Gıybet

 

GIYBET. 3

Önsöz. 3

Giriş. 3

Dilin Afetleri 3

A- GIYBET. 5

1. BÖLÜM.. 5

Gıybetin Tanimi 5

Gıybet Çeşitleri 5

2- BÖLÜM.. 7

Gıybetin Haram Oluşu. 7

1- Küfür Olan Gıybet 8

2- Nifak Olan Gıybet 8

3- Masiyet Olan Gıybet 8

4- Mubah Olan Gıybet 8

3- BÖLÜM.. 8

Gıybet Sadece Dil İle Yapılmaz. 8

Gıybete Karşı Ne Yapmalı ?. 9

Kalp İle Yapılan Gıybet 10

4- BÖLÜM.. 12

Gıybet Edenin Dünyadaki Durumu. 12

Gıybet Edenin Kabirdeki Durumu. 13

Gıybet Edenin Cehennemdeki Durumu. 13

5- BÖLÜM.. 14

Gıybete Teşvik Edici Sebepler 14

Birinci Sebep: 14

İkinci Sebep: 14

Üçüncü Sebep: 14

Dördüncü Sebep: 14

Beşinci Sebep: 14

Altıncı Sebep: 15

Yedinci Sebep: 15

Sekizinci Sebep:, 15

1- Sebep: 15

2- Sebep: 15

3- Sebep: 15

Gıybetin Toplumsal  Zararları 16

Gıybet İyilikleri Yok Eder 16

6- BÖLÜM.. 17

Risale-i Nur'dan... 17

Hatime (Gıybet Hakkındadır) 18

7- BÖLÜM.. 19

Gıybet Hastalığının Tedavisi 19

Gıybetin Ameli Tedavisi 22

Caiz Olan Durumlarda Bile Gıybetten Kaçınılmalı 22

Gıybetin Tevbesi Ve Kefareti 24

B- BÜHTAN (İFTİRA) 25

1- BÖLÜM.. 25

Bühtanın Tanımı 25

İftira Edenin Durumu. 25

İftiranın Toplumsal Zararları 26

2- BÖLÜM.. 29

İftiranın Tedavisi 29

İftiranın Tevbesi 30

C- NEMIME (KOĞUCULUK) 31

1- BÖLÜM.. 31

Nemimenin Tanımı 31

Koğucunun Duası Kabul Olunmaz. 31

Koğucunun Kabirdeki Durumu. 31

2- BÖLÜM.. 32

Koğuculuk Büyük Bir Fitne Ve  Bozgunculuktur 32

Nemmam Cennete Giremez. 32

Nemimenin Tedavisi 33


GIYBET

 

Önsöz

 

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a, salat ve selam Sevgili Peygamberimize, âline, ashabına, ve onlara tabi olanlara olsun.

Peygamberlerin hedeflerinden biri, belki de en önemlisi insanların nefislerini çirkin ahlaktan, kötülükten ve hayva­ni sıfatlardan temizleyip arındırmak, ahlâki fazilet ve de­ğerleri güçlendirmek, ruhen ve manen kemale ermelerini sağlamaktır. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuş­tur" Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."[1]

Müslümanlar olarak kendimizi bedenen ve fikren geliş­tirmekte, fakat ruhen ve ahlaken gelişim için ciddi bir çaba göstermemekteyiz. Bu nedenle ailemizle, anne-babamızla, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizde ve ti­cari hayatımızdaki söz ve davranışlarımızda kırıcı ve inci­tici olabilmekte, bir müslümana yakışmayan sözler sarf edebilmekte ve kötü davranışlar sergileyebilmekteyiz. Bu-hari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz şöyle bu­yurmuştur: "Ki m Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş ise ya hayırlı söz söylesin veya sükût etsin/'

Bu tavsiyeye rağmen ne dünya ne de ahiretimize fayda­sı olmayan, fitne ve fesada yol açan, gıybet, iftira, koğucu­luk gibi zararlı konuşmalar yaparak kardeşimizi küçük düsürmekte, şerefine leke sürmekte, hasenatımızı yok etmek­te ve vaktimizi boşa harcamaktayız.

Allah'a yakınlaşmanın ve kemale ermenin en önemli adımı ruhsal alanda bir inkılâp gerçekleştirmek ve nefsi ter­biye etmektir. Zira Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmakta-dır:"İyi bilin ki, vücut içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozuk olursa bütün vü­cut bozulur. İşte o et parçası kalbdir."[2] Onun içindir ki, Ha­san Basri, İmam Gazali, Abdulkadir-i Geylani gibi büyük âlimlerimiz, vaizlerimiz, mürşidlerimiz kalbi ve nefsi hasta­lıkları ıslah etmek amacıyla güzel ahlakı, nefis terbiyesini, ihlası, takvayı içeren ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. Asırlar boyunca vaizler ve mürşidler bu eserlerin irfan ok­yanusundan yararlanarak müslümanlara dersler vermişler; müslümanların kemale erebilmeleri ve ruhsal dünyalarında inkılaplar gerçekleştirebilmeleri için çaba sarfetmişlerdir.

Bir müslümanın nebevi yolda yürüyebilmesi, sabrı kuşa-nabilmesi ve dilini kontrol edebilmesi için nefis terbiyesi ile ilgili bu tür kitaplardan faydalanması gerekir. Bugün müs­lümanların bu tür eserlere büyük bir ihtiyacı vardır. Söz ve davranışlarımızla örnek olabilmemiz için ruhi arınmaya önem vermemiz gerekir. Ancak okuma kültürü gelişmemiş bir toplum olarak İhyau Ulumiddin gibi ^binlerce sayfalık eserleri okumaktan aciz olduğumuzdan nefsimizi terbiye edememekte ve bir müslümana yakışmayan gıybet, dediko­du, koğuculuk gibi tehlikeli hastalıklardan kurtulamamak-tayız. Toplumun her tabakasının sıkılmadan ve anlayarak okuması için gıybet, bühtan ve koğuculuk konuları gereksiz cümlelerden arındırılarak, akıcı ve sade bir dille yazılmış olup küçük bir kitapçık haline getirilmiştir.

Bu kitapçıkta neyin gıybet, bühtan ve nemime olduğu, bu kebair günahların dünya ve ahiretteki fesadı, toplumsal za­rarları, bu günahlara bulaşmamamız için neler yapmamız gerektiği veya eğer bulaşmışsak nasıl te*be edip geri dönebi­leceğimiz ve bunların sonuçları anlatılmaktadır.

Ruhi arınma ile ilgili bu konuları kaleme almamın sebe­bi iman ve ahlâkı fesada uğratan, müslümam dünya ve ahi-rette rezil rüsva eden, Müslümanlar arasında kin, öfke ve düşmanlığa yol. açan, sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarını ko­pararak Müslümanları güçsüz duruma düşüren ve dinin te-r ellerini sarsan bu amansız hastalıkların tedavilerine yar­dımcı olmak, Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve daya­nışmanın güçlenmesine katkıda bulunmaktır.

İrşad okyanusundan bir damla alıp kardeşlerimin içme­si ve hayırlara vesile olması dileğiyle...       

Batman/2004 Mehmet ENSARİ

 

Giriş

 

Dilin Afetleri

 

Dil, insana verilmiş büyük ilahi nimetlerden biridir. Çünkü insan, Allah'a yakınlaşmak için yaptığı zikrin bü­yük bir kısmını dil ile gerçekleştirmekte ve iletişimini dil vasıtasıyla sağlamaktadır. Allah u Teala her türlü ihtiyacı­nı gidermesi için insana konuşma gücü vermiştir. İnsan gereği kadar konuştuğu yani ya Allah'ı zikretmek, ya emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anü münker yapmak, ya da za­ruri olan meramını anlatmak için konuştuğu takdirde bu büyük ilahi nimetten doğru bir şekilde faydalanmış olur. Ancak faydasız ve gereksiz şeyler konuşursa bu büyük ilahi nimete karşılık küfran-ı nimet etmiş olur. Çokça şa­kalaşmak, boş şeyler konuşmak ve beyhude sözlere kulak asmak kalbi öldürür.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ın zikri dışında aşırı derecede fazla konuşmaktan sakını­nız. Zira çok konuşmak Allah'ın zikri dışında kalbin katılaş­masına sebep olur ve Allah'tan en uzak olan kimse ise kalbi katılaşmış olandır.”[3]

Sahabeden bazısı şöyle dedi:" Kalbinde kasvet, bedenin­de bir zayıflık, rızkında bir darlık görürsen, bil ki, üstüne düşmeyen, dünya ve ahiretine yaramayan şeylerden söz etmişsindir."

İnsan, gereğinden fazla konuşmamalı, faydasız ve lüzum­suz sözlerden, hatta çirkin ve Allah'ın zikri dışındaki sözler­den kaçınmalıdır. Zira Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmakta­dır:" Kişinin İslami güzelliklerinden biri de (manasız, faydasız) ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesidir.”[4]

Bir rivayete göre şöyle anlatıldı:

Lokman Hekim, Habeşli bir köle idi. Bir gün efendisi ona şöyle dedi:

"Evlat, bize şu koyunu kes, en güzel yerinden iki parça et getir.

Lokman Hekim, koyunun dilini ve kalbini getirdi. Bir başka sefer, yine efendisi ona şöyle dedi: " Bize şu koyunu kes, en kötü yerinden iki parça et getir." Lokman Hekim, yine koyunun dilini ve kalbini getirdi. Efendisi, bunun manasını sordu, o da şöyle açıkladı: "Bu cesette, o iki parça etten daha güzeli yoktur, eğer iyi­lik yolunda olursa. Yine bu cesette, o iki parça etten daha kötüsü yoktur, eğer kötülük yolunda olursa."

Nasıl ki deprem gibi doğal afetler, binalan yerle bir edip büyük felaketlere yol açıyorsa, dil nimeti de şer yolunda kullanıldığı zaman ümmetin birliğini bozacak kadar büyük bir afete dönüşür. Eğer onu terbiye ederek ehilleştirir ve dizginlerini ele alırsak ondan hayır yolunda faydalanabili­riz. Eğer ehilleştiremez de onu kendi haline bırakırsak, kısa bir süre zarfında öyle bir hal alır ki, kiminle konuşursa gıy­bet konuşur, karıştığı her topluluğa fitne ve fesat tohumlan eker, iman ve kardeşlik bağlarını koparır. Hem sahibinin hem de toplumun kalbinde telafisi mümkün olmayan derin yaralar açar. Dilin şerrinden ancak hayır konuşan veya sü­kût edenler kurtulur.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Susan kurtulmuştur."[5]

Hz. İsa (a.s)'a dediler ki: "Bize öyle bir ameli tavsiye et ki, onunla cennete girelim!

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu:

* Hiç konuşmayınız." Dediler ki:

" Buna gücümüz yetmez!" Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu:

* O halde sadece hayırlı söz konuşunuz!"

İnsanın dilini koruyabilmesi için çok konuşmaktan ka­çınması, ölçülü konuşması, Allah'ın rızasını kazandıran ve ahiret gününde kendisine fayda veren şeyleri konuşması gerekir. Eğer bunu yapamıyorsa sükût etmelidir ki selamet bulsun. Çünkü selamet sükûttadır. Şeytan, ancak sükûtla mağlup edilir.

Nitekim biri Resulullah (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi:

" Ya Resulullah, bana bir tavsiyede bulun."

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

* Hayır söz hariç; dilini koru. Eğer böyle yaparsan, şeyta­nı mağlup edersin."[6]

Onun için bir müslüman dilini korumalıdır. Çünkü dili korumak, şeytana karşı korunmaktır. Ayrıca Allah u Teala, dilini koruyan kimsenin ayıplarını kapatır. Yine Resul-i Ek-rem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:" Dilini koruyan bir kimsenin avretini Alİah u Teala örter."[7]

Amr b. Dinar anlatıyor: Bir kişi, Resulullah'ın yanında fazla konuştu. Resulullah(s.a.v) kendisine:

" Senin dilinin önünde kaç perde vardır?" diye sordu. O kişi cevaben şöyle dedi:

*   Dişlerim  ve   dudaklarım   vardır."   Bunun   üzerine Resulullah(s.a.v) şöyle buyurdu:

* Acaba senin için bu perdelerde konuşmanı engelleye­cek bir kuvvet yok mudur?"[8]

Allah, ahiret gününde her insanı konuşmalarından dola­yı hesaba çekecek, zamanını ve enerjisini nerede tükettiğini bir bir soracaktır.

Nitekim bir rivayete göre:

Muaz b:Cebel (r.a) Yemen'e gönderildiği zaman, Resulullah'tan nasihat istedi.

Resulullah (s.a.v) dilini işaret etti ve şöyle buyurdu:

* Sana şu dile sahip olmanı tavsiye ederim." Muaz b. Cebel (r.a) dedi ki:

"Ya Resulullah! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?"

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

" Ey Cebel'in oğlu! İnsanları ateşe yüz üstü sürükleyen, dillerinin kazancından başka ne olabilir?"[9]

Kur'an'a göre şekillenmeyen toplumlarda tevhid yerine şirk, iman yerine küfür, adalet yerine zulüm hâkim olur. Böyle toplumlarda ins ve cin şeytanlar, iman ehlini fitneye düşürmek için teyakkuz halinde beklemektedirler. Nebevi yolda yürüyen fertlerin şeytandan korunabilmesi için, gıy­bet, dedikodu, nemime gibi büyük günahlardan dilini mu­hafaza etmesi gerekir. Zira iç dünyasında bir inkılâp gerçek­leştiremeyen; dış dünyasında bir inkılâp gerçekleştiremez ve İslami davanın bir neferi olamaz. İç ve dış dünyamızda bir inkılap gerçekleştirebilmemiz için en büyük düşmanı­mız olan nefs-i emmare ile çok yönlü bir savaşa girerek onu yenmemiz gerekir. Nefisle cihad etmek o kadar önemli ve hayati bir savaştır ki Resul-i Ekrem(s.a.v) onu Cihad-ı ekber olarak tarif etmiştir. Çünkü söz ve amellerimizin, ahiretteki akibetimizin nasıl olacağı nefsin durumuna bağlıdır. Eğer nefsin dizginlerini elimize alabilirsek o zaman dilin afetle­rinden korunabilir ve ruhen kemale erebiliriz. Aksi halde çirkin ahlak ve kötü amellere yönelmemiz kaçınılmazdır. Onun içindir ki Resul-i Ekrem(s.a.v) nefis ile cihad etmeyi bize emrederek şöyle buyurmuştur: "Kişinin asıl düşmanı nefsidir." "Gerçek mücahit, nefsiyle cihad edendir."[10] Buna göre bir müslüman her şeyden önce kendisini ıslah etmeli ki, başkasını ıslah edebilsin. Şeytanı ve nefs-i emmare-yi yenebilmenin ilk adımı dili gıybetten korumaktır. Çünkü konuşması düzgün olanın diğer amelleri de düzgün olur.

Resul-i Ekrem(s.a.v), bir rivayette şöyle buyurdu: "Ade­moğlu sabahladığı vakit tüm azalar hep birlikte dil için yal­varırlar. Dile hitaben şöyle derler:

"Bizim hakkımızda Allah'tan kork! Eğer sen, doğru olur­san biz de doğru oluruz. Eğer sen, bozulur eğri yola sapar­san, haktan ayrılırız."[11]

Diğer bir rivayette Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuş-tur:"Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olamaz. Dili doğru olmadıkça kalbi de doğru olamaz."[12]

İnsan, ilahi nimeti zayi etmemek için dünyevi meseleler hakkında gereğinden fazla konuşmayıp onun yerine dilini Allah'ı zikirle, duayla, istiğfarla, ilmi ve faydalı sosyal ve kültürel meselelerle meşgul etmelidir.

Nitekim Resul-İ Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: " Allah u Teala her konuşanın dilinin yanındadır. Bina­enaleyh ne söylediğini bilen kişi Allah'tan korksun."

 

A- GIYBET

 

1. BÖLÜM

 

Gıybetin Tanimi

 

Resulullah(s.a.v), ashabına sordu:

" Gıybet nedir bitir misiniz?" Ashab:

" Allah ve Resulü daha iyi bilir," dediler.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anarsan, gıybetini etmiş olursun."

Sahabeden biri:

" Ya Resulullah! Şayet dediğim şey kardeşimde varsa ne olur?" diye sorunca.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Eğer dediğin şey kardeşinde varsa, onun gıybetini etmiş olursun; söylediğin şey onda yoksa ona iftira etmiş olursun."[13]

Rivayetlere ve imamların tanımına göre; gıybet, kişinin yüzüne karşı söylenmesinden hoşlanmayacağı bir ayıbını, kusurunu veya eksikliğini gıyabında veya huzurunda söyle­mektir. Müslümanm hoşlanmadığı bu kusuru, ister bedenin­de, ister ahlakında, ister asaletinde, ister dünya işlerinde, ister dini işlerinde, ister elbisesinde olsun... hiçbir fark yoktur. Bü­tün bu hususlarla ilgili kişinin duyduğu vakit hoşlanmayaca­ğı sözleri arkasından veya yüzüne karşı söylemek gıybettir.

 

Gıybet Çeşitleri

 

Gıybet değişik şekillerde gerçekleşebilir:

a- İnsanın Bedeni İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkında kördür, topaldır, keldir, şaşıdır, kısa boyludur, uzun boyludur ve çirkindir gibi kişinin duyduğunda hoş­lanmayacağı kusurlannı söylemek gıybettir. Mesela, iki kişi evlendiklerinde damat tarafı; damat güzeldir, gelin çok çir­kindir veya gelin tarafı; damat kısa boyludur veya geline la­yık değildir gibi sözler sarf etmektedirler. Bu tür sözler gıy­bettir.

Bir rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanma kısa boy­lu bir kadın geldi. Kadın çıkıp gittikten sonra, Hz. Aişe(r.a) şöyle dedi:

"Boyu da ne kadar kısa!

Bunu işiten Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Kadının gıybetini ettin, ya Aişe!"

Hz. Aişe(r.a) dedi ki:

"Onda olan hali anlattım. Başka bir şey demedim ki."

Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Ama, onun bahsedilmesinden hiç hoşlanmayacağı bir yanını anlattın."[14]

Diğer bir rivayete göre, Hz. Aişe (r.a) diyor ki: Ben Re­sul-i Ekrem'e:

"Size Safiyye'nin boyunun kısalığı gibi kusurları yetmiyor mu?" dedim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle bu­yurdu:

"Öyle bir söz söyledin ki, denize karışsa onu kirletir, rengini bozar ve onu kokuturdu."[15]

Ashab, Resul-i Ekrem'in yanındat bir kimseden söz ettiler: "Filan kişi çok zayıf kimsedir, yardımcısı olmadan kendi

başına ne yiyebilir ne de misafirliğe gidebilir." dediler.

Resul-i Ekrem(s.a.v): "Onu gıybet ettiniz" buyurdu. Onlar: "Biz onda olanı söyledik" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):

"İşte gıybet de odur."[16]   buyurdu.           

b-  İnsanın Elbisesiyle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kim­se hakkında pantolonu kısadır, eteği uzundur, elbisesi eski­dir veya ceketi kirlidir gibi kişinin duyduğunda hoşlanma­yacağı ayıplarını söylemek gıybettir.

Nitekim Hz. Aişe (r.a) diyor ki: Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanında bulunduğum bir sırada bir kadın geldi ve gitti. Ben:

" Bu kadın ne uzun etekli! "dedim.

Resul-i Ekrem(s.a.v):

" Ağzındakini tükür![17] "buyurdu, ben de bir et parçası tü-kürdüm, dedi.

c- Dünya İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında terbiyesizdir, çok yer, çok uyur, ailesi çok gezer, evi temiz değildir gibi kişinin duyduğunda rahatsız olacağı sözleri söylemek gıybettir.

Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzurunda iki kişiden biri arka­daşına dedi ki:

" Muhakkak filan adam çok uyuyor."

Bu sözden sonra bu iki kişi Resul-i Ekrem(s.a.v)'den bir yiyecek istediler ki, onunla ekmeklerini yesinler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Siz yemek yediniz!" Onlar:

*   Biz yemedik."  dediler.   Bunun  üzerine  Resul-î  Ek-rem(s.a.v) şöyle buyurdu:

*  Evet, siz kardeşinizin gıybetini ederek etinden yediniz."[18]

Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) bir sefere çıktığın­da iki zengin kişiye dünyalığı olmayan birini arkadaş edi­yordu. Böylece, onların yediklerinden yesin, konağa varma­dan önce gidip yerlerini hazırlasın ve sofralarını kursun.

Böyle bir seferde Resul-i Ekrem(s.a.v), Selman-ı Farisi'yi iki kişiye vermişti. Bir gün, bir yere gittiler. Selman onlara iyi bir şey hazırlamamıştı. Ona şöyle dediler:

" Resul-i Ekrem(s.a.v)'e git; fazla katık varsa, bizim için is­te." Selman gidince arkasından şöyle dediler:

" Selman su kuyusuna gitse, suyu kurutur."

Selman Resul-i Ekrem(s.a.v)'e gitti. Onların dediğini anla­tınca, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Git onlara söyle: katığı yediniz."

Selman gelip durumu onlara bildirdi.

Bunun üzerine ikisi de, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanına git­tiler; dediler ki:

"Biz daha bir şey yemedik ki," Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle

buyurdu:

"Ama ben ağzınızda et kızıllığı görüyorum." Onlar şöyle dediler:

"Bizde bir şey yok ki; biz bugün hiç et yemedik ki."

Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Siz, kardeşinizin gıybetini ettiniz."

Sonra onlara sordu:

" Ölü eti yemeği sever misiniz?"

" Hayır, sevmeyiz." dediler.

Resul-i Ekrem(s.a.v); şöyle buyurdu:

" Ölü etiniç'yemeği nasıl kötü görüyorsanız, kardeşinizin gıybetini de etmeyiniz. Kardeşinin gıybetini eden kimse, kar­deşinin etini yemiş olur."

İşte, bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

" ...Biriniz diğerinizin gıybetini etmesin. Hanginiz ölmüş kardeşinin etini yemeği sever? Bundan tiksindiniz değil mi? Öyleyse Allah'tan korkun!..."[19]

d- Ahlakı İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkın­da kötü huyludur, acizdir, zayıftır, korkaktır, cimridir, öfke­lidir gibi kişiyi rencide edici şeyleri söylemek gıybettir.

Ebu Hureyre(r.a), diyor ki: Resul-i Ekrem(s.a.v)'in yanın­da oturuyorduk, bir adam kalktı gitti. Orada bulunanlar:

"Ya ResuluMah, filan adam çok zayıf ve çok aciz bir kim­sedir/' dediler.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Arkadaşınızı gıybet ettiniz ve etini yediniz."[20]

İbrahim b.Edhem'i şöyle anlattılar:

Bir yemeğe davet edilmişti. Sıradan biri dedi ki:

"Hani filan kişi gelmemiş/'

Bir başkası da, o gelmeyen için şöyle dedi:

" O, ağır hareket eden bir insandır."

Bunu duyan İbrahim b. Edhem şöyle dedi:

" Olan iş, benim mideme oldu. Yemeğe gittim, gıybetle karşılaştım. "

Çıkıp gitti. Üç gün müddetle hiçbir şey yemedi.

e- Asaleti İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Annesi hizmet­çidir, babası çöpçüdür, kapıcıdır, çiftçidir veya ayakkabı boyacısıdir gibi kişiyi küçük düşürücü sözleri söylemek gıy­bettir.

Hz.Aişe(r.a) diyor ki: Safiyye'nin devesi hastalanmıştı. Zeyneb'de yedek bir deve bulunuyordu. Resul-i Ekrem(s.a.v) Zeyneb'e: " Yanındaki yedek deveyi ona ver." buyurdu.Zeyneb:

" O yahudiye deveyi vereyim mi?"[21] dedi. (Zeyneb, bu sö­zü ile daha önce Yahudi olan ve hicretin yedinci yılında müslüman olup Peygamberimiz (s.a.v) ile evlenen Safiy-ye'yi geçmişteki asaletinden dolayı küçük düşürmek iste­mişti.) Buna son derece üzülen Resul-i Ekrem(s.a.v), uzun bir süre Zeyneb'in yanma uğramadı.

f- Dini İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında fasıktır, yalancıdır, anne ve babasına itaat etmez, zalimdir, namaza tembeldir, daha Fatiha'yı bile düzgün okuyamıyor, üçkâğıtçıdır, helal ve harama aldırmaz gibi duyduğunda kişiyi rahatsız edici kusurlarını söylemek gıy­bettir.

Geriye başka bir husus kaldı. Rivayetlerden anlaşıldığı gibi müslümanlann sırlarını ifşa etmek de haramdır. Yani ister ahlaki, ister yaratışsal, isterse ameli olsun müslüman­lann saklı kalmış, açığa çıkmamış kusurlarının açıklanıp if­şa edilmesi haramdır. (Kırk Hadis Şerhi)

 

2- BÖLÜM

 

Gıybetin Haram Oluşu

 

Gıybet, Kur'an, sünnet ve ümmetin icmaı ile haram­dır. Allah u Teala Kur'an-ı Kerim'de gıybeti çirkinlik bakı­mından ölü çti yemeye benzeterek şöyle buyuruyor:

" Hanginiz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever? "Bazı alimler diyorlar ki, bu ayeti kerime duyulunca herkes buna cevap vermeli ve "Hayır, sevmeyiz" demelidir. Bundan sonradır ki Allah u Teala şöyle buyurmuştur:

"Bundan tiksindiniz değil mi?"[22]

Abdullah b. Mesud(r.a) diyor ki:

"Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzurunda bulunuyorduk. Ara­mızdan birisi kalkıp gitti. Oturanlardan birisi de onu gıybet etti ve ayıpladı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v):

"Dişlerini karıştır." buyurdu. Adam:

"Niçin dişlerimi karıştırayım? Et yemedim ki" dedi. Resul-i Ekrem(s.a.v):

"Gıybet ettiğin kardeşinin etini yedin."[23] buyurdu.

Gıybet, doğruyu söylemek olduğuna göre haram olma­sının hikmeti, insanın şerefini ve kişiliğini korumaktır. Al­lah u Teala'nın kişinin eti ile şerefi arasında bir benzerlik kurması, kişinin her ikisinden de üzüntü duymasındandır.

Kişinin eti yendiği vakit canı acıyıp üzüldüğü gibi, şerefi ile oynanıp, kalbinin kırılacağı sözleri duyması da onu üzer. Al­lah u Teala, gıybeti kardeş eti yemek gibi çirkin göstererek müslümanlan gıybetten şiddetli bir şekilde men etmekte ve gıybete hiçbir yol bırakmamaktadır. Çünkü insan başkasına kızarak etini ve ciğerini yiyemiyorsa, kendi kardeşinin etini hiç yiyemez, buna yüreği dayanamaz. O halde nasıl ki, karde­şimizin etini yemeğe tahammül gösteremiyorsak, başkasının gıybetim ederek şerefi ile oynanmasına da tahammül göstermememiz gerekir. Aklı başında olan kimsenin insanların etini yemesi, normal bir davranış olmadığı gibi, ırz ve şerefiyle oy­naması da normal bir davramş değildir. Çünkü insanın şerefi ve haysiyeti etinden çok daha kıymetlidir.

Bir rivayete göre Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Riba (faiz) yetmiş bu kadar kapıdır. Bunların en ehveni, müslüman olarak kişinin annesiyle cinsi münasebette bulun­ması gibidir. Bir dirhem riba, otuz beş zinadan daha şiddetlidir. Ribanin en şiddetlisi ve en kötüsü müslümanın gizli hallerini açıklamaktır."[24]

Resul-i Ekrem (s.a.v), veda hutbesinde şöyle buyurdu: "Bu şehrinizde, bu beldenizde bu gününüzün hürmeti gibi

birbirinize kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız haramdır. Haberiniz olsun, tebliğ ettim mi?"[25]

Resul-i Ekrem (s.a.v), gıybeti ümmetine haram kıldı ve onu can ve malın haramlığı ile birlikte anlattı ve bunu tekid ederek beldenin ve şehrin haramlığı gibi haram kabul etti.

Gıybetin deniz suyuna karıştığında suyu bozup rengini ve kokusunu değiştireceği, gıybet edenlerin cehennemde hem kendi etlerini hem de başkalarının etlerini yiyerek, hatta cife ve leş yiyerek azab olunacakları rivayetlerden anlaşılmaktadır. Nasıl ki ölü eti yemek tiksindiricidir, ona benzeyen ve fe­sadı ondan da büyük olan gıybet de öyledir. Kur'an ayetleri ve hadisler, gıybetin kebairden olduğunu ifade etmektedirler.

Gücü yettiği halde gıybete susup onu yasaklamamak da kebairdendir. Çünkü gücü yeten kimsenin münker olan şeyi önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise münker fiille­rin en çjrkinlerindendir. Rivayetlerde gıybet hakkında şiddet­li men ve çok büyük bir korkutma vardır.

Masiyet olan gıybet kullanılış şekline ve amacına göre ba­zen küfür, nifak veya mubah olabilir:

 

1- Küfür Olan Gıybet

 

Bir müslümanın gıybeti edildiğinde orada bulunanlardan biri gıybet edene dese ki:

" Allah'tan kork, gıybet etme! "

O da buna karşılık:

" Bu, gıybet değil; ben doğruyu söylüyorum" derse, Al­lah'ın haram kıldığı gıybeti helal saymış olur.

Bir kimse, Allah'ın haram ettiğini helal sayarsa, kafir olur.

Bazen kişinin çok basit gördüğü ve hiç önemsemediği ba­zı söz ve ameller vardır ki, yapıldıklarında çok kötü sonuçlar doğurmakta ve kişinin ebedi olarak cehenneme girmesine se­bep olabilmektedir.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:   -

" Bir ku! Allah'ın gazabını gerektiren bir kelimeyi ona önem vermeyerek söyleyiverir. Hâlbuki Allahu Teala o kötü söz sebe­biyle o kimseyi cehennemin dibine indirir."[26]

 

2- Nifak Olan Gıybet

 

İlim ve takva ehlinin tabirleriyle yapılan gıybettir. Böyle kişiler hem gıybet etmekte, hem de gıybetten kaçındıklarını gösterir bir tutum sergilemektedirler. Fakat bilmezler ki, bu tutumlarıyla iki kötülüğü, hem gıybet hem de ikiyüzlülüğü bir arada yapmış olurlar. Bu kişilerin yanında birinden söz edilince söze şöyle başlarlar:" Allah bizi filan amelden koru­sun" veya "Haya eksikliğinden Allah'a sığınırız."

Bu sözlerden maksatları o kişinin ayıbını isim vermeden ima yoluyla kınamak ve gıybetlerini takva ehlinin tabirleriyle kamufle etmektir. Böyle yaparlarken vera sahibi salih bir kim­se gibi görünmek isterler. Böylesine bir hareket münafıklıktır.

 

3- Masiyet Olan Gıybet

 

Bir insanın ismini vererek gıybetini yapmaktır. Fakat gıybetin haram olduğu kabul edilerek yapılan gıybettir. Bu tür gıybet edenler kebair bir günah işlediklerinden günah­kârdırlar. Tevbe etmeleri gerekir. Ancak tevbe etmek için gıybet edilen kimseye gidip, "Seni çekiştirdim, hakkını he­lal et."diyerek helalleşmek ve sonra da Allah'tan bağış tale­binde bulunmak zorundadır.(Bazı alimler de "Eğer söz ona ulaşmamışsa tevbe ve istiğfar yeterlidir" demişlerdir.)

 

4- Mubah Olan Gıybet

 

Açıktan günah işleyenlerin gıybetidir. Fasıkların ve bid'at ehlinin gıybetidir. Bunu anlatanın amacı, halkı onla­rın şerrinden korumak olmalıdır. Fakat caiz olan durumlar­da bile gıybetten kaçınmak gerekir. Çünkü helâl olan bir ameli harama girmek korkusuyla terk etmek takvanın gere­ği olup takva ehline yakışan da budur.

Gıybetin müslümar. hakkında sakıncalı olması üç sebep­tendir. Bunlar; eziyet, Allah'ın yarattığım ayıplamak ve vak­ti boş yere geçirmektir.

 

3- BÖLÜM

 

Gıybet Sadece Dil İle Yapılmaz

 

Hne kadar gıybet genellikle sözlerle yapılıyorsa da aynı maksadı ima, işaret, hareket, yazı ve benzeri şeylerle de gerçekleştirmek mümkündür. Nevevi diyor ki: " Hatta bir kimsenin yürüyüşünü taklid etmek de gıybettir."

Resul-i Ekrem (s.a.v), Hz. Aişe'nin bir kadının taklidini yaptığını görünce şöyle buyurdu:

“Ben bir başkasını taklit etmem. Hatta bana şu kadar şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!"[27]

Hz. Aişe(r.a) diyor ki:

''Evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra:

"Ne kısa boyludur" diye elimle işaret ettiğim vakit Resul-i Ekrem(s.a.v):

"Sen onu gıybet ettin, kalk da onunla helalleş."[28]   buyurdu.

Gıybet çeşitlerinin en çirkini, kendisine salih insan süsü vererek yapılan gıybettir. Çünkü bu kişiler maksatlarını ilim ve takva ehlinin tabirleriyle anlatırlar. Bunlar gıybet etmekte, ama sanki gıybetten kaçındıklarını gösterir bir tutum sergile­mektedirler. Fakat bilmezler ki, böyle yapmakla iki kötülüğü; hem gıybet hem de riyakârlığı bir arada yapmış olurlar.

Böyle kişilerin yanında birinden söz edilince: "Elhamdulillah bir makam peşinde değiliz" veya "Allah u Teala bizi filan amelden korusun" diyerek o kişinin böyle olduğunu ima yo­luyla anlatarak gıybet etmiş olurlar. Böyle bir gıybet salih amel örtüsüyle örtülmüş bir gıybettir.

Kimi zaman da kişi hıyanetini daha da ileri götürerek ve­balini daha da ağırlaştırır. Mesela "Gerçekten filan kişi çok iyi biridir. Kendini ilme ve ibadete vermiştir. Fakat ne yazık ki o da bizim gibi haramlara bulaşmıştır." der. Buradaki maksadı, o kişiyi yererken diğer taraftan kendini övmektedir. Böyle yapmakla gıybet, riya ve kendini tezkiye etme gibi üç büyük günahı bir arada işlemiş olur.

Gıybetin çeşitlerinden biri de " Arkadaşımızın başına ge­lenlere çok üzüldüm. Allah onu hidayet etsin."diyerek çekiş­tirdiği kişiye üzüldüğünü belirtmek ve dostluk gösterisinde bulunmakla bir nifak, ikiyüzlülük örneği göstermektir. Çün­kü kişi bu ifadesinde samimi değildir. Eğer gerçekten onun durumuna üzülmüş olsaydı, onun meselesinden söz ederek onu teşhir etmez ve gıybetini etmezdi. Onun için gizlice dua ederdi.

Bir kişinin kötü fiilini, isim vermeden başkasına tariz yo­luyla anlatmak için " Bugün birisi bize uğradı da şöyle böyle yaptı." dediğimizde, dinleyenlerden biri o gün bize gelenin kim olduğunu bilmezse veya o konuşmamızdan belirli bir ki­şiyi arılamazsa gıybet etmiş olmayız. Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v) bir kimsenin herhangi bir hareketinden hoşlanma­dığı zaman şöyle buyururdu:"Bazı kimselere ne olur ki şöyle şöyle yaparlar."[29]

Böylece Resul-i Ekrem(s.a.v), belirli bir kimseden bah­setmezdi.

 

Gıybete Karşı Ne Yapmalı ?

 

Nasıl ki haram olan gıybet, kebiredendir Aynı şekilde gıybete kulak verip onu dinlemek de haramdır. Nitekim Re­sul-i Ekrem(s.a.v), şöyle buyurmuştur:

"(Gıybeti) dinleyen de gıybet edenlerden birisidir."[30]

Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v), bir adamı zina etti­ğinden ötürü recmetti. Bu sırada Ensar'dan iki kişi konuşur­ken, birinin diğerine:

" Bu adam köpek gibi öldürüldü.." dediğini duydu. Bir sü­re sustuktan sonra Resul-i Ekrem(s.a.v) kalktı, yürüdü ve ayak­larını dikmiş bir eşek ölüsüne rast geldi, Resul-i Ekrem(s.a.v) ya­nındakilere dönerek o iki adama şöyle buyurdu:

"Şu eşek ölüsünden yer misiniz?" Onlar:

"Ya Resulullah! Bunu kim yer?" dediler.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Az önce kardeşiniz hakkında söylediğiniz sözle bundan daha fenasını yemiş oldunuz. Nefsimi kudret elinde bulundu­ran Allah'a yemin ederim ki, o adam şimdi cennetteki ırmaklarda yüzüyor."[31]

Burada Resul-i Ekrem(s.a.v), ikisini birden leş yemeğe da­vet ederek her ikisini de suçluyor ve gıybet ettiklerini söylüyor. Hâlbuki o sözü söyleyen birisiydi, diğeri de onu dinliyor­du. Fakat gıybeti dinleyen de günahta ona ortak olmuştu.

Yapılan gıybete susup onu önlememek de kebairdendir. Çünkü gıybet, kötülüklerin en çirkinlerindendir. Yanımızda gıybet edeni dil ile reddetmeliyiz. Eğer o kişi gıybete devam ederse başka bir sözle konuyu dağıtarak konuşmasını kesme-liyiz. Eğer bu da fayda sağlamazsa gıybeti kalp ile inkâr edip, gıybet meclisini bir bahane ile terk etmeliyiz. Eğer gıybeti en­gellemeye gücümüz yetmiyorsa, o meclisi terk ermeye gücü­müz yeter. Aksi halde sükût edip gıybeti engellemezsek biz de gıybet etmiş oluruz.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

* Yanında bir din kardeşi gıybet edilir de onu önlemeye gü­cü yettiği halde ona yardım ederse (gıybeti önlerse), kıyamet günü Allah u Teala da ona yardım eder. Şayet gücü yettiği hal­de onu korumaz ve yardım etmezse, Allah u Teala da onu dün-ya ve ahirette zelil kılar."[32]

Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Kim kardeşinin gıybet edilmesine engel olursa Alİah onun için bin şer kapısını kapatır. Ama engel olmazsa o da gıybet et­miş gibi sayılır."[33]

Resul-i Ekrem(s.a.v) gıybeti ve gıybete kulak vermeyi nehy ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Kim bir mecliste bir kardeşinin gıybetinin edildiğini duyar da o gıybeti reddederse Alİah u Teala ondan dünya ve ahirette bin şerrin kapısını reddeder, kapatır. Ve eğer gücü yetmesine rağmen onu reddetmezse, kendisine gıybetçinin günahının yet-msş katı yazılır."[34]

Büyük alimlerden Şeyh Ensari (rıdvanullahî teala aleyh) buyuruyor ki:

" Anlaşıldığı kadarıyla burada söz konusu olan red biçimi, gıybetten nehy etmekten başka bir şeydir ve redden maksat, gıybeti edilen kişiyi yokluğunda destekleyip korumaktır. Şu hal­de eğer söz konusu olan ayıp dünyevi bir ayıp ve kusur asıl ayıp kusurun Allah u Teala'nın ayıp olarak tanıttığı masiyetler olduğu ve Allah u Teala'nın ayıp saymadığı şeylerle kardeşinin ayıplanmaması gerektiğini göstermen gerekir. Eğer ayıp dini ise kardeşini bundan koruman ve kurtarman lazım. Müminler de kimi zaman masiyetle müptela olabilirler. Eğer bu durumdaki kişi halinden haberdar değil ise ona durumunu hatırlatmak ge­rekecektir. Bunun yolu da onu ayıplayıp kınamak değil, ona na­sihat etmektir. Çünkü senin o ayıplaman ve kınamanın Allah'ın katında onun masiyetinden büyük olması da mümkündür,"

"Eğer gıybetçiye dilimizle sus deyip kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsak, bu münafıklık olur. Kimi zaman da dinle­yici gıybeti engelleyeceğine onu gıybete teşvik eder. Belki de hadis-i şerifte sözü geçen " Gıybetçinin günahından yetmiş kat daha fazla günahkar olanlar" bu tür kişilerdir." (Kırk Hadis Şerhi)

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Din kardeşinin şerefini, gıybet edene karşı savunan kimse­yi Allah u Teala kıyamet günü cehennemden uzaklaştırır."[35]

Bir hikâyeye göre, peygamberlerden biri bir rüya gördü; kendisine şöyle dendi:

"Sabah olunca karşına çıkandan kaç."

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına kok­muş bir eşek leşi çıktı. Onu bırakıp kaçtı.

Akşam olunca, şu duayı yaptı:

"Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işin manasını bana bildir."

Rüya gördü, rüyasında şöyle anlatıldı: "O gördüğün gıy­bettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç."

Gücü yettiği halde gıybete susup onu engellememek bü­yük bir günahtır. Çünkü gücü yeten kimsenin münker olan şeyi önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise kötülükle­rin en çirkinlerinden olup büyük bir münkerdir. Her insanın gıybeti engellemeye gücü yeter. Gıybeti engellemeye gücü­müzün yetmediği yerde, en azından o meclisi terk ederek gıy­bete karşı tavır takınmamız gerekir ki, vebalden kurtulalım. Çünkü gıybeti dinleyen olmazsa veya gıybet önlenirse, gıybet eden de bir daha gıybet etmeye cesaret edemez. Fakat gıybe­ti dinlemek, ona itirazda bulunmamak ve gıybet meclisinde oturmak insanları bu günaha daha fazla teşvik eder.

Bir kişi, kendisinin gıybet edildiğini işittiği zaman gıybet edene karşı nasıl bir tavır takınmalıdır? O da onun gıybetini yapmalı mı? Gıybete gıybetle karşılık vermek çok tehlikeli bir davranıştır. Çünkü haddi aşarak zarara düşme ihtimali çok fazladır. En güzel tavır sükût edip sabır göstermek ve Allah'a havale etmektir. Çünkü Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmak­tadır:

"Fakirlik günün için ırzından karzda bulun (yani ödünç ver)."

Bunun manası: "Seni ayıplamak, zemmetmek suretiyle gıybet eden kimseye hemen mukabele etmeye, hakkını dün­yada almaya kalkma. Karzda bulun (yani ödünç ver), onu fa­kir olacağın kıyamet gününde alırsın demektir. (Kutub-i Site, Hadis Ansiklopedisi)

O halde gıybetimizi edene karşı takınacağımız en gü­zel tavır gıybet ateşini sabır ve sükût ile söndürmektir. Gıybete gıybetle karşılık, hayırları yiyip tüketen yangına körükle gitmektir.

 

Kalp İle Yapılan Gıybet

 

Zan, keşin bir delil olmaksızın, başkasının kötü bir iş yaptığını hayâlinden geçirmektir. Zan iki türlüdür.

1- Günah olan zan, yani su-i zan

2- Günah olmayan zan ( Bir müslüman hakkında hüsn-ü zanda bulunfrıak esas olduğundan üçüncü olarak da Hüsn-ü zandan söz edilebilir.)

Günah olan zan yani su-i zan, gözün görmediği, kulağın işitmediği bir hususta kalbin kötülükle hükmetmesi ve di­lin onu söylemesidir.

Günah olmayan zan, konuşulmayan, içte kalan zandır. Belki kalbe gelen şek ve şüphe etmekte affedilmiştir. Kötü söz gibi su-i zan da haramdır. Mesela " Bir erkekle bir kadı­nı baş başa konuşurlarken gördüğümüzde, kalbimizde kö­tü bir düşünce oluşabilir; fakat bu kötü düşüncemizi başka­sına söylediğimizde günah işlemiz oluruz. Çünkü onların başka bir sebepten dolayı bir araya gelmiş olma ihtimali vardır.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Aman aman zandan sakının, zira zan, sözlerin en çok yalan olanıdır."[36]

Bir adamın ağzı içki kokuyor diye ona ceza uygulana­maz. Çünkü bu kokunun başka şeyden olma ihtimali vardır. Adamın ağzı kokuyor diye içki içtiğine dair kötü zanda bulunmak haramdır. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle bu­yurmuştur:

"Muhakkak ki Allahu Teala müslümanın canını, malını ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır.[37]

Ayrıca anlatılan bir rivayete göre: Selman-ı Farisi bir top­lulukla sefere çıkmıştı. Aralarında Hz. Ömer de vardı. Pir ye­re indiler. Çardaklarını kurdular. Sofralarını hazırladılar. Ama Selman onlara yardım edemeden uyudu. Oradakilerden bazıları şöyle dediler:

"Bu adamın kastı ne? Hazıra konmak istiyor. Kurulmuş çardak, yapılmış yemek bekliyor." Selman uyanınca ona de­diler ki:

"Resulullah'a git. Bize katık iste. Yemeğimize katık yapa­lım." Selman, Resulullah'a gitti. Onların dediğini anlattı. Re­sul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Onlara git söyle; katık bulup yediler."

Selman gelip onlara söyleyince şöyle dediler:

"Biz daha bir şey yemedik ki."

Selman dedi ki:

"Resulullah size yalan söylemez. Gidin, durumu kendiniz bildirin."

Resulullah'a gittiler. Resul-i Ekrem(s.a.v) onlara şöyle bu­yurdu:

"Arkadaşınız uyurken, diyeceğinizi dediniz, katığınızı al­dınız."

Bundan sonra, onlara şu ayeti kerime'yi okudu-

"Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının, zira zan­nın bir kısmı günahtır..."[38]

Her zaman İslam düşmanlarının saldırılarına maruz kalan müslümanlarm kardeşlik ve dayanışma bağlarını güçlü tutmaları ve ihtilafa düşmemeleri gerekir. Çünkü fertler arasındaki bir kırgınlık mücadeleyi olumsuz yönde etkile­yecektir. Onun için İslam dini, kardeşlik bağlarını zayıflatan her şeyi yasaklayıp, müslümanlarm birbirleri hakkında dai­ma hayır ve iyilik düşünmesini tavsiye etmiştir. Oysa zan, kesin bir delile dayanmadığından, hissedilen duygular ve akla gelen düşünceler olduğundan kardeşlik müessesesini temelden sarsmaktadır.        .

Bazen şeytan, insana vesvese vererek kalpte kötü zan oluşturur ve-insana: "Senin bu zannın müminin ferasetin-dendir, zira .mümin Allah'ın nuruyla bakar." dedirtir. Hâl­buki kalpte oluşan bu düşünceler şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. Bu vesveselerden kurtulmak için kalpte oluşan zan hakkında düşünmemek ve araştırma yapmamak gerekir.                                 

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Üç şey müminde bulunur. Fakat bunlardan kurtuluş ça­resi vardır. Bunlardan biri su-i zandır. Su-i zandan kurtulma­nın yolu, üzerine düşmemek ve araştırma yapmamaktır."[39]

Ne zaman, bir müslüman hakkında kalbinde bir zan olu­şursa, hemen onun hakkında hüsn ü zan besle ve onun için hayır duası et. Böylece şeytanı kızdırmış ve kendinden uzaklaştırmış olursun.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Mü'mine hayır zanda bulunun."

Su-i zannın kötü meyvelerinden birisi de tecessüs et­mektir. Gıybet, su-i zan ve tecessüs aynı ayette yasaklan­mışlardır. Tecessüs, insanların gizli hallerini araştırmak, sır­larını ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir rivayete göre; Ab-durrahman b. Avf (r.a) şöyle buyuruyor:

" Bir gece Hz. Ömer (r.a) ile beraber Medine sokakların­da dolaşırken birden ışığı yanan bir ev gözümüze ilişti. Işığı yanan o eve gittiğimiz zaman, baktık ki, kapısı kilitli olup içeriden bağrışma sesleri gelmektedir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) elimden tutup bana dedi ki:

" Bu evin kime ait olduğunu biliyor musun?" Ben de:

" Hayır bilmiyorum" dedim. Hz. Ömer(r.a):

" Bu ev Rabia b. Ümeyye b. Halefin evidir. Onlar şu an­da içki içiyorlar. İçeri girelim mi ne diyorsun?"

Ben dedim ki:

-Ya Emir el mü'minin! Benim görüşüm şudur: Allah'ın bi­ze yasak ettiği bir fiili şimdi yapmak istiyoruz. Çünkü Allah u Teala, Hucurat suresi 12. ayetinde:" Sakın tecessüs etme­yiniz" buyurmaktadır.

Bunun üzerine Hz.Ömer (r.a), geriye döndü ve onları ol­duğu gibi bırakıp gitti.

Hz. Ömer (r.a)'ın, bu davranışı insanların ayıplarının ör­tülmesinin farz olduğuna ve başkasının gizli taraflarının araştırılmamasına delalet eder.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Ey dilleri ile iman edip, imanı gönüllerine akmayan top­luluk, Müslümanları gıybet etmeyin, onların gizli hallerini araştırmayın. Çünkü müslümanların gizli hallerini araştıran kimsenin kusurlarını da Alİah u Teala araştırır. Allah u Teala kimin kusurlarını araştırırsa- evinin ortasında da olsa- onu açığa çıkarıp rezil eder."[40]

Adamın biri Abdullah b. Mesud(r.a)'e:

" Şu Velid b. Ukbe'ye baksana, sakalından hala şarap damlaları akıyor." dedi. İbn-i Mesud(r.a):

“ Biz araştırmaktan nehyolunduk, görürsek ona göre muamele yaparız." dedi.

Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

" Sakın tecessüs etmeyiniz"[41]

Yani, kardeşinizin gizli yanım araştırmayınız.

 

4- BÖLÜM

 

Gıybet Edenin Dünyadaki Durumu

 

Bir rivayete göre; Asr-ı saadette kötü bir koku duyulu­yordu. O koku çıkınca, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyururdu:

" Bazı münafıklar, bazı müslümanların gıybetini etti; çı-kan bu koku ondandır."[42]

Bazı âlimlere sordular:

" Gıybetin kötü kokusu, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in zamanın­da belli olurdu; şimdi belli olmuyor. Bunun hikmeti nedir?"

Alimlerden şu cevabı aldılar:

"Bu zamanda gıybet çoğaldı. Onunla burunlar doldu. Bu yüzden gıybetin çirkin kokusu artık hissedilmiyor."

Mesela: Bir adam mezbahaya gider; orada kötü kokudan hiç duramaz. Fakat orada çalışanlar yerler, içerler ve orada otururlar. Orada hiç bir koku almazlar. Çünkü burunları o kokuya alışmıştır. Burunlarımız da gıybetin kokusu ile dol­duğundan gıybetin kokusunu hissedemiyoruz.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir müslüman diğer bir müslümanı şerefinin düşeceği ve küçük düşürüleceği yerde rezil etmeye çalışırsa, yükselmek istediği ve yardıma muhtaç olduğu yerde Allah Teala onu rezil ve perişan eder. Herhangi bir müslüman di­ğer müslümanın şerefine eksiklik gelecek ve hürmetsizliğine vesile olacak yerlerde şerefini korur ve ona yardım ederse, kendisinin yardıma muhtaç olduğu yerde Allah u Teala da ona yardım eder."[43]

Bir rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: "Bir müslümanın gıybetini yapan kişinin orucu batıl olur, abdesti bozulur ve kıyamet günü ağzından leş kokusundan daha iğrenç bir koku olduğu halde çıkagelir. Orada bulunan­lar kendisinden eziyet çeker ve eğer bu durumdan tevbe et­meden ölürse, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal saymış olarak ölür."[44]

Öyle söz\ve ameller vardır ki, bunlar sahibinin kalbinde iman olduğunu gösterir. İşte gıybet de bu sözlerden biridir. Allah'ın kendisini her yaptığından hesaba çekeceğine ina­nan kişinin mutlaka yaptıklarına ve söylediklerine dikkat edip, çirkin bir amelden kaçınmaması mümkün müdür? Eğer sonuçlarını ve büyüklüğünü bilerek gıybet etmeye yö-nelmişsek, bilelim ki gerçek anlamda iman henüz kalbimiz­de yer etmiş değildir. Eğer imana sahip olursak mutlaka amellerde kendini gösterir; İnsanların gıybetini etmekten kaçınırız.

Ayrıca hepimizin insanlardan gizli kalan birçok kusuru vardır. Allah'ın gizleyip örttüğü küçük ve büyük hatta ağza alınmayacak kadar iğrenç kusurlarımızın ortaya çıkmasını istemiyorsak, başkasının kusurlarını araştırmayalım ki, Al­lah u Teala örtüsünü üzerimizden kaldırıp bizi rezil rüsva etmesin.

Bir kişiyi işlediği günahından dolayı kınayıp, ayıplayanın o günahı   dünyada   işleyeceğine   dair    ResululIah(s.a.v)'den şu rivayet gelmiştir:

" Bir kimse kardeşini bir kusuru ile ayıplarsa, o kusuru iş-lemeden, o kimse ölmez."[45]

Bu rivayet, insanın tüylerini diken diken etmektedir. Onun için hiçbir zaman kimseyi işlediği bir günahından do­layı sakın ola ki, ayıplayıp kınamayalım. İster küçük ister büyük günah olsun... Çünkü kişi ayıpladığı günahı kesin­likle işler. Fakat kiminin işlediği günah gizli kalır, kiminin de aşikâr olur.

Peygamber (s.a.v), buyuruyor ki:

" Küfrün ilk aşaması kişinin kardeşinden bir şey duyup da o sözü başkalarına söyleyerek kardeşini küçük düşürmeye çalışmasıdır. Böyle kimseler için hiçbir nasip ve hisse yoktur."[46]

Bu rivayetler, gıybetçinin dünyadaki durumunu haber vermektedir. Gıybetçi bu durumuyla rezil rüsva sayılmak­tadır.

 

Gıybet Edenin Kabirdeki Durumu

 

Bir. rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v) bir mezarlığa geldi, iki yeni mezarın başında durdu ve:

"Filan erkekle, filan kadını defnettiniz mi? buyurdu. Ashab:

"Evet, defnettik" deyince Resul-i Ekrem(s.a.v):

"İşte şimdi onlardan birini oturtup dövüyorlar. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, öyle döv­düler ki, parçalanmamış hiçbir organı kalmamıştır. Mezarı ateş alevleri içinde yanmaktadır. Öyle çığlıklar atmaktadır ki, feryadını insanlar ve cinlerden başka her canlı duymakta­dır. Eğer dünyalık kalplerinizi kaplamasaydı, benîm duydu­ğumu siz de duyardınız." buyurdu. Sonra:

"Şimdi de öbürünü dövüyorlar. Nefsimi kudret elinde bu­lunduran Allah'a yemin ederim ki, öyle dövdüler ki, bunun da yediği dayaktan kırılmamış bir parçası kalmamıştır. Meza­rı ateş alevleri içinde kalmış, feryadını insanlarla cinlerden başka her canlı duymaktadır. Eğer dünyalık kalplerinizi kap­lamamış olsaydı, siz de benim duyduğumu duyardınız." bu­yurdu.

Ashab sordu:

"Bunların günahı ne idi, ya Resulullah?

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Biri idrardan sakınmazdı, diğeri de insanları çekiştirir, (gıybet etmek suretiyle) etlerini yerdi."

Ashab, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e sordu:

"Bunlar ne zamana kadar azab görecekler?"

Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:

"Onu Allah'tan başka kimse bilmez/'[47]

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Miraca çıkarıldığımda bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar bakırdan olan tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı."

"Ey Cibril, bunlar kimlerdir? diye sordum. Cebrail:

"Bunlar (gıybet etmek suretiyle ) insanların etini yiyenler, onların şeref ve namuslarına dil uzatanlardır." buyurdu.

Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Miraç gecesi göğüslerinden asılmış bir takım erkekler ve kadınlar gördüm. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam'a sor­dum:

"Bunlar kimlerdir, ey Cibril? Cebrail aleyhisselam:

"Bunlar, dilleri ile çekiştirip yüzünden de alay edenlerdir; Bu, "Dili ile çekiştirip yüzünden de alay eden kimsenin vay haline" ayetinin tecellisidir."[48]   dedi.

Katade, çoğunlukla kabir azabı; gıybet, nemime ve idrar­dan korunmamak üzere üç şeydendir, der.

 

Gıybet Edenin Cehennemdeki Durumu

 

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Dört sınıf insan vardır ki, çektikleri sıkıntı ve azab ile ce­hennem halkını da rahatsız ederler. Bunlar " Eyvah helak ol­duk, mahvolduk " diye bağıra bağıra Hamim ile Cahim arasın­da dolaşıp dururlar. Cehennem halkının bazısı diğer bazısına:

"Bunlara ne oluyor ki, bizim azabımız bize yetmiyormuş gi­bi bir de bunlar bizi rahatsız ediyorlar." derler. Bunlardan bi­risi, kendi etini yiyip durur... Etini yiyen için:

"Buna ne oluyor ki, bizim azabımız bize yetmiyormuş gibi bir de bu bize eziyet ediyor?" diye sorar. Diğeri:

"O, gıybet ile dünyada insanların etini yer ve onları çekiştirirdi."[49] diye cevap verir.

Gıybet edicinin kıyamet günü kendi etini yiyeceğine iliş­kin olarak Resul-i Ekrem(s.a.v)'den şu rivayet gelmiştir:

"Dünyada (gıybet etmek suretiyle ) din kardeşinin etini yi­yen kimseye kıyamet günü (kardeşi ölü olduğu halde eti) tak­dim edilir ve " Bunu diri olarak yediğin gibi ölü olarak da ye " denir. Adam da bu eti yer, yüzü buruşur, suratı ekşir ve ferya­dı figan eder."[50]

Yine şöyle rivayet edilmiştir:

" Resul-i Ekrem(s.a.v) Miraca çıkarıldığı gece cehenneme baktı ve orada leş yiyen birtakım insanlar gördü. Bunun üzeri­ne:

* Bunlar kimlerdir, Ey Cebrail? diye sordu. Cebrail(a.s):

* Bunlar dünyada (gıybet etmek suretiyle) insanların etleri­ni yiyenlerdir."[51]  dedi.

Hz. Hüseyin'in oğlu Ali (r.a), başkasının gıybetini yapan bi­rini görünce ona:

" Gıybet etme! Zira gıybet, insan köpeklerinin yiyecekleri­dir" dedi.

Ahiret âleminde herkesin suretinin işlediği amellere göre şekillenebileceğinden gafiliz. Gıybet eden kişi, cehennemde hem başkasının etini yiyebilir hem kendi etini yiyebilir, hem leş yiyen bir köpek suretinde olabilir ve hem de cehennem köpeklerinin yediği bir leşe dönüşebilir. Belki de gıybet işle­diği amellere bağlı olarak pek çok surete sahip olabilir. Bu gü­nahın uhrevi ve melekuti sureti oldukça korkunç ve çirkin bir surettir ve bedeni azabın dışında ayrıca kişiyi peygamberler, melekler ve insanların huzurunda rezil de etmektedir. O hal­de gıybetçi kişi hem dünyada hem de kabirde rezil rüsvadır ve cehennemde de bu rezil rüsvalığı devam edecektir.

Nitekim bir rivayette, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyur­muştur:

''İnsanların kusurlarını yüzlerinde ve gıyablarında söyle­yenler, koğuculuk yapanlar ve kusursuz olanlara kusur arayan­ları Allah u Teala kıyamet gününde köpek suretinde haşrede-cektir."[52]

 

5- BÖLÜM

 

Gıybete Teşvik Edici Sebepler

 

İnsanı gıybet etmeye teşvik eden sebepler çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:                     

 

Birinci Sebep:

 

Bir kimse kendisini kızdırıp öfkelendiren kişinin kötü­lüklerini söyleyerek öfkesini dindirmeye çalışır. Bazen söy­ledikleri onu tatmin etmeyince içinde bir kin oluşur ve de­vamlı olarak karşıdakinin kötülüklerini söyler ve onu çekiş­tirir. Kin ve öfke insanı gıybete sürükleyen büyük sebepler­dendir.

 

İkinci Sebep:

 

Bir kimse yanında başkasını çekiştirenlere katılmak su­retiyle gıybete başlar. Onların yerdiklerini o da yerer. Onla­rın öfkelendiği kişiye o da Öfkelenir. Böylece onların söyle­diklerini tasvip ettiğini ima eder ve onlarla beraber olduğu­nu göstermeye çalışır. Bazen de onlar gibi bir başkasını gıybet etmeye başlar ve helak olur.

Halil b. Rebii şöyle anlattı:" Ben, bir gün mescitte oturu­yordum. Yanımdakiler, bir adamı çekiştirmeye başladılar. Onları böyle yapmaktan alıkoymak istedim. Durdular; az sonra bir başkasını çekiştirmeye başladılar. Haliyle çekişti­rilen adamı ben de çekiştirmeye başladım. O gece, bir rüya gördüm. Bana uzun boylu, siyah bir adam geldi. Elinde bir tepsi vardı. İçinde de, bir parça domuz eti bulunuyordu." "Bunu ye!" dedi. Ben de şöyle dedim: "Ben mi domuz eti yiyeceğim? Vallahi yemem." Bunun üzerine beni şiddetle sarstı ve şöyle dedi: "Yiyeceksin, çünkü sen bundan daha fenasını yedin." Bir yandan da, o domuz etini ağzıma tıkmaya çalışıyor­du. Bu arada uyandım. Vallahi otuz kırk gün kadar aradan zaman geçti. Her yemek yiyişimde, o domuz etinin kokusu­nu ağzımda duyuyordum."

 

Üçüncü Sebep:

 

Bir başkasının kendisini küçük düşürecek sözler söyle­yeceğini veya bir başkasının huzurunda, aleyhinde şaha­dette bulunarak kendisini kötüleyeceğini sezdiği için ondan önce davranarak, onun kötülüklerini saymak suretiyle onu yerer ve onu çekiştirerek küçük düşürmeye çalışır ki böyle­ce aleyhinde söylenecek sözlere itibar edilmesin.

 

Dördüncü Sebep:

 

Kendisine nispet edilen şeyden kendisini arındırmak için başkasının da kendisiyle o kötü fiile ortak olduğunu zikrediyor ta ki işlediği kötülük hususunda nefsini mazur göstersin. Kendini temize çıkarmak için başkasının gıybeti­ni yapıyor.

 

Beşinci Sebep:

 

Başkasını tenkit etmek suretiyle kendi nefsini yükselt­mektir. Mesela, " Filan adam cahildir veya akılsızdır" diye­rek kendisinin ondan daha âlim veya daha akıllı olduğunu vurgulamak ister. Böylece adamın gıybetim yaparak nefsini yüceltir.

 

Altıncı Sebep:

 

Hasedinden dolayı gıybet eder.' Yani insanlar tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir kimseye gösterilen ilgi­yi hazmedemediği için, o kişinin geçmişteki ayıplarını söy­leyerek onu kötülemeye çalışır, ta ki o kişi insanların gözün­den düşsün, ona ikram etmekten, onu övmekten ve onu sevmekten vazgeçsinler. Çünkü insanların o kişiye değer vermelerini ve onu övmelerini görmek, ona çok ağır geliyor. Hased, gıybeti tahrik eden en önemli sebeplerdendir.

 

Yedinci Sebep:

 

Eğlenmek, şakalaşmak veya vakit geçirmek için gıybet edilir. Başkasının konuşmasını ve hareketlerini taklid ede­rek yanındakileri güldürmeye, eğlendirmeye çalışır. Böyle­ce başkasının kusurlarını zikrederek gıybet etmiş olur.

 

Sekizinci Sebep:,

 

Karşısındaki ipsanı tahkir etmek için, onu alaya alarak gıybet etmiş olur.

Gıybetin üç özel sebebi vardır ki, âlimler dahi burada hataya düşmektedirler. Çünkü bunlarda hayrın İçinde gizli bir şer vardır.

 

1- Sebep:

 

Bir kimsenin kusurunu şaşkınlık şeklinde ifade etmektir.

Mesela, " Filan adama şaşıyorum, o ahlaksız karısıyla nasıl geçiniyor?"diyerek şaşkınlığını ifade ederken adamın ku­surlarını dile getirmekte aynı zamanda ismini de zikret­mektedir. Bu kişi şaşkınlığında haklı olabilir. Fakat adamın ismini vermekle, gıybet etmiş olmaktadır.

 

2- Sebep:

 

Şefkat ve rahmettir. Bir kimsedeki kusuru, üzüldüğün­den dolayı ifade etmektir. Mesela, " Yazık, zavallı adamın bu yaptığına üzüldüm" veya " Filan adam çok güzel bir müslümandır. Başına gelen belalar beni çok üzdü." diyerek şefkat ve merhametinden dolayı üzüntüsünü dile getirir­ken, adamın kusurlarını açıklamakta ve ismini zikretmekte­dir. Bu kişinin üzülmesi, şefkat ve merhamet etmesi hayır­dır. Fakat samimi de olsa şeytan kendisini aldatır, adamın ismini verdirmek suretiyle sevabını iptal eder ve onu gıybe­te sürüklemiş olur.

 

3- Sebep:

 

Allah için öfkelenmektir. Kişi, başkasının yaptığı bir münkeri gördüğünde veya işittiğinde Allah için öfkelenir. Fakat başkasının yanında o kişinin ismini söyleyip, kötülü­ğünü açıkladığında gıybet etmiş olur (kişinin münkerde fıs-ka varması farklıdır. Çünkü fasıkm gıybeti olmaz). Oysa o kişiye emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münkeri gizlice yap­ması ve o adamın ismini gizlemesi gerekirdi.

Nitekim bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) zamanın­da bir grup insan otururken bir kişi yanlarından geçti ve on­lara selam verdi. Onlar onun selamım aldılar. O kişi onları geçtiği zaman, içlerinden birisi dedi ki:

"Ben Allah için bu adama buğzediyorum."

Orada oturan diğer şahıslar:

"Sen kötü konuştun. Allah'a yemin ederiz ki, biz gider senin söylediklerini ona söyleriz." dediler. Sonra içlerinden birisine:

"Ey filan adam! Kalk ona yetiş! Bu adamın söylediğini kendisine söyle" dediler.

Gönderdikleri adanı, o adama yetişti ve söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Resulullah'a geldi ve kendisine söyleneni Resulullah'a bildirdi. Resul-i Ek-rem(s.a.v) kendisine:

"Aleyhinde konuşan adamı çağır!" diye emir verdi. O da gi­dip adamı çağırdı.Adam Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzuruna ge­lerek söylediğini itiraf etti. Resul-i Ekrem(s.a.v) adama sordu:

"Bu adama neden buğzediyorsun?" Adam:

"Ben onun komşusuyum ve onun durumunu biliyorum. Allah'a yemin ederim, şu farz namazdan başka onun hiçbir namaz kıldığını görmedim." dedi.

Gıybeti edilen adam Resulullah'a:

"Ey Allah'ın Resulü! Bu adamdan sor! Farz namazımı vaktinde kılmadığı mı veya güzel abdest almadığımı veya­hut namazdaki rüku ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş müdür? "dedi.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v), adamdan sordu. Adam, "Hayır" cevabını verdikten sonra şöyle devam etti:

"Yemin ederim ki Ramazan ayından başka hiçbir ay oruç tuttuğunu görmedim."

Gıybeti edilen adam, Resulullah'a:

"Ey Allah'ın Resulü! Kendisinden sor! Ramazan ayında hiç oruç tutmadığımı görmüş müdür?"

Resul-i Ekrem(s.a.v) adamdan sordu. Adam "Hayır" ce­vabını verdikten sonra şöyle devam etti:

"Allah'a yemin ederim ki, Ramazan ayında hiçbir dilen­ciye veya fakire bir şey verdiğini görmedim. Zekat hariç malından bir şeyi Allah yolunda infak ettiğini görmedim. Gıybeti yapılan adam Resulullah'a:

"Ey Allah'ın Resulü! Kendisinden sor! Acaba zekatımı hiç eksik verdim mi veya zekatımı hiç geciktirdim mi?"

Resul-i Ekrem(s.a.v), adamdan sordu. Adam " Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v), gıybet eden adama şöyle dedi:

"Kalk! (Buradan git). Umulur ki, o adam senden hayır­lıdır."[53]

Şaşmak, merhamet etmek ve öfkelenmek Allah için ol­duğu zaman, adamın adını açıklamakta sakınca olmadığını sanmak, büyük bir hatadır. Hâlbuki isim vermekle, bilme­yerek gıybet etmiş oluruz. Eğer sözlerimizle münkeri kaldı­rıp hayrı ikame etmeyi diliyor ve bunun çabasına giriyor­sak durum farklıdır.

 

Gıybetin Toplumsal  Zararları

 

Bu  büyük günah, iman ve ahlakı fesada uğratmakta, insanı dünya ve ahirette rezil ve rüsva etmekte, ferd ve ce­miyet hayatında büyük yaralar açmaktadır. Gıybet, müslü-manların birlik ve beraberliğine engel olmakta, sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarım koparmakta, aralarına kin, öfke, düş­manlık, fitne ve fesad tohumları ekmektedir. Böylece Müslümanlar güçsüz duruma düşürülmekte ve küfrün de­vamı sağlanmaktadır.

Yeryüzünde üay-i kelimetullah'm hâkim olabilmesi için İslam davasının fertleri bir vücut olmalı ve her fert bu vü­cudun bir organı olmalıdır. Nasıl ki, bir vücudun organları birbirini tamamlıyorsa, İslami davanın fertleri de birbirleri­nin eksikliklerini tamamlamalı ve kusurlarını örtmelidirler. Nasıl ki, bir vücudun bir organı rahatsız olunca, bütün vü­cut rahatsız oluyorsa, ümmetin bir ferdinin üzüntüsü, sı­kıntısı ve acısı diğer fertler tarafından da paylaşılmalıdır.

Toplumun bireyleri, birbirlerinin eksik ve zayıf yönlerini araştırmaman, birbirlerinin özel ve mahrem yaşantılarını merak etmemeli, birbirlerinin sırlarını ifşa etmemeli ki, arala­rında kardeşlik ve dayanışma duyguları gelişsin. Bir davanın gücü ve başarısı, fertler arasındaki sevgi, saygı, kardeşlik ve dayanışma bağlarının sağlamlığına bağlıdır. Resul-i Ekrem(s.a.v) İslam'ın ilk dönemlerinde müslümanları birbirine kardeşlik bağıyla bağladı ve "Muhakkak ki müminler kardeş­tir."[54] ayetiyle de bütün dünya müslümanları birbirine kardeş kılındı. Mekke'deki müslümanlar Allah'ın emriyle Medine'ye hicret ettiklerinde, Resul-i Ekrem(s.a.v) her Mekkeli muhaciri, bir Medineli ensar ile kardeş yaptı. Bu Medine'li ensar, hiç görmediği, tanımadığı, güvenilirliğini bilmediği Mekkeli mu­hacir kardeşini bağrına bastı. Evini, yiyeceğini, giyeceğini, işi­ni ve arazisini muhacir kardeşiyle paylaştı. İşte muhacir ile ensar arasında oluşan bu kardeşlik bağı aynı Allah'a iman et­melerinden oluşmaktaydı. Onların düşünceleri, amaçlan bir­di: Allah'ın rızasını kazanmak... Medine'deki ilk İslam devle­ti işte bu kardeşlik ve dayanışma üzerine inşa edildi.

Müslümanlar birbirlerine iyilik, sevgi ve saygı göstermek, yardım etmek, kardeş ve destek olmakla sorumlu ve yüküm­lüdürler. Ve bu maksadın gerçekleşmesine yardıma olan her şey makbul olduğu gibi, gerçekleşmesine engel olan her şey de reddedilmiş ve günah sayılmıştır. Gıybet, toplumda kin, öfke, düşmanlık ve fesada yol açmaktadır. Kardeşlik, birlik ve dayanışma esaslarını yıkmakta ve Müslümanların gücünü za­yıflatmaktadır.

Her müslümanın kendi şahsını ve din kardeşini gıybetten koruması ve kardeşlik bağlarının güçlenmesi için ne gereki­yorsa yapması gerekir.

 

Gıybet İyilikleri Yok Eder

 

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü adamın kitabı önüne serilir/' Adam:    

"Ey Rabbim işlediğim, şu ve şu hasenatım nerde, onlar amel defterimde yazılı değil?" der. Allah u Teala:

"İnsanları gıybet etmen sebebiyle onlar mahvoldu." bu­se yurur.[55]

Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v), halkın bir gün oruç tutmalarını emretti ve:

"Ben kendisine izin vermeden sakın hiç biriniz iftar etme­sin." buyurdu. Resul-i Ekrem(s.a.v)ıin emri üzerine halk oruç tuttu. İftar vakti oruç tutanlar, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e geliyor ve:

"Ya Resulullah, akşam oldu, iftar edeyim mi?" diye soru­yor.

Resul-i Ekrem(s.a.v)'de ona iftar için izin veriyordu. So­nunda adamın biri geldi ve dedi ki:

"Ya Resulullah, ailemizden iki genç kız oruç tuttular, iftar için sizden izin istemekten utanıyorlar, izin ver de oruçlarını açsınlar."

Resul-i Ekrem(s.a.v), adamın bu sözüne aldırış etmedi ve ondan yüz çevirdi. Adam üç defa aynı şekilde Resul-i Ek-rem(s.a<v)'den izin istedi. Resul-i Ekrem(s.a.v) her seferinde on­dan yüz çevirdi. Adam dördüncü defa izin isteyince Resul-i Ek-rem(s.a.v) adama bakıp şöyle buyurdu:

"Onlar oruç tutmadılar. Sabahtan akşama kadar insanların etini yiyen nasıl oruç tutar? Git onlara söyle! Eğer oruçlu iseler kussunlar."

Adam kalktı genç kızların yanına gitti, durumu onlara bil­dirdi, onlar da kan ve et kustular. Bunun üzerine adam, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e gelip, durumu ona haber verdi,

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Nefsim-i kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, o kan ve et parçası midelerinde kalsaydı, onları cehennem ateşi mutlaka yakardı."[56]

Başka bir rivayete göre, oruçlu iken başkalarını çekiştiren bu kız çocuklarından biri kusunca, kadeh yarıya kadar et ve kan doldu. Diğeri de kusunca kadehin kalan kısmı doldu. Bu­nun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"İşte şu iki kız, Allah'ın helal kıldığı yemekle oruç tuttular, Allah'ın haram kıldığı gıybet İle iftar ettiler; insanları çekiştire çekiştire etlerini yediler."[57]

Birkaç dakikalık gevezelik ve şehvetini tatmin etmek için hayatın boyunca bin bir zahmetle kıldığın namazları, tuttuğun oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları ve diğer hasenatlarını yapacağın gıybet ile bir anda yakıp yok edeceksin.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü bir kişi Allah'ın huzuruna getirilir ve eline amel defteri verilir. Ama işlediği hasenatı amel defterinde göremez. Bunun üzerine der ki:

"Ya Rabbi! Bu benim amel defterim değil. Hasenatımı içinde göremiyorum."

Kendisine denilir ki:

"Muhakkak ki Rabbin yamlgan ve unutkan değildir. Senin amellerin halkın gıybetini etmenden ötürü mahvoldu."

Ondan hemen sonra bir başkası Allah'ın huzuruna getiri­lir ve kendisine amel defteri verilir. O kişi amel defterinde iş­lemediği hasenatın kayıtlı olduğunu görür. Bunun üzerine derki:         

"Ya Rabbi! Bu benim amel defterim değil. Çünkü ben bu güzel amelleri işlemedim."

Ona denilir ki:

"Filan kişi senin gıybetini etmişti. Bu nedenle de onun hasenatı sana yazıldı."[58]                                     

Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Namazı beklemek üzere mescidte oturmak bir başka so­nucu doğurmadığı sürece ibadettir." Ashab sordu:

"Ya Resulullah! Hangi sonucu doğurmadığı sürece?"

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Gıybeti"[59]

Rivayet edildiğine göre, bir gün Hasan Basri' ye dediler ki:

"Filan kimse, senin gıybetini etti."

Bunun üzerine Hasan Basri ona, bir tabak yaş hurma yol­ladı ve şu haberi gönderdi:

"Duyduğuma göre, iyiliklerini bana hediye etmişsin, îen de o hediyene tam olarak karşılık vermeyi isterdim; ama yapamadım. Beni mazur gör!"

Gıybet olan bir sözle, bazen bir cemaat, bir mezhep, bir kavim veya bir ailenin mensupları toptan rencide edildiği için hem ümmetin birliği ciddi şekilde yaralar alarak müs-lümanlar güçsüz duruma düşürülmekte hem de öbür âleme büyük bir veballe gidilmektedir.

Rivayetler gıybetin bütün salih amelleri, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceğini ifade etmektedir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

“Kulun hasenatını yakıp kül etmede gıybet, kuru şeyleri yakan kül eden ateşten daha etkilidir."[60]

6- BÖLÜM

 

Risale-i Nur'dan...

 

ONUNCU ASIL: Ekser taife-î mahlûkatta olduğu gibi, ef'al(fiiUer) ve a'mâl-i beşeriyede (beşeri amellerde) bazı ha­rika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahirleridir(övünç sebepleridir), yoksa medar-ı şeametleridir (uğursuzluk sebebidirler). Hem giz­leniyorlar; adeta birer şahs-ı manevî, birer gaye-i hayal hük­müne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel narika fert mut­lak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün... Şu ifham itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkinetmümkün olan hüküm) suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, "Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür.

Demek, şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.

Meselâ, "Gıybet, kati gibidir." demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, kati gibi bir- zehr-i katilden daha muzırdır.

Meselâ, "Bir güzel söz, bir abdı âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer." Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve serden nefreti tahrik etmektir.(24. söz, shf.151)

"BEŞİNCİ NOKTA (Kur'an'ın) Beyanındaki beraattir; ya­ni, tefevvuk(üstünlük) ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezaletfrekabetsiz ifade güzelliği), lâfzında fesa­hat, mânâsında belagat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham(anlatmak) ve ifhamfikna ile iskat etmek)[61] gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabi-yede beyânât-ı Kur'âniye en yüksek mertebededir...

Makam-ı zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ:[62]

ayetinde zemmi altı derece zemmi altı derece zemme-der(kötüler, çirkin gösterir). Gıybetten altı derece şiddetle zecreder(meneder). Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) mânâsmdadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.

İşte birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

İkincisi: Âyâ, sevmek, nefret et­mek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur(nef-ret edilen, sevilmeyen) bir işi sever?

Üçüncüsü;  kelimesiyle der: Cemâatten ha­yatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: kelâmıyla der: İn­saniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını diş­le parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi: kelimesiyle der: Hiç rikkat-i rin-siyeniz(cinsi şefkatiniz), hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böy­le çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mane­vîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, ken­di azanızı kendi dişinizle divâne gibi ısıriyorsunuz?

Altıncısı: kelâmıyla der: Vicdanınız nerede... Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bp halde bir kar­deşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh(iğrenç) bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet, aklen, kalben ve insâni-yeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki, şu âyet, îcazkârâne altı mer­tebe zemmi zemmetmekle i'câzkârane altı derece o cürüm­den zecreder. (25. söz)

"...yerde olan netâic(neticeler) ve semerâtın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

Deme ki,"Havaî bir Elhamdülillah kelimem nasıl müces­sem bir meyve-i Cennet olur?"

Çünkü, sen gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyleyse, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözle­rin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'âd(uzak görmek, ihtimal verme­mek) etmemelisin." (Otuz birinci söz)

"Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet( düşmanlık) var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.''

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusu­runu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, manevî bir nedamet(piş-manlık), gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu meb-hasmı yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin." (Yir­mi ikinci mektup)

 

Hatime (Gıybet Hakkındadır)

 

Yirmi beşinci Söz'ün Birinci Şulesinin Birinci Şua'nın Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten ten-fir(nefret ettirmesi) etmesi; Kur'an'm nazarında gıybet ne kadar şeni'(çirkin) bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğin­den, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet Kur'an'm beya­nından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

İşte âyetin altı derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) ma-nasmdadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelime­lerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey'i anlamıyor?

ikincisi: Lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü: A.Kİ kelimesiyle der: Cemaatten ha­yatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: Kelâmıyla der: in­saniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasma arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi: Kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsi-yeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı ken­di dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: bu kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kar­deşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapı­yorsunuz?

Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı dela­letiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak na­sıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal et­tikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha te­nezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:

Yani: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yük­sek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır."

Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işit-se idi, kerahet edip danlacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıy­bettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yar­dım edip o rnunkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkı­nı ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesaî(işbirliği) etmek ister. Senin \\e meşveret eder. Sen de sırf maslahat için ga­razsız olarak, meşveretin hakkını eda ermek için desen: "Onun ile teşrik-i mesaî etme. Çünki zarar göreceksin."

Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir(göz önüne sermek) değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filân yere gitti."

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir(açık­tan açığa, kimseden sıkılmadan günah işleyen). Yani fena­lıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zul­mü ile telezzüzdezzet almak) ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve mas­lahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mal-i sâlihayı(salih amelleri) yer bi­tirir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit (Allah'ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zatı mağfiret et!) demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.

Said Nursî (yirmi ikinci mektup)

 

7- BÖLÜM

 

Gıybet Hastalığının Tedavisi

 

Rivayetlerde gıybet, dedikodu, iftira gibi çirkin sıfat­lar kalbin hastalıkları olarak zikredilmiştir. Vücut hastalık­larının ve bedendeki yaraların tedavisi kolay ise de, mane­vi yaraların, kalp ve nefis hastalıklarının tedavisi zordur. Çoğu kere de mümkün değildir. Bedeni hastalıklarda vücu­dun dengesi bozulur ve bir ağrı oluşur. Ancak bu ağrı ve sı­zı sınırlı olup sadece ölünceye kadar devam edebilir. Fakat gıybet edilen kişinin kaybolan haysiyet ve şerefini iade et­mek çok zordur.

Gıybetin pis kokusu etrafa kötülükler, düşmanlıklar, gü­nahlar yayar, toplumda nice rahatsızlıklar ve hastalıklar meydana getirir. Kalp ve nefis hastalıkları cemiyette derin yaralar açıp, kul hakkına girdiğinden dünya ile sınırlı olma­yıp öbür âlemde işkence ve azaplara sebep olur. Çoğumuz şeytan ve nefs-i emmarenin tutsağı olduğumuz halde kalbi hastalığımızın farkına varmıyor ve kendimizi tedavi etme­yi aklımızdan bile geçirmiyoruz. Çünkü kalbi hastalıkları küçümsememiz, onların acı ve kötü akıbetlerinden gafil ol­mamız, nefsimizi ıslah edip arındırmaktan bizi gafil etmiş­tir. Nefsin ve ruhun hastalığını teşhis ettikten sonra onları tedavi ve bertaraf etmeye gayret göstermemiz gerekir. Bu büyük günah, yararlı ilim ve amel ile tedavi edilebilir.

Gıybetin İlmi Tedavisi:

Gıybetin doğuracağı kötü sonuçları düşünmek gerekir. Ayrıca gıybetin, toplumdaki kardeşlik ve dayanışmayı di­namitleyerek müslümanları güçsüz duruma düşürdüğü ve insanı büyük bir vebal altına koyduğu bilinmelidir.

Hasan Basri diyor ki:

" Vallahi, vücudu yiyen haşerelerin vücuda olan zararı, gıybetin dine olan zararından daha fazla değildir."

Gıybetin dünyadaki sonuçlarından biri de gıybet edenin halkın gözünden düşmesi, itibar ve güvenini yitirmesidir. Çünkü gıybet eden ve onu bunu çekiştiren kişilere hiçbir değer verilmez. Bu tür kişiler, Allah'ın ayetlerini bile okusa-lar kimse bunlara kulak vermez ve onları dikkate almaz.

Hz. Ömer (r.a) bir gün Kabe'ye baktı ve şöyle dedi:

" Ne büyüksün ve büyük hürmetin vardır, ama Allah ka­tında müminin hürmeti senden daha büyüktür."

İnsanın hürmeti ve haysiyeti o kadar büyüktür ki; Eğer gıybetçi, insanların onur ve şerefine dil uzatırsa, Allah u Teala'nm onun ayıplarım teşhir etmesi, onu dünya ve ahi-rette rezil ve rüsva etmesi kaçınılmazdır. Ve bu masiyetin ne kadar korkunç ve iğrenç olduğunu bilmek gerekir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

* Faiz yetmiş iki kapıdır. En ehveni, kişinin annesiyle zina etmesi gibidir. En büyük faiz de; kişinin din kardeşinin ırzına dil uzatmasıdır."[63]

Kıyamet günü, perdeler gözlerden kaldırılınca kişi ken­disiyle birlikte dünyadan getirdiği suretlerle haşrolunur ve bu suretler vasıtasıyla işkence görür. Nasıl ki yırtıcılık ve leş yemek köpeğe has bir huy ise gıybetçi de ölü kardeşinin eti­ni yemek için öbür âlemde leş yiyen bir köpek suretinde olacaktır.

Muaz b. Cebel(r.a) der ki:

*  Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksi­niz.[64] ayetinin tefsirini  Resulullah'tan sorunca, Resulullah'ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı ve bana şöyle bu­yurdu:       

*  Ey Muazî Ümmetimden on grup değişik ve diğerlerin­den farklı suretlerde mahşere çıkarılacaklardır.

Bazıları maymun suretinde, bazıları domuz suretinde çı­karılırlar mahşere... Maymun şeklinde mahşere çıkarılan ki­şiler: Başkalarını çekiştirenler ve dedikodu edenlerdir..."

Bu masiyetin dünyevi ve uhrevi sonuçlarmı biraz düşün. Kabirde ve ahirette amellerinin dönüşeceği çirkin suretleri, çekeceğin büyük azabı ve karşılaşacağın sıkıntıları gözü­nün Önüne getirmeye çalış. Birkaç dakikalık gevezelik için bütün bunlar değer mi? Gıybet ile ilgili korkunç sahneleri anlatan kitaplara başvur ve bu masiyetin sonuçlarının ne kadar tehlike arz ettiğini gör!

Rivayetlere göre sevabı çok olan, cennete; günahı ağır olan ise cehenneme gider. Durum bu olunca gıybet sebebiy­le sevaplarının yok olup günahlarının çoğalmasından sa­kınman gerekir. Rivayetlerde gıybetini ettiğin kişiye senin iyiliklerinin verileceği ve onun günahlarının sana yazılaca­ğı bildirilmiştir. Birkaç dakikalık gevezelik ve şehvetini tat­min etmek için, hayatın boyunca bin bir zahmetle kıldığın namazları, tuttuğun oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları ve diğer hasenatlarını gıybet ile bir anda yakıp yok etmen akıl kân mıdır? Ayet ve hadislere iman eden, kendi hasenatını korumak ve başkasının günahlarını yük­lenmemek için gıybetten sakınmaz mı? Eğer gıybetini etti­ğin kişiye düşman isen, bu düşmanlığının gereği olarak onun gıybetini etmemen gerekir. Çünkü düşmanının gıybe­tini etmekle ona iyilik etmekte ve kendine ise kötülük et­mektesin. Hasan Basri, kendisine gıybet eden kimseyi sever ve ona hürmet eder; " O benim için ibadet ediyor." derdi.

O halde edeceğin gıybet yüzünden amel defterin günah­larla dolabilir ve insanların arasında rezil rüsva olabilirsin. Gıybetini ettiğin düşmanının amel defterini hasenatla doldu­rabilir ve böylece onu aziz ve saygın kılabilirsin. Onun için Allah'tan kork ve gıybetten kaçın ki akıbetin kötü olmasın.

Gıybetin diğer bir tedavisi, gıybeti tahrik eden sebepleri yok etmektir.

Öfkelendiğin zaman sükût et ve Allah'ı zikret. Kızdığın için birini çekiştirmek istediğin zaman, Allah u Teala'nın da sana öfkeleneceğini düşünerek gıybetten vazgeçmelisin.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:

" Muhakkak ki, cehennemin bir kapısı vardır. O kapıdan ancak dünyada kinini isyan etmek suretiyle dindiren girer!"[65]

Eğer bir insanı yaratılışmdaki bir kusurundan dolayı ayıplıyorsan, bil ki neuzu billah (Allah'a sığınırız) Allah'ı ayıplamış olursun. Çünkü bir sanatı yeren, sanatçıyı yermiş olur.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Allah'a ve ahirete iman edip benim peygamberliğime şehadet getiren kimse evine kapansın, hatalarına ağlasın. Al­lah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, faydalanmak için hayır söylesin, şerre sükût etsin ki selamet bulsun ve kendisinde var olan hastalıklarla başkalarını yermeye kalkışmasın. Şayet adamın kusurları yaratılışında ise, o zaman onu değil, yaratanı yermiş olursun. Zira bir sanatı yermek, onu yapanı yermektir."

Adamın biri Hakim'in birine:

" Ey suratsız!" diye seslendi. Hakim:

" Yüzümü ben yaratmadım ki onu kusursuz ve güzel ya­payım. Şayet ke'ndinde 'bir kusur bulmuyorsan- ki bu im­kânsızdır- o zaman Allah'a şükret ki, seni kusursuz olarak yaratmıştır." diye cevap verdi.

Hasetten dplayı gıybet edeceğin zaman bilmelisin ki, küfran-ı nimet etmekte ve kendi iyiliklerini yok etmektesin.

Nitekim Rısul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu.

*  Dikkatli olunuz. Allah'ın nimetlerine düşman olanlar vardır/' Ashab sordu:                                        

* Allah'ın nimetlerine kim düşman olabilir?" Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:

" Allah'ın kullarına verdiği ihsandan dolayı, onlara hased edenler."

Ayrıca Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:

“Ateş odunu yaktığı gibi, hasette iyilikleri yer bitirir."[66]

Başkalarını güldürmek, eğlendirmek ve vakit geçirmek için hesapsız bir çift laf ettiğinde akıbetinin ne olacağını hiç düşündün mü?

Bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: " Muhakkak ki kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı süreyyadan daha uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır."[67]

Bir rivayete göre, Hz. İsa'nın havarileriyle birlikte bir kö­pek leşinin önünden geçtiği sırada havariler dediler ki:

" Şu leş ne kadar da kötü kokuyor!" Bunun üzerine Hz. İsa(a.s), şöyle buyurdu:

" Dişleri ne kadar da beyaz."

Hz. İsa'nın nefsi, öylesine arınmış ki, Allah'ın bir yaratı­ğından bu şekilde kötü söz edilmesine rıza göstermedi. On­lar onun noksanını gördüler. Ama Hz. İsa (a.s), onun güzel yanını onlara hatırlattı. Elbette insanlık mürebbilerinin böy­lesine arınmış bir nefse sahip olması gerekmektedir.

Sanki Hz. İsa (a.s), bu sözüyle havarilerini, köpeğin gıy­betini dahi yapmaktan men ediyor ve onlara Allah'ın yara­tığından söz ettiklerinde, güzel yönlerinden başkasını zik­retmemelerini tavsiye ediyordu.

Diğer bir rivayette Hz. İsa(a.s) şöyle buyurdu:

" Pisliğe konan sinek gibi insanların ayıplarına dikkat edip durmayın."

Müslüman, yaralan kanatan değil, yaraları tedavi eden bîr merhem olmalıdır. Bir kişideki kötü tarafları değil, onda­ki güzellikleri görmelidir.

Başkasının kusur ve kabahatlerini sayıp dökmeyi düşün­düğün zaman, hemen kendi kusurlarını hatırla ve onlarla

meşgul ol.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v), şöyle buyurdu:" Cennet o kimseye olsun ki, kendisinin ayıpları, kendisini başkalarının ayıplarıyla meşgul olmaktan alıkoymuştur."[68]

Hiçbir ayıp insanın kendi ayıplarını görmemesinden ve kendisinin binlerce ayıbı olmasına rağmen hep başkalarının ayıplarından söz edip, o ayıplan, kendi ayıplarına Örtü kıl­masından daha kötü değildir. Sende var olan kusur ile insan­ları kötülemekten vazgeçtiğin vakit, artık meşgalen kendi nefsin olur, başkaları ile uğraşıp durmazsın. İşte o zaman kendini ıslah etmiş olursun.

Zatın biri şöyle diyor:" Geçmiş büyüklerin pek çoklarını gördük. Onlar ibadeti namazda, oruçta değil, insanların de­dikodusunu yapmamakta ararlardı."

Hasan Basri diyor ki:"Başkasından bahsetmek ya gıybet­tir, ya bühtandır, ya da ifkdir. Bunların hepsi Allah'ın kitabın­da yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan kusur ve ayıpları say­maktır. Bühtan, onda olmayanı ona takmaktır. Ifk ise hakkın­da duyduğunu söylemektir.

Unutma ki dünyada işlediğin bütün ameller kayda alın­makta ve kıyamet günü bir film şeridi gibi herkese gösteril­mektedir. Ağza almaktan utandığın hatta hatırladığında yü­zünü kızartan\ayıpların, bir başkasının ayıplarını örtmek kar­şılığında kayıttan silinmekte ve Allah'ın örtüsü altına gir­mektedir. Bundan daha sevindirici ne olabilir? Sen bir müslümanın gizli hallerini başkasına açıklamayacaksın, Allah u Teala da buna karşılık senin kusurlarını örtecektir.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v), şöyle buyurmaktadır:

" Kim müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah'ta kıya­met günü onun ayıbını örter. Her kim de Müslüman kardeşi­nin ayıbını açarsa, Allah da onun ayıbını açar hatta evinin içinde bile olsa onu rezil eder."[69]

Rivayet edildiğine göre, Hz. İsa(a.s), arkadaşlarına bir gün şöyle dedi:

" Şu hususta görüşünüz nedir? Uyuyan birinin edep yeri açılsa, onu örter misiniz?"

" Evet örteriz" dediler.

Hz.İsa(a.s) şöyle dedi:

" Ama siz kalan kısmı da açıyorsunuz." Arkadaşlannın:

" Sübhanallah, biz onu nasıl açarız?" demeleri üzerine şöyle buyurdu:

“Yanınızda biri anlatılmıyor mu? Siz, hemen onda bulu­nanı en kötü halle anlatmaya başlıyorsunuz. Böylece, onun kalan örtüsünü de açmış oluyorsunuz."

Bir müslümanın ayıbını örttüğün zaman belki o müslü-man tevbe edip değişerek günahından arınır. Nitekim bir ri­vayete göre;

Hz. Ömer(r.a), bir gece Medine sokaklarında geziyordu. Bir evin içinde şarkı söyleyen bir erkeğin sesini işitti. Duvarın üzerine çıkıp baktığında, bir erkeğin yanında bir kadın ile iç­ki vardı. Bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a) şöyle haykırdı:

" Ey Allah'ın düşmanı! Sen Allah'a isyan ettiğin halde Al­lah'ın senin ayıbını örteceğini mi sandın?

Bu hitap karşısında adam, Hz. Ömer(r.a)'e şöyle dedi:

" Ya Emir el mü'minin! Eğer ben bir yönden Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş oluyorsun. Al­lah u Teala, Hucurat suresinin 12. ayetinde:" Sakın tecessüs etmeyiniz" (yani insanların gizli hallerini araştırmayınız.) bu­yurduğu halde sen tecessüs ettin. Yine Allah u Teala, Bakara suresinin 189. ayetinde:" İyilik ve taat, evlere arkalarından girmeniz değildir. Lakin iyilik ve taat Allah'tan korkan ve gü­nahtan sakınan kimselerin yaptığı iştir. Evlere kapılarından gi­rin..." buyurduğu halde, sen duvardan tırmanarak içeriye girdin. Yine Allah u Teala, Nur suresinin 27. ayetinde:" Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle ün-siyet etmeden ve selam vermeden girmeyin..." buyurduğu halde, sen izin almadan ve selam vermeden içeri girdin."

Bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a), adamı cezalandır­madı. Fakat tevbe etmesini şart koştuktan sonra adamı ken­di haline bırakıp gitti.

Aradan yıllar geçti. Bir gün Hz. Ömer (r.a) cemaate namaz kıldırdıktan sonra arka saflarda o adamı görünce yanına ça­ğırıp ona şöyle dedi:

" Haberin olsun, o durumunu daha kimseye söylemiş de­ğilim."

İşte biz de Hz. Ömer gibi birbirimizin kusurlarına örtü ol­malıyız ki, aramızdaki kardeşlik bağlan kopmasın, Allah'ın rahmet ve hidayet örtüsü üzerimizden eksik olmasın.

Ancak bir müslümanın gizli hallerini açıklayıp başkalarına duyurduğunda belki o kişi insanlardan utanır ve müslümanlardan uzaklaşır. Zamanla belki de namazlarını bile terk eder.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Eğer sen müslümanların ayıplarını araştırırsan onları ifsad etmiş veya ifsad etmeye yaklaşmış olursun."[70]

Ukbe b. Amir'in katibi Dahir ebul-Haysem, Ukbe b. Amir'e:

" Doğrusu bizim komşularımız vardır, içki içerler. Ben ise onları yakalamaları için asayiş memurlarını çağırıyorum." dedi. Ukbe:

" Böyle yapma, onlara nasihat et ve onları tehdit et." dedi. Dahir:

" Ben onları bu işten nehyettim. Fakat onlar vazgeçmedi­ler, ben de onları yakalamaları için polis çağırıyorum." dedi. Bunun üzerine Ukbe şöyle dedi:

" Yazıklar olsun sana, böyle yapma, zira ben Resul-i Ek-rem(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittim:

" Her kim (bir müslümanın) ayıbını örterse diri diri meza­ra gömülmüş bir kız çocuğunu diriltmiş gibi (sevaba nail) olur.[71]

Gıybetin    kötü    akıbetinden    kurtulmak    için    Hz. Ömer(r.a)'m şu tavsiyesini unutmayalım:

" Allahu Teala'yı her zaman anın, zira onu anmak şifadır. İnsanları anıp durmayın, zira o hastalıktır."

 

Gıybetin Ameli Tedavisi

 

Nefsin bu günahtan arındırılması ve dilin gemlerinin ele alınması için laubali olmaktan ve çok konuşmaktan kaçınıl­ması, dilin Allah'ın zikrine alıştırılması gerekmektedir. Bir sözü konuşmadan önce onun şer'i hükmünü düşün ve mu­hasebesini iyi yap. Aynı şekilde günah olan sözleri dinleme. Mümin kimse, konuşmak isteyince düşünür, herhangi bir za­rar gelmeyeceğini anlarsa sözünü söyler. Eğer zarara uğraya­cağını veya zarara uğrama tehlikesi varsa sözünü söylemez ve sükut eder. Münafık ise, sözünün neye mal olacağını dü­şünmez ve pervasızca konuşur.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Mü'min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuş­mak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir. Münafığın dili, kalbinin önündedir. Bir şeyi kastetti­ğinde diliyle söyler, kalbi ile düşünmez."[72]

Bir rivayete göre, Hz. Ebubekir(r.a), ağzına küçük taşları koyar, nefsini konuşmaktan onlarla menederdi. Hz.Ebube-kir(r.a), diline işaret ederek şöyle buyururdu:

" Beni tehlikelere sokan budur."

Nitekim Rebi b. Haysem, şöyle anlatırdı:

" Sabah olduğu zaman, yanına bir kalem, bir de kağıt alır­dı. O gün ne konuşursa yazardı, saklardı; akşam olunca da nefsini hesaba çekerdi."

Bir kişi her gece uyumadan önce o gün ne konuştuğunu ve ne dinlediğini iyice muhasebe edip, gıybete kaçan konuşmalarını diğer gün yapmamak için çaba gösterirse ve bu ça­lışmasına ciddi bir şekilde devam ederse, inşaallah bir süre sonra nefis ıslah olur ve dil kontrol altına alınmış olur. Bunun sonucu olarak dil gıybetten korunmuş olur.

 

Caiz Olan Durumlarda Bile Gıybetten Kaçınılmalı

 

Ulema ve Fukaha (ndvanullahi aleyhim) kimi husus­ları gıybetin haramlığmın dışında tutmuşlardır. Ancak gıy­bet sayesinde şer'i bir sonuca ulaşılabiliyorsa, garezsiz, sırf hak ve maslahat için, gıybet bazen mubah ve bazen de va­cip olabilir. Yoksa ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi; gıybet de salih amelleri yer bitirir.

Gıybete izin veren hususlar altı tanedir:

1- Haksızlığa uğrayan bir kimse bu haksızlığı giderebi­leceğine inandığı bir yetkiliye uğradığı zulmü anlatabilir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Muhakkak ki, hak sahibi olan alacaklı için, söz söylemek yetkisi vardır."[73]

Mesela, bir kimse çeşitli şeyleri bahane ederek her gün hanımına hakaret edip onu dövüyorsa, kadın kendisine ya­pılan bu zulmü önleyebileceğine inandığı bir kişiye kocası­nı şikâyet edebilir. Çünkü bu kimseye yapılan haksızlığın önlenmesi ancak kendisine yapılan kötülükleri bir başkası­na anlatmasıyla mümkündür.

2- Bir münkeri veya kötülüğü önleyebileceğine inanılan bir kimseye o kötülüğü işleyenin tutum ve davranışları açıklanabilir.

Hz. Ömer'e, Ebu Cendel'in Şam'da içki içtiği haberi gel­diğinde, Ebu Cendel'e şu mektubu yazdı:

" Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile, Ha, Mim! Bu kitabın indirilişi Aziz ve Alim olan Allah tarafmdandır. O, günah bağışlayla, tevbe kabul edici, azabı şiddetli, kerem sahibi AUah'dır ki, O'ndan başka ilah yoktur, hem dönüş de O'nadır."[74]

Hz. Ömer'in bu mektubu üzerine, Ebu Cendel tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmak­la suçlamamı. Çünkü bu haberi Hz. Ömer'e ulaştıranın ama­cı, Ebu Cendel'in işlediği münkeri kaldırması içindi. Böyle durumlarda günah işleyenin arkasından konuşmak "nehy-i anil münker" den sayıldığı için vaciptir. Ancak kişinin bu­nu şer-i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığını çok iyi bilmesi gerekir. Burada gıybeti ilahi amaçla yaptığı için bu, ibadettir. Halini düzelten Ebu Cendel için de ilahi bir lütuf ve rahmettir. Eğer ilahi amaç olmasaydı, haberi ulaştıran gıybet etmiş olurdu.

3- Bir konuda fetva almak için kişinin kötü davranışları açıklanabilir. Yani " Bir kişinin kardeşim veya eşim hakkımı gasp etti. Hakkımı ondan nasıl alabilirim?" gibi sözlerle kendisine yol gösterilmesini istemesidir.

Ebu Süfyan'ın karısı Hind, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e: " Ya Resulullah, Ebu Süfyan çok cimri bir insandır. Ba­na ve çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun malından alabilir miyim?" diye sordu.

Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:

" Normal olarak, sana ve çocuğuna yetecek kadar al."[75]

Burada isim zikretmek ne kadar mubah ise de, en güze­li müphem olarak konuşmaktır. Yani "Kardeşi veya eşi ken­disine şöyle zulmeden bir kişi ne yapabilir?" şeklinde fetva isteyip hakkında konuştuğu kişinin adını anmadan içine düştüğü sıkıntıdan kurtulmaya çalışmalıdır.

4- Müslümam serden korumak ve ona öğüt vermek için fasıkın fışkı açıklanabilir. Münafık bir kimsenin yanına gi­den bir müslümana, o münafığın nifakının geçeceğinden korktuğun zaman, o müslümana, münafık kimsenin nifakı­nı açıklayabilirsin.

Bilmeyerek bir "bel'am'ın" peşinden giden insanlara o "bel'am'ın" fışkını açıklayarak, onları korumak gerekir.

Dolandırıcı bildiği kimseye serveti emanet etmek, iffet­siz bildiği kişiye kadını emanet etmek gibi hususlarda karşı tarafı uyarması vaciptir. Mesela; bir evlenme hususunda kötü bildiği veya kötülük yapacağı kesin olan bir kişiyi kar­şı tarafa tanıtmalıdır. Kendisine bu hususta danışılmasa da meşveret ediyormuş gibi söze girmeli ve kötülüğü önleme­lidir. Eğer o kişinin " Bu sana hayırlı değildir" sözüyle ev­lenmekten vazgeçeceğim biliyorsa daha fazla ileri gitmesi gerekmez. Eğer ancak o kişinin bir kusurunu açıklamak su­retiyle evlilikten vazgeçeceğini biliyorsa, bir kusuru açıkça söylemekte beis yoktur. Bunu söylemek, darda kalan kimse­nin ölü eti yiyebilmesine benzer. Nasıl ki ondan ölmeyecek kadarını yiyebilirse, burada da ihtiyaç kadarını açıklayabi­lir. İhtiyaçtan fazlası açıklanırsa haram olur.

Bir rivayete göre, Fatma binti Kays (radiyallahu anha) şöyle anlatıyor:" Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v)'e geldim ve: "Ya Resulullah, Ebul-Cehm ve Muaviye bana taliptirler, hangisiyle evleneyim?" diye sordum. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Muaviye malı olmayan bir yoksuldur. Ebul-Cehm ise değneği omzundan yere koymaz.( yani kadınları çok döver)[76]

Burada nefsin tuzaklarına dikkat etmek ve ihtiyatla ha­reket etmek gerekir. Amacımız Allah'ın rızası değil de, öfke­mizi tatmin etmek olabilir. Burası, nefse aldanabilmenin ye­ridir. Çünkü bazen bir kişiye olan öfkemiz, bizi böyle bir açıklamaya teşvik edebilir. Zira şeytan bizi aldatıp, öfkemi­ze şefkat kılıfı örterek bizi gıybete kaydırabilir. Eğer bu açıklama nefsanî heva ve hevese bulanmış halde yapılıyor­sa ve o kişiyi küçük düşürme amacı taşıyorsa gıybet etmiş oluruz.

5- Ayıbını belirten bir lakab ile tamnan*t>ir insanı bu ku­suru ile tarif ederek tanıtmak caizdir. Mesela, adamın bir gözünün kör, bir ayağının topal, bir elinin çolak, kulağının sağır veya dilsiz olduğunu söyleyerek onu tarif etmektir. Maksat adamı kolaylıkla tanıtmak olup, onu küçük düşür­mek olmadığından, onu bu kusurları ile tarif etmek caiz gö­rülmüştür. Bir de bu şekilde tarifi yapılan kişi bundan ra­hatsız olmamaktadır. Çünkü bu lakapla şöhret olmuştur. Eğer bu organ eksikliklerim söylemeden kişiyi tarif etmek mümkün ise, uygun olan başka ismi ile onu anlatmaktır.

İbni Şirin, kör olan İbrahim en-Nehai'den bahsederken elini gözünün üzerine koyup öyle konuştu, kör İbrahim de­medi.

6- Açıkça günah işleyen ve günah işlemeye aldırış etme­yen kimselerin işledikleri günahlarını anlatmak caizdir. An­cak bu kişilerin gizli kalan başka kusurlarını açıklamak caiz değildir. Mesela, Bir kişi açıkça içki içiyor fakat gizlice kumar oynuyorsa, içki içtiğini söyleyebiliriz, fakat kumar oynadığını söyleyemeyiz.

Selef-i Salihin derler ki, üç zümre vardır ki, bunların gı­yabında konuşmak gıybet olmaz.

1- Zalim bir idarecinin,

2- Açıktan kötülük işleyen bir kimsenin,

3- Bidat ehli birinin,

Bu üç zümre de günahlarını açıkça işlerler. Bunların işle­ri ve yolları anlatılırsa, gıybet sayılmaz.

Ancak, bedenlerinde bir ayıp varsa o da söylenirse, o gıybet olur. Ancak, tuttukları yol ve işledikleri fiil anlatüır-sa, bir beis yoktur. Bunlar anlatılmalı ki, halk onlardan ko­runsun.

Burada bilinmesi gereken en önemli şey, insanın kendi­ni hiçbir zaman nefsin tuzaklarından korunmuş saymama­sı, büyük bir dikkat ve ihtiyatla hareket etmesi ve gıybetin caiz olduğu bu durumlardan birini kendine mazeret kabul etmeye kalkışmamasıdır. Her ne kadar bu altı husus gıybe­tin haramlığmm dışında tutulmuşsa da nefsin ve şeytanın tuzaklarına çok elverişli olan bu durumlardan kaçınılmalı ve nefsin harama bulaşmasına imkan sağlayabilecek haller­den uzak durulmalıdır. Çünkü nefis şer ve kabahate eğilim­lidir. Nefsin insanı şer'i yolla dahi aldatması ve helake sü­rüklemesi mümkündür. Onun için caiz olan durumlarda bi­le fasıkm bir kusurunu açıklarken bunu şer'i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığımızı iyi bilmemiz gerekir. Fakat sadece caiz olan durumlarda gıybetin terk edilmesi daha evladır.

 

Gıybetin Tevbesi Ve Kefareti

 

Gıybetin ferdi ve toplumsal tahribatının çok büyük ve diğer günahlara nazaran etkilerinin daha fazla olması nede­niyle Allah li Teala bu günahın tevbesini şarta bağlamıştır. Bu günah, kul hakkına girdiğinden, affedilmesi, öncelikle gıybe­ti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır.        

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Gıybetten kork, çünkü gıybet zinadan daha tehlikeli ve gü­nahtır. "

Sahabe sordu:

"Niçin ya Resulullah? Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

''Çünkü zina eden kişi tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder, fakat gıybet eden kimseyi gıybeti yapılan kişi affetmedik-çe Allah gıybetçiyi affetmez."[77]

Hiç kimseye ne malının, ne çocuklarının ne de dünya ve içindekilerinin fayda sağlamayacağı kıyamet günü gelmeden Önce, herkes kendisini gıybetten korumak, gıybete engel ol­mak ve gıybetini ettiği kimseden gidip helallik almak ve tev­be etmek zorundadır. Çünkü kim helalleşmeden borçlu ola­rak ölürse o borç veya haksızlık sebebiyle tecavüzde bulunmuş ise, zulmü nispetinde borçlunun sevabı hak sahibine ve­rilir, sevabı yetmediği takdirde hak sahibinin günahı onun sır­tına yükletilir.

Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kardeşinin şeref ve haysiyetine veya malına hak­sız olarak taarruz etmiş ise altın ve gümüş bulunmayan (kıya­met ) gününden önce gidip o kardeşiyle helalleşsin. Çünkü o gün onun hasenat ve sevabından alınıp hak sahibine verilir. Eğer iyiliği yoksa kardeşinin günahları alınıp kendisine yükletilir."[78]

Gıybet, kul hakkına girdiğinden eğer gıybetçinin imkânı varsa, helallik istemesi lazımdır. Gıybetten tevbe etmek için, gıybet edilen kimseye gidip, " seni çekiştirdim senin gıybeti­ni yaptım, hakkını helal et." diyerek helalleşmek ve sonra da Allah'tan bağış talebinde bulunmak gerekir. Eğer gıybeti edi­len kişiye ulaşılamazsa veya ölmüş ise en uygunu gıybet edi­len kimse için bolca istiğfar ve dua etmek, kıyamet günü ona verilmek üzere bol bol iyilik ve ibadetler yapmak gerekir. Çünkü sözlerinle eziyet ettiğin, kırdığm'veya küçük düşürdü­ğün kişi İbn-i Şirin gibi biri olup seni affetmeyebilir.

Nitekim biri Ibn-i Sirin'e geldi ve şöyle dedi:

" Senin gıybetini ettim. Bana hakkını helal et."

İbn-i Şirin şöyle dedi:

" Ben, Allah'ın haram ettiğini nasıl helâl edebilirim?"

Bir rivayete göre Allah u Teala, Hz. Musa aleyhisselama şöyle variyetti.

" Bir kimse, gıybetten tevbe edip ölürse, o kimse cennete en son giren olacaktır. Gıybete devam halinde iken ölse, ce­henneme ilk girenler arasında olacaktır."

 

B- BÜHTAN (İFTİRA)

 

1- BÖLÜM

 

Bühtanın Tanımı

 

Resul-i Ekrem (s.a.v), gıybeti tarif ederken şöyle bu­yurmuştur:

" Eğer dediğin şey kardeşinde varsa, onun gıybetini etmiş olursun. Söylediğin şey onda yoksa ona bühtan etmiş, iftira etmiş olursun."[79]

Hasan-ı Basri diyor ki:

" Bir kişiyi anmak ya gıybettir veya bühtandır veyahut ifkdir. Bunların hepsi Allah'ın kitabında yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan kusur ve ayıpları söylemektir. Bühtan, onda olmayanı ona takmaktır. İfk ise hakkında duyduğunu söylemektir."

İftira, bir kişide olmayan bir kusurun veya ayıbın o kişi­de olduğunu söylemektir. Yani insanın işlemediği bir kötü fiille suçlanmasıdır.

 

İftira Edenin Durumu

 

İftira çok çirkin bir kebiredir. İftira, insana, onda bulun­mayan bir kötülüğü nispet etmek olduğundan gıybetten da­ha kötü bir davranıştır. Çünkü hem yalan bir sözdür hem de insanın aşın derecede üzülmesine sebep olmaktadır. İftira hakkında şiddetli rivayetler bulunmaktadır.

Bir rivayete göre, Karun; Hz. Musa'nın amcasının oğlu olup büyük bir servet sahibi idi. Firavun ve Haman gibi, Ka­run da, Hz. Musa'yı tekzib ve red etmişti. Hz. Musa (a.s); Ka­run'un, bu kötü tutum ve davranışlarını akrabası olduğu için af ve müsamaha içinde karşıladı.

Firavun; Karun'u İsrailoğullanna vali tayin etmişti. İsrailo-ğullanna zulmünü ve taşkınlığını onun vasıtası ile yapardı. Karun; Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra, İsrailoğullarının en bilgilisi idi. Musa(a.s); İsrailoğullanna, zekâtı emredince, Ka­run, îsrailoğullannı toplayıp onlara:

"Bu, size oruç, namaz ve bir takım şeyler getirmiş, siz de onlara katlanmış bulunuyorsunuzdur. Ona, mallarınızı ver­me külfetini, yüklenecek misiniz?" dedi. İsrailoğullan:

"Biz ona mallarımızın zekatını verme külfetini, yüklenmeyeceğiz!" senin görüşün nedir?" dediler. Karun:

" Benim görüşüm: ona bir fahişeyi gönderelim. Ona, ken­disiyle temasta bulunmak istediği iftirasını atmasını ve halk arasında bu iftirayı yaymasını emredelim!" dedi.

Aldıkları karar gereği Karun; İsrailoğullanndan bir fahişe­yi kiraladı. Karun; israiloğullannın, meclislerinde toplandık­ları gün, Musa aleyhisselama:

"Ey Musa! Hırsızlık,edenin, cezası nedir?" diye sordu. Hz. Musa:        

"Elinin kesilmesidir'" dedi. Karun:

"Zina edenin cezası nedir?" diye sordu. Hz. Musa:

"Recm edilmesidir" dedi. Karun:

"Zina eden, sen olsan da böyle midir?" diye sordu.

Hz. Musa:

"Evet" dedi. Karun:                                

"Sen zina etmişsin!" dedi. Hz. Musa:

"Yazıklar olsun sana! Kiminle etmişim?" dedi. Karun:

"Filanca kadınla!" dedi ve Hz. Musa, hemen o kadını ça­ğırttı:

'Tevrat'ı indiren Alİah adına doğru konuş, Karun'un söy­lediği doğru mudur?" dedi.

Kadın:

"Madem ki, sen Allah adına yemin ettirdin. Ben de Allah adına yemin ederim ki: Sen, zina etmemişsin ve Allah'ın Re­sulüsün! Allah düşmanı Karun, bu iftirayı etmem için beni ki­raladı." dedi.

Hz. Musa(a.s), hemen kalkıp secdeye kapandı ve ağladı:

"Ya Rab! Senin düşmanın, benim eziyet edicim, benim re­zil rüsva olmamı ve ayıplanmamı istiyor" diyerek Karun aleyhinde, Allah'a dua edince; Yüce Allah:

"Yere istediğini, emret! Sana, itaat edecektir!" diye vahyetti.

Bunu üzerine, Musa(a.s) yere:

" Ey yer! Tut onlan, yut!" dedi ve her dediğinde yer Onla-rı biraz yuttu. Ta ki tamamen kaybolup gittiler.[80]

Rivayete göre, Karun ve adamları kıyamete kadar her gün bir insan boyu yerin dibine geçirilmektedir.

Bu durum ölümden önceki durum olup iftiracının kıyamet günündeki durumuna ilişkin olarak da Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Herhangi bir kimse, müslüman bir kimseye, kendisinde ol­mayan bir şeyi dünyada onu ayıplamak için isnad edecek olur­sa, Allah u Teala, kıyamet gününde söylediği sözün yalan oldu­ğu meydana çıkıncaya kadar cehennemde onu yakar."[81]

Bir rivayete göre de Resul-i Ekrem(s.a.v) ashabına sordu: " Müflis kimdir, bilir misiniz?" Ashab dedi ki: " Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde na­mazı, orucu ve zekatı ile gelir. Bundan sonra sövdüğü gelir, if­tira ettiği gelir, malını yediği gelir, kanını döktüğü gelir ve döv­düğü gelir. Onun iyiliklerinden bunların her birine verilir. Fa­kat üzerindeki hakları ödemeden iyilikleri tükenir. Bu sefer hak sahiplerinin günahları ona yükletilir ve sonra o kimse cehenne­me atılır."[82]

 

İftiranın Toplumsal Zararları

 

İftira o, kadar çirkin ve etkili bir silahtır ki tarih bo­yunca İslam düşmanları ve münafıklar, peygamberlere ve onların varisleri olan İslam âlimlerine çeşitli İftiralar atarak onların şahsiyetlerini hedef almışlardır. Bedir savaşında ka­zanılan büyük zaferden sonra İslam hızla yayılıyor ve İsla-mİ hareket her geçen gün biraz daha güçleniyordu. Kâfir güçler, İslam'ı askeri savaşlarla sindirip yok edemeyecekle­rini anlayınca, psikolojik bir savaş için ahlaki bir cephe açtı­lar. Amaçlan kişiliği, güzel ahlakı ve yaşantısıyla halkın kalplerini fetheden Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabını çeşit­li iftiralarla karalayarak onları manen çökertmek ve çığ gibi büyüyen ilahi davanın önünde bir set oluşturmaktı. Tarih boyunca İslam'ın karşı karşıya kaldığı çeşitli karalama kam­panyalarının en tehlikelisi ve en şiddetlisi olan İfk olayının taşeronu münafık başı Abdullah b. Übey b. Selül idi. Hz. Peygamber (s.a.v), Medine'ye gelmeden önce halk ibni Se-lül'ü kral yapmaya karar vermişti. Peygamber (s.a.v), Medi­ne'ye gelince kral olamadı ve bütün çıkarlarının elden gide­ceğini anlayınca müslümanlardan nefret etmeye ve onların aleyhine olacak her çirkin komploda münafıkça görev al­maya başladı. İfk olayına yol açan meseleyi Hz.Aişe (r.a)'nm kendi ağzından dinleyelim:

"Resulullah(s.a.v), bir sefere çıkacağı zaman kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onu birlikte götü­rürdü. Yine bu savaşta da kura bana çıkmıştı. Ben de örtün­me ayetinin inmesinden sonra gerçekleşen bu sefere pey­gamber (s.a.v)'le birlikte katıldım (H.5. yılda yapılan Beni Mustalik Gazvesi). Ben hevdecte (devenin üstündeki örtülü odacıkta) yolculuk ediyordum. Resulullah(s.a.v) savaşı biti­rince geri döndük. Geceleyin yolda Medine yakınlarında bir yerde konaklamıştık. Hareket emri geldiğinde hevdec-ten inerek rahatlamak için kampın dışına çıktım. Dönüp de konakladığımız yere yaklaştığımda gerdanlığımın bir yer­lerde düşmüş olduğunu farkettim. Aramak için geri dön­düm, fakat bu arada kervan hareket etmiş ve ben de arkala­rında yalnız kalmıştım. Hevdeci taşıyan dört kişi, boş oldu­ğunun farkına varmadan onu deveye yüklemişler ve benim içinde olduğumu zannederek yola koyulmuşlardı. O gün­lerde yiyecek kıtlığından dolayı zayıftım. Üstelik ben küçük yaşlarda bir kadındım. Onun için hevdecimi taşıyanlar için­de olmadığımdan şüphelenmemişler. Çarşafıma bürünüp geride kaldığım anlaşılır da gelir beni götürürler ümidiyle yere oturdum. Bu arada uyumuşum. Safvan b. Muattal es-Sülemi ordunun artçısı idi (Ordunun geride kalan eşyasını toplayıp sonra sahiplerine vermekle görevliydi). Uzaktay­ken uyuyan bir insan karartısı görmüştü. Yanıma gelince beni tanıdı. Çarşafımla yüzümü örttüm. Vallahi O,bana tek kelime bile söylemedi."İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Al­lah'tan geldik yine Allah'a döneceğiz)"ayetini okudu. Bundan başka hiçbir sözünü duymadım. Devesini çöktürdü ve kenarda durdu, ben de bindim. Deveyi yularından çekiyor­du. Nihayet mola verdikleri bir yerde orduya yetiştik. Hak­kımda bundan başka bir şey söyleyenler helak olmuşlardır. Günahın büyüğünü de Abdullah b. Ubey b. Selül üstlendi. Medine'ye varınca hastalandım ve bir aydan daha fazla ya­takta kaldım. İnsanlar iftira olayı ile ilgili kişilerin dediko­dusunu yapıyordu. İftira haberi şehirde yayılmış ve Resulullah(s.a.v)'in kulağına da ulaşmıştı. Benimse hiç bir şeyden habepifn yoktu. Resulullah'm eskiden olduğu gibi hastalığımla ilgilenmediğini görüyordum. Yanıma geldiğin­de selam veriyor ve hastalığınız nasıl diye soruyor, sonra da gidiyordu. Çnun bu hali beni şüphelendiriyordu. İyileşin­ceye kadar bir kötülük olduğunu sezmedim. Bir gün ben ve Mıstah'ın annesi Manasi denen yere doğru yola çıktık. Bu­rası tuvaletler yapılmadan önce ihtiyacımızı gidermek ama­cı ile tuvalet olarak kullandığımız bir yerdi. Ancak geceleri oraya gidebilirdik. Ben ve Ümmü Mıstah oraya doğru yol aldık. Bu kadın Ebu Ruhm b. Sahr b. Amirin kızı ve babam Ebubekir(r.a)'m teyzesidir. İhtiyacımızı giderip dönünce, Ümmü Mıstah'ın ayağı eteğine takılıp sendeledi. Bunun üzerine:

"Mıstah helak olsun" dedi. Ben de:

"Ne kötü söz söyledin. Bedir savaşına katılmış bir kişiye böyle söylenir mi? dedim. O da:

"Vay başıma gelenler, onun ne söylediğini duymadın mı?"dedi. Ben:

"Ne soylüyor?"diye sordum. Bunun üzerine hakkımda çıkarılan o asılsız dedikoduyu(ifk) dillerine dolayanların sözlerini bana anlattı. Bunun üzerine hastalığım bir kat daha arttı. Evime döndüğüm zaman Resulullah(s.a.v) de eve geldi ve:

"Hastalığınız nasıl?"diye sordu. Ben de:

"Bana izin ver, anne-babamm yanma gideyim" dedim. Ben bu haberi annemden iyice öğrenmek istiyordum. Baha izin verdi. Kalktım, anne-babamm yanına gittim. Anneme:

"Anneciğim, insanlar benim hakkımda neler konuşuyor-lar?"diye sordum. Annem:

"Kızım, bu konuda kendini fazla üzme. Allah'a and ol­sun ki, kocası tarafından sevilip de ortaklarının, hakkında dedikodu çıkarmadıkları güzel kadın çok azdır" dedi.

"Subhanallah, demek insanlar bunu bile söyleyebilmiş­ler" dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarım hiç dinmedi, gözüme uyku girmedi.

Vahiy gecikince Resulullah (s.a.v) eşinden ayrılmak için Ali b. Ebu Talib(r.a) ve Usame b. Zeyd (r.a)'ı çağırtmış. Usa-me(r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'in ailesinin temizliğini, onlar hakkında beslediği derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirmiş ve:

'Ta Resulullah, eşini bırakma, Allah'a andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" demiş. Ali b. Ebu Talip(r.a) ise:

"Ya Resulullah, Alİah seni sıkıntıya sokmaz. Aişe dışın­da birçok kadın vardır. Onun cariyesinden sor, o size doğ-ruyu söyler" demiş. Bunun üzerine Resulullah(s.a.v) Beri-re'yi çağırtmış ve:

"Ey Berire, Aişe'de seni kuşkulandıracak bir şey gördün mü? diye sormuş. Berire:

"Hayır, seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a ye­min ederim ki, onda ayıplayacağım bir davranışa rastlamadım. O evde hamur yoğururken uyuya kalan ve hamurunu koyunlara kaptıran genç bir kadıncağızdır." demiş.

Bunun üzerine Hz.Peygamber(s.a.v) kalktı, minbere çı­karak Abdullah b. Ubey b. SelüTden şikâyet ederek şöyle buyurdu:

"Eşim hakkında dedikodular çıkararak bana eziyet eden bu adamdan beni kim kurtaracak? Vallahi ben, eşim hak­kında iyilikten başka Bir şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri adamında sadece iyiliğini biliyorum. Bensiz evime girmiş değildir."     

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz(r.a) ayağa kalkarak:

"Ya Resulullah, vallahi seni ben ondan kurtaracağım. Eğer bu adam Evs kabilesinden ise boynunu vururuz. Eğer Hacrec'li kardeşlerimizden biri ise, ne emredersen, emrini yerine getiririz" dedi.                                

Bu söz üzerine Sa'd b. Ubade(r.a), ayağa kalktı. O Haz-rec'in büyüklerindendi. Salih bir insandı. Fakat kabilecilik duygusuna yenik düştü ve öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi.

"Allah'a andolsun ki, yalan söylüyorsun. Ne onu öldüre­bilirsin ne de buna gücün yeter."

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz(r.a)'m amcasının oğlu Usayd b. Hudayr kalktı ve Sa'd b. Ubade'ye:

"Allah'a andolsun ki, yalancı sensin. Onu mutlaka öldü­receğiz. Sen ise münafıksın ve bir münafığı savunuyorsun" dedi.                                                                         

Bu sözler üzerine Evs ve Hazrec arasında bir kavga çık­tı. Öyle ki birbirlerini öldürmeye bile teşebbüs ettiler. Resulullah(s.a.v), minberde devamlı onları yatıştırıyor ve susturmaya çalışıyordu. Nihayet sustular ve Resulullah(s.a.v)'de minberden indi. O gün hep ağladım.

Gözyaşlarım dinmiyor, bir an bile uyuyamıyordum. Anne ve babam da benimle sabahladılar. İki gece bir gün ağladım. Öyle ki ağlamaktan ciğerlerimin parçalandığını sandım. Anne ve babam yanımdayken ve ben ağlarken Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin istedi, izin verdiler. Yanıma gelip oturdu ve benimle beraber ağlamaya başladı. Biz bu durumda iken Resulullah(s.a.v) geldi, selam verip oturdu. Benim hakkımda çıkarılan dedikoduların yayıldığı günden beri yanımda hiç oturmamıştı. Bir ay beklemiş, ama hak­kımda kendisine vahiy inmemişti. Şehadet getirdi ve bana dedi ki:

"Senin hakkında şöyle şöyle sözler bana ulaştı. Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır. Fakat eğer bir günah işlemişsen Allah'tan af dile ve O'na tevbe et. Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tevbe eder­se, Allah onun tevbesini kabul eder."

Resulullah(s.a.v) sözlerini bitirince gözyaşlarını dindi. Babama:

"Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dedim. Babam da:

"Vallahi, Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bu sefer anneme:

"Benim yerime Resulullah'a cevap ver"dedim.

Annem de:

"Vallahi, Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" dedi. Ben o zaman henüz çok genç olduğum için Kur'an'dan çok ayet ezbere bilmezdim. Dedim ki:

"Allah'a andolsun ki, insanların hakkımda konuştuğu şeyleri siz de duymuşsunuzdur. Bu sözler içinizde yer etti ve onun doğruluğuna inandınız. Eğer ben size, suçsuzumdesem bana inanmayacaksınız. Fakat ben, Allah'ın işleme­diğimi bildiği bir günahı işlediğimi söylersem bana inana­caksınız. Vallahi sizinle kendim için Yusuf aleyhisselamın babasının (Hz.Yakub'un) şu sözünden uygun bir örnek bu­lamıyorum:

"Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır."(Yusuf:18)

Sonra yüzümü döndüm ve yatağıma uzandım. Vallahi ben, suçsuz pfduğumu biliyordum ve Allahu Teala'nın da suçsuzluğumu ilan edeceğine inanıyordum. Fakat ben,Al-lah'm hakkımda bir ayet indirerek beni temize çıkaracağını tahmin edememiştim. Durunıumun,Allah'm hakkımda bir ayet indirmesine değmeyecek kadar basit olduğunu zannedi­yordum. Fakat ben, Resulullah(s.a.v)'in Allalj tarafından suç­suz olduğumu gösteren bir rüya görmesini bekliyordum.

Henüz Resulullah (s.a.v) yerinden kalkmamıştı ve ai­lemden kimse dışarı çıkmamıştı ki, Allah u Teala Resulüne ayetler indirmeye başladı.Yüzü her vahiy zamanındaki gibi aydınlanmıştı. Sevinçliydi ve yüzü gülüyordu. Bana söyle­diği ilk söz:

"Ey Aişe, Allah'a hamdet! Kuşkusuz Allah seni temize çıkardı" demek oldu.

Annem de bana:

"Kızım kalk ve Resulullah (s.a.v)'e git (O'na teşekkür et)" dedi.Ben de:

"Allah'a andolsun ki, onun için kalkıp gitmem ve Al­lah'tan başka kimseye hamd etmem. Çünkü benim suçsuz­luğumu vahiyle bildiren O'dur" dedim.

Allah u Teala:

"O ağır iftirayı atanlar,sizin içinizden bir gruptur. Bu ola­yı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Aksine o sizin için bir iyiliktir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuz­larında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpı-lacaktır.(Nur:ll) diye başlayan on ayeti indirmişti.(Nur:1121)

Babam Ebubekir, önceden Mıstah'a akrabamız olması ve fakir oluşundan dolayı mali yardımda bulunurdu. Bu ayet­ler inince:

"Vallahi, Aişe'ye attığı iftiradan sonra Mıstah'a hiçbir za­man mali yardımda bulunmayacağım" dedi. Bunun üzeri­ne Allah u Teala şu ayeti indirdi:

"Sizden zengin ve cömert olup akrabalarına, yoksullara, muhacirlere ve Alİah yolundakilere yardım etmeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmez­den gelsinler. Yoksa Allah'ın sizi affetmesini istemiyor musu­nuz? Allah affedicidir, merhametlidir."(Nur-22) Bunun üzerine babam Ebubekir:

"Evet, ben, Allah'ın beni affetmesini isterim" dedi ve Mıstah'a yaptığı yardıma devam etti ve dedi ki:

"Vallahi bu yardımı hiçbir zaman kesmeyeceğim."[83]

İslam tarihine ifk hadisesi olarak geçen olayda İslam düşmanlarının iffet ve fazilet sahibi Hz. Aişe'ye çirkin bir if­tira atmaları, insanlara İffet ve hayayı emreden, onları ıslah etmeye çalışan, İslam davasının önderi Hz. Peygam-ber(s.a.v)'i karalamaya yönelik bir saldırıydı. Askeri ve eko­nomik tüm önlemlere rağmen İslam'ın devlet olmasına ve hızla yayılmasına engel olamayan kâfir güçler, tek çareyi müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta bulmuşlardı. İslam'a duyulan sempatiyi yok etmek ve peygambere olan güveni sarsmak için münafıklar öyle korkunç bir plan hazırlamışlardı ki, seçkin sahabeler bile bu iftiradan etkilen­mişlerdi. Bu plan, Medine'yi bir ay boyunca sarsacak ve ba­zı sahabelerin neredeyse helakine sebep olacak kadar usta­ca ve profesyonelce hazırlanmıştı. Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi değildi. Bu büyük iftirayı ortaya atan sadece Abdullah b. Ufrey b. Selül değildi. O sadece bu işten çıkar uman bir taşerondu. Bu sistematik ve planlı iftirayı or­ganize edenlfer örgütlenmiş yahudi ve münafık güçler olup o dönemin derin güçleriydi. İftiranın boyutu öylesine bü­yüktü ki, müslümanlar sarsılmıştı. Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v), minbere çıkarak iftirayı yayan Abdullah b. Ubey b. Selul'den şikâyet ederek şöyle buyurmuştu:

" Ey müslümanlar topluluğu, eziyeti ta aileme kadar uzanan bu adamdan beni kim kurtarır? Vallahi ben, eşim hakkında ha­yırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine bir adamı dillerine dolu-yorlar ki, onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. O adam ben olmadıkça ailemin yanına girmezdi."

Bunun üzerine Evs kabilesinden olan Sa'd b. Muaz(r.a) ayağa kalkarak, " O adamın boynunu vuracağını ve Resulullah'a yardım edeceğini" söylemiş, Hazrec kabilesin­den olan Sa'd b. Ubade(r.a) ise kabilecilik duygusu kabardı­ğından Sa'd b. Muaz'ı yalancılıkla suçlayıp bir münafığı sa­vunmuştu. Karşılıklı sözler üzerine Evs ve Hazrec kabilesi arasında kavga çıkmış ve birbirlerini öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Resurullah'm onları yatıştırması sonucu kardeş kanının dökülmesi son anda önlenebilmişti. Nihayet nazil olan ayetler, bu korkunç plana son vermişti. İfk olayı Hz.Ai-şe(r.a)'nın şahsında, Hz.Peygamber (s.a.v)'i ve İslam'ı hedef alan bir iftiraydı. Bu yüzden Allah u Teala bu asılsız sorunu çözümlemek, bu planlı komployu başarısız kılmak, İslama ve islam peygamberine karşı başlatılan psikolojik savaşa müdahale etmek için Hz. Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren ayetleri indiriyor, peygamberin ailesini aklıyor ve bu iftira­yı dillerine dolayan münafıkları deşifre ediyordu. Böylesine önemli bir konuda hem o günkü müslümanların hem de peygamber'den sonra gelecek olan müslümanların nasıl bir yol ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiği konusunda izle­yecekleri doğru yolu gösteriyordu. Allah u Teala iftira ko­nusunda müslümanları şiddetli bir şekilde uyarmış ve ifti­ra edenler için dünya ve ahirette acıklı bir azab olduğunu buyurmuştu.

İslam düşmanları cahiliye üzerine inşa edilmiş sömürü düzenlerini korumak ve devam ettirebilmek amacıyla İsla-mi hareketi bastırmak ve onu yok etmek için, her türlü sila­hı kullandılar ve her yola başvurdular. İftira olayı, Adem aleyhisselamdan günümüze kadar devam eden tevhid ve şirk, hak ve batıl mücadelesinde İslam karşıtı güçlerin de­vamlı olarak başvurup medet umdukları en büyük silahla­rıdır. İfk olayı ne ilk ne de son iftiralarıydı. Daha önce de Muhammed-ul Emin dedikleri Hz. Muhammed (s.a. v)'i ka­ralamak, kötülemek, halkın gözünde küçük düşürmek ve halkın peygamber hakkında kötü düşüncelere sahip olma­larım sağlamak için Hz. Peygambere bazen kâhin, bazen si­hirbaz, bazen mecnun ve bazen de şair diyerek çeşitli iftira ve ithamlarda bulundular. Mekke'li kâfirler Arabistan'ın çe­şitli yerlerindeki pazarlarda, panayırlarda özellikle de hac ve ticaret için Mekke'ye gelen yabancılara müslümanlar aleyhinde yalan, yanlış propagandalar yaparak İslam ve müslümanlar hakkında çeşitli şüphe ve vesveseler uyandır­maya, fitne ve fesat tohumları ekmeye çalışıyorlardı.

İbn-i İshak, Hakim ve Beyhaki'den nakledilen bir rivaye­te göre;"Kureyşliler büyük bir toplantı düzenlediler ve Hac zamanında Hz. Muhammed (s.a.v) aleyhine geniş çaplı bir iftira kampanyası başlatmaya karar verdiler. Bundan sonra Velid b. Muğire orada toplananlara dedi ki, "Eğer gelen ha­cılara her birirriiz ayrı ayrı şeyler söylersek, kimse bize inan­mayacaktır. Onun için Muhammed hakkında hepimiz aynı şeyi söyleyelim. Kimileri:"Muhammed'in bir kâhin olduğu­nu söyleyelim."dediler. Velid b. Muğire ise dedi ki:"Vallahi o kâhin değildir. Zira biz kâhinlerin nasıl olduğunu biliyo­ruz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir şey mırıldanırlar ve laf ebeliği yaparlar. Kur'an'ı Kerim'in bununla hiçbir alaka­sı yoktur." Bazıları:" Muhammed'in mecnun blduğunu söy­leyelim." dediler. Velid b. Muğire dedi ki:"Muhammed, mecnun da değildir. Biz delilerin nasıl olduğunu biliyoruz. Delilikte insanların ne kadar saçma sapan konuştuklarını biliyoruz. Muhammed'in söylediği kelamın bir delinin söz­leri olduğunu nasıl söyleyebiliriz?" Bazıları dediler ki:"O halde hacılara onun şair olduğunu söyleyelim." Velid b. Muğire dedi ki:"O şair de değildir. Biz şiirin bütün türlerini biliyoruz. Onun kelamı, şiirin bu türlerinden hiçbirine uy­muyor." Oradakiler dediler ki:"O zaman ona sihirbaz diye­lim." Velid b. Muğire dedi ki:"O sihirbaz da değildir. Çün­kü sihirbazları biz biliriz ve sihir için hangi yöntemlere baş­vurduklarını da biliriz. Bu unvan da Muhammed'e uymu­yor." Daha sonra Velid b. Muğire dedi ki:"Bu gibi uydurma­lardan hangisini yaparsanız yapın, herkes bunların haksız bir iftira olduğunu sanacaktır. Vallahi, onun kelamı çok cazibeli ve tesirlidir. Onun kökleri çok derin ve dalları meyve­lidir." Bunun üzerine Ebu Cehil, Velid b. Muğire'ye yüklenerek Muhammed ile ilgili mutlaka bir propaganda malze­mesi gerektiğini ısrarla söyledi. Bundan sonra Velid b. Muğire bir süre düşündü. Ve dedi ki:"Gerçeğe yakın bir şey söylemek gerekirse diyebiliriz ki, bu adam(Hz.Muham­med) bir büyücüdür. Biz Araplara deriz ki bu adam öyle bir kelam getirmiştir ki, bunun yüzünden baba oğlundan, kar­deş kardeşinden ve çocuklar büyüklerinden uzaklaşabili­yor." Velid'in bu teklifini herkes benimsedi ve bu iftira üze­rinde anlaştılar. Daha sonra, hazırlanan bu plana göre Hac için gelen hacıların arasına Kureyşli adamlar karıştı ve onlara:"Burada bir büyücü var, ondan uzak durun, zira o ara­mızı bozuyor ve ailelerimizi bölüyor."demeye başladılar."

O halde bizler de Hz. Muhammed'i önder olarak kabul eden İslam davasının fertleri olarak İslam'a, âlimlerimize ve şahsımıza karşı yapılacak her türlü iftiraya karşı daima ha­zırlıklı ve uyanık olmalıyız.

Günümüzde de İslam düşmanları, münafık kişileri kul­lanarak, televizyon, gazete ve dergilerinde İslami cemaatler ve karizmatik âlimler hakkında iftiralarda bulunarak, yalan ve çarpıtılmış bilgilerden oluşan yazılar yayınlayarak, müs-lümanlar arasında ihtilaflar çıkarıp, İslam'a olan sevgi ve güvenlerini sarsmaya çalışmaktadırlar. Böylece insanların içine şüpheler sokarak, Müslümanları zayıflatmak, parçala­mak ve yok etmek isterler. Aslında bu asılsız iftirayı kaleme alan yazarlar bir piyon olup bunları yönlendiren derin odaklardır

 

2- BÖLÜM

 

İftiranın Tedavisi

 

İslam çlüşmanlan ve münafıklar, salih insanlann zayıf yönlerini kollamakta, oyun ve hilelerini ona göre sinsice plan­lamaktadırlar. Bu fitnelerden korunmak için bir iftira karşısın­da asla zaafa düşmemeli, zanna dayalı hareket etmemeli ve kardeşimiz hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey düşün­memeliyiz.

Nitekim Alİah u Teala şöyle buyurmuştur:  Keşke o iftirayı işittiğiniz zaman erkek ve kadın müminler, kendi içlerinde hüsnü zanda bulunup:" Hayır, bu açık bir ifti­radır. " deselerdi."[84]

Bedir Savaşı'na katılmış bir sahabe, ifk hadisesinde duy­duğu iftirayı gereği gibi muhakeme etmemiş, konuyu vicda­nına götürmemiş, sadece konuşmuş ve iftiranın yayılmasına alet olmuştu. Hatta müşrikleri hicvetmek için söylediği şiir­lerle peygamberimiz^.a.v)'in iltifatına mazhar olmuş Hassan b. Sabit bile bu iftirayı diline dolamıştı. Medine'yi sarsan bu olayı tam bir ay boyunca konuştular. Oysa daha duyulur du­yulmaz itibar edilmemesi ve reddedilmesi gereken çok iğrenç bir yalandı. Çünkü iftiraya uğrayan kişi sıradan biri değildi.

İffet ve temizliğin sembolü, peygamberimiz (s.a.v)'in eşi ve "Allah'a andolsun ki, biz cabiüye döneminde bile böyle bir suçlamaya uğramadık. İslam'da mı bu suçlamayı kabullene­ceğiz?" diyen Hz.Ebubekir (r.a)'m kızı Hz.Aişe(r.a) idi. Pey­gamber (s.a.v), Hz. Ebubekir (r.a),Hz. Aişe(r.a) ve diğer müs-lümanlann bir ay boyunca çektikleri acıları, yaşadıkları sıkın­tıları ve ruh hallerini düşünün?

Bir iftirayı konuşup deşifre edeceğimize, ilahi emirlere gö­re hareket edip, vicdanımızın sesiyle muhakeme etmeliyiz. Nitekim aşağıdaki iki rivayet bazı müslümanların İfk olayını duyduklarında iftirayı gereği gibi muhakeme edip, konuyu kalplerine danışıp iftiraya ihtimal vermediklerini göstermek­tedir.

İmam Muhammed b. İshak'm rivayetine göre; Ebu Eyyüb'ün karısı Ümmü Eyyüb:

"Ya Ebu Eyyüb, İnsanların Aişe hakkında neler söyledikle­rini duydun mu?"der. Ebu Eyyüb:

"Evet, duydum, ama yalandır. Sen böyle bir şey yapar miydin Ey Ümmü Eyyüb?"der. Ümmü Eyyüb:

"Hayır, vallahi böyle bir şey yapmazdım" der. Bunun üze­rine Ebu Eyyüb:

"Oysa Allah'a andolsun ki, Aişe senden hayırlıdır" der.

İmam Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri "el-Keşşaf" adlı tefsirinde Ebu Eyyüb el-Ensarinin Ümmü Eyyüb'e şöyle dedi­ğini nakleder:

"Neler konuşuluyor görüyor musun? Ümmü Eyyüb:

"Şayet sen Safvan'ın yerinde olsaydın, Resulullah'ın ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydm?"diye sorar. Ebu Eyyüb:

"Hayır"der. Bunun üzerine Ümmü Eyyüb:

-Ben de Aişe'nin yerinde olsaydım Resulullah'a ihanet etmezdim. Oysa Aişe, benden, Safvan da senden hayırlıdır" der.

Bir müslüman, duyduğu bir iftira hakkında kesinlikle sü­kût etmeli, kardeşinin geçmişte yaptığı güzel davranışları ha­tırlamalı ve onun hakkında hüsnü zan besleyip Zeyneb binti Cahş ve Usame b. Zeyd (r.a) gibi:"Vallahi kardeşim hakkında hayırdan başka bir şey düşünemiyorum ve bu apaçık bir ifti­radır." demelidir.

Zira Allah u Teala şöyle buyurmaktadır:

" O iftirayı duyduğunuz zaman: v Bunu söylemek bize ge­rekmez, haşa bu büyük bir iftiradır, "demeliydiniz."[85]

Hz. Aişe der ki: ResuH Ekrem(s.a.v) benim durumum hakkında Zeynep Binti Cahş'a sormuş:

" Ey Zeyneb! Aişe hakkında ne biliyorsun ve görüşün ne­dir?" O da:

" Ya Resulullah, ben kulağımı ve gözümü işitip duymadı­ğım şeyden sakınırım. Vallahi Aişe hakkında bayırdan başka bir şey bilmiyorum, demiş. Hâlbuki Zeyneb, Resulullah'ın ha­nımları arasında benimle en çok rekabet edendi. Allah onu takvası sebebiyle iftiraya bulaşmaktan korudu. Hâlbuki Zey-neb'in kız kardeşi Hamne ise bu hususta onunla münakaşa et­miş ve iftira olayına karışarak helak olmuştu."[86]

Yine Hz. Aişe (r.a) der ki: Resulullah (s.a.v) vahiy gecikin­ce benim durumum hakkında Usame b. Zeyd (r.a)'e sormuş. Usame b. Zeyd (r.a) Resul-i Ekrem(s.a.v)'e:

" Ya Resulullah! O senin eşindir. Biz onun iyiliklerinden başka bir şey bilmeyiz" demiş.

Şu bir gerçektir ki bu günkü radyo, televizyon, gazete, der­gi gibi kitle iletişim araçları emperyalistlerin ve İslam karşıtı güçlerin tekelindedir. Onların haber kanallarından süzülerek bize ulaşan her habere, her konuya karşı, daima uyanık ve şüphe içinde olmamız ve kendi tenkit süzgecimizden geçirmemiz gerekir ki, onların tuzağına düşmeyelim. Onun için bir müslüman veya Müslümanlar hakkında kitle iletişim araçlarından bir haber duyduğumuzda buna itibar etmemeli ve bu haberi dikkate alıp insanlar arasında konuşmamalıyız. İslam düşmanlarının çirkin iftira ve ithamları karşısında so­ğukkanlı davranmalı, sabırlı olmalı ve tavrımızın ne olması gerektiği konusunda Kur'an ve sünnete müracaat etmeliyiz.

Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmaktadır:

* Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamberine ve siz­den o!an emir sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde ihtila­fa düşerseniz, hemen onu Allah'a ve Resulüne arz edin; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu, hem daha hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir."[87]

Aksi halde bu yalanlar karşısında acze düşüp, iftiraların yayılmasına alet olabilir ve büyük bir hataya düşebiliriz.

Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmuştur:

" Ey iman edenler, eğer fasıkın biri, size bir haber getirirse, onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz."[88]

İftira, insanı hem dünya hem de ahirette helake sürükle­mektedir. İftiranın doğurduğu kötü sonuçlarını ve ahiretteki korkunç azabını düşünün.

Bir rivayete göre;"Mirac gecesinde Hz. Peygamber (s.a.v) bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesildiğini gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, "Bunlar de­dikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne yaratıyorlar­dı."

Şeref ve vicdan sahibi bir insan, takva ve iffet sahibi bir kimsenin şerefine dil uzatmamak ve kendini bu şerefsizlikten uzak tutmalıdır.

 

İftiranın Tevbesi

 

Şüphesi^ iftira atmak, büyük günahlardandır. Çünkü her günah bir şarta bağlıyken iftira üç şarta bağlanmıştır.

Yapılan bühtan (iftira)dan tevbe etmek için;

1- Bühtanı kimin yanında yapmışsa onlara gidip şöyle di­yecek:

"Ben, filan kişiyi size şöyle anlatmıştım. Biliniz ki, o ki­şi hakkında söylediğim sözler yalandır. "

2- Kime iftira ettiyse, ona gidip şöyle diyecek:

" Sana iftira ettim. Hakkını helal et."

3- Bütün bunlardan sonra, Allah'tan bağış talebinde bu­lunup tevbe edecektir.

 

C- NEMIME (KOĞUCULUK)

 

1- BÖLÜM

 

Nemimenin Tanımı

 

Ara bozmak maksadıyla insanların sözlerini birbiri­ne taşımaktır. Koğuculuk demek, açıklanması hoş görülme­yen şeyi açıklamaktır. Koğuculuğun genel anlamı, bir sırrı açıklamak ve örtülü kalması istenen şeyin yüzünden perde­yi kaldırmaktır. Eğer koğuculuk yaptığı şey, o kişide bir ek­siklik ve kusur ise, o zaman koğuculuk yanında bir de gıy­bet etmiş olur. Koğuculuk (nemime) yapana "nemmam" adı verilir.

Bazen nemmam yerine kattat kullanılır. Kattat ile nem­mam ikisi de bir anlamda, söz gezdiren demektir. Fakat an­lam itibariyle aralarındaki fark şudur: Nemmam, beraber bulunduğu bir topluluğu dinler, sonra gider konuşulanı ha­ber verir. Kattat ise, onların haberi olmadan gizlice dinler, her şeyi öğrenir ve sonra da gider başkalarına haber verir.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Kişi konuşma yaparken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, dinleyenin yanında emanet olduğuna delalet eder. (ifşa etmesi haramdır.)"[89]

O halde bir kişinin söylenmesini istemediği veya müslü-manların gizlenmesini emrettiği şeyler bir sır olup kimseye açıklanmamalıdır. Nitekim Sabit'in rivayetine göre;

Enes (r.a) diyor ki:

"Resul-i Ekrem(s.a.v), Ben çocuklarla oynarken yanıma geldi ve bize selam verdi. Beni bir iş için yolladı. Bu yüzden annemin yanma geç geldim." Annem:

"Neden geç kaldın?" diye sordu. Ben:

"Resul-i Ekrem (s.a.v) beni bir işe yollamıştı." dedim. Annem:       

"O işi neydi?" diye sorunca ben de:

"O bir sırdır" dedim. Bunun üzerine annem:

"Resul-i fikreni (s.a.v)'in sırrını hiç kimseye söyleme." dedi.

Enes (r.a ) dedi ki:

"Ey Sabit! Eğer bu sırrı bir kimseye söyleyecek olsaydım muhakkak sana söylerdim."[90]

Bir kişinin sözlerini veya İslam'ın maslahatı ve müslü-manların güvenliği ile ilgili sırları deşifre etmek haram olup koğuculuktur. Ayrıca müslümanlarla ilgili bilgileri birileri­ne ulaştırmak da bir tür koğuculuktur.

Nitekim Hasan Basri şöyle buyurdu:

"Arkadaşının sırrını konuşmak hainliktir."

 

Koğucunun Duası Kabul Olunmaz

 

Kva'bu-l Ahbar'ın anlattığına göre: İsrail oğullarında kıtlık olmuştu. Musa (a.s) onları alıp üç defa yağmur duası­na çıktığı halde yağmur yağmadı. Bunun üzerine Musa (a.s):

"Ya Rabbi! Kulların üç defa yağmur duasına çıktı, onla­ra yağmur yağdırmadın. Dualarına icabet etmedin." diye niyazda bulundu. Allah u Teala:

''Aranızda devamlı koğuculuk yapan birisi varken du-amzı kabul etmem." buyurdu. Musa (a.s ):

"Ya Rabbi, o kimdir? Onu bize bildir ki aramızdan çıka­ralım." dedi.

Alİah u Teala şöyle buyurdu:

"Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken kendim koğuculuk yapar mıyım? Hepiniz birden tevbe ediniz."

Hep birden tevbe ettiler ve yağmur yağdı.

 

Koğucunun Kabirdeki Durumu

 

Katade, " Çoğunlukla kabir azabı gıybet, nemime ve idrardan korunmamak üzere üç şeydendir." der.

Ebu Hureyre (r.a) diyor ki:

" Resul-i Ekrem (s.a.v) ile beraber yürüyorduk. İki meza­ra uğradık, (mezar başında bir süre oturduk.) Resul-i Ekrem (s.a.v) kalktı, biz de onunla beraber kalktık. Resul-i Ekrem (s.a.v)'in rengi öyle değişti ki, gömleğinin kolu tir tir titri­yordu. Bu hali görünce ashab:

" Ya Resulullah, ne oluyor?" diye sordu. Resul-i Ek-rem(s.a.v):

" Benim duyduğumu duymuyor musunuz?" buyurdu. As­hab:

" Hayır duymuyoruz, nedir o duyduğunuz?" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):

* Bu kabirdekiler azab görüyorlar. Hem de kendilerince azab görmeleri büyük bir şey için değildir. Evet, günahları büyüktür. Fakat onlara göre korunması kolay olan iki günah­tan dolayı azab görüyorlar." buyurdu. Ashab:

" Nedir o günahlar?" diye sordular. Resul-i Ekrem(s.a.v):

" Bunlardan biri idrardan sakınmaz, iyice taharetlenmez-di. Diğeri de dili ile insanlara eziyet eder ve koğuculuk ya­pardı." buyurdu. Sonra iki yaş hurma dalı istedi. Bunları mezarların üstüne koydu. Bunun üzerine ashab:

" Ya Resulullah, niçin böyle yaptınız?" diye sordular. Re-sul-i Ekrem (s.a.v);

" ( Bu dal yaş kaldığı sürece ) azabları hafifler." buyurdu. Ashab:

" Ya Resulullah , acaba bunlar ne zamana kadar azab olurlar?" diye sordular. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" O gayb'dır; onu ancak Allah bilir. Gaflet edip dedikoduya dalmasaydınız siz de benim duyduklarımı duyardınız."[91]

 

2- BÖLÜM

 

Koğuculuk Büyük Bir Fitne Ve  Bozgunculuktur

 

Dinimizin üzerinde önemle durduğu sıfatlardan biri de laf getirip götürme huyudur. Bu rezil huy, fertler arasın­daki münasebetleri bozarak toplumun huzuruna tesir etti­ğinden ve içtimai bütünlüğü yaraladığı için^şiddetle yasak­lanmıştır.

Bazı günahlar sadece günahı işleyene zarar vermektedir. Bazı günahlar da vardır ki bütün toplumu etkilemekte ve top­lumun düzenini bozmaktadır. İşte gıybet ve koğuculuk gibi hastalıklar bu türdendir. Koğucunun yaptığı tahribatı şeytan bile yapamaz. Koğucunun fitnesi şeytanın fitnesinden daha tehlikeli ve korkunçtur. Çünkü şeytan insana gizli bir vesvese verir. Allah'ın adını zikreder bu vesveseden kurtulursun. Fa­kat koğucu öyle değil karşına çıkar seninle konuşur ve konuş­tuklarına birtakım ilaveler de yaparak gidip onları anlatır. Ko­ğucunun şerri o kadar büyüktür ki bazen insanların birbirle­rini öldürmelerine bile yol açmaktadır.

Hammad b. Seleme'den şöyle anlatıldı:

Adamın biri, köle almaya gider. Bir kölenin fiyatını çok ucuz bulur. Sebebini sorar. Sahibi der ki:

" Bu köle koğucudur, onun için ucuzdur." Alan kimse, bu ayıbı Önemsemez, köleyi alır, eve gelir. Köle yeni efendi­sinin yanında bir süre kaldıktan sonra, adamın hanımına gi­der; şöyle der:

" Sen kocana bu kadar hizmet ediyorsun, ama kocan se­ni sevmiyor. Seni bırakıp başkası ile evlenmek istiyor. Seni sevmesini, üzerine titremesini ister misin?" Kadın:

" Elbette isterim" der. Köle:

" Ben büyücüyüm. Kocan uyuduğu zaman bir ustura al. Sakalının alt kısmından bir kaç kıl kes, bana getir büyü ya­payım, seni sevsin." der. Zavallı kadın buna inanır. Köle he­men kadının kocasına gider; şöyle der:

" Efendim, karın seni aldatıyor. Seni öldürüp başkasına gidecek; istersen uyur gibi yap; bunu gözünle gör."

Adam uyur gibi yapar. Köle koşar, kadına haber verir. Kadın birkaç tane kıl almak için ustura ile adama doğru yaklaşınca, adam gerçekten karısının kendisini öldürmek istediğini zannederek hemen kalkıp usturayı elinden alarak kadının boğazım keser. Köle hemen kalkar kadının akraba­larına haber verir. Onlar da gelip kadının kocasını öldürür­ler. Bu sefer köle koşar erkeğin yakınlarına haber verir... Böylece bir aile ve iki kabileyi mahveder.

 

Nemmam Cennete Giremez

 

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

“Sizin eri şerlilerinizi size haber vereyim mi?" Ashabı Kiram:

" Evet, ya Resulullah" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöy­le buyurdu:

" Onlar ki koğuculuk yaparlar, dostların arasını bozarlar, tertemiz insanlarda ayıplar arar ve yakıştırmalar yaparlar."[92]

Nuh aleyhisselamm karısı, Nuh'un mecnun olduğunu yayıyordu. Lut aleyhisselamm karısı da, gelen misafirleri kavmine haber veriyordu. Bu çirkin hareketlerinden dolayı Allah u Teala da elim azabı ile onları helak etti.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdu:

" Koğuculuk yapan cennete giremez"[93]

Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

"Kattat kimse cennete giremez."[94]

Başka bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle bu­yurdu:

" Allahu Teala, cenneti yarattıktan sonra, ona konuş em­rini verdi.

Cennet şöyle konuştu: * Bana gelen, saadeti bulur." Bunun üzerine Allahu Teala, şöyle buyurdu: " İzzet ve celalime yemin ederim ki, şu sekiz kişi, sende mekan tutamayacaktır:

1- İçkiye devam eden

2- Zina yapmaya devam eden

3- Koğuculuk eden,

4- Deyyus olan,

5- İş başına geçip, halka zulümle ağalık yapan,

6- Kadına yapılan cinsi fiilden kendine de yapılan erkek ya da kendini karıya benzeten erkek,

7- Sılay-ı rahmi kesen

8- Şunu şunu yapacağını Alİah adına and içerek söyleyip vaad eden ve bu vaadini yerine getirmeyen."[95]

Diğer bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyur­du:

" Kim ki, haksız yere bir sözü, bir müslümanı lekelendir­mek için yayarsa, Allahu Teala onu kıyamet gününde ateşle lekelendirir."[96]

Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:

" Söz taşımak ve kin cehennemdir. Aynı zamanda bunların ikisi de bir müslümanda bulunmaz."[97]

 

Nemimenin Tedavisi

 

Nemimenin tedavi yollan, gıybetin tedavisinde anlatı­lan çarelerdir: Koğucu, sana gelse, "falan kimse sana şöyle şöyle yaptı; şöyle şöyle dedi" derse, bu durumda sana altı şey yapmak düşer:   

1- Onun sözüne inanmamalısın. Çünkü koğucu, ittifakla fasıktır ve şahitliği makbul sayılmaz. Nitekim Allah u Teala şöyle buyurdu:" Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir ha­ber getirirse onu inceleyin. Yoksa bilmeyerek bir kavme fena­lık edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."[98] Yani bir fasık size bir haber getirirse, durumunu inceleyin. Acele etmeyin, yanlışlıkla bir kavme sataşmayasınız.

2- Koğucuyu çirkin olan o işinden vazgeçirmeli ve nasihat etmelisin. Çünkü bir münkeri engellemek vaciptir. Nemime ise münkerlerin büyüklerindendir. Nitekim Allah u Teala şöy­le buyurdu:" Sizler, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet­siniz. İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.[99]

3- Tevbe etmediği takdirde koğucuya Allah için buğzetme-lisin. Çünkü o kimse, asidir. Asiye buğzetmek ise vaciptir.

4- Aleyhinde konuştuğu için senin yanında bulunmayan durumunu bilmediğin kimseye kötü zan beslememelisin.

Çünkü müslüman bir kimseye kötü zan beslemek haramdır.

Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

" Zannın çoğundan sakınınız, muhakkak zannın bir kısmı günahtır."[100]

5- Koğucunun o sözünü araştırma cihetine gidip casusluk etmemelisin. Onun sözü, doğru mu, değil mi? Bu yolda bir araştırma yapmamalısın.

Çünkü, Allahu Teala buyurdu ki:

"Sakın tecessüs etmeyiniz"

Yani, kardeşinizin gizli yanını araştırmayınız.

6- Koğucuyu menettiğin nemmamlığı kendin yapmamalı­sın. Yani sen de, sana getirdiği bir haberi başkasına anlatmak­la, aynı duruma düşmemelisin. Böyle yapmak da, koğuculuk-tur.

Seleften birisi bir arkadaşını ziyarete gider. Sohbet esnasın­da bir dostu hakkında dedikodu yapar ve onu çekiştirir. Bu­nun üzerine ziyaret olunan zatın canı sıkılır ve şöyle der:

Bu ziyaretinle bana yük oldun. Bana üç eziyet getirdin:

1- Sevdiğim kardeşime beni düşman ettin.

2- Huzurumu kaçırdın ve kalbimi bu işlerle meşgul ettin.

3- Seni, emin, güvenilir bir insan biliyordum. Onu da sarstın.

Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:

" Benim katımda en sevimliniz, ahlakça en güzel olan ve çevresi ndekilerle en güzel geçinenİzdir ki, onlar herkesi sever ve herkes te onları sever. Benim katımda en sevimsizleriniz ise koğuculuk yapan, dostların arasını açan ve temiz kimselerde kusur arayanlardır."[101]

Rivayet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz'e bir adam gelerek: "Senin hakkında falan kimse şöyle dedi" der. Bunun üze­rine Ömer b. Abdulaziz şöyle dedi:

"İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan şu ayetin hükmü altına girersin; "Eğer bir fasık, size bir haber ge­tirirse inceleyin."[102] Eğer duyduğun doğru çıkarsa, şu ayetin hükmü altına girersin. "Halkla çok alay eder ve haber gezdir­mek suretiyle çokça koğuculuk yapar.[103]

Her iki halde de mesulsün. Eğer istersen, tetkik etmeden seni affedelim de bu iş böyle kalsın!"

Adam şöyle dedi:

"Beni affet, ya emir el müzminin' Bir daha böyle bir şey yapmayacağım"'

Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tasdik et­memek, aleyhinde konuştuğu söylenen kimseye karşı kötü zanda bulunmamak, söyleneni araştırmaya kalkmamak, laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemek, eğer vazgeçmezse ona öfkelenmek ve nemmamın söylediğini yaymaya kalkışmamaktır. Aksi takdirde kendisi de nemmam olur.

Hasan Basri diyor ki:

"Bir başkasının sözünü sana ulaştıran; senin sözünü de bir başkasına ulaştırır. Yani koğucu yüz verilecek insan değildir. Ona hiçbir surette güvenilmez. Ona nasıl nefret duyulmasın ki, yalandan, gıybetten, iftiradan, hainlikten, karıştırmaktan, çekememezlikten, hile ile insanların arasını bozmaktan hiçbir vakit kurtulamaz. Koğucu, Allah u Teala'nm birleştirmek iste­diğini ayırmak için uğraşan ve yeryüzünde bozgunculuk ya­pan kimsedir. Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmuştur:

"Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere

tecavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte can yakıcı azab bunlaradır."[104]

Eğer kardeşiniz hakkındaki hüsnü zannımızm su-i zanna, sevgimizin nefrete ve dostluğumuzun düşmanlığa dönüşmesini istemiyorsak koğucuyu konuşturmamalıyız.

İbni Mesud (r.a) anlatıyor: Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:" Bana kimse ashabımın birinden ( canımı sıkacak ) bir şey getirmesin. Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum."[105] Hadiste Resul-i Ekrem(s.a.v), Ashabından herhangi biri hakkında hoşuna gitmeyecek bir söz, bir davranış veya kötü bir sıfatın kendisine ulaştırılması­nı, ashabı hakkındaki hüsnü zannını rencide edecek bir şikâ­yetin olmamasını talep etmektedir.

Lokman Hekim oğluna dedi ki:

" Senin arkadaşların o kimseler olsun ki, sen onlardan on­lar da senden ayrıldıkları zaman, ne sen onlann aleyhine, ne de onlar senin aleyhinde konuşsunlar."

Dilimin ve nefs-i emmarenin şerrinden Allah u Tealaya sı­ğınırım.

Velhamdu lillahi rabbil alemin.

 


 

[1] Ahmed

[2] Buharı ve Müslim

[3] Buhari

[4] Tirmizi

[5] Tirmizi

[6] İbn-i Ebi Dünya

[7] Taberani

[8] İbn-i Ebi dünya

[9] İbn-i Mace

[10] Tirmizi

[11] Tirmizi

[12] Heraiti

[13] Müslim, 4/2001 ; Tirmizi, 4/239

[14] Tirmizi, Ebu Davud

[15] Tirmizi, Ebu Davud

[16] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/506

[17] İbn-i Ebi Dünya

[18] Taberani

[19] Hücurat:12

[20] Et-Tergib ve't-Terhib,3/506

[21] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/505

[22] Hücurat:12

[23] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/506, Taberani

[24] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/504, Beyhaki

[25] Müslim, 2/889

[26] Buhari ve Müslim

[27] Ebu Davud, Tirmizi

[28] İbn-i Eb-i Dünya

[29] Ebu Davud

[30] Taberani

[31] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/509, İbn-i Hibban

[32] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/518, Isbahani

[33] Kırk Hadis Şerhi

[34] Kırk Hadis Şerhi

[35] Tirmizi, 4/327

[36] Müslim

[37] Beyhaki

[38] Hücurat:12

[39] Taberani

[40] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/239

[41] Hucurat:12

[42] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/511, Ahmed

[43] Ebu Davud, 4/271

[44] El-Mihaccet El-Beyza, c.5, $.251

[45] Tirmizi

[46] Kırk Hadis Şerhi

[47] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/513, İbn-i Cerir

[48] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/510, Beyhaki

[49] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Taberani

[50] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/508, Taberani

[51] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/510, Ahmed

[52] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/500, İbn-i Hibban

[53] Ahmed

[54] Hücura

[55] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/515, Isbahani

[56] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Ebu DAvud

[57] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/507, Ahmed, Beyhaki

[58] Cami ej- Ahbar, s.171

[59] Kırk hadis şerhi

[60] EI-Mi^a'ccet El-Beyza, c.5, s.264

[61] İfham (he ile)anlatmak; ifham (ha ile) ikna ile iskât etmek

[62] Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" Hucurât Sûresi, 49:12

[63] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/503, Taberani

[64] Nebeil8

[65] Beyhaki, Nesai, ibn-i Ebi Dünya

[66] İbn-i Mace

[67] İbn-i Ebi Dünya

[68] Bezzar

[69] İbn-i Mace, 2/850

[70] Tirmizi, 4/378

[71] Tirmizi, 4/378

[72] Heraiti

[73] Buhari ve Müslim

[74] Mümin:l-2

[75] Buhari ve Müslim

[76] Buhari ve Müslim

[77] İbn-i Ebi Dünya, Kırk Hadis Şerhi

[78] Buhari ve Müslim

[79] Müslim ve Tirmizi

[80] Peygamler Tarihi, Mustafa Asım Koksal

[81] Et-Tergib ve't-Terhib,3/515,Taberani

[82] Müslim,4/1997

[83] Buhari ve Müslim

[84] Nur:12

[85] Nur:16

[86] Buhari ve Müslim

[87] Nisa:59

[88] Hücurat:6

[89] İbn-i Ebi Dünya

[90] Buhari ve Müslim

[91] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/497, Taberani

[92] Ahmed

[93] Buhari ve Müslim

[94] Buhari ve Müslim

[95] Nesai, Ahmed

[96] İbn-i Ebi Dünya

[97] Et-Tergib ve't-Terhib, 3/498, Taberani

[98] Hücurat:6

[99] Al-iİmran:llü

[100] Hücurat:12

[101] Taberani, Bezzar

[102] Hücurat:6

[103] Kalem:ll

[104] Şura:42

[105] Tirmizi, Ebu Davud