MESNEVİ'DEN ÖYKÜLER

MESNEVİ'DEN ÖYKÜLER.. 3

Mevlâna Ve Eserleri Hakkında. 3

Hırsız Ve Ayak İzleri 3

Cimri Adam.. 3

İhtiyarlıktan. 3

Mesnevi'den Öyküler 4

Sağır Ziyaretçi 4

Bir İşin Sonu. 4

İşini Bilen Manav. 5

Konuşma, Namazın Bozulur! 5

Zahidin Karısı 5

Uyanık Hırsızın Cezası 5

Fil Neye Benzer?. 5

Kuruntulu Öküz. 6

Gramer Bîlginiyle Kayıkçı 6

Başsız, Kuyruksuz Arslan. 6

Şeytandan Beter 6

Haddini Aşmanın Zararı 7

Anasını Öldüren Kîşî 8

Rızkın Mecburiyeti 8

Diken Eken Adam.. 8

Eşkıyaya Dua Eden Vaiz. 9

Bahçedeki Hazîne. 9

Toprak Yiyen Adam.. 9

Beden Ve Ruh. 10

Buzlar Eriyince. 10

Derviş Dekuki 10

Helvacı Çocuk. 10

Çileli Zorluğun Mükafatı 11

Şeyh Ve Mürid. 11

Kabe Yolcusu. 12

Cenaze Nereye Gidiyor?. 12

Ressamların Yarışı 12

Kafirin Cevabı 13

Dost Ve Düşman. 13

Suyun Tatlı Sesi 13

Ben Mi, Sen Mi?.... 13

Sen Elini Uzat 13

Gerçek Dostun Ölümü. 14

Hz. Yusuf'a Verilen Hediye. 14

Azrail'den Kaçan Genç. 14

Ayakkabıdaki Yılan. 14

Ayna. 15

Konuşan Taşlar 15

Mesciddekî Direk. 15

Ahmaktan Kaçan Hz. İsa. 16

Hz. Ömer Ve Çalgıcı 16

Ateşe Atılan Çocuk. 16

Allah'ın Cevabı 17

Rüya. 17

Kölenin Sözleri 17

Müezzin Ve Papaz. 18

Kendim Bilmez Yoksul 18

Muaviye'nin Üzüntüsü. 19

Saray Mı, Kervansaray Mı?. 19

Nefis Avcısı 19

Ebedî Sultanlık. 20

Hükümdar, Şehzade Ve Büyücü. 21

Emırin Gücü. 21

Süleyman Ve Sivrisinek. 22

Devenin Yularını Çeken Fare. 23

Kuyudaki Arslan. 23

Boyalı Çakal 23

Papağanın Çektiği Dilindendir 24

Ayıdan Dost Olur Mu?. 25

Ağızdan Giren Yılan. 25

Paylaşım.. 25

Doğan Kuşu Ve Kazlar 26

Kuşun Öğütleri 26

Kuşun Gölgesini Vuran Avcı 26

Mecnunun Endişesi 26

Sevenin Cevabı 27

Âşığın Mektubu. 27

Leyla'nın Verdiği Cevap. 27


 

MESNEVİ'DEN ÖYKÜLER

 

Mevlâna Ve Eserleri Hakkında

 

Bugün dünyada en çok okunan eserlerin başını Mevlâna'mn Mesnevi'si çekiyor. Yaşadığımız şu günlerde Mevlâna yeniden keşfediliyor âdeta. Televizyon, bilgisayar, internet, sinema, cep te­lefonu gibi hayatımızı etkileyen teknolojiye sahip çağımızda, onü-çüncü yüzyılda yaşayan bir bilginin hikâyelerinin böylesine ilgi görmesi şaşırtıcı bulunabilir. Amerika ve Avrupa'da Mevlâna sev­gisi ve felsefesi zirveye ulaşmış durumda, ilgi o kadar büyük ki, Mevlâna'mn Mesnevi'si uzun zamandır en çok okunan eserler lis­tesinin başında.

İnternet sitelerinde veya cep telefonu mesajlarında Mevlâ­na'mn hikâyelerinin ve Öğütlerinin böylesine yaygın olması, dün­yanın dört bir yanında Mevlâna etkinlikleri yapılması, Konya'daki türbesine milyonlarca insanın akın akın ziyaret etmesi, hatta adına Örgütler-dernekîer kurulması çoğu insanı şaşırtıyor.

Oysa bunun sebebini anlamak çok zor değil.

Günümüzün teknolojisiyle donatılmış insanın boş kalan yanı­na hitap ediyor Mevlâna. Maddeye doymuş insanlar, manevi boş­luklarını onun yüzyıllarca önce yazdıklarıyla dolduruyorlar. İnsan sevgisi, Allah'ı keşfetme, hayatın özünü keşfetme gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Gerçeği bulmak için yola koyuluyorlar.

Onüçüncü yüzyılın başında Türkistan'ın Belh şehrinde doğan, 17 Aralık 1273 günü Konya'da hayata gözlerini yuman Mevlâ­na'mn bütün zamanlara hitap eden eserlerine, günümüzde her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu bir gerçektir.

Şöyle diyor Mevlâna:

"Ben senin anlaman, bilmen ve öğrenmen için hikâyeler söylü­yorum. Sen bu hikâyelerden sonuca var, gerçekleri ara.."

'Anlayan, bilen, öğrenen' ve 'gerçekleri arayan' insanların daha da artması dileğiyle...

 

Hırsız Ve Ayak İzleri

 

Adamın biri evine giren hırsızı görünce kovalamaya başladı. Bu kovalamaca uzun bir zaman sürdü. Adam kan-ter içinde hırsızı yakalamak üzereyken, birinin avazı çıktı -ğmca kendisini çağırdığını duydu.

"Çabuk buraya gel yetiş!" diyordu, "Orada çok kötü bir durum var. Herhalde ailemin başına bir iş geldi," diye dü­şünerek sesin geldiği tarafa koştu. Kendisini çağıran ada­mın yanma gitti ve:

"Ne var ne oldu? Neden böyle feryad edip duruyorsun? Durmadan beni çağırıyorsun, kötü bir şey mi oldu?" diye sordu adama.

Adam heyecanla cevap verdi:

"îşte bak," dedi. "Hırsızın ayak izlerini buldum. O alçak mahlûk bu tarafa gitmiştir. Zaman kaybetme, koş peşin­den yetiş."

Ev sahibi adama çıkıştı:

"Ey sersem! Sen neler söyleyip duruyorsun, ben hırsızın kendisim yakalamak üzereydim. Sen beni çağırınca vaz­geçtim. Sen ise tutmuş, bana hırsızın ayak izlerinden bah­sediyorsun."

 

Cimri Adam

 

Zengin, zengin olduğu kadar da cimri bir adam vardı. Cimriliği her tarafta konuşulurdu. Bir gün, bu adam cami­ye gitti. Namazdayken aklına "Acaba evde kandili söndür­düm mü?" diye bir kuşku geldi. Hemen evine koşarak ka­pıyı çaldı. İçerden ses veren hizmetçiye:

"Sakın kapıyı açma... Sözlerime kulak ver. Odada kandil yanıyorsa, hemen söndür. Kandilin yağı tükenmesin," di­ye emretti.

Hizmetçi:

"Peki, kandili söndüreyim ama, kapıyı neden açmaya­yım?." diye sordu.

Cimri:

"Kapının tokmağı aşınmasın," dedi. Hizmetçi:

"Güzel... Kapıyı da açmayayım. Ama sen camiden eve kadar yürümekle papuçlarının eskiyeceğini düşünmedin mi?"

Cimri adam bunun da cevabını verdi.

"Düşünmez olur muyum hiç... Elbette düşündüm. Bu­raya kadar çıplak ayakla geldim. Papuçlanm koltuğumun altında!"

 

İhtiyarlıktan

Yaşlı bir adam hastalanmıştı. Konu komşu toplamp, bir doktor çağırdılar. Doktor, nabzına baktı, ateşini aldı, sıkı bir muayeneden sonra hastaya:

"Ben bir şey göremiyorum, neniz var?" diye sordu.

Hasta:

"Ah, doktorcuğum.. Halimi sorma, dimağım yorgun, aklım durgun..." dedi.

Doktor sözünü kesti:

"Merak edecek birşey yok, ihtiyarlıktan..." dedi.

Sonra aralarında şu konuşma geçti:

"Gözüm de kararıyor, çoğu zaman göremez oluyo­rum..."

"O da bir şey değil, ihtiyarlıktan..."

 

Mesnevi'den Öyküler

 

"Ah doktor, ne yesem bana dokunuyor..." "Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan..."

"Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var, doktor. Bu da mı ihtiyarlık?"

"Evet, bu da ihtiyarlıktan... İnsan ihtiyarlayınca yüz tür­lü derdi, şikâyeti olur."

Yaşlı adamın tepesi attı. Bağırmaya başladı:

"Ne biçim doktorsun sen? Başka sözün yok mu? Dok­torlukta yalnız bunu mu öğrendin? Her derdin bir derma­nı var, bunu bilmez misin? Yazıklar olsun senin gibi dokto­ra..."

Doktor, sakin bir tavırla cevap verdi:

"Ey yaşı yetmiş, işi bitmiş adam... Bu kızgınlık, bu hid­det de ihtiyarlıktan..."

 

Sağır Ziyaretçi

 

Sağır bir adam, komşuluk görevini yapmış olmak için hasta komşusunu ziyarete gitti. Giderken de ona soracağı şeyleri ve tahminen alacağı cevaplara vereceği karşılıkları kafasında tasarladı.

Selâmdan sonra tasarladığı gibi ilk olarak,

"Nasılsın komşu?" diye sordu.

Hasta komşu,

"Ölüyorum" diye cevap verdi.

"Sağır duymaz, uydurur" derler ya, tam da öyle oldu.

Hasta, "Herhalde iyiyim" demiştir diye düşünüp,

"Oh, şükür elhamdülillah" karşılığım verdi.

İkinci olarak,

"Neler yiyip içiyorsun?'J^diye sordu.

Hasta ve hasta olduğa kadar da aksi komşu, "Zehir" diye cevapladı bu soruyu. O ise,

"Herhalde mercimek çorbası, sütlaç..." gibi şeyler söy­lemiştir diye düşünerek,

"Afiyetler olsun, inşaallah iyi gelir" karşılığını verdi. Son olarak da,

"Hangi doktor seni tedavi ediyor?" diye sordu sağır adam.

Hasta komşusu, daha önce aldığı karşılıkların da kız-gınlığıyla,

"Azrail!" cevabını verdi. Sağır adam,

"Herhangi bir doktor adı söylemiştir" diye düşünüp mora! olması maksadıyla,

"Ayağı uğurludur onun, yakında iyileşirsin, sevin, gön­lünü hoş tut!" dedi ve görevini yapmış olmanın rahatlığı içinde müsaade isteyip ayrıldı.

 

Bir İşin Sonu

 

Adamın biri komşusuna:

"Bulgur tartacağım, bana bir terazi ver," diye başvurdu.

Komşusu anlamamış gibi davranarak:

"Kusura bakma, evde süpürge yok!" dedi.

Adam:

"Alay etme komşu, ver şu terazini," deyince komşusu bu kez:

"Kalbur da yok!" cevabını verdi. Adam kızdı:

"Ben senden terazi istiyorum. Sen ise "süpürge yok, kalbur yok" diye saçma sapan şeyler söylüyorsun. Sağır mısın, nesin?"

Komşu şu karşılığı verdi:

"Sağır değilim, ne istediğini de biliyorum. Söylediğim sözler saçma değil, gerçeğin ta kendisi.. Sen ihtiyar bir adamsın, baksana ellerin titriyor. Bulguru tartarken kuş­kusuz yere dökeceksin. Bunlan toplamak için süpürge lâ­zım olacak. Hadi süpürgeyi buldun, diyelim. Bu kere ele­mek gerekecek, benden kalbur isteyeceksin. Ben işin so­nunu önceden gördüğüm için öyle söyledim. îyisi mi sen git. Terazisi, süpürgesi, kalburu olandan, bunları iste.."

 

İşini Bilen Manav

 

Hırsızın biri bir manavdan turp çaldı. Bunu gören ma­nav:

"Sen ne yapıyorsun be adam?.." diye bağırdı. Hırsız kendinden emin bir şekilde karşılık verdi: "Ne bağırıyorsun, bu Allah'ın takdiridir."

Bunu duyan manav, iki üç tane okkalı yumruk attı. Adam yere serildi.

"Koy turpları yerine!.." dedi adam. "Bu da Allah'ın tak­diridir."

 

Konuşma, Namazın Bozulur!

 

Yeni müslüman olmuş dört Hintli vaktin girip girmedi­ği konusunda tereddüt içinde namaza durmuşlardı.

Bu sırada mescidin kapısı açıldı ve müezzin içeri girdi. Hintlilerden biri namazda olduğunu unutarak:

"Ey müezzin, ezanı okudun mu yoksa daha vakit var mı?" diye sordu.

ikinci Hintli:

"Sus yahu, namazda iken niçin konuşuyorsun?" dedi.

Üçüncü Hintli:

"Sen onu kınayacağına kendine bak, senin de namazın bozuldu" dedi.

Dördüncü Hintli de:

"Çok şükür ki, ben üçünüz gibi kuyuya düşmedim; ko­nuşup da namazımı bozmadım" dedi.

Böylece farkında olmadan dördünün de namazı bozul­muş oldu.

 

Zahidin Karısı

 

Bir zahidin çok korkunç bir karısı ve bir de huriler kadar güzel bir cariyesi vardı. Kadın kıskançlıktan dolayı sürekli kocasının peşinde dolaşır, onu cariyesiyle hiç yalnız bırak­mazdı.

Bir gün kadın cariyeyi de yanına alarak hamama gitti. Hamama varınca hamam tasını evde unuttuğunu görerek, cariyeyi eve yolladı. Kocasının evde olduğunu unutmuştu.

Cariye, efendisinin evde olduğunu bildiği için âdeta uçarak eve gitti.

Bu sırada hamamdaki kadının aklı başına geldi.

"Ben bu hatayı nasıl yaptım, cariyeyi kendi ellerimle kocama gönderdim" diye dövünerek, aceleyle giyinip ha­mamdan çıktı. Fakat iş işten geçmişti.

 

Uyanık Hırsızın Cezası

 

Hırsızın biri bir ağacın tepesine çıkmış meyvelerini dü­şürmek için ağacı var gücüyle silkeleyip duruyordu.

Bunu gören bahçe sahibi;

"Bre adam benim ağacıma çıkmış ne yapıyorsun, Al­lah'tan korkmuyor musun?" dedi.

Ağaçtaki hırsız cevap verdi:

"Allah'ın bahçesinde bir Allah'ın kulu olarak, Allah'ın kendisine ihsan ettiği meyvelerden yiyorum. Neden bana öyle bağırıyorsun, yoksa Allah'ın bana verdiği ihsanı mı kıskanıyorsun?" dedi.

Bunun üzerine bahçe sahibi hizmetçisine seslendi: "Getir o ipi de şu şaşkına cevap vereyim."

Hizmetçi ipi getirince bahçe sahibi hırsızı ağaca sıkıca bağladı, ondan sonra da bir sopa alarak vurmaya başladı.

Hırsız acıyla feryad ederek, "Ne yapıyorsun be adam Allah'tan kork, beni öldüreceksin." dedi.

Bahçe sahibi sakın bir şekilde cevap verdi:

"Neden bağırıyorsun! Allah'ın kulu Allah'ın başka bir kulunu Allah'ın sopasıyla dövüyor."

 

Fil Neye Benzer?

 

Hintliler karanlık bir ahıra bir fil koyup o güne kadar hiç fil görmeyen insanları çağırarak bir deneme yaptılar.

Fili görmek için gelenler, ortamın karanlık olması sebe­biyle hiçbir şey göremiyordu. Gözlerini kullanamayınca bu sefer el yordamıyla file dokunarak onun nasıl bir şey ol­duğunu anlamaya çalıştılar.

Dışarıya çıktıklarında tek tek hepsine filin ne olduğu soruldu. Filin hortumuna dokunanlar, "Fil, oluğa benzer bir şeydir" dediler.

Kulağına dokunanlar, filin yelpazeye benzediğini; aya­ğını tutanlar, filin direğe benzediğini; sırtını elleyenler, tahtaya benzediğini söylediler.

Böylece herkes, filin neresine dokunduysa fili öyle san­dı ve ona göre bir tarif getirdi. Her birinin anlattığı başka başka olup, hiçbirinin gerçek fille alakası yoktu.

Eğer bir mum yakıp onun ışığında baksaydılar, hepsi gerçek fili görür, ihtilaflar sona ererdi.

 

Kuruntulu Öküz

 

Çayın ve otu bol, yemyeşil bir adada obur bir öküz var­dı. Gün boyu yayılır» tıkabasa doyar, semirip şişmanlardı.

Ama akşam oldu mu bir kenara çekilir, "Yarın ne yiye­ceğim, ya otlar kurur, aç kalırsam" diye kuruntulara kapı­lır, üzülüp kederlenirdi. Ve üzüntüsünden sabaha kadar erir, zayıflardı.

Sabah olunca otların kurumadığını görüp sevinir, yeni­den yemyeşil otların içine dalar, yedikçe yer, semirirdi. Ama akşam olunca yine aynı kuruntular onu zayıflatır, iğ­ne ipliğe döndürürdü.

 

Gramer Bîlginiyle Kayıkçı

 

Bir gün, bir gramer bilgini, iskelede duran bir kayığa bi­nerek, karşı sahile geçmek istedi. Kıyıda müşteri bekleyen kayıkçılardan birine seslendi. Kayık iskeleye yanaşınca, bilgin de kayığa atladı. Kayık yavaş yavaş, deniz üzerinde seyretmekte iken, bilgin kayıkçıya sordu:

"Sen hiç gramer okudun mu?" "Hayır, ben o dediğin şeyi bilmem." Bilgin:

"Vah vah, çok üzüldüm. Demek yarı ömrün boşa git­miş..." diye, acıyarak kayıkçıya baktı.

Tam bu sırada, bir fırtına koptu. Kayık, denizin ortasın­da yalpalar yaparken, kayıkçı bütün gücüyle tehlikeyi at­latmak için çalışmaktaydı. Fırtına, giderek arttı. Kayık bat­mak üzereydi. O zaman kayıkçı, karşısında titreyip duran bilgine sordu:

"Ey, benim bilgin dostum. Şimdi ben sana soruyorum. Yüzme bilir misin?"

"Hayır!.."

Kayıkçı bu cevap üzerine konuştu:

"Vah, vah, sen Ömrünü boşuna harcamışsın. Şimdi bü­tün ömrün gitti. Az sonra kayığın batacak... iyi bil şimdi burada nahiv (gramer) bilgisi değil, mahiv (yok olma) bil­gisi gerek... Eğer bu bilgiyi biliyorsan, benim gibi korku­suzca denize dal..."

 

Başsız, Kuyruksuz Arslan

 

Kol, göğüs, kürek gibi bir organın derisi üstüne iğne ba-tırıiıyor, sonra bu iğne deliklerinden boya akıtılarak deği­şik resimler yapılıyordu ki, buna dövme deniyordu. Eski­den hamamlarda bu iş için tellak denen özel görevliler vardı.

Kazvinli'nin biri dövme yaptırmak için hamama gitti ve tellaktan sırt kürek kemiklerinin üstüne bir arslan resmi yapmasını istedi.

Tellak işe başlayıp iğneyi batırmca Kazvinli'nin canı yandı.'

"Arslanm neresinden başladın?" diye sordu.

Tellak,

"Başından" diye cevap verdi.

Kazvinli,

"Bırak başı olmasın" dedi.

Tellak, bu sefer iğneyi biraz aşağıda bir yere batırdı, ama tezcanh Kazvinli yine duyduğu azıcık acıya sabrede­meyip:

"Şimdi neresini yapıyorsun arslanın?" diye sordu.

Tellak,

"Kuyruğunu yapıyorum" deyince Kazvinli,

"Bırak kuyruğu da eksik olsun" dedi.

Tellak, "La havle..." çekti ve iğneyi kürek kemiklerinin tam ortasına batırdı.

Mıymıntı Kazvinli,

"Şimdi neresini yapıyorsun?" diye sordu tekrar.

Tellak, "Karnını!" cevabını verdi.

Kazvinli,

"Karnı da olmasın!" deyince tellak kızdı ve iğneyi fırla­tıp,

"Başsız, kannsız, kuyruksuz bir arslanı kim görmüştür? Allah bile böyle bir arslan yaratmamıştır" diyerek Kazvin­li'yi kovdu.

 

Şeytandan Beter

 

Bir gün şeytan, üzgün ve ümitsiz bir halde giderken bir kocakarı onu bu halde gördü ve sordu:

"Ne oldu sana, neden böyle mahzunsun?" Şeytan:

"Şuradaki mabette Barsisa isminde bir adam var. 40 yıl­dır ibadet edip duruyor. Ne yaptıysam ona tesir edemedim. Sonunda ümidimi kestim, mağlup oldum ve gidiyo­rum" dedi.

Kocakarı, yırtık-pırtık ayakkabılarını gösterip,

"Bana yeni bir ayakkabı vaad edersen, ben senin yapa­madığını yapar, onu azdırıp yoldan çıkarırım" dedi.

Şeytan, "Peki," dedi.

Kocakarı birisinin süt emen çocuğunu çaldı, yanına da bir şişe şarapla bıçak aldı ve Barsisa'nın ibadet ettiği ma­bede gitti. Bir tarafa gizlendi.

İbadet bitince mabedin hizmetçisi, her zaman yaptığı gibi ortalığı temizledi ve anahtarı Barsisa'nın yanına bıra­kıp gitti.

Gece yarısına doğru Barsisa ibadete devam ederken ka­dın gizlendiği yerden fırlayıp anahtarı kaptı ve elinde bı­çak karşısına geçerek Barsisa'ya şöyle dedi:

"Ya şu şişedeki şarabı içersin, ya çocuğu öldürürsün ya da benimle zina edersin. Kararı sen ver. Bu üç işten birini yapmazsan, 'Bu adam beni buraya hapsetti, ırzıma geçe­cek' diye bağırmaya başlarım."

Barsisa,

"Yapma etme, bunlardan hiçbirini yapamam, Allah'tan korkarım. Benden başka bir şey iste" diye yalvarıp yakar-dıysa da kadın, söylediklerinde ısrar etti.

Barsisa çaresiz kalınca, bu üç işten şarap içmeyi diğer­lerine göre daha az günah olarak düşündü ve şarabı içti. Sarhoş olduğunu gören kadın bütün cazibesini kullanarak onu tahrik etmeye başladı. Barsisa baştan çıktı ve kadınla ilişkiye girmek istedi.

Kadın,

"Ancak çocuğu öldürürsen kendimi sana teslim ede­rim" dedi.

Barsisa, çocuğu öldürdü ve kadına saldırdı. Kadm bü­tün bunlardan sonra pencereyi açıp,

"imdat, yetişin, beni bu adamdan kurtarın!" diye feryat etmeye başladı.

Duyanlar koşup geldi ve kapıyı kırarak içeri girdiler. Kanlı bıçağı ve kanlar içinde yerde yatan çocuğu, şarap şi­şesini ve üstü başı perişan kadını gördüler. Sarhoş Barsi-sa'yı tutup suç delilleriyle hakime götürdüler. Herşey açık bir şekilde aleyhinde olduğundan ve inkara mecali olma­dığından hâkim, Barsisa'yı idama mahkum etti.

Barsisa asılacağı sırada şeytan ona görünüp,

"Bana imanını verirsen seni kurtarırım!" dedi. Artık ki­min suretinde görünmüşse Barsisa, ona uyup imanından da oldu. Şeytan istediğini elde edince,

"Ben senden uzağım!" diyerek gitti.

Kocakarıya vaad ettiği ayakkabılarını alan şeytan, onları epeyce uzun bir sopaya takarak kadına uzattı.

Kadın,

"Niçin elinle vermiyorsun?" diye sorunca, Şeytan,

"Ne olur ne olmaz, bana da bir iş edersin, senden kor­kulur" diyerek hızla oradan uzaklaştı.

 

Haddini Aşmanın Zararı

 

Bir gün adamın biri Hz. Musa'ya geldi:

"Ya Musa, ne olur dua ette ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkararak daha iyi bir insan olayım," dedi.

Hz. Musa:

"Kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır," dedi.

Fakat adam dinlemedi, ısrar etti:

"Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım,"dedi.

Hz. Musa her ne kadar bundan vazgeçmesi için çalış­tıysa da adam istediğinde ısrarlıydı. Bunun üzerine Hz. Musa ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak ekmeği kaptı. Köpek buna çok kızdı.

"Bre horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğdayda yiye­bilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rız­kımı alıyorsun?" dedi.

Horoz cevap verdi:

"Haklısın fakat hiç üzülme yann bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın," dedi.

Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek sattı.

Ertesi sabah da, "Bakalım köpekle horoz ne konuşacak­lar?.." diye onların yanına geldi.

Köpek horoza sitem ediyor:

"Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de karnımızı doyu­racaktık," diyordu. Horoz:

"Eşek Ölmeye öldü lakin başka yerde çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha büyük ziyafete konacaksın," dedi.

"Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü.

"Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu böylece zarardan kurtuldum," diye düşünüyordu.

Ertesi sabah yine "Acaba ne konuşacaklar?.." diye kö­pekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem edip duruyordu:

"Yahu horoz kardeş, bu sefer de, dediğin olmadı, yoksa, sen de mi yalana başladın?.." dedi.

Horoz:

"Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin sahibi­miz, efendimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın efen­dimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız," dedi.

Bunu duyan adam hiç beklemeden, kölesini götürüp sattı.

"Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece bir çok zarardan kurtuldum," diye düşünerek sevindi. Er­tesi gün yine köpekle horozun yanına gitti. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:

"Yalancı horoz, hâni köle ölecek bu sayede karnımız doyacaktı, günlerdir beni yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır bir davranış mı?" dedi.

Horoz da:

"Ben yalancı değilim ve yalan söylemem," diye başladı. "Köle öldü fakat burada değil başka yerde. Çünkü sahibimiz onu da sattı. Ama hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendisine geldi. Zira ilkin kaza, belâ eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan ve kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca onun yerine köleye geldi, köleyi de satınca bela kendisine geldi. Sura onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız," dedi.

Bunları duyan adam ah vah etti, dövündü durdu, ama neye yarardı ki, iş işten geçmişti bir defa.

Böylece tamahkârlığın cezasını canıyla ödedi.

 

Anasını Öldüren Kîşî

 

Adamın biri bir gün annesini hançerleyerek öldürdü. Bunun üzerine halk başına toplanıp onu azarlamaya baş­ladılar.

Dediler ki:

"Ananı niçin öldürdün, ne hayırsız evlâtsın!"

Adam cevap verdi:

"Anam çok çirkin bir iş yaptı onun için öldürdüm, gü­nahını toprak örtsün," dedi.

Bunun üzerine halk:

"Ananı öldüreceğine ona musallat olan adamı öldür-seydin, ananı neden öldürdün?" dediler.

Adam:

"Her gün başka birini öldüreceğime sadece bir kişiyi öl­dürdüm," dedi. "Kötülüğün kaynağını kuruttuğunu" söy­lemek istedi.  

 

Rızkın Mecburiyeti

 

Adamın biri,

"Herkesin rızkı Allah'tan gelir" hadisinin manasım an­lamak istiyordu. Başını alıp çöllere düştü. Bir kenarda ya­tıp uyuyor gibi gözlerini kapattı.

Kendi kendine:

"Bakalım rızkım nasıl gelecek?.." diyordu.

Derken yolunu kaybetmiş bir kervan, o adamın yattığı yere geldi. O adamı yatmış vaziyette gördüler.

Birisi:

"Bu adam neden böyle kimsenin uğramadığı yerde ya­tıyor?.. Kurttan, düşmandan korkmuyor mu?.. Ölümü, diri mi?.." dedi.

Kervandakiler birlikte adamın yanına geldiler.

Adam, "Bakalım ne olacak?.." diye hiç sesini çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı, ne de gözünü açtı.

Kervandakiler adamın bu halini görünce:

"Bu zavallı adam, açlıktan ölmek üzere.." dediler.

Ekmek ve yemek getirdiler. Adam dişlerini iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip, dişlerinin arasından çorbayı döktü­ler. Adam direndikçe, zorla karnını doyurdular.

 

Diken Eken Adam

 

Zamanın birinde adamın biri, yolun kenarına diken ek­ti. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye başladı.

Gelip geçenler:

"Bu dikenleri sök, insanları rahatsız etmesin!" demeye başladılar. Adam bunları duyuyor ama aldırış etmiyordu.

Bir gün Allah'ın sadık dostlarından biri onu uyardı:

"Bu dikenleri mutlaka sök!.."

Adam itiraz etmedi:

"Tamam efendim," dedi. "Bir gün mutlaka sökerim."

Adam bugün yarın derken, dikenler büyüdüler, kuvvet­lendiler.

Allah'ın sadık dostu yine geldi:

"Ey sözünde durmayan adam, sök şu dikenleri. Bu işi zamana bırakma."

Adam:

"Efendim, bir hayli gün var" dedi. "Bugün olmazsa ya­rın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım."

Allah'ın sadık dostu bunun üzerine şu sözleri söyledi:

"Sen hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun ama şunu bil ki, her geçen gün, o dikenler büyüyüp güçleniyor. Dikenle­ri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun. Dikenler güçlenirken, sen ihtiyarlıyorsun."

 

Eşkıyaya Dua Eden Vaiz

 

Memleketin birinde bir vaiz vardı. Vaaz etmek için kür­süye çıkınca, yol kesici eşkıyaya dua ederdi.

Ellerini kaldırır.

"Yarabbi!" derdi. "Kötülere, bozgunculara ve eşkıyaya merhamet et. Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir gönüllülere, kiliselerde, manastırlarda bulu­nanlara sen merhamet et." derdi.

Ancak iyi ve temiz kişilere hiç dua etmezdi. Halk bir gün basma toplanarak:

"Senin bu duaların, alışılmış, işitilmiş dualara benzemi­yor. Sapıklara, hayır duada bulunmak, büyüklük, asalet değiîdir. Biz böyle şeyler görmedik, neden kötülere dua edip duruyorsun?" dediler.

Vaiz dedi ki:

"Ben onlardan iyilikler gördüğüm için onlara hayır dua ediyorum. Onlar bana o kadar kötülüklerde bulundular, o derece zulmedip cefalar çektirdiler ki, nihayet beni serden kurtardılar, hayra yönlendirdiler. Ben ne zaman dünyaya yöneldiysem, dünya malına candan bağlandımsa onlar­dan eziyetler gördüm, dayaklar yedim. Bütün çektiklerime karşı, Allah'a sığındım, iyiliğe, güzelliğe yöneldim. Kısaca beni o vahşi eşkıyalar dize getirdiler. Benim iyiliğime se­bep onlardır. Onlara dua etmeyeceğim de kime dua ede­ceğim?"

 

Bahçedeki Hazîne

 

Bir zamanlar, karlarla kaplı bir dağın tepesinde mavi boyalı bir evde yaşayan ve geçimini çobanlıkla sağlayan bir genç vardı. Her geçen gün birbirine benzer sayılırdı onun için. Ailesiyle huzurlu bir hayat sürer, hayvanları va­dilerde otlatır ve akşam olunca eve dönerdi.

Bu sıradan gibi görünen hayatın derinine inmeye de çalışırdı çoban. Koyunlarını otlatmaya gittiğinde, geceleri gökyüzüne uzun uzun bakar yıldızları düşünür, Yaratıcı­nın haşmetine hayret ederdi. Bahar mevsiminde tepeleri kaplayan rengarenk çiçeklerin sergilediği güzellikleri sey­reder, Yaratıcısının sanatının güzelliğine hayran kalırdı.

Genç çoban bir gece bir rüya gördü ve hayatı değişti. Rüyasında şehre gidiyor, şehri ikiye bölen nehrin üzerin­deki köprünün ayaklarına iniyor ve orada gömülü bir hazi­ne buluyordu. Önceleri üzerinde durmadığı bu rüyayı de­falarca görünce karar verdi: Şehre gidecek, köprünün al­tında gerçekten bir hazine olup olmadığını anlayacaktı.

Uzun süren bir yolculuktan sonra şehre ulaştı ve doğ­ruca köprüye gitti. Köprünün çok sıkı bir koruma altında olduğunu görünce biraz ümidi kırıldı. Şehrin bu kısmı si­lahlı askerlerle kaynıyordu, çünkü köprü kralın sarayına giden yolu taşıyordu üzerinde.

Genç, günlerce köprünün civarında dolaştı durdu, üs­tündeki yoldan geldi geçti, ama bir türlü ayakların olduğu kısma inemedi. Aradan iki hafta geçti. Bir gün muhafızlar­dan birisi onu yakaladı ve sorguya çekmeye başladı.

"Seni her gün bu köprünün etrafında görüyorum. Mak­sadın nedir ey köylü? Yoksa, kralımıza suikast mi yapmak istiyorsun?" diye soran muhafıza, zaten hayal kırıklığına uğramış olan genç rüyasını olduğu gibi anlattı.

O hikâyesini bitirdiğinde muhafız müthiş bir kahkaha patlattı. Öyle kendinden geçercesine gülüyordu ki, genç neye uğradığını şaşırmıştı. Askerin bu davranışına bir an­lam veremiyordu. Sonunda, muhafız kahkahalarına ha­kim olup doğru dürüst nefes alabilmeyi başardı ve gülme hıçkırıklarının arasında şunları söyleyebildi:

"Siz köylüler ne kadar safsınız ki, gördüğünüz rüyalara inanıyorsunuz. Ben de senin gibi rüyalarıma aldırış ede­cek olsaydım, şimdi tozlu topraklı yollarda, tepesi karla kaplı dağın üstündeki mavi boyalı bir eve gidiyor olurdum. Günlerdir gördüğüm rüyaya bakılırsa, o evin bahçesindeki ağacın altında bir hazine gizliymiş."

Köylü, askerin bahsettiği evin ve bahçenin kendisininki olduğunu anlamıştı. Evine döndü. Ağacm altını kazdığın­da o hazineyi buldu. Hazine hep kendi bahç es indeydi, ama onu önce uzaklarda araması gerekmişti.

 

Toprak Yiyen Adam

 

Toprak yemeye alışmış bir adam bir aktar dükkanına girip şeker almak istedi. O hilebaz aktarın terazisinde dir­hem ve taş yerine toprak vardı. Dükkan sahibi, müşterinin toprak yemeye alışkın olduğunu anladı,

"Benim terazimin kiloları ve gramları topraktandır, bi­raz bekle de getireyim" dedi.

Adamın işi aceleydi.

"Benim önemli bir işim var, acele şeker almam lâzım. Gramların neden olursa olsun, benim için mühim değil" dedi.

Aktar terazinin gözüne topraktan kiloyu koydu ve şeker kırmaya gitti.

Müşteri baktı. Terazinin kefesindeki toprak ağırlık ölçü­sü, dayanılmaz güzellikteydi. Sonunda dayanamadı, gizlice ondan bir parça koparıp yedi. Toprak müthiş güzeldi. Aktarcıya fark ettirmeden bir parça daha kopardı. Bu işi mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyordu. Aktara ise işi ağırdan alıyor, yan gözle müşterisinin hareketlerini gözlüyor, o terazideki toprak ölçüden koparıp yedikçe se­viniyor, biraz daha yemesi için işini bile bile uzatıyor, için­den de şöyle diyordu:

"Ye ahmak ye, sen yedikçe alacağın şeker azalıyor. Sen zarar ederken, ben kâr ediyorum."

 

Beden Ve Ruh

 

Beden ile ruh aralarında konuşuyorlardı. Beden güzelli­ğine ve parlaklığına mağrur olarak ruha dedi ki:

"Ben senden daha değerliyim; bak herkes bana ilgi gös­teriyor ve beni seviyor."

Ruh ise, kendi letafetini gizlemiş olduğu haJde o bede­ne dedi ki:

"Hey süprüntülük! Sen kim oluyorsun? Ben senden çı­kayım da o zaman görürsün. Seni sevenler sana mezar ka­zarlar. İki gün bile seni saklamaz, böcek ve karıncalara gı­da olman için seni toprağa gömerler."

 

Buzlar Eriyince

 

Bağdat'ta Ağustos sıcağı ortalığı yakıp kavurmaktaydı. Herkes, serinleyeceği gölge bir yer, ferahlatacak bir rüzgâr arıyordu. Çarşı-pazar kurulmuş, alışveriş başlamıştı.

Bu arada bir adam, yüksek dağların mağaralarından ge­tirdiği buzları satıyordu. Buz kalıpları eriyip ziyan olma­dan bir an önce onları satmalıydı. Gel gör ki, ekonomik durgunluk sebebiyle fazla buz satılmıyordu.

Öğle sıcağı bastırınca buzlar yavaş yavaş erimeye başla­dı. "Mal canın yongasıdır!" ya; tek sermayesi olan buzları­nın gözü önünde eridiğini görmek, adamın içini de eriti­yordu.

Erimenin hızlanmasıyla içi yanan adam şöyle bağırma­ya başladı: "Sermayesi sürekli tükenen bu fakirden buz alan yok mu?"   

O sırada talebeleriyle oradan geçmekte olan büyük veli Cüneyd-i Bağdadî bu sözleri duyunca birden durdu ve ol­duğu yere çöktü. Başını ellerinin araşma aldı. Talebeler te­laşlandılar ve "Ne oldu hocam?" diye sordular.

Cüneyd-i Bağdadî, "Şu adamın söylediklerine dikkat edin!" diyerek, buz satıcısının tarafına baktı. Adam, içinin yandığı sesinden belli olacak şekilde sürekli bağırıyordu: "Sermayesi tükenen buzcudan alışveriş yapan yok mu?"

Büyük veli, o durumun, "Fırsat eğitimi" için iyi bir vesi­le olduğunu düşünerek şunları söyledi talebelerine:

"Bu sözler beni sarstı. Eriyenin sadece buzlar değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu farkettim. Sıcak, adamın maddî sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor. Saniye sa­niye, dakika dakika ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz? Sahip olduğunuz en değerli sermaye ömürdür. Onun ne kadarını Allah'a satabilirsek yani Onun yolunda değerlendirirsek elimizde o kâr kalacak. Gerisi, satılmadan eriyip toprağa damlayan buzlar gibi boşu boşuna ziyan olup gidecek. Ayrıca bizden de hesabı sorulacak. Bunun unutmamalıyız. Adamın buzlarının erimesine olduğu ka­dar, ömürlerinin boşa tükenmesine karşı içi sızlamayanla-ra yazıklar olsun..."

Talebeler ayak üstü unutamayacakları iyi bir ders al­mış, çok etkilenmişlerdi. Düşüne düşüne yollarına devam ettiler.

 

Derviş Dekuki

 

Dekuki adında bir derviş vardı bir zamanlar. Derviş sü­rekli köyden köye, kasabadan kasabaya dolaşır, hiç bir yer­de üç günden fazla kalmazdı.

Dekuki'nin bu durumunu merak eden biri:

"Neden bir yerde üç günden fazla kalmıyorsun?" diye sordu. Derviş Dekuki gülerek cevap verdi:

"Eğer üç günden fazla bir yerde kalırsam gönlümün oraya alışacağından korkuyorum," dedi.

 

Helvacı Çocuk

 

Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı bir zamanlar. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.

Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da bor­cu artıkça arttı. Sonunda borcunun tamamı döıtyüz dina­ra yükseldi. O zamanlar dört yüz dinar çok yüksek bir meblağ idi.

Bir gün şeyh hastalandı. Hastalığı ağırdı. Öleceğini an­layan alacaklıları şeyhin başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında kötü şeyler düşünüyorlardı.

O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:

"Git şu çocuktan helvanın tamamını al da bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süreliğine gönülleri hoş olsun/' dedi.

Hizmetçi dışarı çıkıp helvacı çocuğu çağırdı. Helvanın tamamım yarım dinara satın alıp şeyhin borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi ve ücretini istedi, ölmek üzere olan şeyh:

"Ben zavallı ve ölmek üzere olan biriyim, ben de para ne gezer?.." dedi.

Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp inlemeye başladı. Alacaklıların buna iyice canlan sıkıldı ve ileri geri söylen­meye başladılar. Çocuk taa ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu.

Şeyh bu arada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyor­du.

İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabakla içeriye girip, tabağı şeyhin önüne koydu. Şeyh, hizmetçisine taba­ğı alacaklılanna vermesini söyledi. Hizmetçi de söyleneni yaptı, tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta şey­hin borcu olan, döıtyüz dinar vardı. Tabağın kenarında da beze sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı ço­cuğundu.

Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar. Şeyh hakkın­daki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman olup şeyhin ellerine sarıldılar.

"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize," dedi­ler.

Bunun üzerine şeyh:

"Ey insanlar bunun sırn şudur. Ben bunu Allah'tan di­ledim. Cenabı Hakk bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlı idi. Helvacı çocuk ağla-masaydı rahmet denizi coşmazdı," dedi.

 

Çileli Zorluğun Mükafatı

 

Bir zamanlar bir kadm vardı. Her yıl bir çocuk doğurur­du. Fakat çocukları altı aydan fazla yaşamazdı. Üç-dört ve­ya beş aylık olunca ölüp giderdi. Sürekli çocuklarını kay­beden bu kadın, bunun üzerine ağlayıp dua etmeye başla­dı.

"Allah'ım!" dedi. "Bu çocuklar bana dokuz ay yük olu­yorlar. Peşinden üç-dört ay sevindiriyorlar. Bana verdiğin nimet ebed kuşağından da tez geçip gidiyor."

Kadın bununla da yetinmedi kendisine dua etmeleri için Allah'ın veli kullarına gidip dua talebinde bulundu.

Bu kadının ölen çocuklarının sayısı yirmiye ulaşmış, ca­nı da iyice yanmıştı. Bir gece rüyasında cenneti ve oradaki sayısız nimetleri, köşkleri gördü. Kendisine; "Bu nimet; acılara katlanan, büyük ıstırablara tahamül edenin, Hak sevgisi uğruna her şeyini feda edenindir," dendi. "Sen ibadetinde ve Rabbine sığınmada tembellik ettin. Ancak bu­na karşılık Rabbin sana o musibetleri verdi."

Kadın; "Ya Rabbi!" dedi. "Madem öyle o halde yıllarca bana bu tarzda musibetler ver, hatta Senin uğrunda canı­mı al, kanımı dök!" dedi.

Gördüğü köşklerden birinin üzerinde kendi adı yazılıy­dı. Kadın bütün bu güzellikler karşısında mest olup ken­dinden geçti. Adı yazılı kapıdan içeriye girince, bütün ço­cuklarının orada olduğunu görerek Allah'a şükretti.

 

Şeyh Ve Mürid

 

Mürid, görmeden bağlandığı şeyhini görmek için can atıyordu. Nihayet bir fırsatmı bulup hazırlandı ve şeyhin köyüne doğru yola çıktı.

Üç günlük zahmetli bir yolculuktan sonra şeyhinin kö­yüne vardı.

Evi öğrendi ve avluya geldiğinde önce hasretle eğildi, toprağı öptü; sonra da kalbi çarpa çarpa kapıyı çaldı.

Asık suratlı bir kadın kapıyı açtı ve "Ne istiyorsun?" diye sertçe sordu. Mürid,

"Efendi Hazretlerim ziyarete gelmiştim. Üç gündür bu anın özlemiyle yollardayım. Ne olur lütfedip beni kabul ederler mi?" dedi.

Şeyhin karısı kızgın bir şekilde,

"Efendin evde yok. O bunaktan ne umuyorsunuz da ge­liyorsunuz, bilmem. Bu kadar yol onu görmek için tepilir mi? Zındığın teki o. Çektiğin zahmete yazık..," dedi.

Ve daha bir sürü sövüp sayarak kapıyı müridin yüzüne çarptı.

Mürid, neye uğradığını şaşırdı. Tepesinden buz gibi bir su dökülmüşçesine, donakalmış bir vaziyette bekledi bir süre. Bütün ümitleri, hayalleri alt üst oldu. Sonra da boz­guna uğramış bir halde başı önde döndü, şeyhinin kapı­sından.

Yolda rastladığı bir ihtiyara şeyhinden söz etti ve nere­de olabileceğini sordu. O da şeyhinin ormana odun getir­meye gittiğini ve o saatlerde dönmek üzere olduğunu söy­leyip yolu gösterdi. Mürid ormanın yolunu tuttu. Hem git­ti, hem düşündü:

"Şeyhim böyle bir kadınla nasıl beraber duruyor?"

Nihayet orman yolunda, gerçekten Allah'ın veli bir kulu olan şeyhini gördü. Hem de odunları bir arslana yüklemiş, kendisi de üstüne oturmuş gelirken. Hayretinden ağzı açık kaldı. Ne söyleyeceğini bilemedi.

Şeyh, müridinin karşılaştığı durumu tahmin etmiş ve-sarsılan güvenini tamir etmek için ona bu kerameti göster­mişti. Ayrıca şeyh, herkese ders olacak şu sözleri söyledi müridine:

"Ey oğlum! Ben sabredip o kadının yükünü çekmesey-dim, bu erkek arslan beni üzerinde taşıyıp yükümü çeker miydi?"

Mürid, biraz önceki düşüncelerinden dolayı mahcubi­yet duydu ve yüzü kızardı. "Âlimlerin yanında dilini, mürşitlerin yanında da kalbini kontrol altında tut" sözünün ne kadar doğru bir söz olduğu geldi aklına.

Ve kerametine şahit olduğu mürşidinden feyz almış ve teslimiyeti artmış bir şekilde memleketine dönen müridi, o günden sonra kendi hanımının huysuzluklarına karşı da­ha sabırlı olacağına dair kendi kendine söz verdi.

 

Kabe Yolcusu

 

Allah'ın veli kullarından Bayezid-i Bestamî, gençlik yıl­larında hacca giderken fakir bir Allah dostu ile karşılaştı. Selamlaşmadan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Fakir

"Nereye gidiyorsun?"

Bayezid:

"Kabe'ye."

Fakir:

"Bu yolculuk için ne kadar para biriktirdin?"

Bayezid:

"200 gümüş dirhem."

Fakir:

"Etrafımda yedi defa tavaf et; o 200 dirhemi de benim önüme bırakıp geri dön."

Bayezid:

"Neden?"

Fakir:

"Allah, Hz. İbrahim'e Kabe'yi yaptırdığından beri onun içine girmedi; fakat beni yarattığından beri benim gönül evime Ondan başkası girmiş değildir."

Fakir Allah dostunun bu sözleri, Bayezid-i Bestamî'yi düşündürdü ve çok etkiledi. Sonuçta onun dediğini yaptı ve huzurundan, büyük bir olgunluk elde etmiş olarak ay­rıldı, memleketine döndü.

 

Cenaze Nereye Gidiyor?

 

Cenazesi götürülen adamın oğlu, babasının tabutu ya­nında hem ağlıyor, hem de şöyle ağıt yakıyordu:

"Babacığım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Seni öyle dar ve sıkıntılı bir eve götürüyorlar ki orada ne halı, ne de hasır var. Ne aydınlatacak bir ışık, ne de yenilecek bir di­lim ekmek bulunur. O evin ne açılan bir güzel kapısı, ne de dertleşecek bir komşusu var. Amansız bir ev, daracık bir yer; orada ne yapacaksın, halin nice olacak?"

O sırada böyle diyerek gözyaşı döken adamın söyledik­lerini dinleyen masum bir çocuk, elinden tuttuğu babasına,

"Babacığım bu cenazeyi bizim eve mi götürüyorlar?" diye sordu.

Babası,

"Aptal olma, neler saçmalıyorsun, bunu nereden çıka­rıyorsun?" deyince çocuk,

"Duymuyor musun? Adamın, ölen babasını götürdük­leri ev hakkında saydığı ve yakındığı şeylerin hepsi aynen bizim eve uyuyor. Ne ışık var, ne hasır; ne yiyecek, ne içe­cek; ne doğru dürüst bir kapı, ne de komşumuz" dedi.

 

Ressamların Yarışı

 

Çinli ve Rum ressamlar, "Resim san'atında dünyada en üstün biziz" diye övünüyorlardı. Bu iddiaları duyan adil bir hükümdar:

"Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin dediği doğru" dedi.

Ve bir perdeyle ikiye böldüğü büyük bir salonun bir ta­rafını Çinli ressamlara, diğer tarafını Rum ressamlara tah­sis etti. Kendi bölümlerinde çalışıp eserlerini orada sergi­lemelerini emretti.

Çinliler de Rum diyarının ressamları da hazırlanıp ça­lışmaya başladılar.

Çinliler, hükümdardan yüz türlü boya isteyip aldılar ve onlarla çeşitli resimler, süsler yapıp salonun kendilerine ayrılan bölümü donattılar.

Rum ressamlar ise sadece duvarları cilalayıp durdular. Sonuçta kendilerine ayrılan bölümün duvarları pırıl pırıl parlayan, gökyüzü gibi berrak bir ayna haline geldi.

Her iki taraf da kazanacaklarından emin oldukları hal­de hükümdara işlerinin bittiğini, sergiyi gezebileceğini bildirdiler.

Hükümdar geldi ve önce Çinli ressamların süsledikleri bölüme girdi. Yapılanlar fevkalade şeylerdi. Çinliler, bütün renk tonlarının fark edildiği harika resimler çizmiş, boyalı tablolarla her tarafı donatmışlardı.

Çinli ressamların eserlerini takdir eden ve onlara hedi­yeler veren hükümdar, daha sonra Rum ressamların bölümüne doğru ilerledi.

Tam bu sırada bir Rum ressam, salonu ikiye bölen per­deyi açtı. Perdenin kalkmasıyla Çinli ressamların yaptıkları resimler ve oradaki bütün ihtişam, bu bölümün cilalan­mış aynalar halindeki duvarlarında yansıdı. Orada olan her şey burada da, üstelik daha parlak ve daha güzel bir bi­çimde görünüyordu. Ayrıca hükümdar, bütün bu güzellik­ler arasında kendini de seyrediyordu.

Rum ressamların çalıştıkları bölüm, hükümdarın gözle­rini kamaştırdı. Salondaki tüm güzellikle birlikte kendi gü­zelliğini de yansıtan bu bölümü hükümdar daha anlamlı buldu ve daha çok beğendi.

Böylece Rum diyarının ressamları bu imtihanı kazandı­lar ve hükümdardan daha çok hediye ve takdire mazhar oldular.

 

Kafirin Cevabı

 

Beyazid-ı Bestami devrinde yaşayan bir kafir vardı. Bir kaba softa, ona cehennemden bahsettikten sonra:

"Ne olur, " dedi. "Sen de gel müslüman ol. Cehennem azabından kurtul."

Kafir adam şöyle bir baktı.

"İyi diyorsun da benim Beyazıd gibi müslüman olmak elimden gelmez. Doğrusu senin gibi de müslüman olmak istemem. Senin tavrın, dininize olan sevgimi azaltıyor."

 

Dost Ve Düşman

 

İbrahim Peygamberi yakmak için müthiş bir ateş yığını hazırlayıp içine atmışlar.

O sırada gökte, ağzında küçücük bir kuru dal olan mi­nik bir kuş belirmiş ve peygamberin üzerinden geçerken kuru dalı ateşe bırakmış.

İbrahim Peygamber kuşa seslenmiş:

"O minicik çöpü atmışsın, bu koskocaman ateş için ne fark eder ki?"

Kuş:

"Olsun," demiş. "Düşman olduğumuz belli olsun."

Az sonra minicik gagasında bir damla su ile bir başka kuş belirmiş ve o da suyu ateşin üzerine bırakmış.

İbrahim Peygamber ona da sormuş:

"Bir damlacık suyu bıraktın, ama bu kocaman ateş için ne fark eder ki?"

Kuş cevap vermiş:

"Olsun," demiş. "Dost olduğumuz belli olsun."

 

Suyun Tatlı Sesi

 

Bir dere kenarında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üs­tünde de susamış ve dertli bir adam vardı. Duvarın yüksek oluşu, suya ulaşmasına mani oluyordu. Zavallı adam su için, sudan çıkmış balık gibi çırpınıp duruyordu, birden aklına duvardan bir kerpiç koparıp suya atma fikri geldi. Attığı kerpicin çıkardığı su sesi kulağına çok tatlı ve hoş geldi. Suyun tatlı sesi adamın kulağına bir sevgili sesi gibi adamı kendinden geçirdi. Bunun üzerine adam duvardan taşlar, kerpiçler kopararak suya atmaya başladı. Bunun üzerine su adama seslendi:

"Ey adam bana niçin taş atıp duruyorsun? Bundan na­sıl bir fayda bekliyorsun?" dedi.

Adam içten bir sesle cevap verdi:

"Ey su, bu işin bana iki faydası olduğu için bu işten vaz­geçemiyorum. Birinci; Suyun sesi susuzun kulağına en güzel musiki gibi gelir. İkincisi de kopardığım her taş, her kerpiç duvarı biraz daha alçaltıp, beni sana yaklaştırıyor." dedi.

 

Ben Mi, Sen Mi?....

 

Birbirlerine kınlan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğer arkadaşının kapısını çaldı.

"Kim o ?..." Diye seslendi içeriden arkadaşı.

"Benim/' dedi kapıyı çalan.

"Burada ikimize birlikte yer yok," diye cevap geldi.

Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra yeni bir umutla tekrar çaldı kapısını arkadaşının..

"Kim o ?.." diye sordu içerideki. "Sen'im," dedi kapıyı çalan arkadaş. Ardına kadar açıldı kapı.

 

Sen Elini Uzat

 

Adamın biri bataklığa düşmüş, çırpınıyordu. Vücudu bataklığa saplanmasına karşın başı henüz batmamıştı.

Bütün gücüyle bağırarak yardım istiyordu. Yalvarışları­nı duyan birisi zavallı adama yardım etmeye karar verdi ve "Elini bana uzat, seni bataklıktan kurtaracağım," diye ses­lendi.

Fakat başı dışında tüm vücudu çamura iyice saplanan adam yardım için yalvarmanın dışında kendine yardım edilebilmesi için birşey yapamıyordu.

Bu arada yardım edecek adam birkaç defa daha "Elini bana uzat," diye seslendi. Fakat her seferinde aldığı tek tepki yardım için perişan bir seslenişti.

Tam bu sırada birisi ortaya çıkti ve yardım etmek iste­yen adama seslendi:

"Görmüyor musun?" dedi. "Sana elini asla uzatamaya-cak. Sen elini ona uzatmalısın.. Ancak o zaman onu kurta­rabilirsin."

 

Gerçek Dostun Ölümü

 

Bir zamanlar, hemen her konuda derin bilgisi bulunan ve sözleriyle herkesi kendisine hayran bırakan bir âlim yaşardı. Yaşadığı toplulukta herkes, o ne söylerse onaylar, kimse ona karşı çıkamazdı.

Bir kişi hariç. Ishak ismindeki bu adam, âlimin yorum­larıyla ters düşmekten çekinmez ve yanlış gördüğü nokta­ları cesurca dile getirirdi. Âlimin etrafındaki toplulukta bu­lunan herkes, îshak'ın bu çıkışlarından rahatsız olur, ama ellerinden de bir şey gelmezdi.

Bir gün Ishak öldü. Cenaze merasimi sırasında» insan­lar âlimin son derece üzgün olduğunu fark etti.

"Neden bu kadar üzüldünüz?" diye sordu birisi. "O ne­redeyse her söylediğinizi eleştirirdi."

"Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaşım için üzülmüyorum" diye cevap verdi âlim. "Kendim için üzü­lüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken, o mertçe hatalarımı yüzüme vuruyor ve beni kendimi geliştirmeye zorluyordu. Şimdi yanımda o yokken gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum."

 

Hz. Yusuf'a Verilen Hediye

 

Hz. Yusuf, eşsiz bir güzelliğe sahipti. Kuyuoan, kölelik­ten ve zindandan kurtulup Mısır'a sultan olmuştu. Ziyare­tine gelen bir can dostuna başından geçenleri anlattı. Uzun süre sohbet edip dertleştiler.

Bu arada Hz. Yusuf misafirine ikramlarda bulundu. Mi­safir dostu da Hz. Yusuf a getirdiği hediyeyi bir paket için­de takdim etti.

Hz. Yusuf paketi açtı, dostunun hediyesinin cilalanmış güzel bir ayna olduğunu gördü. Merak edip, hediye olarak neden aynayı tercih ettiğini sordu. Misafir mahcubiyet içinde şöyle dedi:

"Efendim, dostun evine eli boş gidilemeyeceğini, uy­gun bir hediye götürmek gerektiğini bildiğimden, uzun za­man sana uygun bir hediye araştırdım. Neye baktıysam hiçbirini sana lâyık görmedim. Bir küçük altın, altın madenine, bir içimlik su, okyanusa nasıl hediye götürülürdü?

"Sana canımı hediye getirdim, desem bile Hindistan'a baharat götürmek gibi bir şey olurdu. Senin güzelliğine lâ­yık bir hediye olarak en sonunda, senin içinde kendini bu­lacağın bu aynayı getirmeye karar verdim. Her defasında ona baktıkça güneş gibi parlayan cemalini görür, şükreder ve beni hatırlarsın."

Hz. Yusuf dostunun hediyesine çok sevindi ve bu ince anlayışından dolayı onu çok takdir etti.

 

Azrail'den Kaçan Genç

 

Zaman zaman insan suretinde peygamberlerle görüşen ölüm meleği Azrail (a.s.), Hz. Süleyman'ın ziyaretine git­mişti. O sırada orada bulunan bir gence manalı ve hayret dolu gözlerle baktı. Kısa süren bir sohbetten sonra da izin isteyip ayrıldı.

Genç, Hz. Süleyman'a onun kim olduğunu sordu. Hz. Süleyman "Azrail'di" diye cevap verdi. Birden gencin içine bir korku düştü. Yüzü sarardı ve tir tir titremeye başladı. Hz. Süleyman bu durumu görünce, "Ne oldu sana, nedir bu halin? Metin ol, o senin için gelmedi, zaman zaman ya­nıma gelir" dedi. Genç:

"O çok tuhaf ve manalı gözlerle baktı. İçime bir korku düştü" dedi ve şu dilekte bulundu:

"Ey adaletli hükümdar! Allah rüzgârları senin emrine verdi. N'olur, rüzgârlara emret de beni Hindistan'a götürsünler. Azrail'den uzak olmak istiyorum. Bir müddet ora­da kalıp dönersem içimi dolduran bu korkudan kurtulu­rum."

Hz. Süleyman, gencin ricasını kabul etti ve rüzgârlara emretti. Onlar da onu Hindistan'ın Seylan adasına uçur­dular.

Ertesi gün Azrail (a.s.) yine uğrayınca Hz. Süleyman, bir gün önce olanları hatırlatıp gencin durumunu sordu. Az­rail (a.s.) şöyle cevap verdi:

"Ey Allah'ın peygamberi, benim o gence manalı bak­mamın nedeni, onu burada görünce şaşırmam dolayısıyla idi. Çünkü Allah bana o günün gecesinde onun ruhunu Hindistan'da almamı emretmişti. Bu adamın yüz tane ka­nadı olsa yine de o vakte kadar Hindistan'a gidemez, diye düşündüm. O yüzden kendisine tuhaf tuhaf baktım. Fakat Hindistan'a gidip tam vaktinde onun da oraya gelmiş ol­duğunu görünce emri yerine getirdim ve Allah'ın takdirine hayran oldum. Sana bugün tekrar uğramamın nedeni de, bu işin sırrını ve dün benden sonra olanları öğrenmek içindi."

Hz. Süleyman,

"O güya senden uzak olmak ve ölümden kurtulmak için oraya gitmek istemişti" dedi ve olanları anlattı.

 

Ayakkabıdaki Yılan

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v), arkadaşlarıyla bir gezintiye çıkmıştı. Güzel bir yerde, bir pınar başında oturup dinlendiler.

Namaz vakti girince pınar suyundan abdest aldılar. Peygamberimiz de abdestli olduğu halde mestlerini çıka­rıp abdest aldı.

Mestin birini giyerken bir tavşancıl kuşu hızla uçarak geldi ve diğer mesti ağzına alıp havalandı. Oradakiler bu olayı garipsediler ve gözleriyle kuşu takip etmeye başladı­lar.

Peygamberimiz de, "Hayırdır inşaallah!" dedi ve sonu­cu beklemeye başladı.

Kuş epey havalandıktan sonra mesti ters çevirdi. Simsi­yah bir yılanın mestten düştüğünü gördüler. Sonra da kuş döndü ve mesti aldığı yere bıraktı.

Hz. Peygamber, "İki ayak üstünde yürüyen ve karınları üstünde sürünenlerin şerrinden Allah'a sığınırım" dedik­ten sonra arkadaşlarına dönüp şu yorumu yaptı:

"Gördünüz mü? Biz kuşun mestimizi kapıp kaçmasını şer zannetmiştik. Meğer hayrın ta kendisiymiş. Yoksa o korkunç yılan içinde iken meste ayağımı sokacaktım."

 

Ayna

 

Bir gün Peygamber Efendimizle karşılaşan Ebu Cehil, "Beni Haşim soyundan senden daha çirkin yüzlü biri yok­tur" dedi. Peygamber Efendimiz:

"Söylediğin doğrudur" cevabını verdi.

Biraz sonra Hz. Ebubekir geldi ve "Yüzün güneş gibi parlıyor. Senin yüzünden daha güzel ve göz kamaştırıcı bir yüz görmedim ya Resulallah" dedi.

Peygamberimiz ona da "Doğru söyledin" karşılığını verdi.

Orada bulunanlar, "Ey Allah'ın peygamberi, birbirine zıt şeylerin ikisine de 'Doğru' dedin, bunun sebebi nedir?" diye sordular.

Peygamber Efendimiz:

"Ben, Allah'ın cilaladığı bir aynayım. Bana bakan ken­dini görür" buyurdu.

Peygamberimiz daha sonraları bu hükmü genişleterek, "Mü'minmü'minin aynasıdır" diyecekti.

 

Konuşan Taşlar

 

Ebu Cehil, avucuna küçük taşlar alıp, ashabıyla oturan Peygamberimizin yanına geldi ve onu mahcup etmek için,

"Peygambersen avucumda ne var söyle?" dedi. Aklı sıra Peygamberimiz bilemeyecek, o da,

"Gördünüz mü daha avucumdakini bilemiyor, gökler­den haber vermeye kalkışıyor" deyip onunla alay edecekti.

Fakat bir sürprizle karşılaştı. Peygamberimiz gayet sakin ona şöyle dedi:

"İstersen avucunda ne olduğunu ben söyleyeyim, ister­sen avucundakiler benim kim olduğumu sana söylesin."

Ebu Cehil bocaladı ve: "İkincisi daha ilginç olur" dedi. Peygamberimiz,

"Herşeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu" mealinde­ki âyeti okuyarak:

"Ey taşlar konuşun ve söyleyin ona benim kim olduğu­mu" dedi. Resulullah böyle der demez Ebu CehiTin avu-cundaki taşların her biri, "Eşhedü enne Muhammede'rRe-sulullah" diyerek şehadet getirmeye başladılar.

Bunun üzerine Ebu Cehil kızdı ve hiddetle taşları yere fırlatarak, "Senin gibi bir sihirbaz görmedim" dedi ve ora­dan bozguna uğramış olarak uzaklaştı.

 

Mesciddekî Direk

 

Peygamberimizin Medine Mescidinde kuru hurma ağacından bir direk vardı. Peygamberimiz hutbe okurken ona dayanıyordu. Çünkü henüz mescidde minber yoktu.

Nihayet bir sahabi üç basamaklı bir minber yapıp mes­cide getirince bu direği arka tarafta bir köşeye koydular. İhtiyaç olunca da yakarız diye düşündüler.

Cuma namazı vaktinde Resulullah yeni minberinde hutbe okuyordu. Camide bir ağlama sesi işitildi. Hamile bir devenin inleyip ağlaması gibi bir sesti bu. Herkes birbi­rine baktı. Acaba kim ağlıyordu?

Sonuçta sesin kuru hurma direğinden geldiğini anladı­lar. Bu olay üzerine Peygamberimiz, minberden inerek di­reğin yanına gitti. Okşarcasına mübarek elini üzerine koy­du. Direk susmuştu.

Peygamberimiz cemaate,

"Allah'ın zikrinden ayrı ve uzakta kalmak onu ağlattı" dedi.

Onlar da çok duygulanmış ve ağlamaya başlamışlardı. Peygamberimiz direğe dedi ki:

"İstersen seni mescidin bahçesine dikeyim. Yeniden dalların yeşersin. İnsanlar gölgende oturup dinlensinler. İstersen de seni Cennette dikeyim. Orada Allah'ın dost kullan meyvelerinden yesinler. Hangisini tercih edersin?"

Direk şu cevabı verdi:

"Beni Cennete dik ya Resulallah. Çünkü orada Ölmek, yok olmak yoktur; sonsuz hayat vardır."

Peygamberimiz cemaate,

"Duydunuz mu, ebedî olanı fânî olana tercih etti" dedi. Ve direğe de, "Senin isteğini yaptım" buyurdu. Sonra da kıyamette insanlar gibi haşrolsun diye onu toprağa göm­dürdü.

 

Ahmaktan Kaçan Hz. İsa

 

Hz. isa'nın var gücüyle kaçtığını gören bir adam merak edip peşine düştü. Zar-zor, nefes nefese ona yetişti ve sor­du:

"Arkandan kimse kovalamıyor, neden böyle kaçıyor­sun?"

Hz. İsa cevap vermeden yeniden kaçmaya başlayınca adam bağırdı:

"Peşinden gelecek takatim kalmadı. Allah rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak ettim."

Hz. İsa durdu ve adama yanına gelmesini işaret etti. Adam yaklaşınca,

"Evet, arkamdan kovalayan yok ama, biraz önce ahma­ğın birine rastladım, şimdi ondan kaçıyorum" dedi.

Adam, hayreti artmış bir şekilde sordu:

"Körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını açan, toprak­tan kuşlar yapıp canlandıran, nefesinle ölüleri dirilten sen değil misin?"

Hz. İsa,

"Evet, Allah'ın izniyle benim" dedi.

Adam:

"Peki bu kadar mu'cizeye sahipken korkman ve kaç­man neden?"

Hz. İsa cevap verdi:

"îsm-i Âzam'ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra oku­dum, işitmeye başladı; ölüye okudum, dirildi; cansıza oku­dum, canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta tekrar tekrar okudum, hiç etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar verimsiz gördüm. İşte ondan kaçmamın sebebi bu!"

 

Hz. Ömer Ve Çalgıcı

 

Hz. Ömer'in halifeliği zamanında müthiş cenk çalan bir çalgıcı vardı. Yaşı ilerleyip ihtiyarlayınca sesinin güzelliği kayboldu, beli büküldü ve itibardan düştü.

Artık kimse onu davet etmiyor ve para kazanmıyordu. Üstelik biriktirdiği paralar da tükenmiş, bir parça ekmeğe muhtaç hale gelmişti.

Çaresizlik insana "Allah" dedirtir ya, bu çalgıcı da elleri­ni açarak:

"Ya Rabbi, bunca zamandır Sana isyan edip durduğum halde rızkımı verdin. Şimdi kazanç yolum kapandı, kazan­dıklarım da bitti. Artık çengi Senin için çalacağım" dedi ve çengi alıp mezarlığa gitti, dertli dertli bir hayli çaldıktan sonra, çengi yastık yapıp uyudu.

O sırada Hz. Ömer'i de uyku tutmuş ve öğle uykusuna yatmıştı. Rüyasında bir ses ona şöyle dedi:

"Ey Ömer, mezarlıkta mübarek bir kulumuz var, bey-tü'1-maldan 700 dinar götürüp vererek onu ihtiyaçtan kurtar."

Hz. Ömer, bu sesin heybetinden irkilerek uyandı. He­men beytü'1-mala koştu ve 700 dinar alıp doğruca mezarlı­ğa gitti. Aradı taradı, fakat halen uyumakta olan ihtiyar çalgıcıdan başka kimse yoktu. Onun böyle bir ikrama lâyık olabileceğine ihtimal vermediğinden yeniden mezarlığı dolaştı. Fakat kimsecikler yoktu.

Bunun üzerine "Allah'ın gizli velileri vardır, belki de ih­tiyaçtan kurtarmam bana bildirilen mübarek kul bu çalgıcıdır" diye düşünerek gelip yanına oturdu.

Çalgıcı uyandığında Hz. Ömer'i yanı başında görünce hem şaşırdı, hem de korktu. Hz. Ömer:

"Korkma, sevin. Sana Allah'ın emriyle 700 dinar getir­dim. Bunları alıp ihtiyaçların için kullan. Bitince de yine gel, sana yardımcı olacağım" dedi.

Gördüğü rüyayı anlattı ve parayı çalgıcının kucağına bı­rakıp yanından ayrıldı.

Çalgıcı çok utandı. Mahcubiyetinden gözleri yaşlarla doldu. Allah'tan uzak yaşadığı yıllara bin pişman olmuştu. Çengini yere vurup parçaladı ve tövbe etti. Artık kalan öm­rünü Allah yolunda değerlendirecekti.

 

Ateşe Atılan Çocuk

 

İslâmiyetten önce îsrailoğullarından zalim bir kral ken­di dininden olmayanlara zulmediyordu. Bir meydanda Nemrud'un ateşi gibi büyük bir ateş yaktırmış, yanına da bir put diktirmişti. Isa dinine inananları oraya toplamış, puta secde etmeyenlerin ateşe atılmasını emretmişti.

inancından vazgeçmeyenler tek tek ateşe atılmaktaydı. Sıra, kucağında çocuk olan bir kadına gelmişti. Herkese söyledikleri gibi ona da puta secde etmesini söylediler. Ka­dın, "Ben Allah'tan başkasına secde etmem" deyince, ço­cuğu kucağından alıp ateşe fırlattılar. Dev alevler hem ço­cuğu, hem de kadının içini yaktı kavurdu.

"Eğer inancında direnir, puta secde etmezsen seni de atacağız" dediler.

Çocuğunun yakılması karşısında aklı başından giden kadın, ne yaptığını bilmez bir halde puta yaklaştı. Tam secde edeceği sırada ateşin içinden çocuğunun sesini işit­ti:

"Anne, sakın yapma. Ben burada çok rahatım. Dıştan ateş görünen bu yer bir gül bahçesi, Yüce Allah'ın Cenneti. Hiç korkmadan at kendini ateşe."

Çocuğun sesiyle kendine gelen anne döndü ve kendini ateşe attı. Diğer inanmışlar da kendiliklerinden ateşe atla­maya başladılar.

Gelenin kendini atması karşısında zalim kral korktu, utandı ve yaptıklarına pişman oldu. insanlara bir fiili zorla kabul ettirmenin mümkün olmadığını anladı, zorlamanın inancını daha çok pekiştirdiğini gördü, bundan vazgeçti.

 

Allah'ın Cevabı

 

Bir adam devamlı "Allah Allah" diye zikreder ve bu zi­kirden dolayı ağzı bal yemişçesine tatlanıldı.

Şeytan böyle insanlarla çok uğraşır ve onları huzurdan uzaklaştırmak ister ya, bir gün de bu adama gelip:

"Durmadan 'Allah Allah* dediğin halde bir kerecik ol­sun Allah sana karşılık vermedi. Hiç 'Lebbeyk kulum' sözünü duydun mu? Demek ki Allah senin zikrini kabul et­miyor ve zikretmeni istemiyor. Niçin sen hâlâ utanmadan, 'Allah Allah' demeyi sürdürüyorsun?" diyerek adamı vaz­geçirmeye çalıştı.

Adam da şeytanın bu vesvesesi üzerine utandı, sıkıldı ve zikri bıraktı. Allah'ın kendisine Önem vermediğini düşünüp gönlü kınk bir halde yattı uyudu.

Rüyasına Hz. Hızır girdi ve ona:

"Neden yaptığın güzel işi terk ettin, Allah Allah demek­ten vazgeçtin?" diye sordu.

Adam:

"Yaptığım onca zikre karşılık verilmeyince Allah'ın bu­na razı olmadığını düşündüm ve tamamen kapıdan kovul­maktan korktum."

Bunun üzerine Hz. Hızır:

"Senin 'Allah' demen, Allah'ın sana 'Lebbeyk kulum' diye karşılık vermesi sayılır. Allah isminin zikrini herkese nasip eder mi?" diyerek adamı şeytanın tuzağına düşmek­ten kurtardı.

 

Rüya

 

Bir yahudi, bir Hristiyan, bir de Müslüman yol arkadaşı olmuşlardı. Müslüman olana hediye edilen bir altını boz­durup helva almışlar ve bir konaklama yerine gelmişlerdi. Niyetleri geceyi orada geçirmekti.

Müslüman oruçluydu. Yahudi ve Hristiyan ise acıkma-mıştı. Akşam namazı vakti girince Müslüman, "Yemeğimi­zi yiyelim" dedi.

Tok olan açın halinden anlar mı? Diğer ikisi itiraz edip, "Şimdi acıkmadık, yatıp uyuyalım, helvayı sabaha bıraka­lım" dediler.

Yahudi ilâve olarak; "Bu helva hepimize yetmez, en gü­zel rüyayı kim görürse helva sadece onun olsun" teklifinde bulundu. Hristiyan da bu teklifi kabul etti. İkisinin de maksadı helvayı yalnız yemekti. Ve uykuya daldılar.

Müslüman gece yansı kalktı. Âşık ve karnı aç kişide derin uyku ne gezer? Kalktı ve helvayı bir güzel yedi. Sonra da abdest alıp ibadet etti. Hem karnını, hem kalbini do­yurdu. Sabah namazını da kılıp onlarla beraber uyanmak üzere tekrar yattı.

Bir süre sonra hep beraber uyandılar. En güzel rüya hakkında seçim yapmak üzere konak sahibini çağırıp rüyalarını anlatmaya başladılar.

Önce Hristiyan söze başladı:

"Rüyamda İsa'yı gördüm. Gökten inip yanıma geldi. Yüzü ışıl ısıldı. Benimle konuştu ve halimi sordu. Sonra beraber göklere çıktık ve melekler âleminde dolaştık" dedi ve daha bir sürü ilâve yaptı.

İkinci olarak Yahudi anlattı:

"Ben de rüyamda peygamberim Musa'yı gördüm. Beni Tur Dağına çıkardı. İkimiz de nurlar içinde kalmıştık. Son­ra Cenneti bana seyrettirdi. Orada gözler kamaştıran nice nimetler gördüm" dedi ve binler yalan uydurarak görme­diği bir çok harikuladeliklerden sözetti.

Sıra helvayı zaten yemiş olan Müslümana gelmişti. O gayet sakin ve mütevazı bir şekilde şöyle dedi:

"Bana da Muhammed (a.s.m.) geldi ve 'Ey çaresiz üm­metim,' dedi. 'Onlardan birini İsa göklere, diğerini Musa Cennete götürdü. Sen burada tek başına kaldın. Oruç tut­tuğun halde daha iftar bile etmedin. Bari kalk da helvayı ye.' Ben de kalktım helvayı yedim."

Yahudi ve Hristiyan şaşkın şaşkın birbirlerine bakıp,

"Vallahi," dediler. "Rüya dediğin senin gördüğün gibi olur, bizimkiler de rüya mı, hepsi hayal."

 

Kölenin Sözleri

 

Hz. Ali'nin küçük oğlu Hz. Hüseyin, bir gün ziyaretine gelen bazı zevat ile bir arada yemek yiyordu.

Kölesi, yemek getirirken kaza ile yemek kabını Hz. Hü­seyin'in üzerine döktü. Hz. Hüseyin bir anda öfkelenip kö­leye dik dik baktı. Bunu gören köle:

"Takva sahipleri öfkelerini yutanlardır" mealindeki âye­ti okuyunca Hz. Hüseyin'in sinirleri gevşedi ve:

"Öfkemi yuttum" dedi.

Bunun üzerine köle, âyetin devamını okudu: "Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir." Hz. Hüseyin,

"Kusurunu affettim" karşılığını verdi. Köle, âyetin sonunu da okudu:

"Allah, iyilik yapanları sever."

Hz. Hüseyin, "İyilik olarak seni âzâd ediyorum, artık hür ve serbestsin" dedi.

Köle son derece sevindi ve mutlu oldu.

Hz. Hüseyin, yanındaki misafirlerine, bu vesileyle her­kese ders olacak şu açıklamayı yaptı:

"Gördünüz, Allah'ın kitabından bir âyet bilmesi ve ye­rinde okuması onun, hem cezadan kurtulmasına, hem de hürriyetine kavuşmasına neden oldu. Sizler ve bizler de Allah'ın kitabından ne kadar çok şey öğrenir ve uygularsak o kadar hür yaşar; nefsimizin ve dünyanın esaretinden kurtuluruz. Ayrıca Allah bizi o kadar mükafatlandırır."

Evet, Allah'a hakkıyla kul olmak, insanı bütün maddî şeylerin tutsaklığından kurtarır ve Kur'ân'ın saadet ikli­minde daha özgür yaşamamıza neden olur.

 

Müezzin Ve Papaz

 

Müslümanlarla Hristiyanlarm birlikte yaşadığı bir ma­hallede bir cami, bir de kilise vardı. Kilisede çan çalar, mi­nareden de ezan okunurdu.

Caminin güzel sesli müezzini, duygulu ve tatlı sesiyle birçok Hristiyanın Müslüman olmasına neden olmuştu.

Bu müezzinin başka yere tayininden sonra, sesi pek çir­kin bir müezzin geldi camiye. Ezan okuyuşu, herkesi ra­hatsız edecek kadar kötüydü.

"Bırak ezanı başkası okusun, senin okuman yüzünden birçok kavgalar oldu, düşmanlık uzamasın" dedilerse de müezzin inat etti ve pervasızca ezan okumaya devam etti.

Halk, umumi bir kargaşanın çıkmasından korkarken, bir de baktılar ki kilise papazı, elinde bir hediye paketi ol­duğu halde müezzini arıyor.

"Söyleyin, o müezzin nerede? Onun salası ve ezanı beni çok mutlu etti; bu hediyeyi ona sunacağım" diyordu.

"Yahu!" dediler, "Nasıl olur? Hiç o bet ses, insana rahat­lık verir mi, bir yanlışlık olmasın?"

Papaz dedi ki:

"Hayır, sizin bildiğiniz gibi değil, bir anlatayım da din­leyin. Benim pek güzel ve çok akıllı bir kızım var. Çoktan­dır Müslüman olmaya karar vermişti. Bu sevda kafasından bir türlü çıkmıyordu. Nice papazlar ona öğüt verdiği halde bir türlü tesir edemediler. Gönlüne iman sevgisi Öyle bir yerleşmişti ki, vazgeçirmek mümkün değildi. O, an be an imana yöneldikçe ben dert, azap ve işkence içinde kıvranı­yordum. Elimde hiçbir çare kalmamıştı.

"Nihayet bu müezzin ezan okuyup da sesi kiliseye ge­lince kızım, 'Bu çirkin ses nedir? Kulağıma geldi de beni berbat etti. Bütün ömrüm boyunca bu kilisede, şu manas­tırda bu derece çirkin bir ses duymadım* dedi.

"Kızkardeşi, onun ezan olduğunu, Müslümanların oku­yup insanları ibadete çağırdıklarını söyledi. Kızım önce inanmadı. Başkalarına da sorup araştırdı. Onlar da aynı şeyi söyleyince yüzü sapsarı kesildi ve Müslümanlık hevesi kalmadı. Dinini değiştirmekten vazgeçti. Ben de dertten, azaptan kurtuldum. Dün gece korkusuz, rahat bir uyku uyudum.

"İşte onun sesinden mutluluk duymamın sebebi bu. Bundan dolayı da ona hediye sunacağım, nerede o adam?"

 

Kendim Bilmez Yoksul

 

Harat şehrinde yoksul bir kişi vardı. Yoksul olduğu ka­dar da küstah ve kendini bilmez biriydi. Bir gün pazarda dolaşırken bir efendi ile yanındaki kölesini gördü. Kölenin sırtında atlas bir elbise, belinde de altın bir kemer vardı.

Başını gökyüzüne kaldırıp:

"Ya Rabbi," dedi, "şu efendinin, kuluna baktığı kadar sen kuluna bakmıyorsun. Kula nasıl bakılır, şu efendiden öğren."

Günler sonra yine o pazardaydı. Padişahın o atlas elbi­seler giyen, altın kemerler takan köleleri topladığını gördü. Padişahın adamları onlara olmadık işkenceler ediyor ve "Söyleyin efendinizin hazineleri nerede?" diye soruyorlar­dı.

O kölelerin hepsi işkeılceden ölecek duruma geldikleri halde hiçbiri efendisinin aleyhinde konuşmadı ve sır ver­medi.

Bu durumu şaşkınlıkla seyreden yoksulun kulağına şöyle bir ses geldi:

"Ey kula nasıl bakılır, diyen yoksul! Sen de kul nasıl olur gör. Ve bilmiyorsan o efendileri için can veren kölelerden öğren."

Yoksul adam çok mahcup oldu, yüzü kızardı. Hiç kulluk etmediği halde Rabbi hakkında su-i zandan ve küstahça sözlerinden dolayı tevbe edip af diledi.

Muaviye'nin Üzüntüsü

 

Hz. Muaviye, bir sabah uyandığında Hz. Peygamberin mescidinde sabah namazının kılındığı vakit biraz geçmişti.

Alelacele hazırlanıp mescide koşan Muaviye, oraya var­dığında namazın bitmiş olduğunu, cemaati kaçırdığım gö­rünce öyle bir "âh" çekti ki, bu âh'i duyanlar, onun kalbine bir hançer saplanmış olduğunu zannedip koştular.

O gün üzüntüsünden kimseyle konuşmadı, hiçbir şey yiyip içmedi ve odasına kapanıp ağladı.

Günler sonra yine erken uyanamadığı ve cemaati kaçı­racağı bir sabah birisi odasının kapısını hızlı hızlı çalıp ona seslendi:

"Hey Muaviye! Kalk, cemaati kaçıracaksın!"

Muaviye, korkuyla uyandı, kapıyı açtı. Kapıdaki tanımadiği kimseye bu iyiliği için teşekkür ettikten sonra, kim olduğunu sordu. O, "Ben Şeytan'ım!" cevabım verdi.

Muaviye, "Bildiğim kadarıyla Şeytan, insanları namaz­dan alıkoymak için uyutur. Senin beni namaza uyandır­man ve cemaati kaçıracağımı hatırlatman çok garip!" diye­rek şaşkınlığını ifade etti.

İblis, "Evet, şaşırma! Seni cemaate yetiş diye uyandır­dım. Çünkü geçenki gibi yetişmeyip ah çekseydin, o dertli ah edişin yüz namaz yerine geçerdi. Namaz nerede kalırdı, o niyazın tesiri nerede?"

 

Saray Mı, Kervansaray Mı?

 

Nur yüzlü bir ihtiyar, bastonuna dayanarak durdu. Uzun yoldan geliyordu. Yorulmuştu. Önünde durduğu ih­tişamlı yapı, Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem'in sarayıydı. Sarayı süzerken kapı nöbetçileri,

"Ne arıyorsun ihtiyar?" diye sordular.

"Ben yolcuyum, bu gece konaklayacak bir kervansaray arıyorum. Herhalde burası uygundur" dedi. Nöbetçiler,

"Sen yanlış gelmişsin baba, burası kervansaray değil, hükümdarımızın sarayıdır" dediler.

Nur yüzlü adam biraz durdu. O arada ne düşündüyse, "Hayır, ben kendimden eminim, burası kervansaraydır, burada gecelemek istiyorum. Tanrı misafiriyim!" diye di­retti.

Nöbetçiler ne söyledilerse ihtiyarı ikna edemediler ve gidip hükümdara durumu bildirdiler, ibrahim bin Ethem,

"Bırakın gelsin bakalım, biz de tanıyalım şu ihtiyarı" di­ye emretti.

Nuranî çehresiyle saraya girdiğinde âdeta sarayı aydın­lattı adam ve "Selâmün aleyküm" diyerek hükümdarı se­lâmladı. "Aleyküm selâm" diye selâmı alan hükümdar, ih­tiyarın yüzünde güven verici, farklı bir mânâ hissetti ve ona yer gösterdi. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Hükümdar:

"Bak baba, ben bu ülkenin hükümdarıyım. Burası da benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını kervansaray diyerek küçümseyebilirsin? İyi niyetli birisi olduğunu zan-netmeseydim, bunun cezası büyük olurdu. Ama sen iyi bi­rine benziyorsun. İleride yolcuların kaldığı bir kervansaray var, seni orada misafir ettireyim."

İhtiyar:

"Nöbetçilerin de anlamadılar, sen de anlamıyorsun. Burası kervansaraydır, istersen sana ispatlayayım."

Hükümdar:

"Peki ispatlarsan seni burada misafir ederim. Yoksa ce­zanı çekmeye hazır ol."

İhtiyar:

"Peki şimdi sorularıma cevap ver. Sen ne kadar zaman­dır burada oturmaktasın?"

Hükümdar: "Üç yıldır."

ihtiyar:

"Senden önce kim oturuyordu burada?" Hükümdar:

"Babam, on yıl oturduktan sonra vefat etti." ihtiyar:

"Peki ondan önce kim, ne kadar oturdu?" Hükümdar:

"Dedem. O da on ilci yıl hükümdarlık yaptıktan sonra öldü."

ihtiyar:

"Senden sonra kim oturacak?

Hükümdar:

"Herhalde oğlum oturur."

Bu cevaplardan sonra ihtiyar güldü ve şöyle devam etti:

"Sana dememiş miydim, burası kervansaray diye. Bak sen söyledin: Deden geldi, kondu göçtü. Baban geldi, bir müddet kaldı gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine oğlun gelecek ve bu gelip gitmeler devam edip gidecek. Kervansaraylar da yolcuların gelip gittikleri yerler değil mi?"

ihtiyarın bu sözleri ibrahim bin Ethem'in zihninde şimşekler çaktırdı ve onu epey düşündürdü. Sonuçta,

"Peki ihtiyar" dedi. "Sen kazandın, bu gece benim misafîrimsin."

 

Nefis Avcısı

 

Hükümdar ibrahim bin Ethem'in sarayında misafir olan nur yüzlü ihtiyar, o gece hükümdara bir ders daha vermek istedi.

Bunun için herkesin uyuduğu bir vakitte kalkıp sarayın tavanına çıktı ve hükümdarın odasının üzerinde ayakları­nı vurarak sağa sola koşmaya başladı.

Gündüz, sarayına kervansaray diyen ihtiyarın söyledik­leri kulağında çınlayan ve zaten bu yüzden gözüne uyku girmeyip yatağında düşünen hükümdar, tavandan gelen koşma seslerine şaşırdı ve yatağından fırlayarak seslendi:

"Kim var orada, ne arıyorsun?" ihtiyar, sesini değiştirerek cevap verdi:

"Ben çobanım, develerimi kaybettim. Onları arıyo­rum."

Hükümdar:

"Sarayda çobanın işi ne, tavanda deve aranır mı?" ihtiyar:

"Sen de bu milletin çobanı değil misin? Ve zevk safa içinde, kuş tüyü yataklarda Cennet aramıyor musun? Böy­le Cennet bulunursa, tavanda da deve bulunur."

Sonra sesler kesildi. îhtiyar usulca odasına geçti ve yat­tı. Nöbetçiler baktıklarında onu yatağında uyuyor buldular.

ibrahim bin Ethem ise duyduklarıyla ikinci defa şok ol­muş ve sarsılmıştı. Beyni allak bullak olmuş bir halde sabaha kadar düşündü. Güya Müslümandı, ama ibadetlerini yapmıyordu. Dünyada ebedî kalacakmışçasına zevk ve eğ­lencelerle ömür geçiriyordu.

Üstelik millete karşı sorumluluklarına da fazla aldırış etmiyordu, iyi ama, bu saltanat ne kadar sürecekti. Böyle bir hayat, gerçekten de sonunda onu pişman etmez miydi? Cennette ebedî mutluluk vardı ve ona ulaşmayı da çok is­tiyordu.

Fakat hayatını değiştirmedikçe bunun mümkünatı yok­tu. Hayatını değiştirmek de saray şartlarında kolay değildi. İçine kurt düşmüştü fakat kararsız kaldı. Sadece "Allah'ım bana yardım et, Sana dönmemi nasip et!" diye dua etti.

O sabah ihtiyarı uğurladıktan sonra ava çıktı, ibrahim bin Ethem, avlanmayı sever ve haftada en az bir gününü buna ayırırdı, ihtiyar, saray görevlilerinden onun bu özel­liğini ve avlanmaya gittiği yerleri öğrenmişti. Ona son bir ders daha vermek istiyordu.

ibrahim bin Ethem orman içinde dolaşırken şöyle bir ses kulaklarında yankılandı:

"Ey İbrahim! Sen dünyaya avlanmak için geîmedin. Ya­ratıldığın şeye dön. Sorguçlarla, tahtlarla oynamayı bırak. Büyük sultanlığa talip ol!"

ihtiyar, ellerini boru gibi yaparak, gizlendiği yerden böyle bağırmıştı. Sesin nereden ve kimden geldiğini bile­meyen hükümdar, o gün çok garip bir olaya daha şahit ol­muştu.

Veziri ve muhafızlarıyla birlikte yemek yedikleri bir sı­rada süzülerek gelen bir keklik, bir parça ekmek kopararak havalanmış ve biraz ötedeki çalılıkların arkasına inmişti.

Bu işte bir gariplik olduğunu düşünerek gidip baktıkla­rında kekliğin, ekmeği, bataklığa saplanan bir adamm ağ­zına koyduğunu hayretle gördüler.

Yardım edip adamı çıkarttılar. Adam, avladığı kuşun oraya düşmesi üzerine bataklığa girdiğini ve çıkamadığını, üç gündür o kekliğin kendisine ekmek taşıdığını anlattı. Dehşete düşen İbrahim bin Ethem, kendi nefsiyle yüzleşe­rek şöyle dedi nefsine:

"Sen onları avlarken o keklik, çaresiz kalmış bir adamı besliyor. Seninse halkından haberin yok!"

Bu düşüncelerle saraya dönen hükümdar, o gün her za­manki avladıklarından bir şey avlayamamıştı ama çok da­ha önemli birşey avlamıştı: Nefsim. O zamana kadar, ona av olduğu nefsini.

 

Ebedî Sultanlık

 

Hükümdar İbrahim bin Ethem nefsini avladığı o günkü son avdan döndükten sonra saatlerce düşündü. Ve gece yansına doğru vezirini çağırtıp kararını ona açıkladı:

"Ben bu sultanlık oyununu bırakıyorum. Zaten bunu iyi beceremedim. Bundan sonra hükümdar sensin, tnsan-lara iyi davran ve adaletle hükmet. Allah'a hesap vereceği­ni unutma!"

Vezirin itirazları, yalvarışları bir şey değiştirmedi ve o gece derviş kıyafetiyle saraydan ve Belh'ten ayrılan İbra­him bin Ethem, kendini daha hafif ve Özgür hissederek yollara düştü.

Yolu bazen dağlardan, bazen çöllerden geçti. Geceleri gökyüzünün ihtişamını, gündüzleri yeryüzündeki ilâhi san'atlan tefekkür etti.

Gittiği her yerde Allah'ın saltanatını seyrederek ve Onun büyüklüğünü düşünerek ibadet etti. Tefekkürü ge­liştikçe iç dünyası ve gönül âlemi de genişledi.

Karşılaştığı insanlara kendini değil Kâinat Yaratıcısını tanıtmaya ve Ona karşı görevlerini hatırlatmaya çalıştı, in­sanın, ancak Allah'a teslim olarak nefsin esaretinden kur­tarabileceğini, Onu bulanın herşeyi bulacağını, Ondan yoksun olanın herşeyden yoksun olacağını anlattı. Hü­kümdarlıktan gelmenin asaleti ve tok gözlülüğü ile son de­rece de etkili oldu.

Köyden köye, ilden ile nihayet Mekke'ye ulaştı. Büyük bir saygı içinde varıp Kabe'nin örtüsüne tutunarak şöyle yalvardı Rabbine:

"ilâhî, asi ve günahkâr kulun sana geldi. Günahlarını itiraf edip Sana yalvarıyor. Eğer onu affedersen, bu zaten Senin şanındır. Eğer reddedersen, Senin kapından başka hangi kapıya gitsin, kim ona merhamet etsin?"

Gözyaşları içinde yalvardı ve aylarca orada ibadet etti. Soma, "Allah'ı aramakla bulmak mümkün değildir, ancak Onu bulanlar yine de aramaya devam edenlerdir" diye dü­şünüp yeniden yollara düştü.

Kızıldeniz kenarında bir taşın üzerinde oturup kopan düğmesini diktiği sırada oradan geçen bir kervanda bulu­nanlar onu tanıdılar ve yanında durup, "Vah vah, bir za­manların hükümdarı ibrahim bin Ethem'e bakın, iğne elinde, düğme dikiyor. Hiç o saltanat bırakılıp da bu halle­re düşülür mü?" dediler.

ibrahim bin Ethem, gerçek sultanlığın Allah'a kulluk ol­duğunu anlasınlar diye iğnesini denize attı:

"Ey balıklar, iğnemi getirin bana!" diye seslendi. Binler­ce balık, ağızlarında altın birer iğne olduğu halde deniz­den başlarını çıkarıp ona uzattılar.

İbrahim bin Ethem kervan yolcularına, "Önceki salta­natım im üstündü, şimdiki mi?" diye sorduktan sonra şöy­le tamamladı sözlerini:

"Allah'a kul olmak öyle bir saltanattır ki, eğer bilselerdi bütün sultanlar, sultanlığı bırakıp bu manevî saltanata ta­lip olurlardı. Çünkü bu, ebedî bir sultanlıktır."

Yıllar sonra garip bir his ibrahim bin Ethem'i Belh'e ge­ri döndürdü. Yağmurlu bir gecede, yorgun ve hasta bir halde bir külhancıya misafir oldu. Sohbet ederlerken, er­miş bir insan olduğunu anladığı külhancıya, "Allah'a etti­ğin dualar içinde, kabul olmayan bir duan oldu mu?" diye sordu.

Külhancı, "Bütün dualarım kabul oldu, ama İbrahim bin Ethem'i dünya gözüyle görme isteğim konusundaki duam kabul olmadı" deyince, kendisini Belh'e çeken sırrı anladı ve külhancıya:

"Sen öyle mübarek bir insansın ki, senin duanın kabul olması için Allah, İbrahim bin Ethem'i sürüye sürüye se­nin ayağına getirttirdi" dedi.

Ve kelime-i şehadet getirerek başı külhancının dizinde, ruhunu Allah'a teslim etti.

 

Hükümdar, Şehzade Ve Büyücü

 

Bir hükümdarın tek bir oğlu vardı. Onu her yönüyle mükemmel yetiştirmeye çalışmıştı.

Bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü. Büyük bir acı içinde kıvranmaya başlamıştı ki, uyandı. Gördüğünün gerçek olmadığım anladığında, "Çok şükür rüyaymış" dedi ve çok sevindi. Sonra da şöyle düşündü:

Rüyada çektiğim acılar, uyanınca nasıl sevince dönüş­müşse rüya gibi olan bu hayat uykusundan âhiret saba­hında uyanınca; hayatın acı ve sıkıntıları sevinçlere dönü­şecek. En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerden sonra elde edilir. Allah bir sebep ihsan edip hem beni sevindirdi, hem de bir büyük gerçeği anlamamı sağladı.

Hükümdar, oğlu büyüyünce, "Soyumun devamı için oğlumu evlendirmem, bunun için de ona Jâyik bir kız bul­mam lâzım" diye düşündü. "Kötü bir padişahın kızını al-maktansa, fakir de olsa iyi bir ailenin kızım almayı tercih ederim" diyerek fikrini şehzadenin annesine açıkladı.

O,

"Oğlumuzu bir yoksulla mı evlendireceksin?" diye itiraz edince, Hükümdar:

"Kişilerin temiz ve gönül zenginliğine sahip olmaları, para zenginliğinden çok daha iyidir. Zira paranın bu dün­yada bile mutlu edeceği şüpheli iken, gönül zenginliği iki dünyada da mutlu eder" karşılığını verdi.

Uzun münakaşalar sonunda nihayet hükümdar, dü­şüncesini kabul ettirip, oğluna yaratılışı ve ahlâkı güzel bir kızı nişanladı. Güzellikte eşi olmayan bu kızın içi de dışı da tertemizdi. Ve her yönüyle şehzadeye lâyıktı.

Gel gör ki, ihtiyar bir büyücü de o güzelim şehzadeye âşık olmuştu. O büyücü kocakarı, şehzadenin nişanlandı­ğını duyunca öyle bir büyü yaptı ki, şehzadenin yüzünü o dünya güzeli kızdan çevirtti ve kendini döndürdü. Şehza­de, uzun zaman o kokmuş karının esiri gibi yaşadı ve ni­şanlısını unuttu.

Hükümdar ne yapacağını şaşırdı. Sadakalar dağıtıyor, kurbanlar kesiyor, ne çare varsa başvuruyor ama oğlunu kocakarıdan vazgeçiremiyordu.

Nihayet bu işten haberdar olan Allah dostu bir hoca şehzadeyi okuyup dua ederek sihri bozdu. Ve onunla ko­nuşarak aklını başına getirdi. Hatasını anlayan şehzade koşarak babasına geldi ve "Olmayacak bir yanlışlık yap­tım; seni çok üzdüm, özür diliyorum, beni affet!" dedi.

Padişah oğlunun bu dönüşüne çok sevindi. Şenlikli bir düğün yaptı. Öyle bir düğün olmuştu ki, şehrin köpekleri bile ziyafetten mest olmuştu. Büyücü kocakarı da üzüntü­sünden Öldü.

Şehzade gelinin yanına gidip onun ay gibi parlayan yü­zünü görünce neredeyse bayılacaktı. İkisi de çok mutlu ol­dular.

Bir yıl sonra babası söz arasında:

"Oğlum o büyücü kocakarıyı hatırlıyor musun?" diye sorunca şehzade,

"Bırak baba" dedi. 'Hatırlatma bana onu. Ben hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum. Ve şükür ki ona aldanmak­tan kurtuldum."

 

Emırin Gücü

 

Gazneli Mahmut birgün divana gittiğinde bütün mem­leket eşrafının orada toplanmış olduğunu gördü. Beyleri­nin ve vezirlerinin sadakat derecesini anlamak istedi. Bu­nun için cebinden çıkardığı mücevherleri önce vezirine uzatarak sordu:

"Bu nasıl bir mücevher vezir, değeri ne olabilir?" Vezir, mücevheri evirip çevirdikten sonra,

"Bu çok kıymetli bir mücevherdir Sultanım. Bir sandık dolusu altın eder" dedi.

Padişah,

"Bu mücevheri kır" diye emretti.

Vezir,

"Efendim," dedi. "Bunu nasıl yapabilirim. Ben sizin iyi­liğinizi isteyen bir kişiyim. Size kötülük yapamam."

Padişah,

"Berhudar ol" dedi ve vezirini takdir edip ona armağan­lar verdi.

Sonra beylerden birine mücevheri gösterip,

"Bunun bir müşterisi çıksa ne kadar eder?" diye sordu. Bey:

"Bu şimdiye kadar benzerini görmediğim çok değerli bir mücevherdir. Hiç kimsenin zenginliği bunu satın almaya yetmez" dedi.

Padişah:

"Bu mücevheri yere çalıp kırmanı emrediyorum" dedi.

Bey:

"Sultanım, yazık olur. Bu mücevher sizin hazinenize lâ­yıktır, orada kalsın" cevabını verdi.

Padişah, beyin bu cevabını da beğendi ve ona da çok değerli hediyeler verdi.

Daha sonra aynı denemeyi başka beyler ve vezirler üze­rinde de yaptı. Onlar da benzer şeyler söyleyip hediyelerini aldılar.

Böylece birçok kişiyi sınayan padişah, sonunda sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ve mücevheri vererek değerini sordu.

Eyaz:

"Sultanım bu mücevheri ben de ilk görüyorum ve bey­lerimin ve vezirlerimin söylediklerinden de daha değerliye benziyor" dedi.

Padişah,

"Eyaz, onu kır" dedi.

Eyaz hiç tereddüt etmeden mücevheri yere çarpıp pa­ram parça etti.

Oradakiler hep beraber iç çektiler ve "Ne yaptın Eyaz? Böyle değerli bir mücevheri nasıl kırdın, nasıl kıydın ona?" dediler.

Eyaz onların şaşkın şaşkın sordukları bu soruya gayet sakin şöyle cevap verdi:

"Evet bu mücevher çok değerliydi. Ama Padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu mücevheri kır­dım."

Bu cevaptan son derece memnun olan Sultan Malîmud:

"Sadakat sınavım Eyaz kazandı ve en büyük hediyeyi de o haketti" dedi.

 

Süleyman Ve Sivrisinek

 

Bir gün bir sivrisinek, Yemen Ülkesinin padişahı Pey­gamber Süleyman'ın huzuruna çıkarak, şöyle içini döküp, yalvardı:

"Ey, insanların ve cinlerin sultanı, ey bütün yaratıklara, suya, ateşe, rüzgâra hükmeden Süleyman... Senin adaletin dünyaya yayıldı... Kurt, kuş, balık senin adaletine sığındı... Bize de insaf ve merhamet denizinden ihsanlar var... Hak ve hukukumuzu koru.. Çok perişanız, ne bağdan nasibi­miz var, ne gül bahçesinde rahat bir seyranımız... Sen za­yıflara, çaresizlere imdat edersin... Bizi bu dertten kur­tar..."

Süleyman, parmağı üzerine konan, gözü yaşlı sivrisine­ğe sordu:

"Söyle... Kimden şikâyet ediyorsun?. Bizim zamanımız­da zalim var mı ki, sana zulmetsinler, senin hakkını yesin­ler?.."

Sivrisinek, boynunu bükerek cevap verdi:

"Benim şikâyetim rüzgârdan... O, bize çok zulmedi­yor... Onun yüzünden huzurumuz, rahatımız yok... Nereye gitsek, bizi bir saman çöpü gibi alıp atıveriyor..."

Süleyman:

"Ey güzel sesli sivrisinek... Allah bana "Hasım hazır ol­madıkça, kimsenin şikâyetini dinleme..." diye emir buyur­du. İki hasım, hazır bulunmazsa, hâkim haklı haksız kim­dir, nasıl bilebilir. Haydi git, hasmını al Öyle gel..." diye emretti.

Sivrisinek:

"Sözün doğru, fakat o da senin emrinde... Emrediniz de buraya gelsin..." dedi.

Bunun üzerine Süleyman rüzgâra seslendi:

"Ey seher yeli, sivrisinek zulmünden şikâyet ediyor. Gel, hasmının karşısına geç, cevap ver ona.."

Rüzgâr bu emir üzerine, eserek geldi. Fakat sivrisineği yerinde bulabilirsen bul!..

Süleyman ardından.

"Aa, sivrisinek, nereye?" dedi. "Dur, gitme de ikinizi dinleyip hükmümü vereyim..."

Sivrisinek kaçarken cevap verdi:

"Padişahım, benim yokluğum, onun varlığı... O gelince ben nasıl durabilirim... Benim kökümü kazıyan o..."

 

Devenin Yularını Çeken Fare

 

Bir fare, bir devenin yularından tutmuş, kurula kurula yola düzülmüştü. Gururundan kabına sığamıyor, kendi kendine söyleniyordu:

"Ben ne büyük kılavuzum, koca bir deveyi yularından tutmuş, çekip götürüyorum."

Derken önlerine koca bir ırmak gelmişti. Fare, ırmağı görünce duraladı. Suya dalsa, kuşkusuz boğulurdu. Deve, farenin durakladığını görünce:

"Hayrola dostum," dedi. "Niçin durdun. Dal şu ırmağa, karşı tarafa geçelim..."

Fare, utancından delik arıyordu kaçacak... Boynunu büktü:

"Ben bu ırmağı naşı] geçerim, görmüyor musun su çok derin?"

Deve:

"Hele bir görelim, ne kadarmış bu su," diyerek ırmağa daldı. Su ancak dizlerine kadar çıkmıştı. Güldü. Fareye:

"A korkak cüce.. Derin dediğin su, ancak diz boyu.. Kor­kacak ne var. Haydi dal suya da, karşıya geçelim..."

Fare titriyordu. Deveye yalvardı:

"Ey büyük üstad! Dizden dize fark var. Bu ırmak sana diz boyu ama, bana koca bir deniz.. Sana iki adımlık bir su birikintisi, bana aşılamayan bir nehir.."

Deve dayanamadı, konuştu:

"Öyleyse bir daha küstahlık yok. Boyundan büyük işlere girişme.. Kendin gibilerle boy ölçüş.. Haydi titreyip durma, sıçra da hörgücüme bin. Seni de, senin gibi yüzlercesini de karşıya geçirebilirim. Bu sana bir ders olsun..."

 

Kuyudaki Arslan

 

Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir Arslan yaşıyordu. Ormandaki tüm hayvanlar, korku içindeydi. Böyle yaşa­maktansa bir çare aramak zorundaydılar. Düşündüler, ta­şındılar, aralanndan bir heyet seçerek arsiana gönderdiler.

"Ey ormanların şahı Arslan... Hergün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun... Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, sana hergün içimizden bi­rini yollarız, sen de rahatça yersin. Böylece, biz de sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz" dediler.

Bu teklif arslanm hoşuna gitti ve kabul etti. Artık her sa­bah bir hayvan Arslan'a teslim oluyordu.

Günlerden bir gün, sıra tavşana geldi. Hayvanlar:

"Eh ne yapalım, kısmet böyle... Çoğumuzun rahatı için birimizin Ölmesi gerek... Haydi vakit geçirmeden yola düş... Arslanı kızdırmayalım..." diye teselli de bulundular ama tavşan işi ağıra aldı, pek aldırmadı. Hayvanlar telâş­landılar. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürdüler...

Tavşan, kaygısız, seke oynaya Arslanın huzuruna geldi­ğinde vakit bir hayli ilerlemişti.

Açlıktan ateş püsküren Arslan, kükredi: "Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?"

Tavşan, yalancı bir telâşla terlerini silerek, boynunu büktü:

"Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah er­ken yola çıktım ama başka bir Arslan yolumu kesti, elin­den kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilmezsiniz?"

Arslanm öfkesi büsbütün başına vurdu:

"Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kim miş o, çabuk söyle?"

Tavşan durumdan memnun, hep öteki Arslan'ı övdü, böylece Arslan'ın onurunu incitti. Arslan dayanamadı... "Düş önüme, göster bu alçağı..." dedi.

Yola koyuldular. Tavşan Arslan'ı bir kuyunun başına getirdi:

"İşte sultanım, yolumu kesen o arslan bu kuyunun için­de.. Bakınız nasıl da kurulmuş..."

Arslan, hırsla kuyunun içine baktı. Suda kendi görüntü­sünü gördü. Hırlayınca, kuyudaki aksi de hırladı. Tavşan firsatı kaçırmadı:

"Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyor.."

Arslan büsbütün hiddetlendi, gözleri döndü.

"Bir diyardaki iki sultan olmaz, parçalamahyım onu..." diye mırıldandı, ardından kendini kuyuya attı.

Bu kendi sonu oldu..

Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke giderek hayvanla­ra kurtuluşu müjdeledi...

 

Boyalı Çakal

 

Bir çakal bir boyacı küpüne düştü. Küpün içinde biraz kaldıktan sonra postu boyanmış olarak küpten çıktı. Küpten çıktığında, derisinin ve tüylerinin boyandığını gördü.

Boyalı tüyleri parlak bir renk almıştı. Güneş vurdukça renkler parlıyordu. Tüylerini böyle rengarenk gören çakalın aklı başından gitti. Diğer çakalların yanma koştu. Onla­ra kendini gösterdi. Çakallar onu böyle görünce:

"Ey çakal nedir sendeki bu hal?.." dediler. "Bu renga­renk tüyler, bu sonsuz neşe sana nereden geldi?.. Böylesi­ne gururlanıp kibirlenmenin sebebi nedir?.."

Çakallardan biri öne çıktı:

"Ey dost!.. Sen hile mi yapıyorsun?.. Yoksa sen manevî bir mükafata kavuşup salihlerden biri mi oldun?.. Bence böyle boyanarak meydana çıkıp boş laflar ederek kendini göstermen, bizleri kandırmak için hilekarlıktır. Hileye sapıp utanmazlığı ele aldın. Manevî zevkler Enbiya ve Evliya gibi Allah dostlarına, utanmazlık da hilekarlara mahsus­tur. Senin gibiler, bizim gibi saf kişilerden iltifat görmek için biz hoşuz, salih kimselerdeniz derler. Halbuki, sizler hiç de hoş olmayan kimselersiniz."

Bu sözleri duyan çakal, konuşan çakalın yanına geldi. Kulağına fısıldayarak konuştu:

"Bak şu renklerime!.. Kimin benim rengimde bir putu var. Görüyorsun ki tıpkı bir gül bahçesi gibi güzel bir hale gelmişim. Böylesine güzel renkler taşıyorum. Bana karşı gelme, çabuk karşımda eğil, secde et!.."

Sonra bütün çakallara seslendi:

"Ey çakallar!.. Aklınızı başınıza toplayın, sakın bana ça­kal demeyin. Bu güzelliklerin bir çakalda bulunması mümkün mü?.."

Bu sözleri duyan diğer çakallar etrafına toplandılar. Biri:

"Efendimiz, size ne dememizi istersiniz?.." dedi. Boyalı çakal gururla:

"Bana müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu de­yin" dedi.

Biri sordu:

"Peki ama tavuslar gül bahçelerinde cilveler yapar, naz­lı nazlı dolaşırlar. Sen de öyle cilve yaparak dolaşabilir mi­sin?.."

"Hayır!.."

"Peki tavuslar gibi ötebilir misin?.."

"Hayır!.."

Çakallar üstüne yürüdü.

"Ey sahtekâr!.." diye bağırdılar. "O halde sen tavus de­ğilsin. Boşuna bizi kandırmaya çalışma. Tavusun renk renk olan tüyleri kökten gelir. Sen geçici renklerinle nasıl olur da tavus olduğunu iddia edersin."

 

Papağanın Çektiği Dilindendir

 

Zengin bir adam, evinde güzel sesli, konuşkan, şen, şakrak bir papağan beslemekte, onunla eğlenmektedir. Bir gün, ticaret için Hindistan'a gitmek üzere yol hazırlığına başlar. Ev halkının her birine ayrı ayrı:

"Söyleyin, size Hindistan'dan ne getireyim? Ne istersi­niz?..."

Diye sorar. Herkes bir şeyler ister. Sıra papağana gelin­ce adam:

"Sen de söyle bakalım güzel kuşum. Sana ne getire­yim?" der.

Papağan boynunu büker:

"Madem ki Hindistan'a gidiyorsun, oradaki papağanla­rı görünce, benim halimi etraflıca anlat. De ki, sizin hasretinizi çeken bir papağanım var. Bizim evde bir kafeste hapsolmuştur. Size selâm söylüyor ve sizden yardım istiyor. Yazık değil midir ki ben burada, gurbet ellerde acı çe­keyim de siz yeşillikler, ağaçlar arasında, gül bahçelerinde dolaşınız. Dostların vefası böyle mi olur? diyor de..." Adam:

"Pekâla, bütün bunları söyleyeceğim..."

Diyerek yola düşer. Hindistan sınırlarına girdiği zaman, gerçekten dallarda ötüşen bir kaç papağan görür. Atını durdurup, onlara seslenir. Papağanın kendisine söylediği sözleri birer birer anlatır. Bu sözleri dinleyen papağanlar­dan biri, titremeğe başlar. Az sonra da, nefesi kesilir, dü­şüp Ölür.

Adam bu duruma çok üzülür:

"Yazık, bir cana kıydım. Herhalde benim papağanımın ya sevgilisi, ya akrabasıydı. Keşke konuş masaydım, haber vermeseydim. Zavallıyı, yaktım, canına kıydım."

Diye düşünür. Bu üzüntüyle Hindistan'a gelir, alışveri­şini yapar, herkese ayrı ayrı hediyelerini alır... Bir süre son­ra da memleketine döner.

Evinde hediyeleri dağıtırken, papağan seslenir.

"Bu kulun armağanı yok mu? Hindistan'da ne gördün, oradaki papağanlara ne söyledin?"

Adam gördüklerini anlatmak istemez ama, papağan ıs­rar eder, o zaman Tacir:

"Söyleyemem. Bir aptallık ettim senden onlara haber götürdüm, şimdi pişmanım, o sözlerden" der. Papağan:

"Efendim, niçin pişmansın. Bu üzüntüye sebep nedir? Lütfen söyle..."

Adam bu ısrara dayanamaz:

"Ne olacak?" der. "Senin şikâyetlerini onlara iletince, içlerinden biri, dayanamadı, titreyerek düşüp öldü. Şimdi ben, "Ne yaptım da söyledim" diye pişmanlık içinde kıvra­nıyorum. Ama olan oldu."

Papağan bu sözleri işitince o da titremeğe başlar. Biraz sonra da kaskatı kesilir!. Adam durumu görür görmez:

"Eyvah!.." der... "Ey güzel papağanım, ey güzel sesli ku­şum, ey gönlümün neş'esi, sana ne oldu böyle. Vah yazık..."

Diye inlemeğe başlar. Papağanı kafesten çıkararak dışa­rı atar. Atmasıyla da papağan birdenbire firlayarak bir dala sıçrar. Adam şaşırmıştır. Papağana seslenir:

"Hey, bu hal nedir? Ne oluyor?" Papağan şen, şakrak cevap verir:

"Hindistan'daki papağan o hareketiyle bana bir öğüt verdi. Dedi ki: "Konuşmayı, neşeyi, ötüşü bırak çünkü sen bu hallerinle kafestesin." Ve sonra kendisini ölü göstere­rek: "Benim gibi yap! Benim gibi öl ki kurullasın.." demek istedi."

Papağan bunları söyledikten sonra, daldan dala sıçra­yarak uzaklaşır, gider.

 

Ayıdan Dost Olur Mu?

 

Bir adam ormanda gezerken uzun bir yılanın bir ayıyı sarmış olduğunu gördü. Eline aldığı bir taşla yılanın başını ezerek ayıyı yılandan kurtardı. Ayı da bu iyiliği için ona dostluk gösterdi ve peşinden gitti.

Akıllı biri ona, ayıdan dost olmayacağını, bir yolunu bu-lup ondan ayrılması gerektiğini ısrarla söylemesine rağ­men adam, bunun kıskançlık olduğunu sanarak o adamı dinlemedi.

Ve ayı ile dostluğunu devam ettirdi.

Nihayet yorgun düştükleri bir yerde, bir ağacın altında oturup dinlenirken adam uykuya daldı. Ayı, başında nö­betçi gibi bekledi ve yüzüne konan sinekleri kovmaya ça­lıştı.

Ancak ne kadar kovsa da sineklerle baş edemeyince kızdı. En son büyük bir kaya parçasını alarak adamın yü­zünün üzerine koydu ve adamı öldürdü.

 

Ağızdan Giren Yılan

 

Eskiden Türk boylarından birinin yaşadığı bir beldede bir Bey, atıyla giderken yolun kenarındaki ağacın altında uyuyan bir adam gördü.

Baktı ki, siyah bir yılan, kendi aşiretinden olan o ada­mın açık ağzından içeri giriyor. Adam her şeyden habersiz derin uykusunu sürdürüyordu.

Bey, hemen atından inip adamın yanına gitti ve onu uyandırdı. Adam, karşısında Beyi görünce hemen toparla­nıp kalktı ve "Buyur Beyim, birşey mi oldu?" diye sordu.

Bey, "Hiç itiraz etmeden yerdeki şu çürük elmayı ye ve şu karşı duvara kadar koş, gel" diye emretti. Adam, çürük elmayı yiyip koşmaya başladı.

Ama içinden, "Bu Bey niçin bana zulmediyor? Ben ona ne yaptım da bana böyle muamele ediyor?" diye düşünüp kızdı.

Derken çürük elma midesini bulandırdı, koştuğu için de midesi ağzına gelip istifra etti. Bir de baktı ki, siyah bir yılan, içinden çıkmış. Şaşkın şaşkın Bey'e baktı. Bey dedi ki:

"Sen uyurken o yılanın ağzına girdiğini gördüm. Seni uyandırıp, 'îçinde yılan var!' deseydim, ödün patlar belki de korkudan ölürdün. Sen içindeki yılanı bilmediğin için çürük elmayı sana yedirip koşmanı istememi zulüm zan­nettin. Halbuki ben seni o yılandan kurtarmak için böyle yaptım."

Adam, gerçeği anlayınca Bey'in ayağına kapandı ve te­şekkür edip övgüler yağdırmaya başladı.

 

Paylaşım

 

Arslan, kurt ve tilki beraber ava çıktılar. Günün sonun­da bir yaban sığın, bir keçi, bir de tavşan avlamış olarak geri döndüler.

Aslında hepsini arslan avlıyordu. Kurtla tilki yanında durup onu seyrediyorlardı.

Avlanma bittikten sonra bir yerde oturdular. Dağlar kralı arslan,

"Kurt kardeş! Avladıklarımızı aramızda taksim et baka­lım!" dedi.

Kurt,

"Yaban sığırı, arslan payı olarak size düşer. Keçi, benim hakkım. Tavşan da tilkinin olsun" diye taksim etti.

Arslan bu taksimi beğenmedi.

"Hepsinin benim olduğunu bildiğin halde sen nasıl kendine pay çıkarırsın?" dedi ve bir pençe atarak kurdu yere serdi.

Sonra da tilkiye dönüp, "Paylaştırma sırası sende" dedi. Tilki,

"Efendim," dedi, "bu tavşan sizin sabah kahvaltınız, ke­çi öğle yemeğiniz, yaban sığın da mükellef akşam sofranı­za lâyık; hepsi de size afiyet olsun. Bana da size hizmet et­me şerefi yeter."

Arslan,

"Tilki kardeş! Bu paylaştırmayı kimden öğrendin?" diye sordu.

Tilki, biraz ötede upuzun yatan kurdu göstererek, "On­dan" cevabını verdi.

Adaletli olduğu kadar merhametli de olan arslan, tilki­nin bu cevabından hoşnut olarak şöyle dedi:

"Hiçbirine benim İhtiyacım yok, hepsini sana bırakıyo­rum."

Böylece kendine pay çıkarmayıp, avların hepsini arsla-na lâyık gören tilki, tamamına sahip oldu.

 

Doğan Kuşu Ve Kazlar

 

Kazlar suda tehlikesiz ve kolay yiyecek bularak yaşıyor­lardı. Bunu gören bir doğan kuşu onları karaya davet etti.

"Kazlar!" dedi. "öylesine suyun içinde gezinip duraca­ğınıza karaya çıkın. Burada yeşil çayırlar, renkli çiçekler, güzel ve lezzetli ekinler var. Gelin hep birlikte bu nimetler­den faydalanalım. Suda kalarak kendinize yazık etmeyin."

Akıllı kaz da ona dedi ki:

"Ey doğan kuşu sen bizden uzak dur. Çünkü su bizim kalemizdir, temizdir, bizi korur. Sudan çıkarsak binbir teh­likeye maruz kalırız. Bizim neşemiz ve sevincimiz sudur. Kırların yeşil çimenleri, renkli çiçekleri ve ekinleri senin olsun,suyumuz bize yeter."

 

Kuşun Öğütleri

 

Bir varmış bir yokmuş ülkesinde kuşlara meraklı bir avcı varmış.

Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp sey­retmeye, söyletip dinlemeye.

Ormanın kuytusuna kapanı kurmuş, pusuya yatmış. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsin­den bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine.

Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış:

"Avcı avcı bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacı­ğım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarıh."

Avcı düşünmüş taşınmış:

"Eh söyle bakalım şu üç öğüdünü o zaman bırakırım seni," buyurmuş....

" Önce..." demiş kuş, başlamış saymaya:

"1-  Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiçbir şeye inanma.

2- Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleş­tiremeyeceğin şeyler için üzülme

3- Asla ama asla imkânsızın peşine takılma...." Avcı şöyle bir bakmış kuşa:

"Bu söylediğin büyük cevherler değil, ben zaten yaşa­mımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bı­rakacağım," demiş.

Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü..

"Avcı avcı, salak avcı sen beni herhangi bir kuş mu bel­ledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum.

Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydm dünyanın en zengin adamı olacaktın."

Bunu duyan avcı çılgına dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış... "Seni yine yakalayacağım" diye tepinmiş, deli­ye dönmüş hırsından. Hemen ağaca tırmanmaya başla­mış.

Kuş ağacın en üst dallarından birine adamın erişeme­yeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan....

"Nasılsın bakalım?" demiş kuş, "Öğütlerimi beğenme­miştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? Sağduyuya akla ters gelecek hiç­bir şeye inanma. Be adam kalbi yakuttan kuş olur mu? He­men inandın, gözün döndü. Yaptığın hiç bir şeyden piş­manlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bırak­tın, ardından da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün.

Üçüncü öğüdüm, gerçekleşmesi imkânsız bir şey için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum, uçmuş uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam?"

Kuş bunları söyledikten sonra uçmuş gitmiş.

 

Kuşun Gölgesini Vuran Avcı

 

Kuşlar yüksekten uçarken gölgeleri de yerde uçar görü­nür. Budala avcı, başını kaldırıp havada uçan kuşları gör­mediğinden, yerdeki gölgeleri gerçek zannediyor ve onlar; avlamak için ok atıp duruyordu.

Nihayet gölgelerin peşinde koşmaktan ve ok atmaktar yoruldu. Ok torbası boşaldığı halde bir kuş bile avlayamadi.

Gün sona ermiş, oklar boşa gitmişti. Eve eli boş döner ken üzüntü içindeydi. Bütün emekleri ziyan olmuştu.

 

Mecnunun Endişesi

 

Mecnun ayrılık derdinden dolayı boğaz hastalığına ya­kalandı. Tedavi için hekim çağırdılar. Hekim gelip Mec-nun'u muayene etti ve Mecnun'dan kan almaktan başka çare bulamadı. Kan alma işini yapan bir hacamatçı çağır­dılar. Hacamatçı geldi, Mecnun'un kolunu bağladı. Şişmiş olan yeri keseceği sırada Mecnun bir nara atarak dedi ki:

"Ey kan alan adam!.. Ey hacamatçı hekim!.. Paranı al ve git, bana dokunma, damarımı kesme. îsterse bu dertten Öleyim!.."

Hacamatçı şaşırdı:

"Bundan niçin korkuyorsun, sen kükremiş arslandan bile korkmazsın. Aslan, kaplan, ayı, kurt gibi yabani hay­vanlar geceleri saf saf etrafında toplanıyorlar, onlardan korkmuyorsun da, bundan mı korkuyorsun?.."

Bunu duyan Mecnun:

"Hayır," dedi. "Beni yaralamandan, damarımı kesmen­den korkmuyorum. Benim bütün vücudum Leyla ile dolu, damarlarımı keserken ona zarar vermenden korkuyorum.

 

Sevenin Cevabı

 

Bir sevgili, âşık olduğu kişiye, "Yiğidim! dedi. "Sen çok gurbet gezdin, bir çok şehirler gördün. Söyle bakalım gör­düğün şehirlerin hangisi daha güzeldi?"

Sevgilisi hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

"En güzeli, sevgilinin oturduğu şehir," dedi ve şöyle de­vam etti:

"Padişah yaygısını nereye yaydıysa, orası iğne deliği ka­dar dar da olsa bize bir sahra kadar geniş gelir. Ay yüzlü Yusuf'un oturduğu yer kuyunun dibi de olsa orası bize cennetten farksızdır."

 

Âşığın Mektubu

 

Sevgili, âşıklarından birini huzuruna çağırdı. Âşık sevgi­linin huzuruna gelince, ona yazdığı mektubu çıkarıp oku­maya başladı.

Mektup beyitler hasretleri ve Övmeler gibi bir sürü söz­lerle doluydu.

Bunları dinleyen sevgili:

"Ben buradayken sen tutmuş huzurumda mektup oku­yorsun. Bu boşuna zaman kaybı değil midir? Ben yanında duruyorum sen tutmuş bana kavuşma arzularını ifade eden mektuplar okuyorsun Bu nasıl âşıklıktır/' dedi.

Âşık cevap verdi:

"Biliyorum sen burdasın, fakat ben yanında olmaktan dolayı gereken heyecanı ve mutluluğu duymuyorum. Sen benim hayat kaynağımdın ben o kaynaktan ölümsüzlük suyu içiyordum. Şimdi o kaynağı görüyorum fakat su yo] Suyun yolunu birilerimi kesti?" dedi.

Bunun üzerine sevgili:

"O halde sen bana değil bendeki hâle âşıksın, hâl ded: ğin şey kalıcı değil an be an değişen bir şeydir," dedi.

 

Leyla'nın Verdiği Cevap

 

Padişahın biri Mecnun âşkından deli divane olup çö3 lere düştüğü Leyla'yı merak etmişti. Leyla'nın bulunu huzuruna getirilmesini emretti. Leyla'yı bulup getirdileı Padişah Leyla'yı görünce hayretler içinde kalıp sordu:

"Mecnun'un aşkından deli divane olup dağlara çöller düştüğü Leyla sen misin? Senin öyle fevkalâde bir güzel ligin olmadığı gibi, sıradan bir kadından hiç farkın yoi Hal böyle iken nasıl olur da Mecnun senin için deli divan' olur."

Leyla hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

"Padişahım susunuz! Çünkü sen Mecnun değilsin Bendeki güzelliği görebilmen için sen de Mecnun'un göz lerinin olması ve bana Mecnun'un gözleriyle bakmaı gerekir."

Padişah bu sözler karşısında söyleyecek bir şe bulamadı.