KIRK HADİS
ZEKİ SOYAK
ilkadım yayınları
1
İhya Yayıncılık
Sanayi Ticaret Ltd. Şti
Osmanlı Caddesi No:15 50100 NEVŞEHİR
Tel:(0384) 213 65 43 • Fax:(0384) 212 62
22
İÇİNDEKİLER..
1
TAKDİM..
4
FİRASET.
6
DUA..
7
SEVABI KESİLMEYEN ÜÇ AMEL.
9
AKILLI ADAM..
11
MÜ’MİN İKİ KERE ALDANMAZ.
13
MAL VE TAKVA..
15
MALAYANİYİ TERKETMEK..
16
AMELLERİN EN SEVİMLİSİ
18
ALLAH SİZİN SÛRETLERİNİZE BAKMAZ.
19
İYİLİĞİ EMR KÖTÜLÜĞÜ NEHY..
21
KÂMİL MÜ’MİNİN ALÂMETİ
23
KİŞİ ARKADAŞININ DİNİ ÜZEREDİR..
25
İŞ EHLİNE VERİLMELİDİR..
26
İTAATİN ÖNEMİ
28
HİLMİYET.
29
HADDİ AŞANLAR..
31
HİCRET VE CİHAD..
32
FİTNELER..
34
VEFASIZIN AKIBETİ
35
İMANIN ŞUBELERİ
36
ERKEKLERİN KADINLARA BENZEMESİ
38
İKİ YÜZLÜLÜK..
39
RİYA..
40
KİŞİYE YETEN GÜNAH..
42
HİDAYETE DAVET DALÂLETE DAVET.
43
İYİ VE KÖTÜ TACİRLER..
45
GADAPLI İKEN HÜKMETMEYİN..
47
MAZLUMUN BEDDUASI
49
BÜYÜĞE SAYGI KÜÇÜĞE SEVGİ
51
LİVATA..
52
RİBA..
53
MAL VE ŞÖHRET HIRSI
54
TAVLA v.b. OYUNLAR..
56
MİSVAK KULLANMAK..
57
CEMAATLE NAMAZ KILMAK..
58
HİLALİ GÖZETLEMEK..
60
73 FIRKA..
62
TEVBE.
65
MAHŞERDE YAPILACAK SORGULAMA..
67
DÜNYA MÜ’MİNLER İÇİN ZİNDANDIR..
69
- DUA -
70
TAVSİYELER..
71
KAYNAKLAR..
77
“O hevasından konuşmaz.O (nun konuşması
kendisine) vahyedilenden başkası değildir."
(Necm Sûresi/ 3-4)
Allah Teâlâ, ahir
zaman nebisi Hz. Muhammed (sav)'i, en mükemmel sûret ve sîrette yaratmış
ve onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. O’nu tanımak ve sevmek,
sünnetine ittiba edip ahlâkı ile ahlâklanmak her müslüman için bir
vecibedir. O insanların en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en cömert
ve mütevâzı olanı idi. Ve onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi. O şahsı için
hiç kin tutmaz. Bir şeye kızarsa, o şey Şeriat'a aykırı olduğu için
kızar, bir şeyi beğenirse, o şey Şeriat'e uygun olduğu için beğenirdi.
Kimsenin gönlünü kırmaz, hiç kimseyi hor görmez, kimse ile çekişmez,
bağırıp çağırmaz, kimseye kötü söz söylemez ve hiç kimsenin ayıp ve
kusurlarını araştırmazdı. Fakirlere, kölelere, yetim, dul ve
kimsesizlere her hususta yardımcı olur, onları görüp gözetirdi.
Komşularına iyilik yapar, akraba hak ve hukukuna riayet ederdi. Hülâsa
o, en üstün bir ahlâk üzere yaratılmış ve en güzel ahlâkı tamamlamak
üzere ba's olunmuştur. Onun pâk ve nezih hayatı yaşanılan Kur'an'dı.
Onun fiil, kavl ve takrirleri ise, Kur'an'ın en berrak ve en sağlam
tefsiridir. Onun yaşantısını ve sünnetini tanımadan, Kur'an'ı gerçek
manâda tanımak mümkün değildir. Onun yaşantısı ve sünnetini tanımak
hususunda ashabın büyük hizmetleri olmuştur. Çünkü onlar Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem'in fem'i saadetlerinden sâdır olan sözleri,
fiil ve takrirleri en ince teferruatına kadar zabtedip rivayet
etmişlerdir.
Daha sonra Halife
Ömer ibni Abdulaziz'in emri ile hadislerin toplatılıp yazılmasına
başlanılmış, böylece Kur'an-ı Kerim'den sonra, İslâm'ın ikinci kaynağı
olan hadis-i şerifler kitaplara dercedilmiştir. Ulemânın bu hususta
gösterdiği şevk, gayret ve fedâkârlık dillere destan olmuştur. Kütüb-ü
Sitte olarak bilinen, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî ve İbn-i
Mace ile İmam Malik'in el-Muvatta, İmam Ahmet bin Hanbel'in el-Müsned
adlı hadis mecmuaları en meşhur hadis kitaplarıdır. Bunlar içinde,
Kur'an'dan sonra en sahih kitabın Sahih-i Buharî ile Müslim olduğunda
ulemânın ittifakı vardır.
Rasûl-ü Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem, sünnetin ihyası ve hadislerin hıfz ve
rivayeti hususunda ümmetini teşvik etmiş ve onları şefaat, cennet ve
şehidlik sevabı ile müjdelemiştir.
"Benden bir şey
işitip, onu işittiği şekilde tebliğ eden kişiye Allah iyilikler ihsan
etsin. Nice tebliğ olunan kişiler var ki onu ilk işitenden daha iyi
hıfzedip daha iyi anlar." (Tirmizi)
"Her kim kırk hadisi
şerifi hıfz eder ve ümmetime nakle-derse kıyamet günü ben ona şefaatçı
ve şahid olurum." (İmam Nevevi)
"Her kim kırk hadisi
hıfz eder ve ümmetime naklederse ona "cennete dilediğin kapıdan gir"
denilir."(İmam Nevevi)
"Her kim kırk hadisi
hıfz eder ve ümmetime naklederse âlimler zümresinde yazılır ve şehidler
zümresinde haşro-lunur." (İmam Nevevi)
Hadis-i şeriflerden
de anlaşılacağı gibi kırk hadis-i şerif'i ezberleyip mucibince amel
etmek ve diğer müslümanlara nakletmek büyük bir fazilete, tebşir-i
Muhammediye'ye mazhariyettir.
O bakımdan her
müslüman bu hadis-i şerifleri ezberleyip din kardeşlerine nakletmeli ve
bu hususta elinden gelen gayreti göstermelidir.
Önemli Bir Hatırlatma
Ayet-i kerime ve
hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmak ve ictihad etmek müctehid ulemâya
mahsus bir iştir. Diğer müslümanların yapması gereken de, ahlâk,
fazilet, nasihat ve hayırlı iş ve hizmetlere teşvik ile ilgili hadisleri
öğrenip mucibince amel etmek ve müctehid imamlara tâbi olmaktır. Ahkam
ile ilgili hadisi şerifleri ise, okuyup öğrenmekle beraber, onlardan
kendimize göre hükümler çıkarmak gibi tehlikeli bir işe asla tevessül
etmemeli-yiz. Maalesef zamanımızda bazı kişiler, hiç de ehil
olmadıkları hâlde, ayet ve hadislerin meallerine bakarak hüküm vermek,
ictihad etmek gibi çok yanlış bir iş yapmakta, hem kendilerini hem de
etrafındakileri tehlikeye atmaktadırlar.
Müslümanlar olarak,
ehl-i sünnet ve’l cemaat imamlarının gösterdikleri NEBEVİ YOLDAN asla
tâviz vermeden sünnet-i seniyyeye uygun bir yaşantı için bütün
imkânlarımızı seferber etmeliyiz.
Allah Teâlâ bizleri
ilim, amel-i sâlih, tebliğ ve cihadla müzeyyen, ihlâs ile müheyya
eylesin. Kur'an ve sünneti anlama, idrak ve şuuruna erdirsin. Amin.
İlk baskısı 1990,
ikinci baskısı 1993, üçüncü baskısı 1995 yılında yapılan bu kitabın
2000 yılında da bazı düzeltmeler, küçük çapta ilaveler ve yeni bir
dizayn ile dördüncü baskısı yapılmıştır.
Tevfik ve
muvaffakiyet Allah Teâlâ’dandır.
13 Şevval 1420
20 Ocak 2000
Zeki SOYAK
1- Ebu Saîd el-Hudrî
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
-
Mü'minin ferâsetinden sakınınız. Çünkü o Allah'ın nûru ile bakar. Sonra
“İşte bunda düşünen ferâsetli kişiler için ibretler vardır” ayetini
okudu.
İZAHI:Ferâset:
Anlamak ve bilmek manalarına gelir. Ferâset, kâlb gözüyle görülen
eşyanın hakikatini, aklın idrak etmesidir. İlm-i hikmet, ince anlayış,
derin tefekkür, basîret, yaratılıştaki idrak ve kabiliyet, sezgi ve
tecrübe ilk bakışta muhatabı tanımaya vesile olur.
Enes bin Malik'ten rivayet edilen bir
hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Allah azze ve
celle'nin öyle kulları vardır ki insanları ferâsetleri ile tanırlar”
(Kurtubi) buyurmuştur.
İman ve hikmet ile nurlanan, âmâli sâliha
ile tahkim edilen, niyyet-i hâlisa ve takva ile sıdk makamına ulaşıp,
nefsin tasallutundan kurtulan, ruh, kâlb ve akıl, kişinin fikir ve
görüşünü netleştirir, düşüncesini berraklaştırır ve meseleye
vukûfiyetini ve doğru teşhisini gerçekleştirir. Kâlb ilahî ilhamlara
teşne olur. Ruh bedenin kesafetinden kurtulur. Akıl doğru düşünme
melekesini kazanır. Böylece kâlb, dünyanın yaramaz ve faydasız
işlerinden, masiyetin kir ve bulanıklığından ve her türlü havatırdan
te-mizlenip tecelliyat-ı ilâhiyeye mazhar olur. Akıl, hayır ile şerri,
iyi ile kötüyü tefrikin de ötesinde iki hayır birleştiği zaman,
hangisinin daha hayırlı olduğunu farkedecek dereceye yükselir.
Cafer-i Sadık, Numan bin Sabit (İmam-ı
Azam) yanında talebe iken O'na:
-Akıl nedir? diye
sormuş, O da;
-Hayır ile şerri
ayırt eden melekedir, demiş. Cafer-i Sadık;
-O'nu atlar bile
temyiz eder. Sahibi, atın yanına gelirken kendisine ot mu getiriyor,
yoksa kırbaç mı vuracak bilir.
Numan bu cevap
karşısında şaşırır. Bunun üzerine Cafer-i Sadık:
-Akıl, iki mühim
hayır zuhur ettiği zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu temyiz eden
melekedir, buyurur.
Hz.Ömer radıyallahu
anh: “Sual soran adamın, sualinden onun seviye-i akliyesini anlarım”
demiştir.
Bir kişi Abdullah ibni Abbas’a, “Aklın
başı nedir?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Kendisine zulmedeni
affetmek, kendisinden altta olanlara tevazu göstermek, önce düşünüp
sonra konuşmaktır.”
Mevlâna, Mesnevi'de
“Çok zeki ve ferâsetli olan zehiri görür görmez tanır. Diğeri ise
dudağına ve dişine dokundurunca anlar” demektedir.
Bir topluluk çarşıdan
geçiyordu. İçlerinden biri bir kadına baktı. Sonra Hz. Osman radıyallahu
anh'ın huzuruna çıktılar. Hz. Osman radıyallahu anh:
“Sizden biri gözünde
zina eseri olarak huzuruma girdi” de-yince O zat:
“Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemden sonra vahiy mi?” dedi. Hz.Osman
radıyallahu anh:
“Hayır. Fakat bürhan,
ferâset ve sıdk vardır” diye cevap verdi.
Abdullah ibn-i Abbas
radıyallahu anh:“Herhangi bir kişi bana sual sorunca, fakih mi veya
fakih değil mi bilirim” derdi. Bunlar üstün ferâset örnekleridir.
Ferâsetin zıddı
bönlük ve anlayışsızlıktır. Kişi kendi nefsi ile başbaşa kalır, ilahî
emir ve nehiyler karşısında duyarsız, hikmet ve şeriat ilimlerinden
behresiz olursa, onun ferâset ve basîreti körlenir, insanları gerçek
çehresi ile tanıyamaz, hâdiselere doğru teşhis koyamaz. Dost ve düşmanı
ayırt edemez. İyilik edeyim derken kötülük eder, faydalı olayım derken
zararlı olur.
Bönlük ve
anlayışsızlıktan kurtulmanın ilacı, ilim ve hikmet tahsil edip gereğince
amel etmektir. «Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse ona
pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri
anlar.» (Bakara: 269)
İmam-ı Azam, talebesi
Ebu Yusuf'a: «Sen anlayışsız bön bir kimse idin. Fakat tahsile devamın
seni bu durumdan kurtardı» demiştir.
Günümüz
müslümanlarının büyük bir çoğunluğu tağutî düzenlerin şirk, küfür ve
masiyet pisliğinde kirlenmiş, basiretleri körlenmiş, idrak ve
ferâsetleri kararmış, dolayısıyla dosta düşman, düşmana dost, hakka ve
hayra mâni, batıl ve şerre yardımcı ve daha acısı işledikleri bu
masiyetlerinden habersiz bulunmaktadırlar.
Müslümanların bu
durumdan kurtulması için, İmam-ı Azam hazretlerinin işaret buyurduğu
gibi, şeriat ve hikmet ilimlerini tahsil etmek. «Dar'ul Erkam
eğitimleri» ile müslümanların kâlb ve kafalarının aydınlanmasını
sağlamak ve bunun için bütün imkânları seferber etmek lazımdır.
Hadis-i şerifte
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin okuduğu ayet Hicr Sûresi'nin
yetmişbeşinci ayetidir. Ayette geçen «mütevessimin»i, İbn-i Abbas;
«nâzirîn», Mukatil; «mütefekkirîn», Mücahid ise «müteferrisîn» şeklinde
tefsir etmişlerdir.
2- Ebu Hureyre
radıyallahu anhden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
- Kim Allah subhanehuya dua etmez ise,
Allah o kimseye gazab eder.
İZAHI:
Dua, kulun Allah Teâlâ'ya tazarruu, yakarışı acz ve ihtiyacını arz,
lütuf ve yardımını niyaz edişidir. Allah Teâlâ'ya dua etmemek, bir çeşit
kibir ve
ona muhtaç olmamak tavrı, istiğna belirtisidir. Bu hâl ise kul için asla
caiz değildir. Allah Teâlâ kulun duasından, istiğfar ve tevbesinden
hoşlanır. Dua etmeyene ise gadab eder. Kulların pek çoğu ise kendisinden
bir şey istendiğinde hoşuna gitmez ve hatta öfkelenir.
Dua bir ibadettir.
Onun için duayı terk etmek, dua ile yapılan ibadeti terk etmektir. Numan
bin Beşir radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre: Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
«Şüphesiz dua
ibadettir» buyurdu. Sonra: «Ve Rabb’ınız buyurdu ki; siz bana dua ediniz
ki ben de size icabet edeyim. Bana dua etmeye tenezzül etmeyenler,
şüphesiz alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.» (Mü'min: 60) ayetini
okudu. (Ebu Davud)
Dua, Allah Teâlâ'ya
yakınlıktır. Aziz ve celil olan Rabb’ın huzurunda kulluğun doruk noktada
idrak edilişidir. Kul, kalbinden bütün masivayı atarak, Rabb’ına
yönelir, onu görürcesine tazarru ve niyazda bulunur. Bütün varlıklardan
yüz çevirip O’nun ehadiyet nurunda müstağrak olur, verenin de, alanın da
O olduğu idraki içinde ihlas ve samimiyetle dua eder ve duası kabul olsa
da, olmasa da «Ya ilahî! Sen Rabb’ımsın, Sen’in dergâh-ı izzetinden
başka müracaat kapım yok» diyerek duasına devam eder ve ısrar ederse bu
hâl bir kurbiyyet, manevî bir yükseliş ve duanın kabulüne biiznillah
vesîle olur. Zaten ibadetlerden maksat da Allah Teâlâ'ya vasıl olup,
O'nun rızasını kazanmaktır.
«(Habibim) Kullarım
sana beni sorunca (haber ver ki) muhakkak ben yakınım. Dua edenin, dua
ettiği zaman duasına icabet ederim. O hâlde onlar da benim davetime
icabet ve bana imanda devam etsinler. Ta ki (o sayede) doğru yola
ulaşmış olalar.» (Bakara: 186)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Benim ümmetime peygamberlerden
başka hiç kimseye ve-rilmeyen üç şey verilmiştir:
Allah bir peygamber
ba's edince "Dua et kabul edeyim" der. Bu ümmete ise, "Dua ediniz icabet
edeyim" (Mü'min: 60) buyuruyor.
Allah bir peygamber
gönderince "Din hususunda hiçbir zorluk yüklemedi" der. Bu ümmete ise
"Allah din hususunda sizin üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi" (Hac:78)
buyurmaktadır.
“Allah bir peygamber
gönderdiği zaman, o peygamberi ümmeti üzerine şahit kılmıştır. Bu ümmeti
ise insanlar üzerine şahit kılmıştır." (Kurtubi)
Halid Rebi': Bu
ümmete gıbta edilir ki Allah Teâlâ: "Bana dua edin, size icabet edeyim"
(Mü'min:60) buyurarak hem dua ile emrediyor ve hem de dualarına icabet
edeceğini va’dediyor. Dua ile icabet arasında da bir şart yok
demektedir.
Ebu Said el-Hudri
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Bir müslüman, içinde
günah ve akraba ile alakayı kesmek isteği olmayan bir dua ettiğinde
Allah Teâlâ O'na üç şeyden birini ihsan eder. Ya hemen duasına icabet
eder, ya onu ahirete bırakır ecrini bol bol verir, yahut duasının
mislince günahına keffaret olur."
Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in:
"Zikirlerden ve sözlü ibadetlerden hiçbir şey, Allah subhanehû katında
duadan daha faziletli değildir." (İbn-i Mace) buyurduğunu rivayet
etmiştir.
Başka bir hadis-i
şerifte: "Dua ibadetin iliğidir" (Tirmizi) buyurularak duanın efdal bir
ibadet olduğuna işaret edilmiştir.
Hülâsa kul, her
fırsatta Rabb’ına dua etmeli, hem dünya hem de ahirette âfiyet ve
selâmet istemeli ve duayı adabına uygun bir şekilde yapmalıdır.
Duanın adabından bir
kısmı şunlardır:
1-Abdestli bulunmak.
2-Vakit namazlarından
sonra veya namaz vaktinin dışında ise iki rekat nâfile namaz kılıdıktan
sonra dua etmek.
3-Kıbleye yönelip
besmele, hamdele ve salvele ile başlamak.
4-Duanın başında,
ortasında ve sonunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme salavât-ı
şerife okumak.
5-Besmele, hamdele ve
salveleden sonra günahları için tevbe ve istiğfar etmek.
6-Anne ve babaya dua
etmek.
7-Yalnız kendisi için
değil sâlihler, sadıklar ve bütün mü'minler için dua etmek.
8-Haram, günah ve
muhâl olan şeyler için dua etmemek.
9-Duanın kabulü için
acele etmemek.
10-Uyanık bir kâlble
ihlas ve samimiyet içinde mütevazi bir hâlde dua etmek.
11-Helâl lokma yemek,
helâl elbise giymek.
12-Dua bitince "Amin"
demek.
Ehl-i hikmetten bir
zâta, “Dua ediyoruz, fakat kabul olmuyor. Halbuki Allah Teâlâ: ‘Bana dua
ediniz icabet edeyim’ buyuruyor” dediler. O zât şöyle cevap verdi: “Şu
yedi huy duanın kabul olmasına manidir:
1- Rabbınızı
darıltıyor, O’nun rızasını kazanmıyorsunuz. Yani bir takım kötülükler
yapıyor, fakat pişman olmuyor, tevbe ve istiğfar etmiyorsunuz.
2- Biz Allah’ın
kullarıyız, diyorsunuz, lakin kulun yapması gerekenleri yapmıyorsunuz.
3- Kur’an
okuyorsunuz, onunla amel etmiyorsunuz.
4- Hz. Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellemin ümmeti olduğunuzu söylüyorsunuz, O’nun
sünneti ile amel etmiyorsunuz.
5- Dünyanın Allah
katında sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur, diyorsunuz, ama
ona bütün gücünüzle sarılıyorsunuz.
6- Dünyanın geçici
olduğunu söylüyorsunuz, fakat orada devamlı kalacakmış gibi
davranıyorsunuz.
7- Ahiretin dünyadan
daha hayırlı olduğunu söylüyorsunuz, fakat dünyayı ahirete tercih
ediyorsunuz.
Bir sahabi,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme üçgün üst üste en üstün ve en
faziletli duanın hangisi olduğunu sormuş. Rasûl-ü Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem de: «Kulun, ‘Allahım senden dünya ve ahirette âfiyet
dilerim’ duasından daha faziletli hiçbir dua yoktur.» buyurmuştur.
Ya Rabbi! Bizlere
dünyada da, ahirette de âfiyet ihsan eyle. Amin.
3-Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- İnsan öldüğü zaman üç şey hariç ameli
kesilir: Sadaka-yı cariye, kendisinden faydalanılan ilim, kendisini
hayırla yâd ettiren sâlih evlat.
İZAH:
İnsanın ölümü ile bütün ameller sona erer. Ve artık kendisine sevap da
yazılmaz. Ancak hadis-i şerifte zikredilen üç amel müstesna. Bu üç şey
devam ettiği müddetçe, bu amellerin sahibi olan ölüye sevab yazılmaya
devam edilir.
Sadaka-ı cariyeden
maksat; câmi, medrese, kervansaray, bağ, bahçe, tarla, çeşme gibi umumun
menfaatine hâdim vakıflar tesis etmektir. Vakfedilen mal, sahibinin
mülkünden çıkıp, Allah için vakfedildiğinden, satılması, bağışlanması ve
miras olarak alınması caiz değildir. Müslümanlar asr-ı saadetten
zamanımıza kadar çeşitli sahalarda pek çok vakıflar yapmış ve bu
vakıflar sayesinde nice hayırlı hizmetler ifa edilmiştir. Göçmen
kuşlardan hasta ve yaralı olup da, mevsimi gelince göç edemeyenlerin
bakım ve tedavisi için bile vakıflar tesis edildiği düşünülünce,
ecdadımızın vakıf mevzuundaki hassasiyeti ve vakıf işlerine verdiği önem
anlaşılmış olur.
Kendisinden
faydalanılan ilim, okutulan, yazılan, insanlığın faydasına arzedilen
ilimlerdir. Neşredilmeyen, başkalarına nakledilmeyen ilim hapsedilmiş ve
dolayısıyla insanların yararlanması engellenmiş olur. Bu sebeble
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Her kim bir ilmi
tahsil eder de sonra onu gizlerse, Allah o kimseyi kıyamet gününde
ateşten bir gemle gemler" buyurmaktadır.
İlim, ya talebe
yetiştirerek veya kitap yazarak veya diğer iletişim vasıtaları ile
neşredilir. İlim adamının ilim adına bıraktığı miras, yetiştirdiği
talebeler ve yazdığı kitaplardır. Yazılan kitap gerçekleri dile getirir
ve insanın dünya ve ukbasına faydalı bilgileri içerir, talebe de aynı
şekilde doğruları konuşur, hakka davet eder ve insanlığın dünya ve ukba
saadeti için çalışırsa, kitabı yazan, talebeyi okutan ehl-i ilime
öldükten sonra da sevap yazılır. Kitap zararlı olur, talebe de kötülük
ve zulme öncü olarak yetişti-rilirse, bu takdirde o kitabı yazan ve o
talebeyi yetiştirene ancak günah ve azab vardır. Bu hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem :
"Bir kimse doğru bir
yola davet ederse ona tâbi olanların ecirleri kadar kendisi için ecir
olur. Tâbi olanların ecirlerinden de bir şey eksilmez. Her kim bir
dalalete davet ederse ona tâbi olanların günahları kadar kendine günah
olur, tâbi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez“
buyurmaktadır. (Müslim)
İslâm dininde ilmin,
âlimin, ilim öğrenip ve öğretmenin değer ve kıymeti çok yüksektir.
"... De ki:
Bilenlerle bilmeyenler hiç müsavi olurlar mı? İbret alanlar ancak akıl
sahibleridir." (Zümer: 9)
"Kullarından ancak
âlim olanlar Allah'tan korkarlar. Şüphesiz Allah azizdir, gafurdur."
(Fatır: 28)
"Allah Teâlâ kime
hayır murad ederse, O'nu dinde fakih kılar ve O'nu doğru yoluna ilham
eder." (Buharî)
«Âlimler
peygamberlerin varisleridir.» (Buharî)
«Âlimin âbide olan
üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı tabakada olan birine üstünlüğüm
gibidir.» (Buharî)
«Gidip ilimden bir
mesele öğrenmen, yüz rekat (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.»
(İbn-i Mace)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Allah'ın rahmeti ha-lifelerimin üzerine olsun»
buyurunca, “Halifelerin kimdir?” denildi. «Sünnetimi ihya edenler ve
onları Allah'ın kullarına öğretenlerdir» buyurdu. (İbn-i Abdülberr)
«İlim tahsil etmek
her müslüman üzerine farzdır.» (Buharî)
Hz.Ali kerremallahu
vechehu: «Cennet, ilim tâlibi olan kimseyi arzular. Cehennem de isyan
peşinde koşanları ister» demiştir.
Sâlih Evlat: Sâlih
ameller işleyen, İslâm'ın ve insanlığın yararına işler yapan ve bu
sebeble anne ve babasını hayırla yad ettiren evlad demektir. Amel–i
sâlih, esasen iyi olan bir işi, Allah ve Rasûlü'nün istediği bir şekilde
yapmak demektir. Meselâ, Allah yolunda cihad etmek çok iyi bir ameldir.
Ancak cihad Allah rızası için değil de, şöhret, makam, mal ve mansıb
için yapılırsa amel-i sâlih olmaktan çıkar.
Anne ve babalar
evladlarına evveliyetle İslâmî bir isim koymak, ona en azından farz olan
ilimleri öğretmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahlâkı ile
ahlâklanmaları için çalışmak, hayırlara teşvik edip şerlerden
sakındırmak, zamanı gelince iyi bir müslümanla, İslâm'a uygun bir düğün
yaparak evlendirmek; hülâsa onu iyi bir kul, iyi bir müslüman olarak
yetiştirmekle mükelleftir.
Hasan-ı Basrî
rahmetullahi aleyh şöyle der: “Bir kimse çocuğuna Kur’an’dan bir parça
öğretse ona cennet hullelerinden üç hulle giydirilir. Onların her biri
dünya ve içindekilerden hayırlıdır Sonra her harf için ona bir derece
ihsan edilir.”
Zamanımızda masiyetin
her çeşidi açıktan yapılıyor. Şer güçleri, radyo, tv., internet video,
basın-yayın, sinema gibi vasıtalarla, çocuklarımızın iman ve ahlâkını
tahribe yönelik her türlü imkanı kullanıyorlar. Devlet ise bu
tahribatı önlemek şöyle dursun, içki vb. reklamları kendi eliyle
yapıyor. Müslümanların yapması gereken ise, bütün imkanları seferber
ederek, yavrularımızın İslâmî bir vasat içinde yetişmelerini sağlamaya
çalışmaktır. Onları emin ellere teslim edip, ilim adamları ve iyi,
güvenilir, ahlâklı, imanlı gençlerle beraber olmalarını sağlamaktır. Her
aile çocuklarını İslâmî hizmetlere ve İslâmî ve diğer faideli ilimleri
öğrenip, insanlığın kurtuluşu için çalışmaya hazırlamalı ve onun için
bütün imkanlarını ortaya koymalıdır. Bu hizmetler için zengin olan
müslümanlar, fakir olanlara yardımcı olmalıdırlar.
Böyle evlat
yetiştiren anne ve babanın amel defteri kapanmaz, öldükten sonra da
onlara sevaplar yazılır.
Hadis-i şerif,
vakfın, ilmin ve faydalı evlad yetiştirmenin faziletine delildir.
4- Ebu Ya'lâ, Şeddâd
bin Evs radıyallahu anhden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
- Akıllı adam, nefsini hesaba çeker ve
ölümden sonraki hayat için iyi amel işler. Aciz adam nefsini hevasına
uydurur, sonra Allah'dan (mağfiret) temenni eder. (İbn-i Mace)
İZAHI:
Allah Teâlâ'nın insanoğluna ihsan ettiği nimetlerden biri de akıldır.
Kişinin mükellef oluşu aklından dolayıdır. Aklı olmayanın mükellefiyeti
de yoktur. Müslüman akıllı insandır ve aklını İslâm'ın emrine verir.
Allah Teâlâ akl-ı selim sahiblerini övmüştür ve onların vasıflarını
bildirmiştir.
«Rabb’ından sana
indirilenin hak olduğunu bilen kimse (inkâr eden) kör kimse gibi olur
mu? Bunu ancak akl-ı selim sahibleri anlar. Onlar Allah'ın gözetilmesini
emrettiği şeyleri gözeten, Rablarından sakınan ve kötü hesaptan korkan
kimselerdir. Yine onlar Rablarının rızasını isteyerek sabreden, namazı
dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak
(Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte
bunlar var ya, dünya yurdunun sonucu (cennet) sadece onlarındır.» (Rad:
19-23)
«Ey Muhammed! Sana bu
mübarek kitabı, ayetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt
alsınlar diye indirdik.» (Sa'd: 29)
«Dinleyip de sözün en
güzeline (Kur'an'a) uyanlar, işte Allah'ın hidayet edip, doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akl-ı selim sahipleridir.»
(Zümer: 18)
Hz.Ebubekir
radıyallahu anh: «Akıllıların en akıllısı takva sahipleri, ahmakların en
ahmağı da fâcir olanlardır» der.
Ahnef bin Kays'a
«Kula verilen şeyin hayırlısı nedir?» diye sormuşlar, O da; «Normal bir
akıldır» demiş. «Eğer o olmazsa» denilince «İyi bir edebtir» diye cevap
vermiştir.
Ehl-i hikmetten bir
zâta, “Akıllı kimdir?” diye sordular. O: “Açıkta yapınca utanacağı bir
şeyi gizlide de yapmayan kişidir.” dedi.
Bir diğeri de: «Aklı
olgunlaştırmak, Allah'ın rızasına uymakla ve gadap ettiği şeyden
sakınmakla olur» demiştir.
Müslüman akıllı
insandır. Fakat akılcı değildir. Çünkü akılcılık felsefî sapık bir
ekoldür. Onlar akıl ile her şeyi halledeceklerini zannederler. Akıl
dinin hükümlerini anlamakta, dünya işlerini dine uygun bir şekilde
tanzim etmekte, Allah'a kulluk vazifesini ifa etmekte iyi bir vasıtadır.
Ve bu hâliyle de büyük bir nimettir. Aklını putlaştıran nice insan
vardır ki, şirk ve küfür karanlığında yok olup gitmişlerdir. Kâinattaki
bir çok şeyin esrarına vakıf olup, keşifler yaptıkları hâlde kâinatın
yaratıcısını inkâr etmişlerdir. Aya ayak basan bir Rus astronot haşa;
"Allah burada da yok» diyebilmiştir.
Hükemâdan bir zat:
«Aklına güvenip sarılan sapıtır» demiştir. Nefis; iyice terbiye edilip,
itaat altına alınana kadar tehlikelidir. İnsan için çok zararlı bir
düşmandır. Çünkü o kötülüğü emredicidir. «Nefsimi temize çıkarmam. Çünkü
Rabb’ımın acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü
emredicidir. Rabb’ım çok bağışlayan, çok esirgeyendir.» (Yusuf: 53)
Nefis ihmal edilir,
serkeşliğine mâni olunmaz, sınırsız arzuları gemlenmez ise, onun verdiği
zararı hiçbir düşman veremez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
«Ya Rabbi! Gözümü açıp kapayıncaya kadar bile olsa beni nefsime bırakma»
diye dua etmiştir.
Kudsî bir
hadiste: «Nefsine adavet et. Çünkü nefis bana düşmanlık için
dikilmiştir» buyurulmuştur.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de Tebük Seferi'nden dönüşünde «Küçük cihaddan büyük
cihada döndük» buyurarak nefisle cihadın ehemmiyetine işaret etmiştir.
Nefsin, emmâre,
levvâme, mülhime, mutmainne, râdıye, merdiyye ve kâmile olmak üzere yedi
mertebesi vardır:
Emmâre: Kötülüğü
emreder, isyânkârdır, inkârcıdır. Günah-ı kebâir işler.
Levvâme: Kısmen
terbiye görmüştür. Günah irtikab edince pişmanlık duyar. Kötü fiillerin
arzusu tamamen içinden çıkmamıştır.
Mutmainne: Kötü
fiiller tamamen terkedilmiş ve günah işleme isteği de külliyen unutulmuş
ve manevî terakkîler vücud iklimine hâkim olmuştur.
Râdiye: Allah'ın
rızasını kazanmaya yönelmiş, Allah'tan gelen, ister musibet isterse
nimet sûretinde gelsin, ondan razı olmuştur.
Merdiyye: Allah'ın
rızasını her şeyin üstünde tutmaya devam eder. Bu istikametten ayrılmaz
ve bu hâli de Allah katında makbul olursa, Merdiyye'ye yükselir.
Kâmile: Vâris-i
enbiya olan Allah dostlarının sıfatıdır.
«Ey mutmainneye
kavuşmuş nefs! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabb’ına dön. Seçkin
kullarımın arasına karış ve cennetime gir.» (Fecr: 27-30)
«Nefsini
kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan
etmiştir.» (Şems: 9-10)
Heva-yı nefse uymak
kişiyi Allah indinde de, insanlar yanında da zelil eder. Ehl-i hikmet
«Şehvet hükümdarları köle yapar. Sabır ise köleyi hükümdar yapar. Yusuf
Peygamber ile Züleyha kıssasına bakmıyor musun?» demişlerdir.
İbn-i Abbas
radıyallahu anh: «Zühd üç harftir: (ZHD) "Z" ziyneti terketmek, "H"
hevay-ı nefsin aşırı arzularını bırakmak. "D" dünyayı gönülden
çıkarmaktır» demiştir.
Abdulhâlik Gocdevanî
hazretlerine, «Nefsin istediklerine muhalefet edip istemediklerini
yapmak» hususu sorulmuş. Hazret: «Bunu tayinde insan çok defa
yanılabilir. Allah'ın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakiki
kulluk budur» diye cevap vermiştir. Allah Teâlâ: »Rasûl size neyi
verirse alınız. Hangi şeyden nehyederse ondan sakınınız.» (Haşr: 7)
buyurmaktadır. Nefsi tezkiye ve onunla cihadda en tesirli yol budur.
Müslüman sık sık
nefsini hesaba çekmelidir. Böylece ebedî hayat için âmâli sâliha yolunu
açmalı, günaha giden yolları kapamalıdır.
«İman edip amel-i
sâlih işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdırlar. Onların
Rab’ları indindeki mükâfatları altından ırmaklar akan, içinde devamlı
kalacakları Adn Cennetleri'dir. Allah kendilerinden razı, onlar da
Allah'dan razı olmuşlardır. Bütün bunlar Rabb’ından korkanlar içindir.»
(Beyyine: 7-8)
«Kimin tartılan
amelleri ağır gelirse, işte o razı olacağı bir yaşayış içinde olur.
Ameli hafif olana gelince; işte onun anası ağlamıştır.» (Karia: 6-9)
«Ey iman edenler!
Allah'tan korkunuz. Her nefis yarın için ne hazırladığına baksın.
Allah'tan korkunuz. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.» (Haşr: 18)
Bu ve benzeri
ayetler üzerinde bol bol tefekkür edip, ölmeden önce ahiret için ne
hazırladık? Allah yolunda hangi hizmetleri yaptık? Allah için ne gibi
fedakârlıklarda bulunduk diye nefsimizi yargılamalıyız. «Ölmeden önce
ölünüz!» «Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan
önce amellerinizi tartınız!» tavsiyelerinden hareket ederek, hergün
sabah ve akşam nefsimizi hesaba çekmeliyiz.
Bu sorgulama; itikad,
ibadet, muamelat, helâl ve haramlar, ilim, tebliğ, cihad, ahlâk ve
muaşeret gibi konuları içermelidir.
Müslüman, nefsine
mağlup olup, Allah'a isyan eden ve kötülüklere dalarak, insanî ve İslâmî
faziletlerini kaybeden bununla beraber, Allah'tan mağfiret temennî eden,
aciz ve zavallı bir insan durumuna düşmemelidir. Bir Allah dostu:
«Cehennemlik işler yapıp da, cennete girmeyi ümit eden kişiye şaşılır»
der. Allah'tan asla ümit kesilmez. Ancak müslümanın, ümidini
kuvvetlendirecek ve affına vesile olacak âmâli sâliha işlemesi gerekir.
Ya Rabbi! Bizi
nefsimizin şerrinden ve sûi amellerden muhafaza buyur. Amin.
5- Ebu Hureyre
radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre, Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
- Mü'min bir yılan deliğinden iki kere
sokulmaz.
İZAHI:
Mü'min, uyanık, basiretli, ferâsetli, akıllı ve zeki insandır.
Hâdiseleri İslâm'ın şaşmaz ölçüleri içerisinde değerlendirir. His ve
hevasına, indî mütâlaasına göre hareket etmez. Beşeriyet icabı yaptığı
hatalardan hemen rücû eder, asla ısrar etmez. Bilgisizliği, nefsin
şomluğu, şeytanın iğvası, kötü çevrenin etkisi veya müsamaha ve
hoşgörüsünden dolayı gerek dünya ve gerekse ahiret işleri hususunda
aldansa veya aldatılsa aynı mevzûda ikinci kez aldatılamaz.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem hakkında hicivler söyleyen, onun aleyhinde şiirler
inşad eden şair Ebu Gurre Bedir Savaşı'nda esir edilmişti. Muhtaç
olduğundan ve fakirliğinden bahsederek fidye alınmadan serbest
bırakılmasını istemiş bunun üzerine, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem hakkında hiciv söylememek ve aleyhinde bulunmamak şartıyla fidye
alınmadan serbest bırakılmıştı. Fakat sözünde durmadı. Yine Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin aleyhinde şiirler yazdı, hicivler söyledi.
Aynı şair Uhud Savaşı'nda da esir alındı.Yine fakirliğinden, zaruret
içinde olduğundan bahsederek serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Mümin bir yılan deliğinden iki
kere sokulmaz” buyurdu ve Ebu Gurre’nin katledilmesini emretti. Ebu
Gurre verdiği söze ihanetinin cezası olarak katledildi.
Hadis-i şerifte bir
teşbih yapılmıştır. «Lediğ» yılan sokması demektir. Yılan deliğinde eli
sokulan bir müslüman oraya ikinci defa elini sokmaz. Bilir ki o delikte
yılan vardır. Buna rağmen elini sokarsa o kişinin basîretsizliğine ve
ahmaklığına hamlonulur. Bu teşbihte olduğu gibi, gerek dünya ve gerekse
ahiret işlerinde defaatle aldanan ve aldatılan bir müslüman da yılan
deliğine ikinci kez elini sokan kişinin durumuna düşmüş olur.
Zamanımızda ulaşım ve
iletişim vasıtaları oldukça ilerlemiş ve yaygınlaşmış, mesafeler
kısalmış, dünya küçülmüştür. Çevremizde ve dünyada meydana gelen
hâdiselerden anında ha-berdar olabiliyoruz. Bu hâdiseler karşısında
müslümanca tavır almak ve aldanmamak için uyanık olmalıyız. Çünkü
dünyanın büyük haber merkezleri tamamen Yahudi ve Hristiyanların
kontrolünde ve güdümündedir. Dolayısıyla bu haber merkezlerinin haber
ve yorumları ile hâdiselere doğru teşhis koymamız mümkün değildir.
Müslümanlar kendi haber merkezlerini ve haberalma teşkilatlarını en iyi
bir şekilde kurmalıdırlar. Çünkü aldatıcı, yanıltıcı yoğun bir
propaganda ile karşı karşıyayız. Bu propagandalar karşısında kendimizi
koruyabilmemiz için, sağlam ölçülere, zihin dinamizmine ve doğru haber
alma merkezlerine sahip olmamız gerekir. Aksi takdirde her zaman aldanır
ve aldatılabiliriz.
Tağutî düzenlerin
dört elle sarıldığı ve her fırsatta aşk ilan ettiği demokrasi
propagandası ve aldatmacası yanında Türkiye'de yaşanılan başörtüsü
zulmünü, Bosna Hersek, Kosova, Çeçenistan, Cezayir olaylarını
hatırlayalım. Demokrasi nerede? İnsan hakları nerede? Timsah avını
yerken gözyaşları akıtırmış. Bugünün tağutları da, özellikle müslüman
milletleri, demokrasi ve insan hakları sofrasında sömürüp zulümlerini
sürdürüyorlar.
Türkiye'de 1946
yılından beri seçimler yapılır. Partiler, broşür dağıtır, afiş asar,
mitingler tertip eder, konvoylar düzenlerler. Milyarlar harcanır.
Akılalmaz vaadlerde bulunurlar. Hiçbir zaman yapmadıkları ve
yapamıyacakları işleri, yapmış göstermek için görülmemiş canbazlıklar
yaparlar. Milletin saf duygularını istismar ederler. Kendi sulta ve
menfaatlerinin devamı mühimdir. Millet zarar görmüş, birçok insan şu
veya bu şekilde perişan olmuş onlar için o kadar önemli değildir. Dine,
ahlâka, dince kutsal sayılan değerlere hayasızca hücumlar yapılır,
hakaretler yağdırılır. Birkaç beyanattan öte ne köklü bir önlem alınır
ve ne de suçlular cezalanır. Bu seçimler yıllardır yapılır ve partiler
eski vaadlerine yenilerini de ekleyerek karşımıza çıkarlar. Müslüman
maalesef yine aldanır, yine aldatılır.
Türkiye ve dünyada
çalışan çeşitli İslâmî grublar vardır. Maalesef bu grupların pek çoğu,
mensuplarını tutabilmek için, onları taassubun ve ifratın kör
karanlığında mahkum ederler. İslâm'ın ölçülerini arı, duru, net olarak
anlatmazlar da, kendi anlayışlarına göre tevil ederler. Bilerek veya
bilmeyerek aldanır ve aldatırlar. Bazı insanlar vardır ki, intihar
tutkusuna kapılırlar. Artık intihar onlar için bir aşktır. Grup ve
parti taassubuna kapılan insanlar da böyledir. Kendi nefislerini
oyalama ve aldatma onlar için bir tutku hâline gelmiştir. Apaçık
hatalar, hatta imana zarar veren durumlar bile onları uyarmaz. Teviller
yaparlar ve kendilerini aldatmak için bahaneler ararlar. Çaresiz
kalırlarsa «Bizim bilmediğimiz bazı sebebler vardır» deyip yine de
aldanmanın yolunu bulurlar. Bazen bunun aksi de vârid olur. Yapılan
çalışmalar İslâm'a uygun olduğu hâlde, kişi nefis ve şeytanın tuzağına
düşer, kötü niyetli insanların tesirinde kalır. «Nefis olanca şiddetiyle
kötülüğü emredicidir.» (Yusuf: 53) "Şeytan insanlara aldatmadan başka
birşey va’detmez."(İsra: 64) Böylece insan aldanır ve yapılan İslâmî
çalışmalara karşı yersiz ve saçma tavırlar sergiler; şeytan da bu
yaptıklarını ona süsler ve güzel gösterir.
"İblis dedi ki: Ey
Rabbim andolsun ki beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara
(günahları) süsleyeceğim ve onların hepisini mutlaka azdıracağım. Ancak
onlardan ihlasa ermiş olanlar müstesna"(Hicr:39-40) Ayette de işaret
olunduğu gibi bu kötü durumdan ancak ihlaslı olanlar, her işini Allah
rızası için yapanlar kurtulabilir. Müslüman bir oyun ve eğlenceden
ibaret olan dünya hayatına ve onun zînetlerine aldanmamalı, ebedî
kurtuluşa vesile olacak sâlih ameller işlemeli, İslâm'ın aleyhinde
yapılan gizli açık çalışmalara karşı uyanık bulunmalı, İslâm'ın
hâkimiyeti için bütün imkanlarını seferber etmeli. İslâm'da suç olan bir
işi kendi öz nefsi de yapsa, asla nefsini müdafaaya kalkmamalıdır. «O
günde ki (Allah) o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek, işte
o gün kimin aldandığının açığa çıkacağı aldanma günüdür. Kim Allah'a
inanır, sâlih amel işlerse Allah O'nun kötülüklerini örter ve ona içinde
ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte
kurtuluş budur.» (Tegabün: 9)
6- Semüre bin Cündeb
radıyallahu anhden rivayeten, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur:
-
Kişiyi
halk nazarında itibarlı kılan maldır. Allah katında yücelten ise
takvadır.
İZAHI:
Haseb: Kişinin gerek kendisi ve gerekse baba ve ecdâdına aid dünya ile
ilgili meziyetler ve şereflerdir.
Kerem: Kişinin hayır,
şeref ve faziletleri kendisinde toplamasıdır. İnsanların çoğu kişilerin
ellerindeki dünyalığa yani mal, makam ve mevkiine itibar ederler. Fakir
ve muhtaçlara ise değer vermezler. Allah katında itibarlı ve değerli
olan şey ise "takva"dır. Dolayısıyla Allah indinde üstün ve değerli
olanlar, zengin makam ve mevki sahipleri değil, "takva" sahipleridir.
Velev ki o muttakîler simsiyah bir köle veya ekmeğe muhtaç bir fakir
olsun.
Takva: Sakınma,
korunma ve korkma manalarına gelir. Şeriatta ise; ahirette zarar
doğuracak, azaba sebeb olacak şeylerden sakınıp uzaklaşmaktır. Takva
kötü ve yasak edilen şeyleri terkedip iyi ve emrolunan şeyleri yapmakla
hasıl olur. Takva, ibadet ve taatların kemal derecesidir. Birgivî
merhum; Kur'an'da takvanın faziletine dair yüzelliden fazla ayet
olduğundan bahsetmektedir.
«Muhakkak ki Allah
yanında en değerli ve üstün olanınız, ondan en çok korkanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır.» (Hucurat: 13)
«Allah muttakîlerin
yardımcısıdır.» (Casiye: 19)
«Muhakkak Allah
muttakîleri sever.» (Tevbe: 14)
«İttika edenler için
ahiret yurdu elbette daha iyidir. Akletmiyor musunuz?» (Yusuf: 109)
«O'nun (Allah'ın)
dostları ancak muttakîlerdir. Fakat çoğu bunu bilmiyorlar.» (Enfal: 34)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve selleme: «Ya Rasûlallah! İnsanların hangisi daha
faziletlidir?» diye soruldu. O:
“Kalbi mahmûm ve dili
çok doğru olan her mü'min kişidir, buyurdu. Sahabiler:
“Ya Rasûlallah! Dili
çok doğru olanın ne demek olduğunu biliriz. Mahmûm kâlb nedir?” diye
sordular. O, “Mahmûm kâlb, Allah'tan korkan, tertemiz, içinde günah,
zulüm ile yaratıklara kötülük etmek, kin ve hased olmayan kâlbtir»
buyurdu. (İbn-i Mace)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Kul sakıncalı şeyden korktuğundan dolayı, sakıncasız
şeyi de bırakmadıkça muttakîler derecesine ulaşamaz.» (İbn-i Mace)
buyurmaktadır.
Hz.Ali kerremallahu
vechehu: «Takva, masiyette ısrarı, taatte gururu terketmektir. İnsan
cehennemden onunla korunur. Cennet ve cemâle de (Allah'ın lütfu ile)
onunla kavuşur» der.
Takvanın üç derecesi
vardır:
1- Allah'a ortak
koşmaktan ve küfürden sakınıp temizlenmektir.
2- Büyük, küçük bütün
günahlardan, tahrimî mekruhlardan sakınmaktır.
3- Tenzihî
kerahetlerden, hatta mübahlardan kaçınmak. Kalbi Allah'tan uzaklaştıran,
başkası ile meşgul eden, her türlü masivadan temizleyip onu yalnız
Allah'a çevirmektir. Takvanın bu üçüncü derecesine ulaşmak herkesin
başarabileceği bir şey değilse de, her müslüman takvanın ikinci
derecesini elde etmelidir.
Malik bin Dinar şöyle
der: “Bir kimse özünde korku alâmetini ve ümit nişanını görürse sağlam
bir ipe tutunmuş olur. Korku alâmeti Allah’ın yasak ettiği şeyleri
terketmektir. Ümit alâmeti ise Allah Teâlâ’nın emrettiklerini yerine
getirmektir.”
Ulemâ zühd ve takva
sahiplerinin alâmetlerinden şöyle bahseder:
1- Nefis ve şeytana
düşmandırlar.
2- Delilsiz iş
yapmazlar.
3- Ölüm için hazırlık
yaparlar.
4- Allah için sever,
Allah için buğzederler.
5- İyiliği emreder,
kötülükten men ederler.
6- Onlar her an
tefekkür ederler, hadiselerden ibret alırlar.
7- Kâlblerini
masivadan muhafaza ederler.
8- Allah’ın mekrinden
emin olmazlar.
9- Allah’ın
rahmetinden ümit kesmezler.
10- Allah Teâlâ’nın
verdiği dünya malı için sevinmez, elinden çıkan için üzülmezler.
Şereflerin en yücesi,
iman ve İslâm şerefidir. Haseb ve nesebde şeref arayan ve onunla
böbürlenenler Mevlâna'nın tâbiri ile, çölden, Bağdat'taki Halife'ye bir
testi yağmur suyunu hediye getiren bedeviye benzer. O bedevi Bağdat'taki
Dicle ırmağından haberdar olsa idi, hediyesinin değersizliğini anlardı.
İman ve İslâm'ın
izzet ve şerefini idrak edenler asla, haseb ve nesebe itibar etmezler.
Onların Allah indinde hiçbir değeri olmadığını kavrar, takvaya
sarılırlar. Selman-ı Farisi radıyallahu anh'a babası sorulmuş, cevaben,
«Ben İslâmoğlu Selman’ım» demiştir. Keza Hz.Ömer radıyallahu anh de «Ben
de İslâmoğlu Ömer’im» diyerek gerçek izzet ve şerefin İslâm'da olduğunu
belirtmişlerdir.
7- Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir.
-
Malâyânîyi terk etmek kişinin İslâm’ının güzelliğindendir.
İZAHI:
Malâyânî:Din ve dünya açısından faydası olmayan ve Allah rızasını
kazanmak bakımından yararlı bulunmayan bütün sözlerdir. İmam Gazali:
«Konuşulduğu zaman günah olmayan ve zarar vermeyen, fakat hiçbir faydası
da bulunmayan bütün konuşmalar malâyanîdir» der. Bir kişinin yediği
yemekten, giydiği elbiseden, evi için yaptığı alış-verişten bahsetmesi
gibi. Bunları konuşmak mübah olduğu hâlde, din ve dünyaya faydası
olmayan sözlerdir. Mübah olan konuşmalar malâyanî olunca haram ve mekruh
olan konuşmalar, evveliyetle malâyanî olur.
Zaman kıymetli bir
hazinedir. Ve hayat zamandan ibarettir. Bu değerli hazine boş ve
faydasız söz ve fiillerle ziyan edilmemelidir. Zamanını dünya ve
ukbasına fayda verecek, ebedî saadete vesile olacak ibadet ve taatle
geçiren, ömür sermayesini Allah yolunda hayırlı hizmetlerle harcayan ve
her türlü malâyanîden sakınan bir mü'min, müslümanlığını güzelleştirmiş
ve kâmil müslüman vasfını kazanmış olur. «Onlar ki, boş ve yararsız
şeylerden yüz çevirirler.» (Mü'minun: 3) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
«Âdemoğlu sabahladığı
zaman bütün organlar dilden kifayetli olmasını isteyerek derler ki:
Bizim hakkımızda Allah'tan kork! Çünkü bizim istikametimiz sana
bağlıdır. Sen istikamette olursan, biz de istikamette oluruz.Sen
eğrilirsen biz de eğriliriz» buyurmaktadır. (Tirmizi)
Süfyan bin Abdullah
radıyallahu anh şöyle haber vermiştir.
«Ey Allahın
peygamberi! Bana öyle bir şeyden haber ver ki onunla kendimi ateşten
koruyabileyim» dedim. Buyurdular ki:
-Rabbım Allah'tır,
de. Sonra dosdoğru ol.
-Ya Rasûlallah! Benim
hakkımda en çok korktuğun şey nedir? dedim. Bunun üzerine Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sel-lem mübarek dillerini tutarak:
-İşte budur,
buyurdular. (Tirmizi)
Görülüyor ki dil
mühim bir uzvumuzdur. Müslüman diline sahip olmalı, onu şerre, batıla ve
faydasız şeylere alet etmemelidir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Kim Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsa hayırlı söz söylesin veyahut sussun.»
(Buharî-Müslim)
«Dilinin (sözünün)
fazlasını tutan ve malının fazlasını infak eden kimseye müjdeler olsun»
buyurmaktadır. (Beyhaki)
Bizden önceki sâlih
mü'minler, az konuşurlar, konuştukları zaman da muhakkak hak olanı
konuşurlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin susması,
konuşmasından çoktu ve onlar ihtiyaçlarından fazla olan mallarını da
Allah yolunda infak ederlerdi.
Bizler ise, malımızın
fazlasını tutuyor. İsraf ve lükse ve nice haram olan şeylere sınırsız
harcamalar yapıyor, Allah yolunda sarfetmek hususunda ise aşırı derecede
cimrilik ediyoruz. Dilimize gelince, ona asla sahip olmuyor. Değil,
zararsız olup da lüzumundan fazla konuşmalar yapmak, İslâm'ın haram
kıldığı ve hatta bazen imanımıza bile zarar veren sözler ve lakırtılar
etmekten çekinmiyoruz.
Dil, hakkı söylemek,
Kur'an, hadis, fıkıh ve diğer faydalı ilimleri öğrenip, öğretmek, emr-i
bi’l maruf, nehy-i ani’l münker yapmak, İslâmî tebliğatta bulunmak,
helâl yoldan ticaret yapmak, zarurî ihtiyaçları gidermek gibi faydalı ve
zarurî konuşmaları yapmak için kullanılmalıdır. Lüzumundan fazla
konuşmak malâyanîdir.
«Onların
fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi yahut
bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki
müstesna» (Nisa: 114)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Âdemoğlunun, iyiliği
emretmek, fenalığı menetmek ve Allah azze ve celleyi zikretmek dışında
konuştuğu sözler aleyhinde olup lehinde değildir.» buyurmuştur. (İbn-i
Mace)
Bugün kahve
köşelerinde veya birçok dedikodu meclislerinde saatlerce çene çalan,
gıybet, yalan, iftira ve hakaret dolu konuşmalarla ömür sermayesini
tüketen insanlara ne demeli? Selef-i sâlihin, zararlı olmasa bile çok
konuşmayı kötülemişler ve maksadı iki cümle ile ifade etmek mümkün iken
üç cümle ile ifade etmeyi malâyanî saymışlardır.
Ebu Davud, mevzûmuz
olan hadis-i şerifi, İslâm'ın medarı olan dört hadisten biri olarak
zikretmiş ve “Kişinin dini için bu dört hadis kâfidir.” demiştir. Bu
hadisler şunlardır:
8- Aişe radıyallahu
anhadan rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
- Allah Teâlâ’ya amellerin en sevimlisi az
da olsa devamlı olanıdır.
İZAHI:Hadis-i
şerif ibadet ve hayırlı amellere devam etmeyi teşvik etmektedir. Devamlı
yapılan az bir ibadet, çok yapılan fakat sık sık terkedilen ibadet ve
amelden Allah indinde daha hayırlıdır. Çünkü az da olsa devamlı yapılan
ibadet ve amellerde kararlılık, azim ve o amelin faziletine dair kâlbte
itminan hasıl olmuştur. Kalbin tatmin olduğu, istenerek şevkle
muhabbetle yapılan ibadetler ise Allah indinde daha makbuldür. Allah
Teâlâ «Taate devam eden erkekleri ve taate devam eden kadınları» (Ahzab:
35) mağfiret ve büyük mükafatla müjdelemiştir. Çok, fakat devamlı
yapılmayan, sık sık terkedilen ibadet ve ameller kâlbte itminan meydana
getirmez, niyetteki ihlası zedeler, ibadet ve taatlerde gevşeklik ve
tembellik iras eder. İstikrarı bozar. Netice olarak bu hâl müslümanın
bütün işlerine sirayet edebilir ve böylece güvenilirliğini kaybedebilir.
Müslüman istikrarlı insandır. Bir şeye karar verdi mi, onu asla
tereddüte düşmeden ve gevşemeden yerine getirir.
«.. Artık kararını
verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah mütevekkil olanları
sever.» (Al-i İmran: 159)
Selef-i sâlihin
başladıkları ibadet ve hayırlı amelleri asla terketmezlerdi. Nitekim
Kasım bin Muhammed: «Hz. Aişe radıyallahu anha bir ameli işlediği vakit
ona devam ederdi» demiştir. Alkame radıyallahu anh Ümmü’l mü'minin Hz.
Aişe radıyallahu anhaya, «Ey mü'minlerin annesi! Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin ibadet işi nasıldı? Günlerden birine tahsis ettiği
bir şey olur muydu? diye soruyor. Hz. Aişe radıyallahu anha: «Hayır onun
ameli devamlıydı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lemin kadir olduğu
şeye sizin hanginiz takat getirebilir ki.» diye cevap vermiştir:
Müslümanlar güç
yetirebilecekleri işleri yapmalı ve bu amellerine de sekte vermeden
devam etmelidir. Hz.Aişe radıyallahu anhanın rivayetine göre:
«Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lemin bir hasırı vardı. O'nu
geceleyin kendine hücre yapar da içinde namaz kılardı. Gündüzün ise yere
yayardı. Derken cemaat de onun namazına uymaya başladılar ve bir gece
toplandılar. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem:
- Ey cemaat! Siz
gücünüzün yeteceği işlere bakın» (Müslim) buyurdular.
«Allah her şahsa
ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.» (Bakara: 286)
Abdullah bin Amr
radıyallahu anh, çok zahid, çok abid bir zattı. Gecesi gündüzü ibadet ve
taatle geçer, Allah'a kulluk yolunda bütün gücünü sarfederdi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem O'na ibadetlerde iktisadı yani orta yollu
hareket etmesini tavsiye etmiş ve ona bu hususta ruhsat vermişti. Fakat
Abdullah bin Amr, bu ruhsatı kullanmadığı için, ihtiyarlayıp güçten
düştüğü ahir ömründe pişmanlık duymuştur.
Demek oluyor ki
müslümanlar güçlerinin yettiği amelleri yapacaklar ve fakat asla tekasül
göstermeden, gevşetmeden devamlı olarak yapacaklardır. Allah yolunda
bütün güç ve kuvvetlerini ve her türlü imkanlarını seferber
edeceklerdir. Çünkü az ve devamlı yapılan ibadet ve amel, bu devamlılık
sayesinde, devamlı yapılmayan, sık sık terkedilen çok ameli kat kat
geçer. Bugünün müslümanları olarak takat getiremiyeceğimiz amellerin ve
işlerin hayali ve lafı ile meşgul olacağımıza, gücümüzün yettiklerini
devamlı yapmış olsaydık, özlediğimiz nizama çoktan kavuşabilirdik.
"Erkek olsun, kadın
olsun her kim mü'min olarak iyi işler yaparsa işte onlar cennete
girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar" (Nisa:124)
«Servet ve oğullar
dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan iyi işler ise, Rabb’ının nezdinde
hem hesapça daha hayırlı hem de ümit etmeye daha layıktır.» (Kehf: 46)
9- Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini
rivayet etmiştir.
- Şüphesiz ki, Allah sizin sûretlerinize
ve mallarınıza bakmaz, lakin kâlblerinize ve amellerinize bakar.
İZAHI:
Mahlukat içinde vücud yapısı bakımından en güzel biçimde yaratılan
insan, ayrıca akıl ile de te’yid edilerek üstün kılınmış ve böylece o,
dünyanın bütün nimetlerinden faydalanma ve diğer canlılara hâkim olma
imkanına sahip olmuştur.
«Zira gökleri ve yeri
hak ile yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.»
(Teğabün:3)
«Biz insanı en güzel
biçimde yarattık.» (Tin: 4)
«Biz hakikaten
insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde
taşıdık. Kendilerine güzel rızıklar verdik. Yine onları
yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.» (İsra: 70)
İnsanı yoktan var
eden, ona şekil ve renk veren, akıl ile ziynetleyen Allah Teâlâ,
kullarının vücut yapısına, rengine, şekline bakmaz. Onları bu zahirî
durumuna göre değerlendirmez. Allah Teâlâ iman ve takvanın makarrı olan
kalbe ve imanın tezahürü olan iyi amellere nazar eder. Nevevî: «Allah'ın
bakması her şeyi ihatalı olarak görmesidir» der.
«Şüphesiz Allah,
yapmakta olduklarınızı noksansız görür.» (Bakara: 110)
«Allah kullarını çok
iyi görür.» (Al-i İmran: 15,20)
«Allah herşeyi
işitici her şeyi görücüdür.» (Nisa: 58)
Kişi, kalbini
düzeltmedikçe, amelini düzeltemez ve ahlâk-ı hâmide sahibi olamaz. Kâlb
nazargah-ı ilahîdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
«Uyanık olun! Cesette
bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün ceset düzelir. O
bozulduğunda bütün ceset bozulur. Haberiniz olsun, o kâlbtir»
buyurmuştur. (Buharî-Müslim)
Kalbi düzeltmek demek
onu bütün kötü vasıflardan, ucub,
kibir,
haset, riya, yalan gibi ahlâk-ı rezileden temizleyip, en iyi ve en güzel
vasıflarla süslemektir. Bu da Allah'ın menettiği bütün kötülüklerden
sakınmak ve emrettiği bütün iyi amelleri işlemekle mümkündür. Böylece
kâlbte takva hasıl olacak ve insan nefsin şomluğundan kurtularak iman ve
hikmetin aydınlığına kavuşacaktır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem üç defa kalbine işaret ederek: «Takva şuradadır.»
buyurmuştur. (Müslim)
«(Onlar Allah'a) iman
edenler ve gönülleri Allah'ın zikri ile sükûnete erenlerdir. Bilesiniz
ki kâlbler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulur.» (Rad: 28)
İnsan, kalbinden bir
anda gelip geçen kötü düşüncelerden dolayı muaheze olunmaz. Fakat bu
kötü düşünceler kâlbte yerleşir de süreklilik arzederse sahibi mes'ul
olur.
«Allah sizi
yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Lakin
kâlblerinizin kazandığı şeyler ile (kâlbte yerleşen kötü düşüncelerden)
sorumlu tutar. Allah gafurdur, halimdir.» (Bakara: 225)
«Fakat kâlblerimizin
bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah gafurdur, rahimdir.» (Ahzab:
5)
Allah Teâlâ kulları,
kâlblerindeki kuvvetli iman, takva, ahlâk-ı hâmide ve Allah rızası için
yaptığı sâlih ameller karşılığında mükafatlandıracaktır. Kula düşen,
bütün kötülüklerden sakınmak, sâlih ameller işlemek ve kalb-i selim
sahibi olmak için çalışmaktır. «O gün ne mal ne evlat fayda vermez.
Ancak Allah'a temiz bir kâlb ile gelenler (kurtulur)» (Şuara: 88-89)
«Asra yemin ederim ki
insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller
işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.»
(Asr: 1,2,3)
Hatem-i Esam
rahmetullahi aleyhe, amellerini ne üzere bina ettiğini, sordular. O
şöyle cevap verdi:
1- Benim rızkım tayin
edilmiştir. Başkasının rızkı bana gelmeyeceği gibi benim rızkım da
başkasına gitmez. Onun için rızık endişesi duymadım.
2- Üzerime farz olan
ibadetler vardır. Bu ibadetleri benim ye-rime başkası yapamaz. Onun için
ibadetlerle meşgul oldum.
3- Rabbım beni her
zaman görüyor. Ondan utandım, ona göre hareket ettim.
4- Ecelimin bana
süratle geldiğini gördüm. Ben de ona süratle gittim. Yani ölüm için
hazırlandım.
İnsanoğlu Allah'a
ibadet etmek, kulluk yapmak için yaratılmıştır. Ameller kâlb, dil ve
azalarla yapılır. Kalbin ameli niyyettir. Kâlbte hâlis niyyet, lisanda
hak söz ve azalarda erkan ve adabına uygun iyi ameller olursa o zaman
kul gerçek sâlih ve sadıklardan olur. Onun için Allah Teâlâ kalbe ve
amellere bakar. Hâlis niyyet ve riyasız olarak, yalnız Allah rızası için
yapılan amel kulu ebedî saadete, cennetin sayısız nimetlerine
kavuşturur. Bu Allah'ın bir vaadidir.
«İman eden ve iyi
ameller yapanları, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan
cennetlere koyacağız. Allah o söylenenleri hak bir söz olarak va'detti.
Söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah'tan daha doğru sözlü
olabilir.» (Nisa: 122)
İnsan, gençlik ve
güzelliğin, mal ve mülkün, makam ve mevkiin geçici ve aldatıcı
görüntülerine bakarak ömrünü gafletle geçirmemeli, Allah yolunda cihad,
müslümanlara hizmet, ukbasını mamur edecek her türlü âmâl-i sâliha
işleyerek Allah'ın rızasını ve va'dettiği ebedî saadeti elde etmeye
çalışmalıdır.
10- Ebu Said el-Hudri
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
söylediğini işittim, dedi:
- Sizden herhangi biriniz bir kötülük
görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle
değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en
zayıfı da budur.
İZAHI:
Emr-i bi’l ma'ruf ve nehy-i ani’l münker bu ümmete, kitab, sünnet ve
icmâ ile sabit olan bir farzdır. «Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip,
kötülüğü men eden bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.»
(Al-i İmran: 104) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: «Şehidlerin
efendisi Hamza'dır. Ve bir de hükümdarın önünde durup ona iyilikle
emrettiği ve kötülükten menettiği için öldürülen kimsedir.» (Hâkim)
«Cihadın en üstünü,
zâlim bir hükümdarın yanında hak sözü söylemektir.» (Ebu Davud)
buyurmuştur.
Emr-i bi’l maruf ve
nehy-i ani’l münkerin farz-ı ayın ve farz-ı kifâye olduğu yerler vardır.
Aile reisinin hanımı ve çocukları için, bir beldede, bu işi kendisinden
başka yapacak kimse bulunmazsa o kimse için, iyiliği emir ve kötülükten
men etmek farz-ı ayındır. Bu vazifeyi hiç kimse yapmazsa, o beldede özrü
bulunmayan bütün müslümanlar günahkâr olur. Fakat bu vazifeyi yapan ehil
kişiler bulunursa diğer müslümanlar mes'uliyetten kurtulur. Böyle
durumlarda emir ve nehiy işi farz-ı kifaye olur. Bu vazife çok mühim bir
iştir. Cemiyetin salâhı ancak iyilikleri emir ve kötülüklerden men
etmekle mümkündür. Asr-ı saadetten beri bütün müslümanlar bu hususta
üzerlerine düşeni yapmışlardır. İlim ve delil gerektiren hususlarda emir
ve nehiy ilim adamlarının ve bizzat bununla vazifeli olanların
işidir.Yapılacak emir, namaz, oruç gibi herkesin bildiği farzlardan;
nehiy de, içki, kumar, zina, fâiz gibi herkesçe malum kötülüklerden
olursa, emir ve nehiy işinde bütün müslümanlar müşterektir. İslâm devlet
nizamında emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker için "hisbe" teşkilatı
kurulur ve "muhtesib"ler tayin edilerek bu çok mühim vazife en mükemmel
bir şekilde ifa edilirdi. Fakat zamanımızda böyle bir teşkilat olmadığı
gibi, meselâ; içki imalat ve satışı, fâiz gibi İslâm’ın haram kıldığı
bir çok hususlar devlet eli ile yapılmaktadır.
İşte böyle bir nevi
fetret döneminde ve cahilî düzenlerin hâkim olduğu zamanımızda bütün
ehil müslümanlar, iyilikleri emir ve kötülükleri nehiy hususunda her
türlü çabayı göstermeli, bütün imkânlarını seferber ederek,
müslümanların İslâmî vasıf ve özelliklerini korumaları ve İslâm yolunda
çalışmaları için gayret edilmelidir. Bu hususta bütün müslümanlar
kendine düşeni yapmalıdırlar.
Ancak, emri bi’l
ma'ruf ve nehy-i ani’l münker yapacak kimselerin, kaba, haşin, bu işe
nefsini karıştıran, sevilmeyen, müfrit ve aşırı kişilerden olmaması
gerekir. Çünkü bu tipler insanları İslâm'a ısındıracakları yerde
İslâm'dan uzaklaştırırlar. Olumsuz davranışları ile kargaşalara sebep
olabilirler. Emir ve nehiy yapacak kimseler, bilgili, mütevâzı, edepli,
merhametli, mutedil, insan psikolojisini bilen vakur, ciddi ve mehabetli
kişilerden olmalıdırlar. Bu vazifeyi yapan kişinin müessir olabilmesi
için, emrettiği şeyi kendisinin de yapması, nehyettiği şeyden kendisinin
de kaçınması en güzel yoldur. Eğer emir ve nehiy ettiği şeyler
kendisinde de mevcutsa, o zaman önce kendi nefsine emir ve nehiy yapıp
ve sonra da aynı şeyleri başkalarına yapmalıdır. "İnsanlara iyiliği
emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara: 44)
Zamanımızda emr-i
bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker vazifesi aşırı derecede ihmal
edilmektedir. Ya can ve malımıza, ya makam ve mevkîmize veya insanlar
arasındaki itibarımıza zarar vereceği veyahut da emir ve nehiy
yapacağımız kişi veya kişileri gücendireceğimiz endişesi ile bu mühim
vazifeyi terk etmekteyiz. Şayet zâlime mâni olunmaz, kötülükler yaygın
hâle gelir ve açıktan yapılırsa, o zaman ilahî azab, iyi, kötü herkese
umumî olarak gelir. "O’nun (Allah ve Rasûlü’nün) emrine muhalefet
edenler ya başlarına bir belâ gelmesinden, ya acıklı bir azaba düçar
olmalarından sakınsınlar" (Nur: 63) Hem dünya ve hem de ukbada âfiyet ve
dinî selâmet isteyenler, Allah'ın rızasını talep edenler, iyilikleri
emir ve kötülüklerden nehiy işine ehemmiyetle sarılmalı ve bu hususta
hiçbir kimsenin kınamasına aldırış etmemeli ve hiç kimseden
korkmamalıdır. "Allah kendi dinine yardım edene, elbette yardım
edecektir." (Hac: 40) "Yoksa insanlar hiç imtihan olunmadan, iman ettik
demekle bırakılacaklarını mı sandılar? Yemin olsun ki biz onlardan
öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah doğruları mutlaka ortaya
çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır." (Ankebut: 2-3)
Emr-i bi’l ma’ruf ve
nehy-i ani’l münkeri terkeden ümmetler, bir çok belâ ve musîbete
uğramışlar, felâketten felâkete sürüklenmişler ve ilâhî azaba düçar
olmuşlardır.
«İsrail oğullarından
olup da küfredenlere, Davud’un da, Meryemoğlu İsa'nın da diliyle lânet
olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar
işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirini vazgeçirmeye
çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri (o hâl) ne kötü idi.»
(Maide 78-79)
Emir ve nehiy
yapamayışımızın sebepleri şu hadis-i şerifte ne güzel ifade
edilmektedir: «Sizi iki sarhoşluk sarmıştır: Yaşama sarhoşluğu ve
cehâlet sarhoşluğu. Bundan dolayı emr-i bi’l ma'ruf ve nehy-i ani’l
münker yapamıyorsunuz. Kitap ve sünnetle kaim olanlar ilk muhacir ve
ensar gibidirler." (Ebu Naim)
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır: «Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a
yemin olsun ki, ya iyilikleri emreder ve halkı kötülüklerden alıkoymaya
çalışırsınız, yahut Allah'ın üzerinize bir azab göndermesi yakındır.
Sonra Allah'a dua edersiniz de duanız kabul olunmaz.» (Tirmizi)
«İsrailoğullarına
(dinî cihetten) arız olan ilk noksanlık (onlardan) bir adam (günah
işleyen) bir adamla karşılaşır da: "Bana bak! Allah'tan kork, işlemekte
bulunduğun şeyi terk et. Zira o sana helâl değildir" der de daha sonra,
ertesi gün ona aynı hâlinde devam ederken karşı gelir, bu hâl kendisini
onunla yiyip içmekten, oturup kalkmaktan alıkoymazdı. Onlar böyle
yaptıkları vakit, Allah kâlblerini birbirine benzetti» dedi. Sonra şu
ayeti okudu: “İsrail oğullarından olup da küfredenlere, Davud’un da,
Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi isyan
etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, işledikleri herhangi fenalıktan
birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devam ettikleri
(bu hâl) ne kötü idi. İçlerinden bir çoğunu görürsün ki (Peygambere ve
mü'minlere olan buğzlarından dolayı) kâfirlerle dostluk ederler.
Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü (o kötü hareketler) andolsun ne
çirkin şeylerdir. (Çünkü onların kazancı) Allah'ın kendilerine gazab
etmesi ve onların o azab içinde ebedî kalıcı olmalarıdır. Eğer Allah'a,
Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost
edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu, fâsık kimselerdir”. (Maide:
78-81) Bundan sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam
etti: «Hayır Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülükten
vazgeçirmeye çalışırsınız, zâlimin eli üzerine (elinizi) tutar(ak
zulmüne mâni olur)sunuz ve onu hakka döndürür ve hak üzerinde
tutarsınız.Yahut Allah bazınızın kâlblerini diğerine benzetir de onlara
lanet ettiği gibi, sizi de lanete uğratır.» (Ebu Davud)
Ebu Derdâ radıyallahu
anh şöyle der: “İyiliği emretmeli kötülüğü de yaptırmamalısınız! Bunu
yapmadığınız takdirde Allah başınıza büyüklerinize hürmeti,
küçüklerinize merhameti olmayan zâlim bir idareci musallat eder.
İyileriniz dua eder kabul olmaz. Yardım isterler yardım görmezler. Tevbe
ederler makbul olmaz.”
Mevzûmuz olan hadis-i
şerifte kötülüğe üç şekilde mâni olunabileceği beyan buyurulmaktadır.
Bir müslüman herhangi
bir kötülüğü görünce ona eli ile mâni olmalıdır. Eğer zann-ı galibine
göre o kötülüğe mâni olmak kendisinin veya başka birinin öldürülmesi
gibi daha şiddetli bir münkire sebep olacaksa elle mâni olmaktan
vazgeçerek dil ile nasihat etmeli ve korkutmak sûretiyle kötülüğe mâni
olmaya çalışmalıdır. Dil ile söylemek, nasihat ve tehdit etmek de yine
zann-ı galibine göre men etmeye çalıştığı kötülükten daha büyük
kötülüklere sebep olacaksa ve o gelecek kötülüğü gidermeye gücü de
yetmiyecekse o zaman kalbi ile buğzetmelidir. Eğer kötülüğe başkalarının
yardımı ile mâni olunabilecekse, yardım edebilecek kişileri yardıma
çağırıp, kötülüğün önüne geçilmelidir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Benden önce Allah'ın
hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin
ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan ve emrine uyan ashabı
olmasın. Kıssa şu ki sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve
emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar.
İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o mü'mindir. Kim onlara
karşı diliyle mücadele ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle
mücadele ederse o da mü'mindir. Ama bunun ötesinde imandan bir hardal
tanesi de yoktur.» buyurmuştur. (Müslim)
Kendisine emr-i bi’l
ma'ruf ve nehy-i ani’l münker yapılan kişiler de bunu mülâyemetle
karşılamalı ve hatta teşekkür etmelidir.
İnsanın gerçek dostu,
ahiretini mamur etmeye çalışan kimsedir. Bu hâl onun dünyasına zarar
verse de. Kişinin gerçek düşmanı ise, ahiretini zâyî etmeye ve cennet
nimetlerinden mahrum bırakmaya çalışan kimsedir. İsterse bu sebeble ona
dünyanın bütün nimetleri arzolunsun.
11- Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin hizmetçisi Enes radıyallahu anhden
rivayete göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
- Sizden herbiriniz kendi nefsi için
istediğini, mü'min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü'min olamaz.
İZAHI:
Müslüman müslümanın kardeşidir. "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."
(Hucurat: 10) Kişi, din kardeşinin iyiliğini dünya ve ukbada âfiyet ve
selâmetini ister. Kendi nefsi için arzu ettiği bütün iyiliklerin bir
mislini ve hatta daha fazlasını din kardeşi için de arzu eder. Kendisi
için kötü gördüğü, arzu etmediği şeyleri din kardeşi için de kötü görüp,
asla arzu etmez. İşte mü'minin bu hâli onun imanının kemâlatındandır.
İmanı kemâle ulaşmış bir müslüman artık sevdiğini Allah için sever,
buğzettiğine de Allah için buğzeder. Avamın sevgisi, sevdiğinin ikram ve
ihsanına göredir. Yani karşı taraf ikramını çoğaltırsa onun sevgisi
ziyadeleşir, ikramını azaltırsa onun da sevgisi azalır. İmanı kemâle
ermiş seçkin müslümanlar ise böyle değildir. Onlar bir müslümanı, ondaki
üstün ahlâk, takva, ihlas ve kemâlatı sebebi ile Allah için severler. Bu
sevgi dünyevî maksatlarla olmayıp, yalnız Allah için olduğundan, o
sevilen kişiler ikram etse de, etmese de muhabbetlerinde asla bir
değişme olmaz. İşte hakiki muhabbet budur. Nitekim Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse
imanın tadını bulur.
1- Bir kimseye Allah
ve Rasûlü, başkalarından daha sevgili olmak.
2- Bir kimse
sevdiğini yalnız Allah için sevmek.
3- Bir kimseyi Allah
küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan
tiksindiği gibi tiksinmek.» (Müslim)
İmam Nevevî: «Bu
hadis-i şerif İslâm'ın esas kaidelerinden büyük bir kaidedir» demiş.
Bedreddin Aynî de «Nasıl büyük bir kaide olmasın ki, bu hadiste imanın
aslını hatta aynını teşkil eden Allah ve Rasûlullah sevgisi vardır»
demektedir.
Kulun Allah’ı
sevmesi, onun bütün emirlerine uyup, nehyettiklerinden kaçınmasıdır.
Allah'ın kulu sevmesi ise, Allah'ın kuluna rahmeti ve ondan razı
olmasıdır. Rasûlullah'ı sevme de, onun getirdiği şeriata uymak ve
sünnetine ittiba etmektir. Görülüyor ki, imanın tadı Allah ve Rasûlüne
muhabbet ve amellerin yalnız Allah için yapılması, küfür ve bütün
kötülüklerden tiksinmek ve uzaklaşmakla duyuluyor ve iman kemâle eriyor.
Birbirlerini yalnız
Allah rızası için seven ve din kardeşliğini kan kardeşliğinden üstün
tutan müslümanlar, her zaman birbirlerinin iyiliğini arzu eder, din
kardeşlerinin nail olduğu hayır ve iyiliklere, sanki kendisi nail olmuş
gibi sevinir. Din kardeşinin uğradığı bir musibet için de, o musibet
kendisine isabet etmiş gibi üzülür. Din kardeşinin iyilik ve âfiyetini
sadece dualarında istemekle kalmaz. Fiiliyatta da bunu ispat eder.
«Daha önce Medine'yi
yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri se-verler ve onlara verilenler karşısında
içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile,
onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa
işte onlar kurtuluşa erenlerdir» (Haşr: 9)
Müslümanın din
kardeşine, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapması, ona hayır
nasihatta bulunması ve ahiret amelle-rine teşvik edip, nefis, şeytan,
dünya ve şerir insanların kötülük ve zararlarından sakındırması da, onun
için iyilik ve hayır arzu etmesidir. Ve bu din kardeşine olan
muhabbetinden mâdudtur.
Kardeşlik bağları
zayıflamış ve hatta kopmuş gönüllerinden muhabbet ve merhamet silinmiş,
ahlâken düşük, imanen zayıf kişiler ise, müslümanın uğradığı belâ ve
musîbete sevinir, bundan bir nevi haz duyar. Onun nail olduğu iyilik ve
hayra ise, hasetinden üzülür, gam ve kedere boğulur, o nimetin elinden
gitmesini arzular. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem
şöyle buyuruyor:
«Müslüman kardeşin
hakkında şamata (ona musibet dokununca sevinç) izhar etme. Sonra Allah
Teâlâ ona âfiyet bahşeder de seni musibetle imtihan eder.» (Tirmizi)
12- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu söyledi:
- Kişi arkadaşının dini üzerinedir.
Sizden herbiriniz kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.
İZAHI:
Her şey kendi ortamında yetişir ve olgunlaşır. Onun için müslümanlar,
İslâm'ı yaşayabilecekleri ortamı oluşturmakla mükelleftirler. Aile,
okul, komşu, iş ve arkadaş çevresi çok mühimdir. İyi bir vasat ve çevre
edinen kişiler birçok kötülüklerden korundukları gibi birçok hayırlı
hizmet yapma imkanına da kavuşurlar. İnsan tabiatında, daha doğrusu
bütün varlıklarda bir uyum olayı vardır. Kişi ilk anda ürkek davrandığı,
ısınamadığı bir çevreye zamanla intibak eder ve hatta bazen o çevrenin
en ileride elemanı hâline gelebilir. Bu uyum hâdisesi hem müsbet ve hem
de menfî yönden her zaman gözlenebilen bir husustur. Mevzûmuz olan
hadis-i şerifte bu hususa dikkat çekilmektedir. Her fert, yaratılışında
mevcut olan özelliklere, benzer özellikler taşıyan insanlarla daha yakın
ilişkiler içinde bulunur ve daha iyi anlaşır. İnsan çoğu kez kendini
tanıyamaz. Kendisinde var olan müspet ve menfî yönleri bir otokritik
yaparak değerlendiremez. Fakat diğer insanları daha net gözleyebilir. Bu
sebeble kendini tanımak isteyen kişi arkadaşına baksın. Onda gördüğü
müsbet ve menfî yönleri tespit etsin. Arkadaşında ahlâk, fazilet ve
iyiliklerden ne varsa, ona benzer şeyler, kendisinde de var demektir.
Keza onda mevcut olan kötü hasletler, kendisinde de mevcut demektir.
Çünkü zıtlar uzun müddet beraber olamazlar.Ya ayrılırlar veya biri
diğerini hazmeder. Su ateşe dökülünce ya ateş söner veya su buharlaşarak
su olmaktan çıkar. Zıt olmayanlar ise uyum içindedirler ve birbirine
destek olurlar.
Hadis-i şeriften
anlaşılan bir mânâ da şudur: Sakın kötü ahlâklı insanlarla dost ve
arkadaş olma. Sende iyi vasıflar olsa bile uyum kanunu gereğince zamanla
iyi vasıfların körlenir ve arkadaşının kötü huyları sana da sirayet eder
ve ona benzersin. Ecdadımız bu mânâda; «Üzüm üzüme baka baka kararır»
demiştir.
«Rasûlüm!
Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan
lâf götürüp-getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış,
kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış
kimselerden hiçbirine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi duyma»
(Kalem: 10-14)
Muhammed Bakır, oğlu
Cafer-i Sadık'a şu beş kişi ile arkadaşlık etmemesini öğütlemiştir:
1-Fasıkla: Tamah
ettiği bir lokmaya seni satar.
2-Cimri ile: Yoksul
olduğun zaman malım azalır korkusu ile seni terk eder.
3-Yalancı ile:
Çöldeki serap gibidir. Yakınında uzak, uzakta yakın gözükür.
4-Ahmakla: İyilik
edeyim derken kötülük eder.
5-Akrabası ile
alakasını kesen ile.
Ehl-i hikmetten bir
zat da şöyle der:
«Bayağı insanların
mahallesinde oturma. Ayak takımı ile düşüp kalkma. Havaî kişiler
arasında gezme. Edepsizlerle sohbet etme. Büyük insanların bulunduğu
yere taşın. Onlarla sohbet et. Aklı başında irfan sahipleri ile konuş.
Çünkü büyükler arasında olanlara düşman yaklaşamaz. İrfan sahipleri ile
sohbette olana kötülük gelmez.»
Dünyada iyi insan
tükenmez. Az da olsa her zaman vardır. Müslümana düşen onları arayıp
bulmak ve onlarla ünsiyet peydah etmektir. Hz. Ali kerremallahu vechehu
«Hakkıyla kardeşlik edeceğin adam, her zaman sana sahip ve yâr olabilen
ve senin istifaden için kendini zora sokan, zarûrete, darlığa yahut
sıkıntıya düştüğün zaman yardımına koşandır» buyurur.
Utaridî hazretleri
oğluna yazdığı vasiyetnamede şöyle der: «Ey oğlum! Bir kimse ile dost ve
arkadaş olmak ister isen ona ettiğin hizmete mukabil, seni koruyacak ve
onunla arkadaşlık yaptığın zaman güzel huyu ile sana faide verecek,
şeref ve itibar kazandıracak, zaruret hâline düştüğünde de seni ihtiyaç
ve sefaletten kurtarmaya gayret edecek adam seçmelisin.
Ey oğlum! Hakiki
dost, senden bir iyilik görürse onu açıklar. Bir fenalık görürse âlemin
gözünden saklamaya çalışır. İşte böyleleri ile arkadaş ol.»
İmam Gazalî
rahmetullahi aleyh, bir dost ve arkadaşta olması gereken vasıfları şöyle
sıralar:
1- Akıllı olmalı
2- İyi ahlâklı olmalı
3- Sâlih olmalı
4- Hâris, yani dünya
mal ve makam düşkünü olmamalı.
5- Doğru sözlü
olmalıdır.
13- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- İş ehlinin gayrına verildiği zaman
kıyameti bekle.
İZAHI:
Bir arabî Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme, kıyametin
alametlerinden sual etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de:
«Emanet zâyî edildiği zaman kıyameti bekle» buyurdu. Arabî, «Emanetin
zâyî edilmesi nasıl olur?» diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem «İş ehlinin gayrine verildiği zaman kıyameti bekle» buyurdular.
Hilâfet, valilik, hâkimlik ve müftülük gibi, ilim, adalet ve kabiliyet
isteyen bütün işlerde vazifeyi ehil olanlara vermek gerekir. Aksi
takdirde emanet zâyî edilmiş olur. Devlet reisi olan zat, vazife başına
getireceği bütün amir ve memurları, inceden inceye tetkik etmeli onların
vazifeye ehil olup olmadıklarını tespit ederek layık olanları iş başına
getirmelidir. İş başına gelecek kişiler, ilim, akıl, adalet, merhamet,
hilm, tevazu, ahlâk-ı hâmide sahibi olmakla beraber aldığı va-zifeyi
dirayetle yürütecek kabiliyete de sahip olmalıdır. Aksi takdirde, devlet
işleri sıhhatli yürümez. Milletin işleri zamanında görülmez. İşler
bozulur, adâlet tevzî edilemez. Anarşi ve terör ortalığı kasıp kavurur.
Kötüler itibar görüp, iyiler horlanır. Hz. Ali kerremallahu vechehu
Mısır'a vali tayin ettiği Malik bin Eşter'e yazdığı emirnâmede: "Sakın
insanların iyisi ile kötüsü senin yanında bir olmasın. Zira onları
böylece eşit görmek bir taraftan iyileri, iyilikten soğuturken,
kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir." demiştir
Ya, zâlim, ahlâksız
zorbalar, kaba, haşin, bön ve anlayışsız cahiller, ilim ve hikmet ehli,
ahlâk ve fazilet sahibi insanlara tercih edilirse durum ne olur? O
memlekette huzur, kardeşlik ve adalet tesis edilebilir mi? Böyle bir
idare ancak zâlim olur ve milletin gerçek evlatları ise mazlum.
Hz. Ömer radıyallahu
anh tayin ettiği valiler içerisinde münafık olup olmadığını Huzeyfe
radıyallahu anhe sorar. O da valilerden birinin "münafık" olduğunu
söyler. Fakat münafıkların adları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
tarafından kendisine bir sır olarak tevdi edildiği için valinin adını
açıklamaz. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh, bütün valilerin
durumlarını, gözden geçirdi ve nihayet biri üzerinde "münafık" olduğuna
dair kanaat hasıl oldu. Ve vazifeden aldı. Sonra Hz. Huzeyfe radıyallahu
anhe isabet edip etmediği hususunu sordu. Ondan isabet ettiğine dair
cevap alınca Allah'a şükretti. Devlet ve millet işleri, devlet reisine
bir emanettir. Bu emanetin muhafazası ise, işleri tam bir adaletle,
kimseye zulmetmeden, sürüncemede bırakmadan İslâm ahkâmına göre yürütmek
ve vazifeyi ehli olan müslümanlara vermekle mümkündür. İslâm'ın
dışındaki bütün sistemler adı ne olursa olsun zulüm sistemleridir.
Bu gibi sistemlere
arka çıkmak, yardımcı olmak ve gücü yetenlerin sükût etmesi de zulümdür
ve zulme ortak olmaktır. Kaldı ki İslâm'ın hâkim olduğu dönemlerde bile,
halka zulmeden, haksızlık eden idareciler, âlimler tarafından çok acı
bir şekilde ikaz edilmişlerdir. Süfyan-ı Sevri'nin, zamanın Abbasi
Halifesi Harun-u Reşid'e yazdığı şu mektubu dikkat ve ibretle okuyalım.
«Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın günahkâr kulu Süfyan bin Sa'd el-
Münziri's-Sevri'den, emellerle mağrur, imanın tadı kalbinden silinmiş
kul Harun'ur-Reşid'e...
Benim yanımda,
sevgin, muhabbetin, yerin kalmadı. Beni, Beytülmal'deki haksız
tasarruflarına, yazdığın mektupla şahit tutmak istiyorsun. Fakat ben ve
mektubunu okuyan arkadaşlarım, kıyamette Allah'ın huzurunda senin
aleyhine şahitlik edeceğiz. Ya Harun! Müslümanların rızası olmadığı
hâlde Beytülmal'e hücum ettin. Buna müellefetü'l-kulub, zekât toplayan
âmiller, Allah yo-lunda cihad edenler, yolda kalmış olanlar, Kur'an
hafızları, ilim erbabı, dul kadınlar ve yetimler rıza gösterdiler mi?
Yoksa idaren altındaki diğer insanlar mı razı oldu? Kendini bu soruların
cevabına hazırla. Şunu iyi bil ki bir gün adil-i mutlak bir hâkimin
huzurunda hesap vereceksin. Sen ruhundan ilim, zühd, Kur’an-ı Kerim ve
iyilerle beraber oturmanın tadını silmiş, zâlim olmuş ve zâlimlere lider
olmayı seçmişsin. Ey Harun! Tahta oturdun ve ipeği giydin. Kapına
diktiğin zâlim askerlerinle insanlara zulmettin. Allah’ın emri ile bir
münadî: "Ey zâlimler ve karıları! Ey zâlimler ve yardımcıları haşrolun,
hesaba hazırlanın!" dediği zaman, sen ve etrafındaki zâlimler kollarınız
boyunlarınıza bağlı olarak Allah'ın huzuruna çıktığınızda senin
hasenatın başkasının mizanına, başkasının seyyiatı senin mizanına
konduğu zaman günahların artacak, başına gelen belâ daha büyüyecek,
daralacak ve boğulacak hâle geleceksin. Fakat kimse seni kurtaramayacak.
Cehenneme giderken de yine zâlimlerin lideri olacaksın. Ey Harun!
Vasiyetimi ezberle, nasihatime kulak ver. Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellemin ümmetine yaptığı muameleyi iyi düşün. Sen de o ümmete iyi
davranmaya çalış. Şunu iyi bil ki hilâfet bir gün elinden gidecektir.
Dünya zaten böyledir. İnsanlar devamlı olarak yok olup giderler. İyi
azıklanan faydalanır. Kötüler ise dünya ve ahiretini kaybeder. Ben seni
her ikisini de kaybetmiş görüyorum. Sakın bana bir daha mektup yazma,
cevap vermem. Selâm.»
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Sizin âmirleriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz
cömertleriniz olunca, işleriniz de aranızda istişare ile yapılınca,
sizin için yerin üstü yerin altından daha hayırlıdır. Fakat âmirleriniz
en kötüleriniz, zenginleriniz de cimrileriniz olunca, işleriniz ise
kadınlarınızın emir ve idaresinde bulununca, o zaman yerin altı, sizin
için yerin üstünden daha hayırlıdır» buyurur. (Tirmizi.)
Görülüyor ki,
milletin huzur ve sükuna ermesi, insanca ve İslâmca yaşaması, hakkın
üstün kılınıp batılın yok olması, din, can, mal, akıl ve nesil
emniyetinin sağlanması için, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bütün
devlet hizmetlerini liyâkatlı, kabiliyetli, ehli namus insanlara tevdi
etmek gerekmektedir.
İş başına getirilecek
kişinin ahlâk-ı hâmide ve fazilet erbabı olmasına dikkat etmekle
beraber, o vazifenin üstesinden gelebilecek, liyakat, beceri ve
kabiliyete de sahip olmasına azamî derecede itina gösterilmelidir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, takva ve verada çok
üstün ve sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zerr Gıfarî radıyallahu anh,
kendisinden valilik talep edince: «Ya Eba Zerr! Sen zayıfsın. Bu valilik
bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o, kepazelik ve pişmanlıktır.
Yalnız onu hakkı ile alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna»
buyurdular. (Müslim)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Mekke'yi fethetmiş, Kâbe'yi tavaf ettikten sonra
Kâbe'nin içinde namaz kılmak istemişti. Fakat Kâbe'ye bakan Osman bin
Talha kapıyı kilitleyerek, anahtarı vermek istememiş ve «Senin peygamber
olduğunu bilseydim, onu verirdim» demişti. Hz. Ali kerremallahu vechehu
anahtarı ondan zorla aldı ve kapıyı açtı. Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem içeri girip iki rekat namaz kıldı ve dışarı çıktı. Hz.Abbas
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden Kâbe
anahtarını, Kâbe bakıcılığı hizmetini kendisine vermesini istedi. Bunun
üzerine, «Gerçekten Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.
Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi
işitici, her şeyi görücüdür» (Nisa:58) ayet-i kerimesi nazil oldu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Kâbe bakıcılığını ve Kâbe
anahtarını yine Osman bin Talha'ya verdi. Bu olay Osman bin Talha'nın
müslüman olmasına sebep oldu.
14- Ebu Zerr
radıyallahu anhın şöyle dediği rivayet edilmiştir.
- Dostum bana dinleyip itaat etmemi
vasiyet etti. Velev ki (emir) kolları, bacakları kesilmiş bir köle
olsun.
İZAHI:
İslâm dini cemaat dinidir. Ferdî ve indî hareketlere müsaade etmez. Her
şey bir nizam ve disiplin içerisinde icra olunur. Bütün işler Kur'an ve
sünnet ışığında şûra ile halledilir. Durum bu olunca idare olunanların,
amirlerine itaat etmeleri vacip olur. «Aralarında hüküm vermesi için
Allah'a ve Rasûlü’ne davet edildiklerinde "işittik ve itaat ettik" demek
sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa
erenlerdir.» (Nur: 51)
Hadis-i şerifte,
âmire itaatın ehemmiyetini izah için, âmirin köle, hatta kolları ve
bacakları kesilmiş bir köle olmasının itaate mâni teşkil etmeyeceğine
işaret edilmiştir. Çünkü insanların pek çoğu tabiatları icabı soylu,
güçlü ve cesur emir sahiplerine boyun eğer ve itaat ederler.
Âmirler masiyetle
emrederlerse itaat yoktur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: «Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği (her) hususta (âmirini)
dinleyip itaat etmek gerekir, meğer ki kendisine masiyet ile emredile.
Eğer masiyet ile emredilirse ne dinlemek vardır, ne de itaat.»
buyurmaktadır. (Müslim)
Devlet reisi,
müslümanları Allah'ın kitabı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
sünneti üzere, yani İslâm dininin esaslarına göre idare etmek
mecburiyetindedir. Aksi takdirde, zâlimlerden olur ve müslümanların
itaat mecburiyetleri kalkar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
«Üzerinize sizi Allah'ın kitabı ile yöneten bir köle bile vali tayin
edilse onu dinleyin ve itaat edin» buyurmaktadır. (Müslim) Görülüyor ki
âmirin soyu, kavim ve kabilesi mühim değil, mühim olan, âmirin Allah'ın
kitabı ile hükmetmesidir.
Devlet reisinin
müslüman olması şarttır. Müslüman olmayanların müslümanlar üzerinde
velayet hakkı yoktur. Onun için gay-r-i müslim idarecilere itaat
edilmez.
«Ey iman edenler!
Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat
edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve ahiret
gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûlüne götürün. (Allah
ve Rasûlü'nün tâlimatına göre halledin.) Bu, hem hayırlı ve hem de
netice bakımından daha iyidir.» (Nisa: 59)
Ayet-i kerimede de
görüldüğü gibi, müslümanlar, ancak kendilerinden olan, yani hem müslüman
ve hem de İslâm'ın ahkâmı ile idare eden âmirlere itaatla
emrolunmaktadır. Emir sahibi müslümanları İslâm'ın esaslarına göre idare
ettiği ve aralarında Allah'ın kitabı ile hükmettiği hâlde, şahsi
hayatında kusurları olsa, meselâ bazı günahları irtikap edip, bir kısım
ibadetleri zaman zaman terk etse, kendisine ehil olan kişilerce emr-i
bi’l ma'ruf ve nehy-i ani’l münker yapılır ve masiyetle emretmedikçe
itaat edilir. Ancak helâli haram, haramı helâl sayan ve dinin herhangi
bir hükmünü inkâr ederek küfre giren veya tamamen irtidat eden bir emire
itaat edilmiyeceği gibi bu gibileri vazifeden azletmek gerekir.
«O hâlde kâfirlere
itaat etme ve bu (Kur'an ile) onlara karşı bütün gücünle, büyük bir
cihad et!» (Furkan: 52)
«Kâfirlere ve
münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip
dayan. Vekil ve destek olarak Allah sana kâfidir.» (Ahzab: 48)
15- Hz.Aişe
radıyallahu anha Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti.
- Muhakkak Allah bütün işlerde yumuşaklığı
sever.
İZAHI:
Beş-on kişilik bir grup yahudi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
huzuruna gelmiş ve "Esselamü Aleyküm" diye selam verecekleri yerde
«Es-sâmü aleyküm» yani «Ölüm üzerinize olsun» demişlerdi. Yahudilerin
sözünü anlayan Hz.Aişe radıyallahu anha, «Ölüm ve Allah'ın lâneti sizin
üzerinize olsun» diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Ya Aişe, sakin ol. Allah bütün işlerde
yumuşaklığı sever» buyurdu. Hz.Aişe radıyallahu anha da: «Ya Rasûlallah!
Dediklerini işitmedin mi?» deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: «Ben de "Ve aleyküm" "Sizin üzerinize olsun" dedim» buyurdu.
Yahudilerin bu durumu
ve münafıkların hâli Mücadele Sûresi'nin sekizinci ayetinde şöyle
anlatılıyor: «Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o
menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve peygambere
karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana
geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar.
Kendi içlerinden de "Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azab
etmesi gerekmez miydi?" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya
gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir orası.»
Yahudileri çok iyi
tanımak gerekir. Onlar nerede bir birlik ve huzur görseler, onun
düşmanıdırlar.Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmak onların en belirgin
vasıflarıdır. İslâm'ın en azılı düşmanı ve Allah'ın lânetlediği bir
millettir.
«Kendilerine kitaptan
nasip verilenleri görmedin mi, putlara ve batıl (tanrılar)'a iman
ediyorlar. Sonra da kâfirler için "Bunlar Allah'a iman edenlerden daha
doğru yoldadır" di-yorlar. Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir.
Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir
yardımcı bulamazsın.» (Nisa: 51-52)
Dikkat buyurulsun.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ve müslümanlara karşı bitmeyen
bir kinle dolu, her fırsatta fitne ve fesat çıkaran ve Rasûlullah'a
karşı haşin ve kaba davranışlar sergileyen Yahudiler'e karşı bile,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mülayemetle hareket ediyor.
Onlara sert davranmıyor ve ümmetine şu tasiyelerde bulunuyor:«Kim
yumuşaklıktan mahrum olursa, iyilikten de mahrum olur.»(Müslim) «Allah
refik (yumuşak)'tir ve yumuşaklığı sever. Sertlik ve katılıkta vermediği
şeyi, yumuşaklıkta verir.» (Müslim) Görülüyor ki rıfk ile muamele
övülmüştür. Rıfkın, zıddı şiddet ve sertliktir. Bu ise öfke ve kabalığın
neticesidir ki, ehl-i hikmet: «Ahmaklığın başı hiddet, kumandanı
öfkedir» demişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
«Yumuşaklıktan nasibi verilen kimseye, dünya ve ahiretten nasibi
verilmiş demektir. Yumuşaklık nasibinden mahrum olan kimse ise, dünya ve
ahiret nasibinden mahrum olmuştur.» (Müsned)
«Ya Aişe! Yumuşaklığa
yapış, çünkü yumuşaklık girdiği her şeyi süsler. Yumuşaklık bir şeyden
alınınca, o şey çirkin hâle gelir» (Müslim) buyurmuştur.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: «O vakit Allah'tan rahmet ile onlara yumuşak davrandın.
Şayet sen (farz-ı muhâl) kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz
etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları
için dua et. İşler hususunda onlarla istişare et. Artık kararını
verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine
sığınanları sever.» (Al-i İmran: 159)
Ancak bazı yerlerde
yumuşaklık asla caiz değildir. Bu gibi yerlerde sertlik göstermemek ve
aşırı derecede yumuşaklık göstermek mezmumdur. Bu dereceye düşen
kimselere HAMİYETSİZ denir. Allah için, şiddet göstermek, din
düşmanlarına karşı hiddetlenmek, Allah'ın hükmünü uygularken gevşek
davranmamak müslümanın vasfıdır.
«Ey peygamber!
Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış
yeridir.» (Tevbe: 73)
«Ey iman edenler!
Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın. Ve onlar (savaş anında)
sizde bir sertlik bulsunlar. Biliniz ki Allah muttakîlerle beraberdir.»
(Tevbe:123)
«Zina eden kadın ve
zina eden erkekten herbirine yüz sopa vurun. Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah'ın dinini tatbik hususunda sakın sizi acıma duygusu
kaplamasın. Mü'minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit
olsun.» (Nur: 2)
«Muhammed Allah'ın
Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi
aralarında merhametlidirler...» (Fetih: 29)
16- Abdullah
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini
rivayet etti.
- Taşkınlar helak olmuştur. Bunu üç defa
söyledi.
İZAHI:
Söz ve harekette haddi aşıp, taşkınlık yapmak, evveliyetle o sözü
konuşana ve o fiili işleyene zarar verir. Şayet bu kişi bir fikri veya
bir cemaati temsil ediyorsa, temsil ettiği dava ve cemaat de zarar
görür. İslâm dini, taşkınlık ve aşırılığın her çeşidini men etmiş,
müslümanlardan vakur, ciddî ve mutedil olmalarını istemiştir. «O hâlde
seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol.
Aşırı gitmeyin. O sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir. Zâlimlere
meyletmeyin. Aksi hâlde size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka
dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.» (Hud: 112-113)
Müfrit ve aşırı
kişiler, İslâm ile insanlar arasına çekilmiş kapkara bir perde,
müslümanların birlik ve beraberliği ve İslâm kardeşliği üzerine çökmüş,
kopkoyu bir sis gibidirler. Ve aynı zamanda İslâm'ın anlaşılıp
yayılmasına mânidirler. İslâm dini, değil İslâmî esaslara ve İslâm
ahlâkına aykırı aşırılıkları, ibadet hususunda bile aşırı gitmeyi tasvip
etmemiştir.
«Biz Kur'an'ı sana
zahmet çekesin diye indirmedik» (Taha: 2)
«Ramazan ayı,
insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık
delilleri olarak kendisinde Kur'an indirilen aydır. Sizden her kim
hilâli görürse oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa,
tutmadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun. ALLAH SİZE
KOLAYLIK DİLER, ZORLUK DİLEMEZ. O sayıyı tamamlamanızı size doğru yolu
gösterdiği için, Allah'ı ta'zim etmenizi ister. Umulur ki
şükredersiniz.» (Bakara: 185)
Enes bin Malik
radıyallahu anhin rivayetine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin
ibadetinden sormak için üç kişilik bir cemaat (Hz.Ali, Abdullah bin Amr
ve Osman bin Ma'zun -radıyallahu anhüm-) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin zevcelerinden bazısının evlerine geldiler. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin ibadeti kendilerine haber verilince:
- Rasûlullah kim, biz
kimiz. O'nun gelmiş geçmiş günahları mağfiret olunmuştur, dediler ve
onlardan biri:
- Geceleri hep namaz
kılacak ve hiç uyumayacağım, dedi. Diğeri de şöyle konuştu:
- Ben (bayram
günlerinden başka) seneyi oruçla geçireceğim, hiç iftar etmiyeceğim.
Üçüncüsü de:
- Ben de kadınlardan
(ayrı) bir yere çekilecek ve hiç evlenmiyeceğim, dedi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem onlara doğru geldi ve şöyle buyurdu.
- Şöyle şöyle
konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz olsun, Allah'a andolsun ki ben,
sizin Allah'tan en fazla korkan ve en muttakîniz bulunan bir kimseyim.
Fakat ben oruç tutar (arada) iftar da ederim. (Geceleri) namaz kılar ve
yatar, uyurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.»
(Buharî-Müslim)
İbadetlerde itidali
emreden İslâm, elbette, diğer hususlardaki ayrılık ve taşkınlıklara da
asla müsaade etmez. Aşırı ve taşkınlık yapan kişiler asla istikrar
bulmazlar, bir ifrattan başka bir ifrata, bir aşırılıktan başka bir
aşırılığa düçar olurlar.
Fethi Yeken, "Davet
Yolunda Dökülenler" adlı kitabında şu hâdiseyi anlatır:
-1950'li yıllarda,
İslâmî harekete biri aşırı ve hiçbir şeyde normal tavrı ve yumuşaklığı
affetmeyen, diğeri bazı konularda gevşek ve yumuşak olan iki kardeş
katıldı. İkisi arasında yerli yersiz konuşma ve sataşmaların ardı arası
kesilmiyordu. Öyle ki bir gün birbirlerini lânetliyerek bana geldiler.
Aşırı olan, şu kardeşim var ya münafığın biridir. Kendisine haddin
uygulanması gerekir, dedi. O'na niçin? dedim. O, "Bugün sabah namazını
güneş doğduktan sonra kılmış" dedi. Ben de: "Bu durum aranızda böyle bir
anlaşmazlığın ve kavganın çıkmasını gerektirir mi? Bu kardeşinin
fiilinin, münafıkların fiili olduğunu söyleyen herhangi bir âlim, fakih
var mı? Allah'tan kork. Aşırı gidenlerden olma. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin yolu üzerinde ol. Sünnetine bak, araştır. Yoksa helak
olanlardan olursun" dedim. Ama ne yazık ki bu adam, kibirlenerek, inatla
bu nasihatı reddetti. Sonra kendini beğenip haddi aştı ve yalnız kendini
hidayet üzere, dışındakileri de dalalette görüp durdu. Bu hâli üzerinden
henüz uzun bir süre geçmeden sakalını kesti. Oyun ve hilesi ile, onu
imanından eden, dininden çıkaran bir komşu kızına aşık oldu. Bu olaydan
sonra da helâli helâl, haramı haram olarak tanımayan bir sosyalist olup
çıktı.» İşte aşırılığın kötü sonu. Allah Teâlâ'dan dünyada da, ukbada da
âfiyet ve iyilik diler, her türlü aşırılık ve taşkınlıktan yüce
dergahına sığınırız.
17- Abdullah ibn
Abbas radıyallahu anhüma Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti.
- (Mekke) fethinden sonra hicret yoktur.
Lakin cihad ve niyyet vardır. Cihada çıkmanız (devlet reisince)
istendiği zaman cihada çıkınız.
İZAHI:
Hicret Allah rızası için, din uğrunda kendi yurdunu terkederek bir İslâm
beldesine göç etmektir. Mekkeli müslümanlar için Mekke fethine kadar,
Medine'ye hicret farzdı. Mekke fethedilince bu farziyet kalktı. Mevzûmuz
olan hadis-i şerifte bu hususa işaret etmektedir. Hicretin farz
kılınması, müslümanların Medine'de toplanarak güçlenmesi ve böylece
düşmanların saldırılarına karşı İslâm'ı müdafaa etmeleri, bir de
müslümanların dinlerini muhafaza edip, imanlarının gereğini yerine
getirebilmeleri sebebine istinad ediyordu. Çünkü Mekke müşriklerinin
zulüm ve işkenceleri had safhaya ulaşmıştı. Gücü yeten bütün müslümanlar
akın akın Medine'ye hicret ettiler. Hatta, hasta, ihtiyar ve hicret
imkanı olmayan muhtaçlar (ki bunlara hicret farz değildi) bile hicret
için can atıyorlar ve fırsat gözlüyorlardı. Cündeb ibni Amre çok yaşlı
ve hasta bir zattı. Çocuklarına kendisini bir sal üzerine koyarak
omuzlarına alıp Medine'ye götürmelerini söyledi. Çocukları babalarını
omuzlayıp Mekke dışında bir mahâl olan Ten'im'e kadar götürdüler.
Ten'im'de ölüm işaretleri belirince sağ elini, sol eli üzerine koyarak:
«Ey Rabbim! Şu elim senin, diğer elim de Rasûlün içindir. Rasûlün neye
beyat ettiyse ben de onun beyat ettiği ahkâma beyat ettim» dedi ve vefat
etti. Bunun üzerine: «Allah yolunda hicret eden kimse gidecek çok yer ve
bolluk bulur. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda HİCRET EDEREK evinden çıkar da
sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükafatı Allah'a düşer. Allah
çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.» (Nisa: 100) ayeti nazil oldu. Şu
ayet-i kerime de, Allah yolunda hicret edenlerin üstün derecelerine ve
faziletlerine işaret etmektedir: «İman edip de hicret edenler ve Allah
yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah
katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.» (Tevbe:
20)
Mekke fethinden
sonra, farziyetin kalkması, hicretin tamamen nesh edildiği manasına
gelmez. Hicretin şartları avdet ederse, hicret vecibesi de avdet eder.
Meselâ, dar'ul harbde ve İslâm'ı yaşama imkanı olmayan bir yerde bulunan
müslümana, dinini muhafaza edebileceği ve İslâm'ı yaşayabileceği bir
İslâm beldesine hicret etmesi gerekir. Keza, düşmanlardan korunmak,
kâfirlerle cihad etmek ve müslümanların güçlenmesi için bir beldede
toplanmaları gerekiyorsa, o beldeye hicret etmek de vacip olur.
Allah yolunda cihad
ve İslâm için hayırlı hizmetlerde bulunmaya ve gerekirse hicret, cihad
ve hatta şehadete hazır olmaya niyyet etmek ise, müslüman için her zaman
ve her şartta yapması gereken vazifeleri cümlesindendir.
Cihad, lügatta,
meşakkat, elden gelen güç ve kuvveti sarfetmek demektir. Şeriatta ise:
Allah adını yüceltmek ve İslâm'ı hâkim kılmak için, İslâm düşmanları ile
savaşmaktır. Düşmanın tasallutu, müslümanlardan bir kısmı tarafından
defedilirse cihad farz-ı kifaye, defedilemez ise farz-ı ayın olur. Cihad
farz-ı ayın olunca da, evlat babasından, kadın kocasından, borçlu
alacaklısından izin almadan cihada çıkabilir. Aksi takdirde yani cihad
farz-ı kifaye olunca izin almaları gerekir. Ayrıca mevzûmuz olan hadis-i
şerifte «Devlet reisi cihada çıkmanızı istediği zaman cihada çıkınız.»
ifadesinde de açıkça belirtildiği gibi, şayet devlet reisi bütün
müslümanları cihada davet ederse, o zaman da cihada çıkmak farz-ı ayn
olur.
«Ey peygamber!
Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. Orası kötü bir varış yeridir.»
(Tevbe: 73) Müslümanlar cihada çıkamaz ve cihad imkanı bulamazsa, Allah
yolunda cihada hâlisane niyyet etmelidirler. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sel-lem: «Kim gaza ve cihad etmeksizin ve kendi kendine "Keşke
ben de mücahidlerden olsaydım" demeksizin vefat ederse münafıklıktan bir
şube üzerine ölmüş olur» buyurmuştur. (Müslim) Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem «Mü'minin niyyeti amelinden hayırlıdır» buyurarak gücü
yettiğinde muhakkak yapacağı hâlis niyyetin yüksek derecesine işaret
buyurmuştur. Hatta müslüman sadece hicret, cihad ve benzeri hayırlı
amellerle beraber Allah'tan şehit olmayı da istemelidir. Çünkü şehâdet
peygamberlikten sonra en büyük rütbedir. «Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah'ın lütuf ve
kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rab’leri
yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz
kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku
bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.» (Al-i imran: 169-170)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır. «Allah katında, şehid için altı
haslet vardır: Dökülen ilk kanı ile beraber günahları bağışlanır.
Cennetteki mevkii kendine gösterilir. Kabir azabından korunur. En büyük
korkudan emin olur, kendisine iman elbisesi giydirilir, huriliyn
(denilen cennet hurileri) ile evlendirilir ve akrabalarından yetmiş
müslüman hakkında şefaat etmesi kabul olunur.» (İbn-i Mace)
Deniz şehidi, kara
şehidinden daha faziletlidir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bu hususa şu hadis-i şerifle işaret buyurmaktadır:
«Deniz şehidi, (sevap
bakımından) iki kara şehidinin mislidir. Ve deniz savaşında başı dönen
gazi, kara savaşında kanı içinde kıvranan kimse gibidir. Denizin iki
dalgası arasındaki mesafe(yi kateden gazi) de, Allah'a ibadet yolunda,
dünyayı bir baştan bir başa kateden kimse gibidir. Şüphesiz Allah (azze
ve celle) ruhları almak görevini ölüm meleği Azrail’e vermiştir. Ancak
deniz şehidini bu hükmün dışında tutmuştur. Çünkü deniz şehidinin
ruhlarını bizzat Allah alır ve Allah, kara şehidinin borçları hariç
bütün günahlarını bağışlar. Deniz şehidinin ise bütün günahları ile
beraber borçlarını da bağışlar.» (İbn-i Mace)
18- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti.
- Karanlık gecenin (zifiri )
karanlıklarına benzeyen fitneler zuhur etmeden amellere şitab edin. (O
fitneler zuhur ettiğinde) Kişi mü'min olarak sabahlayacak, kâfir olarak
akşamlayacak yahut mü'min olarak akşamlayacak kâfir olarak sabahlayacak,
dinini bir dünya metaı mukabilinde satacaktır.
İZAH:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vukû bulacak bir çok fitneden ve
onun tehlikelerinden (bir mucize olarak) zaman zaman ümmetini uyarmış ve
o günler gelip çatmadan hayırlı hizmetler ve sâlih amellere teşvik
etmiştir.
Hz. Osman
radıyallahu anhın şehadetinden zamanımıza kadar, Sebeiye, Gâliye, Gulatı
Şia, Karamita, Nusayriye, Hâkimiye, İsmailiyye, Keysaniye, Gurabiye,
Bahailik, Kadıyanilik, Cengizhan ve Hülagu fitnesi gibi birçok siyasî ve
itikadî fitneler ve birçok yalancı peygamberler zuhur etmiş ve nice
insanlar bu fitneler sebebi ile helak olup gitmişlerdir.
Zamanımızda ise,
tağutî düzenlerin benimsenerek ümmetin başsız kalması ve İslâm
birliğinin yok olması ile başlayan fitne-ler, müslümanlar arasında
ateist fikirlerin sosyalizm ve ırkçılık gibi sakim düşüncelerin revaç
bulması ve koyu bir dinî cehâletin yaşanmasına sebeb olmuştur. Bugün
kadın hakları safsatası ile kadınlar bir meta’ ve şehvetlerin tatmin
aracı hâline getirilerek kadınlık özellikleri kaybolmuş, insan hakları
ise her türlü din dışı, ahlâk dışı kötülüklerin yapılabileceği şeklinde
anlaşılıp anlatılmış, içki, kumar, fuhuş, fâiz bizzat devlet eliyle
yapılmaya başlanmış, diğer taraftan ise İslâmî düşünce ve yaşantı
yasaklanarak suç sayılmış ve İslâm, hayattan tamamen tecrid edilmeye
çalışılmıştır. Basın yayın ve tv. yolu ile yapılan din, ahlâk, örf ve
âdet dışı yayınların tahribatı da korkunç boyutlara ulaşmıştır.
İlkokuldan
üniversiteye kadar yapılan eğitim ve öğretim ise başlı başına bir
felâkettir. Yavrularımız dinî duygulardan mahrum ve hattâ dine karşı
yetiştirilmekte, gençlerimize şahsiyet kazandıracak yerde, kendine
güveni olmayan, tarihine düşman, müslümanlığından habersiz ve batının
kokuşmuş maddeci düzenlerine heveskâr bir mukallid olarak
yetiştirilmektedir. Bütün bunlar İslâm milletinin üzerinde kara
bulutlar hâlinde dolaşan, belâ ve musibetler yağdıran korkunç
fitnelerdir.
İşte bu fitneler
karanlık gecelerin zifiri karanlıklarına benzemekte ve böyle gecelerde
nasıl ki şekiller ve renkler birbirlerinden farkedilemez ise,
fitnelerin karmaşası içerisinde kişiler, iman ile küfür, hak ile batıl,
iyi ile kötü sınırlarını farkedemeyerek bazen iman sınırına bazen küfür
sınırına girip çıkacaklardır. Allahümmahfaznâ.
Zamanımızda,
- Şeriatı bir tehlike
olarak görenleri,
- Nice haramları
helâl ve helâlleri haram kabul edenleri,
- İslâm’ın yasak
ettiği birçok hukukî, ticarî muameleleri helâl sayanları,
- Çok az bir çıkar,
bir makam karşılığında inancından olanları,
- İslâm dışı tağutî
düzenleri putlaştıranları ibretle düşünün ve artık insanlar nasıl,
müslüman olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşamlıyor veya müslüman olarak
akşamlayıp kâfir olarak sabahlıyor ve dinini az bir dünya metaına
karşılık nasıl satıyor anlayınız.
Fitnelerin bu derece
yaygınlaştığı ve korkunçlaştığı bir zamanda; dinimizi, nefsimizi,
neslimizi muhafaza edebilmek için de Kur'an ve Sünnet ölçüsünde hareket
eden bir İslâm cemaatına dahil olup sebat etmek şarttır. Aksi takdirde
bu fitnelerin içinde farkında olmadan her şeyimizi kaybedebiliriz.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem «Ümmetimden daima Allahın emrini yerine getirmekte
sabit, kendilerini yalanlayanların ve muhâliflerinin zarar veremiyeceği
bir ümmet varolmakta devam edecektir. Ta Allah'ın emri gelinceye
(kıyamet kopuncaya) kadar, onlar hep bu doğru yol üzerinde sabit
kalacaklardır.» buyurmaktadır. (Buharî)
19- Abdullah
radıyallahu anh, Nebi sallallahu aleyhi ve sel-lemden şöyle rivayet
etti.
- Kıyamet gününde her vefasız için bir
sancak (dikilecek.) Bu fülanın vefâsızlığıdır, denilecektir.
İZAHI:
Ahde vefâ dindendir. Vefâsızlık edip ahdini bozmak ise şiddetle haram
kılınmıştır. Herhangi bir şeyi yapmak için söz verip de o şeyi yapmayan
kişiye "Gâdir, vefâsız" denir. Vefâsızlık ise münafıklık
alâmetlerindendir.
Verdiği sözü yerine
getirmeyip vefâsızlık yapan kişiler için pazar yerlerine sancaklar
dikerek onları teşhir etmek eski arap adetlerinden imiş.
Ahdinde vefâsız
olanlar, ahdini bozanlar dünyada iken münafıklık alameti taşıyarak
müslümanlar nazarında itibarlarını kaybedip rüsvay olacakları gibi,
hadis-i şerifte işaret edildiği gibi, kıyamet gününde de teşhir
edilecekler ve rüsvay olacaklardır. Ve bu gibilere Allah Teâlâ'nın
lâneti vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Allah'a
verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın
riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat
çıkaranlar... İşte lânet onlar içindir ve kötü yurt (cehennem) onlar
içindir.» (Ra'd: 25)
Ahde vefâ hususunda
dikkat göstermek ve canı pahasına da olsa ahdini bozmamak imanın
kemaline delalet eder. Çünkü ahde vefâ kâmil mü'minlerin işidir. Vefâsız
olanlar, dönek tabiatlı, yalancı ve şahsiyeti zayıf kişilerdir. Bu kötü
vasıflı kişilerle, ciddi işler, kan ve can istiyen davalar yürütülemez.
Şurası kati olarak bilinmelidir ki ahdini bozanlar ancak kendi
aleyhlerine bozmuş olurlar, yukarda da işaret edildiği gibi sonları
dünyada da, ahirette de rüsvaylıktır.
«Ey iman edenler!
Akitlerin gereğini yerine getirin.» (Maide: 1)
«Anlaşma yaptığınız
zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin. Ve Allah'ı üzerinize şahit
tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın.Şüphesiz Allah
yapacağınız şeyleri pek iyi bilir.» (Nahl: 91)
«Muhakkak ki sana
biat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların eli
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de
Allah'a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat
verecektir.» (Fetih: 10)
«... Verdiğiniz sözü
de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.» (İsra: 34)
Her şeyin bozulduğu,
nefis, şahsî görüş ve menfaatlerin ön plâna çıkarıldığı zamanımızda
kişiler, söz vermenin ve ahde vefânın dinî bir vecibe ve müslümanların
en belirgin vasıflarından biri olduğu hakikatını kavrayamamanın
perişanlığını sergilemektedir. Verilen sözün bir akit ve akti bozmanın
da münafıklık olduğu çok iyi bilinmelidir. Ben müslümanım diyen bir
kişi, şeriat nazarında mâzur olacak bir sebep olmadan verdiği sözü asla
bozamaz, ahde vefâsızlık edemez. Aksi takdirde ehli nifaktan olur.
Bu hususta,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
«Dört şey kimde
bulunursa o, hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu
bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur:
Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, bir şey söylediği
zaman yalan söyler, ahitleşince sözünde durmaz, (bir kimse ile)
hasımlaşınca haktan ayrılır.» (Müslim)
20- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
- İman yetmiş küsûr şubedir. Ve haya da
imandan bir şubedir.
İZAHI:
İmanın aslı, kâlb ile tasdik ve dil ile ikrardır. İmanın kemâli ise
âmâli sâlihaya devam etmek ve masiyetlerden ictinab ederek, ahlâk-ı
Muhammedî ile tehalluk etmekle gerçekleşir.
Bedreddin Aynî bu
hadisin şerhinde: «İmanın itikada ait otuz, dilin amellerine ait yedi ve
azaların amellerine ait kırk olmak üzere tamamının yetmişyedi şube
olduğunu» izah etmektedir.
İmam-ı Azam "Fıkh-ı
Ekber"de imanın esaslarını şöyle ifade eder: «Tevhidin aslı ve itikatta
sağlam dayanak, mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır. Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye,
kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inandım.» Böylece inanan
herkes mü'mindir. Ancak bu imanını, âmâli sâliha ile kuvvetlendirip
kemâle erdirmesi gerekir. Sürekli mâsiyet işleyen, isyan ve tuğyan
içinde bulunan, hayır adına bir şey yapmayan bir kişi, (hafazanallah)
zamanla imanını zâyî etmek gibi korkunç bir bâdireye sürüklenebilir.
İman bir nurdur, bir ışıktır. Amâl-i sâliha ise bu nur ve ışığı muhafaza
eden bir fanus mesabesindedir.
Hadis-i şerifte
geçen, "Hayâ imandandır" ifadesinden maksat, "Hayâ imanın kemâlindendir"
demektir.
Evet hayâ imanın
hakikatından değil kemâlindendir. Bir şeyin kemâlinin bulunmaması o
şeyin yokluğunu gerektirmez.
Hayâ, utanmak, ar,
nâmus manalarına gelir. Dine, ahlâka aykırı bir işten dolayı kalbin
darlanması ve sıkıntılanması demektir.
İbn-i Salâh: «Hayâ
kötülüklerden ve hukukta kusurdan meneden bir huydur» der.
Cüneydi Bağdadi de:
«Allah'ın nimetlerini ve kulluk babında yapılan kusurları görerek
bunların arasında meydana gelen hâle hayâ denir» demektedir. Hayâ
mü'minin zinetidir. Hayâsızlık ve utanmazlık ise mezmum ve çok çirkin
bir huydur. Hayâ, gevşeklik ile başına buyrukluk ortasında Muhammedî bir
ahlâktır. Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh «Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem perdesinin arkasındaki bâkire kızdan daha utangaçtı.
Hoşlanmadığı bir şey gördüğü vakit o hâli yüzünden anlardık» der.
(Müslim)
Hayânın ifratı
gevşeklik, tefriti ise başına buyruk olmaktır. Gevşeklik çirkindir.
Çünkü kulluk vazifesini ihmale ve terke ve birçok hayırlı işleri
yapmamaya sebeb olur. Başına buyruk olup, itaatten çıkarak nefis ve
hevâya uymanın kötülüğü ise aşikârdır.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Hayânın hepsi hayırdır.» (Müslim)
buyurmaktadır. Demek oluyor ki imanı taklitten, tahkike ve kemâle
erdirmek her mü'min için bir vecibedir. Kemâle ermiş mü'minlerin
vasıfları ise, Kur'an ve sünnette şöyle anlatılıyor:
“Mü'minler ancak
Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri
okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen
kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık
olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar
gerçek mü'minlerdir. Onlar için Rab’ları katında dereceler, bağışlanma
ve tükenmez bir rızık vardır.» (Enfal: 2,3,4)
«Gerçek mü'minler
kurtuluşa ermiştir. Onlar ki na-mazlarında huşû’ içindedirler. Onlar ki
boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekat vazifelerini
yerine getirirler. Ve onlar ki iffetlerini korurlar.» (Mü'minun: 1-5)
«Yine onlar ki
emanetlerine ve akitlerine riayet ederler. Ve onlar ki namazlarına devam
ederler.» (Mü'minun: 8,9)
«İman edip amel-i
sâlih işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.» (Beyyine: 7)
Abdullah ibn-i Abbas
radıyallahu anhüma Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
«Bir kulda beş haslet
bulunmadıkça imanını kemâle erdirmiş olmaz:
1- Allah'a tevekkül.
2- Allah'a tevfîzi
umur.
3- Allah'ın emrine
teslimiyet.
4- Allah'ın kazasına
rıza.
5- Allah'ın
imtihanına sabır.»
Allah için sevmek ve
Allah için buğzetmek de imandan ve imanın kemâlindendir. Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Bir kimse,
Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için
men ederse imanını kemâle erdirmiş olur.»
Abdullah ibn-i Mes'ud
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
«Benden önce Allah'ın
hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin
ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı
olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve
emro-lunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkır.
İşte kim bunlara karşı eli ile mücadele ederse o mü'mindir. Kim onlara
karşı diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde
imandan bir hardal tanesi de yoktur.» (Müslim)
Ebu Hureyre
radıyallahu anh de şöyle bir rivayette bulunur: «Siz iman etmedikçe
cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş
olmazsınız. Ben size bir şey göstereyim mi onu yaparsanız sevişirsiniz.
Aranızda selamı yayın.» (Müslim)
21- İbn-i Abbas
radıyallahu anhuma'dan şöyle dediği rivayet olundu:
- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
erkeklerden kadınlara benzeyenlere ve kadınlardan erkeklere benziyenlere
lânet etti.
İZAHI:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kadınlara benzeyen erkeklere ve
erkeklere benzeyen kadınlara lânet etmesi, yaratılışa aykırı bu fiilin
ne kadar çirkin ve mezmum olduğuna delâlet eder. Bu benzeyiş ister
elbise, süs, boya ve sûrette olsun ve isterse ses, konuşma, yürümek ve
oturmak gibi diğer hususlarda olsun müsavîdir ve mezmumdur.
Hadis-i şerifte
zikredilen lânet, isteyerek ve kendini zorlayarak kadına veya erkeğe
benzemeye çalışanlar içindir. Doğuştan kadınlara benzerlikleri olanlar
ise bu lânetin dışındadırlar. Meselâ bazı kişiler doğuştan sesleri ve
bir kısım davranışları ile kadına benzerler. Bu gibi kişiler eğitimle bu
benzerliklerini değiştirmeye çalışmalıdırlar. Şayet değiştiremezler ise
bir vebal yoktur. İlimde, güzel ahlâkta ve hayırlı amellerde kadınların
erkeklere ve erkeklerin kadınlara benzemeye çalışmaları ise övgüye layık
ve Allah indinde makbul bir ameldir. «Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar
birbirinin dostları ve yardımcılarıdır. Onlar iyiliği emreder,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar...» (Tevbe: 71)
Allah Teâlâ kadın ve
erkeği ayrı ayrı özelliklerde yaratmış ve bu yaratılışlarına münasip
olan vazifeler tahmil etmiştir. O bakımdan kadın kadın olarak ve erkek
de erkek olarak kendi vazife alanlarında ve yaratılışlarına uygun
sahalarda kalmak sûreti ile şahsiyet kazanmış ve saygınlık elde etmiş
olurlar. Aksi takdirde kendilerini gülünç duruma düşürür, itibar ve
saygınlıklarını yitirirler.
Maalesef zamanımızda
bir çok kadın ve erkek, değil birbirlerini giyim ve kuşamda, konuşmak ve
yürümekte ve diğer hareketlerde taklit edip benzemeyi, işi cinsiyet
değiştirmeye kadar vardırmışlardır.
Bugün ameliyatla
kadın olan erkeklerin veya erkekleşen kadınların sayısı küçümsenemiyecek
rakamlara ulaşmıştır.
İslâm'dan uzaklaşan,
manevîyatını kaybeden, ruhî bunalımlarla çalkalanan cemiyetimiz ne hâle
geldi düşünelim. Düşünelim de Rahmet Peygamberi’nin 1400 küsur yıl
ötelerden ümmetini uyaran diriltici sesine kulak verelim.
«Herkesin yaptıkları
işlere göre dereceleri vardır. Rabb’in onların yapmakta olduklarından
habersiz değildir.» (En'am: 132)
Hadis-i şerif bazı
durumlarda lânet etmenin cevazına delildir. Lânetlemek Allah'ın
rahmetinden kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Belli bir müslümanı kesin
bir dille lanetlemek caiz değildir. Ancak kâfir ve zâlimleri ve lânete
müstehak olan kimseleri umumi vasıflarla tel'in etmek caizdir.
Nitekim Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, fâiz yiyen ve yedirene, kâtip ve şahidine,
rüşvet veren ve alanlara, içki imal eden, satan, alan, içen ve içkiden
elde ettiği parayı yiyenlere, ana-babasına lânet okuyanlara, vücûduna
döğme yaptıranlara, zekât vermeyenlere, birinci kocasına varmak için
hülle yapan kadınlara, meşru bir sebeb olmadan kocasını darıltan
kadınlara v.b. lânet etmiştir.
Önüne gelen herkese
lânet okumak, hayvanı ve eşyayı lânetlemek ise caiz değildir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Mü'mine lânet okumak
onu öldürmek gibidir.» (Buharî-Müslim)
«Şüphe yok ki lânet
ediciler, kıyamet günü ne şahit olurlar ne de şefaatçi.» (Müslim)
«Mü'min, sövüp
yerici, lânet edici, hayasızca konuşucu ve edepsiz değildir.» (Tirmizi)
buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
«Kul bir şeye lânet
ettiği zaman o lânet göğe yükselir, fakat göklerin kapıları ona
kapatılır. Tekrar yere inmek ister, yerin kapıları da ona kapatılır.
Bunun üzerine sağa sola sapmaya başlar, bir mercii bulamayınca (eğer
lânet edilen buna müstahak ise) lânet edilene döner. Değilse lânet
edene döner.» (Ebu Davud)
22- Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle
buyururken dinlemiş.
- Şüphesiz insanların en kötüsü şunlara
bir yüzle, bunlara da bir yüzle gelen iki yüzlü kimsedir.
İZAHI:
İki yüzlülük bir nifak olayı, şahsiyetsizlik ve yalancılıktır. İki yüzlü
kimseler, her taifeye onları memnun edecek sözler söylerler. Hayırda
olsun şerde olsun ayırdetmeden onlarla beraber olurlar. Bu hareket ise
bir müdahenedir ve haramdır. Halbuki müslümanlar hayırlara destek,
şerlere köstek olmakla mükelleftir.
«Siz insanların
iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız...» (Al-i İmran: 110)
«... İyilik ve
takvada yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.
Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.» (Maide: 2)
İki yüzlü kimse ise,
emr-i bi’l ma'ruf nehy-i ani’l münker yapmak şöyle dursun, dalkavukluk
yaptığı kişiye yaptığı kötülüklerde söz ve davranışları ile yardımcı
olur. Onun kötülük üzere devam etmesinde bir nevi öncülük yapar.
Birbirlerine zıt düşünce sahiplerinin hangisinin yanına varırsa varsın
onu tasdik eder. Onlardan birisi bir şeye kara diyorsa o da onlara
uyarak kara der. Diğerinin yanına varınca da daha önce kara denilen şeye
şayet bunlar beyaz diyorsa o da beyaz der. Hatta onların arasında
düşmanlıklara fitne ve fesata sebeb olacak söz ve davranışlarda da
bulunur.
İşte, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bu gibi kimseleri insanların en şerirleri
olarak tavsif etmiştir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Dünyada iki yüzlü olanın kıyamet günü ateşten iki
dili olur.» (Buharî-Müslim) buyurarak bu gibilerin kötü akibetini haber
vermektedir.
Başka bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır.
«Kıyamet gününde
insanların en şerlisi olarak şunlara başka bir sözle, diğerlerine başka
bir sözle giden iki yüzlü kimseleri bulacaksın.» (Buharî-Müslim)
Maalesef bugün iki
yüzlülük devleti idare edenlerden tutun da cemiyetin tabanına kadar
yaygınlaşmış ve asrın en müzmin hastalığı hâline gelmiştir. Ve her geçen
gün İslâm ahlâk ve faziletinden uzaklaşan, menfaatını ön plana çıkararak
madde esaretinde dejenere olan toplumumuz, iki yüzlülüğe ve iki
yüzlülere uygun bir zemin oluşturmakta ve cemiyette itimat yok olup,
toplum düzeni bozulmaktadır.
23- Cündeb el-Alakî
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti.
- Her kim (yaptığını) işittirirse, Allah o
kimseyi işittirir ve her kim riya yaparsa, Allah da onun iç yüzünü açığa
çıkarır.
İZAHI:
Riya ve sum'a aynı manaya gelir. Yani ahiret ameli ile dünya menfaatını
ummak veya amelini işittirip ve göstererek bir takım söz ve hareketlerde
bulunmak yahut hiçbir sebeb yokken herhangi bir amelini insanlara
bildirmektir. Riya bazen o kadar gizli olur ki sahibi bile farkına
varamaz. O bakımdan bu hususta çok dikkatli olmalı sürekli olarak
nefislerimizi kontrol altında bulundurmalıyız.
Hadis-i şerifte
geçen, Allah'ın işittirmesi ve göstermesi ifadelerine şu manalar
verilmiştir:
1- Bir kimse bir işi,
başkaları işitsinler de takdir etsinler diye yaparsa, Allah Teâlâ da
kıyamet gününde onun bu hâlini mahşer halkına işittirir ve kendisini
rezil rüsvay eder.
2- Bir kimse yaptığı
bir amelle, insanların işitmesini ve görmesini kastederse, Allah da o
ameli insanlara işittirir ve gösterir. Ve o amelden kazancı da yalnız
insanların takdiri olur. Allah indinde hiçbir sevap kazanamaz.
3- Bir kimse yaptığı
hayrı başkalarına duyurmak ve göstermek için yaparsa, Allah onun
fenâlıklarını insanlara duyurur. Gösteriş için kulluk yaparsa Allah da
onun kötülüklerini halka gösterir.
Allah celle celaluhu
içinde riya ve sum'a bulunan ameli kabul etmez. «Ey iman edenler! Malını
gösteriş için hayra veren, gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan
kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle yaptığınız
hayırlarınızı iptal etmeyin. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak
bulunan kayaya benzer. Sağnak hâlinde yağan yağmur isabet ederse, onu
sert kaya hâline getiriverir. (Toprağı gider kaya kalır.) Yaptıklarını
bu şekilde, Allah için yapmayanlar kazandıklarından hiçbir şeyi tutmaya
muktedir olamazlar. Allah nankör topluluğa doğru yolu göstermez!»
(Bakara: 264)
«Yazıklar olsun!
Mürailikle namazlarını yanlış olarak (veya yanlış yere) kılanlara.»
(Mâun: 4, 5, 6)
Kudsî bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurulmaktadır: «Allah Tebareke ve Teâlâ buyurdu: Ben
ortakların şirkten en gani olanıyım. Kim bir amel işler de, o amelde
benimle birlikte başkasını ortak ederse, onu şirkiyle başbaşa
bırakırım.» (Müslim)
Yani: «Benim hiçbir
ortağa ihtiyacım yoktur. Bir kimse bir şeyi hem benim için hem başkası
için yaparsa ben o ameli kabul etmem» demektir.
Riya ve sum'a ile
yapılan ameller, Allah'a şirk koşmaya benzediğinden şiddetle men
edilmiştir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmaktadır: «Sizin hakkınızda korktuklarımın en korkuncu küçük
şirktir. Ashab, «Küçük şirk nedir ya Rasûlallah?» dediler. Buyurdu ki:
«Riyadır. Allah Teâlâ kıyamet gününde kulların amellerine karşılıklarını
verdiği vakit onlara, dünyada mürailik ettiğiniz kimselere gidiniz,
bakınız bakalım, onların yanında mükafat bulacak mısınız?» der.
(Beyhaki)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem gösteriş için savaşıp ölen, ilim öğrenen ve sadaka
verenlerin kötü akibetlerini şu hadi-s-i şerifte haber vererek bütün
müslümanları ikaz buyuruyor. Halbuki Allah yolunda şehit olmak, ilim
öğrenmek ve Allah yo-lunda mal harcamak ne büyük amel ve meziyet olduğu
hâlde riya karıştığı zaman hiçbir değeri kalmıyor. Hadis-i şerif şöyle:
«Kıyamet gününde aleyhine hükmolunacak halkın birincisi, şehid edilen
bir adam olacaktır. O kimse (huzur-u ilahiyeye) getirilir. Allah ona
verdiği nimetleri birbir anlatır. O da bunları bilir (ve hatırlar)
Cenab-ı Hakk:
- Bu nimetlerin
arasında ne yaptın? buyurur. Kul:
- Senin rızan uğrunda
savaştım ve nihayet şehit düştüm, der. Cenab-ı Hakk:
- Yalan söylüyorsun.
Fakat sen (hakkında) kahraman denilsin diye savaştın. Bu söz de
söylendi. Sonra Allah emreder de yüzüstü sürüklenerek ateşe atılır.
İlim öğrenmiş
(başkalarına da) öğretmiş ve Kur'an okumuş bir kimse (huzur-u ilahiyeye)
getirilir. Cenab-ı Hakk ona da verdiği nimetlerini (tek tek) anlatır. O
da bunları anlar. Allah:
- Bu nimetlerin
(içinde) bulunurken ne işledin? buyurur. O:
- Senin rızan uğrunda
ilim öğrendim ve onu (başkalarına da) öğrettim ve Kur'an-ı Kerim okudum,
der. Cenab-ı Hakk:
- Yalan söylüyorsun.
Lakin sen o ilmi sana bilgin kimse denilmesi için öğrendin. Kur'an-ı
Kerimi de (iyi bir) okuyucu denilmesi için okudun. Bu söz de
söylenmiştir. Sonra Cenab-ı Hakk emreder de yüzüstü sürüklenerek ateşe
atılır.
Allah kendisine geniş
(çapta zenginlik) ve her sınıf maldan verdiği diğer bir kimse de
getirilir. Allah buna da (verdiği) nimetleri (ayrı ayrı) anlatır. O
kimse de bu nimetleri bilir. (Hatırlar) Allah Teâlâ:
- Bu nimetlerin
arasında bulunurken ne (gibi hayırlı) iş yaptın? buyurur. Kul:
- Sevdiğin yollardan
rızan için harcamadık bir iş bırakmadım, der. Cenab-ı Hakk:
- Yalan söylüyorsun.
Fakat sen bunları sana "Cömert" denilmesi için yaptın. Bu söz de
söylendi. Sonra Cenab-ı Hakk emreder bu kimse de yüzüstü sürüklenerek
ateşe atılır.» (Müslim)
İmam Gazalî riyânın
sebeblerini üç bölümde toplamıştır:
1- Emin bir kimse
olarak tanınıp bir makam ve mevkiye yerleşmek, çok büyük maddî imkanlar
elde edeceği bir imkana sahip olmak. Yahut gayesi bir kötülük irtikap
etmek olduğu hâlde takva sahibi olduğunu telkin etmek için yapılan
riyakârlık.
Bu çeşit riyâ,
Allah'a taat kötülüklere merdiven yapıldığı için riyâların en kötüsüdür.
2- Başkalarına
kötülük etmek veya kötü amellerde bulunmak kastıyla değil de, bir kısım
dünya menfaatı elde etmek için yapılan riyâdır. Bu da birinciye göre
hafif olmakla beraber mezmumdur.
3- Ne mal ve makam ve
ne de bir dünya zevki için değil de kendisine sâlih, zâhid kişi denilsin
diye yapılan riyadır. Bu sebebten bu gibi kişiler de yaptıkları
hayırları ve ibadetleri diğer insanlara duyurup göstermek isterler.
Riyânın ilacı
ihlastır. İhlas: Yapılan her işi, amel ve ibadeti yalnız Allah'ın
rızasını gözeterek samimiyetle yapmaktır.
İhlasın meyvesi
ihsandır. İhsan: «Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Sen onu
göremiyorsan da o seni görüyor.»
24- Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin'in şöyle
buyurduğunu söyledi:
- Her duyduğunu söylemesi kişiye günah
olarak kâfidir.
İZAHI:
İnsan, konuşup, sohbet ettiği, düşüp kalktığı, alış-veriş yaptığı veya
çeşitli sebeplerle beraber bulunduğu kimselerden birçok şey işitir. Bu
işittiği şeyler doğru olabileceği gibi yalan yanlış ve hatta iftiraya
kadar varan haberler de olabilir. Onun için kişinin her işittiğini, hiç
araştırmadan, tahlil etmeden aktarması caiz değildir. Çünkü işittikleri
arasında yalan söz ve haberler varsa, onları başkasına aktarmakla
kendisi de yalan söylemiş olur. Yalan söylemek ise haramdır.
Yalan: Bir şeyin
hakikatının hilafını haber vermek demektir.
Diğer bir husus da
şudur. İşittiğini aynen muhafaza edebilen insan çok azdır. Onun için pek
çok insan, işittiklerini naklederken kendisinden de bir şeyler ilâve
ederler. Ve bu ilâve ettikleri sözlerle de haberin aslını
değiştirebilir, yalan haberlerin yayılmasına ve fitneye sebep
olabilirler. Her işitilen sözü anlatmak mahzurlu olduğu gibi, her
işitilen habere göre hareket etmek de doğru değildir. Her iki hâlde de
işitilen haberin doğru olup olmadığını araştırmak gerekir. Aksi
takdirde tamiri mümkün olmayan kötü neticeler zuhur edebilir. Bu
hususta Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Bir
fasık size haber getirdiği zaman onun doğruluğunu araştırın. Yoksa
bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman
olursunuz." (Hucurat/6)
Kişinin duyduğu veya
okuduğu anlaşılması güç veya müteşâbih olan sözleri nakletmesi de uygun
değildir. Çünkü bu gibi sözler de yanlış anlaşılmalara veya muhatabın o
sözü yalanlamasına dolayısıyla da fitne ve fesada düşmesine yol
açılabilir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: "İnsanlara akıllarının kavrayacağı şekilde konuşun."
buyurmaktadır.
Bilhassa âlim, amir,
gibi söyledikleri delil gösterilecek ko-numda olanlar, herkesin
anlayabileceği açıklık ve netlikte konuşmalıdırlar.
Hadis-i şerifte, "Bir
adam işittiği şeylerin bazısından dilini tutamadıkça kendisine
uyulabilecek bir imam olmaz." (Müslim) buyurulmuştur.
Bir kısım cahil
softalar da menkıbelerde okudukları veya bazı kişilerden işittikleri
ŞATAHAT kabilinden sözleri konuşmayı, anlatmayı bir şey zanneder ve
tasavvuf neşesini bu gibi anlaşılmaz ve zahiri şeriat'a tamamen zıt
şeylerde ararlar. Bu hâl ne kadar yanlış ve bir kısım insanların
tasavvufa karşı tavır almalarına sebep olduğundan dolayı, ne büyük bir
vebaldir. Bu gibi kişilere Ahmet er-Rufâi hazretlerinin tavsiyelerini
beraberce okuyalım: "Asrımız ricâlinden bir kardeşimizin şöyle
söylediğini duydum. "Kilise kapısında belime zünnar bağladım ve dedim ki
hamiyetli fakih'den intikamımı alın." Güya o, bu sözü ile başka mânâlar
murad etmiş. Her ne hâl ise, ben sizi böyle lakırdılardan uzak durmaya
çağırıyorum. Bize, bu sözün sahibi hakkında hüsn-ü zan gerekir. Ancak
âdâb-ı din ve hakka riayet bundan da önemli ve lüzumludur. Biz manastır
kapısında zünnar bağlamak şöyle dursun, kapısının önünden bile geçmeyiz.
Fâkihin de elini, ayağını öper, dinî mâlumatı ondan talep ederiz. Bu
sözün sahibi birtakım maksatlarını bu sözlerde gizledi. Keşke öyle
maksatları olmayaydı da, gizlemek zorunda kalmayaydı. Böyle diyeceğine
şöyle dese daha iyi olurdu: "Şeriat kapısında zünnâr-ı çözdüm. İç
dünyamı şer-i ilâhî ile temizledim. Kilise de, zünnâr da dalâletten
başka bir şey değildir. Cenab-ı Bâri’ye açılan kapı ancak "Şeriat
kapısıdır." Evet, ehli muhabbetin istiğrak hâli kâlblerine tesir eder,
akıllarını başlarından alıp deli ve sarhoş gibi konuşturur. Kanları
kaynayarak cezbeye tutulurlar. Böylelerini Allah'a havale edin. Başka
yapılacak bir şey yoktur. Ancak siz, habl-i metin olan Şeriat'a sımsıkı
sarılın. Zira Şeriat’a sarılan ebediyyen dalâlete düşmez. Yukarıda
şairin söylediği sözler ve benzerleri, tahdis-i nimet sınırını aşan
ŞATHİYYET nev'inden lâkırdılardır. Rabb’ına karşı şathiyyet söyleyen ise
helâda uyuyup rüyasında kendisini saltanat koltuğunda oturuyor gören
adamın hâline benzer. Uyandığı zaman bulunduğu yeri farkedince utanır ve
yüzü kızarır. Cezbeyle ŞATHİYYET söyleyen de aynen böyledir. Aklı başına
gelince söylediklerinden hicap duyar. Siz Allah'dan korkun. Hudûd-u
ilâhiyeyi çiğnemeyin. Sünnet-i seniyyeye sarılın."
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu sabahladığı zaman bütün
azaları dile ta'zim ederek derler ki: Bizim hakkımızda Allah'dan kork
biz sana bağlıyız. Sen doğru olursan biz de istikamette oluruz. Sen
eğilirsen biz de eğiliriz."
25- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu söyledi:
- Hidayete, hakka davet eden kimse için,
hakka tâbi olanların ecirleri mislince ecir vardır. Tâbi olanların
ecrinden de hiçbir şey eksilmez. Dalâlete davet eden kimse için de,
dalâlete tâbi olanların günahları mislince günah vardır. Tâbi olanların
günahlarından da hiçbir şey eksilmez.»
İZAHI: İnsanları İslâm'a davet etmek,
onların Kur'an hakikatları ile tanışmasına vesile olacak tebliğatta
bulunmak, İslâm'ı bilen her müslümanın yapması gereken çok mühim bir
vazifedir. Bu ulvî vazifeyi büyük bir ihlas ve samimiyetle yerine
getirenler için ise, sayılamıyacak derecede ecir ve mükâfat vardır.
Hadis-i şerif bu müjdeyi vermektedir. Sapıklığa ve kötülüğe çağırmak ve
öncülük etmek ise dünya ve ukbada mahrumiyete ve azaba düçar olmaktır ve
gazab-ı ilahiyeyi celbetmeye vesiledir.
Zamanımızda şer
cephesi, her türlü vasıtayı kullanarak, insanlarımızı ve özellikle
gençliği dalalet ve sapıklığa çağırmakta, teşvik etmekte ve onları
İslâm'dan uzaklaştırmak, Kur'an nurundan mahrum bırakmak için bütün
imkanlarını seferber ederek, küfür, şirk ve nifak ateşini körüklemekte
ve İslâm binasını yakıp yok etmek için durmadan, dinlenmeden
çalışmaktadır. Bu durumda, biz müslümanlara büyük sorumluluklar
düşmektedir. Bu sorumluluğumuzu yerine getirebilmenin ilk şartı, İslâm'ı
bilen, yaşayan ve davet metoduna vâkıf gerçek davetçiler yetiştirmektir.
Davetçi, İslâm edep ve ahlâkının canlı bir örneğini sergilemeli ve bir
ilim adamında ve bir mürebbîde bulunması gereken ihlas, takva, ilim,
hilim ve mes'uliyet şuuru ile muttasıf olmalıdır. Çünkü ihlasla
yapılmayan, takva ile yaşanılmayan, esasları bilinmeyen, yumuşaklıkla
tebliğ edilmeyen ve mes'uliyet şuuruna ulaşılmayan bir davet istenilen
neticeyi vermediği gibi, telâfisi çok güç, kötü sonuçlar da doğurabilir.
Din şu üç temel
üzerine kurulmuştur:
1- İman
2- İslâm
3- İhsan
İman kâlb işidir ve
bu hususta kâlb itminan noktasına ulaşmalıdır. İslâm, imanımızın gereği
olan, ahkam-ı ilahiyeyi, ahlâk-ı Muhammediye'yi vücud ikliminde ve
aktar-ı âlemde hâkim kılmak ve kulluğumuzu takva derecesine
yükseltmektir. İhsan ise kalbin itminanı ve kulluğun takvası neticesinde
ulaşılan doruk noktadır. Yani hayatı kapsayan bütün işlerde Allah'ı
görür gibi hareket etmektir. Bu hâl ise: «Nerede olursanız olunuz o
sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.» (Hadid: 4)
«Andolsun insanı biz
yarattık ve nefsinin kendine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah
damarından daha yakınız.» (Kaf: 16)
«Allah onları
(mü'minleri) sever, onlar da Allah'ı sever» (Maide: 54) ayet-i
kerimelerinde işaret edilen yakîn derecesine ulaşılarak, nefsin
karanlığından kurtulup, vahyin aydınlığında Rabbi zülcelale vasıl
olmakla mümkündür. İşte İslâm davetçisi bu yakîn derecesine yükselir ve
İslâm'ın canlı bir örneğini sergilerse, yaptığı davetten hayırlı ve
bereketli neticeler tahsil edebilir.
Onun için İslâm
davetçisi şu hususlara çok itina göstermelidir.
1- Şahsında İslâm'ı
tam mânâsı ile yaşamaya gayret etmelidir. «Ey iman edenler!
Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz
Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.» (Saf: 2-3) Yaptığı İslâmî
davete nefsî arzularını, şahsî düşüncelerini karıştırmamalı ve insanları
sadece Allah'a ve onun nizamına davet etmelidir.
“İnsanları Allah’a
davet eden ve sâlih ameller işleyen ve "ben müslümanlardanım" diyenden
daha güzel sözlü kim var.» (Fussilet: 33)
İslâm'a davet
hususunda çalışacak kişinin İslâm'ın hakikatı ile boyanması ve İslâm
hakikatını iyi kavraması gerekir.
«De ki: Şüphesiz
benim namazım, ibadetlerim, dirim, ölümüm hiçbir ortağı olmayan
âlemlerin Rabb’ı Allah'ındır. Ben böylece emrolundum. Ben müslüman
olanların ilkiyim.» (En'am: 162)
Davetçi kalben
mutmain olmalı ve davetin bir cihad ve bir ibadet olduğu şuuruna
ulaşmalıdır.
«Bilesiniz ki vücutta
bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün ceset düzelir ve o
bozulduğunda cesetin tamamı bozulur. Bilesiniz ki o kâlbtir.»
Görülüyor ki, iman,
ihlas ve niyetin makarrı olan kâlb itminan bulmaz, kötü düşünce ve
masivâdan temizlenmezse hiçbir amel makbûliyet derecesine yükselemez.
Davetçi bu meseleyi halletmeden hiçbir meseleyi halledemez.
2- İslâm'a davet
edenler bir İslâmî hareket veya cemaatın mensubu ise, daveti öncelikle
kendi mensubu bulunduğu toplumun içinde yapmalı ve o toplumun İslâmî
hakikatları kavrayıp yaşamalarını sağlamaya çalışmalıdır. . Müslümanlar
şunu çok iyi bir şekilde bilmelidir ki, İslâm'ı güçleri yettiği kadar
kendi aralarında hâkim kılmadıkları ve bunu gerçekleştirmek için çaba
göstermedikleri müddetçe davalarında sâdık değillerdir. Bu gibi-ler
kendilerini iyi kontrol etsinler, göreceklerdir ki yaptıkları işte Allah
rızası yerine nefsî arzuları ve indî görüşleri önplana çıkmıştır.
Maalesef bugün, bir
kısım müslümanlar, «biz konuşalım başkaları yapsın» anlayışıyla iş değil
laf üretiyor, diğer taraftan yaptıkları İslâm dışı hareketleri binbir
tevil ve zorlamalarla mazur gösteriyor, kendileri gibi düşünmeyen,
kendileri gibi hareket etmeyen müslümanları itham ediyor, suçluyor ve
çeşitli yöntemlerle tesirsiz hâle getirmeye çalışıyorlar.
Tecrübeler şunu
göstermiştir ki: Bu gibi kişiler İslâmî hareketin güvesidirler. Hiçbir
zaman risk altına girmezler. Çileye hiç gelmezler. Tembel ve
nefislerinin zebûnudurlar. Köşe-bucak, yalan-yanlış laf üretmek ve
dedikodu ile meşguldürler. Mesuliyetten ve iş yapmaktan kaçarlar, fakat
her işin başında gözükmek isterler.
İslâm daveti komple
bir harekettir. Bir cihad ve bir ibadettir. O bakımdan İslâmî cemaat ve
hareketler kendi iç davetini tamamlamadan daha geniş boyutlu
hareketlerde istenilen neticeye ulaşamazlar.
3- İslâm davetçisi,
İslâm davet metodunu çok iyi bilmeli ve İslâm'ın edep ve ahlâkı ile
ahlâklanmalı ve yukarıda zikredilen ihlas, takva, ilim, hilim ve
mes'uliyet şuuru ile muttasıf olmalıdır. «(Ey Muhammed!) Rabb’ının
yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele
et. Çünkü Rabb’ın kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. Ve o
hidayete erenleri de en iyi bilendir.» (Nahl: 125)
«Fir'avn'a gidin.
Çünkü o azdı. Ona yumuşak tatlı dille konuşun. Belki o, aklını başına
alır veya korkar.» (Taha: 43-44)
Ve İslâm davetçisi şu
hususu asla unutmamalıdır. Hidayete erdirici olan sadece Allahu
Teâlâ'dır.
«(Rasûlüm) Sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis Allah dilediğine hidayet verir
ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir.» (Kasas: 56)
«Biz onların
dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı
değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an’la öğüt ver.» (Kaf: 45)
Davetçi, muhatabını
nefret ettirici, uzaklaştırıcı, kaba ve hoyrat olmamalıdır.
«Kolaylaştırınız,
zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.» (Müslim)
Davetçi muhatabını
çok iyi tanımalı ve davete nereden başla-yacağını çok iyi bilmelidir. En
son söylenecek sözü daha başında söylememelidir. Yani davet metodundaki
tedricîlik prensibine dikkat etmelidir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem Muaz ibn-i Cebel radıyallahu anhı Yemen'e vâli olarak
gönderdi ve ona şöyle buyurdu: "Onları Allah'tan başka ilah olmadığına
ve benim Allah'ın Rasûlü olduğuma davet et. Eğer bunu kabul edip, itaat
ederlerse, günde beş vakit namazın üzerlerine farz kılındığını bildir.
Şayet bunu da kabul eder ve itaat ederlerse, zenginlerden alınıp,
fakirlere verilmek üzere Allah'ın üzerlerine zekatı farz kıldığını
bildir.» (Buharî)
26- İsmail bin Ubeyd
bin Rifaa'dan, Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu
rivayet edildi:
- Kıyamet günü tacirler, facir olarak ba's
olunurlar. Allah'tan korkan, iyilik eden ve doğru olan müstesna.
İZAHI:
İnsanlara muhtaç olmamak, çoluk-çocuğunun geçimini sağlıyacak kadar
helâl rızık kazanmak ve dilenmek zilletine düşmemek için çalışmak
farzdır.
«Yeryüzüne dağılınız.
Allah'ın lütuf ve ihsanını arayınız.» (Cuma: 10)
«Sizden birinizin
ipini alıp, sırtında odun taşıması, Allah'ın kendi fazlından ihsan etmiş
olduğu bir kimseye gelip -versin veya vermesin- dünyalık bir şeyler
istemesinden daha hayırlıdır.» (Buharî-Müslim)
Bir gün Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem sahabe-yi kiram ile beraber oturuyorlar idi.
Önlerinden güçlü kuvvetli bir gencin çalışmaya gittiğini gördüler ve
«Yazık! Eğer gençlik ve kuvvetini Allah yolunda harcasaydı ne güzel
olurdu» dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu: «Öyle söylemeyiniz! Şayet bu genç küçük çocuklarının
rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendi nefsini helâl
yoldan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Ama riyakârlık
ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.»
(Taberani)
Ancak, insanlara
şeriatın ahkâmını öğretmek, onlara nasihat etmek, emr-i bi’l ma'ruf ve
nehy-i ani’l münker yapmak için ilim tahsil eden âlimler ve
müslümanların idarî işleri ile meşgul olan halife, müfti gibi zevatın
ticaretle meşgul olmamaları daha münasiptir. Bu kişilerin geçimleri
beytü’lmalden verilecek maaşla sağlanmalıdır. Nitekim Hz.Ebubekir
radıyallahu anh halife olunca, sahabe-yi kiram, özellikle Hz.Ömer
radıyallahu anh onun ticaretle meşgul olmasını istemediler ve ona
beytü’lmalden maaş bağladılar. Bütün işleri ilim öğrenmek ve ibadet
etmek olan Ehl-i Soffa ashabının geçimi de beytü’lmalden karşılanıyor ve
diğer müslümanlar yardım ediyorlardı. Eğer böyle olmasaydı Ehl-i
Soffa'dan olan Ebu Hureyre radıyallahu anh binlerce hadis-i şerifi bize
ulaştıramazdı.
Ticaret ile iştigal
edenler:
1- Helâl kazanmak ve
doğru olmak.
2- Dünyaya dalıp,
ahireti unutmamak.
3- Önce müslümanlara
hizmeti, sonra kazancı esas almak,
4- Kazandıklarının
fazlasını Allah yolunda sarfetmek.
5- Ticaret yaparken,
müslümanları aldatmamak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, fâizle iştigal
etmemek.
6- Zenginliğinden
dolayı şımarıp ucub ve kibre düşmemek ve yaptığı hayırlara riya
karıştırmamak.
7- Yaptığı ticarette
ortağı varsa, ona ihanet etmemek, hususlarına riayet eder ve bu şartları
yerine getirirlerse makbuliyn ve sıddıkiyn zümresine dahil olurlar.
«Doğruluktan hiç
ayrılmayan tacir, kıyamet günü sıddîkler ve şehitler ile beraber
haşrolunacaktır.» (H.Ş.)
«Onlar öyle kimseler
ki ticaret ve alışverişleri kendilerini Allah'ı zikretmek, namaz kılmak,
zekat vermekten alıkoymaz.» (Nur:138)
Yukarıda
zikrettiğimiz hususlara dikkat etmeyen bilakis, helâl-haram demeden
dünya malı yığan, Allah yolunda bir habbe harcamayan, fâizle iştigal
eden, haksız kazanç peşinde koşan, müslümanları aldatan, dünya ve mal
sevgisi ve hırsı ile ahiretini unutan tacirler ise, dünyada fısk ve
fücur üzere oldukları gibi mevzûmuz olan hadis-i şerifte zikredildiği
gibi, ahirette de facir olarak haşrolunacaklardır.
«Ölçü ve tartıda hile
yapanların vay hâllerine ki, onlar insanlardan aldıkları zaman tam
ölçerler, insanlara vermek üzere ölçüp tarttıkları zaman hilekârlık
ederler.» (Mutaffifin: 2-3)
«Evet vallahi, hayır
vallahi! şeklinde yemin eden tâcire yazıklar olsun! Yarın, yarından
sonra gibi sözlerle müşteriyi oyalayan sanatkârlara da yazıklar olsun!»
(Deylemî)
«Alan ve satan her
ikisi de doğru söyler, nasihatta kusur etmezlerse alış-verişleri
bereketlenir. Her ikisi de gizler, yalan söylerse alış-verişlerinin
bereketi kaldırılır.» (Buharî-Müslim)
«Birbirlerine hainlik
etmedikleri müddetçe Allah'ın kudret ve himayesi ortaklarla beraberdir.
Birbirlerine hiyanette bulundukları zaman Allah'ın himayesi kalkar.»
(Ebu Davud)
Tacirler ve bütün
müslümanlar, gerek alacakları, gerekse borçları hususunda da suhûlet ve
dikkat göstermelidirler. Maalesef zamanımızdaki müslümanların pek çoğu,
alacakları hususunda çok katı ve sert davranırken, borçları hususunda
aşırı derecede ağır davranmakta, böylece müslümanlar arasındaki itimat
ve yardımlaşma büyük ölçüde baltalanmaktadır. Bu gibi kardeşlere şu iki
hadis-i şerifi çok çok okuyup tefekkür etmelerini tavsiye ederim.
«Her kim belli bir
zamana kadar bir miktar dinarı borç verirse, o vâde bitinceye kadar borç
verene her gün bir sadaka yazılır. Müddet bitince vâdeyi uzatırsa, bu
sefer hergün için borç verene alacağı kadar sadaka yazılır.» (İbn-i
Mace)
«Sizin en hayırlınız,
borcunu en güzel bir şekilde ödeyendir.» (Buharî-Müslim)
İmkanı olduğu hâlde,
borcunu zamanında ödemeyen, "bugün git, yarın gel" diye alacaklısını
oyalayan, onu sıkıntıya sokan bir borçlu din kardeşine zulmetmiş, hele
para değerinin her gün hızla düştüğü zamanımızda, kardeşinin hakkını
gasbetmiş, böylece harama ve günaha dalmış olur.
«Zenginin borcunu
geciktirmesi zulümdür.» (Buharî-Müslim)
Yalnız Allah rızası
için ihtiyacı olan kişilere borç vermenin faziletine şu ayet-i kerimeler
işaret etmektedir.
«Kim Allah'a güzel
bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir. Ve
ayrıca ona çok değerli bir mükafatı vardır.» (Hadid: 11)
«Eğer Allah'a içten
gelen istekle ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve
sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir. Ama ceza vermekte acele
etmeyendir.» (Teğabün: 17)
Allah'a ödünç
vermekten maksat, ihtiyacı olan kişilere yalnız Allah rızası için borç
vermektir.
27- Ebu Bekre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle
buyururken işittim diye rivayet etti:
- Hiçbir hâkim, gazablı olduğu hâlde, iki
kişi arasında hüküm vermesin.
İZAHI:
Gadab, intikam almak talebi ile kanın galeyan etmesidir. Gadab (Türkçe
ifadesi ile öfke) itidal noktasında makbul, ifrat ve tefritinde ise
mezmumdur.
Öfkenin tefriti
korkaklıktır. Bu hâl dinî meselelerde, iffet ve namus konularında
hamiyetsizlik ve gayretsizlik doğurur ki, bir kâlb afeti ve mezmum bir
huydur.
İfratı ise
tehevvürdür. Bu da sonu düşünülmeden yapılan yersiz atılganlıklar, bir
müslümana asla yakışmayan küçültücü, mehabet ve vakarı giderici haddi
aşan davranışlarda bulunmaktır. Bu da kötü bir huy, manevî bir
hastalıktır.
Gadabın itidali ise
cesarettir. Bu güzel huy ise hem akıl hem de şeriat nazarında övülen ve
her müslümanda bulunması gereken bir vasıftır.
«İşlerin en hayırlısı
vasat, itidal üzere olanıdır.» (Beyhaki)
İnsanlar
yaratılışları icabı zaman zaman öfkeye kapılabilirler. Ancak bu öfke
dinî bir gayretten ve Allah için değil de, nefisten, şeytandan, kin ve
hasetten kaynaklanıyorsa kişiye düşen, nefis ve şeytanı, kin ve hasedini
aşarak, onlara mağlup olmayarak öfkesini yutmak, Allah'tan af ve
mağfiret dilemektir.
«Rabb’ınız tarafından
bir mağfirete, genişliği semavat ve arz kadar olan cennete koşunuz. O
cennet ki darlıkta ve bollukta infak eden, kin ve öfkesini yutan,
insanları affeden muttakîler için hazırlanmıştır. Allah ihsan ve iyilik
edenleri sever.» (Al-i İmran: 133)
Görülüyor ki öfkesini
yutan, gadabına mağlup olmayan müslümanlar, muttakîlerdir ve cennet
onlar için hazırlanmıştır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve selleme bir adam gelerek: «Ya Rasûlallah! Bana bir amel öğret
az olsun» dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem «Öfkelenme»
buyurdu.Ve «Siz yenilmez pehlivanı nasıl tanırsınız?» buyurdu.
Ashab:«Pehlivanların yenemediği kimse diye biliriz» dediler. Bunun
üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
«Hayır öyle değil.
Gerçekten yenilmeyen pehlivan öfke anında kendine mâlik olandır.»
(Buharî)
Öfkeyi giderip atmak
için öfkenin sebeplerini bilmek lazımdır. Öfkenin sebebi bilinirse, o
sebeplerin telafisi cihetine gidilip böylece tehevvürün kötü neticeleri
önlenebilir.
Hırs; mal ve makam
sevgisi, irade zaâfiyeti, ucub,
kibir,
haset gibi manevî hastalıklar gadaba yol açacağı gibi, haksızlık,
ihanet, ahde vefâsızlık, inançsızlık, zulüm, yapılan çeşitli günahlar da
öfkeye sebep teşkil ederler. Ancak masiyetlere karşı, dinî bir gayretten
dolayı öfkelenmek fakat öfkede haddi aşmamak övül-meye değer bir
öfkedir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem öfkeyi defetmek için şu tavsiyelerde bulunmuştur:
1- Abdest almak
2- İstiaze etmek
3- Öfke hâlindeki
vaziyetini değiştirmek
4- Dua etmek.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin bu husustaki buyrukları şöyledir:
«Öfke şeytandandır.
Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. O hâlde
sizden biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın.» (Ebu Davud)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin huzurunda iki kişi çekiştiler, onlardan biri yüzü
kıpkırmızı olmuş bir şekilde arkadaşına öfkeleniyordu. Bunun üzerine
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: «Ben öyle bir
kelime biliyorum ki (şu öfkelenen kimse) onu söylemiş olsaydı hissettiği
öfke ondan giderdi. Evet "Eûzübillâhimine'ş-şeytâni'r-racîm" demiş
olsaydı hissettiği öfkeden eser kalmazdı.» (Buharî-Müslim)
«Sizden biriniz
öfkelendiği zaman, ayakta ise hemen otursun. Böyle yapmakla öfkesi
geçerse (ne alâ) değilse uzansın.» (Ebu Davud)
Hz.Aişe radıyallahu
anha şöyle rivayet etti:«Öfkeli bulunduğum bir sırada Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdiler, burnumun ucunu tutup ovarak:
«Ya Ayşecik! Şöyle dua et buyurdular: Kalbimin öfke ve kinini gider ve
beni şeytandan koru.»
Öfkelenen kişi "Eûzü
besmele" çekip abdest alır, iki rekat namaz kılar ve yukardaki duayı
okursa, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bütün tavsiyelerini
yerine getirmiş olur.
İki kişi arasında
hüküm vermek demek, onların haklı olanı ile haksız olanını ayırmak ve
adaleti tecelli ettirmek demektir. Bunun gerçekleşmesi için de hâkimin
hem bedenî ve hem de ruhî yönden sağlıklı olması şarttır. Öfke ise
kişinin ruhî dengesini de, bedenî dengesini de bozar. Bu durumda iken
vereceği karar ise sağlıklı olmaz. O bakımdan hâkim, öfkeli iken hüküm
vermekten men edilmiştir.
«Hâkimin güvenilir,
iffetli, akıl ve düşüncesine itimat edilir, takva ehli, idrak ve anlayış
sahibi, Kur'an, sünnet ve fıkıh bilgisi iyi, sabırlı olması gerekir.»
(İbn-i Abidin)
28- İbn-i Abbas
radıyallahu anhden rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
Muaz radıyallahu anhı Yemen'e gönderirken şöyle buyurdu:
- Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o dua
ile Allah arasında perde yoktur.
İZAHI:
Zulmün her çeşidi haram kılınmıştır. Zâlime yardımcı olmak da zulümdür.
Müslümanlar, her zaman mazlumun yanında zâlime karşı tavır almakla
mükelleftir.
«Siz zâlimlere
meyletmeyin ki size ateş yapışmasın. Halbuki Allah'tan gayri sizin
dostunuz yoktur. Binaenaleyh zâlimlere meylederseniz, hiç kimse
tarafından yardım olunmazsınız.» (Hud: 113)
Süfyan-ı Sevri'ye,
"Ölmek üzere bulunan bir zâlime su ve-rilir mi verilmez mi?" diye sual
ettiler.
-Verilmez, dedi.
- Ölmek üzeredir,
dediler.
- Bırak onu, su
vermek de ona yardım hususuna girer, dedi.
Düşünmek ve tefekkür
etmek gerekir. Ölmek üzere olan bir zâlime su vermek dahi ona yardım
etmek mânâsına gelirse, basit bir dünya menfaati, makam ve mevkii için
zâlimlere yaltakçılık yapmak, onların yalan yanlış sözlerini tasdik
etmek, zulümlerine ses çıkarmamak hatta yardımcı olmak ne büyük bir
zulüm ve ne aşağılık bir davranış olur.
En büyük zulüm; küfür
ve şirktir. Çünkü bu Kur'anî hakikatları yalanlamak, yaratıcısına karşı
isyan ve tuğyan etmek, onun verdiği nimetlere nankörlük yapmaktır.
«... Muhakkak şirk
büyük bir zulümdür.»(Lokman:13)
«İslâm'a çağrılırken,
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah zâlimler
topluluğunu doğru yola erdirmez.» (Saf: 7)
Allah'ın ahkâmını
gözardı ederek, Allah'ın hükmüne rağmen, beşerî sistemlerin, tağutî
düzenlerin ahkamıyla hükmetmek de zulümdür.
«... Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.» (Maide: 45) Eğer,
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, Allah'ın hükmünü inkâr
ediyorlarsa kâfir olurlar. Fakat Allah'ın ahkâmına inanıyor da bir
zorlama neticesi veya nefis ve hevâsına uyarak başka türlü hüküm
veriyorsa zâlimlerden olmakla beraber kâfir olmaz.
«Zulümden sakınınız.
Zira zulüm kıyamet günü (sahibini saran) karanlıklar (olacaktır.)»
(Müslim)
Bir müslümanın
malına, canına, namusuna, maddî ve manevî her türlü hukukuna tasallut
etmek, mazlumlara yardım elini uzatmaktan imtina etmek de bir zulümdür.
Zulme uğrayan,
kâfirlere esir düşen veya kâfirlerle savaş hâlinde olan müslümanlara
yardımcı olmak, onları zâlimlerin zulmünden kurtarmak için bütün
imkanları seferber etmek ise her müslüman için bir müslümanlık ve
kardeşlik borcudur.
«(Onlar) Bir zulüm ve
saldırıya uğradıkları zaman birbirlerine yardım ederler.» (Şûra: 39)
Müslümana iftira
etmek, şahsiyetini rencide edici söz ve davranışlarda bulunmak ve
aleyhinde konuşulan, hakkı zâyî edilen bir yerde onu gıyabında müdafaa
etmemek de zulümdür.
«Müslüman,
müslümanların dilinden, elinden selâmette olduğu
kimsedir.» (Buharî-Müslim)
Hükümdarlara, devlet
ricâline yakın olmak ve ellerinde bulunan dünya nimetlerinden
faydalanmak için onların yalan yanlış sözlerini doğrulamak, zulümlerine
bil fiil veya sükut ederek yardımcı olmak da zulümdür.
Bu hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin Kab bin Ucre radıyallahu anhe yaptığı
hitabı beraberce okuyalım:
«Ya Ka'b! Seni,
benden sonra gelecek olan hükümdarlardan Allah'a sığındırırım. Kim
onların kapısına gelir, dedikleri yalanları doğrular ve zulümlerine
karşı onlara yardımda bulunursa, benden değildir. Ben de ondan değilim.
Havuzuma da gelmeyecektir. Ama hükümdarların kapısına gitsin, gitmesin
onların yalanını doğru kabul etmeyen ve zulümlerine karşı onlara
yardımda bulunmayan kimse bendendir. Ben de ondanım, o benim havzıma
gelecektir.» (Tirmizi)
İdarecilerin fesadı,
ilim adamlarının fesadındandır. Şayet ilim adamları, devlet ricaline
riyakârlıkla yaltakçılık yapmayıp, hiç korkmadan doğruları söyleseler, o
zaman devleti idare edenler de zulme ve kötülüğe cür'et edemezler
böylece mazlumların ah-u figanı sona ererdi.
«Cihadın en üstünü,
zâlim bir hükümdarın yanında hak sözü söylemektir.»(Ebu Davud)
«Şehidlerin efendisi,
büyüğü Hamza'dır. Ve bir de hükümdarın önünde durup da, ona iyilikle
emrettiği ve kötülükten nehyettiği için öldürülen kişidir.» (Hâkim)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem zulme karşı çıkmayan, mazlumun yanında yer almayan,
kötülüklere karşı tavır takınmayan nemelazımcı kavimlerin ve âlimlerin
kötü akibetlerini şöyle haber veriyor:
«İsrailoğulları günah
ve isyana düşünce, âlimleri onları menetmeye çalıştı. Fakat onlar
vazgeçmediler. Âlimleri de onların oturdukları meclislerde oturdular,
onlarla beraber yediler, içtiler. Cenab-ı Allah da bu sebeble onların
kâlblerini birbirine vurdu ve onları Davud aleyhisselam ve Meryem oğlu
İsa aleyhisselamın diliyle lânetledi. (Şüphesiz ki Allah'ın onlara böyle
yapması da onların isyan etmesinden ve meşru olan sınırları aşmalarından
olmuştu.) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dizleri üzerine kalkıp
devamla buyurdu ki: «Nefsimi kudret elinde tutan Zatı Bâri'ye yemin
ederim ki, onları haksızlık ve zulümden men edip, batıldan hakka
meylettirmediğiniz müddetçe siz de bu lânetten kurtulamazsınız.»
(Tirmizi)
Zâlimler şu hususu
çok iyi bilmelidirler ki, zulüm ile payidar olmak mümkün değildir.
Akibet dünyada zillet ve perişanlık, ahirette ise azap üzerine azaptır.
«Allah zâlime (bir
müddet) mühlet verir. Onu yakaladığı zaman da felâh vermez.»
(Buharî-Müslim)
Müslümana gereken,
kendisini her türlü zulüm, haksızlık, azgınlık, taşkınlık ve
kötülüklerden uzak tutmak, bütün işlerinde Allah'ın rızasını talep edip
takva üzere amel ederek, adalet ve iyilikle muamele etmektir.
«Muhakkak ki Allah,
adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık
ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.»
(Nah: 90)
Görülüyor ki zulüm ve
haksızlık en büyük günahtır. İnsanların haklarına tecavüzdür. Allah
Teâlâ mazlumun yanında ve onun yardımcısıdır. Mazlum ile Allah celle
celâlûhu arasında perdeler kalkmış ve onun duaları doğrudan doğruya
Allah'ın katına yükselmiş olacağından duası süratle ve anında kabul
olunur.
Ebu Hüreyre
radıyallahu anhden rivayet olunan bir hadis-i şerifte: «Üç dua vardır ki
müstecabtır: (Onlar) oruçlunun duası, misafirin duası ve mazlumun
duasıdır» buyrulmaktadır.
29- Enes bin Mâlik
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- Kim küçüklerimize merhamet etmez,
büyüklerimize tazim etmezse bizden değildir.
İZAHI:
İlim ve yaşça büyük, takva ve ahlâkça üstün olanlara tazim etmek, küçük
çocuklara merhamet etmek, onlara yardımcı olmak, İslâm ahlâk ve
adabındandır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem oturduğu meclislerde ilim ehline ve kavmin büyüğüne en
yakınında yer gösterir ve "İnsanlara mevkilerine göre muamele ediniz»
(Ebu Davud) buyururlardı. Hatta namazda ilim ve hilm ehlinin en yakınına
durmalarını isterlerdi. "Safları düz tutun, eğri-büğrü yapmayınız. Sonra
kâlbleriniz (deki maksat ve düşünceler) muhtelif olur. İçinizden hilm ve
akıl sahibi olgun kimseler bana yakın dursun, daha sonra bunlara yakın
olanlar daha sonra bunlara yakın bulunanlar dursunlar» (Müslim)
buyururlardı.
Yaşlı, hasta kadın ve
erkekleri ziyaret eder, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını
giderirlerdi. Süt annesi Halime, Hz. Ali kerremallahu vechehunun annesi
Fatıma, Ümmü Eymen, Ensar ve Muhacirînin büyüklerini ziyaret etmek
adetlerindendi. Bu husustaki buyruklarından bir kısmı şöyledir:
«Ak saçlı müslümana,
haddi tecavüz etmeyen ve içindeki hükümlerle amel etmekten uzaklaşmayan
Kur'an hafızına ve adil hükümdara ikram yüce Allah'ı tazimdir.» (Ebu
Davud)
«Bir genç
yaşlılığından dolayı bir ihtiyara ikram ederse, Allah da o gence,
ihtiyarın yaşına geldiğinde, kendine ikram edecek bir kimse takdir
eder.» (Tirmizi)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin çocuklara karşı sonsuz bir şefkat ve merhameti vardı.
Karşılaştığı zaman onlara selam verir, başlarını okşar, bilhassa
kimsesiz yetim çocuklara, zayıf müslümanlara ayrı bir ilgi ve itina
gösterirler, onları şefkat ve muhabbetle kucaklar, eğitim ve öğretimleri
ile ilgilenir, küçük yaştan itibaren iyi bir müslüman olmaları için
gerekeni yaparlardı.
Ebu Hafs Ömer şöyle
rivayet etmiştir:
«Ben Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin himayesinde bir çocuk idim. Elim çanağın
etrafında dolaşıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah bana şöyle hitap etti:
"Ey çocuk! Besmele çek. Sağ elinle ve önünden ye" buyurdu. Bu tenbihten
sonra, bu tarzda yiyişim devam etti.» (Buharî-Müslim)
Anne, baba ve hoca,
büyükler arasında tazimde evveliyeti olan kişilerdir. Anne ve baba,
sebeb-i hayatımız; hoca da, sebeb-i ilim ve irfanımızdır. Onlara tazim
ve itaat etmek, onların emir ve tavsiyelerine uymak, onları incitecek
söz ve davranışlardan sakınmak bir vecibedir.
Mevzûmuz olan hadis-i
şerifte geçen "bizden değildir" ifadesinden maksat; bizim yolumuzda,
bizim sünnetimiz üzere değildir demektir.
30- Cabir bin
Abdillah'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu demiştir.
- Ümmetim için en çok korktuğum şeylerden
birisi de Lût kavminin amelini yapmasıdır.
İZAHI:
Livata denilen homoseksüellik tarihte ilk defa Lût aleyhisselamın kavmi
arasında zuhur ettiğinden bu kötü amele "Lût kavminin ameli"
denilmiştir. Nitekim bu hususa Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret
edilmektedir: «Lut'u da gönderdik. O kavmine demişti ki: Gerçekten siz
daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.»
(Ankebut: 28)
Livata, erkeğin
erkekle cinsi münasebette bulunmasıdır. Erkeğin kadınla bu çeşit bir
cinsel ilişkide bulunması da livatadır. Livata gerek erkekle ve gerek
kadınla yapılsın en büyük günahlardan biridir.
Livata yapan fail ve
mef'ula, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre zina haddi uygulanır.
Yani bu çirkin fiili irtikap edenler bekâr iseler yüz deynek vurulur.
Şayet evli iseler recm olunurlar. İmam-ı Azam'a göre ise, had vurulmaz.
Tazir olunur ve tevbe edinceye kadar hapsolunurlar. Bir kimse bu çirkin
fiili kendi hanımına yaparsa had vurulmaz tazir olunur. Abdullah ibn-i
Abbas radıyallahu anhümadan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: «Bir
erkeğe veya kadına, arkadan yaklaşana Allah nazar etmez» buyurulmuştur.
Livatayı helâl kabul
etmek, yapılan bu çirkin fiilin haram olmadığına inanmak küfürdür.
Tağutların ve tağutî
düzenlerin hükümran olduğu toplumların nasıl tefessüh ettiği, insanî
vasıflardan nasıl soyutlandığı, İslâm'dan ve İslâm'ın âdil idaresinden
mahrum ve uzakta kalmanın ne büyük sosyal çalkantılara, ahlâkî
çöküntülere sebep olduğuna bakın ki, homoseksüller bu çirkin lânetlenmiş
fiili hiç çekinmeden açıktan, pervasızca yaptıkları gibi cadde ve
meydanlara taşıp yürüyüşler yaparak, mitingler tertip ediyor, kanunlar
önünde hak istiyor, yaptıkları denaetin meşrulaştırılmasını talep
ediyorlar.
Onun için
Rasûlulullah sallallahu aleyhi ve sellem yüzyıllarca öncesinden ümmetini
uyarmış ve «Ümmetim için en çok korktuğum şeylerden birisi de Lût
kavminin amelini yapmasıdır» buyurmuştur.
Rabb’ımıza sığınır,
bizleri bu ve benzeri denaetlerden muhafaza etmesini niyaz ederiz.
31- Cabir radıyallahu
anhten şöyle rivayet edilmiştir:
- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
ribâyı yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lânet etti ve "onlar
müsavidirler" buyurdu.
İZAHI:
Ribâ lügatta, bir şeyin çoğalması ve artması demektir. Cinsi ve miktarı
bir olan iki şey diğeri ile mübâdele edildiğinde veren veya alan
kimselerden bir taraf için kabul edilen ziyade ve fazla olan mala ribâ
denir ki, daha sonraları buna fâiz tesmiye olunmuştur.
«Altın ile altın,
gümüş ile gümüş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma ve
tuz ile tuz misli misline ve birbirine müsavî ve peşin olarak satılır.
Bu sınıflar değişti mi peşin olmak şartı ile nasıl isterseniz satınız.»
(Müslim)
Bilâli Habeşî "Berni"
denilen bir çeşit hurma getirdi de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
«Bu nereden?» diye
sordular.
Bilal: «Hurmadır.
Evimizde idi. Bayağıdır(düşük kalitedir). Peygamber sallallahu aleyhi ve
selleme yiyecek olsun diye ben onun iki ölçeğini bir ölçeğe sattım»
dedi.
O zaman Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Eyvah! Ribânın ta kendisi! Bunu yapma.
Lakin hurma satın alacak oldun mu, onu ayrıca sat. Sonra onun kıymeti
ile satın al.» buyurdu. (Müslim)
Cahiliye arap zengin
ve reislerinin yegane geçim kaynağı fâiz idi ve o kadar yaygınlaşmıştı
ki halkın büyük bir kısmı bu tefecilerin adeta ekonomik yönden köleleri
durumuna düşmüşlerdi. O devirde bu zâlim tefecilerin ağına düşen
yoksullar, vâdesi gelen borçlarını ödeyemiyeceği vakit, alacaklıya varır
ve borcun vâdesini uzattırırdı. Alacaklı olan tefeci de ya ana paraya
yeni bir fâiz ilave eder veya ana paraya eski fâizi de zammederek
ikisine birden yeni bir fâiz uygulardı. Böylece borçlu öyle bir duruma
düşerdi ki, ödemesi gereken fâiz, ana paranın kat kat fevkine
yükselirdi.
Zamanımızda uygulanan
fâiz muameleleri de cahiliye dönemi fâiz uygulamalarının aynıdır. Zulüm
aynı zulümdür, yine ezilen ve sömürülen fakir ve yoksullardır.
Aydın, ilerici,
medenî ve fakirden yana olduklarını söyleyenler gerek fâiz uygulamaları
ve gerekse, içki, kumar, zina, rüşvet, çıplaklık ve tüm ahlâk dışı
davranışları ile, o cehâlet ve vahşet dönemi ile ne kadar uyum içinde
gözükmektedir.
Hem ahlâken hem de
iktisaden cemiyetin çökmesine, malın belirli ellerde toplanıp orta
tabakanın yok olmasına, yoksulluğun artmasına, böylece toplum içinde
zengin-fakir düşmanlığı yapılmasına sebep ve cemiyeti için için kemiren
bir mikrop olan fâizin her çeşidi İslâm'da haram kılınmıştır.
«Fâiz yiyen kimseler
(kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak
kalkarlar. Onların bu hâli (alış-veriş de fâiz gibidir) demelerindendir.
Oysa ki Allah ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime
Rabb’ından bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan
kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar fâize dönerse işte
onlar ateşliktir. Orada devamlı kalırlar. Allah fâizi mahveder.
Sadakaları çoğaltır. Allah günahkâr kâfirlerin hiçbirini
sevmez.» (Bakara: 275, 276)
«Ey iman edenler!
Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, fâiz olarak artan
miktarı almayın.» (Bakara: 278)
«Şayet (fâiz hakkında
söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilan edilmiş bir
harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip
fâizcilikten vazgeçer-seniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık
etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.» (Bakara: 279)
Son ayet-i kerimedeki
ifadeye dikkat edilsin. Allah ve Rasûlü'nün harb ilan ettiği bir şahıs
veya kavim felah bulabilir mi? Onların dünyası da harap, ahireti de
haraptır.
İnsanlık âleminin
yaşadığı çok acı olaylar, hâlen yaşamakta olduğu bunalımlar, zulüm ve
vahşetin sergilendiği utanç verici hâdiseler, İslâmsızlıktan,
müslümanların idareden uzaklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü
İslâm'ın hâkimiyetinde ve müslümanların iktidarında hiç kimse zulüm
yapamaz ve zulme uğramaz.
Bugün yaşanmakta olan
fâiz belâsının sebebi de budur. Fâizli bir ekonominin istikrar bulması
ve toplumun bütün fertlerine huzur ve refahı yaygınlaştırması mümkün
değildir. Yıllarca dünyayı meşgul eden ve milyonlarca insanın görülmemiş
işkenceler altında yok olmasına sebep olan komünizm canavarı da fâizci
liberal ekonominin bir ürünüdür.
Fâizin ne müthiş bir
musibet olduğunu daha iyi anlamak için şu hadis-i şerife nazar edelim:
«Fâiz yetmiş üç
babtır. Bunların (günah itibariyle) en ehveni bir kimsenin annesi ile
cinsi münasebette bulunması gibidir.» (İbn-i Mace)
Bugün dualarımız
kabul olmuyor, yaptığımız ibadetlerde huzur ve huşû bulamıyorsak,
bilelim ki bu durum kazançlarımızda bulunan fâiz ve haramdan
kaynaklanmaktadır.
Mevzûmuz olan hadis-i
şerifte de işaret edildiği gibi sadece fâiz veren değil, fâiz alan, fâiz
muamelesini yazan ve şahitlik yapan da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem lisanında lânetlenmiştir. Bu lânetten kurtulmak için sadece fâiz
alıp-vermeyi terk etmek yetmiyor. Fâiz muamelesi yapılan müesseselerde
de çalışmamak gerekiyor. Bu gibi müslümanlar en kısa zamanda kendisine
helâl kazanç sağlayacak bir iş bularak bu günah yuvalarından
kurtulmalıdırlar.
32- İbn-i Ka'b bin
Mâlik Ensârî'nin babasından rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
- İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp
verdiği zarar, mal ve şöhret hırsına kapılan kişinin, dinine verdiği
zarardan daha fazla değildir.
İZAHI:
Mal ve şöhret hırsı, kişiyi maddî ve manevî birçok sıkıntılara sürükler
ve kâlb huzurunu da bozar. Kişi önceleri hırsını mübah olan yollarla
tatmin etmeye çalışsa bile, zaman içerisinde haram yollara da tevessül
edebilir. Çünkü hırs öyle bir hastalıktır ki, kanaat gemi ile
gemlenmedikçe asla önü alınamaz. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmaktadır:
«Âdemoğlunun iki dere
malı olmuş olsa üçüncü bir dere daha ister. Âdemoğlunun karın boşluğunu
(içindeki hırsını) topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe
edenlerin tevbesini kabul eder.» (Buharî-Müslim)
İnsanı başkalarına
karşı üstünlük taslamaya ve övünmeye sevkeden her mal ve şöhret, sahibi
için bir âfettir.
«İnsan kendisini
müstağni ve zengin görünce mutlaka şımarır.» (Alak: 6)
«Mal ve evlat çokluğu
ile övünmek sizi oyaladı.» (Tekasür: 1)
Dünya ve dünya malını
sevmek, insanı cimriliğe sürükler., Allah yolunda infak edemez ve hatta
farz olan zekatını vermekten bile imtinâ eder. "Malım tükenir, fakir
olurum" korkusu ve endişesi ile hayatını zehir eder.
«Bilin ki dünya
hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal
ve evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir.» (Hadid: 20)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:
«Dünyayı sevmek bütün
hataların başıdır.» (Beyhaki)
«Dünyanın helâli
hesap, haramı ateştir.» (Beyhaki)
«Şeytan diyor ki: Mal
sahibi üç şeyden biri ile benden selâmete erişemiyecektir.
1-Sabah ve akşam
(vesvese verip) onu üzüntüde bırakırım.
2- Malı helâlinden
elde etmez ve o malı gerektiği yere sarfetmez.
3- Malı ona öyle
sevdiririm ki, o sevgi onu malın hakkını (zekât, sadaka, hacc, hayırlı
hizmetlere sarf v.b.) ödemekten meneder.» (Taberani)
«Dünyasını çok seven
ahiret yönünden zarar eder. Ahiretini çok seven dünyasına zarar verir.
Artık sen bâki kalacak olanı fenâ bulacak olana tercih et. (Yani
ahiretini dünyaya tercih et.)» (İmam-ı Ahmed)
«Mal çoğaltanlar
helâk oldular. Ancak onu Allah'ın kullarına sarf edenler müstesna. Onlar
pek azdır.»(Taberani)
Şöhret düşkünlüğü ve
hırs, şöhret sahibi olmak için uğraşmak ve insanların kalbinde yer etmek
için onlara hoş görünerek dinin esaslarından tâviz vermek mezmumdur,
haramdır. Ancak insanlar arasında şöhret bulmak için değil de, yalnız
Allah rızası için Allah yolunda çalışırken itibar görmek, sevilmek ve
sayılmak böyle değildir. Çünkü bu hâl, Allah Teâlâ'nın kulların kalbine
yerleştirdiği ve isteği olmadan meydana gelen bir durumdur ki bu şöhret
mezmum değildir.
İnsanın nefsi,
övülmeyi, şöhret bulmayı ve insanlar arasında itibar sahibi olmayı sever
ve fakat kötülenmeyi, zem edilmeyi sevmez. İmam Gazalî bu hususta özetle
şöyle der: «Şüphesiz seni kötüleyen kimse üç hâlden biri ile
muttasıftır. Seni kötüleyen kimse ya söylediklerinde haklıdır. Zira sana
söylediklerini sana acıyarak nasihat kastıyla söylemiştir. Yahut sözünde
doğrudur. Fakat eza vermeyi kastetmiştir. Veyahutta söylediklerinde
yalancıdır. Eğer seni kötüleyenin sözü doğru ve maksadı nasihat ise, o
vakit onu kötülemen, o sebeble kin beslemen gerekmez. Bilâkis ona
minnettar kalman gerekir. Sana ezâ vermek maksadı ile kötüleyene
gelince, zahirde bu, onun tarafından kendi dini hakkında işlenmiş bir
cinayetir. Hakikatte ise onun tarafından sana bir nimettir. Bineanaleyh
senin faydalandığın onun zarar gördüğü bir söz sebebiyle öfkelenmen
yerinde değildir.
Şayet kötülendiğin
şey hususunda iftiraya uğramış, sen de olmayan bir ayıpla itham
edilmişsen, seni kötüleyen her şahıs iyiliklerini ve sevaplarını sana
hediye etmiştir. Ve o kimse dini hakkında cinayet işlemiş, iftira etmek
sûretiyle kendini mahvetmiş ve Allah'ın amansız azabına düçar olmuştur.
Artık Allah gazabına düçar olmuş birine öfkelenmen ve "Allah'ım onu
helâk eyle" demen gerekmez.»
«Size cennet ehlini
göstereyim mi? Onlar zayıf, başkaları nazarında değersiz kimselerdir ki
bir şey hakkında Allah'a yemin etmiş olsalar, Allah onların yeminini
boşa çıkarmaz. Cehennem ehli ise, kibirli, gururlu, kimseyi beğenmeyen,
ŞÖHRET DÜŞKÜNÜ kimselerdir.» (Buharî-Müslim)
Görülüyor ki mal
sevgisi ve şöhret düşkünlüğü bir müslüman için maneviyatını öldüren bir
zehir, amellerini yakan bir ateştir. Allah'a kulluğa, müslümanlara
hizmete, Allah yolunda cihada mâni teşkil eden mezmum bir sıfattır.
«Ey iman edenler!
Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'ı zikirden alıkoymasın. Bunu kim
yapıyorsa işte onlar hüsranda olanlardır.» (Münafigûn: 9)
«Ancak sizin
mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Ve en büyük ecir Allah'ın
yanındadır.» (Teğabun: 15)
Bütün bu izahlardan
sonra sakın ola ki, mal sahibi olmak zengin olmak zemmolunuyor
sanmayasın. Zemmolunan mal ve zenginlik değildir. Kötülenen mal sevgisi,
dünya sevgisi ve şöhret düşkünlüğüdür.
1- Malını helâlinden
kazanan.
2- Ticaretle
uğraşırken bir müslüman olarak yapması gereken dinî vazifelerini ihmal
etmeyen.
3- Kazancının
fazlasını, cimrilik yapmayarak Allah yolunda cömertçe ve ihlasla
tasadduk eden zenginler, ağniya-i şakirindirler. Böyle zenginlik
makbuldür.
Mevzûmuz olan hadis-i
şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir teşbih yaparak mal
ve şöhret düşkünü bir kimsenin dinine verdiği zararı, aç iki kurdun bir
koyun sürüsüne verdiği zarara benzetmiş, mal ve şöhrete hâris kişinin
dini için daha zararlı olduğunu beyan buyurmuştur.
Gözünü kan bürümüş aç
iki kurt mâni olunmadığı takdirde bir sürüyü tamamen yok edebilir.
İçinden de sadece bir koyun alıp götürür. Artık hâris bir kişinin dinine
vereceği zararı buna kıyas ediniz.
33- Süleyman bin
Büreyde babasından naklen, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
şöyle buyurduğunu rivayet etti:
- Her kim tavla oynarsa, elini domuz eti
ve domuz kanıyla boyamış gibi olur.
İZAHI:
Hadis-i şerifte geçen "NERDEŞİR" Farsça bir kelimedir. Bu oyun, yani
tavla, o zaman İran'da şuyû bulduğu için, İran'da kullanılan adı ile
aynen zikredilmiştir.
İbn-i Ferişteh
hadis-i şerifte geçen "domuz eti ve kanına eli bulamak" ifadesinden
maksadın, domuz eti yemiş gibi olmak mânâsına geldiğini zikretmektedir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem tavla oynamayı, haram olan domuz eti yemeye benzettiği
için ulemânın ekserisi tavla oynamanın da haram olduğuna kail
olmuşlardır. Hanefî mezhebine göre tavla ve satranç oynamak tahrîmen
mekruhtur. İmam Şâfii ve İmam Yusuf kumar şeklinde oynanmadığı ve bir
vacibi terke sebep olmadığı zaman satranç oynamanın mübah olduğunu
söylemişlerdir. İmam Malik ve İmam Ahmed'e göre ise satranç oynamak
haramdır. Gerek tavla ve gerekse satranç, şayet kumar şeklinde velev ki
bir bardak çay karşılığında oynansın bütün mezheplere göre ittifakla
haramdır.
İnsan ömrü çok
kıymetli bir hazinedir ve bu hazine zamandan ibarettir. Müslümanlar
olarak yapacağımız bir çok hayırlı işler, ibadet, ilim öğrenmek ve
öğretmek, Allah yolunda cihad, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker
varken, çok kıymetli bu hayat hazinesini boş ve lüzumsuz şeylerle
geçirmek kâmil bir müslümanın işi değildir.
Zamanımızda öyle
insanlar var ki bazı işleri mekruhtur diye küçümsemekte ve mekruh olan
işleri yapmakta bir beis görmemektedir. Bu gibiler ne büyük bir yanılgı
ve gaflet içinde bulunmaktadırlar.
Mekruh, Allah ve
Rasûlü’nün kerih gördüğü, hoş karşılamadığı, beğenmediği ve aklın da iyi
olarak kabul etmediği şeyler demektir. Mekruh da olsa, günahı küçümsemek
ve devamlı yapmak büyük günahtır. Zamanı israf ettiğinden, kumar gibi
oynanmasa bile, muhatabına karşı üstün ve galip gelme hırsı verdiği için
ne aklen ve de naklen iyi bir iş değildir.
«Ey iman edenler!
İçki, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve
kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?
Allah'a itaat edin.
Rasûle de itaat edin. Ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz
çevirirseniz bilin ki Rasûlünüzün vazifesi apaçık duyurmak ve
bildirmektir.» (Maide: 90,91,92)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Üç oyundan başka, diğer bütün
oyunlar, müslümana haramdır. Bu üç şey, ailesi ile eğlenmesi, atını
eğitmesi ve oku ile yarışmasıdır.» (Ebu Davud)
Aile, cemiyet ve
devlet düzenini bozan, insana, vazife ve yükümlülüklerini unutturan,
ihmal ettiren, nice facialara, kötülüklere sebep olan ve insanlığın
faidesi için Allah'ın haram kıldığı içki, kumar ve benzeri bütün
haramlardan sakınmalıyız. Sakınmalıyız ki dünya hayatımızı nizama
koyup, ahiretimizi mâmur edelim.
34-Ebu Hureyre
radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti.
- Ümmetime veya insanlara zor gelmese idi,
her namazla beraber (dişlerini) misvaklamayı emrederdim.
İZAHI:Misvak,
Arabistan’da bulunan ERAK ağacının dallarından yapılır. Zeytin ağacının
dallarından da misvak olur. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: «Mübarek zeytin ağacından yapılan misvak ne güzeldir. O hem
benim ve hem de benden önceki peygamberlerin misvakıdır.»
buyurmuşlardır.
Misvak kullanmanın
vacip mi, yoksa sünnet mi olduğunda ulemânın değişik görüşleri olduğu
gibi; sünnet olduğunu söyleyenler de, bu sünnet dinin sünneti mi,
namazın sünneti mi veya abdestin sünneti mi olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
İmam-ı Azam misvak
kullanmanın dinî sünnetlerden olduğu görüşündedir. Bu duruma göre misvak
her zaman, yani dişler sarardığı, ağız kokması olduğu durumlarda,
uykudan kalkınca, namaz kılacağı vakit, abdest almadan önce veya abdest
esnasında mazmaza yapılırken, Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şerif
okuyacağı zamanlarda dişleri misvaklamak sünnettir.
Misvakın kullanılışı:
Sağ ele alınarak serçe parmağın üstünden geçirilir ve baş parmak ile
altından tutularak ağzın sağ tarafından başlayıp genişliğine, dişler
üzerine ovalayarak sürülür. Misvak bulamayan, elini güzelce yıkayıp
temizledikten sonra, sağ elinin baş parmağını ağzın sağ tarafına ve
şehâdet parmağını da sol tarafına koyarak alt ve üst dişleri ovalarsa
misvak kullanmış sevabını alır. Dişleri olmayan bir kimse de,diş
yerlerini aynı şekilde ovaladığı takdirde sünneti işlemiş olur.
Zamanımızda imal
edilen diş fırçaları ve diş macunları dinî yönden mahzurlu olmayan
maddelerden yapıldığı takdirde bunlar diş temizliği yapmak misvak
kullanmak yerine geçer, ancak misvak kullanmakta iki sünnet vardır.
1-Bizzat misvak kullanmak, 2- Dişleri temizlemek. Şayet
misvaktan başka bir şey ile dişler temizlenirse, birinci sünnet yani
bizzat misvak kullanma sünneti terkedilmiş olur.
Kadınlar hakkında
ise, sakız çiğnemeleri misvak yerine geçer. Sakız çiğnemek kadınlar için
müstehap, erkekler için mekruhtur. Dişler misvaklanırken şu dua okunur:
«Ey Allahım, ağzımı
temizle, kalbimi nurlandır, bedenimi temizle, vücudumu ateşe (cehenneme)
haram kıl. Ve beni rahmetinle sâlih kullarıyın zümresine ilhak et.»
Misvak kullanmanın
fazileti hakkında vârid olan hadis-i şe-riflerden bir kısmı şöyledir:
«Misvak tutunmaya
devam ediniz. Çünkü misvakta yirmidört haslet vardır. Bunların en
makbülü Allah’ın razı olmasıdır. Hem namazı yetmiş yedi derece katlanır.
Misvak, vakit, hâl ve zenginliğe sebep olur. Ağız kokusunu temizler. Diş
etlerine zindelik verir, baş ve diş ağrılarını giderir. Yüzü ve dişleri
parladığı için melekler kendisi ile musafaha eder.» (Kuşeyrî)
“Misvak ağızın
temizliği, Allah’ın rızasıdır.” (İmam Ahmed- İbni Hibban)
«Misvak kullanarak
kılınan bir namaz, misvak kullanmadan kılınan bir namazdan yetmiş derece
daha faziletlidir.» (İmam Ahmed - Beyhaki)
«Biriniz geceleyin
namaz kılmaya kalkarsa misvak kullansın. O namaz kılmaya kalkınca
kendisine bir melek gelerek ağzını onun ağzına temas ettirir. Artık o
kulun ağzından çıkanlar melâikenin ağzına girer.» (Ebu Nuaym)
35- Abdullah İbni
Ömer radıyallahu anhümadan rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu .
- Cemaatla kılınan namaz yalnız başına
kılınan namazdan yirmi yedi derece (daha) faziletlidir.
İZAHI:
Hadis-i şerif cemaatla namaz kılmanın faziletine işaret etmektedir.
Diğer bazı rivayetlerde 27 derece yerine 25 derece daha faziletli olduğu
ifadeleri de mevcuttur. Mühim olan derecelerin sayısı değil, cemaatle
namaz kılmanın yalnız başına namaz kılmaktan faziletli olduğunun
tebeyyün etmesidir.
Namazı cemaatle
kılmak özürsüz olan hür erkeklere vacip kuvvetinde sünnet-i
müekkededir.
Hanefî fukahasına
göre sünnet-i müekkede olan cemaatla namaz kılmak, İbni Hüzeyme ile İbni
Münzire göre farz-ı ayındır. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel'in bir
kavline göre de farz-ı ayındır.
İmam-ı Ahmed'in diğer
bir kavline göre ise vaciptir.
Tahavî ve İmam
Kerhî’ye göre cemaatla namaz farz-ı kifayedir. İmam Şâfiî’nin muhtar
kavli de farz-ı kifaye olduğudur. İmam Malik de hanefîlerde olduğu gibi
cemaatle namaz kılmanın sünnet-i müekkede olduğuna kaildir. Ancak İmam
Malik'in farz-ı kifaye olduğunu söylediği de rivayet edilmektedir.
Hanefîlerden bir
kısım ulemâya göre de cemaatla namaza devam etmek vaciptir. Nitekim
Hidâye şerhinde: “Umumiyetle ulemâmıza göre cemaata devam etmek
vaciptir. Ulemâmızdan bazıları da sünnet-i müekkede demişlerdir.”
denilmektedir.
Tuhfe adlı eserde de
cemaat hakkında şunlar söylenmiştir. «Cemaat ancak zahmetsizce kudreti
olanlara vaciptir. Özürle sakıt olur. Binaenaleyh, hasta, âmâ ile
kötürüm gibi kimselere cemaate gitmek vacip değildir. Ama bu cevaz âmâ
ile kötürüm kendilerini mescide götürecek kimse bulamadıklarına göredir.
Ebu Hanife’ye göre bulsalar da hüküm aynıdır. İmameyne göre mescide
götürecek kimse bulurlarsa cemaate devam etmeleri vacib olur. Şemsü’l
Eimme ile diğer bazı ulemâya göre özürsüz cemaati terk etmek tâzir icab
eder. Cemaate gitmeyen kimseye ses çıkarmayan komşuları dahi günahkâr
olur. Hatta bazı ulemâdan rivayet olunduğuna göre, cemaatı terk edenin
şehadeti kabul olunmaz. Lügat okumakla meşgul olurken cemaate gitmemek
özür sayılmamıştır. Fakat FIKHI tekrar veya mütâlaa ederken cemaatten
kalan kimse mâzurdur. Bir yer ahâlisi cemaati (devamlı olarak) terk
ederlerse onlara karşı silahla harb edilir.»(Sahih-i Müslim Şerhi, A.D.)
Cemaate devam
etmemeyi mübah kılan özürler şunlardır :
1- Şiddetli hastalık.
2- Yürüyemiyecek
kadar yaşlı olmak.
3- Kör olmak.
4- Kötürüm olmak.
5- Hizmet etmeye
mecbur olduğu ve ayrıldığı zaman zarar görecek bir hasta bulunmak.
6- Haksız yere bir
saldırıya uğramaktan korkmak.
7- Şiddetli yağmur
ve çamur bulunmak.
8- Zarar verecek
kadar şiddetli soğuk bulunmak.
9- Fıkıh, tefsir ve
hadis ilimlerini öğrenmek veya öğretmekle meşgul olmak.
10- Esir ve köle
olmak gibi meşru sebeblerdir.
Cemaate devam etmek
istediği hâlde yukarıda sayılan veya benzeri mâkul sebeblerden dolayı
cemaate devam etmeyen bir kimse niyetine göre cemaat sevabına kavuşur.
Kadınlara cemaatle
namaz kılmak meşru değildir. Kadınların cemaate devam etmeleri
kerâhatten sayılmaktadır. Ancak çok yaşlı kadınlar cemaate devam edecek
olurlarsa, mescitte kadınlara ayrılan yerlerde namaz kılmalı ve câmiye
giriş ve çıkışlarına da azâmi derecede dikkat etmelidirler. Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Kadınların namazlarının en
faziletlisi evlerinin içinde kıldıkları namazlardır.» buyurmaktadır.
Cemaatle namaz kılmak
İslâm’ın şiarından ve alâmetlerindendir. Müslümanlar arasında birlik ve
beraberliğe, sevgi ve muhabbete, karşılıklı yardımlaşmaya, tâlim ve
terbiyeye vesile ve vasıtadır. Sâlih ve muttakî kimselerle beraber
yapılan ibadet ve duaların Allah indinde kabul olunacağı daha çok ümit
edilir. Maalesef bir çok sünnetlerin ve hatta farzların terkedildiği
zamanımızda, müslümanlar bir İslâm şiarı olan cemaatle namaz kılmayı da
büyük ölçüde terk etmiş durumdalar. Buradaki sözümüz namaz kılmayanlar
için değildir, çok tabii olarak öncelikle onların namaz kılmaları için
nasihat etmek, emr-i bi’l ma'ruf yapmak gerekir. Burada namaz kılan
müslümanları kastediyoruz. Birçok namaz kılan müslümanın, cemaate devam
etmediğini, bilhassa sabah ve yatsı namazlarında câmi ve mescidlerimizin
adeta boşaldığını büyük bir üzüntü ile müşahade etmekteyiz.
Cemaatle namaz kılmak
hususunda varit olan şu hadis-i şe-rifleri hep beraber okuyup tefekkür
edelim de câmilerimizi garip ve kendimizi faziletten mahrum
bırakmayalım:
«Şüphesiz ki
münafıklara en ağır gelen namaz YATSI ile SABAH namazlarıdır. Ama
onlarda neler olduğunu bilseler emekliyerek bile olsa behemehâl onlara
gelirlerdi. Vallahi içimden öyle geçti ki, namazı emredeyim de ikamet
getirilsin. Sonra bir adama emredeyim de cemaate namazı kıldırsın. Sonra
yanlarında odun demetleri bulunan bir takım adamları beraberime alarak
namaza gelmeyen gürûha gideyim ve üzerlerine evlerini ateşle cayır cayır
yakayım.» (Müslim)
«Her kim yatsıyı
cemaatle kılarsa gecenin yarısını namazla geçirmiş olur. Ve kim sabah
namazını cemaatle kılarsa bütün gece namaz kılmış gibi olur.» (Müslim)
Allah Teâlâ «Sabah
namazı şahittir.» (İsra: 78) buyurmaktadır. Çünkü gece melekleri ile
gündüz melekleri sabah namazında buluşur. Hep birlikte sabah namazının
kılındığına şahit olduktan sonra gündüz melekleri kalır. Gece melekleri
ise semaya yükselirler.
«Kişinin cemaatle
kıldığı namaz, evinde ve iş yerinde kıldığı namazından yirmi küsûr
derece ziyâde olur. Bu da şunlardır: Cemaatten biri abdest alır da onu
tertemiz yapar, sonra mescide gider, kendisini namazdan başka hiçbir şey
harekete geçirmez, namazdan başka hiçbir niyeti de olmazsa mescide
girinceye kadar attığı her adıma mukabil ona bir derece yükseltilir ve
yine attığı her adıma mukabil bir günahı bağışlanır. Mescide girdiği
zaman dahi kendisini orada namaz hapsettiği müddetçe namazda sayılır.
Böylesi namaz kıldığı mecliste bulunduğu müddetçe melekler kendisine
salat eyler ve "Ya Rabbi! Buna rahmet buyur. Ya Rab! Buna mağfiret eyle.
Ya Rab! Burada eziyet vermedikçe, abdestini bozmadıkça bunun tevbesini
kabul et." derler.» (Müslim)
Abdullah ibn-i Mes'ud
şöyle demiştir:
«Kim yarın Allah'a
müslüman olarak kavuşmak isterse şu namazlara ezan okunan yerde devam
etsin. Çünkü Allah Peygamberiniz sallallahu aleyhi ve selleme sünen-i
hüdâyı meşru kılmıştır. Bu namazlarda sünen-i hüdâdandır. Şayet cemaatı
terkedip, namazı evinde kılanın yaptığı gibi siz de evlerinizde
kılarsanız peygamberinizin sünnetini terk etmiş olursunuz.
Peygamberinizin sünnetini terk ederseniz, muhakkak dalalete düşersiniz.
Hiçbir kimse yoktur ki tertemiz abdestini alsın, sonra şu mescidlerden
birine gitsin de Allah, ona attığı her adım mukabilinde bir sevap
yazmasın, her adım mukabilinde onu bir derece yükseltmesin ve her adım
mukabilinde onun bir günahını affetmesin. Vallahi ben öyle günümüzü
görmüşümdür ki nifakı malum münafıktan başka hiçbirimiz cemaatı terk
etmiyordu. Vallahi insan iki kişi arasında, bacakları yerde sürünerek
(mescide) getirilirdi de safa durdurulurdu.» (Müslim)
36- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- Hilâli görün oruç tutun, hilâli görün
iftar edin. Eğer hava bulutlu olursa Şaban ayını otuz güne tamamlayın.
İZAHI:
Ramazan ayında oruç tutmak her mükellef müslümana farz-ı ayındır. Bu
farzı inkar etmek alay ve eğlenceye almak ise küfürdür.
"Ey iman edenler!
Oruç sizden önceki ümmetlere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazıldı.
Umulur ki korunursunuz." (Bakara: 183)
"Sana yeni doğan
ayları sorarlar de ki, o, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir."
(Bakara: 188)
Farz olan oruç
Ramazan ayında tutulacağına göre, Ramazan ayının başlangıcını tespit
etmek ve ona göre oruç tutmak da dinî bir vecibedir.
Oruç için Ramazan
ayının başlangıcını, bayram için de Şevval ayının başlangıcını nasıl
tespit edeceğimiz hususunda vârid olan ayet ve hadis-i şerifler
şöyledir:
"Sizden her kim
hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun." (Bakara: 185)
"Yılların sayısını ve
hesabı bilmeniz için ona (aya bir takım) menziller takdir eden O'dur."
(Yunus: 5)
"Biz ümmî bir
cemaatız. Yazı yazmayız ve hesap da yapmayız. (Bize lâzım olan ) ay
(kâh) şöyledir, (kâh) böyledir. (Ravi diyor ki) Rasûlullah bununla bir
defa ay yirmi dokuz bir kere de otuzdur, demek istedi" (Buharî-Müslim)
"Hilâli görmedikçe
oruç tutmayın. Onu görmedikçe bayram da yapmayın. Eğer hava bulutlu
olursa takdir ediniz." (Buharî-Müslim)
Ayet-i kerime ve
hadis-i şeriflerden anlaşılacağı gibi ay, şeriatta bir zaman ölçüsüdür.
Ve Allah Teâlâ ibadetlerimizi vakit ölçüsü olarak tayin olunan aylara
göre tanzim etmemizi istemektedir.
Bu durumda kula düşen
Allah ve Rasûlü’ne tâbi olmaktır. Zaten bizden istenilen husus,
ibadetlerimizi Allah ve Rasûlü’nün emirlerine uygun bir şekilde
yapmamızdır. Öyleyse Ramazan orucunu tutmak hususunda bize düşen de
hilâli görüp oruç tutmak ve yine hilâli görüp bayram etmektir. Şayet
hava bulutlu olursa Şaban ayını otuza tamamlamaktır. Şevval hilâlini
gözetlerken yine hava bulutlu olur, hilâl görülemezse Ramazan ayı da
otuza tamamlanır.
Ramazan’ın sübûtunun,
ya hilâlin görülmesi veya hava bulutlu olur da hilâl görülemezse Şaban
ayının otuza tamamlanması ile olacağına dair icmâ vâkî olmuştur.
Müteahhirinulemâsından 8. hicri asırda yaşıyan ve Şâfiî mezhebinden olan
İmam Subki gibi bazı zevat hesap ile de oruç tutabileceğine kail
olmuşlarsa da, bu gibi görüşlere ulemâ tarafından iltifat olunmamıştır.
Kaldı ki: "Nas vârid olan hususta ictihada yol yoktur." Mecelle
kaidesince, icmâya muhâlif olan bir görüşe itibar olunmayacağı kesindir.
Kaldı ki hesap ile oruç tutulabileceği görüşünde olanlar dahi hesap
yapan kişilerin adil olmasını şart koşmaktadırlar. Zamanımızda bu hesabı
yapanlar rasatcıdırlar. Adil olmanın en aşağı mertebesi ise: "Müslüman,
âkil-bâliğ, şartlarını haiz olmakla beraber hasenatı, seyyiatına galip
olandır." Acaba zamanımızda bu şartlara haiz bir rasatçı var mıdır? Çoğu
kez bu bilgilerin gayr-i müslim mercilerden öğrenildiğini de hesaba
katarsanız, rasathanelerin belirlediği Ramazan ve bayram hilâline ne
dereceye kadar itibar olunabilir?
Diğer bir husus da
şudur: Her ne kadar hesaplar kesin ise de, bu hesapları yapan kişiler
her zaman hata yapabilirler. Bundan dolayı takvimler arasında
farklılıklar görülmektedir. Şeriat ise, orucu hiçbir zaman değişmeyen ve
herkes tarafından anlaşılabilen hilâlin görülmesine bağlamıştır.
Hanefî fukahasına
göre dünyanın her hangi bir yerinde hilâl görülse, diğer müslümanların
da oruç tutması farzdır. Şevval hilâlini görmek de böyledir.
Bir belde halkı,
hilâli gözetlemeyi toptan terk etseler günahkâr olurlar. O bakımdan her
beldede bir grup insan hilâli gözetlemeli ve böylece emr-i peygamberiye
ittiba ederek kaybolmuş bir sünneti ihyâ etmelidirler.
Hilâli gören kimse üç
kere tekbir ve tehlil getirdikten sonra üç kere de:
"Ey hayır ve rüşd
hilâli! Seni yaratan Allah Teâlâ'ya iman ettim." dedikten sonra, şu
duayı okumalıdır:
"Şu ayı (Şaban’ı)
götürüp, bu ayı (Ramazan’ı) getiren yüce Allah'a hamdolsun. Allahım! Bu
ayı bizlere emniyetli, imanli, selâmetli ve selâmlı kıl!"
37- Ebu Hureyre
radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki
fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da yahudilerin benzeri fırkalara
ayrıldılar ve ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.
İZAHI:
Müslümanlar asr-ı saadette her hususta muttahid idiler. Aralarında
herhangi bir anlaşmazlık olduğu zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
selleme müracaat ediyorlar ve aralarındaki ihtilaf Huzur-u Peygamberî’de
hallediliyor idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin irtihâlinden
sonra, ilk ihtilaf hilâfet meselesinde vukû buldu. Çünkü Rasûl-ü Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem kimin halife olacağı hususunda açık ve kesin
bir emir vermemişti. Bu hususta üç görüş ortaya çıktı.
1- Başta Sa'd bin
Ubade olmak üzere ENSAR, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlardı.
2- Hz. Ebu Bekir ve
Hz.Ömer'in başında bulunduğu diğer grup da, hilâfetin muhacirlere ait
olduğu görüşünde idiler.
3- Hz.Abbas ve
Hz.Zübeyr'in dahil olduğu diğer bir grup ise halifeliğin peygamberimizin
ailesi olan Haşimoğulları’na ait olduğunu ileri sürüyor ve Haşimîlerin
en faziletlisi ve üstünü olan Hz.Ali'nin halife seçilmesini
istiyorlardı. Ancak bu durum uzun sürmedi ve Beni Saîde sakifesi
toplantısında Hz. Ebubekir halife seçilerek ihtilaf halledildi.
Hz.Osman'ın hilâfetinin son zamanlarına kadar, müslümanlar arasında
hiçbir tefrika görülmedi. Çünkü müslümanlar büyük bir coşkuyla sürekli
cihad ediyordu. Böylece fethedilen yeni ülkelerle genişleyen İslâm
coğrafyasındaki insanların İslâm’la tanışıp hidayete ermesi için yine
büyük bir coşku ile İslâm tebliği, cihadı sürdürülüyordu. Bu dönemde,
müslümanların ilim öğrenmek, ibadet, taat, hayr u hasenat yapmak, tebliğ
ve cihad etmekten başka şeylerle meşgul olmaya vakitleri bile yoktu.
Fakat Hz.Osman’ın
hilâfetinin sonlarına doğru fitne ve tefrika tohumları saçılmaya ve
müslümanların arasında siyasî ve itikadî ayrılıklar baş göstermeye
başladı. Hz.Osman'ın şehâdeti ile tefrika ve fitne çok geniş boyutlara
ulaştı.
Kendilerini müslüman
ve Şiî kabul eden, Sebeiyye, Hâkimiyye, Gurabiyye, Nusayriyye,
Keysaniyye gibi Hz. Ali'yi ilahlaştıran ve İslâm’la hiçbir alakası
olmayan siyasî mezhepler, diğer taraftan Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie
gibi İslâm itikadına aykırı itikadî mezhepler uzun müddet İslâm âlemini
meşgul ettiler. Haricîler ve Karmatîler de müslümanlar arasında vukû
bulan nice kıtallere sebep oldular. Böylece müslümanlar arasında büyük
tefrikalar ve parçalanmalar meydana geldi. 19. asrın sonları ve 20.
asrın başlarında da, Allah'ın kendisine hulûl ettiğini iddia eden,
cennet ve cehennemin varlığına inanmayan Mirza Ali'ye mensup olan
Babîler, Mirza Ali’nin talebesi olup hem Allah’ın kendisine hulûl
ettiğini hem de Kâbe’nin kendi bulunduğu yer olduğunu iddia eden ve
İslâm’ın helâl-haram sınırlarını tanımayan Bahaullah’a bağlı olan
Bahaîler ve Hindistan'da zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu
söyleyen ve artık cihada gerek kalmadığını iddia eden Gulam Ahmed'e
mensup Kadıyaniler de İslâm'la alakaları olmayan ve hâlen faaliyette
bulunan birer fitne ve tefrika unsurlarıdırlar.
Zamanımızda da bir
kısım sapıklar, batıcılık adına, sosyalizm, kapitalizm, komünizm gibi
tağutî düzenleri İslâm nizamından üstün görmek ve İslâm'ı çağdışı ilan
etmek gibi büyük bir dalalete düşmektedirler. ßu kişiler müslüman adı
taşısalar da İslâm’la alakaları yoktur. Çünkü İslâm bir bütündür. Hem
dünya ve hem de ukba ile ilgili hükümleri içerir. İslâm dini aynı
zamanda bir devlet nizamıdır. O, devlet işlerinden soyutlanamaz. Onun
bazı hükümlerine inanıp bazılarını kabul etmemek küfürdür. Bu zihniyetin
sahipleri İslâm ümmetini İslâm'dan uzaklaştırmak için çaba gösteren
ehl-i dalalettir.
Diğer taraftan
şefaatı kabul etmeyen, kendi görüşlerini benimsemeyenleri küfürle itham
eden Vahhâbîler; Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer'e dil uzatan, kendi imamlarını
masum kabul eden, mut'a nikahını meşru sayan ve ehl-i sünnete karşı
düşmanca davranan ŞİA'nın tesiri ile müslümanlar arasında yeni
tefrikalara sebep olanlar; İslâm'da reform taraftarı olan Cemaleddin
Efganî ve tilmizlerinin tesiri ile telfikçiliği savunananlar; İmam-ı
Azam, Maturidî ve Eş'arî gibi ehl-i sünnet imamlarına dil uzatan ve
Selefiye mezhebi ile hiçbir ilgileri olmadığı hâlde kendilerini Selefiye
diye adlandıranlar; İslâmî ilimlere vukufları olmadığı hâlde hadis-i
şerifleri delil kabul etmeyerek -bir kaçı hariç- hadisleri reddedip
sadece, Kur'an'ın meallerine bakarak ahkâm çıkaran mealciler; tasavvufu
inkâr eden ve Mevlana gibi bir kısım velileri küfürle itham edenler;
İslâm'la ırkçılığı bağdaştırmaya çalışan sentezci kavmiyetçiler; tağutî
düzenlerin idarecilerini ulu’lemr kabul eden tevilciler; tutundukları
vasıtaları gaye hâline getiren ve kendilerinden başka herkesi dalalette
gören mutaassıp ve itidalini kaybetmiş çeşitli hizipler... Evet, bütün
bunlar da müslümanlar arasındaki uhuvveti, birlik ve beraberliği
zedeleyen yanlış ve sakim akımlardır.
Bu ümmetin İTİDAL
vasfını muhafaza eden her müslümana düşen, bu gibi akımlara kapılanlara
hayır nasihatta bulunmak, İslâm'a zarar veren davranışlardan
sakındırmaya çalışmak, emr-i bi’l ma'ruf ve nehy-i ani’l münker
vazifesini en güzel bir şekilde ifa etmektir.
İlk zamanlarda
meydana gelen tefrikaların arka planında ya yahudileri veya İran
mecusîlerini görmekteyiz. Çünkü İslâm'ın hâkimiyeti ile, yahudiler
asırlardır yaşadıkları Medine, Hayber ve Fedek gibi yurtlarından olmuş,
asırlardır bekledikleri ahir zaman nebisi kendileri arasından zuhur
etmemişti. İranlı’lara gelince onların da bin yıldan beri inandıkları
mecusîlik yıkılmış, mecusî ateşi sönmüş, Sasani imparatorluğu sona
ermişti. İşte bu sebeblerden dolayı, gerek yahudiler gerekse mecusî
İranlı’lar gizli gizli müslümanlar arasına fitne ve tefrika sokmaya,
onların itikadlarını bozmaya gayret etmişler ve her fırsatı
değerlendirmişlerdir. Bu hususta Yemenli bir yahudi olan Abdullah ibni
Sebe'nin çıkardığı fitneyi, Fatımî hükümdarı Hâkim bi Emrillah’ı,
Allah'ın kendisine hulûl ettiğine inandırarak insanları kendine ibadete
davet etmeye ikna edip kandıran Hamza Ed-Dürzî adlı İranlı'nın
yaptıkları melanetleri hatırlamak kâfidir.
Zamanımızda da gerek
yahudi, gerek hristiyan bütün şer güçleri İslâm'ı ortadan kaldırmak,
müslümanları bölüp parçalayarak sömürmek için durup dinlenmeden
çalışmakta, plan ve programlar yapmaktadırlar. Bütün bunlara karşı
müslümanlar da uyanık olmalı, müslümanı ağlatan ve düşmanı güldüren
fitnelerden, sakim davranışlardan, tefrikalardan sakınmalıdırlar.
Böyle fitne ve
tefrikaların şuyû bulduğu zamanlarda, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin tavsiyesine uyarak cemaate iltizam etmeli, ehl-i sünnet ve’l
cemaat üzere sabit kadem olmalıdırlar. Müslümanlar arasında meydana
gelen bu çok çeşitli siyasî, itikadî ihtilaf ve tefrikalar mevzûmuz olan
hadis-i şerifin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir mucizesi
olduğunun delilidir. Hadis-i şerifte daha önceki ümmetlerin çeşitli
fırkalara ayrılıp bu fırkalardan sadece bir fırkasının kurtulduğu gibi,
73 fırkaya ayrılacak olan ümmet-i Muhammed'in de 72 fırkasının
dalâlette, sadece bir fırkasının hidayet üzere olup kurtulacağı haber
verilmektedir. Hadis-i şerifte geçen 73 fırka, fırkaların esastaki
benzerlikleri nazar-ı itibara alınarak aynen vâkî olabileceği gibi, 73
rakamı çokluktan kinaye olduğu için bu fırkaların daha çok olabileceği
de mümkündür. Fakat fırka-yı nâciye tektir ve o da cemaat üzere olan
fırkadır.
Hadis-i şerifin İbn-i
Mâce'deki rivayeti de şöyledir:
"Yahudiler 71 fırkaya
ayrıldı. Onlardan biri cennette, 70'i cehennemdedir. Nasranîler de 72
fırkaya ayrıldılar. 71'i cehennemde biri cennettedir. Muhammed'in nefsi,
yed'i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki benim ümmetim de muhakkak
73 fırkaya ayrılacaktır. Biri cennette ve 72'si cehennemdedir.
- Ya Rasûlallah!
Onlar kim? denildi.
- Cemaattir, buyurdu.
Her türlü dalâlet ve
sapıklıktan korunmak, fitne ve tefrika girdabında boğulmamak için,
cemaate iltizam etmek, ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadında bulunmak,
İslâm'ı cemaat hâlinde yaşayıp, İslâm için cemaat hâlinde çalışmak
şarttır.
"Sizden hayra
çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir cemaat bulunsun. İşte
onlar kurtuluşa erenlerdir." (Al-i İmran: 104)
«Kendisi için doğru
yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin
yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme
sokarız. O ne kötü bir yerdir.» (Nisa: 115)
Meallerini verdiğimiz
ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, imandan sonra müslümanlar
için ilk fariza-yı diniye cemaat teşekkül ettirmeleridir. Bu hususta
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Size beş
şeyi emrediyorum: Cemaata iltizamı, dinleyip itaat etmeyi, hicreti ve
Allah yolunda cihad etmeyi. Kim cemaattan bir karış ayrılırsa boynundan
İslâm bağını çıkarmış olur." (Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
«Allah ümmetimi
dalalet üzerinde cem etmez. Allah'ın yed'i kudreti cemaatle beraberdir.
Kim ki cemaatten ayrılırsa, cehenneme gitmek üzere ayrılır.» (Tac)
«Kıyamete kadar
ümmetimden hak üzere olan bir cemaat bulunacaktır. Onlar muhaliflerine
galiptirler.» (Buharî)
Hz.Ömer radıyallahu
anh Câbiye mevkiinde bir hutbe okuyarak şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizim içimizde nasıl hutbeye
durdu ise, ben de şimdi sizin içinizde öyle hutbeye duruyorum.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu:
- Ashabıma, ondan
sonra gelenlere (tâbiîn'e) ve onlardan sonra gelenlere (tebe-ü tâbiîn)
muhabbeti ve haklarına riayeti tavsiye ederim. Onların devrinden sonra
yalan çoğalacak, o derecedeki bir adama yemin verilmediği hâlde yemin
edecek bir adam şahitliği istenmediği hâlde şahitliğe kalkışacaktır. İyi
kulak verin! Hiçbir erkek bir kadınla başbaşa yalnız kalmasın ki
üçüncüleri elbette şeytandır. CEMAATTEN AYRILMAYINIZ. TEFRİKADAN
SAKININIZ. Çünkü şeytan yalnız kalanlarla beraberdir. İki kişiden biraz
daha uzak kalır. CENNETİN TA ORTA YERİNİ KAZANMAK İSTEYEN CEMAATE
İLTİZAM ETSİN. Her kimi iyilikleri sevindirir ve kötülükleri
kederlendirirse biliniz ki o mü'mindir.» (Tâc)
Kâmil bir cemaatin
oluşumunda:
1- Gaye birliği,
2- Metod birliği,
3- Uhuvvet,
4- Eğitim birliği
şarttır.
Müslümanın gayesi,
Allah rızası için, İslâm'ı fert, aile ve devlet planında hâkim kılmak
için çalışmak olmalıdır. Bu çalışmaları yaparken metodu, Kur'anî ve
nebevî metod olmalı ve asla başka yollara tevessül etmemelidir.
Aralarında hakiki mânâda bir uhuvvet gerçekleştiremiyen topluluklar
kâmil mânâda bir cemaat oluşturamazlar. O bakımdan müslümanlar din
kardeşliğinin, kan kardeşliğinden daha üstün olduğu idraki içinde
bulunmalıdırlar. Bütün bunların kemâl derecesinde gerçekleşebilmesi için
tam bir eğitim birliği şarttır. Nebevî bir eğitim içerisinde aynı İslâmî
ölçüleri alan, aynı hakikatları öğrenip savunan Kur'an ve sünnetin
aydınlığında sırat-ı mustakim üzre eğitilip istikamet kazanan
müslümanlar, artık birbirine İTİMAT edebilirler ve bu itimat emir
sahiplerine karşı İTAATI celbeder. Karşılıklı İTİMAT ve İTAAT ise
müslümanlar arasında birbirlerine karşı EMNİYET ortamı doğurur.
Birbirlerinden emin olan kişiler ise birbirlerine karşı MUHABBET
beslerler. Muhabbetin çok tabii neticesi olarak da müslümanlar arasında
çok içten, karşılıklı MADDİ ve MANEVİ MUAVENET başlar ve böylece onlar
din kardeşini kendi nefsine tercih etmek yani İSAR derecesine kadar
yükselirler. Ve artık bu vasatta yetişen müslümanlar kendi aralarındaki
durumları asla ifşâ etmez, SER VERİR, SIR VERMEZLER. Aralarında vukû
bulan meseleleri, İSLÂM AHKÂMINA göre hallederler. Böylece Allah ve
Rasûlü'nün razı olacağı bir birlik ve bir cemaat ruhu teşekkül etmiş
olur.
«Ümmetimden daima
Allah'ın emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlıyanların ve
muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir cemaat var olmakta devam
edecektir. Ta Allah'ın emri gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar, onlar
hep bu doğru yol üzerinde sabit kalacaklardır.» (Buharî)
38- Enes bin Malik
radıyallahu anh Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
- Âdemoğlunun hepsi hata eder. Hata
edenlerin hayırlısı, tevbe edenlerdir.
İZAHI:
Tevbe, işlenen günahlardan rücû edip dönmek ve Allah Teâlâ'ya iltica
ederek af ve mağfiret dilemektir. İnsanoğlu yaratılışı icabı her zaman
hata ve günah işleyebilir. Aslında bu yapılan hata ve işlenen günahlar
basîret ve tefekkür ehli kullar için kendi acz ve güçsüzlüğünü idrak
edip anlamaya ve Rabb-ı zülcelalin bütün mahlukatı kucaklayan sonsuz
rahmet ve merhametine sığınarak onun nizamına teslim olmaktan başka bir
kurtuluş yolu olmadığını kavramaya bir vesile ve vasıta olabilir.
Aşağıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi okuyup tefekkür eden hangi
kul hata ve günahından dolayı ümitsizliğe düşebilir ve hangi müslüman bu
af ve merhamet karşısında utançla boyun eğip teslim olmaz? Ve bir daha
isyan ve tuğyana tevessül edebilir?
«De ki: Ey kendi
nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım! Allah'ın Rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.» (Zümer: 53)
Bütün şartlarını haiz
ve bir daha dönmemek üzere tevbeyi nasuh ile yapılan tevbe mutlaka kabul
olunur. Güneşin doğmasıyla karanlığın yok olduğu, kirlenen elin sabun
ile yıkanınca temizlendiği gibi, tevbe de kişiyi günah kirlerinden
öylece temizler. Nitekim Allah Teâlâ:
«Kullarından tevbeyi
kabul eden ve günahları bağışlayan O'dur.» (Şura: 25)
«Kim tevbe edip,
amel-i sâlih işlerse, muhakkak o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a
döner.» (Furkan: 71)
«O, günahları
affedici ve tevbeleri kabul edicidir.» (Gâfir: 3) buyurmaktadır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de:
«Günahından tevbe
eden, günahsız gibi olur.» (İbn-i Mace) buyurmuştur.
Allah celle celaluhu,
kullarının tevbe etmesini istemekte ve günahından dolayı pişmanlık
duyup, Allah'tan af dileyenleri sevdiğini beyan etmektedir. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de, geçmiş ve gelecek günahları affedildiği,
zaten günah işlemekten berî ve mâsum olduğu hâlde devamlı tevbe ve
istiğfar etmiştir.
«Ey iman edenler!
Hepiniz Allah'a tevbe ediniz. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.» (Nur: 4)
«Ey iman edenler!
Allah'a tevbe-i nasuh ile tevbe ediniz.» (Tahrim: 8)
«Muhakkak Allah Teâlâ
tevbe edenleri sever. Ve temizlenenleri de sever.» (Bakara: 222)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de şöyle buyurur:
«Vallahi ben, her gün
Allah'a yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ederim.» (Buharî)
Rasûl-ü Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem günde yetmiş defa istiğfar eder,
bağışlanmasını dilerse, sayısız hata ve günah işleyen biz günahkârlar ne
kadar tevbe ve istiğfar etmeliyiz düşünelim.
Ancak sadece dille
yapılan ve şartlarını haiz olmayan bir tevbe de muteber değildir.
Tevbenin sahih olmasının şartları şunlardır:
1- İşlenen günahtan
tam bir pişmanlık duyup terketmek.
2- Bir daha günah
işlememeye azmetmek.
3- İşlenen günah kul
hakkı ile ilgili ise:
a- Kişinin
malı gaspedilmişse, malını iade etmek,
b- Hakkında
iftira ve gıybet edilen kişiye yapılan iftira ve gıybetin ne olduğunu
söylemek, iftira ve gıybeti konuştuğu kişi ve topluluklara giderek
kendisinin o hususta iftira ettiğini, yalancı olduğunu beyan etmek,
iftira ve gıybet edilen kişiden affedilmesini istemek.
c- Haksız
yere dövülen, hakaret edilen, eziyet edilen hülâsa olarak gerek madden
ve gerekse mânen hakkı çiğnenenlerin hakkını verip af dilemek.
4- Tam bir hulus-i
kâlb ve hâlis bir niyetle gözyaşları akıtarak Allah Teâlâ'dan
bağışlanmasını dilemek, affedilmesi için yalvarmak.
Günahkâr bir
müslüman, "daha gencim, yaptığım iş müsait değil" gibi bahanelerle
tevbesini geciktirerek kendisini aldatmamalıdır.
«Onlar bir günah
işledikleri yahut kendilerine zulmettikleri vakit, Allah'ı hatırlayıp
derhâl günahlarına tevbe ederler.» (Âl-i İmran: 135)
İşte mevzûmuz olan
hadis-i şerif günahtan sonra tevbe edenlerin hayırlı olduğuna işaret
etmekte ve günah işleyip tevbe etmeyenlerde hayır olmadığını beyan
buyurmaktadır.
Bir taraftan günah
işlemeye devam edip, diğer taraftan sadece dil ile tevbe etmek ise
yalancıların tevbesidir.
Nitekim Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
«İşlemekte ısrarla
devam ettiği bir günaha istiğfar eden kimse, Allah'ın ayetleri ile alay
eden kimse gibidir.» (Beyhaki) buyurmaktadır.
Ancak kişi nefsine
uyarak, şeytanın iğvasına kapılarak veya kötü çevrenin telkinlerinden
etkilenerek tekrar günah işlerse yine de tevbe ve istiğfar etmeli,
tevbesinde sebat için azmedip Rabb’ından yardım dilemelidir.
«Ey Rabb’ımız!
Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme. Ey Rabb’ımız! Bizden
öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabb’ımız!
Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma. Bizi affet, bizi
bağışla, bize acı. Çünkü sen bizim mevlamızsın. Kâfir kavimlere karşı
bize yardım et.» (Bakara: 286)
39- Ebu Berzeti’l
Eslemî'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
- (Mahşer gününde) kulun ayakları
(bulunduğu yerden) ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiğinden ve ilmini
nerede kullandığından ve malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve
bedenini nerede yıprattığından sorulmadıkça.
İZAHI:
İnsanoğlu Rabb’ını tanıyıp, ona kulluk etmek için, üstün bir varlık
olarak yaratılmış ve yeryüzüne halife kılınmıştır.
«Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.» (Zariyat: 56)
«Biz hakikaten
insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde
taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. Yine onları
yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.» (İsra: 70)
«Sizi yeryüzünde
halifeler yapan O'dur.» (Fatır: 39)
İnsanoğlu, ahiret
hayatını, dünyada yaşadığı zamanını Allah'a kulluk edip, hayırlı işler
yapmak sûreti ile kazanır. O bakımdan kişi, ölüm gelmeden önce hayatı
bir ganimet bilmeli ve bu ganimeti yerli yerince harcamalıdır. İnsanoğlu
ömür sermayesini hayırsız mirasyediler gibi hovardaca har vurup harman
savurmamalıdır. Bilinmelidir ki zaman en kıymetli hazinedir ve hayat
zamandan ibarettir.
Müslüman ömrünü ilim
öğrenmek, amel-i sâlih, tebliğ ve cihadla geçirmelidir. Bütün bunları
yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmalıdır.
«İlim tahsil etmek
her müslümana farzdır.» (İbn-i Mace)
Allah Teâlâ ilmi ve
ilmi ile amil olan ulemâyı senâ etmiştir.
"...De ki bilenlerle
bilmeyenler hiç müsavi olur mu? İbret alanlar ancak akıl sahipleri
olabilir." (Zümer-9)
«... Allah'tan ancak
âlim olanlar korkarlar. Allah azizdir, gafurdur.» (Fatır: 28)
«... Allah sizden
iman eden ve ilim verilenleri üstün derecelere yükseltir. Allah sizin
yaptıklarınızı bilicidir.» (Mücadele: 11)
Bu hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:
“Âlimler
peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
«Âlimin âbide
üstünlüğü, benim ashabımdan en aşağı derecede olana üstünlüğüm gibidir.»
(Tirmizi)
Hasan-ı Basri:
«Âlimler olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olmuşlardı» demektedir.
İmam Şâfiî de: «İlim
tahsil etmek nâfile ibadetten efdaldir» demiştir.
Muaz radıyallahu
anh: «İlmi öğreniniz! Çünkü Allah rızası için ilim öğrenmek bir
haşyettir. İlmi talep etmek ibadet, ilim müzakere etmek tesbih, ilim
için yola, gurbete gitmek cihad, bilmeyene öğretmek sadaka, ehil olan
kimselere bolca vermek Allah'a yaklaşmaktır» buyurmaktadır. (İhya)
Ancak ilim:
1- Allah rızası için
öğrenilmeli.
2- Onunla amel
edilmeli.
3- Bilmeyenlere
öğretilmeli.
4- Soranlara cevap
verilmeli, ketmedilmemeli.
5- Mal, şöhret, makam
ve mevki elde etmek için alet edilmemelidir. Böyle olan bir âlim,
ulemâ-yı amilînden olur.
Bir âlim bildikleri
ile amel etmez ise, ilmi öldürmüş; kendisi amel eder de, başkalarına
öğretmez ise ilmi hapsetmiş; öğrenir, amel eder ve başkalarına öğretirse
onu diriltmiş olur.
Mal kazanıp zengin
olan bir müslüman da, şayet kazancını helâl yollardan kazandı,
kazanırken ahiretini ihmal etmedi, malının zekatını verdi,
fakir-fukaraya tasadduk etti ve malının fazlasını hep hayır yollarında
harcadı ise ağniya-yı şakirîn zümresine ilhak olur.
Allah Teâlâ
insanoğlunu en güzel bir sûrette yaratmıştır. «Biz insanı en güzel
biçimde yaratttık.» (Tin: 4) Çok mütenasip ve kullanışlı bir beden, akıl
ile de güçlendirilince, insan çok mükemmel bir varlık olmuştur. Bu
bakımdan, aklın sevk-i idaresindeki bu beden Rabb-ı Zülcelalin yolunda
hizmetkâr edilmeli ve ona kullukta yıpratılmalıdır.
İşte mevzûmuz olan
hadis-i şerif, bu konularda bizleri ikaz ediyor ve hesap gününü
hatırlatıyor.
Akl-ı selim sahibi
bir müslüman, akıl, ruh, beden ve bunların aydınlanması ve Hâlik’ını
tanıması için verilen ilmi, bütün ömrü boyunca Allah Teâlâ'ya kulluk
yolunda kullanmalı ve asla batıl yollarda telef etmemelidir. Aksi
takdirde hesap çetin ve akibet kötü olur.
40- Ebu Hureyre
radıyallahu anhden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle
dediği rivayet edildi:
- Dünya mü'minin zindanı, kâfirin
cennetidir.
İZAHI:
İnsanoğlunun, Hakka vasıl olması yolunda dört mühim engel vardır.
Bunlar: Nefis, şeytan, dünya ve insandır. Bu engelleri aşmak, onları çok
iyi tanıyarak hile ve desiselerinden kurtulmak sûreti ile mümkündür.
Onun için Kur'an ve sünnette bu engeller tanıtılmış ve onların
tuzaklarından kurtulmanın yolları gösterilmiştir.
Biz burada mevzûmuzla
ilgili olduğu için dünyayı tanımaya çalışacak ve ebedî cennet hayatı
karşısında dünyanın bir mü'min için gerçekten nasıl bir zindan olduğun
göreceğiz.
«Dünya hayatı bir
oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah'tan korkanlar için
elbette ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?
(En'am: 32)
«Bu dünya hayatı
sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte
asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.» (Ankebut: 64)
«Sizin yanınızdaki
(dünya malı) tükenir. Allah yanındaki ise bâkidir. Elbette sabırlı
davrananlara yapmakta olduklarının en güzeli ile mükafatlarını
vereceğiz.» (Nahl: 96)
Bu hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemden gelen haberlerden bir kısmı şöyledir:
Bir gün Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ölü bir koyuna rastladı. Ashabına: «Bu
koyunun sahibi nazarında değerli bir şey olduğunu zanneder misiniz?»
diye sordu. Dediler ki: «Değersiz sayıldığından onu atmışlar.»
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
«Nefsim yed'i
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki şüphesiz bu dünya, Allah
nazarında, şu koyunun sahibi nazarındaki değerinden daha aşağıdır. Eğer
bu dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı,
kâfire ondan bir yudum su dahi içirmezdi.» (İbn-i Mace)
«Dünya sevgisi her
kötülüğün başıdır.» (Beyhaki)
Dünyanın zahirî
görünüşü çekici, nefsi okşayıcı ve güzel görünümlü ise de, altın kâsede
bulunan bir zehir gibidir. Dünyaya aşırı düşkünlük, onu elde etmek için
haris olmak, dünya sevgisi ile kalbi meşgul edip onu kirletmek öldürücü
bir zehirdir. Dünyaya kapılıp, ahiretini unutanlar, ebedî saadeti
kaybederler.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Muhakkak ki dünya
tatlı bir yeşilliktir ve muhakkak Allah sizi bu dünyaya, nasıl amel
edeceğinizi görmek için getirmiştir.» buyurmaktadır. (Tirmizi)
Ana rahmi, dünyaya
göre ne ise, dünya da ahirete göre o mesabededir. Ana rahmindeki çocuğa
dünyadan bahsedilse, bulunduğu mekâna sağladığı uyumdan dolayı, ana
rahminde kalmayı tercih eder. Halbuki bilmez ki ana rahmi, dünyaya
nazaran bir zindandır. Dünyanın geçici zevk ve sefasına dalan bir insan
da böyledir. Ona ahiretten ve sayılamayacak kadar çok ve devamlı cennet
nimetlerinden, Allah Teâlâ'nın cemalini temâşâdan bahsetseniz, ona
sonsuzluk âlemine bir doğuş ve bir geçiş olan ölüm soğuk gelir. Ama
ehl-i hakikat öyle değildir. Onlar bir an önce Rab’larına mülaki olmayı
tercih ederler. Bilirler ki dünya, mü'minler için bir zindandır. Şöyle
bir düşünelim. Ahiret hayatının ebedîliği, cennette “hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmeyen
nimetleri” ve Allah Teâlâ'nın cemalini müşahade karşısında bir mü'min
için, dünya zindan değil de nedir? Amma dünya hayatı kâfirler için
cennetî bir yaşantıdır. Çünkü onlar cehennemin kızgın alevleri içinde
ebedî kalacak, azab olunacaklardır. Elbette cehennem ateşine göre şu
dünya hayatı onlar için cennet gibidir.
İşte mevzûmuz olan
hadis-i şerif bu inceliğe işaret etmektedir.
Sakın ola ki, "Biz
sadece ibadet ile meşgul olalım, dünyayı boş verelim ve onu kâfirlere
bırakalım" şeklinde anlaşılmasın.
Bu dünyanın idaresi
de müslümanlara tevdî edilmiş, zulmü ortadan kaldırmak, hakkı hâkim
kılmak ve yeryüzünü adaletle idare etmek için müslümanlar
vazifelendirilmiştir. Kötülenen dünya sevgisidir, dünyanın alâyişine
aldanarak ahiret amellerini terk etmektir. İslâmî yaşantımıza yardımcı
olan, bizi Allah yolunda çalışmaktan alıkoymayan dünya nimetleri, Allah
Teâlâ'nın ikramı ve lütfudur. Dünyayı ve dünya nimetlerini, ahiret
saadetine vasıta olarak kullanmak ne büyük bir mutluluktur.
“Ey Rabb’ımız! Bize
dünyada iyilik ve ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.”
“Ey Rabb’ımız! Sana
sığınırız, senden yardım ve af dileriz. Ve bizi hidayete erdirmeni
isteriz. Sana iman eder ve sana tevbe ede-riz. Sana tevekkül eder ve
bütün hayırlarla seni senâ ederiz. Sana şükreder, hiçbir vakit nankörlük
etmeyiz. Sana isyan edip inkâr edeni terk ederiz.”
“Ey Rabb’ımız! Sana
ibadet ederiz. Senin için namaz kılarız ve sana secde ederiz. Sana
sığınır, sana koşarız. Rahmetini ümit eder, azabından korkarız. Muhakkak
ki senin azabın kâfirlere ulaşacaktır.”
“Ey Rabb’ımız! Bizi
doğru yola ilettikten sonra kâlblerimizi eğriltme. Bize tarafından
rahmet bağışla. Şüphesiz lütfu en bol olan sensin.”
“Ey Rabb’ımız! Biz
‘Rabb’ınıza iman edin’ diye seslenen da-vetçiyi işittik, hemen iman
ettik.”
“Ey Rabb’ımız! Artık
bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört. Ruhumuzu iyilerle
beraber al.”
“Ey Rabb’ımız! Bize
peygamberlerin vasıtasıyla va'dettiklerini de ikram et ve kıyamet
gününde bizi perişan etme. Şüphesiz sen va’dinden caymazsın.”
“İlâhi! Acizlikten,
tembellikten, cimrilikten, bunamaktan ve kabrin azabından sana
sığınırım. İlâhi! Nefsime takvasını ver.. Onu temizle. Onu
temizleyecek olanın hayırlısı sensin. Ruhumun velisi ve mevlası da
sensin. İlâhi! Faydasız ilimden, korkmayan kâlbden, doymayan nefisten ve
kabul olunmayacak duadan sana sığınırım.”
“İlâhi! Peygamberin
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin senden istediği hayrı isterim.
Peygamberin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin sana sığındığı
şeylerin şerrinden sana sığınırım. Yardım istenecek yegane sensin.
Arzu edilen şeye ulaştıracak da sensin.”
“Ya Rab! Nefsimizi,
neslimizi, anne, baba ve ailemizi ve tüm müslümanları Sırat-ı
Müstakimden, Tarikat-ı Muhammedî’den ayırma. Nefis, şeytan ve kötü
çevrenin şerrinden koru. Kabir azabından, cehennem ateşinden muhafaza
eyle. Hüsnü hatime ile huzuruna varmak nasip et. Cennet ve cemâlinle
müşerref eyle. Çalışmalarımızı Şeriat-ı İslam’ın hakimiyetine vesile
kıl...”
“Ya Rab! Nasıl bir
kul olmamızı istiyorsan bizi öyle bir kul eyle.”
AMİN.
1-
Ailemizin her ferdi Kur'an-ı Kerim'i yüzüne okumasını öğrenmelidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Sizin en hayırlınız Kur'an'ı
öğrenen ve öğretendir.» (Buharî) buyurmaktadır. O bakımdan hem kendimiz
öğrenmeli ve hem de bütün aile efradımıza öğretmeliyiz. Kur'an'ın
tamamını hıfzetmek farz-ı kifaye, namazda okunacak kadar ezberlemek ise
farz-ı ayndır.
2-
Her gün Kur'an-ı Kerim'den bir hizip okumalıdır. Asırlar var ki, Kur'an
ilminden, Kur'an ahlâkından, Kur'an medeniyetinden ve Kur'an devletinden
merhâle merhâle uzaklaştırılmış, yetim bırakılmış ve mahrum edilmişiz.
Müslümanlar olarak onunla yeniden tanışmak ve onun gölgesinde yeniden
dirilmek mecburiyetindeyiz. Kur'an okumak, Allah Teâlâ ile tekellüm
etmek ve kelâmdan sahib-i kelâma vasıl olmaktır. Kur'an edeble, huzurla
ve Allah Teâlâ ile konuşuyormuş gibi okunursa, nice sır perdeleri
açılacak ve kâlb nice ilâhî tecellilere mazhar olacaktır. Ayrıca
okuduğumuz bu beş sahifeden en az bir sahifesinin meal ve tefsirini
okuyup öğrenmeliyiz. İmkan bulanlar bu beş sahifenin de meal ve
tefsirini okumalıdırlar.
3-
Fatiha, Ayet el-Kürsî, Bakara sûresinin son iki ayeti, Haşr Sûresi'nin
son üç ayeti, Yasin, Saff ve Mülk sûreleri, Duha sûresi ve ondan sonraki
sûreler, namaz içinde okunan duâ ve salâvatlar ezberlenip tefsirleri
okunarak öğrenilmelidir.
Bu sûreleri ve
duaları ezberleyip mânâlarına muttalî olmak için, muteber tefsir
kitaplarını okumak ve öğrenmek her müslüman için gerekli olan asgari bir
vazifedir. İmkanı olanlar daha fazlasını yapmalıdırlar. Çünkü Kur'an'ı
mânâlarını tefekkür ederek okumak daha faziletlidir.
4-
Kırk hadis-i şerif metin ve meali ile beraber ezberlenmelidir. Hadis-i
şerifler Kur'an'dan sonra, dinimizin ikinci kaynağıdır. Âlemlere rahmet
peygamberin, gönüllere sürûr veren mübarek kelamlarını öğrenmek ve
öğretmek çok büyük bir fazilet ve bir ümmet olma borcudur.
«Kim kırk hadisi hıfz
eder ve ümmetime naklederse kıyamet günü ben ona şefaatcı ve şahit
olurum» hadis-i şerifi ne büyük bir müjdedir. Onun şefaatını dilemek ve
ummak gönüllerimizde bir coşku, dillerimizde bir dua değil mi?
5-
Ehl-i sünnet itikadı ile ilgili bir akaid risalesini okuyup
öğrenmelidir. İtikada taalluk eden meseleleri öğrenmek her müslüman için
farz-ı ayındır. Nice insanlar vardır ki cehâletleri sebebiyle öyle işler
ve konuşmalar yapar ki, imanından olur da farkında olmaz ve hâlâ
kendisini İslâm dairesinde zanneder.
Zamanımızda öyle
sapık ve aldatıcı fikir cereyanları var ki, bu cereyanların yalan-yanlış
telkin ve tesirlerinden korunabilmek için ehl-i sünnet ve’l cemaat
akaidini çok iyi bir şekilde öğrenmek mecburiyetindeyiz.
Aksi takdirde, birçok
sapık düşüncelerin, batıl fikirlerin, farkında olmadan zebûnu
olabiliriz.
6-
Allah'a kulluk vazifemizi en iyi bir şekilde yapabilmek için en azından
bir ilmihâl kitabı okuyup güzelce öğrenmelidir. İmkan ve zamanı olan
daha tafsilatlı bir fıkıh kitabı okumalıdır. Çünkü müslümanın fıkhını
öğrenmesi farz-ı ayındır. Kişinin iştigal ettiği iş hususundaki fıkhî
hükümleri öğrenmesi de farz-ı ayındır.
Ticaret yapan kişinin
ticaret ile ilgili ahkamı, ziraat yapan kişinin ziraat ile ilgili ahkamı
öğrenmesi gibi.
Ulemâ, her sene bir
defa olsun ilmihâl kitabını okumayı tavsiye etmektedir.
7-
Ahlâk, muaşeret ve tasavvufa ait çok sağlam ve güvenilir bir kitap
okunmalıdır. Ve böylece Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin
hüsn-ü ahlâkı öğrenilip onun ahlâkı ile mütehallık olmalıdır. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere
gönderildim» «Beni Rabb’ım terbiye etti. Ne de güzel terbiye etti»
buyurmuş. Allah Teâlâ da: «Sen en yüce ahlâk sahibisin.» (Kalem: 4)
buyurarak onun yüksek ahlâkına işaret etmiştir.
Müslümanın, Allah'a,
Rasûlullah'a ve diğer bütün varlıklara karşı vazife ve mes'uliyetleri
vardır. Ana, baba, evlat, akraba, komşu ve bütün müslümanların kendi
aralarında riayet etmekle mükellef oldukları hak ve vazifeleri olduğu
gibi, gayr-i müslimlere ve hatta hayvanlara karşı da vazife ve
mes'uliyetleri vardır.
Bu hususlardaki
İslâmî hükümleri ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahlâkını
öğrenmek de farz-ı ayındır. Öğrenelim ki ahlâk-ı Muhammedî ile
mütehallık olalım, öğrenelim ki hiç kimseye karşı haksızlık etmeyelim ve
vazifelerimizi bihakkın ifa edelim...
Tasavvuf İslamî
ilimlerden bir ilimdir. Ameli mezhepler fıkıh ilminden doğduğu gibi,
tarikatlarda tasavvuf ilminden zuhûr etmiştir. Bir müslümanın tasfiyeyi
kalb ve tezkiyeyi nefs yapması için Kur’an ve sünnete uygun bir tarikata
girip, bir mürşid-i kâmile intisab etmesi çok güzel bir şeydir. Ancak
tasavvuf ve tarikatlar hakkında yeterli bilgisi olmayan bir çok müslüman
istismarcı, tarikatla, irşadla, şeriatla bir ilgisi bulunmayan yol
kesici, câhil kişilerin tuzağına düştüğü görülmektedir.
Onun için tasavvufla
ilgili sahih kitaplar okunmalı, ilmine, irfanına güvenilen kişilerle
istişare edip ona göre hareket edilmelidir.
8-
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı ile ilgili güvenilir
bir kitap okunmalıdır. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
hayatı yaşanılan Kur'an'dır. O'nun söz, fiil ve takrirleri Kur'an'ın en
berrak ve en sağlam tefsiridir. Zaman ve imkanı olan Hulefa-i Râşidîn
dönemini, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini de kapsayan bir
İslâm tarihi okumalıdır. Hatta daha da zamanı ve imkanı olan son iki
yüzyılın siyasî tarihini okumalıdır ki yerli ve yabancı İslâm
düşmanlarının, İslâm dini ve müslümanlar aleyhine yaptıkları plan, hile
ve hud'alarını, zulüm ve işkencelerini görsünler de mütenebbih olsunlar.
9-
Ailece, İslâm'ın farz kıldığı ibadetler yapılmalı, haramlardan sakınmalı
ve aile içinde İslâmî yaşantı tam olarak hâkim kılınmalı, ailenin her
ferdi, hak ve vazifelerini çok iyi bir şekilde öğrenmelidir. Varsa kaza
namazları, oruç kaza ve keffareti, kul hakkı vakit geçirilmeden ifa
edilmelidir. Zekat fakirlerin zenginler üzerindeki hakkıdır. Zengin olup
da daha önce zekat vermeyen, geçmiş yılların zekatını vakit kaybetmeden
vermeli ve her yılın zekatını da geciktirmeden zamanında ödemelidir.
Haram yollardan kazanç sağlamak ve ticaret yapmaktan sarf-ı nazar etmeli
ve aile efradına haram lokma yedirmemelidir.
Namazları cemaat ile
kılmaya özen göstermelidir. Çünkü cemaat ile namaz kılmak, yalnız başına
namaz kılmaktan 27 derece daha efdaldir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem «Vallahi içimden öyle geçti ki gençlere benim için odun demetleri
hazırlamalarını emredeyim, sonra özürsüz olarak cemaate gelmeyip
evlerinde namaz kılanlara geleyim ve evlerini üzerlerine yakayım.»
buyurmaktadır. Görülüyor ki cemaat, İslâm'ın şiarından ve bu din-i
mübinin özelliklerindendir.
10-
Çocuklarımız Allah Teâlâ'nın bizlere bir emanetidir. Onları en iyi bir
şekilde terbiye edip, ahlâklı, dürüst, güvenilir, sağlam ve muttakî bir
müslüman olarak yetiştirmeliyiz. Yavrumuz ana rahmine düştüğü andan
doğana, doğduktan sonra rüşd çağına varıncaya ve ondan sonraki hayatı
için yapacağımız vazifeler vardır. Çocuk anne rahmine düşünce, anne
yiyecek, giyecek ve içeceklerine, söz ve davranışlarına, diğer
insanlarla olan muaşeretine her zamankinden daha fazla dikkat etmelidir.
Bu hususta, baba da anneye kolaylık gösterip yardımcı olmalıdır. Çocuk
doğunca O'na İslâmî bir isim vermeli, rüşd çağına gelene kadar, Kur'an'ı
ve farz olan İslâmî ilimleri öğrenmesi, Muhammedî ahlâkla ahlâklanması
ve ibadetlerini yapma hususunda eğitilmelidir. Ayrıca kabiliyeti
doğrultusunda bir meslek sahibi olması için yönlendirilmelidir. Onun
için İslâm'ı yaşayabileceği İslâmî bir vasat hazırlanmalıdır. Yani
güvenilir, ahlâk-ı hâmide sahibi bir ilim adamının tedris halkasına
sokulmalı, çok iyi bir arkadaş çevresi oluşturulmalıdır. Zamanı gelince
dindar, afîfe bir kızla, çocuğumuz kızsa dindar bir gençle İslâmî
ölçülere uygun bir nikah ve düğünle evlendirmelidir. Evlilik hayatından
sonra da kontrole devam etmeli, hayır nasihatlarda bulunmalı, nefis
şeytan ve kötü çevrenin tesiri ile İslâm'a aykırı işler yapmasına mâni
olup, Allah yolunda çalışması sağlanmalıdır.
11-
Evimizde, başta Kur'an-ı Kerim, tefsir, hadis, akaid, fıkıh, ahlâk ve
İslâm tarihi ile ilgili temel kitaplar olmak üzere, bir kitaplık tesis
etmelidir. Böylece hanelerimiz bir mektep ve bir "Dar'ul Erkam"
olmalıdır.
12-
Ailemizin kadın, erkek, kabiliyetli bütün efradı, yakın çevremizden
başlayarak ve özellikle ev sohbetleri yaparak İslâmî tebliğatta
bulunmalı ve müslümanların tağutî düzenlerin tuzaklarından, nefis ve
şeytanın hile ve hud'alarından kurtulmaları ve Allah'a karşı kulluk
vazifelerini en iyi bir şekilde ifa etmeleri için çalışmalıdır. «Siz
insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.» (Al-i İmran: 110)
«Ya Ali! Senin
vasıtanla bir kişinin hidayete ermesi senin için dünya ve dünyanın
içindekilerden daha hayırlıdır.» Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin Hz.Ali radıyallahu anha hitabı, aynı zamanda bütün ümmete
hitabıdır.
13-
İslâmî hizmetler muhakkak istişare ile yapılmalıdır. İstişâre
yapacağımız şahıs, dürüst, güvenilir, sır saklayan, ahlâklı, İslâm'ı
bilen ve itidal sahibi olmalıdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem: «Kim bir iş yapmak diler de, onun hakkında müslüman bir kişi ile
istişare ederse, Allah onu işlerinin en isabetlisine muvaffak kılar.»
«Kendisi ile
istişâre edilen kişi emin olmalıdır.» buyurmuştur.
Allah Teâlâ
müslümanların vasıflarını bildirirken, «Onların işleri aralarında
istişâre iledir.» (Şura: 38) buyurmuştur.
14-
Her namazdan sonra bütün müslümanlara, hasseten yapılan İslâmî
çalışmalarda muvaffak olmak için, bütün samimiyetimizle dua etmeliyiz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: «Din kardeşi hakkında yapılan
gıyabî dua reddolunmaz.»
«Dua mü'minin
silahıdır.»
«Dua belâyı defeder.»
buyurmaktadır.
Allah Teâlâ:
«Rabb’ını içinden yalvararak ve ondan korkarak yüksek olmayan bir sesle
sabah ve akşam an, gafillerden olma» (A'raf: 205) buyurur.
15-
Teheccüd, İşrak, Duha ve Evvabin namazlarını kılmak için gayret
edilmelidir.
Teheccüd: Seher
vaktinde, iki rekattan oniki rekata kadar kılınan, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve selleme farz, ümmete sünnet olan bir namazdır.
«Gecenin bir kısmında
uyanarak sana mahsus bir fazlalık olarak namaz kıl. (Böylece) Rabb’ının
seni övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.» (İsra: 79)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de:
«Gece namazına devam
ediniz. Zira o, sizden önceki sâlihlerin adetidir. Sizi Rabb’ınıza
yaklaştırıcı günahların affına ve nefsi, günahlardan alıkoymaya
sebeptir» buyurmaktadır. (Müslim)
Cenab-ı Hakk, gece
uyanıp yatağından kalkarak teheccüd namazı kılan sâlih kulları:
«Korkuyla ve umutla
Rab’lerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için) vücutları yataklardan
uzak kalır.» (Secde: 16) buyurarak övmektedir. Teheccüd iki rekat
kılınırsa her rekatta Fatiha'dan sonra İhlas, altı veya sekiz rekat
kılınırsa Fatiha'dan sonra Yasin okunmalıdır.
İşrak: Güneş
doğduktan takriben bir saat sonra kılınan iki rekat nâfile namazdır. Her
rekatta Fatiha'dan sonra İhlas-ı Şerif okunur. Bir kişi sabah namazını
kıldıktan sonra konuşmadan, ilim, zikir, Kur'an tilaveti, tefekkür ile
meşgul olmalı, zamanı gelince de işrak namazını kılmalıdır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «İşrak namazını kılanlar için bir hacc ve umre sevabı
vardır» buyurmaktadır.
Duha: Güneş doğduktan
takriben iki buçuk, üç saat sonra en azı dört, çoğu oniki rekat olarak
kılınan nâfile bir namazdır. Her rekatta Fatiha'dan sonra üç İhlas-ı
Şerif okunması tavsiye olunmuştur. Hz. Aişe radıyallahu anha:
«Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Duhâ namazını dört rekat kılar.
Allah'ın dilediği kadar da artırırdı» demiştir.
Evvabin: Azı iki,
çoğu altı rekattır. Akşam namazının sünnetinden sonra konuşmadan
kılınır. İki rekat kılanlar, Fatiha'dan sonra, birinci rekatta Kâfirun
Sûresi'ni, ikinci rekatta da İhlas-ı Şerifi okurlar. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Akşam namazından sonra, altı rekat namaz
kılanın günahı deniz köpüğü kadar çok olsa da affolunur.” buyurmuştur.
Affolunan günahlar küçük günahlardır. Bu bağışlamadan büyük günahlar,
kul hakkı ve amme hakkı hariçtir. Gündüz kılınan nâfile namazlarda dört
rekatta bir, gece kılınan nâfile namazlarda ise iki rekatta bir selam
verilir.
16-
Mazereti olmayanlar, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak için
gayret etmelidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
«Ameller (Cenab-ı
Hakk'a) Pazartesi ve Perşembe günleri arzolunur. Ben amelimin oruçlu
bulunurken arz olunmasını seviyorum.” (Tirmizi) buyurmuştur.
Gücü yetenler her
ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerinde de oruç tutsun. Abdullah ibn-i
Abbas radıyallahu anhuma: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
eyyam-ı bîd'i (ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri) hazer ve sefer
hâlinde oruçsuz geçirmezdi.” (Nesâi) demiştir.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Her aydan üç gün oruç tutmak, yılın hepsini oruç
tutmak gibidir.» (Buharî-Müslim) buyurmuştur.
17-
Her müslüman kendi durumuna göre her cuma bir veya bir kaç fakire sadaka
vermelidir. İmkanı olanlar, borç isteyeni veya bir sadaka için kapıya
geleni asla geri çevirmemelidir. Allah Teâlâ: «Mallarını gece ve
gündüz, açık, gizli infak edenlerin mükafatı Allah katındadır. Onlar
için ne korku vardır ne de üzülmek.» (Bakara: 274) buyurur.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem:
«Müslüman kişinin
sadakası ömrü ziyadeleştirir. Kötü ölümle ölmekten muhafaza eder.»
«Sadaka yetmiş çeşit
belâyı meneder. Bunların en hafifi cüzzam ve alaca hastalığıdır.»
«Velev ki bir hurma
parçasını sadaka olarak vermekle de olsa ateşten sakının. Eğer bunu da
bulamazsanız, güzel kelime, tatlı dille o ateşten korunun.»
buyurmuşlardır.
18-
Her cuma namazından sonra yedi İhlas, yedi Felak, yedi Nâs sûreleri
okunmalıdır.
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem: «Kim Cuma Namazı'ndan sonra, konuşmadan ve kalkmadan
İhlas, Felak ve Nas sûrelerini yedişer defa okursa, Allah Teâlâ onu
gelecek Cuma'ya kadar zarar verici şeylerden muhafaza eder.»
buyurmuştur.
19- Her gün sabah ve
akşam «Ölmeden önce ölünüz.» «Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba
çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi tartınız.» tavsiyeleri
doğrultusunda, nefsimizi hesaba çekmeliyiz.
«Ey iman edenler!
Allah'tan korkunuz. Her nefis yarın için (ahiret için) ne hazırladığına
baksın. Allah'tan korkunuz. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilir.» (Haşr:
18) Nefis muhasebesi ve sorgulaması; itikat, ibadet, muamelat, helâl ve
haramlar, ilim, tebliğ, cihad, ahlâk ve muaşeret ve İslâmî çalışmalarda
yapmamız gereken vazifelerimizi içermelidir. Hülâsa olarak "Bugün Allah
için, İslâm için ne yaptın?” diye nefsimizi muaheze etmeliyiz.
20-
Aşağıdaki istiğfar, tevhid, salavat ve duaları lisanımıza vird
etmeliyiz.
Allah Teâlâ: «Ve
Allah'tan mağfiret iste, çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir.» (Nisa: 106)
«Hemen Rabb’ını
hamd ile tesbih et. O'nun yarlığamasını iste. Şüphesiz ki O, tevbeleri
çok kabul edendir.» (Nasr: 3)
«Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret isterse O,
Allah'ı çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulur.» (Nisa: 110) buyuruyor.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de: «Allah'a yemin olsun ki ben, günde
yetmiş defadan fazla Allah'tan mağfiret diliyorum.»
«Kim istiğfara
devam ederse, Allah o kimse için her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden
bir sevinç yaratır ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.»
Bu ayet ve
hadisler ışığında derin bir tefekkürle, bilerek veya bilmeyerek
yaptığımız sayısız günah ve kusurlarımız için ihlas ve samimiyetle tevbe
ve istiğfara devam etmeliyiz.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Lâ ilahe illallah zikrine ve istiğfara
devam ediniz. Ve çok söyleyiniz. Muhakkak İblis: "Ben onları günahlarla
helak ettim. Onlar da beni Lâ ilahe illallah ve istiğfar ile helak
ettiler" der» buyurmuştur. Bu hususta varid olan hadis-i şeriflerin bir
kısmı da şunlardır:
«Lâ ilahe
illallah kelime-yi tayyibesini çok söyleyerek imanınızı tazeleyiniz.»
«Zikrin en
faziletlisi "Lâ ilâhe illallah", duanın en faziletlisi "Elhamdülillah"
(Fatiha Sûresi)'dir.»
«Ben bir söz
biliyorum ki kul onu kendisine ölüm gelince söylerse ruhu cesedinden
çıkarken, ruhuna bir ferahlık geldiğini görür ve o söz kıyamette onun
için nur, aydınlık olur. O "Lâ ilâhe illallah" sözüdür.»
«Lâ ilâhe
illallah kavli, bu sözü söyleyenden doksan dokuz belâyı defeder. Bunu en
aşağısı gamı gidermektir.»
Şirk ve küfrün
kol gezdiği, iman ve ahlâkımıza yönelik her türlü tahribatın yapıldığı
zamanımızda, "Lâ ilahe illallah" tevhidi ile imanımızı yenilemeye ve
imanımızın gereği olan şeyleri yapmaya ve Rabb’ımıza iltica edip
ruhumuzu yıkamaya ne kadar muhtacız.
«Muhakkak Allah
ve melekleri peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Haydin O'na
teslimiyetle salat-u selâm getirin.» (Ahzab: 56)
Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de: «İnsanların bana en yakın olanı üzerime en çok
salavat getirenidir.»
«Bana bir defa
salavat okuyana Allah Teâlâ on defa rahmet eder. Bana on defa salavat
getiren kimseye Allah celle celaluhu yüz rahmet gönderir. Bana yüz defa
salavat getirene Allah celle celaluhu bin kere rahmet eder.»
«Bana Cebrail
aleyhisselam geldi ve dedi ki: "Ya Muhammed! Ümmetinden salavat
okuyanlar için yetmiş bin melek istiğfar ederler. Melekler kime istiğfar
ederse o kimse cennet ehlinden olur.»
«Kimin işi zorlaşırsa
üzerime salavatı çok okusun. Çünkü bana okunan salavat bütün sıkıntıları
giderir. Rızıkları çoğaltır. İşleri bitirir.»
«Sizden birisi
vefâtımdan sonra bana selam okursa, Cebrail o selamı bana tebliğ eder.
"Ya Muhammed! Bu felan oğlu felanın sana okuduğu selamdır" der. Ben de
O'nun selamına mukabele ederim. "Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi
onun üzerine olsun" derim.»
Kâfirler,
"Düşmanlarınız büyük ordularla üzerinize geliyor. Sakının onlardan"
diye, ashab-ı kirama korku vermek, onları düşman karşısında geriletmek
istemişlerdi. Bu haber üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve
ashab-ı kiram asla endişeye düşmemiş, çekinmemiş ve «Allah bize yeter. O
ne güzel vekildir.» (Al-i İmran: 173) diye cevap vermişlerdir.
Bizler de böyle
durumlar karşısında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabın
yaptığı gibi «Hasbunallah ve ni’mel vekil» diye mukabele edip, asla
gevşememeli, müstakim adımlarla hedefimize doğru yürümeliyiz.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: «Hasbunallah ve ni’mel vekil zikri her
türlü korku ve tehlikelerden kişiyi emniyette kılar» buyurmuştur.
Müslümanlar
olarak, tağutî düzenlerin zahirî güç ve kuvveti karşısında zaman zaman
tereddütler geçirebilir ve kendi zahirî zayıflığımıza hayıflanarak
çalışmalarımızda gevşer ve tekasül gösterebiliriz. Veya en
yakınlarımızın yanlış telkin ve tepkileri ile karşı karşıya gelebiliriz.
Böyle durumlarda, Allah Teâlâ’nın, Nemrut'u ve mızrakları bir orman
manzarası arzeden, ovaları, dağları dolduran ordusunu, onları tahkir ve
müslümanlara bir ibret olmak üzere sivrisinekle helak ettiğini ve yine
Kâbe'yi yıkmak üzere gelen Ebrehe ordusunu Ebabil kuşları ile yok
ettiğini tefekkür edip, «Lâ havle vela kuvvete illâ billah» (Allah'tan
başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) zikrine devam etmeliyiz. Bununla
beraber hakkın hâkimiyeti, batılın izâlesi için durmadan, dinlenmeden ve
hiçbir engel karşısında yılgınlık göstermeden çalışmalıyız.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah doksan
dokuz derde devadır. Onların en küçüğü hüzün ve kederdir.»
«Ya Hazım! "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah’ı çok söyle. Çünkü o, şüphesiz cennet
hazinelerindendir.» buyurdu. ALLAH'TAN BAŞKA GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ YOKTUR
VE HAKİMİYET ALLAH'INDIR.
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bu duayı çok yaparlardı. Mânâsı: «Ey
kâlbleri çekip çeviren Rabb’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.»
demektir. Peygamberler masumdur. Onların iman üzere yaşayıp, iman üzere
öleceği ve cennete girecekleri kat’îdir. Buna rağmen âlemlerin efendisi
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle dua ediyor. Her gün çeşitli
günahlarla kirlenen ve hatta zaman zaman belki de farkında olmadan
imanımızı tehlikeye düşürecek kebairlere dalan bizler, bu duaya ne kadar
muhtacız.
YA RABB! BİZLERİ SIRR-I TEVHİDE ERDİR.
İMANLA YAŞAT, İMANLA ÖLDÜR.
AMİN.
1. Hadis: Tirmizi,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-t Tefsir, c: 8, sh: 555, Endülüs
2. Hadis: İbn-i Mace,
Kitab-üd Dua, c:2, sh: 1258, Lübnan
3. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Vasiyet, c: 11, sh: 94, Beyrut
4. Hadis: İbn-i Mace,
Kita-bü-z Zühd, c: 2, sh: 1423, Lübnan
5. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Edeb, c: 18, sh: 220, Mısır
6. Hadis: İbn-i Mace,
Kitabü-z Zühd, c: 2 sh: 1410, Lübnan
7. Hadis: Tirmizi,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c:6, sh: 607, Endülüs
8. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-s Salatü-l Misafir, c: 6, sh: 319, Beyrut
9. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Birri ve s-Sıla, c: 16, sh: 357, Beyrut
10. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İman c: 2, sh: 380, Beyrut
11. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l İman, c: 1, sh: 158, Mısır
12. Hadis: Tirmizi,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c: 7, sh: 49, Endülüs
13. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l İlm, c: 1, sh: 376, Mısır.
14. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İmâre, c: 12, sh: 467, Beyrut
15. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Edeb, c: 18, sh: 152, Mısır
16. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İlm, c: 16, sh: 461, Beyrut.
17. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Cihad ve-s Siyer, c: 11, sh: 317, Mısır.
18. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l İman, c: 2, sh: 392, Beyrut.
19. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Cihad ve-s Siyer, c: 12, sh: 287, Beyrut.
20. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l İman, c: 1, sh: 139,Mısır.
21. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Libas c: 18, sh: 70, Mısır.
22. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Birri ve-s Sıla, c: 16, sh: 374, Beyrut.
23. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-r Rikak, c: 19, sh: 45, Mısır.
24. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Mukaddime, c: 1, sh: 188, Beyrut.
25. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l İlm, c: 7, sh: 437, Endülüs.
26. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Büyû, c: 4, sh: 400, Endülüs.
27. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Ahkâm, c: 20, sh: 121, Mısır.
28. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Birri ve-s Sıla, c: 6, sh: 155, Endülüs.
29. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l Birri ve-s Sıla, c: 6, sh: 47, Endülüs.:
30. Hadis: İbn-i Mace,
Kitabü-l Hudûd, c: 2, sh: 856, Lübnan.
31. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-l Müsakat, c: 11, sh: 29, Beyrut.
32. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-z Zühd, c:7, sh:46, Endülüs.
33. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-ş Şiir, c: 15, sh: 19, Beyrut.
34. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Cuma, c: 5, sh: 261, Mısır.
35. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-l Ezan, c: 4, sh: 336, Mısır.
36. Hadis: Buharî,
Şerh-i Umde, Kitabü-s Savm, c: 9, sh: 33, Mısır.
37. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-l İman, c: 7, sh: 397, Endülüs.
38. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-s Sıfat-ı Kıyame, c: 7, sh:202, Endülüs.
39. Hadis: Tirmizî,
Şerh-i Tuhfe, Ebvabü-s Sıfat-ı Kıyame, c: 7, sh: 202, Endülüs.
40. Hadis: Müslim,
Şerh-i Nevevî, Kitabü-z Zühd ve-r Rikak, c: 18, sh: 305, Beyrut.