KURAN VE BiLiM
KURAN VE BİLİM HAKKINDA
İlerleyen
sayfalarda Kuran ayetlerinin evren hakkında verdiği bazı bilgilerin
bilim ile olan olağanüstü paralelliğine değineceğiz. Ama öncelikle,
Kuran ve bilim konuları üzerinde uzun süredir devam eden bir karışıklığa
da değinmek gerekiyor.
Bu
karışıklık, bazı ateist "bilim adamları"nın Kuran'a önyargılı biçimde
yaklaşmalarından kaynaklanır. Allah'ın varlığına inanmayan, dolayısıyla
da Kuran'ın Hz. Muhammed tarafından "yazıldığını" öne süren bu kişiler,
Kuran'ın verdiği haberlerin mutlaka bilimle çelişeceği noktasından
hareket etmişlerdir. "6. yüzyılın bilgisi ile yazılan bir kitap,
elbette sürekli gelişen ve yeni doğrular bulan bilimle çelişecektir"
gibi bir mantık öne sürmüşlerdir. Böylesine bir önyargı ile baktıkları
Kuran ayetlerinin anlamlarını çarpıtarak, sözkonusu iddialarına destek
bulmayı denemişlerdir.
Buna
karşılık bazı müslümanlar, bu karalamalara karşı savunma yapmaya
çalışırken, bir hataya düşerek, Kuran'ı bir "bilim kitabı"olarak
tanıtmaya başlamışlardır. Kuran'ın bilimle çelişmediğini ispatlamaya
çalışırken, neredeyse tüm bilimin Kuran'ın içinde olduğunu
söylemişlerdir. Hatta, bilimsel gelişme için, formüllerle ya da
deneylerle uğraşmak yerine, Kuran'ın daha derin araştırılmasının daha
faydalı olduğunu öne sürenler olmuştur.
Oysa,
Kuran ayetlerinden anladığımıza göre, Kuran bir "bilim kitabı"değildir.
Bilime öncülük etmek, kimya formülleri aktarmak ya da kuantum fiziği
öğretmek için indirilmemiştir.
Kuran'ın
ne amaçla indirildiğini ayetler şöyle açıklıyor:
"Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları
karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için
sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1)
"(Kuran) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir."
(Mümin Suresi, 54)
Kısacası
Kuran, müminlere rehber olmak üzere indirilmiştir. Onları
"karanlıklardan aydınlığa" yani inkardan imana çıkaracak ve onlara
Allah'a nasıl kulluk edeceklerini, O'nun rızasını nasıl arayacaklarını
açıklayacaktır.
"Rehber"
olma özelliği, müminin karşılaşacağı olaylarla ilgili özlü bilgileri
aktarmayı da içerir. Diğer deyişle Kuran, müminin tüm ibadetlerini nasıl
yapacağını açıklar.
Müminin
ibadetleri ise iki türlüdür: Namaz, oruç gibi doğrudan Allah'a karşı
yapılan ibadetler ve "iyiliği emredip-kötülüğü engellemek" olarak
özetlenebilecek olan ve toplum içinde gerçekleştirilecek ibadetler.
Bu yüzden
Kuran, mümine, "iyiliği emredip, kötülükten sakındırırken" yani dini
anlatırken ve dinin düşmanlarına karşı mücadele ederken ne gibi
yöntemler izlemesi gerektiğini anlatır. Bunun yanında, ne tür insanlarla
ve toplumlarla karşılaşacağını tarif eder. Sayısız ayette "De ki..." ve
"Derler ki..." ifadeleriyle başlayan cümleler, müminlerin diğer
insanlarla nasıl bir diyalog içine gireceğini anlatır.
Ama
bunlardan yola çıkıp "Kuran bir sosyoloji kitabıdır" ya da "Kuran bir
psikoloji kitabıdır" diyemeyiz. Çıkarılacak sonuç, Kuran'ın, kendisini
rehber edinen müminlere, Allah'a yakınlaşma ve Allah yolunda mücadele
için girişecekleri çabada yardımcı olmak üzere psikolojik ve sosyolojik
bilgiler verdiğidir. Bu bilgilerin, hiç bir sosyoloji ya da psikoloji
kitabında verilemeyecek kadar özlü ve doğru olduğunu, müminler,
yaşadıkları tecrübelerden bilirler.
Kuran
aynı şekilde, "dünyaya nizam verme"gibi bir misyon da yüklenmiş olan
müminlere, politik bilgiler verir. Dünyada etkin "güç odakları"nı tarif
eder. Müslümanlara kimin düşmanlık besleyeceğini bildirir. Dünyadaki
bozgunculuğun ardında kimlerin var olduğunu açıklar. Ama bundan da
"Kuran bir siyaset bilimi kitabıdır" sonucu çıkmaz. Kuran bu bilgileri,
müminlere "rehberlik" etmek için vermektedir. Aynı şey, Kuran'ın verdiği
tarihsel bilgiler için de geçerlidir: İnsanlık tarihi elbette Kuran'dan
öğrenilmez ama Kuran, tarihin en önemli anahtarlarını vermekte,
müminlerle dine düşman olanlar arasındaki mücadelenin tarihteki yerinden
bahsetmektedir.
Aynı
kıstas, kuşkusuz bilim için de geçerlidir: Bilim, araştırma ve deney
sonuçlarından elde edilir. Bu zaten, Allah'ın "yerde ve gökte"ki
ayetlerinin incelenmesi için verilen Kuran emrinin de bir gereğidir. Ama
Kuran'dan kimya formülleri çıkarmaya çalışmak kuşkusuz hata olacaktır.
Kimya formülleri, müminin "ibadetleri" açısından doğrudan bir önem
taşımamaktadır ki, Kuran'da açıklansın. Bunu araştırmak kimyacıların
işidir. Ve kuşkusuz gereklidir, ama laboratuarda yapılacaktır.
Bunun
yanında, Kuran ayetleri gerçekten de bazı bilimsel gerçeklere değinir.
Çünkü mümin, nasıl bir "siyaset bilimcisi"olmasa da girişeceği çaba
nedeniyle politik ortamı bilmesi gerekiyorsa; "bilim adamı" olmak
zorunda olmasa da, Allah'ın yarattıklarını tanıma açısından bilime aşina
olmalıdır. Bu nedenle Kuran, evrenin yaratılışı, insanın doğumu,
atmosferin yapısı gibi bazı konularda temel bilgiler verir. Bu konularda
verilen bilgilerin, modern bilimin son bulgularıyla uyum içinde olması
ise, Kuran'ın "insan yazması"olmadığını bir kez daha ortaya koyması
açısından önem taşımaktadır.
BIG BANG (BÜYÜK PATLAMA)
Bu
yüzyılda elde edilen bazı veriler, evrenin "yok"iken "var" hale
geldiğini göstermiştir. Buna göre, evrenin bir başlangıcı vardır ve bu
başlangıç Big Bang adı verilen bir "Büyük Patlama" ile gerçekleşmiştir.
Bugün Big Bang Teorisi, bilim çevrelerinin büyük bölümünde kabul
görmektedir.
Bu
teoriye göre, evrenin tüm materyali yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir
noktada toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz bir yoğunluk ve sonsuz bir ısı
anlamına geliyordu. Yoğunluk sonsuzdu ama bir hacmi yoktu. İşte Büyük
Patlama'dan önceki bu dönem (ki buna dönem demek zordur; madde olmadığı
için zaman da yoktur) evrenin olmadığı, herşeyin "yok"olduğu dönemdi.
Teoriye göre, büyük bir patlama ile sonsuz yoğunluktaki birikim büyük
bir hızla dağılmaya başlamıştır. Bir başka deyişle Büyük Patlama ile,
evren "yok" iken, "varolmaya" doğru yola çıkmıştır.
Bugün,
evrenin sürekli olarak genişlemekte olduğunun ispatlanması Büyük
Patlama’nın en büyük delili olarak kabul edilir.
"Bugün
artık galaksilerin her yöne doğru bizden uzaklaştığını biliyoruz.
Kozmolojistler evreni şişen bir balonun yüzeyi gibi düşünürler. Şüphesiz
gerçek uzay, balonun yüzeyi gibi 2 değil 3 boyutludur ve her yöne doğru
genişler." (New Scientist, 26 Eylül 1987)
Gök
cisimlerinin kaçma hızı uzaklık arttıkça artmaktadır. Örneğin, bizden
bir milyar ışık yılı uzaklıktaki Ursa-Major Takım Yıldızı, her saniye
dünyadan 1.500 kilometre uzaklaşırken, çok daha uzak olan Hidra Takım
Yıldızı’nın uzaklaşma hızı saniyede 6.000 kilometredir.
Evren
genişlediğine göre bu genişlemenin başladığı bir an olması gerekir. "Bu
genişlemeyi tersine doğru düşünür ve evrenin gelişmesini zaman içinde
geriye doğru çekersek o zaman her şey, 15 milyar yıl kadar önce sonsuz
yoğunlukta tek bir matematiksel noktada, tekillikte toplanacaktır."(New
Scientist, 12 Mayıs 1988, sf. 52)
Big Bang
teorisinin en büyük önemi, evrenin bir başlangıcı olduğunu
ispatlamasıdır. Bunun yanısıra, pek çok kimsenin düştüğü bir yanılgıya
da değinmek gerekir: Çoğu kişi, Allah'ın evreni Big-Bang ile -veya başka
bir şekilde- yarattığını fakat bundan sonraki olayların "kendi kendine"
işlediğini zanneder. Bu mantığa göre, Allah yalnızca "ilk hareket"i
yaratmıştır ve evren birbiri ardına dizili domino taşları gibi
kendiliğinden oluşmuştur. Oysa bu düşünce kökten yanlıştır. Big-Bang,
evrende bildiğimiz, hesaplayabildiğimiz ilk harekettir. Evrenin bu
patlama sebebiyle oluşması ve yaşadığımız büyük dengenin kendi kendini
oluşturmuş olması düşünülemez. Hiç bir kuralı olmayan bir patlama sonucu
dağılan parçacıkların, galaksileri, yıldız sistemlerini ve içinde
dünyamızın yer aldığı Güneş sistemini kendi kendine oluşturduğu gibi bir
sonuca varılamaz. Tek bir atomun bile, içerdiği olağanüstü sistemlerle
kendi kendine şekillenmesi düşünülemezken koca bir evrenin bir
patlamanın "kudretiyle" oluştuğunu söylemek akıldışı bir yaklaşımdır.
Bunların hepsi de yine Allah'ın ilmiyle gerçekleşmiştir. Nitekim
Kuran'da Allah'ın önce "gökleri" yarattığını, daha sonra yeryüzünü
düzenlediği, onda dağları varettiği ardından atmosferi düzenlediği, en
sonra da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı şekilde, Kuran
ayetleri Allah'ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini
bildirmektedir:
"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti
altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden
sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır."
(Fatır Suresi, 41)
"Sizi diri tutan, sonra öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur.
Gerçekten insan pek nankördür." (Hac Suresi, 66)
"Gökten
yere her işi O evirip düzene koyar..." (Secde Suresi, 5)
"Allah,
yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların
arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç
yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz,
öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)
Big Bang, evrenin başlangıcıyla ilgili bugün için en tutarlı teori
olarak bilinmektedir. Çeşitli itirazlar gelmesine rağmen bunlar Big Bang
sonrası evrenin oluşumuyla ilgilidir ki bu konu zaten oldukça
karmaşıktır. Atomların, yıldızların, galaksilerin hangi sebep-sonuç
ilişkileri içinde yaratıldıkları bugün tam olarak bilinmemektedir. Ama
kuşkusuz Allah’ın, insanı bir su damlasını sebep kılarak yarattığı gibi,
evreni de sebepler zinciri içinde yaratmış olduğu düşünülebilir. Ve bu
sebebin çıkış noktası bir patlama veya başka birşey olabilir. Ama hiçbir
aşama Allah’tan bağımsız kendi kendine oluşmamıştır. Ve sonuçta oluşan
mükemmellik onun üstün ilmi ve kudretini gözler önüne sermektedir.
Tüm evren, bu evrenin ucunda bir yerde yaşayan insanoğluna yararlı
kılınmıştır. Kuran, 'Geceyi, gündüzü,
güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre
hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için
ayetler vardır.' (Nahl Suresi, 12)
ayetiyle buna dikkat çeker.
Ve önceden de söylediğimiz gibi, Kuran'da evrenin ve dünyanın yaratılışı
ile ilgili tüm Kuran haberleri, bilim aracılığıyla bulunan gerçeklere
uygundur. Aşağıda bu konuyla ilgili bazı örnekler yer alıyor.
EVRENİN GENİŞLEMESİ
20. yüzyıla gelene kadar tek bir bilim adamı dahi evrenin genişlemekte
olduğu yönünde bir teori ortaya atmamış, hatta, belki de böyle bir olayı
aklından geçiren dahi olmamıştı. Stephan Hawking, evrenin genişlemesinin
farkedilmesini 20. yüzyılın en büyük olaylarından biri olarak
niteledikten sonra, bu olayın bugüne gizli kalmasından duyduğu
şaşkınlığı şöyle dile getirir: 'Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya
çıkarılışı 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir. Bu
günden geçmişe bakıldığında kimsenin bunu neden daha önce akıl
etmediğine şaşmamak elde değil.'
Oysa Allah’ın, 600’lü yıllarda vahyettiği kitabında, Allah'ın evreni
yarattığını ve de onu "genişlettiği" bildirilmektedir. Konuyla ilgili
ayet şöyle demektedir:
"Biz
göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz. Biz, (onu)
genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)
EVRENDEKİ KUSURSUZLUK
"O, biri
diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın
yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık)
görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu
kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum içinde
kendileri için tesbit edilmiş yörüngelerinde hareket eder. Yıldızlar,
gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları
sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen içinde 200 -300 milyar yıldız
bulunan galaksiler birbirinin içinden geçip giderler. Bu geçişte,
evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma olmaz.
Evrende hız kavramı dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl
durduracak boyutlardadır. Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki
yıldızlar, gezegenler ve sayısal değerleri ancak matematikçilerin
anlayabileceği büyüklükteki galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde
korkunç bir süratle hareket ederler.
Örneğin, dünya saatte 1670 km. hızla kendi ekseni çevresinde döner.
Bugün en hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km.lik bir sürate sahip
olduğu düşünülürse dünyanın dev boyutlarına rağmen süratinin ne denli
büyük olduğu anlaşılır.
Dünyanın güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: saatte
108.000 km. (Böylesine büyük bir süratle yol alabilen bir araç
yapılabilseydi dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Verdiğimiz bu sayılar sadece dünya içindir.
Güneş
sistemi ise daha da ilginçtir. Bu sistemin sürati mantık sınırlarını
zorlayacak derecededir.
Evrende sistemler
büyüdükçe sürat artar. İşte güneş sisteminin galaksi merkezi etrafındaki
dönüş sürati: -Saatte tam 720.000 km., 200 milyar yıldızı bünyesinde
bulunduran "Samanyolu Galaksisi"nin uzay içindeki hızı ise saatte
950.000 km. dir
Bu başdöndürücü hız, aslında dünya üzerindeki yaşamımızın pamuk ipliğine
bağlı olduğunu gösterir. Böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde
dev kazaların oluşması normalde oldukça mümkündür. Ancak, ayette dendiği
gibi, tüm bu sistem içinde hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' yoktur.
Çünkü evren de, her şey gibi, "başıboş"değildir ve Allah'ın koyduğu
dengeye göre işlemektedir.
YÖRÜNGELER VE DÖNEN EVREN
Evrendeki büyük dengenin en önemli nedenlerinden biri, kuşkusuz gök
cisimlerinin belirli bir yörünge izliyor olmasıdır. Bu yörüngelere,
yakın zamana kadar bilinmediği halde, Kuran'da da dikkat çekilmiştir:
"Geceyi,
gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp
gitmektedirler." (Enbiya Suresi, 33)
Gerçekten de yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında,
hem de bağlı bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren bir
fabrikanın dişlileri gibi düzenli çalışmaktadır.
Evrendeki yörüngeler sadece bazı gök cisimlerinin hareketi değildir.
Güneş sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük
bir hareketlilik gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her
yıl, bir önceki yerinden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi
altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır.
Örneğin dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik
bir sapma bakın nelere yol açabilirdi:
"Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki her 18 milde
doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl
payı şaşmaz, çünkü; yörüngeden 3mm'lik bir sapma bile büyük felaketler
doğururdu: sapma 2.8 yerine 2.5 mm olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve
hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük."
(Bilim ve Teknik, Temmuz 1983)
Gök cisimlerinin bir başka özelliği de, yörüngelerinin dışında bir de
kendi etraflarında dönmeleridir.
"Dönüşlü olan göğe andolsun."
(Tarık, 11) ise tam da bu gerçeğe işaret eder.
GÜNEŞ
Dünyadan 150 milyon km. uzakta olmasına rağmen, güneş bizim için gerekli
olan enerjiyi kesintisiz olarak ulaştırır.
Bu dev enerjili gök cisminde hidrojen atomları devamlı olarak helyuma
çevrilmektedir. Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyon ton
helyuma çevrilmektedir. Bu esnada dışarı salınan enerji 500 milyon
hidrojen bombasının patlamasına denktir.
Dünyada hayat güneşten gelen enerjiyle sağlanır. Yeryüzündeki dengenin
devamı ve canlılık için gereken enerjinin % 99 'u güneşten sağlanır. Söz
konusu enerjinin yarısı gözle görünür ve ışık olarak alınır. Geriye
kalan enerjinin büyük bir kısmı gözle görülmeyen, ama sıcaklık biçiminde
ortaya çıkan kızılötesi ışınlardır.
Güneşin bir özelliği de çan gibi genleşip salınmasıdır. Bu olay her beş
dakikada bir tekrarlanmakta güneşin yüzeyi bu sırada saatte 1080 km
hızla, 3 km. kadar bize doğru ilerleyip sonra geri dönmektedir.
Güneş, Samanyolu'nu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Dünyadan
325.500 defa büyük olmasına rağmen, evrendeki küçük yıldızlardan
sayılmaktadır. Çapı 125 bin ışık yılı olan Samanyolu'nun merkezine 30
bin ışık yılı uzaklıktadır. ( 1 ışık yılı= 9.460.800.000.000 km.)
GÜNEŞİN YOLCULUĞU
"Güneş
de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra (karar yerine)
doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir."
(Yasin Suresi, 38)
Astronomların hesaplarına göre güneş, içinde bulunduğu galaksinin
hareketi nedeniyle, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega
Yıldızı'na doğru saatte 720.000 km.’lik bir hızla yolculuk etmektedir.
(Bu, kaba bir hesapla güneşin günde 720.000x24=17.280.000 km. yol
katettiğini gösterir. Tabi ona bağlı olan dünyamızın da...)
YEDİ KAT YER - YEDİ KAT GÖK
"Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı..." (Talak
Suresi, 12)
Dünya
atmosferinin yapısı, Kuran'ın işaret ettiği gibi, başlıca yedi bölümden
meydana gelir. Atmosferde katları birbirinde ayıran yüzeyler
bulunmaktadır. Encyclopedia Americana'nın (9/188) verdiği bilgiye göre,
sıcaklığa bağlı olarak yerden itibaren şu katlar sıralanır.
1.Kat -
Troposfer: Kalınlığı kutuplarda 8 km. ekvatorda 17 km'ye kadar ulaşır.
Bu kat bulutların büyük bir bölümünü kapsar. Sıcaklık yükseltiye bağlı
olarak kilometrede 6.5°C azalır.Bu katmanın tropopoz diye adlandırılan
ve hızlı hava akımlarının olduğu kısımda sıcaklık -57°C’de sabit kalır.
2.Kat -
Stratosfer: 50 km yüksekliğe ulaşır. Burada mor ötesi ışınlar
soğurulduğu için ısı açığa çıkar ve sıcaklık 0°C’ye kadar yükselir. Bu
soğurma sırasında ısının yanında dünya için hayati önem taşıyan ozon
tabakası da ortaya çıkar.
3.Kat -
Mezosfer: Yüksekliği 85. km'ye kadar çıkar. Burada sıcaklık -100 C’ye
iner.
4.Kat -
Termosfer: Sıcaklık giderek yavaşlayan bir tempoda artar.
5.Kat
-İyonosfer:Bu bölgedeki gazlar iyon halinde bulunur. Radyo dalgalarının
iyonosfer tarafından tekrar dünyaya gönderilmesi sayesinde yeryüzündeki
iletişim sağlanır.
6.Kat -
Ekzosfer:500 ila 1000. km'nin ötesinde, özellikleri tamamen güneşin
etkinliklerine göre değişen tabakadır.
7.Kat -
Manyetosfer: Burası dünyanın manyetik alanın kapladığı büyük bir boşluğu
andıran alandır. Enerji yüklü atom altı parçacıklar Van Allen Kuşakları
olarak adlandırılan bölgelerde tutulur.
Aynı
kaynakta sayıldığı üzere yer kabuğunun katmanları da 7 bölümden oluşur:
1.Kat Litosfer(su)
2.Kat Litosfer(kara)
3.Kat Astenosfer
4.Kat Üst manto
5.Kat Alt manto
6.Kat Dış çekirdek
7.Kat İç çekirdek
DÜNYANIN HAREKETİ
"Dağları
görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların
sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli
yerinde yapan Allah’ın sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 88)
Kuran, dünya merkezli bir evren modelinin benimsendiği bir çağda,
dünyanın aslında bulutlar gibi hareket eden bir cisim olduğunu
belirtmektedir. Ayette dünya kelimesi yerine dağ kelimesinin yer alması
da ilgi çekicidir. Çünkü dağlar dünyadaki sabitliğin simgesidir. Sabit
gibi gözüken dağların hareket etmesi demek dünyanın hareket halinde
olması demektir.
DÜNYANIN YUVARLAKLIĞI
Gökleri
ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor,
gündüzü de gecenin üstüne sarıp örtüyor. (Zümer Suresi, 5)
Kur’an’ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat
çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örtmek" olarak tercüme edilen arapça
kelime "tekvir"dir. Bu kelimenin arapça karşılığı yuvarlak birşeyin
üzerine bir cisim sarmaktır. (Örneğin Arapça sözlüklerde başa sarık
sarma gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır).
Dolayısıyla gecenin gündüzü tekvir etmesi ancak yeryüzünün yuvarlak
olmasıyla mümkündür.
DAĞLARIN DEPREMLERİ
ENGELLEMESİ
"O,
gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da,
sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her
canlıdan türetip yayıverdi..." (Lokman Suresi, 10)
"Biz,
yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?" (Nebe
Suresi, 6-7)
Jeolojinin dağlar hakkında söyledikleri yukarıda verdiğimiz ayetlerle
tam bir paralellik içindedir. Dağların özelliklerinden biri yeryüzündeki
büyük yer tabakalarının uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine
bağlamasıdır. Bu özellikleriyle dağlar tahtaları birarada tutan çivilere
benzetilmektedir. Bunun yanında dağların yerkabuğunda yaptığı basınç,
dünyanın merkezindeki mağma hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak
yerkabuğunu parçalamasına engel olurlar.
YARATILIŞTAKİ ÇİFTLER
"Yerin
bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri
nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir." (Yasin
Suresi, 36)
Erkeklik dişilik, "çift" kavramının bir karşılığı olmakla birlikte,
ayette bahsedilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir
anlam içeriyor. Nitekim maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya
koyan İngiliz bilimadamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü
kazandı. "Parité" adı verilen bu buluş, maddenin anti madde denilen bir
çifti olduğunu ortaya koymuştur.
Anti-madde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine
anti-maddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.
DENİZLERİN BİRBİRİNE
KARIŞMAMASI
"Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi
arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırı geçmezler."
(Rahman Suresi, 19-20)
Yukarıdaki ayette, bilinen iki su kütlesinin birbirleriyle karşılaşıp
birleştiği fakat bir engel sebebiyle karışmadıkları vurgulanmaktadır.
Bu
nasıl olabilir? Normalde beklenen iki denizin birbirleriyle
karşılaştığında sularının karışarak hem tuzluluk oranlarının hem de
ısılarının eşitlenmeye doğru gitmesidir. Oysa olay böyle olmamaktadır.
Örneğin Akdeniz ve Atlas Okyanusu, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu
birbirleriyle görsel olarak birleşseler de suları birbirine
karışmamaktadır.
Bunun sebebi
aralarındaki bir engeldir. Bu engel ise "yüzey gerilimi kanunu" olarak
bilinen olaydır.
DEMİRDEKİ İKİ ŞİFRE
Demir dünyamızda en çok bulunan dört elementten biridir ve çağlar
boyunca insan için en hayati madenler arasında yer almıştır. Demirden
bahseden Hadid (demir) Suresi’nin 25. ayeti şöyledir:
"Demiri
de indirdik. Onda büyük bir kuvvet ve insanlar için fayda vardır."
Bu ayet ise oldukça ilginç olan iki matematiksel şifre taşımaktadır.
El-Hadid
(belirli demir), Kuran'ın 57'nci suresidir. "El-Hadid" kelimesinin
harflerinin sayısal değerleri toplandığında (ebced hesabı) karşımıza
çıkan rakam da aynıdır: 57.
Sadece
"Hadid" (demir) kelimesinin ebced değeri ise 26’dır. 26 sayısı demirin
atom numarasıdır.
ZAMANIN FARKLILAŞMASI
Einstein'ın "rölativite kuramı"na göre zaman sabit bir ölçü değildir.
Hıza bağlı olarak uzayıp kısalır. Kuran, "bir günü elli bin yıl" olan ve
yine "bir günü bin yıl" olan farklı farklı zaman birimlerinden
bahsederek, zamanın rölatif (göreceli) bir kavram olduğunu, Einstein'dan
yüzyıllar önce açıklamaktadır.
"Melekler ve ruh ona süresi elli bin yıl olan bir günde
çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4)
"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin
saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir."
(Secde Suresi, 5)
KARANLIĞIN YARATILMASI
"Görmediler mi, biz geceyi onda sükun bulmaları için, gündüzü de
aydınlık(la görsünler) diye yarattık. Şüphesiz, iman eden bir kavim için
bunda ayetler vardır." (Neml Suresi, 86)
Dikkat
edilirse ayet gecenin özel olarak yaratıldığını bildirmektedir. Bundan
birkaç sene öncesine kadar bilimadamları evrendeki yıldız sayısını ve
ürettikleri ışığı hesapladıklarında evrenin aslında sürekli aydınlık
olması gerektiği sonucuna varmışlar ve karanlığın sebebini
anlayamamışlardı. Bu konu ancak karadeliklerin keşfiyle açıklığa
kavuştu. Çünkü evrenin her yerine dağılmış olan karadelikler, sahip
oldukları korkunç çekim alanlarıyla yıldızların ürettiği ışınları büyük
ölçüde yutmakta ve karanlığa sebep olmaktadır. Bir başka deyişle,
karanlık özel olarak üretilmekte, ya da "yaratılmaktadır".
KARADELİKLER
Yakıtı
tükenen yıldızın içine doğru büzülmesi ve en sonunda, yıldız yerine
sınırsız bir yoğunlukta ve sıfır hacimde korkunç bir çekim alanın ortaya
çıkmasıyla oluşan karadeliklere Kuran şöyle işaret etmektedir:
"Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer
bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir." (Vakıa Suresi, 75-76)
Ayette
yıldızların yerlerinin büyük bir gücü temsil ettiği özellikle
vurgulanmıştır. Karadeliklerin yıldızların yerlerinde belirmeleri ve
sahip bulundukları büyük çekim gücü düşünülürse ayetin anlamı
anlaşılacaktır
AYIN YÖRÜNGESİ
"Ay'a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik;
sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne güneşin aya
erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri
bir yörüngede yüzüp gitmektedir." (Yasin Suresi, 39-40 )
Ay
yörüngesinde seyrederken dünyanın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı
zamanda dünyayla birlikte güneşin etrafında da döndüğünden uzayda
sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ayın uzaydaki bu
yörüngesinin şekli, kurumuş hurma ağacı dalına oldukça benzemektedir
Ay
dünyanın etrafında saatte 3659 km gibi büyük bir hızla hareket eder. Ay,
ancak bu yüksek hızı nedeniyle dünyanın kuvvetli çekim gücünden
korunabilmektedir. Ay, hızının daha yavaş olması halinde dünyaya
çarpabilecek, daha hızlı olması durumunda ise uzaya savrulacaktı.
Ayın
büyüklüğü ve dönüş hızı dünyayı etkilemekte ve gel-git dediğimiz olaya
sebep olmaktadır. Ayın çekim kuvvetinin biraz daha fazla olması halinde
dünyanın büyük bölümü bir anda sular altında kalabilirdi.
DÜNYANIN KORUNMUŞ TAVANI:
ATMOSFER
VE VAN ALLEN KUŞAKLARI
Biz çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi
dünyaya da çok sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere
düştüklerinde dev kraterler açan bu göktaşlarının dünyaya zarar
vermemelerinin nedeni, gezegenimizi saran atmosferin düşmekte olan
göktaşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir. Göktaşı bu dirence
fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir kütle kaybına
uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike, atmosfer
sayesinde savuşturulmuş olur.
Kuran, atmosferin yaratılışındaki bu özelliği şöyle ifade ediyor:
"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık, onlar ise bunun ayetlerinden yüz
çevirmektedirler."
(Enbiya
Suresi, 32)
Gökyüzünün "korunmuş bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri
dünyayı saran manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası "Van Allen"
adı verilen bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak dünyanın çekirdeğinin
sahip olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri
içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan
oluşmuş olmasıdır: İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir.
Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket
ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir
manyetik alan oluşturur. İşte Van Allen Kuşakları bu manyetik alanın,
atmosferin en dışına kadar ulaşan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan
sayesinde dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş
olur.
Bu tehlikelerin en önemlilerinden biri, "Güneş rüzgarları"dır. Güneş,
dünyaya ısı ve ışıktan başka, radyasyon ile beraber saatteki hızı 1.5
milyar kilometreyi bulan, proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar da
gönderir.
Güneş rüzgarları, dünyanın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen
Van Allen Kuşakları'ndan geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki Güneş
rüzgarı, bu manyetik alanla karşılaşır ve ayrılarak bu alanın
çevresinden akar.
Güneşten gelen X ve ultraviyole ışınlarının büyük bölümü ise atmosfer
tarafından emilmektedir. Bu emilme olmadan, yeryüzünde hayat olması ise
mümkün değildir.
Etrafımızı saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar,
radyo dalgaları ve görünür ışığın dünyamıza ulaşmasına imkan verecek bir
geçirgenliğe sahiptirler. Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden
yoksun olsaydı, ne haberleşme dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın
temeli olan gün ışığını bulabilirdik.
Dünyayı saran ozon tabakası da Güneş’ten gelen ve canlılar için zararlı
olan morötesi ışınların yere kadar ulaşmasını önlemektedir. Güneş'ten
gelen ultraviyole ışınları yeryüzündeki tüm canlıları öldürecek kadar
fazla enerji yüklüdürler. Bu nedenle, dünyada yaşamın var olabilmesi
için, gökyüzünün "korunmuş tavan"ına bir de ozon tabakası eklenmi?tir.
Ozon, oksijenden üretilir. Oksijen gazının (O2) moleküllerinde 2 oksijen
atomu bulunurken, ozon gazının (O3) moleküllerinde 3 oksijen atomu
bulunur. Güneş'ten gelen ultraviyole ışınları, oksijen gazına bir atom
daha ekleyerek ozonu oluştururlar. Ve ultraviyole sayesinde oluşan ozon
tabakası, öldürücü ultraviyole ışınları tutarak yeryüzünde yaşamın en
temel şartlarından birini oluşturur.
Kısacası; eğer dünya çekirdeğinin manyetik alan oluşturacak bir özelliği
olmasaydı, atmosfer zararlı ışınları süzecek yapı ve yoğunlukta
olmasaydı, kuşkusuz dünya üzerinde yaşam sözkonusu olamazdı. Ve kuşkusuz
hiçbir insanın ya da başka bir canlının bunları düzenlemesi de mümkün
değildir. Açıktır ki, insanın yaşamı için "olmazsa olmaz" şartlar olan
bu koruyucu özellikler, Allah tarafından var edilmiş ve gök, "korunmuş
bir tavan" olarak yaratılmıştır.
Başka gezegenlerin bu tür "korunmuş tavan"lardan yoksun olması, dünyanın
insan yaşamı için özel olarak yaratıldığının bir başka göstergesidir.
Örneğin, Mars gezegeninin çekirdeği katıdır ve bu nedenle etrafında da
manyetik bir koruma söz konusu değildir. Mars'ın büyüklüğü dünyanınki
kadar olmadığı için çekirdekte sıvı kısmı oluşturacak kadar bir basınç
doğuramamıştır. Ayrıca gezegenin uygun büyüklükte olması da manyetik
alan için yeterli değildir. Örneğin, Venüs'ün çapı yaklaşık dünyanınki
kadardır. Kütlesi dünyanınkinden ancak % 2 daha azdır ve ağırlığı da
hemen hemen dünyanınkine eşittir. Dolayısıyla hem basınç açısından, hem
de diğer nedenlerle Venüs'te de metalik bir sıvı çekirdek kısmının
oluşması kaçınılmazdır. Buna rağmen Venüs'te de manyetik alan yoktur.
Bunun sebebi Venüs'ün Dünya'ya göre oldukça yavaş dönmesidir. Dünya
kendi etrafındaki turunu 1 günde tamamlarken Venüs bir turu 243 günde
tamamlıyor.
Dünyanın "korunmuş tavan"ını oluşturan manyetik alanın var olması için,
Ay'ın ve komşu gezegenlerin büyüklükleri ve dünyaya uzaklıkları da
önemlidir. Komşu gezegenlerden birinin şimdikinden büyük olması, o
gezegene büyük bir çekim kuvveti kazandıracaktı. Komşu gezegenin sahip
olacağı bu büyük çekim kuvveti, dünyanın çekirdeğindeki katı ve sıvı
kısımlardaki hareket hızını değiştirecek, bugünkü şekilde bir manyetik
alanın oluşmasına engel olacaktı.
Kısacası dünya göğünün "korunmuş tavan" özelliğine sahip olması,
dünyanın çekirdeğinin yapısı, dönüş hızı, gezegenler arası uzaklık ve
gezegenlerin kütleleri gibi pek çok değişkenin en uygun noktada
birleşmesini gerektirmektedir.
YAĞMURUN OLUŞUMU
Yağmurların oluşması için gerekli evrelerin neler olduğu ancak 1935’te
hava radarlarının keşfiyle ortaya çıkarıldı. Buna göre yağmur 3 evreden
geçerek oluşuyordu: Birincisi rüzgarın oluşması, ikincisi bulutların
meydana gelmesi, üçüncüsü yağmur damlacıklarının ortaya çıkışı.
Kuran'da yağmurun oluşması ile ilgili olarak aktarılanlar da, sözkonusu
bilimsel bulgularla büyük bir paralellik gösteriyor:
"Allah
rüzgarları gönderir (1. evre), böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl
dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar (2. evre);
nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün (3. evre).
Sonunda kendi kullarından dilediğine verince hemen sevince
kapılıverirler. " (Rum Suresi, 48)
BİRİNCİ
EVRE:
"Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli
patlamakta ve su damlacıkları sürekli gökyüzüne fırlamaktadır. Bu tuzca
zengin damlacıklar daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarı
doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar, su tuzağı
işlevi görür ve yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde
minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.
İKİNCİ EVRE:
"...böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır
ve onu parça parça kılar..."
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerreciklerinin etrafında
yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bu bulutlar içerisindeki
su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ila 0.02 mm çapında)
havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla
kaplanır.
ÜÇÜNCÜ EVRE: "...nihayet
onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz kristallerinin veya toz zerreciklerinin etrafında bir araya gelen su
parçacıkları iyice yoğunlaşır yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece
havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılır ve yağmur
şeklinde düşmeye başlarlar.
YAĞMURUN TATLI KILINMASI
Kuran, yağmurun "tatlı" oluşuna da dikkatimizi çekmektedir:
"Şimdi
siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan
indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu
tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?"
(Vakıa Suresi, 68-70)
"... Size tatlı bir su içirmedik mi?" (Mürselat Suresi,
27)
"Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç
ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. " (Nahl Suresi, 10)
Bilindiği
gibi, yağmur suyunun kaynağı buharlaşmadır ve buharlaşmanın %97’si "tuzlu"
okyanuslardan olmaktadır. Oysa yağmur tuzsuzdur. Yağmurun tatlı
olmasının sebebi Allah'ın koyduğu başka bir kanundur. Bu kanuna göre, su,
ister tuzlu denizlerden, ister mineralli göllerden, ya da çamurların
içinden buharlaşsın yanında başka hiçbir yabancı madde taşımaz.
"Biz, gökten tertemiz su indirdik..." (Furkan Suresi, 48)
hükmü
gereği, duru ve tertemiz bir biçimde yere iner.
BAL MUCİZESİ
Allah'ın küçücük bir hayvan aracılığıyla insanlara sunduğu balın ne
denli büyük bir besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal, fruktoz ve glukoz gibi şekerlerin yanısıra magnezyum, potasyum,
kalsiyum, sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere
sahiptir. Nektar ve polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle
birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır.
Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az miktarlarda bulunur. Balın
içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar da vardır.
Bal, Kuran ayetinde vurgulandığı gibi, "insanlara şifa" olma özelliği
taşımaktadır. 20-26 Eylül'den Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde
bilim adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğruluyor:
"Kongre'de, arı ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle
ABD'li bilimadamları bal, arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis)
birçok hastalığı tedavi ettiğini bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı
katarakt hastaları üzerinde denediğini ve 2094 hastadan 2002'sinin (%
95) bal sayesinde tam olarak iyileştiğini açıkladı. Polonyalı doktorlar
ise arı reçinasının hemoroid, deri hastalıkları, kadın hastalıkları gibi
birçok hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini bildirdiler."
(Hürriyet, 19 Ekim 1993)
Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık
başlıbaşına bir araştırma dalı durumunda. Balın diğer yararları ise
şöyle sıralanabilir:
Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun
glikoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit
içermesine rağmen en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla
sindirilir. Aynı zamanda bağırsakların ve böbreklerin daha iyi
çalışmasına yardımcı olur.
Düşük kalorilidir: Balın bir diğer özelliği de, aynı oranda şekerle
karşılaştırıldığında oldukça tatlı olmasına rağmen, vücuda yaklaşık % 40
oranında daha az kalori sağlamasıdır. Vücuda yoğun enerji vermesine
rağmen, kilo yapmaması balı üstün nitelikli bir besin kaynağı yapmaya
yeter.
Süratle kana karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde
kana karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması
kolaylaşır...
Kan yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim
duyduğu enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın
temizlenmesine de yardımcı olur. Kan dolaşımını hem düzenleyici, hem de
kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir
koruyucudur.
İçinde bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan
özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler
sulandırılmış balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat
arttığını göstermiştir. İşin ilginci, arı kolonisine yeni dahil olacak
kurtçukların, kendilerine bakmakla görevli arılarca—sulandırılmış balın
bu özelliğini bilirmişcesine—sulandırılmış balla beslenmesidir.
Arı Sütü: Arı sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok
besleyici olan arı sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin
bulunur. Vücudun kuvvetsiz düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından
ileri gelen bozukluklarda kullanılır.
Arıların ihtiyaçlarından çok fazla ürettikleri balı, insanlar için ve
insanlara uygun olarak yaptıkları açıktır. Bu inanılmaz görevi "kendi
başlarına" yapamayacakları da...
İNSANIN YARATILIŞI
Eğer insan, aklını kullanıp "ben nasıl var oldum?" sorusuna samimi bir
cevap bulmaya çalışmazsa, genellikle "nasıl oldumsa oldum!..." gibi bir
mantığa kapılacaktır. Bu mantığa kapılınca da zaten, ona bu tür konular
üzerinde bir daha düşünmeye pek zaman bırakmayacak bir hayat tarzını
benimseyecektir.
Oysa akıl sahibi insana düşen, nasıl var olduğu üzerinde düşünmek ve
hayatın anlamını buna göre belirlemektir. Bunu yaparken de, kimilerinin
yaptığı gibi, varacağı sonucun "meğer ben yaratılmışım" şeklinde
çıkmasından korkmamalıdır. Çünkü sözünü ettiğimiz kimileri, kendilerini
bir Yaratıcı'ya karşı sorumlu hissetmek istemezler. Yaratılmış
olduklarını kabul ettiklerinde, hayat tarzlarını veya bağlı oldukları
ideolojilerini terketmek zorunda kalmaktan çekinirler. Ya da kendilerini
yaratana boyun eğecek olmaktan kaçarlar. Bu psikolojiyi taşıyanlar,
Kuran'ın deyimiyle "vicdanları kabul
ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla"
(Neml Suresi, 14)
Allah'ı inkar
edenlerdir.
Varlığını "zulüm ve büyüklenme"ye kapılmadan akıl ve vicdan ölçüsünde
değerlendiren insan ise, kendinde Allah'ın yaratışından başka birşey
görmeyecektir. Varlığının, kendisinin yaratmadığı ve kontrol edemediği
binlerce karmaşık sistemin uyumuna bağlanmış olduğunu farkedecektir.
"Yapılmış" olduğunu kavrayacak ve Yaratıcı'sını tanıyıp O'nun kendisini
hangi amaca yönelik olarak "yaptığını" anlamaya yönelecektir.
İnsan "yapılmış" olduğunu izlerken, ona rehberlik eden bir kaynak
vardır: Kuran. Bu kitap, onu yaratan tarafından ona ve diğer insanlara
indirilmiş bir "yol göstericidir".
Yaratılış olayının aynen Kuran'da tarif edildiği gibi gerçekleşmiş
olması da, akıl sahibi insana önemli mesajlar vermektedir.
İlerki sayfalarda, akıl ve vicdan sahiplerine nasıl "yaratıldıklarını"
ve bu yaratılışın içindeki muhteşemliği gösteren bilgilere
yerverilmiştir.
İnsanın yaratılışının öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde
başlar. İnsan, kadın ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız
olarak oluşan, ama birbiriyle tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün
birleşmesiyle hayata adım atar. Erkek bedeninde oluşan spermin erkeğin
isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı ortadadır, aynı kadın bedeninde
oluşan yumurtanın kadının isteği ya da kontrolü ile oluşmadığı gibi.
Onların bu olaylardan haberi bile yoktur.
Aslında, çok açıktır ki, erkekten gelen öz de, kadından gelen öz de,
birbirlerine uyumlu olarak yaratılmışlardır. Bu iki özün yaratılışı da,
birleşmeleri de, gelişip insan haline dönüşmeleri de gerçekte büyük
birer mucizedir.
TESTİS VE SPERMLER
Yeni bir insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek
vücudunun 'dışında' üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının
yaklaşık 2 derece altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi
için bir de testis üstüne yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun
fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise terleyerek gerekli olan ısıyı
sabit tutmaktır. Acaba bu hassas dengeyi erkeğin kendisi mi "ayarlayıp"
düzenlemektedir? Tabi ki hayır. Erkeğin bundan haberi bile yoktur.
Yaratılışı reddetmekte direnenler, bunun ancak "insan vücudunun
keşfedilmemiş bir fonksiyonu" olduğunu söyleyebilirler. Bu
"keşfedilmemiş fonksiyon" sözü ise "kuru bir isimlendirme"den başka bir
şey değildir.
Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkekten
kadının yumurtalarına doğru yapacağı yolculuk için sanki oradaki ortamı
"biliyormuşcasına" özel bir dizayna sahiptir; baş, boyun ve kuyruktan
oluşur. Kuyruğu, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini
sağlayacaktır.
Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise
özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin
girişinde farkedilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu
asidin varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu zırhla kaplandığı
ise son derece açıktır. (Bu asidik ortamın da nedeni ise annenin
mikroplardan korunmasıdır.)
Erkekten rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni
birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Kuran, bu gerçeği
şöyle vurguluyor:
"Gerçek
şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken,
uzun zamanlardan bir süre gelip-geçti. Şüphesiz biz insanı, karmaşık
olan bir damla sudan
yarattık..." (İnsan Suresi, 1-2)
Meni içindeki bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak
olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki
asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak
gibi görevleri vardır. (Burada da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın
birbirine uygun olarak yaratıldığını görüyoruz.) Spermler yumurtaya
varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirir. Kendilerini
ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya
ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.
YUMURTA
Sperm yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir
ortamda da yumurta hayata tohum olmaya hazır hale getirilmektedir...
Kadının haberi bile yokken, yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce
karın boşluğuna bırakılır ve hemen sonra ana rahminin fallop tüpü denen
uzantılarının ucunda yer alan kollar sayesinde yakalanır. Ardından
yumurta fallop tüpünün iç yüzeyindeki tüylerin hareketiyle ilerlemeye
başlar. Büyüklüğü ise bir tuz tanesinin ancak yarısı kadardır. (sağda)
Yumurta-sperm buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir
sıvı salgılamaya başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın
yerini bulurlar. (Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir
insandan ya da gelişmiş bir bilgisayardan söz etmiyoruz. Bu ufacık
protein yığınının, "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha
da ötesi spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp"
salgılaması inanılır şey midir?)
Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak
şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de
kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.
SPERM VE YUMURTA BULUŞMASI
Yumurtayı
dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında, yine yumurtanın salgılamaya
"karar verdiği" (!) ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı,
spermin koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin
ucunda olan ve yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici
enzim kesecikleri açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler
yumurtanın zarını delerek spermin içeri girmesini sağlar. Yumurtanın
etrafını kuşatan spermler içeri girmek için büyük bir yarışa başlarlar.
Ancak yumurtayı genelde tek bir sperm döller.
Kuran'ın bu
aşamada söyledikleri de hayli dikkat çekicidir. Kuran, insanın sıvının
yani meninin özünden meydana getirildiğini söylüyor:
"(Allah) sonra insanın neslini bir özden, değersiz bir sıvının özünden
meydana getirdi." (Secde Suresi, 8)
Ayetin
bildirdiği gibi, yumurtayı spermleri taşıyan sıvının kendisi değil,
içinde taşıdığı tek bir sperm, hatta onun da "özü" olan kromozomlar
döllemektedir.
Tek bir
spermi içeri alan yumurtaya artık bir başka spermin girmesi mümkün
değildir. Bunun sebebi yumurtanın etrafında bir elektriksel alan
bulunmasıdır. Yumurta çevresi (-) elektrik yüklüdür ve ilk sperm
yumurtaya girer girmez bu potansiyel (+) olur. Böylece dışarıdaki
spermlerle aynı elektrik yükünü taşıyan yumurta, bu kez onları itmeye
başlar.
Yani
birbirinden ayrı ve bağımsız olarak oluşan iki özün elektriksel yükleri
de birbirleriyle uyum içindedir.
Sonunda
spermdeki erkeğin DNA'sıyla kadının DNA'sı birleşir. Artık annenin
karnında yabancı, yeni bir hücre (zigot), yeni bir insanın ilk tohumu
vardır.
ZİGOTUN RAHİME YAPIŞMASI
Yumurtanın
döl yatağına yerleşebilmesi pürtüklü özelliğinin sayesindedir. Bu
pürtükler, yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler
gibi, organın derinliklerine doğru dalar. Böylece zigot kendisinin
gelişimi için annenin vücudunda salgılanan hormonlardan yararlanabilir.
Ancak modern çağda bulunan bu gerçeği, Kuran şöyle bildiriyor:
"Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan (asılıp tutunan
şeyden) yarattı.
Oku,
Rabbin en büyük kerem sahibidir." (Alak Suresi, 1-3)
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan
meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken
(Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan,
erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı." (Kıyamet Suresi, 36-39)
Döl yatağına tam anlamıyla tutunmuş olan zigot gelişmeye başlar. Oluşan
yeni insanı anneye bağlayan yer, plasenta denilen tek taraflı bir
süzgeçtir. Plasentanın en önemli özelliği anne karnında bebeğin
gelişmesi için gerekli olan maddeleri "seçerek" bebeğe sunmasıdır.
Bunlardan ayrı olarak, bebeğin içinde büyüdüğü amnion sıvısının dikkati
çeken en önemli özelliği, dışarıdan gelecek darbelere karşı bebeğin
güvenliğini sağlamasıdır. Kuran, bu konuda şöyle diyor:
"Sizi
basbayağı bir sudan yarattık. Sonra onu savunması sağlam bir
karar yerine yerleştirdik." (Mürselat Suresi, 20-21)
ÜÇ KARANLIK BÖLGE
Çocuğun döllenmeden itibaren gelişimi üç bölge içinde olmaktadır. Bu üç
bölge:
1. Fallop borusundaki
bölge; bu bölge spermle yumurtanın birleştiği ve yumurtalığın rahime
bağlı olduğu bölümdür.
2. Ceninin tutunarak
gelişmeye başladığı rahim duvarının içindeki bölme.
3. Ceninin özel bir
sıvı dolu kese içerisinde gelişmeyi sürdürdüğü bölge.
Kuran-ı Kerim konuyla ilgili olarak şöyle demektedir:
"....Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir
yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır.
İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur.
Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?"
(Zümer Suresi, 6)
Bu arada, zaman geçtikçe, başlangıçta jelatini andıran ceninde büyük bir
değişim görülür. İlk baştaki o yumuşak yapının içinde vücudun dik
durmasını sağlayacak sert kemikler oluşmaya başlar. Hem de her kemik
yerli yerinde! Diğer bir deyişle başlangıçta aynı yapıya sahip olan
hücreler farklılaşarak, kimi ışığa karşı hassas göz hücrelerini, kimi
sıcağı, soğuğu ya da acıyı algılayan sinir hücrelerini veya ses
titreşimlerini hissedecek hücreleri oluşturur.
Bu ayrışıma hücreler mi karar vermektedir? Kendi kendilerine, insan
gözünü ya da kalbini oluşturmaya karar verip, bu akılalmaz işi onlar mı
başarmaktadır? Yoksa onlar bu işe uygun olarak mı yaratılmışlardır? Akıl
ve vicdan ikinci seçeneği kabul edecektir.
Bütün bu anlatılan işlemlerin sonunda, bebek annesinin karnındaki
gelişimini tamamlamış ve dünyaya gelmiştir. Bu haliyle anne karnındaki
halinden 100 milyon kat büyük, 6 milyar kat da ağırdır...
Burada anlatılanlar, başka herhangi bir canlının değil, bizim hayata
başlangıç öykümüz. İnsan için, böylesine karmaşık, olağanüstü bir olayın
kimin eseri olduğunu bulmaktan daha önemli ne olabilir?
Bütün bu karmaşık işlemlerin "kendi kendine" oluştuğunu düşünmek
akıldışıdır. Hücreler nasıl "karar verip" insan organlarını
oluşturabilirler? Zaten ateist "bilim adamları" da olayı -ne demekse-
"doğa mucizesi" olarak tanımlıyorlar...
Elbette anlatılan olayların hepsini Allah yaratmaktadır.
Hem de
her anını, her saniyesini ve her aşamasını. Bu ise yaratışın önemli bir
sırrıdır.
"Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere)
dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz,
yoksa yaratıcı Biz miyiz?" (Vakıa Suresi, 57-59)
Bu
gerçeği, bir başka Kuran ayeti şöyle bildirmektedir:
"O’nun bilgisi olmaksızın, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür
sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir
kitapta (yazılı)dır.
Gerçekten bu, Allah’a göre kolaydır."
(Fatır
Suresi, 11)
"Akıtılan bir meniden" insana dönüşen vücudumuz milyonlarca hassas denge
içerir. Biz farkında olmasak da, vücudumuzda yaşamamızı sağlayan son
derece karmaşık ve hassas sistemler vardır. Tüm bu sistemler, insanın,
kendisinin "yapıldığını" anlaması için, onun tek sahibi, Yaratıcısı ve
Rabbi olan Allah tarafından kurulmuş ve işletilmektedir.
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan
meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah,
onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve
dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç
yetiren değil midir?" (Kıyamet Suresi, 36-40)
İnsan Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Yaratıldığına göre, üstteki
ayetin vurguladığı gibi, "kendi başına ve sorumsuz" bırakılacak
değildir...
"Sen yücesin, bize
öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi
bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara
Suresi, 32)
|