GIYBET.
3
Önsöz.
3
Giriş.
3
Dilin Afetleri
3
A- GIYBET.
5
1. BÖLÜM..
5
Gıybetin Tanimi
5
Gıybet Çeşitleri
5
2- BÖLÜM..
7
Gıybetin Haram Oluşu.
7
1- Küfür Olan Gıybet
8
2- Nifak Olan Gıybet
8
3- Masiyet Olan Gıybet
8
4- Mubah Olan Gıybet
8
3- BÖLÜM..
8
Gıybet Sadece Dil İle Yapılmaz.
8
Gıybete Karşı Ne Yapmalı ?.
9
Kalp İle Yapılan Gıybet
10
4- BÖLÜM..
12
Gıybet Edenin Dünyadaki Durumu.
12
Gıybet Edenin Kabirdeki Durumu.
13
Gıybet Edenin Cehennemdeki Durumu.
13
5- BÖLÜM..
14
Gıybete Teşvik Edici Sebepler
14
Birinci Sebep:
14
İkinci Sebep:
14
Üçüncü Sebep:
14
Dördüncü Sebep:
14
Beşinci Sebep:
14
Altıncı Sebep:
15
Yedinci Sebep:
15
Sekizinci Sebep:,
15
1- Sebep:
15
2- Sebep:
15
3- Sebep:
15
Gıybetin Toplumsal Zararları
16
Gıybet İyilikleri Yok Eder
16
6- BÖLÜM..
17
Risale-i Nur'dan...
17
Hatime (Gıybet Hakkındadır)
18
7- BÖLÜM..
19
Gıybet Hastalığının Tedavisi
19
Gıybetin Ameli Tedavisi
22
Caiz Olan Durumlarda Bile Gıybetten Kaçınılmalı
22
Gıybetin Tevbesi Ve Kefareti
24
B- BÜHTAN (İFTİRA)
25
1- BÖLÜM..
25
Bühtanın Tanımı
25
İftira Edenin Durumu.
25
İftiranın Toplumsal Zararları
26
2- BÖLÜM..
29
İftiranın Tedavisi
29
İftiranın Tevbesi
30
C- NEMIME (KOĞUCULUK)
31
1- BÖLÜM..
31
Nemimenin Tanımı
31
Koğucunun Duası Kabul Olunmaz.
31
Koğucunun Kabirdeki Durumu.
31
2- BÖLÜM..
32
Koğuculuk Büyük Bir Fitne Ve Bozgunculuktur
32
Nemmam Cennete Giremez.
32
Nemimenin Tedavisi
33
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a, salat ve
selam Sevgili Peygamberimize, âline, ashabına, ve onlara tabi olanlara
olsun.
Peygamberlerin hedeflerinden biri, belki de en
önemlisi insanların nefislerini çirkin ahlaktan, kötülükten ve hayvani
sıfatlardan temizleyip arındırmak, ahlâki fazilet ve değerleri
güçlendirmek, ruhen ve manen kemale ermelerini sağlamaktır. Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur" Ben güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim."
Müslümanlar olarak kendimizi bedenen ve fikren
geliştirmekte, fakat ruhen ve ahlaken gelişim için ciddi bir çaba
göstermemekteyiz. Bu nedenle ailemizle, anne-babamızla, akrabalarımızla,
arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizde ve ticari hayatımızdaki söz ve
davranışlarımızda kırıcı ve incitici olabilmekte, bir müslümana yakışmayan
sözler sarf edebilmekte ve kötü davranışlar sergileyebilmekteyiz. Bu-hari ve
Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ki m Allah'a ve
ahiret gününe iman etmiş ise ya hayırlı söz söylesin veya sükût etsin/'
Bu tavsiyeye rağmen ne dünya ne de ahiretimize
faydası olmayan, fitne ve fesada yol açan, gıybet, iftira, koğuculuk gibi
zararlı konuşmalar yaparak kardeşimizi küçük düsürmekte, şerefine leke
sürmekte, hasenatımızı yok etmekte ve vaktimizi boşa harcamaktayız.
Allah'a yakınlaşmanın ve kemale ermenin en
önemli adımı ruhsal alanda bir inkılâp gerçekleştirmek ve nefsi terbiye
etmektir. Zira Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmakta-dır:"İyi bilin ki, vücut
içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur,
o bozuk olursa bütün vücut bozulur. İşte o et parçası kalbdir."
Onun içindir ki, Hasan Basri, İmam Gazali, Abdulkadir-i Geylani gibi büyük
âlimlerimiz, vaizlerimiz, mürşidlerimiz kalbi ve nefsi hastalıkları ıslah
etmek amacıyla güzel ahlakı, nefis terbiyesini, ihlası, takvayı içeren
ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. Asırlar boyunca vaizler ve mürşidler
bu eserlerin irfan okyanusundan yararlanarak müslümanlara dersler
vermişler; müslümanların kemale erebilmeleri ve ruhsal dünyalarında
inkılaplar gerçekleştirebilmeleri için çaba sarfetmişlerdir.
Bir müslümanın nebevi yolda yürüyebilmesi,
sabrı kuşa-nabilmesi ve dilini kontrol edebilmesi için nefis terbiyesi ile
ilgili bu tür kitaplardan faydalanması gerekir. Bugün müslümanların bu tür
eserlere büyük bir ihtiyacı vardır. Söz ve davranışlarımızla örnek
olabilmemiz için ruhi arınmaya önem vermemiz gerekir. Ancak okuma kültürü
gelişmemiş bir toplum olarak İhyau Ulumiddin gibi ^binlerce sayfalık
eserleri okumaktan aciz olduğumuzdan nefsimizi terbiye edememekte ve bir
müslümana yakışmayan gıybet, dedikodu, koğuculuk gibi tehlikeli
hastalıklardan kurtulamamak-tayız. Toplumun her tabakasının sıkılmadan ve
anlayarak okuması için gıybet, bühtan ve koğuculuk konuları gereksiz
cümlelerden arındırılarak, akıcı ve sade bir dille yazılmış olup küçük bir
kitapçık haline getirilmiştir.
Bu kitapçıkta neyin gıybet, bühtan ve nemime
olduğu, bu kebair günahların dünya ve ahiretteki fesadı, toplumsal
zararları, bu günahlara bulaşmamamız için neler yapmamız gerektiği veya
eğer bulaşmışsak nasıl te*be edip geri dönebileceğimiz ve bunların
sonuçları anlatılmaktadır.
Ruhi arınma ile ilgili bu konuları kaleme
almamın sebebi iman ve ahlâkı fesada uğratan, müslümam dünya ve ahi-rette
rezil rüsva eden, Müslümanlar arasında kin, öfke ve düşmanlığa yol. açan,
sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarını kopararak Müslümanları güçsüz duruma
düşüren ve dinin te-r ellerini sarsan bu amansız hastalıkların tedavilerine
yardımcı olmak, Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmanın
güçlenmesine katkıda bulunmaktır.
İrşad okyanusundan bir damla alıp
kardeşlerimin içmesi ve hayırlara vesile olması dileğiyle...
Batman/2004 Mehmet ENSARİ
Dil, insana verilmiş büyük ilahi nimetlerden
biridir. Çünkü insan, Allah'a yakınlaşmak için yaptığı zikrin büyük bir
kısmını dil ile gerçekleştirmekte ve iletişimini dil vasıtasıyla
sağlamaktadır. Allah u Teala her türlü ihtiyacını gidermesi için insana
konuşma gücü vermiştir. İnsan gereği kadar konuştuğu yani ya Allah'ı
zikretmek, ya emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anü münker yapmak, ya da zaruri
olan meramını anlatmak için konuştuğu takdirde bu büyük ilahi nimetten doğru
bir şekilde faydalanmış olur. Ancak faydasız ve gereksiz şeyler konuşursa bu
büyük ilahi nimete karşılık küfran-ı nimet etmiş olur. Çokça şakalaşmak,
boş şeyler konuşmak ve beyhude sözlere kulak asmak kalbi öldürür.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın zikri dışında aşırı derecede fazla konuşmaktan
sakınınız. Zira çok konuşmak Allah'ın zikri dışında kalbin katılaşmasına
sebep olur ve Allah'tan en uzak olan kimse ise kalbi katılaşmış olandır.”
Sahabeden bazısı şöyle dedi:" Kalbinde kasvet,
bedeninde bir zayıflık, rızkında bir darlık görürsen, bil ki, üstüne
düşmeyen, dünya ve ahiretine yaramayan şeylerden söz etmişsindir."
İnsan, gereğinden fazla konuşmamalı, faydasız
ve lüzumsuz sözlerden, hatta çirkin ve Allah'ın zikri dışındaki sözlerden
kaçınmalıdır. Zira Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:" Kişinin
İslami güzelliklerinden biri de (manasız, faydasız) ve kendisini
ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesidir.”
Bir rivayete göre şöyle anlatıldı:
Lokman Hekim, Habeşli bir köle idi. Bir gün
efendisi ona şöyle dedi:
"Evlat, bize şu koyunu kes, en güzel yerinden
iki parça et getir.
Lokman Hekim, koyunun dilini ve kalbini
getirdi. Bir başka sefer, yine efendisi ona şöyle dedi: " Bize şu koyunu
kes, en kötü yerinden iki parça et getir." Lokman Hekim, yine koyunun dilini
ve kalbini getirdi. Efendisi, bunun manasını sordu, o da şöyle açıkladı: "Bu
cesette, o iki parça etten daha güzeli yoktur, eğer iyilik yolunda olursa.
Yine bu cesette, o iki parça etten daha kötüsü yoktur, eğer kötülük yolunda
olursa."
Nasıl ki deprem gibi doğal afetler, binalan
yerle bir edip büyük felaketlere yol açıyorsa, dil nimeti de şer yolunda
kullanıldığı zaman ümmetin birliğini bozacak kadar büyük bir afete dönüşür.
Eğer onu terbiye ederek ehilleştirir ve dizginlerini ele alırsak ondan hayır
yolunda faydalanabiliriz. Eğer ehilleştiremez de onu kendi haline
bırakırsak, kısa bir süre zarfında öyle bir hal alır ki, kiminle konuşursa
gıybet konuşur, karıştığı her topluluğa fitne ve fesat tohumlan eker, iman
ve kardeşlik bağlarını koparır. Hem sahibinin hem de toplumun kalbinde
telafisi mümkün olmayan derin yaralar açar. Dilin şerrinden ancak hayır
konuşan veya sükût edenler kurtulur.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Susan kurtulmuştur."
Hz. İsa (a.s)'a dediler ki: "Bize öyle bir
ameli tavsiye et ki, onunla cennete girelim!
Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu:
* Hiç konuşmayınız." Dediler ki:
" Buna gücümüz yetmez!" Hz. İsa (a.s) şöyle
buyurdu:
* O halde sadece hayırlı söz konuşunuz!"
İnsanın dilini koruyabilmesi için çok
konuşmaktan kaçınması, ölçülü konuşması, Allah'ın rızasını kazandıran ve
ahiret gününde kendisine fayda veren şeyleri konuşması gerekir. Eğer bunu
yapamıyorsa sükût etmelidir ki selamet bulsun. Çünkü selamet sükûttadır.
Şeytan, ancak sükûtla mağlup edilir.
Nitekim biri Resulullah (s.a.v)'e geldi ve
şöyle dedi:
" Ya Resulullah, bana bir tavsiyede bulun."
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
* Hayır söz hariç; dilini koru. Eğer böyle
yaparsan, şeytanı mağlup edersin."
Onun için bir müslüman dilini korumalıdır.
Çünkü dili korumak, şeytana karşı korunmaktır. Ayrıca Allah u Teala, dilini
koruyan kimsenin ayıplarını kapatır. Yine Resul-i Ek-rem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:" Dilini koruyan bir kimsenin avretini Alİah u Teala örter."
Amr b. Dinar anlatıyor: Bir kişi,
Resulullah'ın yanında fazla konuştu. Resulullah(s.a.v) kendisine:
" Senin dilinin önünde kaç perde vardır?" diye
sordu. O kişi cevaben şöyle dedi:
* Dişlerim ve dudaklarım vardır."
Bunun üzerine Resulullah(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Acaba senin için bu perdelerde konuşmanı
engelleyecek bir kuvvet yok mudur?"
Allah, ahiret gününde her insanı
konuşmalarından dolayı hesaba çekecek, zamanını ve enerjisini nerede
tükettiğini bir bir soracaktır.
Nitekim bir rivayete göre:
Muaz b:Cebel (r.a) Yemen'e gönderildiği zaman,
Resulullah'tan nasihat istedi.
Resulullah (s.a.v) dilini işaret etti ve şöyle
buyurdu:
* Sana şu dile sahip olmanı tavsiye ederim."
Muaz b. Cebel (r.a) dedi ki:
"Ya Resulullah! Biz söylediklerimizden sorumlu
muyuz?"
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
" Ey Cebel'in oğlu! İnsanları ateşe yüz üstü
sürükleyen, dillerinin kazancından başka ne olabilir?"
Kur'an'a göre şekillenmeyen toplumlarda tevhid
yerine şirk, iman yerine küfür, adalet yerine zulüm hâkim olur. Böyle
toplumlarda ins ve cin şeytanlar, iman ehlini fitneye düşürmek için teyakkuz
halinde beklemektedirler. Nebevi yolda yürüyen fertlerin şeytandan
korunabilmesi için, gıybet, dedikodu, nemime gibi büyük günahlardan dilini
muhafaza etmesi gerekir. Zira iç dünyasında bir inkılâp
gerçekleştiremeyen; dış dünyasında bir inkılâp gerçekleştiremez ve İslami
davanın bir neferi olamaz. İç ve dış dünyamızda bir inkılap
gerçekleştirebilmemiz için en büyük düşmanımız olan nefs-i emmare ile çok
yönlü bir savaşa girerek onu yenmemiz gerekir. Nefisle cihad etmek o kadar
önemli ve hayati bir savaştır ki Resul-i Ekrem(s.a.v) onu Cihad-ı ekber
olarak tarif etmiştir. Çünkü söz ve amellerimizin, ahiretteki akibetimizin
nasıl olacağı nefsin durumuna bağlıdır. Eğer nefsin dizginlerini elimize
alabilirsek o zaman dilin afetlerinden korunabilir ve ruhen kemale
erebiliriz. Aksi halde çirkin ahlak ve kötü amellere yönelmemiz
kaçınılmazdır. Onun içindir ki Resul-i Ekrem(s.a.v) nefis ile cihad etmeyi
bize emrederek şöyle buyurmuştur: "Kişinin asıl düşmanı nefsidir." "Gerçek
mücahit, nefsiyle cihad edendir."
Buna göre bir müslüman her şeyden önce kendisini ıslah etmeli ki, başkasını
ıslah edebilsin. Şeytanı ve nefs-i emmare-yi yenebilmenin ilk adımı dili
gıybetten korumaktır. Çünkü konuşması düzgün olanın diğer amelleri de düzgün
olur.
Resul-i Ekrem(s.a.v), bir rivayette şöyle
buyurdu: "Ademoğlu sabahladığı vakit tüm azalar hep birlikte dil için
yalvarırlar. Dile hitaben şöyle derler:
"Bizim hakkımızda Allah'tan kork! Eğer sen,
doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen, bozulur eğri yola saparsan,
haktan ayrılırız."
Diğer bir rivayette Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuş-tur:"Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olamaz. Dili doğru
olmadıkça kalbi de doğru olamaz."
İnsan, ilahi nimeti zayi etmemek için dünyevi
meseleler hakkında gereğinden fazla konuşmayıp onun yerine dilini Allah'ı
zikirle, duayla, istiğfarla, ilmi ve faydalı sosyal ve kültürel meselelerle
meşgul etmelidir.
Nitekim Resul-İ Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu: "
Allah u Teala her konuşanın dilinin yanındadır. Binaenaleyh ne söylediğini
bilen kişi Allah'tan korksun."
Resulullah(s.a.v), ashabına sordu:
" Gıybet nedir bitir misiniz?" Ashab:
" Allah ve Resulü daha iyi bilir," dediler.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
" Kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anarsan,
gıybetini etmiş olursun."
Sahabeden biri:
" Ya Resulullah! Şayet dediğim şey kardeşimde
varsa ne olur?" diye sorunca.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Eğer dediğin şey kardeşinde varsa, onun
gıybetini etmiş olursun; söylediğin şey onda yoksa ona iftira etmiş
olursun."
Rivayetlere ve imamların tanımına göre;
gıybet, kişinin yüzüne karşı söylenmesinden hoşlanmayacağı bir ayıbını,
kusurunu veya eksikliğini gıyabında veya huzurunda söylemektir. Müslümanm
hoşlanmadığı bu kusuru, ister bedeninde, ister ahlakında, ister asaletinde,
ister dünya işlerinde, ister dini işlerinde, ister elbisesinde olsun...
hiçbir fark yoktur. Bütün bu hususlarla ilgili kişinin duyduğu vakit
hoşlanmayacağı sözleri arkasından veya yüzüne karşı söylemek gıybettir.
Gıybet değişik şekillerde gerçekleşebilir:
a-
İnsanın Bedeni İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkında kördür,
topaldır, keldir, şaşıdır, kısa boyludur, uzun boyludur ve çirkindir gibi
kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı kusurlannı söylemek gıybettir. Mesela,
iki kişi evlendiklerinde damat tarafı; damat güzeldir, gelin çok çirkindir
veya gelin tarafı; damat kısa boyludur veya geline layık değildir gibi
sözler sarf etmektedirler. Bu tür sözler gıybettir.
Bir rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v)'in
yanma kısa boylu bir kadın geldi. Kadın çıkıp gittikten sonra, Hz.
Aişe(r.a) şöyle dedi:
"Boyu da ne kadar kısa!
Bunu işiten Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Kadının gıybetini ettin, ya Aişe!"
Hz. Aişe(r.a) dedi ki:
"Onda olan hali anlattım. Başka bir şey
demedim ki."
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Ama, onun bahsedilmesinden hiç hoşlanmayacağı
bir yanını anlattın."
Diğer bir rivayete göre, Hz. Aişe (r.a) diyor
ki: Ben Resul-i Ekrem'e:
"Size Safiyye'nin boyunun kısalığı gibi
kusurları yetmiyor mu?" dedim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Öyle bir söz söyledin ki, denize karışsa onu
kirletir, rengini bozar ve onu kokuturdu."
Ashab, Resul-i Ekrem'in yanındat bir kimseden
söz ettiler: "Filan kişi çok zayıf kimsedir, yardımcısı olmadan kendi
başına ne yiyebilir ne de misafirliğe
gidebilir." dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v): "Onu gıybet ettiniz"
buyurdu. Onlar: "Biz onda olanı söyledik" dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):
"İşte gıybet de odur."
buyurdu.
b-
İnsanın Elbisesiyle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında
pantolonu kısadır, eteği uzundur, elbisesi eskidir veya ceketi kirlidir
gibi kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı ayıplarını söylemek gıybettir.
Nitekim Hz. Aişe (r.a) diyor ki: Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in yanında bulunduğum bir sırada bir kadın geldi ve gitti. Ben:
" Bu kadın ne uzun etekli! "dedim.
Resul-i Ekrem(s.a.v):
" Ağzındakini tükür!
"buyurdu, ben de bir et parçası tü-kürdüm, dedi.
c-
Dünya İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında
terbiyesizdir, çok yer, çok uyur, ailesi çok gezer, evi temiz değildir gibi
kişinin duyduğunda rahatsız olacağı sözleri söylemek gıybettir.
Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzurunda iki kişiden
biri arkadaşına dedi ki:
" Muhakkak filan adam çok uyuyor."
Bu sözden sonra bu iki kişi Resul-i
Ekrem(s.a.v)'den bir yiyecek istediler ki, onunla ekmeklerini yesinler.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Siz yemek yediniz!" Onlar:
* Biz yemedik." dediler. Bunun üzerine
Resul-î Ek-rem(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Evet, siz kardeşinizin gıybetini ederek
etinden yediniz."
Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) bir
sefere çıktığında iki zengin kişiye dünyalığı olmayan birini arkadaş
ediyordu. Böylece, onların yediklerinden yesin, konağa varmadan önce gidip
yerlerini hazırlasın ve sofralarını kursun.
Böyle bir seferde Resul-i Ekrem(s.a.v),
Selman-ı Farisi'yi iki kişiye vermişti. Bir gün, bir yere gittiler. Selman
onlara iyi bir şey hazırlamamıştı. Ona şöyle dediler:
" Resul-i Ekrem(s.a.v)'e git; fazla katık
varsa, bizim için iste." Selman gidince arkasından şöyle dediler:
" Selman su kuyusuna gitse, suyu kurutur."
Selman Resul-i Ekrem(s.a.v)'e gitti. Onların
dediğini anlatınca, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Git onlara söyle: katığı yediniz."
Selman gelip durumu onlara bildirdi.
Bunun üzerine ikisi de, Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in yanına gittiler; dediler ki:
"Biz daha bir şey yemedik ki," Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Ama ben ağzınızda et kızıllığı görüyorum."
Onlar şöyle dediler:
"Bizde bir şey yok ki; biz bugün hiç et
yemedik ki."
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
" Siz, kardeşinizin gıybetini ettiniz."
Sonra onlara sordu:
" Ölü eti yemeği sever misiniz?"
" Hayır, sevmeyiz." dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v); şöyle buyurdu:
" Ölü etiniç'yemeği nasıl kötü görüyorsanız,
kardeşinizin gıybetini de etmeyiniz. Kardeşinin gıybetini eden kimse,
kardeşinin etini yemiş olur."
İşte, bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
" ...Biriniz diğerinizin gıybetini etmesin.
Hanginiz ölmüş kardeşinin etini yemeği sever? Bundan tiksindiniz değil mi?
Öyleyse Allah'tan korkun!..."
d-
Ahlakı İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kişi hakkında kötü huyludur,
acizdir, zayıftır, korkaktır, cimridir, öfkelidir gibi kişiyi rencide edici
şeyleri söylemek gıybettir.
Ebu Hureyre(r.a), diyor ki: Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in yanında oturuyorduk, bir adam kalktı gitti. Orada
bulunanlar:
"Ya ResuluMah, filan adam çok zayıf ve çok
aciz bir kimsedir/' dediler.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Arkadaşınızı gıybet ettiniz ve etini
yediniz."
İbrahim b.Edhem'i şöyle anlattılar:
Bir yemeğe davet edilmişti. Sıradan biri dedi
ki:
"Hani filan kişi gelmemiş/'
Bir başkası da, o gelmeyen için şöyle dedi:
" O, ağır hareket eden bir insandır."
Bunu duyan İbrahim b. Edhem şöyle dedi:
" Olan iş, benim mideme oldu. Yemeğe gittim,
gıybetle karşılaştım. "
Çıkıp gitti. Üç gün müddetle hiçbir şey
yemedi.
e-
Asaleti İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Annesi hizmetçidir, babası
çöpçüdür, kapıcıdır, çiftçidir veya ayakkabı boyacısıdir gibi kişiyi küçük
düşürücü sözleri söylemek gıybettir.
Hz.Aişe(r.a) diyor ki: Safiyye'nin devesi
hastalanmıştı. Zeyneb'de yedek bir deve bulunuyordu. Resul-i Ekrem(s.a.v)
Zeyneb'e: " Yanındaki yedek deveyi ona ver." buyurdu.Zeyneb:
" O yahudiye deveyi vereyim mi?"
dedi. (Zeyneb, bu sözü ile daha önce Yahudi olan ve hicretin yedinci
yılında müslüman olup Peygamberimiz (s.a.v) ile evlenen Safiy-ye'yi
geçmişteki asaletinden dolayı küçük düşürmek istemişti.) Buna son derece
üzülen Resul-i Ekrem(s.a.v), uzun bir süre Zeyneb'in yanma uğramadı.
f-
Dini İşleri İle İlgili Kusurlarını Söylemek: Bir kimse hakkında fasıktır,
yalancıdır, anne ve babasına itaat etmez, zalimdir, namaza tembeldir, daha
Fatiha'yı bile düzgün okuyamıyor, üçkâğıtçıdır, helal ve harama aldırmaz
gibi duyduğunda kişiyi rahatsız edici kusurlarını söylemek gıybettir.
Geriye başka bir husus kaldı. Rivayetlerden
anlaşıldığı gibi müslümanlann sırlarını ifşa etmek de haramdır. Yani ister
ahlaki, ister yaratışsal, isterse ameli olsun müslümanlann saklı kalmış,
açığa çıkmamış kusurlarının açıklanıp ifşa edilmesi haramdır. (Kırk Hadis
Şerhi)
Gıybet, Kur'an, sünnet ve ümmetin icmaı ile
haramdır. Allah u Teala Kur'an-ı Kerim'de gıybeti çirkinlik bakımından ölü
çti yemeye benzeterek şöyle buyuruyor:
" Hanginiz ölmüş kardeşinin etini yemeyi
sever? "Bazı alimler diyorlar ki, bu ayeti kerime duyulunca herkes buna
cevap vermeli ve "Hayır, sevmeyiz" demelidir. Bundan sonradır ki Allah u
Teala şöyle buyurmuştur:
"Bundan tiksindiniz değil mi?"
Abdullah b. Mesud(r.a) diyor ki:
"Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzurunda
bulunuyorduk. Aramızdan birisi kalkıp gitti. Oturanlardan birisi de onu
gıybet etti ve ayıpladı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Dişlerini karıştır." buyurdu. Adam:
"Niçin dişlerimi karıştırayım? Et yemedim ki"
dedi. Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Gıybet ettiğin kardeşinin etini yedin."
buyurdu.
Gıybet, doğruyu söylemek olduğuna göre haram
olmasının hikmeti, insanın şerefini ve kişiliğini korumaktır. Allah u
Teala'nın kişinin eti ile şerefi arasında bir benzerlik kurması, kişinin her
ikisinden de üzüntü duymasındandır.
Kişinin eti yendiği vakit canı acıyıp üzüldüğü
gibi, şerefi ile oynanıp, kalbinin kırılacağı sözleri duyması da onu üzer.
Allah u Teala, gıybeti kardeş eti yemek gibi çirkin göstererek müslümanlan
gıybetten şiddetli bir şekilde men etmekte ve gıybete hiçbir yol
bırakmamaktadır. Çünkü insan başkasına kızarak etini ve ciğerini
yiyemiyorsa, kendi kardeşinin etini hiç yiyemez, buna yüreği dayanamaz. O
halde nasıl ki, kardeşimizin etini yemeğe tahammül gösteremiyorsak,
başkasının gıybetim ederek şerefi ile oynanmasına da tahammül göstermememiz
gerekir. Aklı başında olan kimsenin insanların etini yemesi, normal bir
davranış olmadığı gibi, ırz ve şerefiyle oynaması da normal bir davramş
değildir. Çünkü insanın şerefi ve haysiyeti etinden çok daha kıymetlidir.
Bir rivayete göre Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Riba (faiz) yetmiş bu kadar kapıdır. Bunların en ehveni,
müslüman olarak kişinin annesiyle cinsi münasebette bulunması gibidir. Bir
dirhem riba, otuz beş zinadan daha şiddetlidir. Ribanin en şiddetlisi ve en
kötüsü müslümanın gizli hallerini açıklamaktır."
Resul-i Ekrem (s.a.v), veda hutbesinde şöyle
buyurdu: "Bu şehrinizde, bu beldenizde bu gününüzün hürmeti gibi
birbirinize kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız
haramdır. Haberiniz olsun, tebliğ ettim mi?"
Resul-i Ekrem (s.a.v), gıybeti ümmetine haram
kıldı ve onu can ve malın haramlığı ile birlikte anlattı ve bunu tekid
ederek beldenin ve şehrin haramlığı gibi haram kabul etti.
Gıybetin deniz suyuna karıştığında suyu bozup
rengini ve kokusunu değiştireceği, gıybet edenlerin cehennemde hem kendi
etlerini hem de başkalarının etlerini yiyerek, hatta cife ve leş yiyerek
azab olunacakları rivayetlerden anlaşılmaktadır. Nasıl ki ölü eti yemek
tiksindiricidir, ona benzeyen ve fesadı ondan da büyük olan gıybet de
öyledir. Kur'an ayetleri ve hadisler, gıybetin kebairden olduğunu ifade
etmektedirler.
Gücü yettiği halde gıybete susup onu
yasaklamamak da kebairdendir. Çünkü gücü yeten kimsenin münker olan şeyi
önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise münker fiillerin en
çjrkinlerindendir. Rivayetlerde gıybet hakkında şiddetli men ve çok büyük
bir korkutma vardır.
Masiyet olan gıybet kullanılış şekline ve
amacına göre bazen küfür, nifak veya mubah olabilir:
Bir müslümanın gıybeti edildiğinde orada
bulunanlardan biri gıybet edene dese ki:
" Allah'tan kork, gıybet etme! "
O da buna karşılık:
" Bu, gıybet değil; ben doğruyu söylüyorum"
derse, Allah'ın haram kıldığı gıybeti helal saymış olur.
Bir kimse, Allah'ın haram ettiğini helal
sayarsa, kafir olur.
Bazen kişinin çok basit gördüğü ve hiç
önemsemediği bazı söz ve ameller vardır ki, yapıldıklarında çok kötü
sonuçlar doğurmakta ve kişinin ebedi olarak cehenneme girmesine sebep
olabilmektedir.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır: -
" Bir ku! Allah'ın gazabını gerektiren bir
kelimeyi ona önem vermeyerek söyleyiverir. Hâlbuki Allahu Teala o kötü söz
sebebiyle o kimseyi cehennemin dibine indirir."
İlim ve takva ehlinin tabirleriyle yapılan
gıybettir. Böyle kişiler hem gıybet etmekte, hem de gıybetten kaçındıklarını
gösterir bir tutum sergilemektedirler. Fakat bilmezler ki, bu tutumlarıyla
iki kötülüğü, hem gıybet hem de ikiyüzlülüğü bir arada yapmış olurlar. Bu
kişilerin yanında birinden söz edilince söze şöyle başlarlar:" Allah bizi
filan amelden korusun" veya "Haya eksikliğinden Allah'a sığınırız."
Bu sözlerden maksatları o kişinin ayıbını isim
vermeden ima yoluyla kınamak ve gıybetlerini takva ehlinin tabirleriyle
kamufle etmektir. Böyle yaparlarken vera sahibi salih bir kimse gibi
görünmek isterler. Böylesine bir hareket münafıklıktır.
Bir insanın ismini vererek gıybetini
yapmaktır. Fakat gıybetin haram olduğu kabul edilerek yapılan gıybettir. Bu
tür gıybet edenler kebair bir günah işlediklerinden günahkârdırlar. Tevbe
etmeleri gerekir. Ancak tevbe etmek için gıybet edilen kimseye gidip, "Seni
çekiştirdim, hakkını helal et."diyerek helalleşmek ve sonra da Allah'tan
bağış talebinde bulunmak zorundadır.(Bazı alimler de "Eğer söz ona
ulaşmamışsa tevbe ve istiğfar yeterlidir" demişlerdir.)
Açıktan günah işleyenlerin gıybetidir.
Fasıkların ve bid'at ehlinin gıybetidir. Bunu anlatanın amacı, halkı
onların şerrinden korumak olmalıdır. Fakat caiz olan durumlarda bile
gıybetten kaçınmak gerekir. Çünkü helâl olan bir ameli harama girmek
korkusuyla terk etmek takvanın gereği olup takva ehline yakışan da budur.
Gıybetin müslümar. hakkında sakıncalı olması
üç sebeptendir. Bunlar; eziyet, Allah'ın yarattığım ayıplamak ve vakti boş
yere geçirmektir.
Hne kadar gıybet genellikle sözlerle
yapılıyorsa da aynı maksadı ima, işaret, hareket, yazı ve benzeri şeylerle
de gerçekleştirmek mümkündür. Nevevi diyor ki: " Hatta bir kimsenin
yürüyüşünü taklid etmek de gıybettir."
Resul-i Ekrem (s.a.v), Hz. Aişe'nin bir
kadının taklidini yaptığını görünce şöyle buyurdu:
“Ben bir başkasını taklit etmem. Hatta bana şu
kadar şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!"
Hz. Aişe(r.a) diyor ki:
''Evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten
sonra:
"Ne kısa boyludur" diye elimle işaret ettiğim
vakit Resul-i Ekrem(s.a.v):
"Sen onu gıybet ettin, kalk da onunla
helalleş."
buyurdu.
Gıybet çeşitlerinin en çirkini, kendisine
salih insan süsü vererek yapılan gıybettir. Çünkü bu kişiler maksatlarını
ilim ve takva ehlinin tabirleriyle anlatırlar. Bunlar gıybet etmekte, ama
sanki gıybetten kaçındıklarını gösterir bir tutum sergilemektedirler. Fakat
bilmezler ki, böyle yapmakla iki kötülüğü; hem gıybet hem de riyakârlığı bir
arada yapmış olurlar.
Böyle kişilerin yanında birinden söz edilince:
"Elhamdulillah bir makam peşinde değiliz" veya "Allah u Teala bizi filan
amelden korusun" diyerek o kişinin böyle olduğunu ima yoluyla anlatarak
gıybet etmiş olurlar. Böyle bir gıybet salih amel örtüsüyle örtülmüş bir
gıybettir.
Kimi zaman da kişi hıyanetini daha da ileri
götürerek vebalini daha da ağırlaştırır. Mesela "Gerçekten filan kişi çok
iyi biridir. Kendini ilme ve ibadete vermiştir. Fakat ne yazık ki o da bizim
gibi haramlara bulaşmıştır." der. Buradaki maksadı, o kişiyi yererken diğer
taraftan kendini övmektedir. Böyle yapmakla gıybet, riya ve kendini tezkiye
etme gibi üç büyük günahı bir arada işlemiş olur.
Gıybetin çeşitlerinden biri de " Arkadaşımızın
başına gelenlere çok üzüldüm. Allah onu hidayet etsin."diyerek
çekiştirdiği kişiye üzüldüğünü belirtmek ve dostluk gösterisinde bulunmakla
bir nifak, ikiyüzlülük örneği göstermektir. Çünkü kişi bu ifadesinde samimi
değildir. Eğer gerçekten onun durumuna üzülmüş olsaydı, onun meselesinden
söz ederek onu teşhir etmez ve gıybetini etmezdi. Onun için gizlice dua
ederdi.
Bir kişinin kötü fiilini, isim vermeden
başkasına tariz yoluyla anlatmak için " Bugün birisi bize uğradı da şöyle
böyle yaptı." dediğimizde, dinleyenlerden biri o gün bize gelenin kim
olduğunu bilmezse veya o konuşmamızdan belirli bir kişiyi arılamazsa gıybet
etmiş olmayız. Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v) bir kimsenin herhangi bir
hareketinden hoşlanmadığı zaman şöyle buyururdu:"Bazı kimselere ne olur ki
şöyle şöyle yaparlar."
Böylece Resul-i Ekrem(s.a.v), belirli bir
kimseden bahsetmezdi.
Nasıl ki haram olan gıybet, kebiredendir Aynı
şekilde gıybete kulak verip onu dinlemek de haramdır. Nitekim Resul-i
Ekrem(s.a.v), şöyle buyurmuştur:
"(Gıybeti) dinleyen de gıybet edenlerden
birisidir."
Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v), bir
adamı zina ettiğinden ötürü recmetti. Bu sırada Ensar'dan iki kişi
konuşurken, birinin diğerine:
" Bu adam köpek gibi öldürüldü.." dediğini
duydu. Bir süre sustuktan sonra Resul-i Ekrem(s.a.v) kalktı, yürüdü ve
ayaklarını dikmiş bir eşek ölüsüne rast geldi, Resul-i Ekrem(s.a.v)
yanındakilere dönerek o iki adama şöyle buyurdu:
"Şu eşek ölüsünden yer misiniz?" Onlar:
"Ya Resulullah! Bunu kim yer?" dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Az önce kardeşiniz hakkında söylediğiniz
sözle bundan daha fenasını yemiş oldunuz. Nefsimi kudret elinde bulunduran
Allah'a yemin ederim ki, o adam şimdi cennetteki ırmaklarda yüzüyor."
Burada Resul-i Ekrem(s.a.v), ikisini birden
leş yemeğe davet ederek her ikisini de suçluyor ve gıybet ettiklerini
söylüyor. Hâlbuki o sözü söyleyen birisiydi, diğeri de onu dinliyordu.
Fakat gıybeti dinleyen de günahta ona ortak olmuştu.
Yapılan gıybete susup onu önlememek de
kebairdendir. Çünkü gıybet, kötülüklerin en çirkinlerindendir. Yanımızda
gıybet edeni dil ile reddetmeliyiz. Eğer o kişi gıybete devam ederse başka
bir sözle konuyu dağıtarak konuşmasını kesme-liyiz. Eğer bu da fayda
sağlamazsa gıybeti kalp ile inkâr edip, gıybet meclisini bir bahane ile terk
etmeliyiz. Eğer gıybeti engellemeye gücümüz yetmiyorsa, o meclisi terk
ermeye gücümüz yeter. Aksi halde sükût edip gıybeti engellemezsek biz de
gıybet etmiş oluruz.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
* Yanında bir din kardeşi gıybet edilir de onu
önlemeye gücü yettiği halde ona yardım ederse (gıybeti önlerse), kıyamet
günü Allah u Teala da ona yardım eder. Şayet gücü yettiği halde onu korumaz
ve yardım etmezse, Allah u Teala da onu dün-ya ve ahirette zelil kılar."
Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Kim kardeşinin gıybet edilmesine engel
olursa Alİah onun için bin şer kapısını kapatır. Ama engel olmazsa o da
gıybet etmiş gibi sayılır."
Resul-i Ekrem(s.a.v) gıybeti ve gıybete kulak
vermeyi nehy ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Kim bir mecliste bir kardeşinin gıybetinin
edildiğini duyar da o gıybeti reddederse Alİah u Teala ondan dünya ve
ahirette bin şerrin kapısını reddeder, kapatır. Ve eğer gücü yetmesine
rağmen onu reddetmezse, kendisine gıybetçinin günahının yet-msş katı
yazılır."
Büyük alimlerden Şeyh Ensari (rıdvanullahî
teala aleyh) buyuruyor ki:
" Anlaşıldığı kadarıyla burada söz konusu olan
red biçimi, gıybetten nehy etmekten başka bir şeydir ve redden maksat,
gıybeti edilen kişiyi yokluğunda destekleyip korumaktır. Şu halde eğer söz
konusu olan ayıp dünyevi bir ayıp ve kusur asıl ayıp kusurun Allah u
Teala'nın ayıp olarak tanıttığı masiyetler olduğu ve Allah u Teala'nın ayıp
saymadığı şeylerle kardeşinin ayıplanmaması gerektiğini göstermen gerekir.
Eğer ayıp dini ise kardeşini bundan koruman ve kurtarman lazım. Müminler de
kimi zaman masiyetle müptela olabilirler. Eğer bu durumdaki kişi halinden
haberdar değil ise ona durumunu hatırlatmak gerekecektir. Bunun yolu da onu
ayıplayıp kınamak değil, ona nasihat etmektir. Çünkü senin o ayıplaman ve
kınamanın Allah'ın katında onun masiyetinden büyük olması da mümkündür,"
"Eğer gıybetçiye dilimizle sus deyip kalben
onun gıybetini dinlemek istiyorsak, bu münafıklık olur. Kimi zaman da
dinleyici gıybeti engelleyeceğine onu gıybete teşvik eder. Belki de hadis-i
şerifte sözü geçen " Gıybetçinin günahından yetmiş kat daha fazla günahkar
olanlar" bu tür kişilerdir." (Kırk Hadis Şerhi)
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Din kardeşinin şerefini, gıybet edene karşı
savunan kimseyi Allah u Teala kıyamet günü cehennemden uzaklaştırır."
Bir hikâyeye göre, peygamberlerden biri bir
rüya gördü; kendisine şöyle dendi:
"Sabah olunca karşına çıkandan kaç."
Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti.
Karşısına kokmuş bir eşek leşi çıktı. Onu bırakıp kaçtı.
Akşam olunca, şu duayı yaptı:
"Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işin
manasını bana bildir."
Rüya gördü, rüyasında şöyle anlatıldı: "O
gördüğün gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç."
Gücü yettiği halde gıybete susup onu
engellememek büyük bir günahtır. Çünkü gücü yeten kimsenin münker olan şeyi
önlememesi büyük günahlardandır. Gıybet ise kötülüklerin en çirkinlerinden
olup büyük bir münkerdir. Her insanın gıybeti engellemeye gücü yeter.
Gıybeti engellemeye gücümüzün yetmediği yerde, en azından o meclisi terk
ederek gıybete karşı tavır takınmamız gerekir ki, vebalden kurtulalım.
Çünkü gıybeti dinleyen olmazsa veya gıybet önlenirse, gıybet eden de bir
daha gıybet etmeye cesaret edemez. Fakat gıybeti dinlemek, ona itirazda
bulunmamak ve gıybet meclisinde oturmak insanları bu günaha daha fazla
teşvik eder.
Bir kişi, kendisinin gıybet edildiğini
işittiği zaman gıybet edene karşı nasıl bir tavır takınmalıdır? O da onun
gıybetini yapmalı mı? Gıybete gıybetle karşılık vermek çok tehlikeli bir
davranıştır. Çünkü haddi aşarak zarara düşme ihtimali çok fazladır. En güzel
tavır sükût edip sabır göstermek ve Allah'a havale etmektir. Çünkü Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
"Fakirlik günün için ırzından karzda bulun
(yani ödünç ver)."
Bunun manası: "Seni ayıplamak, zemmetmek
suretiyle gıybet eden kimseye hemen mukabele etmeye, hakkını dünyada almaya
kalkma. Karzda bulun (yani ödünç ver), onu fakir olacağın kıyamet gününde
alırsın demektir. (Kutub-i Site, Hadis Ansiklopedisi)
O halde gıybetimizi edene karşı takınacağımız
en güzel tavır gıybet ateşini sabır ve sükût ile söndürmektir. Gıybete
gıybetle karşılık, hayırları yiyip tüketen yangına körükle gitmektir.
Zan, keşin bir delil olmaksızın, başkasının
kötü bir iş yaptığını hayâlinden geçirmektir. Zan iki türlüdür.
1-
Günah olan zan, yani su-i zan
2-
Günah olmayan zan ( Bir müslüman hakkında hüsn-ü zanda bulunfrıak esas
olduğundan üçüncü olarak da Hüsn-ü zandan söz edilebilir.)
Günah olan zan yani su-i zan, gözün görmediği,
kulağın işitmediği bir hususta kalbin kötülükle hükmetmesi ve dilin onu
söylemesidir.
Günah olmayan zan, konuşulmayan, içte kalan
zandır. Belki kalbe gelen şek ve şüphe etmekte affedilmiştir. Kötü söz gibi
su-i zan da haramdır. Mesela " Bir erkekle bir kadını baş başa
konuşurlarken gördüğümüzde, kalbimizde kötü bir düşünce oluşabilir; fakat
bu kötü düşüncemizi başkasına söylediğimizde günah işlemiz oluruz. Çünkü
onların başka bir sebepten dolayı bir araya gelmiş olma ihtimali vardır.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
"Aman aman zandan sakının, zira zan, sözlerin
en çok yalan olanıdır."
Bir adamın ağzı içki kokuyor diye ona ceza
uygulanamaz. Çünkü bu kokunun başka şeyden olma ihtimali vardır. Adamın
ağzı kokuyor diye içki içtiğine dair kötü zanda bulunmak haramdır. Nitekim
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Allahu Teala müslümanın canını,
malını ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır.
Ayrıca anlatılan bir rivayete göre: Selman-ı
Farisi bir toplulukla sefere çıkmıştı. Aralarında Hz. Ömer de vardı. Pir
yere indiler. Çardaklarını kurdular. Sofralarını hazırladılar. Ama Selman
onlara yardım edemeden uyudu. Oradakilerden bazıları şöyle dediler:
"Bu adamın kastı ne? Hazıra konmak istiyor.
Kurulmuş çardak, yapılmış yemek bekliyor." Selman uyanınca ona dediler ki:
"Resulullah'a git. Bize katık iste. Yemeğimize
katık yapalım." Selman, Resulullah'a gitti. Onların dediğini anlattı.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Onlara git söyle; katık bulup yediler."
Selman gelip onlara söyleyince şöyle dediler:
"Biz daha bir şey yemedik ki."
Selman dedi ki:
"Resulullah size yalan söylemez. Gidin, durumu
kendiniz bildirin."
Resulullah'a gittiler. Resul-i Ekrem(s.a.v)
onlara şöyle buyurdu:
"Arkadaşınız uyurken, diyeceğinizi dediniz,
katığınızı aldınız."
Bundan sonra, onlara şu ayeti kerime'yi okudu-
"Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının,
zira zannın bir kısmı günahtır..."
Her zaman İslam düşmanlarının saldırılarına
maruz kalan müslümanlarm kardeşlik ve dayanışma bağlarını güçlü tutmaları ve
ihtilafa düşmemeleri gerekir. Çünkü fertler arasındaki bir kırgınlık
mücadeleyi olumsuz yönde etkileyecektir. Onun için İslam dini, kardeşlik
bağlarını zayıflatan her şeyi yasaklayıp, müslümanlarm birbirleri hakkında
daima hayır ve iyilik düşünmesini tavsiye etmiştir. Oysa zan, kesin bir
delile dayanmadığından, hissedilen duygular ve akla gelen düşünceler
olduğundan kardeşlik müessesesini temelden sarsmaktadır. .
Bazen şeytan, insana vesvese vererek kalpte
kötü zan oluşturur ve-insana: "Senin bu zannın müminin ferasetin-dendir,
zira .mümin Allah'ın nuruyla bakar." dedirtir. Hâlbuki kalpte oluşan bu
düşünceler şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir. Bu vesveselerden
kurtulmak için kalpte oluşan zan hakkında düşünmemek ve araştırma yapmamak
gerekir.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
" Üç şey müminde bulunur. Fakat bunlardan
kurtuluş çaresi vardır. Bunlardan biri su-i zandır. Su-i zandan
kurtulmanın yolu, üzerine düşmemek ve araştırma yapmamaktır."
Ne zaman, bir müslüman hakkında kalbinde bir
zan oluşursa, hemen onun hakkında hüsn ü zan besle ve onun için hayır duası
et. Böylece şeytanı kızdırmış ve kendinden uzaklaştırmış olursun.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
"Mü'mine hayır zanda bulunun."
Su-i zannın kötü meyvelerinden birisi de
tecessüs etmektir. Gıybet, su-i zan ve tecessüs aynı ayette
yasaklanmışlardır. Tecessüs, insanların gizli hallerini araştırmak,
sırlarını ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir rivayete göre; Ab-durrahman b.
Avf (r.a) şöyle buyuruyor:
" Bir gece Hz. Ömer (r.a) ile beraber Medine
sokaklarında dolaşırken birden ışığı yanan bir ev gözümüze ilişti. Işığı
yanan o eve gittiğimiz zaman, baktık ki, kapısı kilitli olup içeriden
bağrışma sesleri gelmektedir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) elimden tutup
bana dedi ki:
" Bu evin kime ait olduğunu biliyor musun?"
Ben de:
" Hayır bilmiyorum" dedim. Hz. Ömer(r.a):
" Bu ev Rabia b. Ümeyye b. Halefin evidir.
Onlar şu anda içki içiyorlar. İçeri girelim mi ne diyorsun?"
Ben dedim ki:
-Ya Emir el mü'minin! Benim görüşüm şudur:
Allah'ın bize yasak ettiği bir fiili şimdi yapmak istiyoruz. Çünkü Allah u
Teala, Hucurat suresi 12. ayetinde:" Sakın tecessüs etmeyiniz"
buyurmaktadır.
Bunun üzerine Hz.Ömer (r.a), geriye döndü ve
onları olduğu gibi bırakıp gitti.
Hz. Ömer (r.a)'ın, bu davranışı insanların
ayıplarının örtülmesinin farz olduğuna ve başkasının gizli taraflarının
araştırılmamasına delalet eder.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Ey dilleri ile iman edip, imanı gönüllerine
akmayan topluluk, Müslümanları gıybet etmeyin, onların gizli hallerini
araştırmayın. Çünkü müslümanların gizli hallerini araştıran kimsenin
kusurlarını da Alİah u Teala araştırır. Allah u Teala kimin kusurlarını
araştırırsa- evinin ortasında da olsa- onu açığa çıkarıp rezil eder."
Adamın biri Abdullah b. Mesud(r.a)'e:
" Şu Velid b. Ukbe'ye baksana, sakalından hala
şarap damlaları akıyor." dedi. İbn-i Mesud(r.a):
“ Biz araştırmaktan nehyolunduk, görürsek ona
göre muamele yaparız." dedi.
Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
" Sakın tecessüs etmeyiniz"
Yani, kardeşinizin gizli yanım araştırmayınız.
Bir rivayete göre; Asr-ı saadette kötü bir
koku duyuluyordu. O koku çıkınca, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyururdu:
" Bazı münafıklar, bazı müslümanların
gıybetini etti; çı-kan bu koku ondandır."
Bazı âlimlere sordular:
" Gıybetin kötü kokusu, Resul-i
Ekrem(s.a.v)'in zamanında belli olurdu; şimdi belli olmuyor. Bunun hikmeti
nedir?"
Alimlerden şu cevabı aldılar:
"Bu zamanda gıybet çoğaldı. Onunla burunlar
doldu. Bu yüzden gıybetin çirkin kokusu artık hissedilmiyor."
Mesela: Bir adam mezbahaya gider; orada kötü
kokudan hiç duramaz. Fakat orada çalışanlar yerler, içerler ve orada
otururlar. Orada hiç bir koku almazlar. Çünkü burunları o kokuya alışmıştır.
Burunlarımız da gıybetin kokusu ile dolduğundan gıybetin kokusunu
hissedemiyoruz.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir müslüman diğer bir müslümanı
şerefinin düşeceği ve küçük düşürüleceği yerde rezil etmeye çalışırsa,
yükselmek istediği ve yardıma muhtaç olduğu yerde Allah Teala onu rezil ve
perişan eder. Herhangi bir müslüman diğer müslümanın şerefine eksiklik
gelecek ve hürmetsizliğine vesile olacak yerlerde şerefini korur ve ona
yardım ederse, kendisinin yardıma muhtaç olduğu yerde Allah u Teala da ona
yardım eder."
Bir rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu: "Bir müslümanın gıybetini yapan kişinin orucu batıl olur, abdesti
bozulur ve kıyamet günü ağzından leş kokusundan daha iğrenç bir koku olduğu
halde çıkagelir. Orada bulunanlar kendisinden eziyet çeker ve eğer bu
durumdan tevbe etmeden ölürse, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal saymış
olarak ölür."
Öyle söz\ve ameller vardır ki, bunlar
sahibinin kalbinde iman olduğunu gösterir. İşte gıybet de bu sözlerden
biridir. Allah'ın kendisini her yaptığından hesaba çekeceğine inanan
kişinin mutlaka yaptıklarına ve söylediklerine dikkat edip, çirkin bir
amelden kaçınmaması mümkün müdür? Eğer sonuçlarını ve büyüklüğünü bilerek
gıybet etmeye yö-nelmişsek, bilelim ki gerçek anlamda iman henüz kalbimizde
yer etmiş değildir. Eğer imana sahip olursak mutlaka amellerde kendini
gösterir; İnsanların gıybetini etmekten kaçınırız.
Ayrıca hepimizin insanlardan gizli kalan
birçok kusuru vardır. Allah'ın gizleyip örttüğü küçük ve büyük hatta ağza
alınmayacak kadar iğrenç kusurlarımızın ortaya çıkmasını istemiyorsak,
başkasının kusurlarını araştırmayalım ki, Allah u Teala örtüsünü
üzerimizden kaldırıp bizi rezil rüsva etmesin.
Bir kişiyi işlediği günahından dolayı kınayıp,
ayıplayanın o günahı dünyada işleyeceğine dair
ResululIah(s.a.v)'den şu rivayet gelmiştir:
" Bir kimse kardeşini bir kusuru ile
ayıplarsa, o kusuru iş-lemeden, o kimse ölmez."
Bu rivayet, insanın tüylerini diken diken
etmektedir. Onun için hiçbir zaman kimseyi işlediği bir günahından dolayı
sakın ola ki, ayıplayıp kınamayalım. İster küçük ister büyük günah olsun...
Çünkü kişi ayıpladığı günahı kesinlikle işler. Fakat kiminin işlediği günah
gizli kalır, kiminin de aşikâr olur.
Peygamber (s.a.v), buyuruyor ki:
" Küfrün ilk aşaması kişinin kardeşinden bir
şey duyup da o sözü başkalarına söyleyerek kardeşini küçük düşürmeye
çalışmasıdır. Böyle kimseler için hiçbir nasip ve hisse yoktur."
Bu rivayetler, gıybetçinin dünyadaki durumunu
haber vermektedir. Gıybetçi bu durumuyla rezil rüsva sayılmaktadır.
Bir. rivayete göre, Resul-i Ekrem(s.a.v) bir
mezarlığa geldi, iki yeni mezarın başında durdu ve:
"Filan erkekle, filan kadını defnettiniz mi?
buyurdu. Ashab:
"Evet, defnettik" deyince Resul-i
Ekrem(s.a.v):
"İşte şimdi onlardan birini oturtup
dövüyorlar. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, öyle
dövdüler ki, parçalanmamış hiçbir organı kalmamıştır. Mezarı ateş alevleri
içinde yanmaktadır. Öyle çığlıklar atmaktadır ki, feryadını insanlar ve
cinlerden başka her canlı duymaktadır. Eğer dünyalık kalplerinizi
kaplamasaydı, benîm duyduğumu siz de duyardınız." buyurdu. Sonra:
"Şimdi de öbürünü dövüyorlar. Nefsimi kudret
elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, öyle dövdüler ki, bunun da
yediği dayaktan kırılmamış bir parçası kalmamıştır. Mezarı ateş alevleri
içinde kalmış, feryadını insanlarla cinlerden başka her canlı duymaktadır.
Eğer dünyalık kalplerinizi kaplamamış olsaydı, siz de benim duyduğumu
duyardınız." buyurdu.
Ashab sordu:
"Bunların günahı ne idi, ya Resulullah?
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Biri idrardan sakınmazdı, diğeri de insanları
çekiştirir, (gıybet etmek suretiyle) etlerini yerdi."
Ashab, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e sordu:
"Bunlar ne zamana kadar azab görecekler?"
Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:
"Onu Allah'tan başka kimse bilmez/'
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Miraca çıkarıldığımda bir topluluğun yanından
geçtim. Bunlar bakırdan olan tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini
tırmalıyorlardı."
"Ey Cibril, bunlar kimlerdir? diye sordum.
Cebrail:
"Bunlar (gıybet etmek suretiyle ) insanların
etini yiyenler, onların şeref ve namuslarına dil uzatanlardır." buyurdu.
Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Miraç gecesi göğüslerinden asılmış bir takım
erkekler ve kadınlar gördüm. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam'a sordum:
"Bunlar kimlerdir, ey Cibril? Cebrail
aleyhisselam:
"Bunlar, dilleri ile çekiştirip yüzünden de
alay edenlerdir; Bu, "Dili ile çekiştirip yüzünden de alay eden kimsenin vay
haline" ayetinin tecellisidir."
dedi.
Katade, çoğunlukla kabir azabı; gıybet, nemime
ve idrardan korunmamak üzere üç şeydendir, der.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Dört sınıf insan vardır ki, çektikleri
sıkıntı ve azab ile cehennem halkını da rahatsız ederler. Bunlar " Eyvah
helak olduk, mahvolduk " diye bağıra bağıra Hamim ile Cahim arasında
dolaşıp dururlar. Cehennem halkının bazısı diğer bazısına:
"Bunlara ne oluyor ki, bizim azabımız bize
yetmiyormuş gibi bir de bunlar bizi rahatsız ediyorlar." derler. Bunlardan
birisi, kendi etini yiyip durur... Etini yiyen için:
"Buna ne oluyor ki, bizim azabımız bize
yetmiyormuş gibi bir de bu bize eziyet ediyor?" diye sorar. Diğeri:
"O, gıybet ile dünyada insanların etini yer ve
onları çekiştirirdi."
diye cevap verir.
Gıybet edicinin kıyamet günü kendi etini
yiyeceğine ilişkin olarak Resul-i Ekrem(s.a.v)'den şu rivayet gelmiştir:
"Dünyada (gıybet etmek suretiyle ) din
kardeşinin etini yiyen kimseye kıyamet günü (kardeşi ölü olduğu halde eti)
takdim edilir ve " Bunu diri olarak yediğin gibi ölü olarak da ye " denir.
Adam da bu eti yer, yüzü buruşur, suratı ekşir ve feryadı figan eder."
Yine şöyle rivayet edilmiştir:
" Resul-i Ekrem(s.a.v) Miraca çıkarıldığı gece
cehenneme baktı ve orada leş yiyen birtakım insanlar gördü. Bunun üzerine:
* Bunlar kimlerdir, Ey Cebrail? diye sordu.
Cebrail(a.s):
* Bunlar dünyada (gıybet etmek suretiyle)
insanların etlerini yiyenlerdir."
dedi.
Hz. Hüseyin'in oğlu Ali (r.a), başkasının
gıybetini yapan birini görünce ona:
" Gıybet etme! Zira gıybet, insan köpeklerinin
yiyecekleridir" dedi.
Ahiret âleminde herkesin suretinin işlediği
amellere göre şekillenebileceğinden gafiliz. Gıybet eden kişi, cehennemde
hem başkasının etini yiyebilir hem kendi etini yiyebilir, hem leş yiyen bir
köpek suretinde olabilir ve hem de cehennem köpeklerinin yediği bir leşe
dönüşebilir. Belki de gıybet işlediği amellere bağlı olarak pek çok surete
sahip olabilir. Bu günahın uhrevi ve melekuti sureti oldukça korkunç ve
çirkin bir surettir ve bedeni azabın dışında ayrıca kişiyi peygamberler,
melekler ve insanların huzurunda rezil de etmektedir. O halde gıybetçi kişi
hem dünyada hem de kabirde rezil rüsvadır ve cehennemde de bu rezil
rüsvalığı devam edecektir.
Nitekim bir rivayette, Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
''İnsanların kusurlarını yüzlerinde ve
gıyablarında söyleyenler, koğuculuk yapanlar ve kusursuz olanlara kusur
arayanları Allah u Teala kıyamet gününde köpek suretinde haşrede-cektir."
İnsanı gıybet etmeye teşvik eden sebepler
çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Bir kimse kendisini kızdırıp öfkelendiren
kişinin kötülüklerini söyleyerek öfkesini dindirmeye çalışır. Bazen
söyledikleri onu tatmin etmeyince içinde bir kin oluşur ve devamlı olarak
karşıdakinin kötülüklerini söyler ve onu çekiştirir. Kin ve öfke insanı
gıybete sürükleyen büyük sebeplerdendir.
Bir kimse yanında başkasını çekiştirenlere
katılmak suretiyle gıybete başlar. Onların yerdiklerini o da yerer.
Onların öfkelendiği kişiye o da Öfkelenir. Böylece onların söylediklerini
tasvip ettiğini ima eder ve onlarla beraber olduğunu göstermeye çalışır.
Bazen de onlar gibi bir başkasını gıybet etmeye başlar ve helak olur.
Halil b. Rebii şöyle anlattı:" Ben, bir gün
mescitte oturuyordum. Yanımdakiler, bir adamı çekiştirmeye başladılar.
Onları böyle yapmaktan alıkoymak istedim. Durdular; az sonra bir başkasını
çekiştirmeye başladılar. Haliyle çekiştirilen adamı ben de çekiştirmeye
başladım. O gece, bir rüya gördüm. Bana uzun boylu, siyah bir adam geldi.
Elinde bir tepsi vardı. İçinde de, bir parça domuz eti bulunuyordu." "Bunu
ye!" dedi. Ben de şöyle dedim: "Ben mi domuz eti yiyeceğim? Vallahi yemem."
Bunun üzerine beni şiddetle sarstı ve şöyle dedi: "Yiyeceksin, çünkü sen
bundan daha fenasını yedin." Bir yandan da, o domuz etini ağzıma tıkmaya
çalışıyordu. Bu arada uyandım. Vallahi otuz kırk gün kadar aradan zaman
geçti. Her yemek yiyişimde, o domuz etinin kokusunu ağzımda duyuyordum."
Bir başkasının kendisini küçük düşürecek
sözler söyleyeceğini veya bir başkasının huzurunda, aleyhinde şahadette
bulunarak kendisini kötüleyeceğini sezdiği için ondan önce davranarak, onun
kötülüklerini saymak suretiyle onu yerer ve onu çekiştirerek küçük düşürmeye
çalışır ki böylece aleyhinde söylenecek sözlere itibar edilmesin.
Kendisine nispet edilen şeyden kendisini
arındırmak için başkasının da kendisiyle o kötü fiile ortak olduğunu
zikrediyor ta ki işlediği kötülük hususunda nefsini mazur göstersin. Kendini
temize çıkarmak için başkasının gıybetini yapıyor.
Başkasını tenkit etmek suretiyle kendi nefsini
yükseltmektir. Mesela, " Filan adam cahildir veya akılsızdır" diyerek
kendisinin ondan daha âlim veya daha akıllı olduğunu vurgulamak ister.
Böylece adamın gıybetim yaparak nefsini yüceltir.
Hasedinden dolayı gıybet eder.' Yani insanlar
tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir kimseye gösterilen ilgiyi
hazmedemediği için, o kişinin geçmişteki ayıplarını söyleyerek onu
kötülemeye çalışır, ta ki o kişi insanların gözünden düşsün, ona ikram
etmekten, onu övmekten ve onu sevmekten vazgeçsinler. Çünkü insanların o
kişiye değer vermelerini ve onu övmelerini görmek, ona çok ağır geliyor.
Hased, gıybeti tahrik eden en önemli sebeplerdendir.
Eğlenmek, şakalaşmak veya vakit geçirmek için
gıybet edilir. Başkasının konuşmasını ve hareketlerini taklid ederek
yanındakileri güldürmeye, eğlendirmeye çalışır. Böylece başkasının
kusurlarını zikrederek gıybet etmiş olur.
Karşısındaki ipsanı tahkir etmek için, onu
alaya alarak gıybet etmiş olur.
Gıybetin üç özel sebebi vardır ki, âlimler
dahi burada hataya düşmektedirler. Çünkü bunlarda hayrın İçinde gizli bir
şer vardır.
Bir kimsenin kusurunu şaşkınlık şeklinde ifade
etmektir.
Mesela, " Filan adama şaşıyorum, o ahlaksız
karısıyla nasıl geçiniyor?"diyerek şaşkınlığını ifade ederken adamın
kusurlarını dile getirmekte aynı zamanda ismini de zikretmektedir. Bu kişi
şaşkınlığında haklı olabilir. Fakat adamın ismini vermekle, gıybet etmiş
olmaktadır.
Şefkat ve rahmettir. Bir kimsedeki kusuru,
üzüldüğünden dolayı ifade etmektir. Mesela, " Yazık, zavallı adamın bu
yaptığına üzüldüm" veya " Filan adam çok güzel bir müslümandır. Başına gelen
belalar beni çok üzdü." diyerek şefkat ve merhametinden dolayı üzüntüsünü
dile getirirken, adamın kusurlarını açıklamakta ve ismini zikretmektedir.
Bu kişinin üzülmesi, şefkat ve merhamet etmesi hayırdır. Fakat samimi de
olsa şeytan kendisini aldatır, adamın ismini verdirmek suretiyle sevabını
iptal eder ve onu gıybete sürüklemiş olur.
Allah için öfkelenmektir. Kişi, başkasının
yaptığı bir münkeri gördüğünde veya işittiğinde Allah için öfkelenir. Fakat
başkasının yanında o kişinin ismini söyleyip, kötülüğünü açıkladığında
gıybet etmiş olur (kişinin münkerde fıs-ka varması farklıdır. Çünkü fasıkm
gıybeti olmaz). Oysa o kişiye emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münkeri
gizlice yapması ve o adamın ismini gizlemesi gerekirdi.
Nitekim bir rivayete göre; Resul-i
Ekrem(s.a.v) zamanında bir grup insan otururken bir kişi yanlarından geçti
ve onlara selam verdi. Onlar onun selamım aldılar. O kişi onları geçtiği
zaman, içlerinden birisi dedi ki:
"Ben Allah için bu adama buğzediyorum."
Orada oturan diğer şahıslar:
"Sen kötü konuştun. Allah'a yemin ederiz ki,
biz gider senin söylediklerini ona söyleriz." dediler. Sonra içlerinden
birisine:
"Ey filan adam! Kalk ona yetiş! Bu adamın
söylediğini kendisine söyle" dediler.
Gönderdikleri adanı, o adama yetişti ve
söylenen sözü adama nakletti. Bunun üzerine adam, Resulullah'a geldi ve
kendisine söyleneni Resulullah'a bildirdi. Resul-i Ek-rem(s.a.v) kendisine:
"Aleyhinde konuşan adamı çağır!" diye emir
verdi. O da gidip adamı çağırdı.Adam Resul-i Ekrem(s.a.v)'in huzuruna
gelerek söylediğini itiraf etti. Resul-i Ekrem(s.a.v) adama sordu:
"Bu adama neden buğzediyorsun?" Adam:
"Ben onun komşusuyum ve onun durumunu
biliyorum. Allah'a yemin ederim, şu farz namazdan başka onun hiçbir namaz
kıldığını görmedim." dedi.
Gıybeti edilen adam Resulullah'a:
"Ey Allah'ın Resulü! Bu adamdan sor! Farz
namazımı vaktinde kılmadığı mı veya güzel abdest almadığımı veyahut
namazdaki rüku ve secdeyi çirkin bir şekilde yaptığımı görmüş müdür? "dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v), adamdan
sordu. Adam, "Hayır" cevabını verdikten sonra şöyle devam etti:
"Yemin ederim ki Ramazan ayından başka hiçbir
ay oruç tuttuğunu görmedim."
Gıybeti edilen adam, Resulullah'a:
"Ey Allah'ın Resulü! Kendisinden sor! Ramazan
ayında hiç oruç tutmadığımı görmüş müdür?"
Resul-i Ekrem(s.a.v) adamdan sordu. Adam
"Hayır" cevabını verdikten sonra şöyle devam etti:
"Allah'a yemin ederim ki, Ramazan ayında
hiçbir dilenciye veya fakire bir şey verdiğini görmedim. Zekat hariç
malından bir şeyi Allah yolunda infak ettiğini görmedim. Gıybeti yapılan
adam Resulullah'a:
"Ey Allah'ın Resulü! Kendisinden sor! Acaba
zekatımı hiç eksik verdim mi veya zekatımı hiç geciktirdim mi?"
Resul-i Ekrem(s.a.v), adamdan sordu. Adam "
Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v), gıybet eden adama
şöyle dedi:
"Kalk! (Buradan git). Umulur ki, o adam senden
hayırlıdır."
Şaşmak, merhamet etmek ve öfkelenmek Allah
için olduğu zaman, adamın adını açıklamakta sakınca olmadığını sanmak,
büyük bir hatadır. Hâlbuki isim vermekle, bilmeyerek gıybet etmiş oluruz.
Eğer sözlerimizle münkeri kaldırıp hayrı ikame etmeyi diliyor ve bunun
çabasına giriyorsak durum farklıdır.
Bu büyük günah, iman ve ahlakı fesada
uğratmakta, insanı dünya ve ahirette rezil ve rüsva etmekte, ferd ve
cemiyet hayatında büyük yaralar açmaktadır. Gıybet, müslü-manların birlik
ve beraberliğine engel olmakta, sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarım
koparmakta, aralarına kin, öfke, düşmanlık, fitne ve fesad tohumları
ekmektedir. Böylece Müslümanlar güçsüz duruma düşürülmekte ve küfrün devamı
sağlanmaktadır.
Yeryüzünde üay-i kelimetullah'm hâkim
olabilmesi için İslam davasının fertleri bir vücut olmalı ve her fert bu
vücudun bir organı olmalıdır. Nasıl ki, bir vücudun organları birbirini
tamamlıyorsa, İslami davanın fertleri de birbirlerinin eksikliklerini
tamamlamalı ve kusurlarını örtmelidirler. Nasıl ki, bir vücudun bir organı
rahatsız olunca, bütün vücut rahatsız oluyorsa, ümmetin bir ferdinin
üzüntüsü, sıkıntısı ve acısı diğer fertler tarafından da paylaşılmalıdır.
Toplumun bireyleri, birbirlerinin eksik ve
zayıf yönlerini araştırmaman, birbirlerinin özel ve mahrem yaşantılarını
merak etmemeli, birbirlerinin sırlarını ifşa etmemeli ki, aralarında
kardeşlik ve dayanışma duyguları gelişsin. Bir davanın gücü ve başarısı,
fertler arasındaki sevgi, saygı, kardeşlik ve dayanışma bağlarının
sağlamlığına bağlıdır. Resul-i Ekrem(s.a.v) İslam'ın ilk dönemlerinde
müslümanları birbirine kardeşlik bağıyla bağladı ve "Muhakkak ki müminler
kardeştir."
ayetiyle de bütün dünya müslümanları birbirine kardeş kılındı. Mekke'deki
müslümanlar Allah'ın emriyle Medine'ye hicret ettiklerinde, Resul-i
Ekrem(s.a.v) her Mekkeli muhaciri, bir Medineli ensar ile kardeş yaptı. Bu
Medine'li ensar, hiç görmediği, tanımadığı, güvenilirliğini bilmediği
Mekkeli muhacir kardeşini bağrına bastı. Evini, yiyeceğini, giyeceğini,
işini ve arazisini muhacir kardeşiyle paylaştı. İşte muhacir ile ensar
arasında oluşan bu kardeşlik bağı aynı Allah'a iman etmelerinden
oluşmaktaydı. Onların düşünceleri, amaçlan birdi: Allah'ın rızasını
kazanmak... Medine'deki ilk İslam devleti işte bu kardeşlik ve dayanışma
üzerine inşa edildi.
Müslümanlar birbirlerine iyilik, sevgi ve
saygı göstermek, yardım etmek, kardeş ve destek olmakla sorumlu ve
yükümlüdürler. Ve bu maksadın gerçekleşmesine yardıma olan her şey makbul
olduğu gibi, gerçekleşmesine engel olan her şey de reddedilmiş ve günah
sayılmıştır. Gıybet, toplumda kin, öfke, düşmanlık ve fesada yol açmaktadır.
Kardeşlik, birlik ve dayanışma esaslarını yıkmakta ve Müslümanların gücünü
zayıflatmaktadır.
Her müslümanın kendi şahsını ve din kardeşini
gıybetten koruması ve kardeşlik bağlarının güçlenmesi için ne gerekiyorsa
yapması gerekir.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü adamın kitabı önüne serilir/' Adam:
"Ey Rabbim işlediğim, şu ve şu hasenatım
nerde, onlar amel defterimde yazılı değil?" der. Allah u Teala:
"İnsanları gıybet etmen sebebiyle onlar
mahvoldu." buse yurur.
Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v),
halkın bir gün oruç tutmalarını emretti ve:
"Ben kendisine izin vermeden sakın hiç biriniz
iftar etmesin." buyurdu. Resul-i Ekrem(s.a.v)ıin emri üzerine halk oruç
tuttu. İftar vakti oruç tutanlar, Resul-i Ekrem(s.a.v)'e geliyor ve:
"Ya Resulullah, akşam oldu, iftar edeyim mi?"
diye soruyor.
Resul-i Ekrem(s.a.v)'de ona iftar için izin
veriyordu. Sonunda adamın biri geldi ve dedi ki:
"Ya Resulullah, ailemizden iki genç kız oruç
tuttular, iftar için sizden izin istemekten utanıyorlar, izin ver de
oruçlarını açsınlar."
Resul-i Ekrem(s.a.v), adamın bu sözüne aldırış
etmedi ve ondan yüz çevirdi. Adam üç defa aynı şekilde Resul-i
Ek-rem(s.a<v)'den izin istedi. Resul-i Ekrem(s.a.v) her seferinde ondan yüz
çevirdi. Adam dördüncü defa izin isteyince Resul-i Ek-rem(s.a.v) adama bakıp
şöyle buyurdu:
"Onlar oruç tutmadılar. Sabahtan akşama kadar
insanların etini yiyen nasıl oruç tutar? Git onlara söyle! Eğer oruçlu
iseler kussunlar."
Adam kalktı genç kızların yanına gitti, durumu
onlara bildirdi, onlar da kan ve et kustular. Bunun üzerine adam, Resul-i
Ekrem(s.a.v)'e gelip, durumu ona haber verdi,
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Nefsim-i kudret elinde bulunduran Allah'a
yemin ederim ki, o kan ve et parçası midelerinde kalsaydı, onları cehennem
ateşi mutlaka yakardı."
Başka bir rivayete göre, oruçlu iken
başkalarını çekiştiren bu kız çocuklarından biri kusunca, kadeh yarıya kadar
et ve kan doldu. Diğeri de kusunca kadehin kalan kısmı doldu. Bunun üzerine
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"İşte şu iki kız, Allah'ın helal kıldığı
yemekle oruç tuttular, Allah'ın haram kıldığı gıybet İle iftar ettiler;
insanları çekiştire çekiştire etlerini yediler."
Birkaç dakikalık gevezelik ve şehvetini tatmin
etmek için hayatın boyunca bin bir zahmetle kıldığın namazları, tuttuğun
oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları ve diğer hasenatlarını
yapacağın gıybet ile bir anda yakıp yok edeceksin.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır: "Kıyamet günü bir kişi Allah'ın huzuruna getirilir ve eline
amel defteri verilir. Ama işlediği hasenatı amel defterinde göremez. Bunun
üzerine der ki:
"Ya Rabbi! Bu benim amel defterim değil.
Hasenatımı içinde göremiyorum."
Kendisine denilir ki:
"Muhakkak ki Rabbin yamlgan ve unutkan
değildir. Senin amellerin halkın gıybetini etmenden ötürü mahvoldu."
Ondan hemen sonra bir başkası Allah'ın
huzuruna getirilir ve kendisine amel defteri verilir. O kişi amel
defterinde işlemediği hasenatın kayıtlı olduğunu görür. Bunun üzerine
derki:
"Ya Rabbi! Bu benim amel defterim değil. Çünkü
ben bu güzel amelleri işlemedim."
Ona denilir ki:
"Filan kişi senin gıybetini etmişti. Bu
nedenle de onun hasenatı sana yazıldı."
Bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
"Namazı beklemek üzere mescidte oturmak bir
başka sonucu doğurmadığı sürece ibadettir." Ashab sordu:
"Ya Resulullah! Hangi sonucu doğurmadığı
sürece?"
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Gıybeti"
Rivayet edildiğine göre, bir gün Hasan Basri'
ye dediler ki:
"Filan kimse, senin gıybetini etti."
Bunun üzerine Hasan Basri ona, bir tabak yaş
hurma yolladı ve şu haberi gönderdi:
"Duyduğuma göre, iyiliklerini bana hediye
etmişsin, îen de o hediyene tam olarak karşılık vermeyi isterdim; ama
yapamadım. Beni mazur gör!"
Gıybet olan bir sözle, bazen bir cemaat, bir
mezhep, bir kavim veya bir ailenin mensupları toptan rencide edildiği için
hem ümmetin birliği ciddi şekilde yaralar alarak müs-lümanlar güçsüz duruma
düşürülmekte hem de öbür âleme büyük bir veballe gidilmektedir.
Rivayetler gıybetin bütün salih amelleri,
ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceğini ifade etmektedir.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kulun hasenatını yakıp kül etmede gıybet,
kuru şeyleri yakan kül eden ateşten daha etkilidir."
ONUNCU ASIL: Ekser taife-î mahlûkatta olduğu
gibi, ef'al(fiiUer) ve a'mâl-i beşeriyede (beşeri amellerde) bazı harika
fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin
medar-ı fahirleridir(övünç sebepleridir), yoksa medar-ı şeametleridir
(uğursuzluk sebebidirler). Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı manevî,
birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya
çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel narika fert mutlak,
müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün... Şu ifham itibarıyla, mantıkça
kaziye-i mümkinetmümkün olan hüküm) suretinde, külliyetine hükmedilebilir.
Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, "Kim iki
rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." İşte, iki rekât namaz
bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda,
bu mânâ külliyetle mümkündür.
Demek, şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil
daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve
daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut
mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân
itibarıyladır.
Meselâ, "Gıybet, kati gibidir." demek gıybette
öyle bir fert bulunur ki, kati gibi bir- zehr-i katilden daha muzırdır.
Meselâ, "Bir güzel söz, bir abdı âzâd etmek
gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer." Şimdi, tergib veya teşvik için, o
müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını
vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve serden nefreti tahrik
etmektir.(24. söz, shf.151)
"BEŞİNCİ NOKTA (Kur'an'ın) Beyanındaki
beraattir; yani, tefevvuk(üstünlük) ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki
nazmında cezaletfrekabetsiz ifade güzelliği), lâfzında fesahat, mânâsında
belagat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet,
tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham(anlatmak) ve
ifhamfikna ile iskat etmek)
gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabi-yede beyânât-ı Kur'âniye
en yüksek mertebededir...
Makam-ı zemm ve zecirde binler misâllerinden
meselâ:
ayetinde zemmi altı derece zemmi altı derece
zemme-der(kötüler, çirkin gösterir). Gıybetten altı derece şiddetle
zecreder(meneder). Şöyle ki: Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ)
mânâsmdadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.
İşte birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve
cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli
olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur(nef-ret edilen, sevilmeyen) bir işi
sever?
Üçüncüsü; kelimesiyle der: Cemâatten
hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle
hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne
olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: kelimesiyle der: Hiç rikkat-i
rin-siyeniz(cinsi şefkatiniz), hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok
cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca
dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divâne
gibi ısıriyorsunuz?
Altıncısı: kelâmıyla der: Vicdanınız nerede...
Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bp halde bir kardeşine karşı, etini
yemek gibi en müstekreh(iğrenç) bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet,
aklen, kalben ve insâni-yeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve
milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki, şu âyet, îcazkârâne altı mertebe
zemmi zemmetmekle i'câzkârane altı derece o cürümden zecreder. (25. söz)
"...yerde olan netâic(neticeler) ve semerâtın
mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.
Deme ki,"Havaî bir Elhamdülillah kelimem nasıl
mücessem bir meyve-i Cennet olur?"
Çünkü, sen gündüz uyanıkken güzel bir söz
söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir
sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et
suretinde sana yedirirler. Öyleyse, şu dünya uykusunda söylediğin güzel
sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i
âhirette yersin ve yemesini istib'âd(uzak görmek, ihtimal vermemek)
etmemelisin." (Otuz birinci söz)
"Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil;
fıtratımda adavet( düşmanlık) var. Hem damarıma dokundurmuşlar,
vazgeçemiyorum.''
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri
gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse,
kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil,
vazgeçemiyorsun. Senin, manevî bir nedamet(piş-manlık), gizli bir tevbe ve
zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız
olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu
meb-hasmı yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak
bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin." (Yirmi ikinci mektup)
Yirmi beşinci Söz'ün Birinci Şulesinin Birinci
Şua'nın Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin misallerinden olan bir tek
âyetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten ten-fir(nefret ettirmesi) etmesi;
Kur'an'm nazarında gıybet ne kadar şeni'(çirkin) bir şey olduğunu tamamıyla
gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet Kur'an'm beyanından
sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.
İşte âyetin altı derece zemmi, zemmeder.
Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere
müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:
Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ)
ma-nasmdadır. O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her
kelimede bir hükm-ü zımnî var.
İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve
cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey'i anlamıyor?
ikincisi: Lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret
etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: A.Kİ kelimesiyle der: Cemaatten
hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle
hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: Kelâmıyla der: insaniyetiniz ne
olmuş ki, böyle canavarcasma arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: Kelimesiyle der: Hiç rikkat-i
cinsi-yeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz
olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız
yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: bu kelâmıyla der: Vicdanınız
nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize
karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı
ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve
vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet,
îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altı derece o
cürümden zecreder.
Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok
istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha
tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:
Yani: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten
nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki gıybet; zaîf ve zelil
ve aşağıların silâhıdır."
Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa
idi ve işit-se idi, kerahet edip danlacaktı. Eğer doğru dese, zâten
gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir
günahtır.
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama
der, tâ yardım edip o rnunkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını
ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i
mesaî(işbirliği) etmek ister. Senin \\e meşveret eder. Sen de sırf maslahat
için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda ermek için desen: "Onun ile
teşrik-i mesaî etme. Çünki zarar göreceksin."
Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir(göz önüne
sermek) değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve
serseri adam filân yere gitti."
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı
mütecahirdir(açıktan açığa, kimseden sıkılmadan günah işleyen). Yani
fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile
telezzüzdezzet almak) ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.
İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak
ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer
bitirir; gıybet dahi a'mal-i sâlihayı(salih amelleri) yer bitirir.
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o
vakit (Allah'ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zatı mağfiret et!) demeli,
sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.
Said Nursî (yirmi ikinci mektup)
Rivayetlerde gıybet, dedikodu, iftira gibi
çirkin sıfatlar kalbin hastalıkları olarak zikredilmiştir. Vücut
hastalıklarının ve bedendeki yaraların tedavisi kolay ise de, manevi
yaraların, kalp ve nefis hastalıklarının tedavisi zordur. Çoğu kere de
mümkün değildir. Bedeni hastalıklarda vücudun dengesi bozulur ve bir ağrı
oluşur. Ancak bu ağrı ve sızı sınırlı olup sadece ölünceye kadar devam
edebilir. Fakat gıybet edilen kişinin kaybolan haysiyet ve şerefini iade
etmek çok zordur.
Gıybetin pis kokusu etrafa kötülükler,
düşmanlıklar, günahlar yayar, toplumda nice rahatsızlıklar ve hastalıklar
meydana getirir. Kalp ve nefis hastalıkları cemiyette derin yaralar açıp,
kul hakkına girdiğinden dünya ile sınırlı olmayıp öbür âlemde işkence ve
azaplara sebep olur. Çoğumuz şeytan ve nefs-i emmarenin tutsağı olduğumuz
halde kalbi hastalığımızın farkına varmıyor ve kendimizi tedavi etmeyi
aklımızdan bile geçirmiyoruz. Çünkü kalbi hastalıkları küçümsememiz, onların
acı ve kötü akıbetlerinden gafil olmamız, nefsimizi ıslah edip
arındırmaktan bizi gafil etmiştir. Nefsin ve ruhun hastalığını teşhis
ettikten sonra onları tedavi ve bertaraf etmeye gayret göstermemiz gerekir.
Bu büyük günah, yararlı ilim ve amel ile tedavi edilebilir.
Gıybetin İlmi Tedavisi:
Gıybetin doğuracağı kötü sonuçları düşünmek
gerekir. Ayrıca gıybetin, toplumdaki kardeşlik ve dayanışmayı
dinamitleyerek müslümanları güçsüz duruma düşürdüğü ve insanı büyük bir
vebal altına koyduğu bilinmelidir.
Hasan Basri diyor ki:
" Vallahi, vücudu yiyen haşerelerin vücuda
olan zararı, gıybetin dine olan zararından daha fazla değildir."
Gıybetin dünyadaki sonuçlarından biri de
gıybet edenin halkın gözünden düşmesi, itibar ve güvenini yitirmesidir.
Çünkü gıybet eden ve onu bunu çekiştiren kişilere hiçbir değer verilmez. Bu
tür kişiler, Allah'ın ayetlerini bile okusa-lar kimse bunlara kulak vermez
ve onları dikkate almaz.
Hz. Ömer (r.a) bir gün Kabe'ye baktı ve şöyle
dedi:
" Ne büyüksün ve büyük hürmetin vardır, ama
Allah katında müminin hürmeti senden daha büyüktür."
İnsanın hürmeti ve haysiyeti o kadar büyüktür
ki; Eğer gıybetçi, insanların onur ve şerefine dil uzatırsa, Allah u
Teala'nm onun ayıplarım teşhir etmesi, onu dünya ve ahi-rette rezil ve rüsva
etmesi kaçınılmazdır. Ve bu masiyetin ne kadar korkunç ve iğrenç olduğunu
bilmek gerekir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
* Faiz yetmiş iki kapıdır. En ehveni, kişinin
annesiyle zina etmesi gibidir. En büyük faiz de; kişinin din kardeşinin
ırzına dil uzatmasıdır."
Kıyamet günü, perdeler gözlerden kaldırılınca
kişi kendisiyle birlikte dünyadan getirdiği suretlerle haşrolunur ve bu
suretler vasıtasıyla işkence görür. Nasıl ki yırtıcılık ve leş yemek köpeğe
has bir huy ise gıybetçi de ölü kardeşinin etini yemek için öbür âlemde leş
yiyen bir köpek suretinde olacaktır.
Muaz b. Cebel(r.a) der ki:
* Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga
dalga geleceksiniz.
ayetinin tefsirini Resulullah'tan sorunca, Resulullah'ın gözlerinden yaşlar
akmaya başladı ve bana şöyle buyurdu:
* Ey Muazî Ümmetimden on grup değişik ve
diğerlerinden farklı suretlerde mahşere çıkarılacaklardır.
Bazıları maymun suretinde, bazıları domuz
suretinde çıkarılırlar mahşere... Maymun şeklinde mahşere çıkarılan
kişiler: Başkalarını çekiştirenler ve dedikodu edenlerdir..."
Bu masiyetin dünyevi ve uhrevi sonuçlarmı
biraz düşün. Kabirde ve ahirette amellerinin dönüşeceği çirkin suretleri,
çekeceğin büyük azabı ve karşılaşacağın sıkıntıları gözünün Önüne getirmeye
çalış. Birkaç dakikalık gevezelik için bütün bunlar değer mi? Gıybet ile
ilgili korkunç sahneleri anlatan kitaplara başvur ve bu masiyetin
sonuçlarının ne kadar tehlike arz ettiğini gör!
Rivayetlere göre sevabı çok olan, cennete;
günahı ağır olan ise cehenneme gider. Durum bu olunca gıybet sebebiyle
sevaplarının yok olup günahlarının çoğalmasından sakınman gerekir.
Rivayetlerde gıybetini ettiğin kişiye senin iyiliklerinin verileceği ve onun
günahlarının sana yazılacağı bildirilmiştir. Birkaç dakikalık gevezelik ve
şehvetini tatmin etmek için, hayatın boyunca bin bir zahmetle kıldığın
namazları, tuttuğun oruçları, çektiğin tespihleri, verdiğin sadakaları ve
diğer hasenatlarını gıybet ile bir anda yakıp yok etmen akıl kân mıdır? Ayet
ve hadislere iman eden, kendi hasenatını korumak ve başkasının günahlarını
yüklenmemek için gıybetten sakınmaz mı? Eğer gıybetini ettiğin kişiye
düşman isen, bu düşmanlığının gereği olarak onun gıybetini etmemen gerekir.
Çünkü düşmanının gıybetini etmekle ona iyilik etmekte ve kendine ise
kötülük etmektesin. Hasan Basri, kendisine gıybet eden kimseyi sever ve ona
hürmet eder; " O benim için ibadet ediyor." derdi.
O halde edeceğin gıybet yüzünden amel defterin
günahlarla dolabilir ve insanların arasında rezil rüsva olabilirsin.
Gıybetini ettiğin düşmanının amel defterini hasenatla doldurabilir ve
böylece onu aziz ve saygın kılabilirsin. Onun için Allah'tan kork ve
gıybetten kaçın ki akıbetin kötü olmasın.
Gıybetin diğer bir tedavisi, gıybeti tahrik
eden sebepleri yok etmektir.
Öfkelendiğin zaman sükût et ve Allah'ı zikret.
Kızdığın için birini çekiştirmek istediğin zaman, Allah u Teala'nın da sana
öfkeleneceğini düşünerek gıybetten vazgeçmelisin.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
" Muhakkak ki, cehennemin bir kapısı vardır. O
kapıdan ancak dünyada kinini isyan etmek suretiyle dindiren girer!"
Eğer bir insanı yaratılışmdaki bir kusurundan
dolayı ayıplıyorsan, bil ki neuzu billah (Allah'a sığınırız) Allah'ı
ayıplamış olursun. Çünkü bir sanatı yeren, sanatçıyı yermiş olur.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Allah'a ve ahirete iman edip benim
peygamberliğime şehadet getiren kimse evine kapansın, hatalarına ağlasın.
Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, faydalanmak için hayır söylesin,
şerre sükût etsin ki selamet bulsun ve kendisinde var olan hastalıklarla
başkalarını yermeye kalkışmasın. Şayet adamın kusurları yaratılışında ise, o
zaman onu değil, yaratanı yermiş olursun. Zira bir sanatı yermek, onu yapanı
yermektir."
Adamın biri Hakim'in birine:
" Ey suratsız!" diye seslendi. Hakim:
" Yüzümü ben yaratmadım ki onu kusursuz ve
güzel yapayım. Şayet ke'ndinde 'bir kusur bulmuyorsan- ki bu imkânsızdır-
o zaman Allah'a şükret ki, seni kusursuz olarak yaratmıştır." diye cevap
verdi.
Hasetten dplayı gıybet edeceğin zaman
bilmelisin ki, küfran-ı nimet etmekte ve kendi iyiliklerini yok etmektesin.
Nitekim Rısul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu.
* Dikkatli olunuz. Allah'ın nimetlerine
düşman olanlar vardır/' Ashab sordu:
* Allah'ın nimetlerine kim düşman olabilir?"
Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:
" Allah'ın kullarına verdiği ihsandan dolayı,
onlara hased edenler."
Ayrıca Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
“Ateş odunu yaktığı gibi, hasette iyilikleri
yer bitirir."
Başkalarını güldürmek, eğlendirmek ve vakit
geçirmek için hesapsız bir çift laf ettiğinde akıbetinin ne olacağını hiç
düşündün mü?
Bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır: " Muhakkak ki kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında
oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı süreyyadan daha uzak bir mesafeden
cehenneme düşüp yuvarlanır."
Bir rivayete göre, Hz. İsa'nın havarileriyle
birlikte bir köpek leşinin önünden geçtiği sırada havariler dediler ki:
" Şu leş ne kadar da kötü kokuyor!" Bunun
üzerine Hz. İsa(a.s), şöyle buyurdu:
" Dişleri ne kadar da beyaz."
Hz. İsa'nın nefsi, öylesine arınmış ki,
Allah'ın bir yaratığından bu şekilde kötü söz edilmesine rıza göstermedi.
Onlar onun noksanını gördüler. Ama Hz. İsa (a.s), onun güzel yanını onlara
hatırlattı. Elbette insanlık mürebbilerinin böylesine arınmış bir nefse
sahip olması gerekmektedir.
Sanki Hz. İsa (a.s), bu sözüyle havarilerini,
köpeğin gıybetini dahi yapmaktan men ediyor ve onlara Allah'ın
yaratığından söz ettiklerinde, güzel yönlerinden başkasını
zikretmemelerini tavsiye ediyordu.
Diğer bir rivayette Hz. İsa(a.s) şöyle
buyurdu:
" Pisliğe konan sinek gibi insanların
ayıplarına dikkat edip durmayın."
Müslüman, yaralan kanatan değil, yaraları
tedavi eden bîr merhem olmalıdır. Bir kişideki kötü tarafları değil, ondaki
güzellikleri görmelidir.
Başkasının kusur ve kabahatlerini sayıp
dökmeyi düşündüğün zaman, hemen kendi kusurlarını hatırla ve onlarla
meşgul ol.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v), şöyle buyurdu:"
Cennet o kimseye olsun ki, kendisinin ayıpları, kendisini başkalarının
ayıplarıyla meşgul olmaktan alıkoymuştur."
Hiçbir ayıp insanın kendi ayıplarını
görmemesinden ve kendisinin binlerce ayıbı olmasına rağmen hep başkalarının
ayıplarından söz edip, o ayıplan, kendi ayıplarına Örtü kılmasından daha
kötü değildir. Sende var olan kusur ile insanları kötülemekten vazgeçtiğin
vakit, artık meşgalen kendi nefsin olur, başkaları ile uğraşıp durmazsın.
İşte o zaman kendini ıslah etmiş olursun.
Zatın biri şöyle diyor:" Geçmiş büyüklerin pek
çoklarını gördük. Onlar ibadeti namazda, oruçta değil, insanların
dedikodusunu yapmamakta ararlardı."
Hasan Basri diyor ki:"Başkasından bahsetmek ya
gıybettir, ya bühtandır, ya da ifkdir. Bunların hepsi Allah'ın kitabında
yasaklanmıştır. Gıybet, onda olan kusur ve ayıpları saymaktır. Bühtan, onda
olmayanı ona takmaktır. Ifk ise hakkında duyduğunu söylemektir.
Unutma ki dünyada işlediğin bütün ameller
kayda alınmakta ve kıyamet günü bir film şeridi gibi herkese
gösterilmektedir. Ağza almaktan utandığın hatta hatırladığında yüzünü
kızartan\ayıpların, bir başkasının ayıplarını örtmek karşılığında kayıttan
silinmekte ve Allah'ın örtüsü altına girmektedir. Bundan daha sevindirici
ne olabilir? Sen bir müslümanın gizli hallerini başkasına açıklamayacaksın,
Allah u Teala da buna karşılık senin kusurlarını örtecektir.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v), şöyle
buyurmaktadır:
" Kim müslüman kardeşinin ayıbını örterse,
Allah'ta kıyamet günü onun ayıbını örter. Her kim de Müslüman kardeşinin
ayıbını açarsa, Allah da onun ayıbını açar hatta evinin içinde bile olsa onu
rezil eder."
Rivayet edildiğine göre, Hz. İsa(a.s),
arkadaşlarına bir gün şöyle dedi:
" Şu hususta görüşünüz nedir? Uyuyan birinin
edep yeri açılsa, onu örter misiniz?"
" Evet örteriz" dediler.
Hz.İsa(a.s) şöyle dedi:
" Ama siz kalan kısmı da açıyorsunuz."
Arkadaşlannın:
" Sübhanallah, biz onu nasıl açarız?" demeleri
üzerine şöyle buyurdu:
“Yanınızda biri anlatılmıyor mu? Siz, hemen
onda bulunanı en kötü halle anlatmaya başlıyorsunuz. Böylece, onun kalan
örtüsünü de açmış oluyorsunuz."
Bir müslümanın ayıbını örttüğün zaman belki o
müslü-man tevbe edip değişerek günahından arınır. Nitekim bir rivayete
göre;
Hz. Ömer(r.a), bir gece Medine sokaklarında
geziyordu. Bir evin içinde şarkı söyleyen bir erkeğin sesini işitti. Duvarın
üzerine çıkıp baktığında, bir erkeğin yanında bir kadın ile içki vardı. Bu
durum karşısında Hz. Ömer (r.a) şöyle haykırdı:
" Ey Allah'ın düşmanı! Sen Allah'a isyan
ettiğin halde Allah'ın senin ayıbını örteceğini mi sandın?
Bu hitap karşısında adam, Hz. Ömer(r.a)'e
şöyle dedi:
" Ya Emir el mü'minin! Eğer ben bir yönden
Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş oluyorsun. Allah
u Teala, Hucurat suresinin 12. ayetinde:" Sakın tecessüs etmeyiniz" (yani
insanların gizli hallerini araştırmayınız.) buyurduğu halde sen tecessüs
ettin. Yine Allah u Teala, Bakara suresinin 189. ayetinde:" İyilik ve taat,
evlere arkalarından girmeniz değildir. Lakin iyilik ve taat Allah'tan korkan
ve günahtan sakınan kimselerin yaptığı iştir. Evlere kapılarından
girin..." buyurduğu halde, sen duvardan tırmanarak içeriye girdin. Yine
Allah u Teala, Nur suresinin 27. ayetinde:" Ey iman edenler, kendi
evlerinizden başka evlere sahipleriyle ün-siyet etmeden ve selam vermeden
girmeyin..." buyurduğu halde, sen izin almadan ve selam vermeden içeri
girdin."
Bu durum karşısında Hz. Ömer (r.a), adamı
cezalandırmadı. Fakat tevbe etmesini şart koştuktan sonra adamı kendi
haline bırakıp gitti.
Aradan yıllar geçti. Bir gün Hz. Ömer (r.a)
cemaate namaz kıldırdıktan sonra arka saflarda o adamı görünce yanına
çağırıp ona şöyle dedi:
" Haberin olsun, o durumunu daha kimseye
söylemiş değilim."
İşte biz de Hz. Ömer gibi birbirimizin
kusurlarına örtü olmalıyız ki, aramızdaki kardeşlik bağlan kopmasın,
Allah'ın rahmet ve hidayet örtüsü üzerimizden eksik olmasın.
Ancak bir müslümanın gizli hallerini açıklayıp
başkalarına duyurduğunda belki o kişi insanlardan utanır ve müslümanlardan
uzaklaşır. Zamanla belki de namazlarını bile terk eder.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
" Eğer sen müslümanların ayıplarını
araştırırsan onları ifsad etmiş veya ifsad etmeye yaklaşmış olursun."
Ukbe b. Amir'in katibi Dahir ebul-Haysem, Ukbe
b. Amir'e:
" Doğrusu bizim komşularımız vardır, içki
içerler. Ben ise onları yakalamaları için asayiş memurlarını çağırıyorum."
dedi. Ukbe:
" Böyle yapma, onlara nasihat et ve onları
tehdit et." dedi. Dahir:
" Ben onları bu işten nehyettim. Fakat onlar
vazgeçmediler, ben de onları yakalamaları için polis çağırıyorum." dedi.
Bunun üzerine Ukbe şöyle dedi:
" Yazıklar olsun sana, böyle yapma, zira ben
Resul-i Ek-rem(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittim:
" Her kim (bir müslümanın) ayıbını örterse
diri diri mezara gömülmüş bir kız çocuğunu diriltmiş gibi (sevaba nail)
olur.
Gıybetin kötü akıbetinden
kurtulmak için Hz. Ömer(r.a)'m şu tavsiyesini unutmayalım:
" Allahu Teala'yı her zaman anın, zira onu
anmak şifadır. İnsanları anıp durmayın, zira o hastalıktır."
Nefsin bu günahtan arındırılması ve dilin
gemlerinin ele alınması için laubali olmaktan ve çok konuşmaktan
kaçınılması, dilin Allah'ın zikrine alıştırılması gerekmektedir. Bir sözü
konuşmadan önce onun şer'i hükmünü düşün ve muhasebesini iyi yap. Aynı
şekilde günah olan sözleri dinleme. Mümin kimse, konuşmak isteyince düşünür,
herhangi bir zarar gelmeyeceğini anlarsa sözünü söyler. Eğer zarara
uğrayacağını veya zarara uğrama tehlikesi varsa sözünü söylemez ve sükut
eder. Münafık ise, sözünün neye mal olacağını düşünmez ve pervasızca
konuşur.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
" Mü'min bir kimsenin dili, kalbinin
arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra
diliyle onu geçiştirir. Münafığın dili, kalbinin önündedir. Bir şeyi
kastettiğinde diliyle söyler, kalbi ile düşünmez."
Bir rivayete göre, Hz. Ebubekir(r.a), ağzına
küçük taşları koyar, nefsini konuşmaktan onlarla menederdi.
Hz.Ebube-kir(r.a), diline işaret ederek şöyle buyururdu:
" Beni tehlikelere sokan budur."
Nitekim Rebi b. Haysem, şöyle anlatırdı:
" Sabah olduğu zaman, yanına bir kalem, bir de
kağıt alırdı. O gün ne konuşursa yazardı, saklardı; akşam olunca da nefsini
hesaba çekerdi."
Bir kişi her gece uyumadan önce o gün ne
konuştuğunu ve ne dinlediğini iyice muhasebe edip, gıybete kaçan
konuşmalarını diğer gün yapmamak için çaba gösterirse ve bu çalışmasına
ciddi bir şekilde devam ederse, inşaallah bir süre sonra nefis ıslah olur ve
dil kontrol altına alınmış olur. Bunun sonucu olarak dil gıybetten korunmuş
olur.
Ulema ve Fukaha (ndvanullahi aleyhim) kimi
hususları gıybetin haramlığmın dışında tutmuşlardır. Ancak gıybet
sayesinde şer'i bir sonuca ulaşılabiliyorsa, garezsiz, sırf hak ve maslahat
için, gıybet bazen mubah ve bazen de vacip olabilir. Yoksa ateşin odunu
yakıp yok ettiği gibi; gıybet de salih amelleri yer bitirir.
Gıybete izin veren hususlar altı tanedir:
1-
Haksızlığa uğrayan bir kimse bu haksızlığı giderebileceğine inandığı bir
yetkiliye uğradığı zulmü anlatabilir. Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
" Muhakkak ki, hak sahibi olan alacaklı için,
söz söylemek yetkisi vardır."
Mesela, bir kimse çeşitli şeyleri bahane
ederek her gün hanımına hakaret edip onu dövüyorsa, kadın kendisine yapılan
bu zulmü önleyebileceğine inandığı bir kişiye kocasını şikâyet edebilir.
Çünkü bu kimseye yapılan haksızlığın önlenmesi ancak kendisine yapılan
kötülükleri bir başkasına anlatmasıyla mümkündür.
2-
Bir münkeri veya kötülüğü önleyebileceğine inanılan bir kimseye o kötülüğü
işleyenin tutum ve davranışları açıklanabilir.
Hz. Ömer'e, Ebu Cendel'in Şam'da içki içtiği
haberi geldiğinde, Ebu Cendel'e şu mektubu yazdı:
" Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile, Ha,
Mim! Bu kitabın indirilişi Aziz ve Alim olan Allah tarafmdandır. O, günah
bağışlayla, tevbe kabul edici, azabı şiddetli, kerem sahibi AUah'dır ki,
O'ndan başka ilah yoktur, hem dönüş de O'nadır."
Hz. Ömer'in bu mektubu üzerine, Ebu Cendel
tevbe etti ve Hz. Ömer, bu haberi kendisine ulaştıranı gıybet yapmakla
suçlamamı. Çünkü bu haberi Hz. Ömer'e ulaştıranın amacı, Ebu Cendel'in
işlediği münkeri kaldırması içindi. Böyle durumlarda günah işleyenin
arkasından konuşmak "nehy-i anil münker" den sayıldığı için vaciptir. Ancak
kişinin bunu şer-i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı yaptığını çok iyi
bilmesi gerekir. Burada gıybeti ilahi amaçla yaptığı için bu, ibadettir.
Halini düzelten Ebu Cendel için de ilahi bir lütuf ve rahmettir. Eğer ilahi
amaç olmasaydı, haberi ulaştıran gıybet etmiş olurdu.
3-
Bir konuda fetva almak için kişinin kötü davranışları açıklanabilir. Yani "
Bir kişinin kardeşim veya eşim hakkımı gasp etti. Hakkımı ondan nasıl
alabilirim?" gibi sözlerle kendisine yol gösterilmesini istemesidir.
Ebu Süfyan'ın karısı Hind, Resul-i
Ekrem(s.a.v)'e: " Ya Resulullah, Ebu Süfyan çok cimri bir insandır. Bana ve
çocuğuma yetecek kadar nafaka vermiyor. Acaba onun haberi olmaksızın onun
malından alabilir miyim?" diye sordu.
Resul-i Ekrem(s.a.v) cevaben şöyle buyurdu:
" Normal olarak, sana ve çocuğuna yetecek
kadar al."
Burada isim zikretmek ne kadar mubah ise de,
en güzeli müphem olarak konuşmaktır. Yani "Kardeşi veya eşi kendisine
şöyle zulmeden bir kişi ne yapabilir?" şeklinde fetva isteyip hakkında
konuştuğu kişinin adını anmadan içine düştüğü sıkıntıdan kurtulmaya
çalışmalıdır.
4-
Müslümam serden korumak ve ona öğüt vermek için fasıkın fışkı açıklanabilir.
Münafık bir kimsenin yanına giden bir müslümana, o münafığın nifakının
geçeceğinden korktuğun zaman, o müslümana, münafık kimsenin nifakını
açıklayabilirsin.
Bilmeyerek bir "bel'am'ın" peşinden giden
insanlara o "bel'am'ın" fışkını açıklayarak, onları korumak gerekir.
Dolandırıcı bildiği kimseye serveti emanet
etmek, iffetsiz bildiği kişiye kadını emanet etmek gibi hususlarda karşı
tarafı uyarması vaciptir. Mesela; bir evlenme hususunda kötü bildiği veya
kötülük yapacağı kesin olan bir kişiyi karşı tarafa tanıtmalıdır. Kendisine
bu hususta danışılmasa da meşveret ediyormuş gibi söze girmeli ve kötülüğü
önlemelidir. Eğer o kişinin " Bu sana hayırlı değildir" sözüyle
evlenmekten vazgeçeceğim biliyorsa daha fazla ileri gitmesi gerekmez. Eğer
ancak o kişinin bir kusurunu açıklamak suretiyle evlilikten vazgeçeceğini
biliyorsa, bir kusuru açıkça söylemekte beis yoktur. Bunu söylemek, darda
kalan kimsenin ölü eti yiyebilmesine benzer. Nasıl ki ondan ölmeyecek
kadarını yiyebilirse, burada da ihtiyaç kadarını açıklayabilir. İhtiyaçtan
fazlası açıklanırsa haram olur.
Bir rivayete göre, Fatma binti Kays
(radiyallahu anha) şöyle anlatıyor:" Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.v)'e geldim
ve: "Ya Resulullah, Ebul-Cehm ve Muaviye bana taliptirler, hangisiyle
evleneyim?" diye sordum. Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Muaviye malı olmayan bir yoksuldur. Ebul-Cehm
ise değneği omzundan yere koymaz.( yani kadınları çok döver)
Burada nefsin tuzaklarına dikkat etmek ve
ihtiyatla hareket etmek gerekir. Amacımız Allah'ın rızası değil de,
öfkemizi tatmin etmek olabilir. Burası, nefse aldanabilmenin yeridir.
Çünkü bazen bir kişiye olan öfkemiz, bizi böyle bir açıklamaya teşvik
edebilir. Zira şeytan bizi aldatıp, öfkemize şefkat kılıfı örterek bizi
gıybete kaydırabilir. Eğer bu açıklama nefsanî heva ve hevese bulanmış halde
yapılıyorsa ve o kişiyi küçük düşürme amacı taşıyorsa gıybet etmiş oluruz.
5-
Ayıbını belirten bir lakab ile tamnan*t>ir insanı bu kusuru ile tarif
ederek tanıtmak caizdir. Mesela, adamın bir gözünün kör, bir ayağının topal,
bir elinin çolak, kulağının sağır veya dilsiz olduğunu söyleyerek onu tarif
etmektir. Maksat adamı kolaylıkla tanıtmak olup, onu küçük düşürmek
olmadığından, onu bu kusurları ile tarif etmek caiz görülmüştür. Bir de bu
şekilde tarifi yapılan kişi bundan rahatsız olmamaktadır. Çünkü bu lakapla
şöhret olmuştur. Eğer bu organ eksikliklerim söylemeden kişiyi tarif etmek
mümkün ise, uygun olan başka ismi ile onu anlatmaktır.
İbni Şirin, kör olan İbrahim en-Nehai'den
bahsederken elini gözünün üzerine koyup öyle konuştu, kör İbrahim demedi.
6-
Açıkça günah işleyen ve günah işlemeye aldırış etmeyen kimselerin
işledikleri günahlarını anlatmak caizdir. Ancak bu kişilerin gizli kalan
başka kusurlarını açıklamak caiz değildir. Mesela, Bir kişi açıkça içki
içiyor fakat gizlice kumar oynuyorsa, içki içtiğini söyleyebiliriz, fakat
kumar oynadığını söyleyemeyiz.
Selef-i Salihin derler ki, üç zümre vardır ki,
bunların gıyabında konuşmak gıybet olmaz.
1-
Zalim bir idarecinin,
2-
Açıktan kötülük işleyen bir kimsenin,
3-
Bidat ehli birinin,
Bu üç zümre de günahlarını açıkça işlerler.
Bunların işleri ve yolları anlatılırsa, gıybet sayılmaz.
Ancak, bedenlerinde bir ayıp varsa o da
söylenirse, o gıybet olur. Ancak, tuttukları yol ve işledikleri fiil
anlatüır-sa, bir beis yoktur. Bunlar anlatılmalı ki, halk onlardan
korunsun.
Burada bilinmesi gereken en önemli şey,
insanın kendini hiçbir zaman nefsin tuzaklarından korunmuş saymaması,
büyük bir dikkat ve ihtiyatla hareket etmesi ve gıybetin caiz olduğu bu
durumlardan birini kendine mazeret kabul etmeye kalkışmamasıdır. Her ne
kadar bu altı husus gıybetin haramlığmm dışında tutulmuşsa da nefsin ve
şeytanın tuzaklarına çok elverişli olan bu durumlardan kaçınılmalı ve nefsin
harama bulaşmasına imkan sağlayabilecek hallerden uzak durulmalıdır. Çünkü
nefis şer ve kabahate eğilimlidir. Nefsin insanı şer'i yolla dahi aldatması
ve helake sürüklemesi mümkündür. Onun için caiz olan durumlarda bile
fasıkm bir kusurunu açıklarken bunu şer'i amaçla mı yoksa şeytani amaçla mı
yaptığımızı iyi bilmemiz gerekir. Fakat sadece caiz olan durumlarda gıybetin
terk edilmesi daha evladır.
Gıybetin ferdi ve toplumsal tahribatının çok
büyük ve diğer günahlara nazaran etkilerinin daha fazla olması nedeniyle
Allah li Teala bu günahın tevbesini şarta bağlamıştır. Bu günah, kul hakkına
girdiğinden, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine
bağlıdır.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Gıybetten kork, çünkü gıybet zinadan daha
tehlikeli ve günahtır. "
Sahabe sordu:
"Niçin ya Resulullah? Bunun üzerine Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
''Çünkü zina eden kişi tevbe ederse, Allah
tevbesini kabul eder, fakat gıybet eden kimseyi gıybeti yapılan kişi
affetmedik-çe Allah gıybetçiyi affetmez."
Hiç kimseye ne malının, ne çocuklarının ne de
dünya ve içindekilerinin fayda sağlamayacağı kıyamet günü gelmeden Önce,
herkes kendisini gıybetten korumak, gıybete engel olmak ve gıybetini ettiği
kimseden gidip helallik almak ve tevbe etmek zorundadır. Çünkü kim
helalleşmeden borçlu olarak ölürse o borç veya haksızlık sebebiyle
tecavüzde bulunmuş ise, zulmü nispetinde borçlunun sevabı hak sahibine
verilir, sevabı yetmediği takdirde hak sahibinin günahı onun sırtına
yükletilir.
Nitekim Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Bir kimse kardeşinin şeref ve haysiyetine veya malına haksız
olarak taarruz etmiş ise altın ve gümüş bulunmayan (kıyamet ) gününden önce
gidip o kardeşiyle helalleşsin. Çünkü o gün onun hasenat ve sevabından
alınıp hak sahibine verilir. Eğer iyiliği yoksa kardeşinin günahları alınıp
kendisine yükletilir."
Gıybet, kul hakkına girdiğinden eğer
gıybetçinin imkânı varsa, helallik istemesi lazımdır. Gıybetten tevbe etmek
için, gıybet edilen kimseye gidip, " seni çekiştirdim senin gıybetini
yaptım, hakkını helal et." diyerek helalleşmek ve sonra da Allah'tan bağış
talebinde bulunmak gerekir. Eğer gıybeti edilen kişiye ulaşılamazsa veya
ölmüş ise en uygunu gıybet edilen kimse için bolca istiğfar ve dua etmek,
kıyamet günü ona verilmek üzere bol bol iyilik ve ibadetler yapmak gerekir.
Çünkü sözlerinle eziyet ettiğin, kırdığm'veya küçük düşürdüğün kişi İbn-i
Şirin gibi biri olup seni affetmeyebilir.
Nitekim biri Ibn-i Sirin'e geldi ve şöyle
dedi:
" Senin gıybetini ettim. Bana hakkını helal
et."
İbn-i Şirin şöyle dedi:
" Ben, Allah'ın haram ettiğini nasıl helâl
edebilirim?"
Bir rivayete göre Allah u Teala, Hz. Musa
aleyhisselama şöyle variyetti.
" Bir kimse, gıybetten tevbe edip ölürse, o
kimse cennete en son giren olacaktır. Gıybete devam halinde iken ölse,
cehenneme ilk girenler arasında olacaktır."
Resul-i Ekrem (s.a.v), gıybeti tarif ederken
şöyle buyurmuştur:
" Eğer dediğin şey kardeşinde varsa, onun
gıybetini etmiş olursun. Söylediğin şey onda yoksa ona bühtan etmiş, iftira
etmiş olursun."
Hasan-ı Basri diyor ki:
" Bir kişiyi anmak ya gıybettir veya bühtandır
veyahut ifkdir. Bunların hepsi Allah'ın kitabında yasaklanmıştır. Gıybet,
onda olan kusur ve ayıpları söylemektir. Bühtan, onda olmayanı ona
takmaktır. İfk ise hakkında duyduğunu söylemektir."
İftira, bir kişide olmayan bir kusurun veya
ayıbın o kişide olduğunu söylemektir. Yani insanın işlemediği bir kötü
fiille suçlanmasıdır.
İftira çok çirkin bir kebiredir. İftira,
insana, onda bulunmayan bir kötülüğü nispet etmek olduğundan gıybetten
daha kötü bir davranıştır. Çünkü hem yalan bir sözdür hem de insanın aşın
derecede üzülmesine sebep olmaktadır. İftira hakkında şiddetli rivayetler
bulunmaktadır.
Bir rivayete göre, Karun; Hz. Musa'nın
amcasının oğlu olup büyük bir servet sahibi idi. Firavun ve Haman gibi,
Karun da, Hz. Musa'yı tekzib ve red etmişti. Hz. Musa (a.s); Karun'un, bu
kötü tutum ve davranışlarını akrabası olduğu için af ve müsamaha içinde
karşıladı.
Firavun; Karun'u İsrailoğullanna vali tayin
etmişti. İsrailo-ğullanna zulmünü ve taşkınlığını onun vasıtası ile yapardı.
Karun; Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra, İsrailoğullarının en bilgilisi idi.
Musa(a.s); İsrailoğullanna, zekâtı emredince, Karun, îsrailoğullannı
toplayıp onlara:
"Bu, size oruç, namaz ve bir takım şeyler
getirmiş, siz de onlara katlanmış bulunuyorsunuzdur. Ona, mallarınızı verme
külfetini, yüklenecek misiniz?" dedi. İsrailoğullan:
"Biz ona mallarımızın zekatını verme
külfetini, yüklenmeyeceğiz!" senin görüşün nedir?" dediler. Karun:
" Benim görüşüm: ona bir fahişeyi gönderelim.
Ona, kendisiyle temasta bulunmak istediği iftirasını atmasını ve halk
arasında bu iftirayı yaymasını emredelim!" dedi.
Aldıkları karar gereği Karun;
İsrailoğullanndan bir fahişeyi kiraladı. Karun; israiloğullannın,
meclislerinde toplandıkları gün, Musa aleyhisselama:
"Ey Musa! Hırsızlık,edenin, cezası nedir?"
diye sordu. Hz. Musa:
"Elinin kesilmesidir'" dedi. Karun:
"Zina edenin cezası nedir?" diye sordu. Hz.
Musa:
"Recm edilmesidir" dedi. Karun:
"Zina eden, sen olsan da böyle midir?" diye
sordu.
Hz. Musa:
"Evet" dedi.
Karun:
"Sen zina etmişsin!" dedi. Hz. Musa:
"Yazıklar olsun sana! Kiminle etmişim?" dedi.
Karun:
"Filanca kadınla!" dedi ve Hz. Musa, hemen o
kadını çağırttı:
'Tevrat'ı indiren Alİah adına doğru konuş,
Karun'un söylediği doğru mudur?" dedi.
Kadın:
"Madem ki, sen Allah adına yemin ettirdin. Ben
de Allah adına yemin ederim ki: Sen, zina etmemişsin ve Allah'ın Resulüsün!
Allah düşmanı Karun, bu iftirayı etmem için beni kiraladı." dedi.
Hz. Musa(a.s), hemen kalkıp secdeye kapandı ve
ağladı:
"Ya Rab! Senin düşmanın, benim eziyet edicim,
benim rezil rüsva olmamı ve ayıplanmamı istiyor" diyerek Karun aleyhinde,
Allah'a dua edince; Yüce Allah:
"Yere istediğini, emret! Sana, itaat
edecektir!" diye vahyetti.
Bunu üzerine, Musa(a.s) yere:
" Ey yer! Tut onlan, yut!" dedi ve her
dediğinde yer Onla-rı biraz yuttu. Ta ki tamamen kaybolup gittiler.
Rivayete göre, Karun ve adamları kıyamete
kadar her gün bir insan boyu yerin dibine geçirilmektedir.
Bu durum ölümden önceki durum olup iftiracının
kıyamet günündeki durumuna ilişkin olarak da Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
" Herhangi bir kimse, müslüman bir kimseye,
kendisinde olmayan bir şeyi dünyada onu ayıplamak için isnad edecek
olursa, Allah u Teala, kıyamet gününde söylediği sözün yalan olduğu
meydana çıkıncaya kadar cehennemde onu yakar."
Bir rivayete göre de Resul-i Ekrem(s.a.v)
ashabına sordu: " Müflis kimdir, bilir misiniz?" Ashab dedi ki: " Bize göre
müflis, parası ve malı olmayan kimsedir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namazı,
orucu ve zekatı ile gelir. Bundan sonra sövdüğü gelir, iftira ettiği gelir,
malını yediği gelir, kanını döktüğü gelir ve dövdüğü gelir. Onun
iyiliklerinden bunların her birine verilir. Fakat üzerindeki hakları
ödemeden iyilikleri tükenir. Bu sefer hak sahiplerinin günahları ona
yükletilir ve sonra o kimse cehenneme atılır."
İftira o, kadar çirkin ve etkili bir silahtır
ki tarih boyunca İslam düşmanları ve münafıklar, peygamberlere ve onların
varisleri olan İslam âlimlerine çeşitli İftiralar atarak onların
şahsiyetlerini hedef almışlardır. Bedir savaşında kazanılan büyük zaferden
sonra İslam hızla yayılıyor ve İsla-mİ hareket her geçen gün biraz daha
güçleniyordu. Kâfir güçler, İslam'ı askeri savaşlarla sindirip yok
edemeyeceklerini anlayınca, psikolojik bir savaş için ahlaki bir cephe
açtılar. Amaçlan kişiliği, güzel ahlakı ve yaşantısıyla halkın kalplerini
fetheden Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabını çeşitli iftiralarla karalayarak
onları manen çökertmek ve çığ gibi büyüyen ilahi davanın önünde bir set
oluşturmaktı. Tarih boyunca İslam'ın karşı karşıya kaldığı çeşitli karalama
kampanyalarının en tehlikelisi ve en şiddetlisi olan İfk olayının taşeronu
münafık başı Abdullah b. Übey b. Selül idi. Hz. Peygamber (s.a.v), Medine'ye
gelmeden önce halk ibni Se-lül'ü kral yapmaya karar vermişti. Peygamber
(s.a.v), Medine'ye gelince kral olamadı ve bütün çıkarlarının elden
gideceğini anlayınca müslümanlardan nefret etmeye ve onların aleyhine
olacak her çirkin komploda münafıkça görev almaya başladı. İfk olayına yol
açan meseleyi Hz.Aişe (r.a)'nm kendi ağzından dinleyelim:
"Resulullah(s.a.v), bir sefere çıkacağı zaman
kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime çıkarsa onu birlikte götürürdü.
Yine bu savaşta da kura bana çıkmıştı. Ben de örtünme ayetinin inmesinden
sonra gerçekleşen bu sefere peygamber (s.a.v)'le birlikte katıldım (H.5.
yılda yapılan Beni Mustalik Gazvesi). Ben hevdecte (devenin üstündeki örtülü
odacıkta) yolculuk ediyordum. Resulullah(s.a.v) savaşı bitirince geri
döndük. Geceleyin yolda Medine yakınlarında bir yerde konaklamıştık. Hareket
emri geldiğinde hevdec-ten inerek rahatlamak için kampın dışına çıktım.
Dönüp de konakladığımız yere yaklaştığımda gerdanlığımın bir yerlerde
düşmüş olduğunu farkettim. Aramak için geri döndüm, fakat bu arada kervan
hareket etmiş ve ben de arkalarında yalnız kalmıştım. Hevdeci taşıyan dört
kişi, boş olduğunun farkına varmadan onu deveye yüklemişler ve benim içinde
olduğumu zannederek yola koyulmuşlardı. O günlerde yiyecek kıtlığından
dolayı zayıftım. Üstelik ben küçük yaşlarda bir kadındım. Onun için
hevdecimi taşıyanlar içinde olmadığımdan şüphelenmemişler. Çarşafıma
bürünüp geride kaldığım anlaşılır da gelir beni götürürler ümidiyle yere
oturdum. Bu arada uyumuşum. Safvan b. Muattal es-Sülemi ordunun artçısı idi
(Ordunun geride kalan eşyasını toplayıp sonra sahiplerine vermekle
görevliydi). Uzaktayken uyuyan bir insan karartısı görmüştü. Yanıma gelince
beni tanıdı. Çarşafımla yüzümü örttüm. Vallahi O,bana tek kelime bile
söylemedi."İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Allah'tan geldik yine
Allah'a döneceğiz)"ayetini okudu. Bundan başka hiçbir sözünü duymadım.
Devesini çöktürdü ve kenarda durdu, ben de bindim. Deveyi yularından
çekiyordu. Nihayet mola verdikleri bir yerde orduya yetiştik. Hakkımda
bundan başka bir şey söyleyenler helak olmuşlardır. Günahın büyüğünü de
Abdullah b. Ubey b. Selül üstlendi. Medine'ye varınca hastalandım ve bir
aydan daha fazla yatakta kaldım. İnsanlar iftira olayı ile ilgili kişilerin
dedikodusunu yapıyordu. İftira haberi şehirde yayılmış ve
Resulullah(s.a.v)'in kulağına da ulaşmıştı. Benimse hiç bir şeyden habepifn
yoktu. Resulullah'm eskiden olduğu gibi hastalığımla ilgilenmediğini
görüyordum. Yanıma geldiğinde selam veriyor ve hastalığınız nasıl diye
soruyor, sonra da gidiyordu. Çnun bu hali beni şüphelendiriyordu.
İyileşinceye kadar bir kötülük olduğunu sezmedim. Bir gün ben ve Mıstah'ın
annesi Manasi denen yere doğru yola çıktık. Burası tuvaletler yapılmadan
önce ihtiyacımızı gidermek amacı ile tuvalet olarak kullandığımız bir
yerdi. Ancak geceleri oraya gidebilirdik. Ben ve Ümmü Mıstah oraya doğru yol
aldık. Bu kadın Ebu Ruhm b. Sahr b. Amirin kızı ve babam Ebubekir(r.a)'m
teyzesidir. İhtiyacımızı giderip dönünce, Ümmü Mıstah'ın ayağı eteğine
takılıp sendeledi. Bunun üzerine:
"Mıstah helak olsun" dedi. Ben de:
"Ne kötü söz söyledin. Bedir savaşına katılmış
bir kişiye böyle söylenir mi? dedim. O da:
"Vay başıma gelenler, onun ne söylediğini
duymadın mı?"dedi. Ben:
"Ne soylüyor?"diye sordum. Bunun üzerine
hakkımda çıkarılan o asılsız dedikoduyu(ifk) dillerine dolayanların
sözlerini bana anlattı. Bunun üzerine hastalığım bir kat daha arttı. Evime
döndüğüm zaman Resulullah(s.a.v) de eve geldi ve:
"Hastalığınız nasıl?"diye sordu. Ben de:
"Bana izin ver, anne-babamm yanma gideyim"
dedim. Ben bu haberi annemden iyice öğrenmek istiyordum. Baha izin verdi.
Kalktım, anne-babamm yanına gittim. Anneme:
"Anneciğim, insanlar benim hakkımda neler
konuşuyor-lar?"diye sordum. Annem:
"Kızım, bu konuda kendini fazla üzme. Allah'a
and olsun ki, kocası tarafından sevilip de ortaklarının, hakkında dedikodu
çıkarmadıkları güzel kadın çok azdır" dedi.
"Subhanallah, demek insanlar bunu bile
söyleyebilmişler" dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarım hiç
dinmedi, gözüme uyku girmedi.
Vahiy gecikince Resulullah (s.a.v) eşinden
ayrılmak için Ali b. Ebu Talib(r.a) ve Usame b. Zeyd (r.a)'ı çağırtmış.
Usa-me(r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)'in ailesinin temizliğini, onlar hakkında
beslediği derin sevgiyi belirterek olumlu yönde görüş bildirmiş ve:
'Ta Resulullah, eşini bırakma, Allah'a
andolsun ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" demiş. Ali b.
Ebu Talip(r.a) ise:
"Ya Resulullah, Alİah seni sıkıntıya sokmaz.
Aişe dışında birçok kadın vardır. Onun cariyesinden sor, o size doğ-ruyu
söyler" demiş. Bunun üzerine Resulullah(s.a.v) Beri-re'yi çağırtmış ve:
"Ey Berire, Aişe'de seni kuşkulandıracak bir
şey gördün mü? diye sormuş. Berire:
"Hayır, seni hak peygamber olarak gönderen
Allah'a yemin ederim ki, onda ayıplayacağım bir davranışa rastlamadım. O
evde hamur yoğururken uyuya kalan ve hamurunu koyunlara kaptıran genç bir
kadıncağızdır." demiş.
Bunun üzerine Hz.Peygamber(s.a.v) kalktı,
minbere çıkarak Abdullah b. Ubey b. SelüTden şikâyet ederek şöyle buyurdu:
"Eşim hakkında dedikodular çıkararak bana
eziyet eden bu adamdan beni kim kurtaracak? Vallahi ben, eşim hakkında
iyilikten başka Bir şey bilmiyorum. Sözünü ettikleri adamında sadece
iyiliğini biliyorum. Bensiz evime girmiş değildir."
Bunun üzerine Sa'd b. Muaz(r.a) ayağa
kalkarak:
"Ya Resulullah, vallahi seni ben ondan
kurtaracağım. Eğer bu adam Evs kabilesinden ise boynunu vururuz. Eğer
Hacrec'li kardeşlerimizden biri ise, ne emredersen, emrini yerine getiririz"
dedi.
Bu söz üzerine Sa'd b. Ubade(r.a), ayağa
kalktı. O Haz-rec'in büyüklerindendi. Salih bir insandı. Fakat kabilecilik
duygusuna yenik düştü ve öfkeyle, Sa'd b. Muaz'a şöyle dedi.
"Allah'a andolsun ki, yalan söylüyorsun. Ne
onu öldürebilirsin ne de buna gücün yeter."
Bunun üzerine Sa'd b. Muaz(r.a)'m amcasının
oğlu Usayd b. Hudayr kalktı ve Sa'd b. Ubade'ye:
"Allah'a andolsun ki, yalancı sensin. Onu
mutlaka öldüreceğiz. Sen ise münafıksın ve bir münafığı savunuyorsun"
dedi.
Bu sözler üzerine Evs ve Hazrec arasında bir
kavga çıktı. Öyle ki birbirlerini öldürmeye bile teşebbüs ettiler.
Resulullah(s.a.v), minberde devamlı onları yatıştırıyor ve susturmaya
çalışıyordu. Nihayet sustular ve Resulullah(s.a.v)'de minberden indi. O gün
hep ağladım.
Gözyaşlarım dinmiyor, bir an bile
uyuyamıyordum. Anne ve babam da benimle sabahladılar. İki gece bir gün
ağladım. Öyle ki ağlamaktan ciğerlerimin parçalandığını sandım. Anne ve
babam yanımdayken ve ben ağlarken Ensar'dan bir kadın eve girmek için izin
istedi, izin verdiler. Yanıma gelip oturdu ve benimle beraber ağlamaya
başladı. Biz bu durumda iken Resulullah(s.a.v) geldi, selam verip oturdu.
Benim hakkımda çıkarılan dedikoduların yayıldığı günden beri yanımda hiç
oturmamıştı. Bir ay beklemiş, ama hakkımda kendisine vahiy inmemişti.
Şehadet getirdi ve bana dedi ki:
"Senin hakkında şöyle şöyle sözler bana
ulaştı. Şayet suçsuz isen, kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır.
Fakat eğer bir günah işlemişsen Allah'tan af dile ve O'na tevbe et. Çünkü
kul günahını itiraf edip Allah'a tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul
eder."
Resulullah(s.a.v) sözlerini bitirince
gözyaşlarını dindi. Babama:
"Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dedim.
Babam da:
"Vallahi, Resulullah'a ne diyeceğimi
bilemiyorum" dedi. Bu sefer anneme:
"Benim yerime Resulullah'a cevap ver"dedim.
Annem de:
"Vallahi, Resulullah'a ne diyeceğimi
bilemiyorum" dedi. Ben o zaman henüz çok genç olduğum için Kur'an'dan çok
ayet ezbere bilmezdim. Dedim ki:
"Allah'a andolsun ki, insanların hakkımda
konuştuğu şeyleri siz de duymuşsunuzdur. Bu sözler içinizde yer etti ve onun
doğruluğuna inandınız. Eğer ben size, suçsuzumdesem bana inanmayacaksınız.
Fakat ben, Allah'ın işlemediğimi bildiği bir günahı işlediğimi söylersem
bana inanacaksınız. Vallahi sizinle kendim için Yusuf aleyhisselamın
babasının (Hz.Yakub'un) şu sözünden uygun bir örnek bulamıyorum:
"Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu
anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak
Allah'tır."(Yusuf:18)
Sonra yüzümü döndüm ve yatağıma uzandım.
Vallahi ben, suçsuz pfduğumu biliyordum ve Allahu Teala'nın da suçsuzluğumu
ilan edeceğine inanıyordum. Fakat ben,Al-lah'm hakkımda bir ayet indirerek
beni temize çıkaracağını tahmin edememiştim. Durunıumun,Allah'm hakkımda bir
ayet indirmesine değmeyecek kadar basit olduğunu zannediyordum. Fakat ben,
Resulullah(s.a.v)'in Allalj tarafından suçsuz olduğumu gösteren bir rüya
görmesini bekliyordum.
Henüz Resulullah (s.a.v) yerinden kalkmamıştı
ve ailemden kimse dışarı çıkmamıştı ki, Allah u Teala Resulüne ayetler
indirmeye başladı.Yüzü her vahiy zamanındaki gibi aydınlanmıştı. Sevinçliydi
ve yüzü gülüyordu. Bana söylediği ilk söz:
"Ey Aişe, Allah'a hamdet! Kuşkusuz Allah seni
temize çıkardı" demek oldu.
Annem de bana:
"Kızım kalk ve Resulullah (s.a.v)'e git (O'na
teşekkür et)" dedi.Ben de:
"Allah'a andolsun ki, onun için kalkıp gitmem
ve Allah'tan başka kimseye hamd etmem. Çünkü benim suçsuzluğumu vahiyle
bildiren O'dur" dedim.
Allah u Teala:
"O ağır iftirayı atanlar,sizin içinizden bir
gruptur. Bu olayı kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Aksine o sizin
için bir iyiliktir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın
cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun
elebaşısı ise büyük bir azaba çarpı-lacaktır.(Nur:ll) diye başlayan on ayeti
indirmişti.(Nur:1121)
Babam Ebubekir, önceden Mıstah'a akrabamız
olması ve fakir oluşundan dolayı mali yardımda bulunurdu. Bu ayetler
inince:
"Vallahi, Aişe'ye attığı iftiradan sonra
Mıstah'a hiçbir zaman mali yardımda bulunmayacağım" dedi. Bunun üzerine
Allah u Teala şu ayeti indirdi:
"Sizden zengin ve cömert olup akrabalarına,
yoksullara, muhacirlere ve Alİah yolundakilere yardım etmeyeceklerine dair
yemin etmesinler. Affetsinler, işlenen kusurları görmezden gelsinler. Yoksa
Allah'ın sizi affetmesini istemiyor musunuz? Allah affedicidir,
merhametlidir."(Nur-22) Bunun üzerine babam Ebubekir:
"Evet, ben, Allah'ın beni affetmesini isterim"
dedi ve Mıstah'a yaptığı yardıma devam etti ve dedi ki:
"Vallahi bu yardımı hiçbir zaman
kesmeyeceğim."
İslam tarihine ifk hadisesi olarak geçen
olayda İslam düşmanlarının iffet ve fazilet sahibi Hz. Aişe'ye çirkin bir
iftira atmaları, insanlara İffet ve hayayı emreden, onları ıslah etmeye
çalışan, İslam davasının önderi Hz. Peygam-ber(s.a.v)'i karalamaya yönelik
bir saldırıydı. Askeri ve ekonomik tüm önlemlere rağmen İslam'ın devlet
olmasına ve hızla yayılmasına engel olamayan kâfir güçler, tek çareyi
müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmakta bulmuşlardı. İslam'a duyulan
sempatiyi yok etmek ve peygambere olan güveni sarsmak için münafıklar öyle
korkunç bir plan hazırlamışlardı ki, seçkin sahabeler bile bu iftiradan
etkilenmişlerdi. Bu plan, Medine'yi bir ay boyunca sarsacak ve bazı
sahabelerin neredeyse helakine sebep olacak kadar ustaca ve profesyonelce
hazırlanmıştı. Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi değildi.
Bu büyük iftirayı ortaya atan sadece Abdullah b. Ufrey b. Selül değildi. O
sadece bu işten çıkar uman bir taşerondu. Bu sistematik ve planlı iftirayı
organize edenlfer örgütlenmiş yahudi ve münafık güçler olup o dönemin derin
güçleriydi. İftiranın boyutu öylesine büyüktü ki, müslümanlar sarsılmıştı.
Nitekim Resul-i Ek-rem(s.a.v), minbere çıkarak iftirayı yayan Abdullah b.
Ubey b. Selul'den şikâyet ederek şöyle buyurmuştu:
" Ey müslümanlar topluluğu, eziyeti ta aileme
kadar uzanan bu adamdan beni kim kurtarır? Vallahi ben, eşim hakkında
hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine bir adamı dillerine dolu-yorlar ki,
onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. O adam ben olmadıkça
ailemin yanına girmezdi."
Bunun üzerine Evs kabilesinden olan Sa'd b.
Muaz(r.a) ayağa kalkarak, " O adamın boynunu vuracağını ve Resulullah'a
yardım edeceğini" söylemiş, Hazrec kabilesinden olan Sa'd b. Ubade(r.a) ise
kabilecilik duygusu kabardığından Sa'd b. Muaz'ı yalancılıkla suçlayıp bir
münafığı savunmuştu. Karşılıklı sözler üzerine Evs ve Hazrec kabilesi
arasında kavga çıkmış ve birbirlerini öldürmeye teşebbüs etmişlerdi.
Resurullah'm onları yatıştırması sonucu kardeş kanının dökülmesi son anda
önlenebilmişti. Nihayet nazil olan ayetler, bu korkunç plana son vermişti.
İfk olayı Hz.Ai-şe(r.a)'nın şahsında, Hz.Peygamber (s.a.v)'i ve İslam'ı
hedef alan bir iftiraydı. Bu yüzden Allah u Teala bu asılsız sorunu
çözümlemek, bu planlı komployu başarısız kılmak, İslama ve islam
peygamberine karşı başlatılan psikolojik savaşa müdahale etmek için Hz.
Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren ayetleri indiriyor, peygamberin ailesini
aklıyor ve bu iftirayı dillerine dolayan münafıkları deşifre ediyordu.
Böylesine önemli bir konuda hem o günkü müslümanların hem de peygamber'den
sonra gelecek olan müslümanların nasıl bir yol ve nasıl bir tavır
takınmaları gerektiği konusunda izleyecekleri doğru yolu gösteriyordu.
Allah u Teala iftira konusunda müslümanları şiddetli bir şekilde uyarmış ve
iftira edenler için dünya ve ahirette acıklı bir azab olduğunu buyurmuştu.
İslam düşmanları cahiliye üzerine inşa edilmiş
sömürü düzenlerini korumak ve devam ettirebilmek amacıyla İsla-mi hareketi
bastırmak ve onu yok etmek için, her türlü silahı kullandılar ve her yola
başvurdular. İftira olayı, Adem aleyhisselamdan günümüze kadar devam eden
tevhid ve şirk, hak ve batıl mücadelesinde İslam karşıtı güçlerin devamlı
olarak başvurup medet umdukları en büyük silahlarıdır. İfk olayı ne ilk ne
de son iftiralarıydı. Daha önce de Muhammed-ul Emin dedikleri Hz. Muhammed
(s.a. v)'i karalamak, kötülemek, halkın gözünde küçük düşürmek ve halkın
peygamber hakkında kötü düşüncelere sahip olmalarım sağlamak için Hz.
Peygambere bazen kâhin, bazen sihirbaz, bazen mecnun ve bazen de şair
diyerek çeşitli iftira ve ithamlarda bulundular. Mekke'li kâfirler
Arabistan'ın çeşitli yerlerindeki pazarlarda, panayırlarda özellikle de hac
ve ticaret için Mekke'ye gelen yabancılara müslümanlar aleyhinde yalan,
yanlış propagandalar yaparak İslam ve müslümanlar hakkında çeşitli şüphe ve
vesveseler uyandırmaya, fitne ve fesat tohumları ekmeye çalışıyorlardı.
İbn-i İshak, Hakim ve Beyhaki'den nakledilen
bir rivayete göre;"Kureyşliler büyük bir toplantı düzenlediler ve Hac
zamanında Hz. Muhammed (s.a.v) aleyhine geniş çaplı bir iftira kampanyası
başlatmaya karar verdiler. Bundan sonra Velid b. Muğire orada toplananlara
dedi ki, "Eğer gelen hacılara her birirriiz ayrı ayrı şeyler söylersek,
kimse bize inanmayacaktır. Onun için Muhammed hakkında hepimiz aynı şeyi
söyleyelim. Kimileri:"Muhammed'in bir kâhin olduğunu söyleyelim."dediler.
Velid b. Muğire ise dedi ki:"Vallahi o kâhin değildir. Zira biz kâhinlerin
nasıl olduğunu biliyoruz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir şey
mırıldanırlar ve laf ebeliği yaparlar. Kur'an'ı Kerim'in bununla hiçbir
alakası yoktur." Bazıları:" Muhammed'in mecnun blduğunu söyleyelim."
dediler. Velid b. Muğire dedi ki:"Muhammed, mecnun da değildir. Biz
delilerin nasıl olduğunu biliyoruz. Delilikte insanların ne kadar saçma
sapan konuştuklarını biliyoruz. Muhammed'in söylediği kelamın bir delinin
sözleri olduğunu nasıl söyleyebiliriz?" Bazıları dediler ki:"O halde
hacılara onun şair olduğunu söyleyelim." Velid b. Muğire dedi ki:"O şair de
değildir. Biz şiirin bütün türlerini biliyoruz. Onun kelamı, şiirin bu
türlerinden hiçbirine uymuyor." Oradakiler dediler ki:"O zaman ona sihirbaz
diyelim." Velid b. Muğire dedi ki:"O sihirbaz da değildir. Çünkü
sihirbazları biz biliriz ve sihir için hangi yöntemlere başvurduklarını da
biliriz. Bu unvan da Muhammed'e uymuyor." Daha sonra Velid b. Muğire dedi
ki:"Bu gibi uydurmalardan hangisini yaparsanız yapın, herkes bunların
haksız bir iftira olduğunu sanacaktır. Vallahi, onun kelamı çok cazibeli ve
tesirlidir. Onun kökleri çok derin ve dalları meyvelidir." Bunun üzerine
Ebu Cehil, Velid b. Muğire'ye yüklenerek Muhammed ile ilgili mutlaka bir
propaganda malzemesi gerektiğini ısrarla söyledi. Bundan sonra Velid b.
Muğire bir süre düşündü. Ve dedi ki:"Gerçeğe yakın bir şey söylemek
gerekirse diyebiliriz ki, bu adam(Hz.Muhammed) bir büyücüdür. Biz Araplara
deriz ki bu adam öyle bir kelam getirmiştir ki, bunun yüzünden baba
oğlundan, kardeş kardeşinden ve çocuklar büyüklerinden uzaklaşabiliyor."
Velid'in bu teklifini herkes benimsedi ve bu iftira üzerinde anlaştılar.
Daha sonra, hazırlanan bu plana göre Hac için gelen hacıların arasına
Kureyşli adamlar karıştı ve onlara:"Burada bir büyücü var, ondan uzak durun,
zira o aramızı bozuyor ve ailelerimizi bölüyor."demeye başladılar."
O halde bizler de Hz. Muhammed'i önder olarak
kabul eden İslam davasının fertleri olarak İslam'a, âlimlerimize ve
şahsımıza karşı yapılacak her türlü iftiraya karşı daima hazırlıklı ve
uyanık olmalıyız.
Günümüzde de İslam düşmanları, münafık
kişileri kullanarak, televizyon, gazete ve dergilerinde İslami cemaatler ve
karizmatik âlimler hakkında iftiralarda bulunarak, yalan ve çarpıtılmış
bilgilerden oluşan yazılar yayınlayarak, müs-lümanlar arasında ihtilaflar
çıkarıp, İslam'a olan sevgi ve güvenlerini sarsmaya çalışmaktadırlar.
Böylece insanların içine şüpheler sokarak, Müslümanları zayıflatmak,
parçalamak ve yok etmek isterler. Aslında bu asılsız iftirayı kaleme alan
yazarlar bir piyon olup bunları yönlendiren derin odaklardır
İslam çlüşmanlan ve münafıklar, salih
insanlann zayıf yönlerini kollamakta, oyun ve hilelerini ona göre sinsice
planlamaktadırlar. Bu fitnelerden korunmak için bir iftira karşısında asla
zaafa düşmemeli, zanna dayalı hareket etmemeli ve kardeşimiz hakkında hayır
ve iyilikten başka bir şey düşünmemeliyiz.
Nitekim Alİah u Teala şöyle buyurmuştur:
Keşke o iftirayı işittiğiniz zaman erkek ve kadın müminler, kendi içlerinde
hüsnü zanda bulunup:" Hayır, bu açık bir iftiradır. " deselerdi."
Bedir Savaşı'na katılmış bir sahabe, ifk
hadisesinde duyduğu iftirayı gereği gibi muhakeme etmemiş, konuyu
vicdanına götürmemiş, sadece konuşmuş ve iftiranın yayılmasına alet
olmuştu. Hatta müşrikleri hicvetmek için söylediği şiirlerle
peygamberimiz^.a.v)'in iltifatına mazhar olmuş Hassan b. Sabit bile bu
iftirayı diline dolamıştı. Medine'yi sarsan bu olayı tam bir ay boyunca
konuştular. Oysa daha duyulur duyulmaz itibar edilmemesi ve reddedilmesi
gereken çok iğrenç bir yalandı. Çünkü iftiraya uğrayan kişi sıradan biri
değildi.
İffet ve temizliğin sembolü, peygamberimiz
(s.a.v)'in eşi ve "Allah'a andolsun ki, biz cabiüye döneminde bile böyle bir
suçlamaya uğramadık. İslam'da mı bu suçlamayı kabulleneceğiz?" diyen
Hz.Ebubekir (r.a)'m kızı Hz.Aişe(r.a) idi. Peygamber (s.a.v), Hz. Ebubekir
(r.a),Hz. Aişe(r.a) ve diğer müs-lümanlann bir ay boyunca çektikleri
acıları, yaşadıkları sıkıntıları ve ruh hallerini düşünün?
Bir iftirayı konuşup deşifre edeceğimize,
ilahi emirlere göre hareket edip, vicdanımızın sesiyle muhakeme etmeliyiz.
Nitekim aşağıdaki iki rivayet bazı müslümanların İfk olayını duyduklarında
iftirayı gereği gibi muhakeme edip, konuyu kalplerine danışıp iftiraya
ihtimal vermediklerini göstermektedir.
İmam Muhammed b. İshak'm rivayetine göre; Ebu
Eyyüb'ün karısı Ümmü Eyyüb:
"Ya Ebu Eyyüb, İnsanların Aişe hakkında neler
söylediklerini duydun mu?"der. Ebu Eyyüb:
"Evet, duydum, ama yalandır. Sen böyle bir şey
yapar miydin Ey Ümmü Eyyüb?"der. Ümmü Eyyüb:
"Hayır, vallahi böyle bir şey yapmazdım" der.
Bunun üzerine Ebu Eyyüb:
"Oysa Allah'a andolsun ki, Aişe senden
hayırlıdır" der.
İmam Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri "el-Keşşaf"
adlı tefsirinde Ebu Eyyüb el-Ensarinin Ümmü Eyyüb'e şöyle dediğini
nakleder:
"Neler konuşuluyor görüyor musun? Ümmü Eyyüb:
"Şayet sen Safvan'ın yerinde olsaydın,
Resulullah'ın ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydm?"diye sorar. Ebu
Eyyüb:
"Hayır"der. Bunun üzerine Ümmü Eyyüb:
-Ben de Aişe'nin yerinde olsaydım Resulullah'a
ihanet etmezdim. Oysa Aişe, benden, Safvan da senden hayırlıdır" der.
Bir müslüman, duyduğu bir iftira hakkında
kesinlikle sükût etmeli, kardeşinin geçmişte yaptığı güzel davranışları
hatırlamalı ve onun hakkında hüsnü zan besleyip Zeyneb binti Cahş ve Usame
b. Zeyd (r.a) gibi:"Vallahi kardeşim hakkında hayırdan başka bir şey
düşünemiyorum ve bu apaçık bir iftiradır." demelidir.
Zira Allah u Teala şöyle buyurmaktadır:
" O iftirayı duyduğunuz zaman: v Bunu söylemek
bize gerekmez, haşa bu büyük bir iftiradır, "demeliydiniz."
Hz. Aişe der ki: ResuH Ekrem(s.a.v) benim
durumum hakkında Zeynep Binti Cahş'a sormuş:
" Ey Zeyneb! Aişe hakkında ne biliyorsun ve
görüşün nedir?" O da:
" Ya Resulullah, ben kulağımı ve gözümü işitip
duymadığım şeyden sakınırım. Vallahi Aişe hakkında bayırdan başka bir şey
bilmiyorum, demiş. Hâlbuki Zeyneb, Resulullah'ın hanımları arasında benimle
en çok rekabet edendi. Allah onu takvası sebebiyle iftiraya bulaşmaktan
korudu. Hâlbuki Zey-neb'in kız kardeşi Hamne ise bu hususta onunla münakaşa
etmiş ve iftira olayına karışarak helak olmuştu."
Yine Hz. Aişe (r.a) der ki: Resulullah (s.a.v)
vahiy gecikince benim durumum hakkında Usame b. Zeyd (r.a)'e sormuş. Usame
b. Zeyd (r.a) Resul-i Ekrem(s.a.v)'e:
" Ya Resulullah! O senin eşindir. Biz onun
iyiliklerinden başka bir şey bilmeyiz" demiş.
Şu bir gerçektir ki bu günkü radyo,
televizyon, gazete, dergi gibi kitle iletişim araçları emperyalistlerin ve
İslam karşıtı güçlerin tekelindedir. Onların haber kanallarından süzülerek
bize ulaşan her habere, her konuya karşı, daima uyanık ve şüphe içinde
olmamız ve kendi tenkit süzgecimizden geçirmemiz gerekir ki, onların
tuzağına düşmeyelim. Onun için bir müslüman veya Müslümanlar hakkında kitle
iletişim araçlarından bir haber duyduğumuzda buna itibar etmemeli ve bu
haberi dikkate alıp insanlar arasında konuşmamalıyız. İslam düşmanlarının
çirkin iftira ve ithamları karşısında soğukkanlı davranmalı, sabırlı olmalı
ve tavrımızın ne olması gerektiği konusunda Kur'an ve sünnete müracaat
etmeliyiz.
Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmaktadır:
* Ey iman edenler, Allah'a itaat edin.
Peygamberine ve sizden o!an emir sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde
ihtilafa düşerseniz, hemen onu Allah'a ve Resulüne arz edin; Allah'a ve
ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu, hem daha hayırlı hem de
netice itibariyle daha güzeldir."
Aksi halde bu yalanlar karşısında acze düşüp,
iftiraların yayılmasına alet olabilir ve büyük bir hataya düşebiliriz.
Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmuştur:
" Ey iman edenler, eğer fasıkın biri, size bir
haber getirirse, onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da
sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
İftira, insanı hem dünya hem de ahirette
helake sürüklemektedir. İftiranın doğurduğu kötü sonuçlarını ve ahiretteki
korkunç azabını düşünün.
Bir rivayete göre;"Mirac gecesinde Hz.
Peygamber (s.a.v) bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesildiğini
gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, "Bunlar dedikoduculardır ki
serbestçe konuşuyor ve fitne yaratıyorlardı."
Şeref ve vicdan sahibi bir insan, takva ve
iffet sahibi bir kimsenin şerefine dil uzatmamak ve kendini bu
şerefsizlikten uzak tutmalıdır.
Şüphesi^ iftira atmak, büyük günahlardandır.
Çünkü her günah bir şarta bağlıyken iftira üç şarta bağlanmıştır.
Yapılan bühtan (iftira)dan tevbe etmek için;
1-
Bühtanı kimin yanında yapmışsa onlara gidip şöyle diyecek:
"Ben, filan kişiyi size şöyle anlatmıştım.
Biliniz ki, o kişi hakkında söylediğim sözler yalandır. "
2-
Kime iftira ettiyse, ona gidip şöyle diyecek:
" Sana iftira ettim. Hakkını helal et."
3-
Bütün bunlardan sonra, Allah'tan bağış talebinde bulunup tevbe edecektir.
Ara bozmak maksadıyla insanların sözlerini
birbirine taşımaktır. Koğuculuk demek, açıklanması hoş görülmeyen şeyi
açıklamaktır. Koğuculuğun genel anlamı, bir sırrı açıklamak ve örtülü
kalması istenen şeyin yüzünden perdeyi kaldırmaktır. Eğer koğuculuk yaptığı
şey, o kişide bir eksiklik ve kusur ise, o zaman koğuculuk yanında bir de
gıybet etmiş olur. Koğuculuk (nemime) yapana "nemmam" adı verilir.
Bazen nemmam yerine kattat kullanılır. Kattat
ile nemmam ikisi de bir anlamda, söz gezdiren demektir. Fakat anlam
itibariyle aralarındaki fark şudur: Nemmam, beraber bulunduğu bir topluluğu
dinler, sonra gider konuşulanı haber verir. Kattat ise, onların haberi
olmadan gizlice dinler, her şeyi öğrenir ve sonra da gider başkalarına haber
verir.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Kişi konuşma yaparken dönüp etrafına bakarsa,
onun bu konuşması, dinleyenin yanında emanet olduğuna delalet eder. (ifşa
etmesi haramdır.)"
O halde bir kişinin söylenmesini istemediği
veya müslü-manların gizlenmesini emrettiği şeyler bir sır olup kimseye
açıklanmamalıdır. Nitekim Sabit'in rivayetine göre;
Enes (r.a) diyor ki:
"Resul-i Ekrem(s.a.v), Ben çocuklarla oynarken
yanıma geldi ve bize selam verdi. Beni bir iş için yolladı. Bu yüzden
annemin yanma geç geldim." Annem:
"Neden geç kaldın?" diye sordu. Ben:
"Resul-i Ekrem (s.a.v) beni bir işe
yollamıştı." dedim. Annem:
"O işi neydi?" diye sorunca ben de:
"O bir sırdır" dedim. Bunun üzerine annem:
"Resul-i fikreni (s.a.v)'in sırrını hiç
kimseye söyleme." dedi.
Enes (r.a ) dedi ki:
"Ey Sabit! Eğer bu sırrı bir kimseye
söyleyecek olsaydım muhakkak sana söylerdim."
Bir kişinin sözlerini veya İslam'ın maslahatı
ve müslü-manların güvenliği ile ilgili sırları deşifre etmek haram olup
koğuculuktur. Ayrıca müslümanlarla ilgili bilgileri birilerine ulaştırmak
da bir tür koğuculuktur.
Nitekim Hasan Basri şöyle buyurdu:
"Arkadaşının sırrını konuşmak hainliktir."
Kva'bu-l Ahbar'ın anlattığına göre: İsrail
oğullarında kıtlık olmuştu. Musa (a.s) onları alıp üç defa yağmur duasına
çıktığı halde yağmur yağmadı. Bunun üzerine Musa (a.s):
"Ya Rabbi! Kulların üç defa yağmur duasına
çıktı, onlara yağmur yağdırmadın. Dualarına icabet etmedin." diye niyazda
bulundu. Allah u Teala:
''Aranızda devamlı koğuculuk yapan birisi
varken du-amzı kabul etmem." buyurdu. Musa (a.s ):
"Ya Rabbi, o kimdir? Onu bize bildir ki
aramızdan çıkaralım." dedi.
Alİah u Teala şöyle buyurdu:
"Ey Musa! Ben sizi koğuculuktan men ederken
kendim koğuculuk yapar mıyım? Hepiniz birden tevbe ediniz."
Hep birden tevbe ettiler ve yağmur yağdı.
Katade, " Çoğunlukla kabir azabı gıybet,
nemime ve idrardan korunmamak üzere üç şeydendir." der.
Ebu Hureyre (r.a) diyor ki:
" Resul-i Ekrem (s.a.v) ile beraber
yürüyorduk. İki mezara uğradık, (mezar başında bir süre oturduk.) Resul-i
Ekrem (s.a.v) kalktı, biz de onunla beraber kalktık. Resul-i Ekrem
(s.a.v)'in rengi öyle değişti ki, gömleğinin kolu tir tir titriyordu. Bu
hali görünce ashab:
" Ya Resulullah, ne oluyor?" diye sordu.
Resul-i Ek-rem(s.a.v):
" Benim duyduğumu duymuyor musunuz?" buyurdu.
Ashab:
" Hayır duymuyoruz, nedir o duyduğunuz?"
dediler. Resul-i Ekrem(s.a.v):
* Bu kabirdekiler azab görüyorlar. Hem de
kendilerince azab görmeleri büyük bir şey için değildir. Evet, günahları
büyüktür. Fakat onlara göre korunması kolay olan iki günahtan dolayı azab
görüyorlar." buyurdu. Ashab:
" Nedir o günahlar?" diye sordular. Resul-i
Ekrem(s.a.v):
" Bunlardan biri idrardan sakınmaz, iyice
taharetlenmez-di. Diğeri de dili ile insanlara eziyet eder ve koğuculuk
yapardı." buyurdu. Sonra iki yaş hurma dalı istedi. Bunları mezarların
üstüne koydu. Bunun üzerine ashab:
" Ya Resulullah, niçin böyle yaptınız?" diye
sordular. Re-sul-i Ekrem (s.a.v);
" ( Bu dal yaş kaldığı sürece ) azabları
hafifler." buyurdu. Ashab:
" Ya Resulullah , acaba bunlar ne zamana kadar
azab olurlar?" diye sordular. Bunun üzerine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle
buyurdu:
" O gayb'dır; onu ancak Allah bilir. Gaflet
edip dedikoduya dalmasaydınız siz de benim duyduklarımı duyardınız."
Dinimizin üzerinde önemle durduğu sıfatlardan
biri de laf getirip götürme huyudur. Bu rezil huy, fertler arasındaki
münasebetleri bozarak toplumun huzuruna tesir ettiğinden ve içtimai
bütünlüğü yaraladığı için^şiddetle yasaklanmıştır.
Bazı günahlar sadece günahı işleyene zarar
vermektedir. Bazı günahlar da vardır ki bütün toplumu etkilemekte ve
toplumun düzenini bozmaktadır. İşte gıybet ve koğuculuk gibi hastalıklar bu
türdendir. Koğucunun yaptığı tahribatı şeytan bile yapamaz. Koğucunun
fitnesi şeytanın fitnesinden daha tehlikeli ve korkunçtur. Çünkü şeytan
insana gizli bir vesvese verir. Allah'ın adını zikreder bu vesveseden
kurtulursun. Fakat koğucu öyle değil karşına çıkar seninle konuşur ve
konuştuklarına birtakım ilaveler de yaparak gidip onları anlatır.
Koğucunun şerri o kadar büyüktür ki bazen insanların birbirlerini
öldürmelerine bile yol açmaktadır.
Hammad b. Seleme'den şöyle anlatıldı:
Adamın biri, köle almaya gider. Bir kölenin
fiyatını çok ucuz bulur. Sebebini sorar. Sahibi der ki:
" Bu köle koğucudur, onun için ucuzdur." Alan
kimse, bu ayıbı Önemsemez, köleyi alır, eve gelir. Köle yeni efendisinin
yanında bir süre kaldıktan sonra, adamın hanımına gider; şöyle der:
" Sen kocana bu kadar hizmet ediyorsun, ama
kocan seni sevmiyor. Seni bırakıp başkası ile evlenmek istiyor. Seni
sevmesini, üzerine titremesini ister misin?" Kadın:
" Elbette isterim" der. Köle:
" Ben büyücüyüm. Kocan uyuduğu zaman bir
ustura al. Sakalının alt kısmından bir kaç kıl kes, bana getir büyü
yapayım, seni sevsin." der. Zavallı kadın buna inanır. Köle hemen kadının
kocasına gider; şöyle der:
" Efendim, karın seni aldatıyor. Seni öldürüp
başkasına gidecek; istersen uyur gibi yap; bunu gözünle gör."
Adam uyur gibi yapar. Köle koşar, kadına haber
verir. Kadın birkaç tane kıl almak için ustura ile adama doğru yaklaşınca,
adam gerçekten karısının kendisini öldürmek istediğini zannederek hemen
kalkıp usturayı elinden alarak kadının boğazım keser. Köle hemen kalkar
kadının akrabalarına haber verir. Onlar da gelip kadının kocasını
öldürürler. Bu sefer köle koşar erkeğin yakınlarına haber verir... Böylece
bir aile ve iki kabileyi mahveder.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
“Sizin eri şerlilerinizi size haber vereyim
mi?" Ashabı Kiram:
" Evet, ya Resulullah" dediler. Resul-i
Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Onlar ki koğuculuk yaparlar, dostların
arasını bozarlar, tertemiz insanlarda ayıplar arar ve yakıştırmalar
yaparlar."
Nuh aleyhisselamm karısı, Nuh'un mecnun
olduğunu yayıyordu. Lut aleyhisselamm karısı da, gelen misafirleri kavmine
haber veriyordu. Bu çirkin hareketlerinden dolayı Allah u Teala da elim
azabı ile onları helak etti.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdu:
" Koğuculuk yapan cennete giremez"
Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
"Kattat kimse cennete giremez."
Başka bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
" Allahu Teala, cenneti yarattıktan sonra, ona
konuş emrini verdi.
Cennet şöyle konuştu: * Bana gelen, saadeti
bulur." Bunun üzerine Allahu Teala, şöyle buyurdu: " İzzet ve celalime yemin
ederim ki, şu sekiz kişi, sende mekan tutamayacaktır:
1-
İçkiye devam eden
2-
Zina yapmaya devam eden
3-
Koğuculuk eden,
4-
Deyyus olan,
5- İş
başına geçip, halka zulümle ağalık yapan,
6-
Kadına yapılan cinsi fiilden kendine de yapılan erkek ya da kendini karıya
benzeten erkek,
7-
Sılay-ı rahmi kesen
8-
Şunu şunu yapacağını Alİah adına and içerek söyleyip vaad eden ve bu vaadini
yerine getirmeyen."
Diğer bir rivayete göre; Resul-i Ekrem(s.a.v)
şöyle buyurdu:
" Kim ki, haksız yere bir sözü, bir müslümanı
lekelendirmek için yayarsa, Allahu Teala onu kıyamet gününde ateşle
lekelendirir."
Yine Resul-i Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:
" Söz taşımak ve kin cehennemdir. Aynı zamanda
bunların ikisi de bir müslümanda bulunmaz."
Nemimenin tedavi yollan, gıybetin tedavisinde
anlatılan çarelerdir: Koğucu, sana gelse, "falan kimse sana şöyle şöyle
yaptı; şöyle şöyle dedi" derse, bu durumda sana altı şey yapmak düşer:
1-
Onun sözüne inanmamalısın. Çünkü koğucu, ittifakla fasıktır ve şahitliği
makbul sayılmaz. Nitekim Allah u Teala şöyle buyurdu:" Ey iman edenler, eğer
fasıkın biri size bir haber getirirse onu inceleyin. Yoksa bilmeyerek bir
kavme fenalık edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
Yani bir fasık size bir haber getirirse, durumunu inceleyin. Acele etmeyin,
yanlışlıkla bir kavme sataşmayasınız.
2-
Koğucuyu çirkin olan o işinden vazgeçirmeli ve nasihat etmelisin. Çünkü bir
münkeri engellemek vaciptir. Nemime ise münkerlerin büyüklerindendir.
Nitekim Allah u Teala şöyle buyurdu:" Sizler, insanlar için çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz ve
Allah'a inanırsınız.
3-
Tevbe etmediği takdirde koğucuya Allah için buğzetme-lisin. Çünkü o kimse,
asidir. Asiye buğzetmek ise vaciptir.
4-
Aleyhinde konuştuğu için senin yanında bulunmayan durumunu bilmediğin
kimseye kötü zan beslememelisin.
Çünkü müslüman bir kimseye kötü zan beslemek
haramdır.
Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
" Zannın çoğundan sakınınız, muhakkak zannın
bir kısmı günahtır."
5-
Koğucunun o sözünü araştırma cihetine gidip casusluk etmemelisin. Onun sözü,
doğru mu, değil mi? Bu yolda bir araştırma yapmamalısın.
Çünkü, Allahu Teala buyurdu ki:
"Sakın tecessüs etmeyiniz"
Yani, kardeşinizin gizli yanını
araştırmayınız.
6-
Koğucuyu menettiğin nemmamlığı kendin yapmamalısın. Yani sen de, sana
getirdiği bir haberi başkasına anlatmakla, aynı duruma düşmemelisin. Böyle
yapmak da, koğuculuk-tur.
Seleften birisi bir arkadaşını ziyarete gider.
Sohbet esnasında bir dostu hakkında dedikodu yapar ve onu çekiştirir.
Bunun üzerine ziyaret olunan zatın canı sıkılır ve şöyle der:
Bu ziyaretinle bana yük oldun. Bana üç eziyet
getirdin:
1-
Sevdiğim kardeşime beni düşman ettin.
2-
Huzurumu kaçırdın ve kalbimi bu işlerle meşgul ettin.
3-
Seni, emin, güvenilir bir insan biliyordum. Onu da sarstın.
Resul-i Ekrem(s.a.v) şöyle buyurdu:
" Benim katımda en sevimliniz, ahlakça en
güzel olan ve çevresi ndekilerle en güzel geçinenİzdir ki, onlar herkesi
sever ve herkes te onları sever. Benim katımda en sevimsizleriniz ise
koğuculuk yapan, dostların arasını açan ve temiz kimselerde kusur
arayanlardır."
Rivayet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz'e bir
adam gelerek: "Senin hakkında falan kimse şöyle dedi" der. Bunun üzerine
Ömer b. Abdulaziz şöyle dedi:
"İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı
çıkarsan şu ayetin hükmü altına girersin; "Eğer bir fasık, size bir haber
getirirse inceleyin."
Eğer duyduğun doğru çıkarsa, şu ayetin hükmü altına girersin. "Halkla çok
alay eder ve haber gezdirmek suretiyle çokça koğuculuk yapar.
Her iki halde de mesulsün. Eğer istersen,
tetkik etmeden seni affedelim de bu iş böyle kalsın!"
Adam şöyle dedi:
"Beni affet, ya emir el müzminin' Bir daha
böyle bir şey yapmayacağım"'
Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu
tasdik etmemek, aleyhinde konuştuğu söylenen kimseye karşı kötü zanda
bulunmamak, söyleneni araştırmaya kalkmamak, laf getireni ayıplayıp, bunu
bir daha yapmamasını söylemek, eğer vazgeçmezse ona öfkelenmek ve nemmamın
söylediğini yaymaya kalkışmamaktır. Aksi takdirde kendisi de nemmam olur.
Hasan Basri diyor ki:
"Bir başkasının sözünü sana ulaştıran; senin
sözünü de bir başkasına ulaştırır. Yani koğucu yüz verilecek insan değildir.
Ona hiçbir surette güvenilmez. Ona nasıl nefret duyulmasın ki, yalandan,
gıybetten, iftiradan, hainlikten, karıştırmaktan, çekememezlikten, hile ile
insanların arasını bozmaktan hiçbir vakit kurtulamaz. Koğucu, Allah u
Teala'nm birleştirmek istediğini ayırmak için uğraşan ve yeryüzünde
bozgunculuk yapan kimsedir. Nitekim Allah u Teala şöyle buyurmuştur:
"Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde
haksız yere
tecavüz ve haksızlıkta bulunanların
aleyhinedir. İşte can yakıcı azab bunlaradır."
Eğer kardeşiniz hakkındaki hüsnü zannımızm
su-i zanna, sevgimizin nefrete ve dostluğumuzun düşmanlığa dönüşmesini
istemiyorsak koğucuyu konuşturmamalıyız.
İbni Mesud (r.a) anlatıyor: Resul-i
Ekrem(s.a.v) buyurdu ki:" Bana kimse ashabımın birinden ( canımı sıkacak )
bir şey getirmesin. Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı
halde çıkmak istiyorum."
Hadiste Resul-i Ekrem(s.a.v), Ashabından herhangi biri hakkında hoşuna
gitmeyecek bir söz, bir davranış veya kötü bir sıfatın kendisine
ulaştırılmasını, ashabı hakkındaki hüsnü zannını rencide edecek bir
şikâyetin olmamasını talep etmektedir.
Lokman Hekim oğluna dedi ki:
" Senin arkadaşların o kimseler olsun ki, sen
onlardan onlar da senden ayrıldıkları zaman, ne sen onlann aleyhine, ne de
onlar senin aleyhinde konuşsunlar."
Dilimin ve nefs-i emmarenin şerrinden Allah u
Tealaya sığınırım.
Velhamdu lillahi rabbil alemin.