BORÇLANMA.. 2
«KÂTÎB-İ ADL = NOTER VE NOTERLİK». 2
ÂYETİN TAŞIDIĞI FIKHI HÜKÜMLER.. 2
İNSAN HAKLARINI KORUMAK.. 3
ALIM - SATIMIN BAZI ÇEŞİTLERİ 4
İslâm Hukuku, aşağıdaki
âyetlerle helâl sayılan alım-satım işleminin en doğru ve sağlıklı biçimde
yürütülmesinin bazı ölçülerini veriyor. Kâtib-i Adi = Noter'in önemine ve
yerine temas ediliyor. Böylece insan haklarının korunması, sürtüşme, tartışma,
yalan ve inkâra neden olacak kapıların ticarî alanda da kapanmasını emrediyor.
«Ey imân edenler!
Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandığınızda, onu yazın? aranızdan
doğrulukla tanınmış bir kâtip yazsın. Kâtip de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi
yazmaktan çekinmesin yazsın.
Bir de üzerinde hak
bulunan (borçlu da yazdırsın da Rabbisi olan Allah'tan korksun, 'borcundan ve
va'desinden) bir şey eksiltmesin.
Eğer borçlu (malını
düşünmeden ya da bilmeden harcayan) bir bön veya zayıf ya da yazdıramıyacak
kadar âcizse, velisi doğruluk ölçüleri içinde yazdırsın ve erkeklerinizden iki
de şâhid tutun; eğer ikisi de erkek olarak bulunamıyorsa, o takdirde şâhidlerden
razı olacağınız bir erkek, biri unutunca diğerinin ona, hatırlatması için iki
kadın tutun,.
Şâhidler
çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Borç az olsun, çok olsun onu va'desine kadar
yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında adalet ölçü ve anlamına daha uygun,
şâhidlik için en sağlam ve şüpheye düşmemeniz için de en yakın olanıdır.
Ancak aranızda hemen
devredeceğiniz peşin bir ticaret (alım-satım) ise, o takdirde bunu yazmamanızda
size bir vebal yoktur. (Yazılmasında ise bir sakınca yoktur).
Alun-satamda
bulunduğunuzda da şâhid tutun; yazana da şâhid-lik edene de zarar verilmesin
(gerekirse ikisinin mesaisi değerlendirilsin) . Eğer zarar verirseniz, herhalde
bu sizin doğru yoldan çıkmanız olur. Allah'tan korkun; Allah size ten doğrusunu
öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.»
İton Abbas (R.A.)'dian
yapılan rivayete göre : Faizcilik yasaklandıktan sonra Selem — Para peşin, mal
veresiye yapılan saitışa cevaz vermek üzere bu âyet inmiştir. Çünkü Medine
halkmın se1em ile ahm-satımda bulundukları yaygın idi.
Bununla beraber âyet
alım-satımla ilgili bütün borç ve vâdeleri kapsamaktadır.
Diğer bir rivayette ise
deniliyor ki :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret ettiklerinde, ora halkı hurma alım-satımında bir iki
yıl i slâf yapar, yani alacağı malın karşılığını nakit olarak peşin verirlerdi.
Bu bir bakıma selem işlemiydi. Bunun üzerine Resûlüllah CA.S.) Efendimiz onlara
şöyle buyurdu :
«Sizden kim hurma alır
da is1âf eder, yani bedelini peşin verirse onu belli ve belirli ölçek ve
tartıyla ve süreyi belirlemek suretiyle uygulasın.»
Bu hüküm yukarıdaki
âyete dayandırılıyordu.
Ayrıca bu hususta
Peygamberimizin şu hadîslerini de- her zaman dikkâte almamız gerekmektedir :
«Sise büyük günahların
en büyüğünden haber vereyim mi?»
Efendimiz bu cümleyi üç
defa tekrarladıktan sonra buyurdu ki : «Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı
gelmek ve yalan yere şahitlikte bulunmaktır.»
«Kim ehil olmadığı
halde bir Müslüman aleyhine şahitlikte bulunursa, ateşteki yerine hazırlansın.»
Üç kimse var ki Allah'a
duâ ederler de duaları kabul olunmaz :
1. Fena huylu olan karısını boşamayan erkek,
2. Yetime,
malını henüz ergenlik çağma
girmeden veren adam,
3. Bir adama faizsiz ödünç verip buna şâhid tutmayan
ıkim-se.»
1 — Borç verip almak ticarî konularda caizdir. Çünkü bunda
kolaylık vardır. Kur'ân bunu genel anlamda belirtmiştir : «Birbirinize belirli
bir süreye kadar borçlandığınızda onu yazın..»
2 — Borç süresinin belirlenmesi gerekir. Bu, daha çok anlaşmazlığı,
haksızlığı ve doğrudan sapmayı önlemek içindir. Aynı zamanda unutkanlık insanın
tabiatında vardır.
Yapılan anlaşma ve sözleşmeyi,
borçlanma ve diğer ilgili hususları yazmakla bu gibi yanlışlıklar giderilmiş
olur.
3 — Borcun miktarım, süresini, kimin kime -boçlu olduğunu belirtmek de
vâcibdir. Bu, hafızalarda meydana gelecek
değişiklik ve unutkanlığı,
borçlunun inkâra sapmasını,
alacaklının fazla bir nisbet istemesini önlemek içindir.
4 — Borcu, Devletin ta'yîn ettiği veya toplumun güvenip
belirlediği, doğruluğu kabul edilen bir kâtibin yazması gerekir. Bu, hem
taraflara, hem topluma güven vermek içindir. Ortaya çıkacak gereksiz iddialara
ve ihtilaflara engel olur.
Böylece rasgele
kişilerin kâtip olarak görevlendirilinemesi, adalet ölüçlerini ve bu konudaki
mevzuatı bilen aynı zamanda Allah'a inanan, çevresine güven telkin eden
adamlardan seçilmesi emrediliyor.
5 — Doğruluğu kabul edilen kâtibin, Dinin ve Örfün
öngördüğü bilgi ve ihtisasa sahip bulunması lâzımdır. Sadece okur-yazar olması
yeterli değildir. «Kâtibün bi'l-adl»
terkibi bütün bu incelik ve özellikleri içerip yansıtmaktadır.
Bu daha çok her işin
ehline verilmesini hatırlatan bir ilâhî buyruktur. Çünkü İslâm'da «adâlet»in
bir takıma tarifi şöyledir : «Her şeyi uygun bulunduğu yere koymak, her işi
ancak ehil olana vermektir.» Bunun aksi zulüm ve haksızlık sayılmıştır.
6 — Borçlu,
borcunun miktarını,
ödeme süresini ve şartlarını açık bir anlatımla kâtib-i adl'e yazdırmalıdır. Bu, daha, çok yazılacak senetle
borçlunun bizzat ifadesinin yer alması, herhangi bir yanlışlığa meydan vermemek
içindir.
Borçlu senedi yazdırırken,
önce Allah'tan korkmalı, sonra da üzerindeki haktan bir şey eksütmeksizin olduğu
gibi dikte etmelidir. Bazı esnek cümleler kullanarak ileride bir haksızlığa
neden olmamaya özen göstermelidir. Kâtibin de bu hususlara yeterince dikkat
etmesi gerekir.
7 — Borçlu bön ya da yaşlılıktan veya bir hastalıktan dolayı âciz ise
veya yazdırmasını beceremiyorsa, kâtip onun ifadesini yaz-mamah, doğruluğu
bilinen velisini istemeli, onun ifadesine başvurmalıdır.
Bu, geri zekâlıları, söz
söyleme yeteneğini kaybetmişleri, hasta ve âcizleri, daha çok açıkgözlerin
hileli yollarından korumaya, tuzaklarına düşmekten uzak tutmaya matuf bir
önlemdir ve emir niteliğindedir.
8 — Müslüman erkeklerden iki kişi, bu mümkün olmadığında
bir erkekle iki kadın şâhid tutmak, senedin sıhhatli biçimde hazırlanması ve
her türlü ihtilâfı önleme için şarttır.
Bu, hem ileride ortaya
çıkacak muhtemel iddiaları, hem bir tarafın haksızlığa sapmasını önlemek
içindir. Ancak şahitlerin, iki tarafın razı olacağı kişilerden seçilmesi
şarttır.
9 — Şâhidlerin, zorunlu bir sebep olmadıkça şâhidlikten
kaçınmaları doğru değildir. Çünkü toplum yapısında fertler her zaman
birbirlerine muhtaç durumdadırlar. Sosyal hayat ve düzenin selâmeti ve devamı
için her fert kendine düşeni yapmakla yükümlüdür. Bu farz-i kifâyedir.
O nedenle Kur'ân'm açık
anlatımından anlaşılan şudur : Hiç kimse şâhidliğe yanaşmazsa, o beldenin
halkının hepsi günahkâr olur.
10 — Kur'ân'da
«Kâtib-i Adl»in gereği belirtildikten sonra bunun gerekçesi şu üç
cümleyle özetleniyor :
a) Böyle yazıp belgelendirmeniz Allah katında -bu konuda-
en âdil yol ve yöntemdir.
b) Şâhid tutmanızda en kuvvetli dayanaktır. Çünkü
hazırlanan senette alacaklının, borçlunun ve şâhidlerin imzası vardır.
c) Şüphe ve kuşkuya düşmemeniz için en yakın bir
sebeptir.
11 — Ancak aranızda hemen devredeceğiniz elden ele
vereceğiniz peşin bir alım-satım ise, Kâtib-i adl'e yazdırmanıza gerek yoktur.
Ne var ki, bu tür alış-verişinizi de gizli yapmayın; gözönünde açık biçimde
yapmanızda yarar vardır.
12 — Kâtib-i adi ile ilgili emirler vücubu mu, nedbi mi
gerektirir?
a) Atâ', İbn Cüreyc ve Nahaî'ye göre, vücubu gerektirir,
ibn Cerîr Taberî de bu görüşü benimsemiştir.
b) Cumhur-i fukahaya göre, emir n e d b
içindir.
İslâm, yukarıda hükümlerini
açıkladığımız âyetle de insan haklarını 1400 yıl önce en âdil ölçüde korumuş,
toplum yapısında güven ve doğruluğun temelini atmıştır. «Kâtib-i adi» bugünün
deyimiyle Noter Ve Noterlik nedir henüz bilinmezken, hakları korumak, haksızlığı
önlemek babında açtığı birçok kapılar, koyduğu bir nice esaslardan biri de bu
olmuştur.
Kur'ân'da toplumla
ilgili emirler, yasaklar ve cezaların uygulama yetkisi -konuyla ilgili
hususları içeriyorsa- daha çok devletin yetkili merci'lerine verilmiştir.
Örneğin kısas ve hadler-bu cümledendir. Abm-satım işlemlerinde, borçlanma ve
benzeri konularda senetle ilgili emir ise hem resmî, hem özel anlamda bir-hüküm
taşımaktadır. Ayetin cümleleri arasındaki bağlantı bu iki hususu yansıtmakta ve
böylece devletin küçük köy ya da kasabada ta'yin edemediği bir Kâtib-i adl'i, o
yerin söz sahibi ve aklı eren kişilerinin bununla yükümlü bulunduğu söz
konusudur. Ancak her iki durumda da güvenilir olduğu kabul edilen bir kâtibin
atanması şarttır. Aynı zamanda kâtibin bilgili, tahsil ve tecrübesinin de bu
konuya uygun olması gerekir.
Kur'ân'da bu önemli
konuda kullanılan «Kâtibün bi'l-adl» terkibi sonraları «Kâtib-i adi» olarak
senet ve bir takım günlük mukavelelere ve işlemlere resmiyet ve güvenirlik
kazandıran özel ya da resmî kâtipler için kullanılmıştır. 1908'den önce Osmanlı
împaratorlu-muharrirleri, kaza ve nahiye gibi küçük merkezlerde ise mahkeme
başkâtipleri yürütürdü. Sonra özel bir kanunla «Kâtib-i adl»e daha başka bir
resmiyet ve yetki tanınmıştır.
Daha gerilere gidilecek
olursa, bu işin kaadı ve nâibleri tarafından yürütüldüğünü görmekteyiz. 1877'de
Mecelle'nin «Beyyinat — Şahldlendirmeler ve belgelendirmelerle» le ilgili bölümü
kabul edilerek yürürlüğe konunca, belge, senet ve benzeri şeyleri düzenleme ve
tasdik işlerinin yetkili bir organ tarafından yürütülmesi lüzumu hissedildi. Bu
nedenle Fransız Noter Kanunundan çevrilen «Mukavelatt Muhabiûrleri Nizamnamemsi»
kabul edildi.
Aslında böyle bir
aktarmaya ya da çeviriye gerek yoktur. Çünkü Kur'ân ve Sünnet bunun esaslarım
koymuş, ana tema olarak lüzumlu dokümanı vermiştir. Hukukçulara düşen bu ana
temanın ışığı altında konuyu değerlendirmek ve o günkü dinî ve millî yapımıza,
sosyal ve âüe düzenimize, ayrıca örf ve âdetlerimize göre bir düzenleme ve
açıklamaya gitmekti. Daha çok hazıra konmaya alışkın bir millet olduğumuzdan
yorulmaya, araştırmaya gerek duymuyoruz ve yabancı milletlerin kendi yapılarına
göre hazırladıkları kanunları, yönetmelikleri" dilimize çevirmekle yetindik.
Roma hukukunda da
bugünkü şekil ve anlamda bir noter ve noterlik kurumu yoktu. Fakat buna zamanla
ihtiyaç duyulmuş ve özel anlamda yetkili kâtipler tutularak bu iş yürütülmüştür.
Diyebiliriz ki, Hukuk
Tarihinde bunun ilk .esasını, ana fikrini ve temasını biçimlendiren, hem
resmiyet, hem özellik kazandıran İslâm olmuştur. Konumuzun özünü oluşturan âyet
tamamen bu konuyla, ilgilidir.
İnsan haklarını, toplum
yapısındaki fertlerin karşılıklı güven içinde iş görebilmelerini koruyup
sağlamakla içice bulunan «Kâtib-i adi» kurumu tarih boyunca bir nice
haksızlıkları, sürtüşme ve tartışmaları, hileli ahm-satımîarı önlemiş,
zayıflardan yana ağırlık getirmiş olması bakımından da büyük bir önem arzetm
ektedir.
İslâm'da almvsatuna hem
cevaz verilmiş, hem çok geniş yer ay-rümışitır. İnsan haklarıyla bir bakıma
ilgili bulunduğu için önemsenmiş ve üzerinde geniş çapta ictihadlar
yapılmıştır. Ancak her türlü alım-satım caizdir denemez. Bunun bir takım şartlan
vardır. Hattâ Hz. Ömer (R.A.) İslâm Ticaret Hukukunu bilmiyenlerin ticâretle
meşgul olmasına müsaade etmemiştir.
Biz burada sadece müctehid
imamlar tarafından caiz görülen dört türlü akm-satımdan bahsedeceğiz :
1 — Müsaveme
2 — Murabaha
3 — Tevliye
4 — Vedi'a
Bu dört kısım
ahm-saitım kârına satış, kârsız satış, zararına satış, belli bir kâr üzerine
konularak yapılan satışları kapsamaktadır. Günümüzde de en çok işlem gören
alrm-satım bunlardır.
1. Müsaveme :
Alıcı ile satıcının pazarlık suretiyle anlaşarak bir malın alım-satımmı
sağlamalarıdır.
Müsaveme yoluyla
yapılan satışa mal sahibi satacağı malın kendisine kaça mal olduğunu belirtmez,
ancak karşılıklı pazarlık yapmak, suretiyle anlaşırlar ve böylece satış
sağlanmış olur. O halde mal sahibi bu durumda malını az veya çok bir değere
satma yetkisine sahiptir. Örfü aşmadığı, alıcıyı fahiş bir kâr sağlamak
suretiyle aldatmadığı takdirde bunda bîr sakınca yoktur.
Bu konuda örf nedir?
Alım-satımm cereyan ettiği beldede halkın insaf ölçüleri içinde belirlediği bir
kâr nisbetidir. Yani o beldede genellikle tüccar yüzde yirmi, en çok yüzde otuz
kârla mal satmaktadır. O takdirde Müsaveme yolu yapılan alım-satımda her ne
kadar serbest pazarlık cârise de örfe uyulması doğru olur. Aksi halde yapılan
alım-satım caiz olsa bile fahiş fiatla satıldığı için satıcı günahkâr sayılır.
2. Murabaha : Satılacak malın maliyeti tesbit edilip
üzerine bir miktar kâr koyularak yapılan satış muamelesidir. îslâm Fıkhında
bilindiği gibi serbest rekabete yer verildiğinden bir kâr haddinin tesbitine
gidilmemiştir. Ancak «gabn-i fâhiş»e yani fahiş biçimde aldatmaya cevaz
vermemiş, bunun için br takım istisnai tedbirler koymuş ve öfrü esas olarak
kabul etmiştir.
O halde satıcı malın
maliyetini iyice tesbit edip belirledikten sonra alıcıya «Bu malın maliyeti 500
liradır, üzerine 100 lira kâr koyarak sana sattım» der, alıcı da kabul ettim
derset yapılan akid sahih ve caizdir. Satıcı malın maliyetini ya iyi tesbit
etmez ya da yalan söylerse, günah işlemiş olur. Dolaylı yoklan kul hakkına
tecavüzde bulunmuş sayılır.
3. Tevliye : Satıcı elindeki malı paraya çevirmek
istediğinden veya borcunun va'desi geldiği için onu vaktinde ödemek niyetiyle
maliyeti üzerinden satabilir. Buna İslâm Fıkhında Tevlîye denilir. Satıcının
kendi rızasiyle cereyan ettiğinden buna da cevaz verilmiştir. Ancak bu yola
başvururken alıcıyı aldatmak maksadiyle tevliyede bulunuyorsa, o takdirde büyük
günah işlemiş olur. Tesbiti halinde yetkili makamlarca ticaretten men'ine karar
verilebilir.
4. Vedîa : Satıcının elindeki malı maliyetinden aşağı bir
fiat-la satması anlamına gelir. Genellikle hiçbir tacir malını zararına, yani
maliyetinden aşağı bir fiata satmak istemez. Ancak bu yola başvurmasında bir
takım ihtiyaçlar sözkonusu olabilir. O takdirde alıcı olan kimse onun sıkışık
durumunu dikkate alarak daha fazla bir zarara sokmaya çalışm amalidir, Aksi
halde günahkâr olur. O takdirde bir kimse malını zararına satabilir, din buna
cevaz vermiştir. Yeterki alıcı daha kurnaz davranıp onu daha falza zarara
sokmasın. Ayrıca malını maliyetinden aşağıya satan kimse., bu hususta çok dürüst
olmak zorundadır. Müşteri çekmek, bazı saf kimseleri aldatmak için bu yola
başvuruyor ve malın hakiki maliyetini gizliyorsa, o takdirde hem büyük günah
işlemiş olur, hem yetkili makamlar onun bu hilesini tesbit ettiği takdirde
ticaretten men'ine karar verebilir.
Bir.de takva yönünden
sakıncalı olan ve imamlarca üzerinde ittifak edilmiyen Bey'u'n Bi'l-Vefâ var.
Satıcı sattığı malı ileride geri alabilir şartiyle satar, alıcı da bunu kabul
eder ve alıcı bu alım -satım feshedilinceye kadar ondan yararlanırsa, buna
Bey'un bi'l-ve-fâ denilir. Bu durumda alıcı satın aldığı bu malın tam sahibi ve
mâliki sayılmaz, çünkü ileride feshedilme şartı vardır. Tabii bu fesih yalnız
tek tarafa değil tarafeyne verilmiş bir yetkidir. Ahcı ile satıcıdan herbirleri
istedikleri zaman bunu feshedebilirler.
Bu durumda ilgili
ahm-satım fâsid bey'i hükmüne girmektedir. Alıcı satın aldığı bu malı başka
birine satma yetkisinden olmadığı için satın alınan mal aslında bir rehin
anlamındadır. Yani o hükmü taşımaktadır. Alıcı ile satıcı verdikleri söze sadık
kaldıkları veya kalacakları için de bu tür alım satım «vefa» tabiriyle,
bağlantılı kullanılmıştır.
İslâm hukukçuları bu
tür alım-satıma pek itibar göstermemişlerdir. Çünkü iki tarafın d., feshetme
yetkisi mevcuttur. Bu bakımdan fâsid beyi'ler arasına girmektedir. Hem bu tür
alım-satımda faiz kokusu da vardır. Her ne kadar bazı ihtiyaçlardan dolayı buna
cevaz verilmişse de sakınılması takva yönünden çok daha hayırlıdır.