu ölüde de tahakkuk eder. ?

Yakında borcunu ödeyeceği için yemin etmesinde aydan azı île mu-ka'yyeddir. Ay ve aydan fazlası uzaktır. Bundan dolayı, müddetin uzak­lığı katında, «Ben bir aydır seni görmedim.» denir.

Karısını döv m em ey e yemîn eden kimsenin, onun saçını çekmesi, boğazını sıkması ve ısırması dövmesi gibidir. Yâni bu işleri yapsa yemi­nini bozmuş olur. Zira bunların her ,biri elem verici fiilin adıdır. Hal­buki bu işlerle elem meydana gelir. Bazıları; «Kadın ile oynaşma hâlin­de bunları yaparsa yeminini bozmuş olmaz.» demiştir. Zira bu fiillere şakalaşmak derler, dövmek demezler.

Bir kimse karışma; «Eğer senin ipliğinden giysi giyersem hedydir.» dese, yâni o giysiyi Mekke'de tasadduk bana borç olsun dese, ve ko­ca pamuk satın alıp kadın onu iplik eğirse ve koca o ipliği dokuyup di­kip giyse, o giysi İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, hedydir. İmâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: «Kadın o ipliği, yemîn gününde-kocanın kendi mülkü-olan pamuğundan eğirmedikce, o kocanın onu hediyye et­mesi gerekmez. Zira nezr ancak mülkde veya mülkün sebebine muzâf olduğu halde sahîh olur! Halbuki bunlar yoktur. Zira giymek ve ka­dının eğirmesi mülkün sebeblerinden değildir.»

İmâm A'zam' (Hh.Â.) m delili şudur: Kadının eğirmesinin koca­nın pamuğundan olması âdettir. Murâd olan ise mu'tâddır. O mu'tâd onun mülkünün sebebidir. Bundan dolayı kadın kocanın memlûkü oîan pamuktan nezr vaktinde eğirse, yemini bozmuş olur. Zira pamuk zik­redil memişt ir, hattâ kendisine muzâf kılmakla pamuğu zikrets# ve: «Eğer, benim pamuğumdan eğirdiğin iplikden giysi giyersem» dese, ö giysi bil-icmâ hedy olur. Yâni Mekke'de tasadduk edilmesi vâcibdir, Eğer koca pamuğu kadına muzâf kılıp ve: «Senin kendi pamuğundan eğirdiğin iplikden giysi giyersem hedydir.» derse, o giysi bil-ienıâ hedy olmaz.

İşlenmemiş inciden gerdanlık ve altın yüzük süs (zİnet) tür. Gümüş yüzük zînet değildir. Yâni, bir kimse zînet kullanmamaya yemîn edip işlenmemiş inci gerdanlık takmsa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, yemî-nini bozmuş olmaz. İmânıeyn (Rh. Aleyhimâ) «Yeminini bozmuş olur.» demişlerdir. Zira inci hakîkaten zînettir. Hattâ Kur'ân-ı Kerim'de zînet diye adlandırılmıştır.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Böyle bir inci ile örfen süs-, leniimez. Ancak işlenmiş olduğu halde süslenilir. Yeminlerin ise daya­nağı örftür.

Bazıları demişlerdir ki: Bu asr ve zamanın ihtilâfıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in sözü ile fetva verilir. Çünkü yalnız inci ile süslen­mek mu'taddır. Eğer altın yüzük takınırsa yeminini bozmuş olur. Zi­ra, altın süs (zînet) tür. Bundan dolayı erkeklerin kullanması helâl değildir. Eğer gümüş yüzük takınırsa yeminini bozmuş olmaz. Zira, örfen ve şer'an süs değildir. Hattâ erkeklerin kullanması mubah kılın­mıştır.

Bir kimse yeryüzüne oıurmamaya yemin edip, yaygı veya hasır üzerine otursa veya «Şu döşeğin üzerinde uyumam» diye yemin edip, onun üstündeki döşek üzerinde uyuşa veya: «Şu sedirin üzerine otur­mam» diye yemîn edip o sedirin üzerinde olan başka bir sedire otur­sa, yeminini bozmuş olmaz. Eğer o yemîn eden kimsenin yeryüzü ile kendi arasında giysi perde olsa veya döşek üzerine çarşaf koysa veya sedir üzerine yaygı veya hasır koyup otursa yemini bozmuş olur.

Birinci surette yeminini bozmamış olmasının sebebine gelince: Zi­ra o kimse yeryüzü üzerine oturdu* denilmez. İkinci ve üçüncü suretler­de yemininin bozulmadığına sebeb ise şudur: Bir şeyin benzeri o şeye tâbi olmaz. Ondan nisbet kesilir. Birinci surette yemîn eden kimsenin kendisi ile yeryüzü arasında giysisi hâil olsa veya son iki surette dö­şek üzerine çarşaf veya sedir üzerine yaygı veya hasır koyup otursa ye­minini bozmuş olur. Birinci surette yeminin bozulmuş olmasına sebeb, giysisi kendisine tâbi olup hâil sayıl madiği içindir. îkinci surette ye­mininin bozulmuş olmasına sebeb ise, çarşaf döşeğe tâbi olmakla, dö-şekde uyumuş sayılır. Üçüncünün sebebi ise, sedirin üzerinde olan yay­gı veya hasır üzerine oturması sedir üzerine oturmaktır. Zira sedir üze­rine oturmakda âdet öyledir.

Musannifin: «Şu sedir üzerine» demesi, Hidâye'de,' Vikâye'de ve Kenz'de vâki olan sedirin belirtisiz kullanıldığına işarettir. Belki bu, kitabın kopyasını çıkaran kâtibin hatasıdır. Zira Hidâye'nin, eğer ye­mîn eden kimse sedirin üzerine başka sedir koysa bunun aksidir. Çün­kü o başka sedir birinci sedirin benzeridir, sözü bu takrire göre doğru olmaz. Zira bu ancak belirlide doğru plur. Belki doğrusu Kâfî'deki sedir ta'rîfidir. İmdi gerisi düşünülsün!

Eğer yemîn eden kimse: «Vallahi şöyle yapmam» dese, ebediyyen yapmamak ma'nâsina yorumlanır. Zira bu söz, ma'nâda nefyin siyakın­da nekredir.

Eğer «Vallahi ben şöyle yaparım.» dese, bir kere yapmaya yorum­lanır. Zira bu söz, ispat siyakında nekredir.

Yemin eden kimsenin «Beytu'llah*a veya Kâ'be'ye yürüyerek gitmek benim üzerime olsun.» sözüyle, gerek o kimse Kâ'be'de olsun, ge­rekse Kâ'be'den başka yerde olsun, onun üzerine Hac vâcib olur. Veya yayan olduğu halde Umre yapması vâcib olur. Eğer binerek giderse ona kurban lâzım gelir. Kıyâs olan asılda maksûd ve vâcib bir ibâdet olma­yan şeyi iltizâm ettiği için üzerine bir şey vâcib olmamak idi. Lâkin vâcib olmak eser ile müstahsen görülmüştür. Çünkü Hz. Ali' (R.A.) den rivayet edilmiştir: «Yemin eden kimsenin, Beytu'llah'a çıkmak veya gitmek veya Harem'e veya Mescid-i Harâm'a veya Sala ile Merve'ye gitmek benim üzerime (borç) olsun» demesiyle bir şey lâzım gelmez. Zira bu fiillerin bu ibarelerle iltizâmı örf olmuş değildir, ve lâfzın, ha­kikati itibariyle vâcib yapılmaları da mümkün olmaz. Zira bunlar maksûd ibâdet değillerdir.

Bir kimse kölesine: «Eğer bu yıl Hac etmezsem sen hürsün.» dese, ondan sonra: «Ben.Hac ettim.» dedikde, köle onun haccinı inkâr etse, o kimsenin Kûfe'de kurban ettiğine iki kimse şâhidlik etse, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre; o köle âzâd. edilmiş olmaz. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, âzâd edilmiş olur. Zira şâhidlik belli iş üzere şâhidliktir ki, ö da kurban kesmektir. Bundan dolayı bizzârû-re Hac yoktur. Şu halde şart gerçekleşmiş olur. İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Bu şâhidlik olumsuzluk (nefy) üzere yapılmıştır. Zira burada maksûd, Haccın neiyidir. Kurbanın isbâ-tı değildir. Çünkü kurbanı isteyen yoktur. Şu halde «Bu yıl hac.etme­di» diye şâhidlik etmiş gibi olurlar. Nihayet bu nefy şahidin bildiği şey­lerdendir. Lâkin kolaylık için şâhid, nefy ile nefyin arasını ayırma-mıştır. Hidâye ve Kâfî'de ve daha başka furû' (Fıkıh) kitaplarında da böyle zikredilmiştir. Lâkin Usûl kitaplarında anlatılana aylandır. On­larda; nefy, mahsur olursa şâhid onu bilir, o nefy isbât gibi olun> de­nilmiştir.

Bir kimse oruç tutmamaya yemin etse ve oruca niyet edip bir saat oruç tutsa, yemîni bozulur. Yâni, o gün iftar ederse, şart1 bulunduğu için yemînini bozmuş olur. Zira oruç ibâdet amacıyla gündüzde yeyip içmemek ve cima etmemektir.                               

Yemin eden kimse yeminine bugün veya oruç kelimelerini eklerse, yâni «Bugün oruç tutmam» diye yemîn ettikden sonra niyet edip oruç tutsa, o gün tamâm oluncaya kadar yemînini bozmuş olmaz. Çünkü onunla murâd şer'an mu'teber olan tam oruçtur. Bu ise günün sonuna kadar orucun tamamlanması ile olur.

Namaz kıl m amaya yemîn eden kimse, bir rek'ât namaz kıldıkda, yemîni bozmuş olur. Bir rek'âttan azı ile, yâni yalnız kıyamla veya yalnız kıraatle veya rükû ile yemini bozmuş olmaz. Eğer bunları yap-, makla secde edip ondan sonra namazı keserse yemîni bozmuş ulur. Kıyâs; oruca bağlamaya bakarak namaza iftitâhla yeminin bozulması idi İstihzanın vechi şudur: Namaz çeşitli rükünlerden ibarettir. İmdi rükünlerin hepsi edâ edilmedikçe ona namaz denilmez. Oruç namazın aksinedir. Çünkü oruç bir tek rükündür. O da imsaktir. Orucun diğer cüzlerinde tekrardan ibarettir. Eğer yemin eden kimse, namaz lalam eklese iki rek'ât namazla yemîni bozulur. Daha azı ile bozulur. Çünkü bununla murâd şerhan mu'teber olan namazdır ve onun azı İki rekat­tır. Zira bir tek rek'ât namaz kılmak yasak edilmiştir.

Yemin eden Jtimse karışıra: «Eğer sen çocuk doğurursan, boşsun» dese, o kadın da ölü çocuk doğarsa, yemini bozulur ve kadın boşanmış olur. Keza cariyesine: «Eğer çocuk doğurursan hürsün» dese,, câriye ölü çocuk doğursa, hür olur. Çünkü doğurulan gerçekten çocuktur. Ör-fen de çocuk diye adlandırılır. Şeriatta dahî çocuk sayılır. Hattâ bu­nunla iddet bitmiş olur ve o çocuk doğdukdan sonra akan kan lohusa kanıdır. O çocuğun anası yemîn eden kimsenin tinunü veledi olur. Şu halde şart gerçekleşmiş olur.

«Eğer sen doğurursan o çocuk hürdür» dese, kadın da ölü bir ço-f cuk, sonr» da diri bir çocuk doğursa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, diri olan âzâd edilmiş olur. İraâmeyn (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: Diri doğan çocuk âzâd edilmiş olmaz. Çünkü şart, Ölü çocuğun doğm^-siyle gerçekleşti. Nitekim daha önce anlatıldı. Ye yemîn şartın cezası­na hacet kalmayarak bozuldu, Zİrâ, ölü hürriyet için mahal değildir. İmam A'zam1 (Rh.A.) in delili şudur: Mutlak söylenilen çocuk ismi akıl­lı bir insanın sözünü doğrulamak- İçin hayât vasfiyle kayadadır. Zira, eğer hayât vasfı ile kayıdlanmasâ geçersiz olur. Çünkü yemin eden kimse hürriyetin isbâtını cezâen kasd etmiştir. Hürriyet ise ölüde sabit olmaz. Şu halde hayat vasfı ile kayıdlanır. Nitekim yemîn eden kimse­nin: «Eğer çocuğu diri doğurursan» demesi gibi. Talâkın cezası ve ana­nın hürriyeti bunun hılâfınadır. Zira kayidlamaya elverişli değildir.

Bir kimse, fülâna borcunu bugün ödemeye yemin etse ve borcu geçmez yâhud kalp paradan Ödese veya başkasının hakkı olan parayı verse yâhûd bu parayla ona bir şey satsa da teslim alsa, yemini bozul­maz. Yâni, bir kimse fülâna borcunu bugün ödeyeceğim, diye yemîn etse de, ödese, sonra fülân bu paraların bir kısmını kalp veya geçmez akça veya başkasının flSkkı bulsa, yeminini bozmuş olmaz. Zira, kalp olmak kusurdur. Kusur ise, cinsi yok etmez. Bundan dolayı kalp pa rayla izin verse, borcunu ödemiş olur. Yemîni yerine getirmenin sarfı bulunur.

Keza, geçmez para ve başkasının hakkım alması sahihtir. Onun reddi ile gerçekleşmiş olan yemîn ortadan kalkmaz. Keza, alacaklıya borcuna karşı bir köle satsa ve alacaklı o köleyi teslim alsa yemin eden kimse yeminini ydrine getirmiş olur. Zira, borç ödemenin yolu takas yoludur. Çünkü borçlar emsali üe ödenir. Aynı ile ödenmez. Satış ta­hakkuk etmiştir. Sanki yemîn eden kimse borcu ödemeyi o satışla ta­karrür etsin diye teslim almayı şart kılmıştır. Eğer yemîn eden kim­senin ödediği borç kalp olursa, yâni verdiği akçanın dışı gümüş ve içi tunç olursa, yâhûd kurşun ise veya alacaklı borcu, yemîn eden borçlu kimseye hibe ederse borçdan kurtulmaz.

Yapma gümüş ve kurşun vermekle yeminini yerine getirmiş olma­masının sebebi; zira yapma gümüş ve kurşun dirhem cinsinden değil­dir. Hattâ bu ikisi ile sarraflık ve selemde tecevvüz (geçer kabul etmek) caiz olmaz. Hibede caiz olmaması ise iki taraftan kabul bulunmadığı içindir.

Eğer yemîn eden kimse alacağını dirhem dirhem almamaya yemîn edip bir kısmını teslim alsa, borcun hepsini ayrı ayrı teslim almadıkça yeminini bozmuş olmaz. Zarurî olan başkadır. Çünkü şart ayrı ayrı vas-fiyle bütün borcunu almaktır. Zira yemîn eden kimse almayı kendisine izafe Üe belirli olan borca izafe eylemiştir. İmdi borcun hepsine yorum­lanır. Şu halde bir kısmını almakla yemini bozmuş olmaz. Ancak hep­sini teslim almakla yeminini bozmuş olur. Eğer yemîn eden kimse bor­cu iki veznle teslim alsa ki alacaklı ile borçlu arasında oyalama yapıl­mayıp ancak vezn işi ile olsa yeminini bozmuş olmaz. nZirâ bu iş ayırma değildir. Çünkü bazan bir defada tamamını teslim almak'âdeten im­kânsızdır. İmdi.bu miktar ondan müstesna olur. Musannif buna «Za­rurî olmayan» sözüyle işaret etmiştir.

Yemîn eden kimse eğer: «Benim İçin yüzü müstesna param olursa şöyle olsun» der de; ancak elli dirhemi bulunursa, yeminini bozmuş ol­maz. Zira örfen ondan maksûd yüz dirhem üzere ziyâde olan şeyi nefy-dir. Keza: «Yüzden gayri olursa yâhûd yüzden maada olursa» diye ye­mîn etse, yeminini bozmuş olmaz. Zira, bunların hepsi edâten istisna edatıdır.

«Rayhân (fesleğen) koklamam» diye yemîn edip gül veya yasemin koklarsa yeminini bozmuş olmaz. Zira Rayhân (fesleğen), sapı olma­yan çiçektir. Gül ile yaseminin ise sapı vardır.

«Menekşe ve gül satın almam» diye yemîn edip yapraklarını satın alsa, yeminini bozmuş olur. Eğer yağlarını satın alırsa, yeminini boz­muş olmaz. Çünkü menekşe üe gül, bizim örfümüze göre, yapraklarına denir. Yağlarına denilmez. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir. [23]

 

Söze  Yemin  Babı

 

Bir kimse «Fülân ile konuşmam» diye yemin etse ve fülân uyurken onunla konuşarak uyandirsa, yeminini bozmuş olur. Zira onunla konuş­muş ve sözünü işittirmiştir. Şayet uyandirmazsa; Kudûri'nin beyânına göre; uytmânıış olsa, ona kulak verdiği takdirde işitecek yerde bulunur­sa, yemini bozulmuş olur. Muhtar olan birincisidir.

Bir kimse: «Fülânla ancak izni olursa konuşurum» diye yeınîn et­se, o kişi izin verip yemin eden bilmediği halde onunla :onuşsa, yemi­nini bosuruş olur. Çünkü izin, ezandan türemiştir. Ezan; bildirmek nra'nâsmadır. Ya da kulağa gelmekten türemiştir. Bunların hepsi an­cak işitmekle gerçekleşir.

Bir kimse: «Şu giysinin sahibi ile konuşmam» diye yemîn edip giy­sinin sahibi o giysiyi sattıkda, yemin eden kimse onunla konuşsa, ye­minini* bozmuş olur. Çünkü bu izafet, ta'rîften başkasına muhtemel değildir. Çünkü insan giyside olan bir ma'nâdan dolayı başkasına düş­man olmaz. Müşteri ile konuştuğu zaman da yeminini bozmuş olmaz. Şu halde bu sözle zât murâd edilir.

Bir kimse: «Şu genç ile konuşmanı» diye yemîn edip ihtiyarladığı zaman konuşsa, yeminini bozmuş olur. Çünkü hüküm zata teallûk eder. Zira sıfat hâzırda geçersizdir. Bu sıfat yemine sebeb değildir ki, itibâr edilsin.

Şayet bir kimse kölesine: ,«Eğer ben bunu satarsam veya satın alır­sam bu köle hürdür.» deyip muhayyerlik ile satarsa, yeminini bozmuş olur. Köle de âzâd olur. Çünkü köle mülkünden dışarı çıkmamıştır. Onda şart mevcûddur. Eğer bir başka kimsenin kölesine: «Ben bu kö­leyi satın alırsam hürdür.» deyip, muhayyerlik ile satın alsa, o köle âzâd edilmiş olur. îmâmeyn*  (Rh. Aleyhimâ)  e göre, âzâd edilmiş olmasına sebeb satın alanın mülküne girdiği içindir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a gö­re, âzâd edilmiş olmasına sebeb, âzâdı mülke değil satın almaya bağla­dığı içindir. Şarta bağlanmış olan bir şey vâkî olurken yerine getiril­miş gibidir. Sanki «Muhayyerlik ile satın almaktan sonra bu köle hür­dür» demiş gibi olmuştur.

Bir kimse muhayyerlikle bir köle satın aldıktan sonra âzâd etse, muhayyerliği düşer ve kölenin üzerine âzâd iktizâsı (âzâddan önce ol­mak üzere) mülk sabit olur. Burada da öyledir, «Eğer sana mâlik olur­sam sen hürsün» dese, zikredilenin hilâfına olur ki, o kimse o köleyi muhayyerlik ile satın alsa âzâd edilmiş olmaz. Çünkü yemîni bozmanın şartı mülktür. O da yoktur. Zira, satın alan kimse muhayyerlik île, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, ona mâUk olmaz- Şu halde şartın cezası inmez. Eğer yemin eden kimse, o kölenin satışını muhayyerlik ile akd etmeyip bey-i bât (kesin satış) ile satarsa köle âzâd edilmiş olmaz. Çün­kü satış tamâm olduğu gibi mülk ortadan kalkar ve ceza mülkten baş­kasına İnmez.

Fâsid ve mevkuf satış ile yeminini bozmuş olur. Yâni, yemîn eden kimse kölesini, «Satmam» diye yemîn etse, fâsid satış ile yeminini bozmuş olur. Çünkü satışın haddi mevcûddur. O da temliktir. Temel­lük iki taraftan olur. Bâtıl satış ile satsa yeminini bozmuş olmaz, çün­kü satışın haddi mevcûd değildir.

Yemin eden kimse: «Ben bu köleyi satmazsam hür olsun.» dese de, âzâd etse, yâhûd müdebber yapsa, kendisine bağlanılan şey (muallakun aleyh) mevcûd olduğu için, yemininden dönmüş olur.

Bir kimse; nikâha, talâka, hul'a, köle azadına, kitabete, kasden adam öldürmeden dolayı sulha, hibeye, sadakaya, ödünç vermeye ve­ya ödünç almaya yemîn ederse, kendi veya vekilinin fiili ile yeminini bozmuş olur.

Ben derim ki: Fukahânm istikrazı bundan saymaları müşkîldir. Çünkü Fakîhler, İstikraza tevkiî bâtıldır, diye açıklamışlardır. İmdi ona yeminin bozulması terettüb etmemek vâcib olur. Zira bâtıl üzeri­ne hükm terettüb etmez. îdâ' (emânet vermek), istîdâ' (emânet al­mak)» iare (ödünç vermek),.istiare (ödünç almak), zebh (boğazlamak), köleyi.dövmek, borcu ödemek ve almak, bina, terzilik, giyim ve hami, bunların hepsinde, yemîn eden kimse fiili ile veya vekilinin fiili ile yeminini bozmuş olur. Yâni, bir kimse, «Eğer evlenirsem şöyle olsun.» diye yemîn edip, evlense veya vekili onu evlendirse, yeminini bozmuş olur. Diğer suretlerde dahî hal böyledir. Bunun vechi şudur: Bunlarda vekîl hâlis elçidir. Hattâ haklar emredene râci olur. Sanki âmir, vekî-îinin yapmış olduğu işi.kendisi yapmış gibi olur.

Yemin eden kimse şu hususlarda yalnız kendi fiili ile hânis olur. Yâni, vekilinin fiili ile yemini bozulmaz. Satmak, satın almak, kiraya vermek, kiralamak, bir maldan dolayı anlaşmak, husûmet, taksim ve çocuğu dövmek, bunların hepsinde de yalnız kendi fiili ile yemini bo­zulur.

.Sen bilirsin ki, istikrazda vârid olan i'tiraz burada çocuğu dövmek­te de vâriddir.. Zira çocuğu dövmek hissi bir fiildir. Bir yerden diğer yere geçm&z. Ancak sahîh tevki! olursa geçer ve sıhhati mallarda olur. Şu halde köleye bakarak sahîh olur ve çocuğa bakarak bâtıl olur.

Konuşmam diye yemîn eden kimse, namazında yâhûd namazı dı­şında Kur*ân-ı Kerîm okumakla, tesbîh etmekle veya «Lâilâhe illallah» demekle yâhûd tekbîr getirmekle, bize göre yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o kimseye atfen ve şer'an konuşan denmez. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, yeminini bozmuş olur. Kıyâs da budur.

Yemîn eden kimse: «FüJân ile konuştuğum gün kölem hürdür.» dese, yemîn gece ve gündüze sarf edilir.- Nitekim daha önce sebebi geç­ti ki, gün süreksiz bir fiile bitişik olsa, o gün. ile mutlak vakit nıurâd olunur.                                                                                           

Gün ile gündüze niyet etmek sahihdir. Çünkü gün (yevm) vakit­te kullanıldığı gibi gündüz ma'nâsmda da kullanılır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kazaen tasdik olunmaz.

Çünkü yevm'in gündüz ma'nâsında kullanılması örf olmamıştır.          -

«Fülân ile konuştuğum gece kölem hürdür.» dese, yemîn hassaten geceye yapılmış olur. Çünkü gece. mutlak vakitte kullanılmaz.

Şu kadar var ki, sözü gaye bildirir. Hattâ gibidir. Binâenaleyh; «Ben fülân ile konuşmam, şu kadar var ki Zeyd gelirse konuşurum», yâhûd (<Zeyd gelinceye kadar fülân ile konuşmam.» dese, eğer Zeyd'in gelme­sinden önce konuşursa yeminini bozmuş olur. Aksi takdirde müddet ta'yîni geçersiz olur.

Şayet «Fülânın kölesiyle konuşmam», «Fülânm giysisini giymem», «Fülânm evine girmem», «Fülânm yemeğini yemem» veya «Fülânın hayvanına binmem» diye yemîn etse, meselâ: «Fularım şu kölesiyle ko­nuşmam» demekle muzâfa işaret ederse ve -o fülân o şeyi mülkünden çıkarmakla fülânın şeye izafeti ortadan kalkarsa, yemininden dönmüş olmaz. Çünkü yemin' fülâna mülk izafeti ile bir ayn'a muzâf olarak ak­dedilmiş olur. Binâenaleyh, mülkün zevalinden sonra yemîn kalmaz. Nitekim işaret etmese hüküm budur. Çünkü bu ayn'larm, yâni; köle, giysi, ev, yemek ve binek hayvanının bizatihi terk edilmeleri maksûd değildir. Belki bunlar sâhibleri tarafından eziyet görüldüğü için terke-dilirler. Yemin' yemîn eden kimsenin maksadına göre yapılır. Sanki yemîn eden kimse: «Fülânm mülkü olduğu müddetçe» demiş gibi olur. Yenilenen gibidir. Yâni, o fülân bir başka köle veya başka giysi veya başka ev veya hayvan satın almakla, zikredilen şeylerde mülk yenile­nirse yemin eden kimse icnıâen yeminini bozmuş olmaz. Eğer yemîn eden kimse işaret etmedi ise, yâni fülâna muzâf edip ve muzâfa işaret etmedi ise, izafetin ortadan kalkmasından sonra yeminini bozmuş, ol­maz. Çünkü yemîn eden kimse yeminini fülâna muzâf bir mahalde vâki fiil üzere akd eylemiştir, o fiil ise mevcûd değildir. Binâenaleyh yeminini bozmuş olmaz.

Yenilenen şeyde mülk olduğu hâlde fiil ile yemin eden kimse yemi­nini bozmuş olur. Çünkü lâfz mutlaktır. Şu halde ıtlâkı üzere icra olu­nur.

Arkadaş ve zevce hakkında yemîn eden kimse işaret olunan şey ortadan kalktıkdan sonra dahî yeminini bozmuş olur. Yâni yemîn eden kimse, «Fülânm şu arkadaşı ile» veya «Fülâmn şu zevcesi ile konuş­mam», diye yemîn etse ve arkadaşlık ve zevciyyetin ortadan kalkmasın­dan sonra konuşsa, icmâen yeminini bozmuş olur. Çünkü hür kasden terkedilir. İmdi izafet sırf ta'rîf içindir ve muzâfun ileyhde bir ma'nâ-ya davet eden şey açık değildir. Çünkü o ta'yîn edilmemiştir. Yâni ye­min eden kimse; «Ben fülâmn arkaüaşiyle konuşmam, çünkü fülân benim düşmammdır.» dememiştir. İmdi izafetin devamı şart kılınma­mıştır. Fakat az önce yukarda geçen şey bunun hılâfınadır'. Çünkü zik­redilen a'yan zâtları için terk edilmezler. Köleden başkasının terk edil­mesi zahirdir. Keza köle dahî zahir rivayet üzere terk olunmaz, çün­kü köle adiliği ve mertebesinin düşmesi için cemâdâta (cansız şeylere) katılmıştır.

İmdi izafeti mu'teber olup, yemîn eden kimse, onun ortadan kalk­masından sonra yeminini bozmuş olmaz. îşâret edilenden başkasında; meselâ, «Ben fülânın arkadaşiyle veya fülânın karısiyle konuşmam.» der de, sonra dostuna düşman olmak veya karısını bâînen boşaması su­retiyle nisbet ortadan kalkar, da, konuşursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü hür kimse mücerred başkası için terk edilebilir. İşareti terk edince, ö terk, o muhtemele delâlet eder. Zira, ayn'ı için olsaydı ta'yin ederdi. Binâenaleyh, izafet ortadan kalktıktan sonra, bu ihtimâlle be­raber yemininden dönmüş olmaz.

Yemîn eden kimse, yemininde niyyetsiz «Hîyn» ve «Zamana ke­limelerini zikrederse murâd olunan yarım yıldır. Zira «Hîyn» kelime­siyle az zaman murâd olunur. Allah Teâ*â (C.C.) :

«Akşama girerken Allah'ı lesbîh edin.» [24] buyurmuştur. «Hîyn» ile bazan kırk yıl murâd olunur. Allah Teâlâ (C.C.) buyur­du ki:

«İnsanın üzerine zamandan öyle bir hîyn gelmiştir ki...» [25] Bazan da bu «hîyn» ile altı ay nıurâd olunur. Allah Teâlâ (C.C.) buyurdu ki:

«(O ağaç) her hîyn yemişini verir durur.» [26]

İbn Abbas (R.A.) bu âyette geçen «hîyn» ı altı ay, diye tefsir et­miştir. Bu tefsir orta (vasat) dır. Şu halde, altı aya yorumlanır. «Za­man» lâfzı da «Hıyn» ma'nâsında kullanılır. Niyyetle, niyyet olunan şey murâd olunur. Çünkü, niyyet ettiği şey sözünün hakikatidir.

«Dehr» lâfzı ile murâd malûm değildir. İmâm A'zam Ebû Hanîfe (Rh.A.): «Belirsiz olan dehrin zikriyle murâd nedir, bilmiyorum, yâni hangi şeyle takdir -olunur bilmiyorum» demiştir.

İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, dehr; hîyn ve zaman gibi yanm yıldır.

Dehr lâfzı belirli olduğu halde, onunla sürekli zaman (ebed) mu­râd olunur.

«Eyyam» lâfzı İle, belirsiz olduğu halde üç gün murâd olunur. Zi­ra lâfız cem-i münekker (belirsiz çoğul) dir. Belirsiz olarak zikredilmiş­tir. Şu halde çoğulun en azını kapsar. O da üçtür.

Çok günler, günler ve aylardan murâd on'dur. Yâni, yemîn eden kimse, şayet kölesine:  «Eğer bana çok günlerde   (eyyâm-ı kesîrede) hizmet edersen hürsün.» dese, bu eyyâm-ı kesîre, îmânı A'zanı' (Rh. A.) a göre, on gündür. Zira, bu lâfız eyyam isminin içine aldığı ma'nâ-nın en çoğudur. İmâmeyn <Rh. Aleyhimâ); «Yedi gündür» demişlerdir. Eğer yemin eden kimse günlerce konuşmamaya yemin etse, İmânı A'-zam' (Rh.A.) a göre, on gündür. İmâmeyn' (Rh, Aleyhimâ) e göre, bir hat tanın günleridir.

Eğer belirli olarak aylarca (şuhûrda) konuşmamaya yemin etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, on aydır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e gö­re, oniki aydır. Zira, «Şuhûr» lâfzındaki «lam» belirliliği ta'rîf içindir. O da zikredilen oniki aydır. Çünkü, şuhûr lâfzı oniki üzerinde döner. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Şuhûr lâfzı ma'rife cemi'dir. Bu lâfz, zikredilen şeyin en son haddine munsarıf olur. O da on'dur.

Yemin eden bir kimse: «Önce satın aldığım köle hürdür.» dese de, bir köle satın alsa, âzâd edilmiş olur. Zira, o kölenin önce satın alınma­sı başka köle satın alınmasına muhtâc değildir. Eğer iki köleyi birden satın alıp, ondan sonra bir başka köle dahî satın alsa, onlardan biri asla âzâd edilmiş olmaz. Zira, ilk lâfzı ferddir, başkası ondan önceye geç­mez. Onunla beraber de olamaz. Halbuki öncelik yoktur.

Eğer, yemîn eden kimse «Yalnız» sözcüğünü eklerse, üçüncü köle âzâd edilmiş olur. Yâni, «Yalnız satın aldığım köle hürdür.» demiş ol­sa, üçüncü köle âzâd edilmiş olur. Çünkü, burada öncelik vardır.

Yemîn eden bir kimse, «Son olarak satın alacağım köle hürdür.» dese, bir köle satın aldıktan sonra Ölse, o köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü, âhir için evvel lâzımdır. Halbuki bundan önce köle satın almak yoktur. Eğer, bir diğer köle satın aldıktan sonra Ölse, itüfâken o diğer köle, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, m^Iın hepsinden, satın aldığı gün­den itibaren âzâd edilmiş olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, öldü­ğü günden itibaren malının üçte birinden âzâd edilmiş olur. Çünkü son-ralık yemîn edenin ölümü ile gerçekleşmiştir. Şu halde ölürken, üçte birden âzâd edilmiş olur.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: O kölenin, satın alma vak­tinde sonuncu olduğu, ölüm ile belli olur. Şu halde satın alma vaktin­den itibaren âzâd edilmiş olur.

Yemîn eden kimsenin: «Beni şöyle bir haber ile müjdeleyen köle hürdür» demesiyle, üç köle ayrı ayrı oldukları halde müjdeleseler, üç kölenin ilk müjdeleyeni âzâd edilmiş olur. Çünkü müjde (bişâret), yü­zün derisini (beşeresini) değiştiren haberin adıdır. Şu halde o haberin sevindirici olması örfde şart kılınmıştır. Bu ise ancak, birinci köleden gerçekleşmiş olur.                                     

Eğer üçü beraber gelip müjdelerse, hepsi âzâd edilmiş olur. Çünkü müjde hepsinden tahakkuk etmiştir.

yemin eden kimsenin babasını keffâret için satın alması sahilidir.

Yâni, yemin eden kimsenin babasını yemîn keffâreti için niyyet edip satın alması caiz görülmüştür. Keza oğlunu yemîn keffâreti niyyeti île satın alması caizdir. İmâm Züfer ve İmâm Şafiî (Rh. Aleyhimâ) ayrı görüştedirler.

Azadına yemîn ettiği köleyi keffâret-i yemîn niyyeti ile satın al­ması caiz değildir. Yâni, yemîn eden kimse: «Eğer şu köleyi satın alır­sam hürdür.» deyip, köleyi satın aldıkda, yemîn keffâreti için niyyet etse caiz olmaz. Zira, keffâretin sıhhatinin şartı, niyyetin, âzâdın ille­tine bitişik olmasıdır. Âzâdın illeti ise yemindir. Burada âzâdın illeti «Eğer satın alırsam» sözüdür. Satın almak ise âzâdın şartıdır. Zira, âzâd satın alma sırasında, ancak geçmiş yemine muzâf olur. Şu halde »yemîn vaktinde keffâret niyyeti yoktur. Yemîn eden kimse nikâhla ; çocuk doğuran cariyeye «Eğer ben mâlikinden satın alırsam, yemîn keffâretîm için hürsün.» deyip, ondan sonra satın alsa, o câriye şart bulunduğu için âzâd edilmiş olur. Lâkin keffâret için çâiz olmaz. Zira onun hürriyeti çocuk doğurmakla hak edilmiştir. Her iıakımdan yemine muzâf olmaz. Şayet yemîn-eden kimse bir kınnâya (kaaın köleye), «E-ğer ben seni satın alırsam yemîn keffâretim için hürsün» dese, bu bi­rinci mes'elenin hılâfmadır. Burada eğer bu kadın köleyi satın alırsa keffâret için caiz olur. Çünkü bunun hürriyeti başka bir, işe dayanmış değildir. Yemîn eden kimse onun hürriyetini niyyete bitiştirmiştir.

Yemîn eden kimsenin: «Eğer bir câriye odalık edinirsem hürdür.» demesi ile odalık edindiği câriye âzâd edilmiş olur. Halbuki bu takdir­de o câriye mülküdür. Zira onun hakkında yemîn mülke tesadüf etmesi ile yemîn mün'akit olmuştur. Lâkin satın alıp döşeğine aldığı câriye değil. Zira bu câriye âzâd edilmiş olmaz. İmâm Züfer (Rh.A<), «Âzâd edilmiş olur, çünkü satın almak ancak mülkte olur, imdi odalık edinme­nin zikri delâlet veya zamir yönünden mülkün zikridir.» demiştir. Zira İmâm Züfer (Rh.A.) iktizâya kail değildir.

Bizim delilimiz şudur: Mülk teserrî zaruretinden dolayı zikredilmiş sayılır. İmdi teserrî zaruretin miktarı ile takdir olunur. Cezanın sıhhati hakkında zahir olmaz. O da hürriyettir.

Yemin eden kimsenin «Her memlûküm hürdür» demesi ile ümmü veled ve müdebber cariyeleri ile köleleri âzâd edilmiş olur. Çünkü ra-kabeten ve'yed'en onlarda mülkün sabit olması ile onlarda mutlak iza­fet vardır. Lâkin mükâtebleri ancak eğer onlara da .niyyet ederse âzâd edilmiş olur. Zira yed'en mülk sabit değildir. Bu bakımdan mükâtebin iktisabına mâlik olmaz. Ve mükâtebesi ile cimâı helâl olmaz.

Yemîn eden kimsenin üç kölesine: «Şu, yâhûd şu, yâhûd şu hürdür» demesi ile, hemen üçüncü köle âzâd edilmiş olur. İki öncekilerin âzâd edilmesinde yemîn eden kimse muhayyerdir. Çünkü yemîn eden kimse­nin sözünün gelişi iki öncekinin birinde âzâdı gerektirmektir. Bundan dolayı yukarıda geçen sözünde üçüncüyü ortak kılması; ikisinden biri hürdür ve bu dâhi hürdür, demek gibidir. Matufun aleyh, sözün başın­dan alınmış olandır. Ta'yinle zikredilen ikiden biri değildir. Bu konuda değerli araştırmalar vardır. Biz onu Mirkât'ul-Usûl'de zikrettik.

Talâk gibidir. Yâni, §âyet üç karısı olan kimse «Bu kadın boştur» veya «Bu kadın ve bu kadın» dese idi, sonuncu kadın boşanılmış olur ve iki önceki kadınlarda koca muhayyer kalırdı.

Bir de ikrar gibidir: Yâni, şayet bir kimse «Benim üzerimde fülân kimsenin veya fülân kimsenin ve fülân kimsenin bin dirhemi vardır.» diye ikrar etse, beşyüz dirhemi son olarak zikrettiği füiânın olup, beş yüzü iki Önceki tülün I a tül ânın arasında olur.

Lam harfi; başkasının niyabetini kabul eden bir fiile müteallik ol­sa, satmak, satın almak, kiralamak, terzilik, boyacılık ve kalfalık gibi, sözü söyleyen için, o başkasına emri gerektirir. Tâ ki (lam) harfi, baş­kasına o fiilin ihtisasını ifâde etsin. Zira (lâm) in ma'nâsı ihtisas için­dir. İhtisas ise burada ancak tevkili ifâde eden iş ile gerçekleşmiş olur.

Yemîn eden kimse: «Eğer ben senin için bir giysi satıverirsem» di­ye yemîn etse, eğer muhatabın emri olmaksızın giysiyi satarsa, yemini­ni bozmuş olmaz. Zira tevkil yoktur.

Gerek muhâtab o giysiye mâlik olsun, gerekse olmasın müsavidir. Şayet yemîn eden kimse,  «Senin  elbiseni»  derse, bunun hılâfınadır.

Çünkü bu söz, giysinin onun mülkü olmasını iktizâ eder. Nitekim, ya­kında açıklaması gelecektir.

Eğer «lâm» bir ayn'a veya niyabet kabul etmeyen bir fiile mukârin olursa, yemek, içmek, giymek ve çocuğunu dövmek gibi; —Çocuğunu dövmek sözü, köleyi dövmekten ihtirazdır. Çünkü, köleyi dövmek baş­kasının niyabetini kabul eder. — muhatabın mülkü olmasını gerek­tirir. Zira bu, ihtisasın kemâlidir.

Yemîn eden kimse: «Eğer senin giysini satarsam.» diye yeminin­de» eğer muhatabın giysisini emir olmaksızın satarsa, yeminini bozmuş olur. Satanın bunu bilip bilmemesi müsavidir. Meselâ, üzerine yemîn edilen kimse elbisesini yemîn edenin elbisesi içine saklar, yemîn eden de bilmeyerek onu satar. Bu mes'ele (Lâm) in ayn'a mukârin olması­nın benzeridir. (Lâm) m niyabet k&bûl etmeyen fiile ımıkârin olması­nın benzerine gelince; «Eğer senin yemeğini yersem» veya «Senin meş­rubatını içersem.» demek gibi ki, yiyeceğin, içeceğin muhatabın mülkü olmasını gerektirir. (Lâm) her ne kadar sûreten yemeğe taallûk etse de, ma'nen yiyeceğe mütealliktir.

Çocuğu dövmekte ise, mülkün hakikati tasavvur olunamaz. Belki, ihtisas murâd olunur.

Bir kadın kocasına: «Benim üzerime bir kadın nikâh ettin.» dedik­te, koca: «Benim her karım boştur!» derse, söz söyleyen kadın dahî bo-şanılmış olur. Zira, «Her karım» sözünde dâhildir.

Konuşan kadından başkasına niyyeti dahî sahîhdir. Çünkü, koca bu sözü o konuşan kadını razı etmek için söylemiştir. Onun muradı konuşan kadından başkasıdır. Lâkin bu zahirin hilafıdır. Şu halde, di­yanet yönünden koca tasdik olunur, kazaen tasdik olunmaz. [27]

 



[1] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 317-318.

[2] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 319-323.

[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 324-326.

[4] İhtilâli:   istîlâd,   lûgatla mutlaka   çocuk   istemektir.     Şeriatta  ise, cârijeyi  üramii yapmaktır. Bu   d;t  iki  şey ile  olur.   Ya   çocuğu  iddia  etmekle,   yâni   «cariyenin   çocuğu ,    bendendir» demekle olur, ya da cariyeyi temellük ile olur. (Keşşaf, C. II)

[5] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 327-330.

[6] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 331-335.

[7] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 336-343.

[8] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 344-346.

[9] Bakara sûresi, âyet: 230

[10] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 347-351.

[11] Mevlel muvâlât: Bizdeki âhîret kardeşi tutunma gibi bir şeydir. Ancak bunda birbir­lerinin cinâyel diyetlerini Ödemek ve birbirlerine mîrâscı olmak gibi hususiyetler vardır.

[12] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 352-360.

[13] Bakara sûresi, âyet ; .225

[14] Mâide  sûresi,   âyet:   89

[15] Nûr sûresi,  âyet:   25

[16] Nahl sûresi, âyet: 91

[17] Mâide sûresi, âyet:  89

[18] Tahrîm sûresi, âyet:   1

[19] Tahrîm sûresi, âyet: 2

[20] Kehf sûresi, âyet: 24

[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 361-375.

[22] Cin sûresi (28), âyet: 8

[23] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 376-393.

[24] Rûm sûresi (60), âyet:  17

[25] El-Jnsan   sûresi   (31).   âyet;   1

[26] İbrahim sûresi   (52),  âyet:   25

[27] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 394-402.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.02 saniye 14,837,823 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024