Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Önceki Vaaz Sonraki Vaaz
Nefis Muhasebesi

Vaaz Resimleri: w.jpg İNDİR

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, insanoğlunun dünyaya gönderiliş gayesini kendisine kulluk olarak beyan etmiştir. Allah’a inanan insanın, bu gayeye ulaşmak için yaşaması, arzu ettiği dünya ve âhiret saâdetini elde etmesi bakımından vazgeçilmez bir esastır. İnsan, kendisi için tayin edilen hayat süresini, yaratılıştan getirdiği rûhî ve bedenî özelliklerine bağlı olarak şekillendirir. Bu özellikler, kendisinden beklenen “Allah’a kulluk” gayesine ulaşmaya yetecek niteliktedir. Ancak, Allah’a kulluk gayesi ile yola çıkan insan, bu yolda istikrarlı bir şekilde yürümesine mâni olacak ve kendisini zaafa uğratacak muhtelif engellerle de karşı karşıyadır. İşte bu noktada, istikameti kaybetmeden ve dirâyetli bir şekilde nihâî hedefe insanı götürecek olan, “Nefis Muhasebesi” dediğimiz, ferdin kendi kendini kontrol mekanizmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Bu mekanizmayı çalıştırarak kendisinden beklenen tutarlı fiilleri gerçekleştirmek, diğer varlıklardan farklı olarak, insana verilmiş olan akıl ve iradenin bir gereğidir.

İradesini bu yönde kullanan insanların oluşturduğu bir toplum, tabîî olarak kendi kendisini kontrol eden bir toplum olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ  

insanlar için çıkarılan hayırlı ümmet”(Ali İmran 110)olarak vasıflandırılan topluluğun özellikleri, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeye çalışmak ve Allah’a inanmak şeklinde sıralanır. Şüphesiz ki, başkalarına iyiliği anlatan, başkalarını kötülükten korumak için gayret gösteren ve onların Allah’a kul olma şerefine ulaşmasını isteyen kişinin, bu meziyetleri öncelikle kendi üzerinde taşıması gerekir. Dolayısıyla insanın iyiliği telkin edeceği ilk kişi kendisidir, kötülükten koruyacağı ilk kişi kendisidir, nihayet kulluk mertebesini elde etmesi gereken ilk kişi de kendisi olmalıdır. Aksi halde, bu meziyetlerle donanmamış bir insanın ne kendisi için, ne de içinde yaşadığı toplum için hayırlı bir fert olması mümkün değildir. Bu sebeple nefis muhasebesi, “hayırlı ümmet” hedefine ulaşmanın en önemli basamaklarından biridir.

Fıtrat itibariyle, insanoğlunun nefsine düşkün olduğu göz önüne alındığında, hiçbir haricî etki olmadan kendi kendisini kontrol etmek gibi, böylesine faziletli bir davranışı sergilemek elbette zannedildiği kadar kolay değildir. Zîrâ söz konusu olan şey bir hesaplaşmadır ve bu, insanın bizâtihî kendi kendisiyle yapacağı bir hesaplaşmadır. Böyle bir hesaplaşma ise belki de en zor olanlardan biridir. Çünkü fert, kendi davranışlarını tahlil ederken tam anlamıyla objektifliği yakalayamaz. Bu zorluğun sebeplerinden birisi de, mütekâmil bir insan olmak için, kontrol edilmesi ve hesaba çekilmesi gereken nefsin, aynı zamanda insanın yaptığı kötülüklerin ilk kaynağı olmasıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, kendisine izâfe edilen iftira sebebiyle, Hz. Yusuf (a.s.)’ın lisanıyla, nefsin, insanı sürekli olarak kötülüğe teşvik ettiğine ve onun kötülüğünden kurtulabilmek için ferdin ilâhî yardıma ihtiyaç duyduğuna işâret eder :

وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى اِنَّ رَبِّى غَفُورٌ رَحِيمٌ

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (yusuf s.53)

Âyet-i kerîmenin ifade ettiği açıdan bakıldığında, nefisle muhasebenin zorluk derecesinin biraz daha arttığı görülür. Çünkü, nefsi kontrol etmek için insanın kendi iradesi ile Allah’ın merhameti bir arada olmalıdır. İlâhî rahmet olmadan nefsi hesaba çekmek ve onun zararlarından korunmak mümkün değildir. Dolayısıyla insan, kendisini dizginleme mücadelesinde muvaffak olmak için, ilahi rahmeti elde etmeyi sağlayacak olan ideal bir hayat yaşamaya mecburdur.

Kötülük yapan ya da kötülüğe vasıta olan bir insan nasıl sorgulanmaktan hoşlanmıyorsa kötülüğün ilk hareket noktası olan nefis de hesaba çekilmekten hoşlanmaz. Bu nedenle, kendi kendisiyle hesaplaşan insan öncelikle bu anlayışı aşmak mecburiyetindedir. Bu anlayıştan kurtulmak mümkün olmadığı zaman, nefsi beğenmek, onu kusursuz görmek ve nefsin bütün isteklerinin haklı sebeplere dayandığı düşüncesine kapılmak kaçınılmaz bir sonuçtur. Böyle bir sonuç ise Allah’a kulluk gayesiyle yaşaması gereken bir müslüman için, telafisi mümkün olmayan problemlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Kur’an-ı Kerîm’in işaret ettiği bir çok târihî hadise, Allah’a karşı gelmenin, inkârda ısrar etmenin, hak ve hukuk tanımamanın en önemli sebeplerinden birinin, “nefsi üstün görmek ve onu kusursuz saymak” olduğunu göstermektedir. Şeytan’ın, Allah’ın emrine isyan ederek Hz. Âdem (a.s)’a secde etmemesi, Nemrud’un, Hz. İbrahim (a.s)’ı yakmaya çalışması, Firavn’un Hz. Mûsâ (a.s)’ı öldürme isteği, Mekke’li müşriklerin, bizzat kendilerinin “el-Emîn” olarak vasıflandırdıkları, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e karşı, amansız bir mücadele yürütmeleri, işte bu ortak düşüncenin en çarpıcı ürünleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu örneklerde ve benzerlerinde müşâhede edilen, “nefsi her şeyden üstün görme” anlayışının en tehlikeli noktası, nefsi ilah olarak benimsemektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Hevâ” olarak nitelendirilen bu husus şöyle anlatılır:

اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلَهَهُ هَوَيهُ وَاَضَلَّهُ اللهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَنْ يَهْدِيهِ مِنْ بَعْدِ اللهِ اَفَلاَ تَذَكَّرُونَ

“Kendi hevâsını ilah edinen ve ilim olduğu halde, Allah’ın kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah’tan başka kim doğru yola getirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?” [casiye s.23]

Kendi arzu ve isteklerine göre yaşama düşüncesi, Allah’ın istediği şekilde yaşamaya mânidir. Birbirine zıt olan iki şey bir arada bulunamayacağı için, insan ya Allah’a kul olacak, ya da bunu reddederek kendi arzularına boyun eğecektir. Bu noktada M. Hamdi Yazır’ın izâhâtı dikkat çekicidir: Hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi hissiz eder. Kişi âlim de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Filozofların ve dünya hayatına düşkün din âlimlerinin çoğu böyle olmuştur.” Bu izâhı, yukarıda zikrettiğimiz Yusuf Sûresi 53. âyet ışığında ele aldığımız zaman, fert ilim sahibi olsa bile, kendisini nefsinin kötülüklerinden ve saptırmasından koruyamamakta, tam aksine mevcut ilim sebebiyle kendi arzularını ilah olarak kabullenmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in, Hz. Mûsâ’nın kavmi içinde hazinelere ve ilme sahip olarak yaşadığını haber verdiği Kârun’da da aynı anlayışı görmek mümkündür. Allah’ın büyük bir lütuf olarak verdiği zenginlik sebebiyle, kendisinin de başkalarına iyilikte bulunması söylendiği zaman;

قَالَ اِنَّمَآ اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِى

 “Bu servet bana, ancak kendimdeki bilgi sayesinde verilmiştir” [kasas s.78] diyerek, ilmine ve zenginliğine rağmen inançsızlık ve azgınlık içinde helâk olmuştur. Nefsiyle hareket eden insanın, böyle bir tehlikeden uzak kalması son derece zor olduğu için, âyet-i kerîmede Allah’ın rahmetinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Zâten, hayatının her safhasında nefis muhasebesi yapmaya gayret eden bir mü’min, bu noktada Allah’a ilticâ etmesi gerektiğinin önemini kavramak zorundadır.

2- Niçin Nefis Muhasebesi ?

    İnsanın aslı, kendisi, arzu ve istekleri olarak tarif edebileceğimiz nefis, gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse hadîs-i şeriflerde çok zikredilen bir kavram olması sebebiyle ilk dönemlerden itibaren İslam âlimlerinin araştırmalarına konu olmuştur. Bu araştırmaların yapıldığı ilk dönemlerde nefsin müzakeresi, “fıkıh” teriminin muhtevâsı içinde değerlendirilmiştir. Hattâ İmâm-ı Âzam Ebû Hanife’nin fıkıh tarifi tam anlamıyla nefis muhasebesini işaret eder mahiyettedir. İmâm-ı Âzam, fıkhı şöyle tarif eder : Fıkıh, nefsin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.”  Öncelikle, nefse fayda ve zarar verecek olan şeylerin tanınması gerektiği için fıkıh böyle tarif edilmiştir. Çünkü nefsin yapısını, ona sevap ya da günah kazandıracak olan davranışları tanımadan tam anlamıyla Allah’a kulluk yapmak mümkün değildir. Allah’ı tanımak, insanın kendi kendisini tanıması, nereden nereye geldiğini anlaması ve yaptıklarındandolayı hesaba çekileceğinin şuurunda olmasına bağlıdır. Bir hadisi şerifte :

من عرف نفسه فقد عرف ربّه

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”  rivâyeti de buna işaret eder. Kur’ân-ı Kerim ise, nefsi tanımanın insanı ilâhî hakîkatlere ulaştıracağını beyan eder :

سَنُرِيهِمْ اَياَتِنَا فِى اْلاَفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ

“İnsanlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.” [fussilat s.53]

Arzularına boyun eğmekten kurtularak, yaratılışındaki incelikleri kavrayan bir nefis, kendini yaratan Rabbini ve O’nun kudretinin delillerini tanıma fırsatını yakalar. Bu fırsat insanoğluna, sahip olduğu dünya nîmetlerinin en üstünü olan “îman” şerefini kazandırır. Dolayısıyla, nefsi kontrol ederek onun niteliklerini kavramanın öncelikli ve en önemli sebebi Allah’ı tanıyarak O’na kul olma ayrıcalığını elde etmektir.

Allah inancını benimsemiş olan bir insan, tabîî olarak, hayat anlayışını Rabbinin kendisinden istediği şekilde düzenleyecektir. Bu anlayış, ibâdetinden alış-verişine, eğitiminden çalışmasına, yeme-içmesinden uyku uyumasına varıncaya kadar, çok geniş bir yelpazeyi içine alır. Böylesine farklı aktivitelerle yaşayan insan, bunları inandığı değerlere uygun olarak yerine getirebilecek şekilde teçhiz edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim ise Allah’ın insana lutfettiği hayatı ve bu hayat sonundaki kaçınılmaz ölüm gerçeğini insanları imtihan etmek için yarattığını ifade eder. Böyle bir imtihanda muvaffak olabilmenin şartı, aynı âyette اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً “en güzel davranışı sergilemek” (Mülk s.2)olarak belirtilir. En güzel davranışı sergilemek ise insanın sadece kendisi için değil, aynı zamanda başkaları için yaşamasıyla mümkündür. İnsan kendi sınırları içinde serbest hareket etme imkânına sahiptir ama, aynı zamanda toplum içinde diğer şahıslarla sıkı bir işbirliği yürütmeye ve ictimâî bir hayat yaşamaya mecburdur. İnsanın sosyal bir varlık olarak tarif edilmesinin sebebi budur. Sadece kendisi için yaşayan kişinin nefsinden fedakârlık yaparak başkalarına faydalı olması beklenemez. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Enes b. Mâlik’ten rivâyet edilen hadis-i şerifte mü’mini tarif ederken işaret ettiği nokta da budur :

"لا يؤمن أحدكم حتى يحب لأخيه (أو قال لجاره) ما يحب لنفسه".

“Sizden biri kendi nefsi için istediği şeyi kardeşi için de istemedikçe (kâmil bir) mü’min olamaz.”

Allah’ın insandan istediği görevler dikkatle incelendiğinde, bunların sadece yerine getiren kimseye sevap kazandırmakla kalmadığı, aynı zamanda bu görevleri hakkıyla yapan fertlerin karşılıklı olarak birbirlerine fayda sağladıkları müşâhede edilir. Aslolan, sadece Cennet’e gitme düşüncesiyle ibadet etmek değildir. Çünkü böyle bir anlayış, kendi içinde yine nefsîliği ön plana çıkarmak demektir. Halbuki, samimi bir inanç içinde kulluk yapmak gayesiyle hareket eden bir müslüman, her şeyden önce, bünyesinde enâniyet kokan böyle bir tavırdan sıyrılmak zorundadır. Bunun için, ideal mü’min, bir arada yaşadığı insanlarla ortak hareket eden, onların problemlerini kendi problemi gibi algılayan ve çözüm bulmaya çalışan, elde etmek istediği şeyin, toplumun diğer fertleri tarafından da kazanılmasını arzulayan, hoşlanmadığı bir şeyi başkalarına da revâ görmeyen örnek bir insan olmalıdır. Yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifin müslümana kazandırmak istediği ruh budur. Bu ruhun dinamik tutulmasını sağlamak için de nefsî hesaplaşmaya ihtiyaç vardır.

3- Nefis Muhasebesinin Metotları

İnsanlara ilâhî sorumluluk yüklenmesinin sebebi, Allah’ın onlara, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir meleke (akıl) vermiş olmasıdır. Bundan dolayı aklı olmayan insan hiçbir sorumluluk taşımaz. Bütün görevler akıl sayesinde yapıldığı gibi, nefis muhasebesi de ancak akıl sahipleri tarafından gerçekleştirilebilir. Aklın doğru olarak kullanılması, hiç şüphesiz nefis muhasebesinin en etkili vasıtasıdır. Nefsî muhasebenin çok çeşitli yöntemleri olmakla birlikte, bu etkili vasıtanın nefis muhasebesi için nasıl kullanılabileceğini, önemli gördüğümüz ana başlıklar altında incelemeye çalışalım :

a) Allah’ın Murâkabesi Altında Olduğunu Düşünmek

Emre itaat, nehyi terk etme hususunda nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yolu bu ilâhî murâkabeyi her an gözönünde bulundurmaktır. Şuurlu bir ubûdiyyetin en önemli şartı olan bu murâkabe, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından “ihsan” olarak tarif edilmiştir. Cibrîl hadisi olarak meşhur olan rivâyette Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur :

قال: فأخبرني عن الإحسان. قال: "أن تعبد الله كأنك تراه. فإن لم تكن تراه، فإنه يراك"

“İhsan, sanki Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmandır, çünkü sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görüyor.”

Bu tarif bize, samimi bir niyetle Rabbine itaat eden mü’minin, her an, ilâhî huzurda bulunduğunu bilmesi gerektiğini öğretiyor. Cenâb-ı Hak’kın, insanı her türlü kötülükten ve münkerden alıkoyacağını garanti ettiği namazاِنَّ الصَّلَوةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ  herhalde böyle bir şuurla yapılan ibadet olsa gerektir. Ancak burada zikredilen kulluk, bilinen ibadetlerle sınırlı olan görevler değil, hayatın her kademesinde sergilenen davranışlar bütünü olarak anlaşılmalıdır. Bu bütünü parçalara ayırarak, bilinçli bir kulluk yapılamaz. Bundan dolayı, Allah katında ulvî bir seviyeye ulaşmak için, bütün davranışları ibâdet anlayışıyla yapmak sûretiyle nefsi kontrol etmek gerekir.

Allah’ı hatırlamak, insanın yaratıcısıyla kurduğu bir iletişimdir. Kur’ân-ı Kerim’de

فَاذْكُرُونِى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِى وَلاَ تَكْفُرُونِ

 “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım”[Bakara s.152] buyrulur. Bu karşılıklı iletişim, kulun Allah ile olan irtibatını güçlendirir. Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan, nefsinin peşine takılarak sadece kendi dünyasında yaşayan ve Cenâb-ı Hak’kı unutan insanlara tâbî olmayı yasaklarken, diğer taraftan, sürekli olarak Allah’ı düşünen ve O’nun memnûniyetini kazanmaya çalışan insanlarla hareket etmeyi tavsiye eder :

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَوةِ وَالْعَشِىِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلاَ تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَوةِ الدُّنْيَا وَلاَ تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا

“Nefsini, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” [kehf s.28]

b) Kazanılan Başarıyı ve Nîmeti Allah’tan Bilmek

Kazandığı her şeyi, sadece kendi kabiliyetleri ve gayreti ile elde ettiğini düşünmek, nefsânî bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, da önce  zikrettiğimiz Kasas Sûresi 78. âyette belirtilen Karun anlayışıdır. Bunun zıddı ve olması gereken ise, bir önceki âyet-i kerîmede kavminin Karun’a yaptığı tavsiyedir :

وَابْتَغِ فِيمَا اَتَيكَ اللهُ الدَّارَ اْلاَخِرَةَ  وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا  وَاَحْسِنْ كَمَآ اَحْسَنَ اللهُ اِلَيْكَ وَلاَ تَبْغِ الْفَسَادَ فِى اْلاَرْضِ اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ

“Allah’ın sana verdiği (servet) ile ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.”[kasas s.77]

Bu tavsiyede ilk dikkati çeken şey, hazinelerin, “Allah’ın verdiği nîmet” olarak hatırlatılmasıdır. Bunu düşünmeyen bir insan, kaçınılmaz olarak kendini beğenme ve nefsini yüceltme psikolojisi ile hareket eder. Kazandıklarının kendi mârifetiyle olmadığını hesap eden bir nefis, âyetin işâret ettiği dünya-ahiret dengesini de sağlar. Önemine binâen, nîmetin Allah’tan geldiğini tekrar vurgulayan, “Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et” ifadesini, insanın kendi çabasıyla kazanmadığı nîmeti, sadece kendi nefsi için de harcayamayacağı şeklinde değerlendirmek gerekir.

c) Başkalarının Hatâlarından Önce Kendi Hatâlarını Görmek

İmâm-ı Gazâlî, bu noktada, güzel bir tavsiyede bulunur : Ya nefsinle meşgul ol veya nefsini ıslâh ettikten sonra başkasıyla meşgul olan biri ol. Sakın kendi nefsinle meşgul olup onu ıslâh etmedikçe, başkalarıyla meşgul olan tiplerden olma!” Başkalarının hatalarıyla ilgilenmek, ferdin içine yuvarlandığı derin uçurumları fark etmesine engel olur. Böyle bir tavır insanın kendisini kusursuz gibi algılamasına sebep olur. Bunun için, Gazâlî bir adım daha atarak, kötülüklerden kurtarma düşüncesiyle olsa dahi, kendisini unutup başkalarıyla ilgilenmeyi ahmaklık olarak nitelendirir: “Başkasının salâhı uğrunda kendi nefsini helâk eden bir kimse ahmaklardan sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü mahluklarla dolu bir kimsenin kendi hayatını düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş olan sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamâkat örneğidir. Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovmak, akrep ve yılanların kendisini sokup öldürmesine mâni olmaz.

İnsanların günahlarıyla uğraşmak da bir hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi, her konuda olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tavsiyesine uymaktır. İbn-i Abbas’tan rivâyetle Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur:

“Başkalarının kusurlarını hatırlamak istediğin zaman, kendi kusurlarını hatırla”

d) İşlenen Günahları Hatırlamak

Bir adı da “hesap günü” olan ahirete inanan insan, kendi kendisiyle baş başa kaldığı zaman, geçmişte yaşadığı hayatı muhakeme ederken, en çok, hesabını vermekte zorlanacağı hatâları düşünmelidir. Bu düşünce içerisinde nefsiyle hesaplaşan insanın hedefi, daha önce işlediği günahları tekrar etmemeye özen göstermek ve mümkünse hatâlarını daha bu dünyada iken telafî etmek olmalıdır. İnsan, dış dünyaya karşı günah işlediğini kabullenmek istemese bile, kendi nefsine karşı objektif davranmaya, yaptığı hatâları kendi kendine itiraf etmeye mecburdur. Zor olmasına rağmen, samimiyet gerektiren bu objektif bakış açısını elde etmeden yapılacak bir nefsî hesaplaşma, ferdi arzu ettiği hedefe götürmez. Günahlardan dolayı hesaba çekileceği endişesini taşıyan bir mü’min ile, böyle bir endişe taşımayan kimsenin düşüncesi arasındaki büyük farklılığı Rasûlüllah (s.a.v) çok çarpıcı bir misalle anlatır. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur :

إن المؤمن يرى ذنوبه كأنه قاعد تحت جبل يخاف أن يقع عليه، وإن الفاجر يرى ذنوبه كذباب مر على أنفه،

“Mü’min, günahını, üzerine yuvarlanmasından korktuğu bir dağ zanneder. Günaha dadanmış kişi, günahını burnunun ucuna konmuş, ona bir şey söylediğinde uçacak bir sinek gibi görür.”

Yuvarlanan bir dağın altında kalmak, insanın dünyadaki felâketini hazırlar, ama asıl felâket, hesabı verilemeyecek ve bundan dolayı ebedî hayatı hüsrâna çevirecek olan günahların altında ezilmektir. Nefisle hesaplaşmanın en sağlıklı yollarından biri de, işte bu endişeyi duymaktır.

Günahlardan temizlenme vasıtası olarak insanlara verilen tevbe imkânını da, bu çerçevede geniş kapsamlı bir nefis muhasebesi olarak değerlendirebiliriz. İmâm-ı Gazâlî’nin belirttiği gibi, Nefsi hesaba çekmek, bazen amelden sonra, bazen de sakındırmak için amelden evvel olur.” Tevbe de, amelden sonra yapılan bir nefis muhasebesidir. Çünkü tevbe, yapılan herhangi bir hatâdan dolayı, insanın iç dünyasında duyduğu rahatsızlığın sonucu olarak ortaya çıkar. Bu rahatsızlığı hissetmesi ise, işlediği günahların Allah tarafından bilinmesi ve bunlardan dolayı sorgulanacağına inanması sebebiyledir.

وَاِنْ تُبْدُوا مَآ فِى اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ

 “İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker” [bakara s.284] âyetinin ortaya koyduğu ikaz, insanı Allah’ın mağfiretine sığınmaya sevk eder. Bu sığınma isteğinin en ideal olanı ise, günaha düşmeden önce yapılanıdır. Çünkü günah işlemeyen bir fert, kendi muhasebesini tevbeye ihtiyaç duymadan gerçekleştirmiş olur. Nefis ise, insanı günaha sevk ederken yalnız başına hareket etmez. Onun bu yoldaki en önemli ortağı ve desteği şeytandır. Bu iki şer unsurun kıskacından ve zararlarından kurtulmak için, Allah’a nasıl sığınacağımızı da Kurân-ı Kerim bize şu şekilde öğretmektedir:

مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ,

“Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan), insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden (Allah'a sığınırım)! [Nas s. 4,5,6] O halde, günahkâr bir ferdin vicdanındaki pişmanlığı Allah’a havâle ederek bağışlanma istemesi ve Rabbinin merhametine ilticâ etmesi, insanın kendi benliğiyle yapacağı ideal bir hesaplaşma yöntemidir.

e) Nefse Karşı Mûtedil Olmak

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Yâ Rabbi, beni göz açıp kapayıncaya kadar olsa dahi, nefsime bırakma”  diye duâ etmesinin temel esprisi nefse karşı mutedil olmaktır.

İnsanın, iç dünyasında îtidâli koruması gerektiğini, Mâverdî şu şekilde ifade eder: Nefsi kötülemek ve ona iyi zanda bulunmak hususunda mûtedil davranmalıdır. Çünkü kötülemekte gerçek ölçüyü aşarsan, onu aşağılık duygusuna itersin. İyi zanda gerçek ölçüyü aşarsan, kendine çok güvenenlerin gevşekliğine düşersin. Her şey için bir uğraşı payı, her meşgûliyet için bir zaâfiyet payı, her zaâfiyetin de cehâletten bir payı vardır.

Bu sebeple insandan istenen tavır, bir yandan, kendi kendisine sıkıntı verecek zorluklardan kaçınması, diğer taraftan da kontrolsüz ve gelişi-güzel değil, aksine dengeli bir hayat sürdürmesidir.

لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ

K. Kerim’de, hiç bir nefse güç yetiremeyeceği şeyin yüklenmediğinin [bakara s.286] özellikle belirtilmiş olması, Allah’ın da, insan nefsine karşı îtidâli gözeterek, onu, yerine getirebileceği kadarıyla sorumlu tuttuğunu göstermektedir. Nefsin meşrû beklentilerine cevap vermek, gerek günlük ibâdetleri, gerekse diğer vazifeleri yerine getirmeye mânî değildir. Bilakis, kulluk görevlerini istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için bir motivasyon vasıtasıdır. Buna karşılık, ibâdetin eksiksiz olarak yapılması da, nefsin haklı taleblerini terketme sebebi değildir. Allah’a karşı mes’ûl olduğumuz ibadetlerle, nefsî isteklerin nasıl bağdaştırılacağını Hz. Peygamber (s.a.v), bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermiştir. Enes b. Mâlik (r.a) rivâyet eder :

“Bir kere ashaptan üç kişi, Peygamber (s.a.v)’in ibadetini sorup öğrenmek maksadıyla onun hanımlarının evlerine gitmişlerdi. Peygamber (s.a.v)’in (nasıl ve ne kadar) ibadet ettiği kendilerine bildirilince, onlar bunu âdetâ azımsayarak:

“Biz nerede, Rasûlüllah nerede? Şüphesiz ki Allah, onun geçmişteki ve gelecekte işlenmesi muhtemel olan günahlarını bağışlamıştır” dediler.

İçlerinden biri: “Ben geceleri devamlı namaz kılacağım” dedi.

Diğeri: “Ben de her gün oruç tutacağım” dedi.

Diğeri: “Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim” dedi. Onlar böyle söylerken Hz. Peygamber (s.a.v) çıkageldi ve onlara:

“Şöyle şöyle söyleyen kişiler sizler misiniz? Fakat şunu iyi biliniz ki, sizin, Allah’tan en çok korkanınız ve en çok korunanınız benim. Öyle olduğu halde ben, bazen nafile oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında nafile namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim benim yolumdan gitmez ve ondan yüz çevirirse benden değildir.” buyurdu.”

Not :

 Bu vaaz Seyfi BOZKUŞ un(10.02.1999-İstanbul)  tarihli Makalesinden  derleme yapılmıştır.

 

YAZAR: Kadir Hatipoglu - Aralık 24 2015 03:00:00 · Adobe Reader Belgesi · Microsoft Word Belgesi · Yazdır
Önceki Vaaz Sonraki Vaaz
Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.01 saniye 14,857,958 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024