CİHÂD
BAHSİ 2
GANİMET VE TAKSİMİNE DAİR
MESELELER BEYANINDA BÂB. 2
GANİMETİN NASIL TAKSİM EDİLECEĞİ
BEYANINDA FASIL 7
KÂFİRLERİN
BİRBİRİNİ VEYA BİZ MÜSLÜMANLARIN MALLARINI İSTİLÂLARI BEYANINDA BÂB. 1
MÜSTEMİNİN HÜKÜMLERİ BÂBI 2
ÖŞÜR, HARAÇ VE CİZYE BEYANINDA BÂB. 2
METİN
Musannıf cihâdı hadd (ceza) lerden sonra
zikretti. Çünkü hadler ile cihâd'dan maksad yer yüzünü fitne ve fesaddan
temizlemektir, Hadlerden cihâda yükselmek, bilenler için gizli değildir.
Cihâd lügatta: "Câhede fi sebilillâhi:
Allah yolunda savaştı" terkibindeki "câhede" fiilinin
masdarıdır.
Şeriatta cihâd: "Hak dinine davet
etmek ve daveti kabul etmeyenlerle savaşmak" tan ibarettir. Şümunnî.
İbn-i Kemâl, cihâdı: "Bir müslümanın
Allah yolundaki bir harbe bedeni ile katılması yahut malı ile yardım etmesi
yahut re'yi ile yardımda bulunması yahut İslâm ordusunun kalabalığını artırması
yahut yaralıların tedavisine bakması yahut ordunun yiyeceklerini, içeceklerini
hazırlaması gibi elinden gelen gayreti göstermesidir." diye tarif
etmiştir.
Ribat da cihâddır. Ribat: Arkasında
müslüman bulunmayan düşman sınırında oturup müslümanları korumaktır. Ribatın
muhtar olan kavle göre tarifi budur.
Sahih hadîsde vârid olmuştur ki, düşmandan
sının muhafaza; bir zâtın bir vakit namazı beş yüz vakit namaza denkdir. Bir
dirhem harcaması yedi yüz dirhem harcamasına denkdir. O halde ölürse, amelinin
sevabı ve rızkı kıyamete kadar devam eder. Münker ve Nekî «sualinden. kabir
azabından emin olur. Kıyametin dehşet ve şiddetinden: emniyet üzere şehid
olarak kabrinden kalkar. Tamamı Fetih'dedir.
İZAH
«Cihâd bahsi ilh..." İslâm hukukunda
cihâda aid bahisleri ve hükümleri ihtiva eden kısma "Kitâbü's-Siyer",
"Kitâbü'l-Cihâd" veya "Kitâbü'l-Meğazi" adı verilir.
Siyer, sîretin cem'idir. Sîret ise esasen
yol, haslet, hey'et ve, bir nevi hareket mânâlarını ifade eder. Bu takdirde
siyerin hey'et ve haletini beyan içindir. Fakat şeriat lisanında savaşla ilgili
işlerde kullanılması galibdir. Nitekim "menâsik" hac işlerinde
kullanılır.
Cihâdın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük
olmasın ki, bir müslüman bu sayede Allah'a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine
meşakkatların en ağırını yükletmekte ve en aziz varlığı olan canını feda
etmektedir. Bununla beraber nefsi devam üzere ibâdet ve taatlara hasrederek onu
neva ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihâddan da güçtür. Bundan
dolayıdır ki, bir gazadan dönerken Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Küçük cihâddan
büyük cihâda döndük." buyurmuşlardır. Nitekim İbn-i Mes'ûd (R.A.)'dan
rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimizin cihâdı fazilet
itibariyle namazdan sonra zikretmesi de bunu gösterir.
İbn-i Mes'ûd (R.A.) şöyle diyor:
"Dedim ki:
- Yâ Resûlallah, amellerin en faziletlisi
hangisidir?
- Vaktinde kılınan namazdır, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir? dedim.
- Anneye, babaya itaattir, buyurdular.
- Ondan sonra hangisidir? dedim.
- Allah yolunda cihâddır, buyurdular. Daha
ziyade sorsaydım bana daha ziyade cevap verecekti." Bu hadîs-i şerifi
Buhârî rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayet edilen bir
hadîs-i şerifte: Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdı imândan sonra zikretmişlerdir.
Ebû Hureyre (R.A.) şöyle diyor:
"Resûlullah (S.A.V.)'e:
- Amellerin hangisi efdaldir? diye
sordular,
- Allah'a ve Resûluna imân, buyurdu.
- Ondan sonra hangisi? dediler.
- Allah yolunda cihâd, buyurdu.
- Ondan sonra da hangisi? diye sordular.
- Makbul (olmuş, içine günâh ve riya
karışmamış) hac, cevabını verdi,"
Bu hadîs-i şerifteki "imân"
lafzıyla umum mecaz olarak "namaz" ile "zekât" tan her
birinin murad edilmesi lâzımdır. Çünkü devamlı vaktinde kılınan farz namazların
cihâddan efdal olduğunda şübhe yoktur. Namaz her gün tekrarlanan farz-ı ayndır.
Cihâd ancak imân ve namaz için meşru kılınmıştır. Bu yüzden cihâdın güzelliği
başkasından, namazın güzelliği ise kendisindendir. Cihâdın faziletine dair
malûmat Fetih'de zikredilmiştir.
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde bildirildiğine
göre, Ebû Katâde (R.A.) şöyle demiş: Resûlullah (S.A.V.) insanlara bir hutbe
okuyup önce Allah-ü Teâlâ'ya hamd-ü sena ettiler, sonra cihâdı anlatıp,
farzların dışında ondan daha üstün bir ibâdet ve taatın mevcud olmadığını beyan
buyurdular. Ebû Katâde "farzlar" ile farz-ı ayn olarak sabit olan
"İslamın beş şartı"nı murad etmiştir. Cihâd, her ne kadar farz ise de
fârz-ı kifâyedir. Farz-ı ayn, farzı kifâyeden daha kuvvetlidir. Sevâb ise
farzın kuvvetli olmasına göredir. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz cihâdın
farz-ı ayn olan ibâdetlerden üstün olmadığını beyan buyurmuşlardır.
Ebû Katâde demiş ki: O vakit bir kimse
ayağa kalkıp: "Ya Resûlullah! Allah yolunda şehid olanın şahadeti
günâhlarına keffaret olur mu?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem
Efendimiz biraz sukut buyurdular. Hatta kendilerine ilâhi vahiy indiğini
anladık. Sonra: "Evet, sabır ve sebat edip sevabını Allah-ü Teâlâ'dan
diler ve düşmana hücum eder de kaçmazsa» şehid edildiğinde borçlarından başka
günâhlarına keffaret olur. Zira borçları ile muâhaze olunur. Nitekim Cebrail
(A.S.) bana böyle bildirdi." diye buyurdular. Bu hadîs-işerifde şehidlerin
derecelerinin yüksek olduğunu beyan, şehidlik rütbesinin günâhların affına
sebep olduğunu ilân vardır. Yine bu hadîs-i şerifde kul hakkının pek büyük
olduğu bildirilmektedir. Çünkü şehid için böyle yüksek dereceler var iken yine
borç ile muâhaze olunacağını haber verip "Cebrail (A.S.) bana böyle
bildirdi" ifadeleriyle de bunu vahye dayanarak söylediklerine işaret
buyurmuşlardır. Tâ ki kıyamet gününde hasımları razı etmenin pek zor bir iş
olduğunu herkes bitsin.
Bazı âlimler demişlerdir ki; bu hüküm
İslamın ilk devrinde müslümanların malları az olup, borçlarını veremedikleri
için Resûl-i Ekrem Efendimiz onları borçlanmaktan nehiy buyurdukları vakitlerde
idi. Bundan dolayıdır ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz borcunu ödeyecek mal
bırakmayan ölünün namazını kılmazlardı. Sonra bu hüküm :
"Her kim mal bırakırsa, o mal ölünün
veresesine aiddir. Her kim de borç veya aile ağırlığı bırakırsa, bu da bana
aiddir." hadîs-i şerifiyle nesholunmuştur (hükmü kaldırılmıştır). Bu
hadîs-i şerifin benzer) hac bahsinde de şu şekilde vârid olmuştur: Resûl-i
Ekrem Efendimiz Arafat'ta ümmetinin af ve mağfireti ipin dua ettiler, kul
hakkından başka her hususta duaları kabul edildi. Sonra Müzdelife'de de sabahleyin
Meş'ar-i Harâm'da dua ettiler, duaları kul hakkında da kabul edildi. Cebrail
(A.S.) inerek: "Allah-ü Teâlâ bazılarının hakkını diğer bazılarından
dolayı fazl-u inayetiyle ödeyecektir." diye haber verdi. Bu kerametin
misli, borçlu şehid hakkında da Allah-ü Teâlâ'nın lütûflarından uzak değildir.
Ebû Hureyre (R.A.)'deh rivayet edilmiştir, demiştir ki: «Bir kimse: "Ya
Resulûllah! Bir şahıs Allah yolunda cihâdı kasdedip cihâdda dünya malını da
murad etse sevabına mâni olur mu?"» diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Onun için sevâb yoktur." buyurdular. Bu hadîs-i şerif iki vecihle
te'vil edilir.
Birinci vecih: Cihâd için çıkmış olduğunu
gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münafıkların halleridir, onlar
için asla sevâb yoktur.
İkinci vecih: Cihâd kasdıyla çıkar fakat en
büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa âhirette sevaba nail olmak değildir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, cihâd için iki dinar (altın) a kiralanan sahsa hitaben
: "Senin için dünyada ve âhirette ancak iki dinar vardır." buyurmuşlardır.
Ama bir kimsenin asıl maksadı Allah yolunda cihâd olup bununla birlikte
ganimeti de arzu ederse yine sevaba nail olur. O; "(Hac yolunda ticaretle)
Rabbınızdan rızık istemenizde bir günâh yoktur." (Bakara Sûresi, âyet:
198) âyet-i kerîmesinin hükmünde dahildir. Yani hac ehli ticaret yapmakla
haccın sevabından mahrum olmadığı gibi bu mücahid de ganimet arzu etmekle
cihâdın sevabından mahrum olmaz.
"Bilenler için gizli değildir
ilh..." Çünkü hadler dünyayı fısk-u fücurdan temizler. Cihâd ise küfürden
temizler. H.
"Câhede fiilinin masdarıdır
ilh..." Cihâd elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna
göre iyiliği emredip kötülükten menetmek suretiyle halkla mücahede eden herkese
şâmildir. H.
"Ribat da cihâddır ilh..."
"Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, hadîs-i şerifteki
"Ribât" ve "Mürâbata"nın mânâsı: İslâm dinini aziz kılmak,
müslümanlardan kâfirlerin şerrini defetmek için düşman sınırında oturmaktan
ibarettir
"Ribat" ın aslı "at
bağlamak" tan alınmıştır.
Allah-ü Teâlâ : "Siz de düşmana karşı
kuvvet ve (cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal Sûresi,
âyet: 60) buyurmuştur. Mücahid müslüman düşmanını korkutmak için oturduğu
sınırda atını bağlar. Düşmanı da böyle yapar. Bundan dolayı bu işe
"Mufâale" babından "Mürabata" denilmiştir.
İmam Mâlik'e göre; sınır vatandan değildir.
İbn-i Hâcer : "Orada oturulup düşmanın şerrinin defedilmesi niyet edildiği
için vatan olur." demiştir. Bundan dolayı selefden bir çokları sınırda
oturmayı tercih etmişlerdir.
"Ribatın muhtar olan kavle göre tarifi
budur ilh..." Sınırdan içte kalan yerlere de "Ribat" denilse
beldelerinde oturan bütün müslümanlara "Mürabatin: Sınırda oturanlar"
denilmesi lâzım gelir, bu ise olmaz. Tamamı Fetih'dedir.
Ben derim ki: Düşman sınırında oturanlar
düşmanın şerrini defedemeyip sınır yakınında oturanlarla birlikte defederlerse,
orası da "Ribât" olur.
"Sahih hadisde ilh..." Ribatın
faziletine dair pek çok hadis-i şerif cardır. Bunlardan birisini Sahih-i Müslim
Selman-ı Farisi (R.A.)'den rivayet etmiştir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz :
"Bir gün bir gece hudud boyunda nöbet beklemek; gündüzleri oruçla,
geceleri de ibâdetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. O halde ölürse,
yapmakta olduğu amelinin sevabı ve (şehidlere olduğu gibi) rızkı devam eder ve
kabir fitnesinden kurtulur." buyurmuşlardır.
Taberânî "kıyamet gününde şehid olarak
kalkar" ziyadesini rivayet yet etmiştir. İbn-i Mâce Ebû Hureyre (R. A.)
'den sahih senedle: "Allah-ü ölürse, kıyamet gününün şiddet ve dehşetinden
emin olunur." diye rivâetmiştir. Taberânî sahih senetle: "Bir kimse
hududu muhafaza ederken Teâlâ hududu beklerken öleni kıyamet gününde
korkulardan emin olarak diriltir." lafzını ziyade etmiştir.
Ebû Ümame (R.A.)'den; Resûl-î Ekrem
(S.A.V.) :
"Sının muhafaza eden bir zâtın bir
vakit namazı (sınır beklemeyen bir şahsın kılmış olduğu) beş yüz vakit namaza
denkdir. Onun bir dinar (altın) veya bir dirhem harcaması başka yerde harcanan
yedi yüz dinardan efdaldir." buyurmuşlardır. İbn-i Mâce.
"O halde ölürse amelinin sevabı ve
rızkı kıyamete kadar devam eder ilh..." İmam-ı Serahsîbunun mânâsı:
"O kimsenin ameli kıyamete kadar çoğalır." demiştir. Nitekim buna :
"Kim evinden Allah'a ve O'nun Resulüne
muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun
mükâfatı Allah'a aiddir." (Nisâ Sûresi, âyet: 100) âyet-i kerîmesi delâlet
ettiği gibi, Resûl-i Ekrem Efendimizin : "Hac yolunda ölen bir kimse için
her sene mebrûr (içine günâh ye riya karışmamış) bir hac sevabı yazılır."
hadîs-i şerifi de buna delâlet etmektedir.
Bir hadis-i şerifde : "Bîr kimse cihâd
ederek yahut sınır boyunda muhafız iken ölürse onun etini, kanını yerin yemesi
haram olup, cesedi çürümez. Anasından doğduğu gün gibi günâhlarından
çıkmadıkça, Cennetteki yerini ve hurilerden olan zevcesini görmedikçe,
akrabasından yetmiş kimseye şefaat etmedikçe o kimse dünyadan çıkmaz. Sınır
boyundaki muhafızlık sevabı kıyamete kadar devam eder." buyurulmuştur. Bu
hadîs-i şerifden "Sınır boyunda muhafız iken ölen kimsenin kabrinde
şehidler gibi diri olup kendisine rızkının devam edeceği" anlaşılmaktadır.
"Kabir azabından emin olur
ilh..." Bîr çok âlimler, bu hadîs-î şerifi delil göstererek:
"Şehidlere kabir suali olmadığı gibi, düşman sınırında muhafız iken ölen
kimseye de kabir suali yoktur," demişlerdir.
METİN
Cihâda ilk önce müslümanların başlaması
-düşman başlamasa bile- farz-ı kifâyedir. Cenaze namazı selâm alma gibi başka
bir şey dolayısıyla farz kılınan her şey farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir
kısmı tarafından düşmanın şerri defedilirse cihâd farz-ı kifaye, defedilemezse
farz-ı ayn olur.
Zannederim ki, farz-ı kifâyenin beyanını
musannifin ilende gelecek olan "Düşman hücum ederse farz-ı ayn olur."
ifadesinin üzerine takdim etmesi kifâye kısmının çok olmasındandır.
Müslümanların savaşabilmesi için, savaşın
önce düşman tarafından başlatılmış olmasını gerekli kılan Allah-ü Teâlâ'nın:
"Eğer düşmanlar sizi öldürürlerse siz
de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191) kavl-i kerîmi ve
"eşhürü'l-hurum" denilen Receb, Zilkâ'de, Zilhicce ve Muharrem
aylarında savaşın haram olması:
"Müşrikleri, onları nerede bulursanız
öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) gibi umum ifade eden âyet-i kerîmelerle
neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) tır.
Köle ve kadın bile olsalar müslümanların
bir kısmı tarafından bu cihâd yapılırsa, diğer bütün müslümanlardan düşer.
Şayet hiç bir vakitte hiç bir kimse tarafından cihâd vazifesi yapılmazsa, terk
etmeleri sebebiyle mükellef kimselerin hepsi günahkâr olur. Bundan, meselâ
Anadolu halkının cihâd etmesiyle Hindistan ahâlisinden farzıyyetîn
düşeceğianlaşılmasın. Çünkü düşmanın şerri defedilinceye kadar sırasıyla yakın
bulunan beldelerdekî müslümanlara cihâd farz olur. Müdafaa ancak bütün
müslümanların savaşmasıyla olursa namaz, oruç gibi cihâd da mükellef olan bütün
müslümanlara farz-ı ayn olur. Bir cenazeyi techîz ve tekfin etmek de bunun gibi
sırasıyla yakın bulunan beldelerdekî müslümanların üzerine lâzımdır. Bu bahsin
tamamı Dürer'dedir.
İZAH
"Farz-ı kifâyedir ilh..."
Eddürü'l-Müntekâ'da zikredilmiştir ki, hükümdarın her sene bir veya iki defa
dar-ı harbe seriyye göndermesi vâcibtir. Halkın da hükümdara bu hususta
yardımcı olmaları lâzımdır. Hükümdar seriyye göndermezse kendisi günahkâr olur.
Hükümdar üzerine seriyye göndermenin vâcib olması, gönderdiği seriyyenin
düşmana üstün geleceği kanaatında bulunduğu takdirdedir. Yoksa cihâd yapılması
mubah olmaz. Ama iyiliği emretmek bunun gibi olmayıp tesiri olsun veya olmasın
terk edilmez.
"Müslümanların bir kısmı tarafından
düşmanın şerri defedilirse ilh.." Yani hudutlardan birinde çıkan bir harbi
önlemek için orada bulunan İslâm kuvveti kifayet ettiği takdirde cihâd farz-ı
kifâye olup bütün müslümanların silâh altına alınmasına lüzum görülmez. Eğer
harp sahasında bulunan İslâm kuvveti kifayet etmezse, harp mıntıkasında ve
civarında bulunan bütün efrad harp için seferber haline getirilir ve cihâd bir
farz-ı ayn olur.
"Allah-ü Teâlâ'nın... kavl-i kerimi
ilh..." Cihâdı emreden âyet-i kerimeler şu tertip üzere indirilmiştir:
Peygamber Efendimizin ilk vazifesi
tebliğden ve Cenab-ı Hakk'a eş koşanlardan yüz çevirmekten ibaretti. Nitekim
Allah-ü Teâlâ:
"Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan
(kafalarını çatlatırcasına) apaçık bildir." (Hicr Sûresi, âyet: 94)
buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla davet emredilmiştir.
Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle
güzel öğütle davet et! Onlarla mücadelenin en güzelini yap." (Nahl Sûresi,
âyet: 125) buyurmuştur.
Bundan sonra savaşa izin verilmiştir.
Nitekim Allah-ü Teâlâ;
"Kendilerine karşı harb açılan
Müslümanlara zulme uğradıkları için cihâda izin verilmiştir." (Hac Sûresi,
âyet: 39) buyurmuştur.
Daha sonra düşman harb açtığında onlara
karşı koymakla emrolundu. Nitekim Allah-ü Teâlâ :
"Düşmanlar sizi öldürürlerse siz de
onları öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet: 5) buyurmuştur.
Bundan sonra haram olan aylar geçmek
suretiyle cihâd emredildi. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"(Dokunulması) haram olan aylar
çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (5)
buyurmuştur.
En sonra bütün zamanlarda ve bütün mekân
(yer) larda cihâd farz kılındı. Nitekim Allah-ü Teâlâ:
"Size harb açanlarla Allah yolunda siz
de muharebe edin. Fakat aşırı gitmeyin. Şübhesiz ki Allah aşırı gidenleri
sevmez." (Bakara Sûresi, âyet: 190) buyurmuştur. Bu bahsin tamamı
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhindedir.
"Müslümanların bir kısmı tarafından bu
cihâd yapılırsa ilh..." Yani cihâd ölüyü yıkamak, kefenlemek, cenaze
namazını kılmak ve selâm almak gibi farz-ı kifâyeler, mükelleflerin hepsine
birden farz kılınmıştır. Bundan dolayı farz-ı kifâye bir kısım müslümanlar
tarafından yapıldığı takdirde diğer müslümanlardan düşer. Çünkü farz-ı
kifâyeden maksad yapılmasıdır. Mükelleflerden hiç biri bunu yapmazsa, bunu
bilen ve mükellef olan bütün müslümanlar günahkâr olur.
Farz-ı ayın böyle değildir. Çünkü farz-ı
ayın mükellef olan müslümanlardan her biri üzerine ayrı ayrı farz kılınmıştır.
Bundan dolayı farz-ı ayın bir kısım müslümanlar tarafından yapıldığı takdirde
diğerlerinden düşmez. Bunun için farz-ı ayın, farz-ıkifâyeden efdaldır.
METİN
Cihâd, küçük çocuğa farz değildir. Ana ve
babaya itaat etmek farz olduğu için ana ve babasından her ikisi veya birisi
hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
cihâda gitmek isteyen Abbâs b. Mirdâs'a: "Anandan ayrılma! Çünkü Cennet
ananın ayağının altındadır." buyurmuşlardır. Sirâc. Yine Sirâc'da
zikredilmiştir ki, bir kimse tehlikeli bir sefere ancak anası ve babasının izni
ile çıkabilir. Ama tehlikeli olmayan bir sefere onlardan izinsiz çıkabilir,
ilim tahsili için de izinsiz çıkabilir.
Efendisi ile kocasının hakları şer'an önce
geldiği için köleler ile kadınlara cihâd farz değildir. Bundan anlaşılan,
kocasının izin verdiği kadın ile kocası olmayan kadınlara cihâdın farz
olmasıdır.
Şarih der ki: Şümunnî; "Kadınlara
cihâdın farz kılınmamasının sebebi, bünyelerinin zayıf olmasıdır."
demiştir. Bahır'da zikredilmiştir ki, kocasının emrettiği şeyin vâcib olması
nikâh ve nikâh ile ilgili hususlardadır, yoksa her şeyde değildir.
Kör, topal, eli ve ayağı kesilmiş kimselere
de cihâd farz değildir. Çünkü bunlar âcizdirler.
Borçlu kimselere de alacaklılarının hatta
kendilerinin emri ile kefil olan kefillerinin -her ne kadar kefaletleri
nefislerine ise de- izni bulunmaksızın cihâd farz olmaz. Tecnîs, Nehir.
Borçlunun alacaklısından veya kefilinden izinsiz çıkamaması, borcu vadesiz olduğuna
göredir. Eğer borcu vadeli 'Olup vadesi gelmeden önce döneceğini bilirse Cihâda
çıkması caizdir. Bulundukları beldede kendilerinden daha fakîh ve âlimi
bulunmayan kimselere de cihâd farz değildir. Böyle âlimler farz olmayarak
cihâda gidecek olsalar kendilerine cihâd etmek caiz değildir. Çünkü o belde
halkının din cihetinden zayi olma korkusu vardır. Bezzâziye sahibi: "Böyle
fakîh ve âlim olan kimselerin farz olan hac seferkiden başka hiç bir sefere
çıkmaları caiz değildir." demiştir. Zira bilenlere gizli değildir ki,
fakîh ve âlimlere farz olan cihâd seferinin caiz olmamasından, ticaret gibi
nafile seferin caiz olmaması evleviyetle sabit olur.
İZAH
"Cihâd küçük çocuğa farz değildir
ilh..." Zahire'de zikredilmiştir, ki, babanın erginlik çağına yaklaşmış
olan çocuğuna -her ne kadar öldürüleceğinden korksa bile- cihâda izin vermesi
caizdir. Sadî: "Çocuğunun öldürülmesinden korkmadığında izin vermesi
caizdir. Öldürülmesinden korkarsa izin vermesi caiz değildir." demiştir.
Nehir.
"Ana ve babasından her ikisi veya
birisi hayatta olan mükellef kimseye de cihâd farz değildir ilh..." Bu
ifadeden "mükellef olan evlâdını cihâda göndermeyen ana ve babanın
günahkâr olmayacağı" anlaşılmaktadır. Eğer günahkâr olsalar evlâdın cihâda
gidip onları günâhdan kurtarması lâzım olurdu. Yani müslümanların bir kısmı
tarafından düşmanın şerri defedilirse cîhâd farz-ı kifâye olur. Evlâdlarının
ayrılığından sıkıntıya düşecek olan ana-babanın evlâdını böyle bîr cihâddan
menetme hakkı vardır. Aynı hak her ikisi veya birisi kâfir olan ana-baba için
de vardır. Ancak kâfir olan ana-baba kendi dindaşlarını, müslüman olan
evladlarını öldürmesini hoş görmediği için ona mâni olmak isterlerse, onların
sıkıntıya düşüp ölmelerinden korkmadıkça onlara itaat etmez. Fakir olup bakıma
muhtaç olan ana-babaya -kâfir olsa bile- hizmet etmek evlâdı üzerine farz-ı
ayndır. Farz-ı kifâye sevabını elde etmek için farz-ı aynı terketmek doğru
değildir.
Anası babası ölen bir kimsenin babasının
babası ile anasının anası kendisine cihâd için izin verip anasının babası ile
babasının anası izin vermese, cihâda gitmesinde bir beis yoktur. Çünkü ana-baba
öldüğünde, babanın babası ile ananın anası ana-baba yerine geçer. Ananın babası
ile babanın anası yabancı hükmündedir. Ancak babanın babası ile ananın anası
olmadığında ananın babası ile babanın anası ana baba yerine geçer, fakat
hepsinin izniyle çıkması müstehabdır.
Anasının anası ile babasının anası bulunan
bir kimsenin cihâda gidebilmesi için anneannesinin izin vermesi lâzımdır. Çünkü
çocuğa bakma hususunda anneanne, babaanneden önce gelir. Babası ile babaannesi
bulunan bir kimsenin cihâda gidebilmesi için babaannesinin izin vermesi
lâzımdır. Çünkü babaanne anne gibidir. Zira bakma hakkı onundur.
Zevcesi, çocukları, kardeşlen, amcaları
bulunan bîr kimsenin bunlardan izinsiz cihâda çıktığı takdirde zayi ve telef
olacaklarından korkarsa izinsiz çıkamaz. Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi.
"Ama kendisinde tehlike olmayan bir
sefere ilh." Yani ticaret, hac ve umre seferleri gibi kendisinde tehlike
bulunmayan seferlere, anası ve babasının sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça
onlardan izinsiz çıkması caizdir.
"İlim tahsili için de izinsiz
çıkabilir ilh..." Yani bir kimsenin yolda emniyet bulunup anası ve
babasının da sıkıntıya düşmesinden korkmadıkça onlardan izinsiz ilim tahsili içîn
çıkması caizdir.
"Çünkü bunlar âcizdirler ilh..."
Nitekim Allah-u Teâlâ'nın, "Köre (cihâddan geri kalmak hususunda) vebal
yok, topala vebal yok, hastaya vebal yok." (Fetih Sûresi, ayet: 17) kavl-i
kerîmi özür sahiblerî hakkında nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede her hangi bîr
sebebden dolayı cihâda gitmekten âciz olan kimse üzerine cihâdın farz
olmadığına işaret vardır Zeylaî.
"Borçlu kimselere de ilh..." Yani
borçlu bîr kimsenin borcuna yetecek kadar malı bulunmadığında alacaklısından
izinsiz cihâda gitmesi caiz değildir. Çünkü kendisine alacaklının hakkı teallûk
etmektedir. Eğer kendisine alacaklısı cihâda gitmesi için izin verip fakat
alacağından berî kılmasa, borçlunun cihâda gitmeyip borcunu ödemesi
müstehabdır. Çünkü kul hakkı olan borcunu ödemesi cihâda gitmekten daha
evlâdır. Şayet cihâda giderse bunda da bir beis görülmemiştir. Alacaklısı gâib
olup borcuna kâfi malı mevcud olan bir borçlu vefatı halinde terekesinden
borcunu ödemek üzere birini vasî teayyün ettikten sonra cihâda gidebilir. Çünkü,
bu takdirde alacaklının hakkı korunmuş olur. Eğer borcuna kâfi malı bulunmazsa
cihâda gitmeyip borcunu ödemesi lâzımdır.
Keza emânet sahibi gâib olup yanında emânet
bulunan kimse emâneti sahibine yermek üzere bir kimseyi vasî tâyin edip emâneti
bu vasîye tealim ettikten sonra cihâda çıkabilir. Tecnîs, Zahire. Bahır.
"Kefaletleri nefislerine ise de
ilh..." Yani bir kimse bir şahsın nefsine kefil olsa o kimsenin o şahsı
seferden menetmesi caizdir. Nehir.
"Eğer borcu vadeli olup ilh..."
Yani vadeli borcu olan kimsenin vadesi gelmeden önce cihâddan döneceğini
bilirse cihâda gitmesi caizdir. Fakat cihâda gitmeyip borcunu ödemesi efdaldır.
Zahire.
METİN
Düşman İslâm memleketine hücum ederse cihâd
farz-ı ayn olur. Artık her ne kadar izinsiz olsa bile bütün müslümanların
cihâda çıkması lâzım gelir. Zevcesini cihâda çıkmaktan men eden zevç gibi
kimseler günahkâr olur. Zahire.
Cihâdın farz olması için başka bir kayıd
daha lazımdır ki, kuvvet ve kudrettir. Buna göre tedavi edilemiyen ağır
hastalar cihâda çıkmaz. Ama çıkmaya kadir olup cihâda kudreti olmayan
kimselerin ordunun kalabalığını artırmak ve düşmanı korkutmak için çıkmaları
münasibdir. Fetih.
Sirâc'da zikredilmiştir ki, cihâdın vâcib
olması için silâh kullanmaya kudretin bulunması şarttır, yolun emniyeti şart
değildir. Savaştığı takdirde öldürüleceğini, savaşmadığı takdirde esir
edileceğini bilen kimsenin savaşması lâzım gelmez.
Cihâda çıkılmasını bildiren ve hükümdar
tarafından nida eden kimsenin haberleri -her ne kadar fâsık olsalar bile- kabul
edilir. Çünkü bu gibi haber derhal yayılıp duyulur.
Beytülmâlde gazilere sarfedilecek gerek
ganimet malı gerekse başka yerden toplanan mal var iken hükümdarın insanlardan
cihâd için mal alması mekrûhdur. Dürer. Sadru'ş-Şeria. Beytülmâlde gazilere
sarfolunacak mal bulunmazsa, düşmanların şerrini defetmek için hükümdarın
halktan para alması mekruh değildir.
Düşmanı çember içerisine alırsak onları
müslümanlığa davet ederiz. Müslüman olurlarsa ne a'lâ, olmazlarsa cizye
ehlinden iseler cizye vermeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse, bizim
lehimize olan adaletle muamele onların da lehine, bizim aleyhimize olan ceza
ile muamele onların da aleyhinedir.
İZAH
"Düşman İslâm memleketine hücum ederse
ilh..." Yani düşman İslâm beldelerinden bir beldeye ansızın girerse, cihâd
farz-ı ayn olur. Bu hale "nefîr-i âmm" denilir. "İhtiyar"
adlı kitabta: "Nefîr-i âmm; bütün müslümanlara muhtaç olunmasıdır."
diye tarif edilmiştir.
"Bütün müslümanların cihâda çıkması
ilh..." Yani kadınlar kocalarından, köleler efendilerinden, borçlular
alacaklılarından izinsiz çıkarlar, imam Serahsî: "Nefîr-i âmmede cihâd
edebilecek baliğ olmayan çocukların cihâda çıkıp savaşmalarında -her ne kadar
ana-babaları razı olmasa bile - bir beis yoktur." demiştir.
"Cihâdın vâcib olması için
ilh..." Yani bir kimseye cihâdın vâcib olması için silâh kullanmaya
kudretinin bulunması, erzaka ve gideceği yer sefer müddet kadar olursa bineğe
mâlik olması şarttır. Harb olduğunu bilmesi de şarttır. Kâdîhân, Kuhistânî.
"Savaşması lâzım gelmez ilh..."
Bu ifadede "öldürülünceye kadar savaşmasının caiz olduğuna" işaret
vardır.
Es-Siyerü'l-Kebir Şerhinde zikredilmiştir
ki, öldürme yahut yaralama yahut hezimete uğratma gibi bir şey yaptıktan sonra
kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin tek başına düşmana hücum etmesinde
bir beis yoktur. Nitekim Uhud Muharebesinde Peygamberimizin huzurunda ashab-ı
kiramdan bir cemaat böyle yapmıştır. Peygamberimiz (SAV.) onları bu
yaptıklarından dolayı medhetmiştir. Ama düşmana hiç bir suretle zarar vermeden
kendisinin öldürüleceğini bilen bir kimsenin düşmana hücum etmesi caiz
değildir. Çünkü bu şekilde saldırmada dine hizmet yoktur. Fakat şer'an susması
için her ne kadar ruhsat var ise de kendisini öldüreceklerini bilen bir
kimsenin fâsık olan müslümanları fena fiillerinden nehyetmesinde bir beis
yoktur. Çünkü müslümanlar fâsık olsalar bile kendilerine emreden kimsenin
emrettiği şeyin hak olduğuna inanırlar. Bu yüzden öldürdükleri kimsenin
öldürülmesi içlerinde derin tesir bırakır.
"Hükümdarın insanlardan cihâd için mal
alması mekrûhdur ilh..." Çünkü böyle bir şey almak ücrete benzer. Cihâdda
ücret almak haramdır, ücrete benzeyen şey de mekrûhdur. Zira zaruret yoktur,
Beytülmalde bulunan mal müslümanların ihtiyacı için hazırlanmıştır. Buradaki
kerahat, kerahat-ı tahrimiyyedir. Çünkü Fetih'de: "Taat üzerine ücret
haramdır, ücrete benzeyen şey ise mekrûhdur." denilmiştir.
"Düşmanın şerrini defetmek için
ilh..." Yani beytülmalde mal bulunmazsa hükümdarın zenginlerden mal alması
mekruh değildir. Çünkü umumi zararı defetmek için hususi zarar ihtiyar olunur.
TENBİH: Nefsiyle, malıyla cihâd edebilecek
kimsenin gerek beytülmalden gerekse başkasından bir şey alması lâyık ve münasib
değildir. Malı bulunup cihâda çıkmaktan âciz olan kimsenin kendi yerine malıyla
başkasını göndermesi lâzımdır. Malı bulunmayıp harbe gidecek kudrette olan
kimseye gelince: Hükümdar kendisine beytülmaldan kifayet edecek kadar verirse,
başkasından bir şey alması lâyık değildir. Cihâda gitmeyen bir kimse bir şahsa
hitaben: "Benim yerime cihâd etmen için şu malı al." dese caiz olmaz.
Çünkü bu cihâd üzere kiralamaktır. Cihâd bir vecibe olduğundan bunun ifası için
ücret alınamaz. Ama "şu malı al bununla cihâd et" dese bu caizdir.
Fakir olup cihâda gitmesi için kendisine para verilen kimsenin verilen paradan
bir mikdarını çoluğuna çocuğuna nafaka olarak bırakması caizdir. Çünkü
çotuğunun çocuğunun nafakasını bırakmadan cihâda gitmesi doğru değildir. Bu
bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Müslüman olurlarsa ilh..." Yani
Kelime-i Şehadet getirerek müslümanlığı kabul ederlerse cihâda son verilir.
Düşman hristiyan veya yahudi olursa, müslüman olmaları için dinlerinden beri
olmaları lâzımdır. Müslümanlık, kelime-i şahadeti söyleyerek kaville olduğu
gibi, cemaatla namaz kılma, hac etme gibi fiil ile de olur. Bu bahsin tamamı
Bahır'dadır.
"Cizye ehlinden iseler ilh..."
Yani mürted ve arap müşriklerinden değillerse kendilerinden cizye kabul edilir.
Nitekim beyanı cizye bahsinde gelecektir. Nehir'de zikredilmiştir ki, çember
içine aldığımız düşman cizye ehlinden olup cizyeyi kabul ettiklerinde hükümdar
onlara cizyenin mikdarını ve ne zaman üzerlerine vâcib olacağını zengin
olanlarla fakir olanların verecekleri cizye mikdarını açıklar.
"Cizyeyi kabul ederlerse bizim
lehimize olan ilh..." Yani biz onların can)arına, mallarına dokunursak
bizim birbirimize dokunduğumuzdaki vâcib olan ceza ne ise o ceza tatbik olunur.
Onlar bizim malımıza, canımıza dokunduklarında bize tatbik edilen ceza onlara
da tatbik edilir.
Bahır'da zikredilmiştir ki, onların şarap
ve domuz üzerine yaptıkları akidler, bizim şıra ve köyün üzerine yaptığımız
akidler gibidir. Zimmî (İslâm memleketinde oturan gayr-i müslim) hadler ve
kısas ile muahaze olunur. İçki haddiyle muahaze olunmaz. Nikâh bahsinde geçtiği
üzere nikâhın mehirsiz yahut şâhidsiz yahut iddet içinde caiz olacağına
inansalar kendi inançları üzerine bırakılırlar.
METİN
"Bizim lehimize ve aleyhimize olan
muameleler" kaydı ile ibâdet ve taatları tariften çıkar. Çünkü kâfirler,
biz Hanefilere göre ibâdetle muhatab değillerdir. Bunu Hz. Ali (R.A)'nin:
"Kâfirler cizyeyi ancak canları canlarımız gibi, malları mallarımız gibi
olması için vermişlerdir." sözü te'yid eder.
İslâm dinine davet, kendilerine erişmemiş
olan kimselerle davet etmeden önce cihâd etmemiz helâl, ve meşru değildir.
Zamanımızda İslâm dinine davet her ne kadar doğuda ve batıda yayılmış ise de,
fakat şübhe yok ki Allah'ın beldelerindeİslâm dinine şuur ve ilmi olmayan
kimseler de vardır.
Beyan edilmedik bir mesele kaldı şöyle ki:
Kâfirlerden kendilerine İslâm dinine davet erişmiş fakat cizyeye davet erişmemiştir.
Tatarhâniyye'de: "Böyle kimseler cizyeye davet edilmedikçe kendileriyle
cihâd edilmesi lâyık değildir." diye zikredilmiştir.
İslâmiyet kendilerine ulaşmış olan
kimseleri de yeniden İslama davet etmek mendûbtur. Ancak davetimiz, onların
bize karşı hazırlanmaları veya kaleye girmeleri gibi bir zararı gerektirirse -
bu zannı galiple olsa bile - artık böyle bir davet mendûb olmaz. Fetih.
Cihâd edeceğimiz kâfirleri önce İslâmiyete
davet ederiz, kabul ederlerse ne a'lâ. Etmezlerse, cizye ehlinden iseler
cizyeye davet ederiz. Cizyeyi kabul ederlerse cihâd etmeyiz. Cizyeyi de kabul
etmezlerse Allah-ü Teâlâ'dan yardım dileyerek onlarla cihâd ederiz. Cihâd
sırasında düşmanın kendileri, meyvalı olsa bile ağaçları, ekinleri mancınıkla,
yakıcı maddeler ile, su ile ve diğer vasıtalarla tahrib ve imha edilebilir.
Ancak böyle yakıcı, yıkıcı aletleri kullanmadan zafer elde edileceği bilinirse
bunları kullanmak mekrûhdur.
Düşman, esir aldıkları müslümanları siper
edinmiş olsa, siper edinilen müslümanları değil bilâkis onların arkasında
saklanan düşman kasdedilerek harbe devam edilir. Bunun neticesinde siper
edinilen müslümanlar şehid edilseler, şehid eden müslümanlara diyet ve keffâret
lâzım gelmez. Çünkü farzların yerine getirilmesi ödemeyle beraber olmaz.
İçinde müslüman veya zimmî bulunan bir
beldeyi hükümdar fethettiğinde o belde halkından hiç birinin öldürülmesi asla
helâl değildir. Eğer o beldede bulunan müslüman veya zimmînin sayısı kadar
insan çıkarılsa bu takdirde geri kalanların öldürülmesi helâldir. Çünkü
çıkarılanların müslüman veya zimmî olmaları ihtimali vardır. Mushaf-ı şerif,
fıkıh kitabları, hadîs kitabları ve kadın gibi kendilerine tazim etmek vâcib,
hafif ve hakir görmek haram olan şeylerle cihâda çıkmak yasak edilmiştir. Esah
olan kavle göre, yaralıları tedavi için olsa bile yaşlı kadınların ve
cariyelerin de çıkarılmaları yasakdır. Bunların yasak olmalarına delil Müslim-i
Şerif'deki: "Kur'ân-ı azimüşan ile düşman toprağına yolculuk
etmeyiniz." hadîs-i şeriftir. Fakat bunların emniyet ve selâmet bulunan
ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması mekruh değildir. Bununla beraber yaşlı
kadınların ve cariyelerin çıkarılması evlâdır.
Müste'men (pasaportlu) olan bir müslümanın,
arada anlaşma bulunan ve ahitlerinde duran kâfir memleketine Mushaf-ı şerifle
gitmesi caizdir. Çünkü bu halde onların müslümana dokunmaması gerekir. Hidâye.
Kâfirlerle yaptığımız ahdi bozmak, taksim edilmeden önce ganimete hıyanetlik
etmek, zafer kazanıldıktan sonra kâfirlerin burun ve kulaktan gibi azalarını
kesmek şer'an yasaktır. Ama zafer kazanılmadan, harb devam ederken burun ve
kulaklar gibi âzalarının kesilmesinde beis yoktur. İhtiyar.
Savaşta kadınlar, çocuklar, deliler, harbde
bağırıp çağıramayacak ve çocuğu olmayacak derecede yaşlı olanlar - bunlar
mürted olsa bile- körler, topallar, kötürümler, bunamışlar, insanlara
karışmayan rahipler ve kilise hademesi öldürülmez. Ancak bunlardan biri kral
yahut savaşabilir yahut harbde rey sahibi olur yahut mal sahibi olup malıyla
savaşa yardım ederse öldürülür.
Bir müslüman mücahid bu öldürülmeyecek
kâfirlerin birini öldürürse, diğer günâhlar gibi kendisine ancak tevbe ve
istiğfar lâzım gelir. Çünkü kâfirin kam ancak eman (pasaport) ile değerli olur
da öldürüldüğünde diyet lâzım gelir. Bunda ise eman mevcud değildir. Bu
öldürülmeleri helâl olmayanları müslümanlar dar-i harbde bırakmayıp ganimeti
çoğaltmak için onları İslâm memleketine getirirler. Bahsin tamamı Sirâc'dadır.
Düşmanın öfkesini artırmak için, içlerinden
öldürülmüş olan ileri gelenlerin başlarını kesip, müslümanlar tarafına getirerek
teşhir etmekte bir beis yoktur. Bununla o öldürülen kâfirlerin şerlerinden
kurtulmuş olduğuna dair müslümanların kalblerinde bir kanaat hâsıl olarak
gönüllerinin hoş olmasına sebeb olur. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (R.A.) Bedir
Muharebesinde Ebû Cehil'in başını Resûlullah'ın huzuruna getirerek: "Yâ
Resûlallah! Bu, senin düşmanın Ebû Cehil'in başıdır." demiş, bunun üzerine
Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Allahüekber! İşte bu, hem benim hem de Ümmetimin
firavunudur. Bunun benim ve ümmetim üzerine fer ve zararı, Firavun'un Hz. Musa
(A.S.) ve ümmeti üzerine şer ve zararından daha şiddetli idi." buyurdular.
Ebû Cehil'in başının kesilip huzuruna getirilmesini men ve inkâr etmediler.
Zahîriyye.
Mal aramak için düşmanın kabirlerini
açmakta bir beis yoktur. Tatarhâniyye. Hâniyye'de: "Kâfirlerin
kabirlerinin açılmasında bir beis yoktur." diye zikredilmiştir. Bu ifade,
zimmîlerin kabirlerinin açılmasına da şâmildir.
İZAH
"Çünkü kâfirler biz Hanefilere göre
ibâdetle muhatab değillerdir ilh..." Menar'ın şerhinde zikredilmiştir ki,
kâfirler imân ve ukubât (cezalar) ile muhatabdırlar, fakat içki haddi (cezası)
ve muameleler ile muhatab değildirler.
İbâdete gelince: Semerkantlı âlimlere göre
kâfirler ibâdetle gerek eda ve gerekse i'tikâd cihetinden muhatab değildirler.
Buhârâlı âlimlere göre kâfirler ibâdetle yalnız eda cihetinden muhatab
değildirler. Iraklı âlimlere göre kâfirler ibâdetle hem eda hem de i'tikâd
cihetinden muhatabdırlar. Mu'teber olan kavil de budur.
"Sözü te'yid eder ilh..." Yani
cizyeyi kabul eden kâfirlere ukubât ve muameleler hususunda biz müslümanlara
tatbik edilen hükümler tatbik edilir. Fakat onlar imân edip ibâdet yapmadıktan
için her ne kadar âhirette kendilerine azab edilecek ise de müslümanlar
onlardan imân edip ibâdet yapmalarını isteyemez.
"Helâl ve meşru değildir ilh..."
Yani İslâm dinine davet kendilerine ulaşmamış olan kimselerle müslümanlığa
davet olunmadan önce harb etmek caiz değildir, İslâm dini kendilerine ulaşmayan
kimselerin cihâddan önce İslâm dinine davet edilmeleri lâzımdır. Tâ ki
müslümanların menfaat uğrunda harb etmediklerini bilsinler, böyle kimseler çok
defa İslâm dinini kabul ederler. Müslümanlar böyle kimseleri İslama davet
etmeden harbe başlarlarsa günahkâr olurlar. Bu günâhlarından dolayı kendilerine
ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir, diyet ve keffâret lâzım gelmez. Çünkü
öldürdükleri kimseler din veya İslâm memleketiyle korunmuş değildirler.
Bunların öldürülmeleri, kâfir olan kadınların ve çocukların öldürülmeleri
gibidir.
"Mancınıkta ilh..." Yani mancınık
kurarak düşman kalelerini tahrip ve imha ederiz. Çünkü Peygamberimiz Tâif'i
muhasara ettiklerinde mancınık kurarak savaşmışlardır. Mancınık, kendisiyle
büyük taşlar atılan bir âlettir. Zamanımızda modern silâhlar icad edildiği için
buna ihtiyaç kalmamıştır.
"Düşmanın kendileri ilh..." Yani
düşmanın bizzat kendilerinin mancınık ve yakıcı maddelerle yakılması caiz
olunca yurtlarının mallarının yakılması evleviyetle caiz olur. Gerek düşmanın
gerekse yurtlarının ve mallarının yakılması zaferi elde etmek için bundan başka
çare bulunmadığı takdirdedir. Eğer yakılmadan zafer kazanma imkânı olursa,
yakmak asla caiz değildir. Çünkü yakmada kadınların, çocukların ve onların
yanında bulunan müslüman esirlerin de imhası vardır.
"Ceyş (ordu) ile beraber çıkarılması
ilh..." İmam-ı Azam'a göre ceyş; en az dört yüz neferden müteşekkil bir
askeri kıtadır. Seriyye ise; en az yüz neferden müteşekkil bir askeri bölükdür.
Hâniyye'de: "Seriyye, iki yüz neferden bir askeri koldur." diye
yazılıdır. Şeyh Ekmeliddin: "İbn-i Ziyad'ın seriyye en az dört yüz
neferden, ceyş ise en az dört bin neferden teşekkül eder, demesi doğru
değildir." demiştir.
Fetihd'e zikredilmiştir ki, oniki bin kişi
büyük bir ordu sayılır. Çünkü Peygamberimiz: "Oniki bin kişi azlıktan
dolayı mağlup olmaz." buyurmuşlardır.
Ben derim ki: Oniki bin kişilik bir ordu
mağlup olmaz, eğer mağlup olursa zamanımızdaki kumandanların hıyaneti yüzünden
mağlup olur.
TETİMME: Hâniyye'de zikredilmiştir ki,
oniki bin kişilik bir İslâm ordusunun her ne kadar düşman ordusu daha fazla
olsa bile kaçması lâyık değildir. Velhasıl mağlup olacağını bilirse kaçmada bir
beis yoktur. Silâhı bulunmayan bir müslümanın silâhlı olan iki düşmandan
kaçmasında bir beis yoktur. İmam Muhammed'in bir kavline göre kuvvetli olan bir
müslümanın iki kâfirden, yüz müslümanın iki yüz kâfirden kaçması mekrûhdur.
Fakat bir müslümanın üç kâfirden, yüz müslümanın üç yüz kâfirden kaçmasında bir
beis yoktur.
"Yaşlı kadınların ve cariyelerin
ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, yaralıları tedavi, su dağıtmak için
genç kadınların değil yaşlı kadınların çıkarılması evlâdır. Cinsî yakınlık için
hür kadınların değil cariyelerin çıkarılması evlâdır.
"Harb devam ederken burun ve kulaklar
gibi azaların kesilmesinde beis yoktur ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki,
harb sırasında, bir müslüman kılıcıyla bir kâfire vurup kulağını kesebilir,
ikinci sefer vurup gözünü çıkarabilir, üçüncü sefer vurup elini kesebilir,
dördüncü sefer vurup burnunu kesebilir. Bir müslüman, harb devam ederken bir
kâfiri yakaladığında onun azalarını kesmeyip doğrudan doğruya öldürür.
TENBİH: Sahih-i Buharı ile Sahih-i
Müslim'de ve diğer mu'teber hadîs kitablarında harb halinde kâfirlerin
âzalarının kesilmesi yasaklanmıştır.
Bir kimse bir cemaat üzerine cinayet
işleyip birinin burnunu, diğerinin kulaklarını, başka birinin ellerini,
öbürünün ayaklarını, daha başka birinin de gözlerini çıkarsa, bu cani kimseden
her biri için kısas alınırken bir önce yapılan kısasın yerinin iyi olması
beklenir. Bir kimse bir şahsın azalarını kestikten sonra öldürse, bu cani kimsenin
azaları kesilmeyip doğrudan doğruya öldürülür. Fetih.
"Rahip ilh..."
Es-Siyerü'l-Kebir'de zikredilmiştir ki, insanlara karışmayan manastırdaki
rahipler, kilisedeki hadameler öldürülmez. Keşişler gibi insanlara karışırlarsa
öldürülürler. Bazen çıldırıp bazen ayılan deliler her ne kadar harbe
katılmasalar bile ayık hallerinde öldürülürler. Cevhere'de zikredilmiştir ki;
dilsizin, sağırın, sol eli kesilmiş veya ayaklarından biri kesilmiş olanların
öldürülmesi caizdir. Çünkü bunların süvari olarak savaşmaları mümkündür. Keza
savaşan kadınların da öldürülmeleri caizdir.
"Bunlardan biri kral ilh..."
Peygamber Efendimiz Düreyd b. Sımne'nin harb işlerinde görüşünden istifade
edilen bir kimse olduğu için yüzyirmi yaşında ve kör olduğu halde öldürülmesini
emretmiştir. Deli, çocuk ve kadın gibi öldürülmeyenlerden birisi savaşırsa
öldürülür. Çocuk ve deliler savaşırlarken öldürülür. Kadınlar, rahipler vesaire
esir edildikten sonra savaştıkları takdirde öldürülürler. Hükümdar olan kadın,
her ne kadar savaşmasa bile öldürülür.
Keza hükümdar olan çocuk da öldürülür.
Çünkü hükümdarlarının öldürülmesinde kuvvet ve kudretlerinin kırılması vardır.
Cevhere'de: "Hükümdar olan çocuk harb meydanında hâzır olduğunda
öldürülür." diye zikredilmiştir.
"Bu öldürülmeleri helâl olmayanları
ilh..." Yani öldürülmeleri helâl olmayan kâfirler dar-ı harbde
bırakılmayıp İslâm memleketine getirilir. Çünkü onları orada bırakmak
müslümanların zararına olur. Meselâ çocuklar büyüyüp harb ederler. Ama
savaşamıyacak, çocukları olmayacak, görüşünden istifade edilemeyecek derecede
yaşlı olanlar hususunda müslüman hükümdar muhayyer olup dilerse onları dar-ı
harbde bırakır. Çünkü onların kâfirlere de faydası yoktur. Dilerse müslüman
esirlerle değiştirmek için İslâm memleketine getirir. Çocuğu olmayacak derecede
yaşlı olan kadınlar da yaşlı erkekler hükmündedir, insanlara karışmayan ve
evlenmeyip manastırlarda yaşıyan rahipler de yaşlı erkekler hükmündedir. Bahır.
METİN
Savaş halinde bir kimsenin kâfir olan aslı
(her ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası ve dedeleri) nı öldürmesi caiz
değildir. Fakat onları bırakmayıp başkası öldürsün diye oyalar. Eğer onları
öldürecek başka birisi bulunmazsa kendisi öldürür. Onları öldürecek başka
birisi bulunduğu halde kendisi öldürürse, tevbe ve istiğfar eder, diyetleri
lâzım gelmez. Çünkü onların şer'an korunması, lâzım değildir.
Asıl, ferî (her ne kadar aşağı inerse insin
oğlu ve torunları) nı öldürmeyi kasdedip, oğlu veya torunları aslını
öldürmekten başka çare bulamazsa, bu takdirde öldürmeleri caizdir. Çünkü müslüman
olan baba bile oğlunu öldürmek istese, oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek
için babasını öldürmesi caizdir. Savaş meydanında kâfir olan baba, müslüman
olan oğlunu öldürmek isterse, müslüman olan oğlun kendi nefsinden zararı
defetmek için kâfir olan babasını öldürmesi evleviyetle caiz olur.
Bir kimsenin hükümdara isyan eden âsiler
arasındaki yakın akrabasını öldürmesi caiz değildir. Müslümanların menfaati
bulunursa, düşman tarafından veya müslümanlar tarafından mal karşılığında cihâd
etmemek üzere sulh yapılması caizdir. Çünkü Allah-ü Teâlâ'nın:
"Eğer (düşman) barışa meylederse sen
de ona yanaş." kavl-i kerimi kâfirlerle barış yapılmasının caiz olacağına
delildir.
Düşmanla barış yapıldıktan sonra barışın
bozulmasında müslümanların menfaati bulunursa, haram olan zulümden sakınmak
için, barışı bozduğumuzu kendilerine bildiririz. Çünkü Peygamber Efendimiz
Mekke ehline böyle yapmışlardır. Eğer barış yaptığımız düşman hükümdarı hainlik
ederse, meselâ onun izniyle askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa,
barışı bozduğumuzu bildirmeksizin kendileriyle savaşırız. Eğer düşman
hükümdarının izni olmadan askerlerinden bazıları müslümanlara saldırırsa yalnız
onlar hakkında barış bozulmuş olur. -Allah'a sığınırız - bir kavim mürted olup,
bir beldeyi elegeçirip yurtlan dar-ı harb olup, onlarla barış yapılmakta
menfaat bulunursa mal almadan barış yapılır. Eğer bir 'beldeyi ele geçirmiş
olmazlarsa kendileriyle barış yapılması caiz değildir. Çünkü barış yapıldığı
takdirde mûrtedleri mürtedlikleri üzere bırakmak vardır. Bu ise caiz değildir.
Kendilerinden mal alınmış olursa geri
verilmez. Çünkü bu alınan malın korunması lâzım olmadığından müslümanlar için
ganimet olmuş olur. Fakat isyancılardan mal alındığında harb bittikten sonra
alınan mal kendilerine geri verilir.
Kâfirlere savaşta kuvvet olacak demir, köle
ve at gibi şeyleri satmak veya taşımak -her ne kadar barıştan sonra olsa bile-
haramdır. Çünkü Peygamber Efendimiz bunların düşmana satılmasını
yasaklamışlardır. Ama yenilecek maddelerin, kumaşın satılması istihsanen
caizdir.
İZAH
"Kâfir olan aslını ilh..." Yani
savaş meydanında oğlun, kâfir olan babasını öldürmesi caiz değildir. Çünkü
yaşaması için babasına bakması oğlu üzerine vâcibtir. öldürmek ise buna zıddır.
Aynı zamanda oğlun dünyaya gelmesine babası sebeb olmuştur. Müslüman olan
babanın kâfir olan oğlunu öldürmesi caizdir. Keza müslüman olan bir kimsenin
kâfir olan kardeşi, amcası ve dayısı gibi akrabalarını öldürmesi caizdir.
"Oğlunun kendi nefsinden zararı
defetmek için ilh..." Yani müdafaayı nefis için oğlun babasını öldürmesi
-her ne kadar babası müslüman olsa bile- caizdir. Hatta bir baba ile oğul bir
seferde iken susuzluktan ölecek derecede susayıp oğlun yanından birisini
kurtaracak kadar su bulunsa, babası susuzluktan ölse bile suyu kendisi içer.
Müslüman olan bir kimsenin kâfir olan babasının Allah-ü teâlâ veya Peygamber
Efendimizin aleyhinde fena söz söylediğini işitse. onu öldürmesi caizdir. Çünkü
Ebû Ubeyde b. Cerrah (R.A.)'ın Peygamberimizin aleyhinde fena söz söyleyen
babasını öldürdüğü, Resûl-i Ekrem Efendimizin de bunu inkâr etmediği rivayet
edilmiştir.
"Düşman tarafından ilh..." Yani
müslümanların menfaati bulunursa, düşmandan alınan mal karşılığında savaş
yapmamak üzere düşmanla barış yapmak caizdir. Bu barış düşman sahasına varmadan
önce yapılırsa onlardan alınan mal haracın ve cizyenin sarf edildiği yere sarf
edilir. Ama onların sahasına vardıktan sonra yapılırsa, alınan mal ganimet olup
beşte biri beytülmâl için ayrıldıktan sonra geriye kalan mal askerler arasında
taksim edilir. Nehir.
"Müslümanlar tarafından ilh..."
Yani müslümanlar muzdar durumda bulunurlarsa, bu takdirde mal vererek barış
yapmak caizdir. Nehir.
"Barışı bozduğumuzu kendilerine
bildiririz ilh..." Düşman hükümdarı barışı bozduğumuzu memleketinin her
tarafına duyuracak kadar bir zaman geçmedikçe onlarla cihâd etmemiz caiz olmaz.
Hatta barış yapıldığı için kalelerini yıkıp beldelerine dağılmışlar ise zulümde
kaçınmak için kalelerine dönüp onları tamir edinceye kadar savaşmamız caiz
değildir. Bu. tâyin edilen barış zamanı geçmediği takdirdedir. Tâyin edilen
barış zamanı geçtikten sonra dahi bozduğumuzu kendilerine bildirmek lâzım
değildir. Muayyen bir zaman cihâd etmemek özere mal karşılığında düşmanla barış
yapıp o müddet bitmeden önce barışı bozsak, kalan müddetin hissesi düşmana geri
verilir. Çünkü alınan mal harb etmemenin karşılığı olarak alınmıştır. Zeylaî.
"Yalnız onlar hakkında barış bozulmuş
olur ilh..." Yani hükümdarlarından izinsiz saldıran düşman askerlerinin
kuvveti bulunursa, yalnız kendileri hakkında barış bozulmuş olur, öldürülürler
ve esir edilirler. Bir asker hükümdarından izinsiz saldırıp sonra vazgeçse,
onun hakkında barış bozulmuş olmaz.
"Mal almadan barış yapılır
ilh..." Yani mürted olan kavmin ileride tekrar müslüman olmaları ümid
edilirse kendilerinden mal almaksızın barış yapılması caizdir. Çünkü alınan mal
cizye mânâsında olacağı için mürtedlerden kabul edilmez. Zaruret zamanında
mürtedlere mal vermek suretiyle barış yapılması caizdir. Nitekim yukarıda
geçtiği üzere zaruret zamanında kâfirlere bile mal vermek suretiyle barış
yapılması caizdir. Şu kadar var ki, mürtedlerle barış yapıldığında müddet tamam
olmadan ahdi bozduğumuzu kendilerine bildirmemiz lâzım değildir. Çünkü bunlar
tekrar müslüman olmaları için cebrolunur, ama kâfirler cebrolunmazlar.
"Demir ilh..." Yani iğne gibi
küçük olsa bile harb için silâh olarak kullanılacak maddelerin düşmana
satılması haramdır. Keza ipek gibi demir hükmünde olan şeylerin de satılması
mekruhtur. Çünkü ipekten sancak yapılır.
"Köle ilh..." Yani kölelerin düşmana
satılması da haramdır. Çünkü köleler gerek müslüman olsun gerekse kâfir olsun
düşman yurdunda çoğalıp müslümanlarla harb ederler.
"Taşımak ilh..." Yani satılacak
demir, köle ve at gibi şeylerin düşman memleketine götürülmesi de haramdır.
Emân (pasaport) ile düşman memleketine giden bir müslüman tacirin satmak
istemediği ve düşmanın da dokunmayacağını bildiği silâhını yanında götürmesinde
bir beis yoktur. Eğer dokunacaklarını bilirse silâhını götürmez. Hâkimin
Kâfîsi'nde zikredilmiştir ki, kılıçla İslâm memleketine gelen bir kâfir onun
yerine ok yahut mızrak yahut at satın alsa, götürmesine müsaade edilmez.
Keza kılıcını kendisinden daha iyi bir
kılıçla değiştirse yine götürmesi için müsaade edilmez. Eğer değiştirdiği kılıç
kendi kılıcı gibi veya kendi kılıcından âdi olursa götürmesi için müsaade
edilir.
"İstihsanen caizdir ilh..." Yani
yenilecek ve giyilecek maddelerin düşmana satılmasının caiz olması
müslümanların bunlara ihtiyacı olmadığı takdirdedir, Bunlara müslümanlar muhtaç
olurlarsa satılmaları caiz değildir
METİN
Hür erkeğin veya kadının her ne kadar fâsık
yahut kör yahut ihtiyar olsa bile yahut cihâd için kendilerine izin verilmiş
çocuk veya köle de olsa eman (emniyete kavuştuğu hakkında düşmana verilen söz
yahut yapılan işaret yahut yazılı emannâmeden ibarettir) verdiği kâfirler
öldürülmezler. Müslümanlar o emanı bildikten sonra her ne kadar kâfirler o
lisanı bilmeseler bile öldürülmezler. Ancak kâfirlerin bu emanı müslümanlardan
işitmeleri şarttır. Kâfirler müslümanlardan uzak bir yerde oldukları için emanı
işitmezlerse, bu emana itibar edilmez.
Emanın rüknü emanı bildiren şeylerdir. Bu
cihetten üç nev'e ayrılır: Açık lâfızla olan eman, "sana eman verdim"
yahut "sizin üzerinize bir beis yoktur" gibi. Kinaye lafzıyla olan
eman, eman olduğunu zannettiğinde "gelin" denilmesi veya parmakla
semaya doğru işaret edilmesi gibi. Yazıyla olan eman, emannâme gönderilmesi
gibidir.
Bir kâfir "eman" diye
çağırdığında müslümanların kendisine ulaşması mümkün olmayan bir yerde bulunsa
bile eman sahih olur. Bir kimsenin kendi çocukları için eman istemesi sahihdir.
Fakat ehli için eman istemesi sahih değildir.
Bir kâfir evlâdları hususunda eman istese,
emanda oğullarının çocukları dahil olur. Fakat kızlarının çocukları dahil
olmaz. Kendilerine eman verilen kâfirlerin üzerine diğer bir İslâm ordusu
baskın yapıp mallarını aralarında taksim enikten sonra önceden bunlara eman
verildiğini bilseler, o halde öldüren müslümanın üzerine diyet, cinsî
yakınlıkta bulunanın üzerine mehr-i misil lâzım gelir. Çocuk babasına tâbi
olmakla kıymetini ödemeksizin hür ve müslüman olur. Mallan ve üç hayız
gördükten sonra kadınları sahihlerine verilir.
Emânın devamında müslümanların zararı
bulunursa hükümdar onu bozar. Faidesiz eman veren kimse te'dîp olunur.
Zimmînin, esirin, tacirin, savaştan menedilmiş olan köle ile çocuğun, delinin
ve dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş olan kimselerin
emanları geçersizdir. Çünkü bunlar savaşmaya mâlik değildirler. Ancak bir
zimmîyye eman vermesi için bir müslüman emrettiği vakitte emanı geçerlidir,
imam Muhammed'e göre harbden menedilmiş kölenin emanı sahihtir.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki, müslümanın
kâfir olan mâlikine hizmet! kâfir için emandır. işin hakikatini Allah-ü Teâlâ
Hz. bilir.
İZAH
"Eman verdiği kafirler öldürülmez
ilh..." Yani hür olan erkek veya hür olan kadın bir kâfire yahut bir kâfir
topluluğuna yahut kâfir bir kale ehline yahut kâfir bir şehir ehline eman verse
sahih olur ve emandan sonra onların öldürülmesi müslümanlardan hiç bir kimseye
caiz olmaz.
Fâsık olsa bile bir müslümanın Kâfirlere
verdiği ahit ve emanın bütün müslümanların üzerine geçerli olmasının delili,
Peygamberimizin:
"Müslümanların kanları, kısas ve
diyette müsavidir. Bütün müslümanlar düşmana karşı bir el gibidir. Yani
birbirine yardımcı olmaları vâcibdir. zimmetlerine ednâları da çalışır ve
çalışması geçerlidir." hadîs-i şerifidir. Bu hadîs-i şerifdeki
"zimmet" ile murad geçici veya devamlı olan ahiddir. Eman ve zimmet
akdi de budur. Yine hadîs-i şerifdeki "ednâ" lâfzı ile eğer:
"Velâ ednâ zâlike velâ ekser" (Mücadele Sûresi, âyet: 7) nazm-ı
kerîminde vâki olduğu gibi çoğun mukabili olan en az mânâsınaalınırsa, bir
kişinin emanının sahih olduğuna delildir ve eğer: "Fekâne kabe kavseyni ev
ednâ" (Necm Sûresi, âyet: 9) kavl-i şerifinde olduğu gibi yakınlık
mânâsına olan «dünüvv" den alınmışsa denaet (adilik) vasfı müslümanlardan
ancak fâsıka nisbet olunmak lâyık olduğu için fâsıkın emanının sahih olduğuna
delildir. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi.
"Müslümanlar o emanı bildikten sonra
ilh..." Yani müslümanlar o lâfzın eman olduğunu bildikten sonra,
kendilerine eman verilen kâfirleri öldürmeleri caiz olmaz.
Ben derim ki: Bundan anlaşılan, eman veren
kimsenin kendisiyle eman verdiği lâfzın emana delâlet ettiğini bilmesi şarttır.
Bir kimse hakkında eman sabit olunca, bütün müslümanlar hakkında da sabit olmuş
olur.
"Emanı işitmezlerse bu emana itibar
edilmez ilh..." Musannif bu ifadesiyle "düşmanın hükmen olsun, emanı
işitmesinin lâzım olduğuna" işaret etmiştir. Çünkü Hindiyye'de
zikredilmiştir ki, müslümanlar sesin duyulacağı bir yerde bulunan düşmana
"size eman verdik" diye nida edip onlar uyku veya harble meşgul
oldukları için duymasalar bu, eman sayılır.
"Gelin ilh..." Bu ifadenin eman
olduğuna İmam Muhammed, Hz. Ömer (R.A.)'den:
«Müslümanlardan her hangi bir kimse,
düşmandan bir şahsa, "beri gel, eğer gelirsen seni öldürürüm" deyip o
da gelse, emin olur, ona dokunmak caiz olmaz.» diye nakledilen eseri delil
göstermiştir. Bu eser şöyle te'vil edilir: Düşman, müslümanın: "Eğer gelirsen
seni öldürürüm." ifadesini ya işitmemiş veya anlamamıştır. Eğer işitip
anladıktan sonra yine gelirse ganimet olur.
"Parmakla semaya doğru işaret edilmesi
ilh..." Bu işaret "Ben sana göklerin Ma'bûdu olan Allah-ü Teâlâ'nın
ahdi ve emanını verdim." veya "Sen Allah hakkı için eminsin."
mânâsını ifade eder.
"Bir kâfir emân diye ilh..." Yani
müslümanlar tarafından ses işitilemeyecek kadar uzak bir yerde ve kendi
kuvvetleri arasında bulunan bir düşman neferi müslümanların bulundukları tarafa
silâhsız olarak gelip de ses işitilecek bir yerden eman dilediği takdirde emana
nail olmuş olur. Artık kendisi ganimet sayılmaz. Fakat İslâm ordusunun
arkasında veya sağ, sol cenahlarında silâhlı olarak dolaşmakta görülen bir
düşman, eman için gelmekte olduğunu söylese de sözüne itibar olunmaz. Çünkü
kendisinin bu vaziyeti, casusluğuna sû-ikastine delildir. Bu cihetle hakkında
esir muamelesi yapılabilir. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi. Nitekim bir kimsenin evine
geceleyin bir şahıs girip ev sahibi o şahsın hırsız olup olmadığını bilmese,
eğer onun üzerinde hırsız alâmeti bulunursa onu öldürmesi caizdir. Bulunmazsa
caiz değildir.
İslâm memleketinde bulunan bir kâfir emanla
girdiğini iddia etse tasdik edilmez. Hatta kralları tarafından İslâm
hükümdarına elci gönderildiğini iddia etse yine tasdik edilmez. Ancak
krallarının mektubuna benzeyen bir mektup çıkarsa - her ne kadar bu mektubun
kendisi tarafından yazılmış olması ihtimali bulunsa bile- emin olur. Çünkü
gerek cahiliyette, gerekse İslâmiyette elciler emniyettedir.
"Çocuktan için eman istemesi sahihtir.
Fakat ehil için eman istemesi sahih değildir ilh..." Bu ifade yanlıştır.
Bahır'ın ibaresi şöyledir: Bir kâfir ehli için eman istese, kendisi bu eman
altına girmez, fakat çocukları için eman istese, kendisi de bu eman altına
girer. Bu ifadeler bir kâfirin hem ehli için hem de çocukları için eman
istemesinin sahih olduğu hususunda acıktır. Şu kadar var ki, ehli için eman
istediğinde kendisi bu eman altına girmez. Çocuktan için eman istediğinde
kendisi de bu eman altına girer. Meselâ bir kâfir müslümanlara hitaben
"ehlime eman veriniz" deyip müslümanlar da eman verseler, kendisi bu
eman altına girmez. "Çocuklarıma eman veriniz" deyip müslümanlar da
eman verseler, kendisi de bu eman altına girer. Eğer "bana ehlim üzerine yahut
çocuklarım üzerine yahut eşyam üzerine yahut kale ehlinden on kimseye eman
veriniz"dese, bu suretlerde kendisi de eman altına girmiş olur.
"Bir kâfir evlâdları hususunda eman
istese ilh..." Yani bir kâfir müslümanlara hitaben "bana evlâdlarım
üzerine eman veriniz" deyip, müslümanlar da kendisine eman verseler, bu
emana kendi çocukları ve erkek çocuklarının çocukları girer. Kızlarının
çocukları girmez. Çünkü kızlarının çotukları kendi evlâdları değildir. İmam
Muhammed böyle zikretmiştir. Hassâf, imam Muhammed'den "Kızlarının çocukları
da girer." diye nakletmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin (R.A.)'i kucaklarına aldıklarında: "Evlâdlarımız
ciğerlerimizdir." buyurmuşlardır. Emanda "Kızlarının çocukları
girmez." diye nakledilen birinci rivayete göre bu hadis-i şerif Allah-ü
Teâlâ'nın : "Muhammed Aleyhisselâm baliğ olan erkeklerden hiç bir ferdin
hakikî babası değildir." kavl-i kerîminin deliliyle mecaze hamledilmiştir.
Yahut hadis-i şerifinmânâsı gereğince kızlarının çocuklarının evlâd sayılması Hz.
Fâtıma (RA.)'nın çocuklarına mahsustur. Nitekim Peygamber Efendimiz :
"Bütün çocuklar babalarına nisbet olunurlar. Ancak Hz. Fâtıma (R.A.)'nın
çocukları bana nisbet olunur, ben onların babalarıyım." buyurmuşlardır.
Fakat bu hadîs-i şerif şazdır. Zikredilen âyet-i kerîmenin mânâsına muhaliftir.
Eğer "çocuklarımın çocukları üzere bana eman verin" dese, bu emanda
kızının çocukları da dahil olur.
"Kendilerine eman verilen kâfirlerin
üzerine ilh..." Yani kendilerine eman verilen kâfirlerin ne kendileri
öldürülür, ne de çoluk çocukları esir alınabilir, ne de mallarına, namuslarına
tecavüz olunabilir. Bunun aksine hareket İslâm ahkâmınca büyük bir günâh teşkil
eder ve ödemeyi gerektirir. Çünkü emana nail olan bir düşmanın nefsi korunmuş,
malları kıymetli olmuş olur. Müslümanlardan bir kimse bir kâfir topluluğuna
eman vermiş olduğu halde bunu bilmeyen diğer bir kısım müslümanlar baskın
yaparak onların mallarını alıp bazı erkeklerini öldürüp, bazı kadınlarını da
esir ederek taksim ettikten sonra onlara cinsî yakınlıkta bulunacak olsalar,
emanı bildiklerinde o malları ve kadınları geri vermeleri, öldürdükleri
erkeklerin diyetlerini, cinsî yakınlıkta bulundukları kadınların da mehirlerini
vermeleri lâzım gelir. Bu kadınlar üç hayız görünceye kadar geri verilmez. Bu
müddet içinde yaşlı, emin bir kadının yanına konur. Şayet bu cinsî yakınlık
neticesinde çocuklar doğacak olurlarsa, bunlar babalarına tâbi olarak kıymetini
ödemeksizin hür olmuş bulunurlar.
"Te'dip olunur ilh..." Yani bir
kimse düşmana faidesiz yere eman verilmenin şer'an yasak olduğunu bildiği halde
eman verirse te'dip olunur. Bilmeyerek verirse, bilmezliği özür sayılacağı için
te'dip olunmaz. Kuhistânî.
"Ancak bir zimmîye eman vermesi için
bir müslüman ilh..." Yani bir müslüman bir zimmîye "sen kâfirlere
eman ver" deyip o da kâfirlere hitaben "ben size eman verdim"
yahut "fülan müslüman size eman verdi" dese, bu iki surette eman
sahih olur. Ama müslüman zimmîye "sen kâfirlere fülan müslüman size eman
verdi de" deyip zimmî kâfirlere hitaben "fülan müslüman size eman verdi"
derse, eman sahih olmaz. Çünkü elcilik vazifesini tam olarak ifâ etmiştir. Eğer
"ben size eman verdim" derse, bu eman sahih olmaz. Çünkü müslümanın
emrine muhalefet edip emanı kendiliğinden vermiş olur ki, buna mâlik değildir.
Ancak müslüman ona "kâfirlere eman ver" derse, zimmî bu şekilde eman
vermeye mâlik olur. Zimmîye emreden müslüman gerek kumandan olsun, gerekse
ordudan bir nefer olsun fark yoktur. Zimmînin emanının sahih olmaması onlara
meyletme töhmetinden dolayıdır. Bir müslüman ona eman vermesini emredince bu
töhmet kalkmış olur. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü'l-Kebir Şerhindedir.
"Esirin, tacirin ilh..." Yani
dar-ı harbde bulunan müslüman bir esirin veya tacirin müslümanlar nâmına eman
vermesi sahih değildir. Çünkü bunlar dar-ı harbde bulundukça onların emri
altında olup serbest harekete mâlik değillerdir. Aynı zamanda kâfirler
bunlardan korkmaz. Eman ise korkulan yere mahsustur. Zahîre'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki, müslüman esir veya tacirin verdikleri eman diğer müslümanlar
hakkında sahih değildir. Hatta müslümanların onların eman verdikleri kâfirler
üzerine baskın yapmaları caizdir. Ama eman veren esir veya tacir hakkında
verdiği eman sahih olup, emanla dar-ı harbe giren gibi olur da rızaları olmadan
mallarından hiç bir şey alamaz.
Keza harbden menedilmiş kölenin vermiş
olduğu eman da başkası hakkında sahih olmayıp kendi hakkında sahihtir.
Ben derim ki: Emanla dar-ı harbe giren
tacirin verdiği eman da başkaları hakkında sahih olmayıp kendi hakkında
sahihtir.
TENBİH: Es-Siyeür'l-Kebir şerhinde
zikredilmiştir ki; esir, kâfirlere eman verip sonra geceleyin onları islâm
ordusuna getirse ganimet olurlar. İstihsanen erkekleri öldürülmez. Çünkü onlar
harb için değil eman istemek için gelmişlerdir. Nitekim kuşatılmış bir düşman
neferi silâhını atmak suretiyle savaşı bırakarak "eman" diye nida
etse emin olur, kendisine dokunulması caiz olmaz.
"Hâniyye'de zikredilmiştir ki
ilh..." Hâniyye'nln ibaresi şöyledir: Bir kâfirin kâfir bir kölesi olup da
köle müslüman olsa, sonra efendisine hizmet etse, bu hizmeti eman olur. Dar-ı
harbde bulunan müslüman esir ve tacirin emanlarının caiz olmaması bu kölenin
hizmetinin de eman olmamasını gerektirir.
Ben
derim ki: "Hizmeti eman olur" ifadesi kölenin kendi hakkında eman
olup, diğer müslümanlar hakkında eman olmaz mânâsına hamledilir, işin hakikatim
Allah-ü Teâlâ bilir.
GANİMET
VE TAKSİMİNE DAİR MESELELER BEYANINDA BÂB
METİN
Muğrîb'de zikredilmiştir ki, ganimet;
kâfirlerle savaşırken onlardan zorla alınan maldır. Bu malın beşte biri
beytülmâla ayrıldıktan sonra kalan kısmı gaziler arasında taksim edilir.
Fey; haraç gibi kâfirlerden harbden sonra
alınan maldır. Bu fey, bütün müslümanların masraflarına sarfolunur.
İslâm hükümdarı bir beldeyi sulh yoluyla
fethettiğinde hem kendisinin hem de kendisinden sonra hükümdar olacak zatların
yapılan sulh şartlarına riayet etmeleri icab eder. Buna göre o belde sulh yapan
kavmin elinde mülk olarak kalır.
Hükümdar bir beldeyi zorla fethedince
muhayyer olup dilerse o beldeyi gaziler arasında taksim eder, dilerse o beldeyi
ahalisi elinde bırakır. Kendilerinden cizye, arazilerinden de haraç alır.
Gazilerin ihtiyacı bulunursa, o beldenin aralarında taksim edilmesi evlâdır.
Dilerse beldenin ahalisini Çıkarır, yerlerine hariçden başkalarını getirip
yerleştirir. Getirdiği kimseler kâfir iseler üzerlerine cizye ve haraç koyar,
müslüman iseler üzerlerine yalnız öşür koyar.
Hükümdar esir aldığı kâfirler İslâmiyeti
kabul etmezlerse muhayyer olup dilerse onları öldürür, dilerse köle olarak
kullanır, dilerse müslümanlara haraç ve cizye vermek üzere kendilerin) hür ve
zimmî olarak bırakır. Arap olan müşrikler İle mürtedler ehl-i zimmet olarak
bırakılmaz. Nitekim yakında gelecektir.
Kâfirlere galip gelip esir edildikten sonra
her ne kaçlar İslâmiyeti kabul ettikten sonra olsa bile meccanen
salıverilmeleri haramdır. Çünkü gazilerin hakkı teallûk etmiştir. İmam Şafiî
Allah-ü Teâlâ'nın : "Ya iyilik (karşılığında hiç bir şey almayarak âzâd)
edin, yahut fidye (alın)." (Muhammed (S.A.V.) Sûresi, âyet: 4) nazm-ı celilinin
gereğince esirlerin meccanen bırakılmasını caiz görmüştür.
Biz Hanefiler: İmam Şafiî'ye bu âyet-i
kerîme, "Müşrikleri, nerede bulursanız öldürün." (Tevbe Sûresi, âyet:
5) âyet-i kerîmesiyle neshedilmiştir.» diye cevap veririz.
Harb bittikten sonra kâfirlerden biraz mal
alıp da esirlerini salıvermek şer'an haramdır. Ama harb bitmeden önce mal
karşılığında esirlerin bırakılması caizdir. Müslüman esir karşılığında caiz
değildir. İmameyn'e göre caizdir, İmam-ı Azam'ın iki rivayetinden kuvvetli olanı
da budur.
Kâfirlerden esir alınan kadınların ve
çocukların mal karşılığında bırakılmaları caiz değildir. Kâfirlerden alınan at,
kılıç da fidye karşılığında verilmez. Zaruret olursa bunların hepsinin fidye
karşılığında verilmeleri caizdir.
İslâmiyeti kabul eden esir ile kâfirlerin
esir aldıkları müslümanlarla değiştirilmesi caiz değildir. Ancak kendisinin
müslümanlığına emniyet hâsıl olup kendi rızasıyla değiştirilmeyi kabul ederse,
olur. Dürer. Şadru'ş-Şeria, Şümunni.
İZAH
"Ganimet ve taksimi babı ilh .."
Musannıf cihâdı ve sulhu zikredince elde edileni beyan etmeye başladı.
"Fey ilh..." Yani harbden sonra
kâfirlerden alınan maldır. Buna göre harb yapılmadan kâfirlerin İslâm
hükümdarına verdikleri hediyeler fey delildir. Hindiyye'de zikredilmiştir ki, ganimet;
gazilerin kuvvetiyle zorla kâfirlerden alınan maldır. Fey ise haraç ve cizye
gibi harbsiz kâfirlerden alınan maldır. Ganimette beşte biri beytülmâl için
ayrılır, feyde ise ayrılmaz.
Kâfirlerden hediye yahut hırsızlık yahut
kapmak yahut hibe suretiyle alınan mallar ganimet olmayıp alan kimseye aid
olur. Müslümanların menfaati bulunursa hükümdar kendisine verilen mal
karşılığında bir sene harb yapmamak üzere kâfirlerle barış yapsa caiz olur.
Hükümdarın aldığı bu mal fey ve ganimet olmaz. Fakat haraç gibi olup beytülmâla
konulur. Çünkü ganimet at ve deve koşturmak suretiyle alınan malin ismidir, Fey
zor yoluyla düşmandan bize gelen maldır. Anlaşma ile hükümdarın aldığı mal,
rıza yoluyla alındığı için cizye ve haraç gibi beytülmâla konulur. Netice olarak
savaş ve harb ile alınan mal ganimettir. Harbden sonra cizye ve haraç gibi
düşmandan alınan mal feydir. Harbsiz ve zor kullanmaksızın hediye ve sulh
yoluyla alınan mal ganimet ve fey değildir. Bu malın hükmü fey'in hükmü gibi
olup beşte biri alınmaz. Bütün müslümanların masrafına sarfedilmek üzere
beytülmâle konulur.
"İslâm hükümdarı bir beldeyi sulh
yoluyla fethettiğinde ilh..." Sulhta haraç suyu ve öşür suyu nazar-ı
itibare alınır. Eğer suları haraç suyu olursa haraç üzerine, eğer suları öşür
suyu olursa öşür üzerine sulh yapılmış olur. Kuhistânî.
"Dilerse o beldeyi gaziler arasında
taksim eder ilh..." Yani alınan ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra
esir edilen ahalisi köle olarak, malları da ganimet olarak gaziler arasında
taksim edilir. Fetih.
"Dilerse o beldeyi ahalisi elinde
bırakır ilh..." Yani canlarını bağışlar, arazilerini ve mallarını da
kendilerine verir. Kendilerinden cizye alınır. Arazilerini sulayan gerek
yağmur, kaynak, dere, kuyu suyu gibi öşür suyu, gerekse acemlerin (arap.
olmayanlar) açtığı ırmak suyu gibi haraç suyu olsun su nazar-ı itibara
alınmaksızın arazilerinden de haraç alınır. Çünkü bu haraç ilk defa kâfir
üzerine konulan bir vergidir. Çanlarını ve arazilerini kendilerine karşılıksız
bağışlamak mekrûhdur. Ancak arazilerinden mahsul çıkana kadar kendilerine diğer
ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verilir. Esirleri mal
karşılığında bırakmak caiz değildir. Çünkü harbedecek kâfirlerin para
karşılığında olsa bile salıverilmesi müslümanların zararınadır. Fetih.
"Müslüman iseler üzerlerine yalnız
öşür koyar ilh..." Çünkü bu, ilk defa müslümanlar üzerine konulan bir
vergidir.
TENBİH: Şürunbulâlî
"Et-Dürretü'l-Yetime fil'gânime" ismindeki risalesinde zikretmiştir
ki, İslâm hükümdarı zorla almış olduğu bir belde hakkında muhayyerdir, demek
sahabenin icma'ına muhâlifdir. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) alınan arazileri gaziler
arasında taksim etmemiş ve beşte birini beytülmâl için ayırmamıştır.
Âlimlerimiz bunu nakledip ikrar etmişlerdir.
Ben derim ki: Hz. Ömer (R.A.) münasib olanı
yapmıştır. Nitekim kıssadan da bilinmektedir. Yoksa muhakkak lâzım olanı yapmış
değildir. Nasıl lâzım olanı yapsın ki, Peygamber Efendimiz Hayber'i
fethettiğinde arazisini gaziler arasında taksim etmiştir. Bundan maltım oldu
ki, İslâm hükümdarı bir yeri zorla fethettiğinde oranın arazisi hakkında
muhayyer olup münasib olanı yapar.
"Dilerse onları öldürür ilh..."
Yani alınan esirlerden -gerek arap olsun gerekse acem olsun- harb edenler
öldürülür. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeyip müslümanların menfaatine köle
olarak kullanılır. Kuhistânî.
"Dilerse köle olarak kullanır
ilh..." Esir edilmeden önce müslüman olmayan kâfirlerin esir edildikten
sonra İslâmı kabul etmeleri köle olmalarına mâni olmaz.
"Meccanen salıverilmeleri haramdır
ilh..." Hatta mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları da caiz
değildir. İhtiyaç zamanında mal karşılığında bırakılmaları caizdir. İmam
Muhammed'e göre çocuğu olmayacak derecede yaşlı olursa mal karşılığında
bırakılması caizdir. İmameyn'e göre müslüman esir karşılığında bırakılmaları
caizdir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de böyledir. Nitekim Resûl-i
Ekrem Efendimiz bir müşrikle iki müslümanı değiştirmiştir. Bir müşrik kadınla
Mekkelilerin esir ettiği müslümanları değiştirmiştir. Sahih-i Müslim.
Ben derim ki: Kâfir esirlerin mal
karşılığında bırakılmalarının haram olması ihtiyaç olmadığına göredir. Ama
ihtiyaç olursa mal veya müslüman esir karşılığında bırakılmaları caizdir.
"Kadınların ve çocukların mal
karşılığında bırakılmaları caiz değildir ilh..." Çünkü çocuklar büyüyüp
müslümanlarla savaşırlar. Kadınlar ise doğurup nüfusun artmasına sebeb olurlar.
"Kendi rızasıyla değiştirilmeyi kabul
ederse olur ilh..." Yani İslâmiyeti kabul eden esir kendi gönül hoşluğuyla
kâfirlerin elinde bulunan bir müslümanla değiştirilmesini kabul ederse caiz
olur. Çünkü başka bir insana zarar vermeksizin bir müslümanı kurtarmış olur.
Fetih.
T E N B İ H :Kinye'de: "Dar-ı harbde
esir bulunan erkekler, kadınlar, âlimler ve cahiller satın alınmak istendiğinde
önce erkekler ile cahiller satın alınır." diye zikredilmiştir. Buna şöyle
cevap verilmiştir: Bu seleften nakledilen bir delile dayanıyorsa, denilecek bir
şey yoktur. Şayet bir defile dayanmıyorsa müslüman kadınların namusunu korumak
için önce onların satın alınması lâzımdır.
Ben derim ki: İlme hürmeten önce âlimlerin
satın alınması lâzımdır. Bezzâziye sahibi: "Faziletlerinden dolayı âlimler
sonraya bırakılır. Çünkü onlar aldatılamaz, cahiller aldatılabilir."
demiştir.
Bazı fukâha: "Harbde kendilerinden
faydalanmak için önce erkekler satın alınır." demiştir. Önce erkeklerin
alınması kendilerine muhtaç olunduğu takdirdedir. Kendilerine muhtaç olunmazsa,
önce kadınların satın alınması lâzımdır. Teemmül et.
METİN
Kâfirlerden alınan esirlerin memleketlerine
gönderilmesi haramdır. Bu ibare Dürer'e tâbi olarak şerhin nüshalarında
sabittir. İbn-i Kemâl'e tâbi olarak metinde sabit değildir. Çünkü esirlerin bir
şey alınmaksızın bırakılmaları haram olunca memleketlerine bırakılmalarının
haram olması evleviyetle sabit olur. İslâm memleketine taşınması mümkün olmayan
hayvanların ayaklarının kesilmesi haramdır, önce kesilir, sonra yakılır. Çünkü
diri olarak yakmak ancak Allah'a mahsustur. Nitekim taşınması mümkün olmayan
silâhların ve eşyaların da yakılması lâzımdır. Kâfirleri kızdırmak için demir
gibi taşınması mümkün olmayan şeyleri gizli bir yere defnedilmeleri kaplarının
kırılması, yağlarının dökülmesi lâzımdır.
İslâm memleketine taşınmaları mümkün
olmayan çocuklar ile kadınlar açlık ve susuzluktan ölmeleri için harabe bir
yerde bırakılır. Çünkü onların öldürülmesi yasaktır. Fakat onlar hayatta da
bırakılmaz.
Müslümanlar dar-ı harbde kâfirlerin
yüklerinde yılan veya akrep bulsalar, kendilerinden zararı defetmek için
onların nesillerinin devam etmesi için akrebin kuyruğunu yılanın dişlerini çıkarırlar.
Tatarhâniyye. Yine Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki, kâfir memleketinde
müslüman kadınlar ölüp kâfirlerin kendilerine cinsî yakınlıkta bulunmalarından
korkulursa ateşte yakılırlar.
Dar-ı harbde ganimet malı taksim edilmez.
Ancak hükümdar ganimet malının gaziler arasında taksim edilmesinin faydalı
olduğu içtihadında bulunur veya gazilerin ona ihtiyacı olursa, bu takdirde
taksim sahih olur.
Hükümdarın ganimet mallarını taşıyacak
vasıtası bulunmadığı takdirde bu malları gazilere sehimleri nisbetinde emanet
olarak vermesi helâldir. Hükümdarın ganimet malını taşıyacak vasıtası
bulunmayıp askerler de ganimet malını taşımayı kabul etmedikleri takdirde,
hükümdar ganimet mallarını ücret karşılığında taşımaları için askerlere
cebredebilir mi edemez mi bu hususta iki rivâyet vardır.
Ganimet malının emanet olarak taksim
edilmesi mümkün olmadığı takdirde, gazilerden her biri kendi hissesini taşımaya
muktedir olursa aralarında taksim edilir. Eğer her biri kendi hissesini
taşımaya muktedir olmazsa, artık taşınması mümkün olmayan mallardan olmuş olur
ki, bunun da hükmüyukarıda geçti.
Gerek hükümdar gerekse başkası mülk edinmek
için, ganimet malını taksim edilmeden önce satamaz. Ama yenilecek şey için
ganimet malından bir mikdar şey satılsa caizdir. Satılması caiz olmadığı halde
ganimet malı satılmış olursa fesadı Önlemek için geri alınır. Geri alınması
mümkün olmazsa ganimete konulmak üzere parası alınır. Cevhere, Haniyye.
İZAH
"Çünkü diri olarak yakmak Allah'a
mahsustur ilh..." Buhâri-i Şerifde: "Şübhe yok ki, ateş ile ancak
Allah-ü Teâlâ azab eder." diye vâriddir.
Osman b. Hibbân'dan rivayet edilmiştir;
Demiştir ki: "Ben Ümmüdderdâ (R.A.)'nın yanında iken bir pire yakalayıp
onu ateşe attım." Bunun üzerine Ümmüdderdâ dedi ki; Ben Ebudderdâ'yı şöyle
derken işittim: Ben Rasûlüllah (SAV.)'ı: "Ateşle ancak ateşin sahibi (olan
Allah-ü Teâlâ) azab eder." buyururken işittim. Buna, yukarıda geçtiği
üzere "Savaş halinde düşmanın yakıcı maddelerle yakılması caizdir."
diye itiraz edilemez. Çünkü düşmanın yakıcı maddelerle yakılmasının caiz olması
başka vasıtalarla üstün gelme imkânı bulunmadığı takdirdedir.
Hayvanların kesildikten sonra yakılmasının
caiz olması ölünün acı duymamasını gerektirir. Halbuki "Ölü, kemiğinin
kırılmasıyla acı duyar, diye eser vardır." denilirse "Bu, insanoğluna
mahsustur. Çünkü insanlar kabirlerinde ya nimetlenirler veya azab görürler.
Hayvanlar ise böyle değildir. Şayet hayvanlar, kemiklerinin ve diğer âzalarının
kırılma ve kesilmesiyle acı duymuş olsalar, onların kemikleri ve diğer azalarıyla
faydalanılmasının caiz olmaması lâzım gelirdi." diye cevap verilir.
"Fakat onlar hayatta da bırakılmaz
ilh..." Çünkü hayatta bırakıldıkları takdirde kadınlar çoğalmalarına sebeb
olur. Çocuklar ise büyüyüp biz müslümanlarla harbederler. Valvalciyye. Fetih'de:
"Kâfir olan esir kadınlar ile çocukların harabe bir yerde açlık ve
susuzluktan ölmeleri için bırakılmaları, haklarında yasak edilmiş olan
öldürülmekten daha büyük günâhtır. Ancak onları taşıyacak vasıta ve erzak
bulunmadığı takdirde mecburi olarak bırakılır." diye Valvalciyye'ye itiraz
edilmiştir.
Fetih sahibinin bu itirazı şaşılacak bir
şeydir. Çünkü Valvalciyye: "Esir kadınlar ile çocukların açlık ve
susuzluktan ölmeleri için harabe bir yerde bırakılmaları ancak İslâm
memleketine taşınmaları mümkün olmadığı takdirdedir" diye açıklamıştır. Bu
mesele Muhît ile Bahır'da da böyledir. Ama söz götürür. Zira Fetih sahibi esir
kadınlar ile çocukların yiyeceksiz ve susuz harabe bir yerde bırakılmaları,
öldürülmelerinden daha günâhtır." ifadesiyle "Onları İslâm
memleketine taşımak mümkün olmadığı takdirde öldürmek için her hangi bir sebebe
teşebbüs edilmeksizin oldukları yerde bırakılırlar." demek istemiştir.
"Onların nesillerinin devam etmesi
için ilh..." Yani müslüman askerler dar-ı harbden döndükten sonra yılan ve
akrepler çoğalıp onları soksun diye öldürülmez.
"Ateşte yakılırlar ilh..." Yani
ölen müslüman kadınları kâfirlerin bulamayacağı gizli bir yere defnetmek mümkün
olmadığı veya zaman uzayıp cesedleri bozulmadığı takdirde, kâfirlerin bunlara
cinsî yakınlıkta bulunmalarından korkutursa cesedleri ateşte yakılır.
"Ganimet malı dar-ı harbde taksim
edilmez ilh..." Hanefî mezhebinin meşhur kavline göre ganimet malı İslâm
memleketine getirilmedikçe buna mücahidler mâlik olamaz. Bazı fukâhaya göre
ganimet malının dar-ı harbde taksim edilmesi tahrimen mekrûhdur. Dürr-i
Müntekâ.
"Gazilerin ona ihtiyacı olursa
ilh..." Keza gaziler ganimet malının aralarında taksim edilmesini
hükümdardan isteyip hükümdar da fitne çıkmasından korkarsa, ganimet malım dar-ı
harbde gaziler arasında taksim eder. Nitekim Muhît'ten naklen Hindiyye'de de
böyle zikredilmiştir.
"Bu takdirde taksim sahih olur
ilh..." Dar-ı harbde ganimete gazilerin ihtiyacı bulunursa, bu takdirde
ganimetin taksimi sahih olur. Yani cinsi yakınlıkta bulunma, satma, âzâd etme,
miras kalma gibi hükümler sabit olur. Fakat ganimet malları, İslâm memleketine
çıkarıldıktan sonra olsa bile hükümdarın içtihadı veya ihtiyaç olmaksızın
taksim edilmeden önce cinsî yakınlık, satma, âzâd ve miras kalma gibi hükümler
sabit olmaz. Ed-Dürrü'l-Müntekâ'da zikredilmiştir ki, ganimet malları İslâm
memleketine getirildikten sonra taksim edilmeden önce hiç bir kimsenin ganimet
mallarında mülkü sabit olmaz. Bundan dolayı gazilerden biri ganimet malı İslâm
memleketine çıkarıldıktan sonra bir köle âzâd etse, âzâd olmaz. Ortak yoluyla
olsun, mülkü olmuş olsaydı âzâd olurdu. Velhâsıl Mebsût'dan naklen Fetih'de
zikredildiği gibi biz Hanefîlerce ganimet mallarım kâfirlerden almakla hak
sabit olur. Bu hak islâm memleketine çıkarılmakla kuvvetlenir. Taksim edilmekle
de mücahidler ganimet malına mâlik olur. Nitekim şüf'a hakkı satılmakla sabit
olur. Taleb etmekle kuvvetlenir, almakla mülk tamam olur. Hak zayıf oldukça
ganimet malının taksimi caiz olmaz. Bütün bu hükümler. İslâm ordusu bir beldeyi
tam olarak ele geçirmediğine göredir. Eğer islâm ordusu bir beldeyi ele geçirip
o belde İslâm beldesi olursa ganimet İslâm memleketine getirilmiş olur. Hak
kuvvetlenir ve taksim edilmesi sahih olur.
"Emânet olarak vermesi helâldir
ilh..." Yani hükümdar ganimet mallarının İslâm memleketine taşınması için
gazilere sehimleri nisbetinde emânet olarak verir. Gaziler bu malları İslâm
memleketine çıkardıktan sonra hükümdar onlardan alıp bir yerde toplar, sonra bu
malları kendilerine kesin surette taksim eder. Cevhere.
"Bu hususta iki rivayet vardır
ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde hükümdar ganimeti gaziler
arasında taksim ettiği- takdirde gazilerin dağılmasından korkarsa ücret
karşılığında ganimet mallarını taşımaları için gazilere cebreder. Dağılmalarından
korkmazsa dar-ı harbde ganimetigaziler arasında taksim eder. Çünkü ihtiyaç
bulunduğu için bu taksim sahihdir. Aynı zamanda bu taksimde hem zorlamayı hem
de ücreti düşürmek vardır.
"Ganimet malını taksim edilmeden önce
satamaz ilh..." Yani gerek dar-ı harbde gerekse İslâm memleketine
çıkarıldıktan sonra olsun satamaz. Çünkü taksim edilmeden önce ganimet malına
mâlik olamaz. Fetih'de: "Taksim edilmeden önce ganimet malını gaziler
satamaz, ama hükümdarın satması caizdir." diye yazılıdır.
Tahâvî'de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde
hükümdar taksim edilmeden önce ganimet malının satılmasını faydalı görürse
satar. Satmada gazileri ve hayvanları yükden ve meşakkattan kurtarma vardır.
METİN
Dar-ı harbde orduya sonradan katılan
yardımcı kuvvet de ganimetten, savaşanlar gibi hisse alır. Fakat dar-ı harbde
savaşmayan tüccar, müslüman olan kâfir veya müslüman olan mürted ganimetten bir
şey alamaz. Eğer bunlar orduyla beraber savaşırlarsa ganimetten hisse alırlar.
Dar-ı harbde ganimet malı taksim edilmeden veya satılmadan önce ölen kimse için
de ganimetten hisse yoktur. Ama dar-ı harbde ganimet malı taksim edildikten
sonra yahut satıldıktan sonra yahut islâm memleketine ganimet malı
çıkarıldıktan sonra ölürse, ganimetteki mülkü kuvvetlendiği için hissesi veresesine
miras kalır. Tatarhâniyye.
Yine Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki, bir
kimse ganimet malı taksim edildikten sonra cihâda katıldığını iddia edip
şâhidle isbat etse, istihsanen ganimet malının taksimi bozulmaz. Kendisine
ganimetteki hissesi mikdarı beytülmâldan mal verilir.
Bahır sahibinin: "Vakfı ganimete kıyas
edip vakıfda hissesi olan bir kimse vakıf geliri toplanıp taksim edilmeden önce
ölse, hakkı kuvvetlendiği için hissesi miras kalır." ifadesini Nehir
sahibi reddetmiştir. Biz bunu vakıf bahsinde beyan ettik. Gaziler ganimet
mallan içinde hayvan yemi, insan yiyeceği, odun, silâh ve yağ kabilinden olarak
bulunan şeylerden dar-ı harbde taksim edilmeden istifade edebilirler. Fakat
bunları satmaları ve kendilerine mal olmak üzere almaları caiz değildir.
Musannıf Kenz sahibine tâbi olarak: "Gaziler bunlardan mutlak surette
istifade ederler." dedi. Vikaye sahibi: "Silâhtan ihtiyaç halinde
istifade ederler." diye kayıdladı. Hak olan da budur. Zahîriyye sahibi:
"Hükümdar yasaklamadığı takdirde bunların hepsinden istifade edilir,
yasakladığı takdirde istifade edilmesi mubah olmaz." demiştir. Metinleri
de bununla kayıdlamak münasibdir.
Gazilerden birisi bunlardan bir şey satsa,
parasını ganimete verir. Ganimet taksim edilmiş olursa, satan fakir değilse parasını
tesadduk eder.
Gazilerden bir kimse av ve bal gibi
kâfirlerin mâlik olmadığı bir şeyi bulsa, o şey kendisiyle diğer gaziler
arasında ortak olur. Onu satması hükümdarın iznine bağlıdır. Satılan şey helâl
olup veya parası daha faydalı olursa hükümdar satışa izin verir, parasını
gaziler arasında taksim eder, malın kendisini almak daha faydalı ise satışı
fesheder, onu ganimete katar.
Dar-ı harbden gaziler çıktıktan sonra bu
gibi şeylerden hiç birisiyle faydalanmaları caiz değildir. Ancak bütün gazilerin
rızalarıyla faydalanılır.
Kâfirlerden bir kimse yakalanıp esir
edilmeden önce İslâm şerefiyle müşerref olsa kendi nefsini, küçük çocuklarını,
yanında olan yahut müslüman veya zimmînin yanında emânet bıraktığı bütün
mallarını kurtarmış olur. Eğer kendisinin İslâm şerefiyle müşerref olmadan önce
küçük çocuklarıyla malı alınmış olursa, yalnız kendi nefsini kurtarmış olur.
Kâfirin yanında emânet bulunan malı ganimet olur. Nitekim bir kimse dar-ı
harbde İslâm şerefiyle müşerref olup sonra İslâm memleketine gelse, daha sonra
müslümanlar tarafından memleketi fethedilse, küçük çocuklarından başka bütün
malları ganimet olur. Küçük çocukları kendisine tâbi olduğu için ganimet olmaz.
Bu müslümanın büyük çocukları, zevcesi, zevcesinin karnındaki yavrusu, gayr-i
menkûl malları, müslümanlarla savaşan kölesi, cariyesi, cariyesinin karnındaki
çocuğu annesine tâbi olduğu için bunların hepsi kendisine tâbi olmadığı için
ganimet olur.
Emansız İslâm memleketine girip kendisini
müslümanlardan birinin yakalayıp esir ettiği kâfir ve yanında bulunan mal bütün
müslümanlar için ganimet olur. Gerek müslüman olmadan önce gerekse sonra
yakalansın müsavidir. İmameyn'e göre yalnız yakalayanın ganimeti olur. Bundan
beşte birinin beytülmâle ayrılmasında iki rivayet vardır. Kınye.
Yine Kınye'de zikredilmiştir ki, bir kimse
seferde kendisine hizmet etmek için bir. şahsı kiralayıp onun atı ve silahıyla
harbetse, o gazinin sehmi kiraladığı şahısla ortakdır. Ancak sehmin hepsinin
kiraladığı şahsın olması için şart koşarlarsa onun olur.
İZAH
"Dar-ı harbde orduya sonradan katılan
yardımcı kuvvet ilh..." Yani dar-ı harbde savaşanlara sonradan yardımcı
bir kuvvet katılıp onlara yardım ederlerse, ganimette onlarla ortak olurlar.
Çünkü yukarıda geçtiği üzere mücahidler taksim edilmeden önce ganimete mâlik
olamazlar. Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki. yardımcı kuvvet üç surette
ganimetten hisse alamaz.
1) Ganimet mallarının İslâm memleketine
çıkarılmasıyla.
2) Ganimet mallarının dar-ı harbde taksim
edilmesiyle.
3) Hükümdarın ganimet mallarını dar-ı
harbde satmasıyla.
Zira yardımcı kuvvet, satılan ganimet
mallarının parasında ortak olamaz.
Şürunbulâlî'de zikredilmiştir ki. İslâm
ordusu dar-ı harbde bir beldeyi fethedip orayı tam ele geçirdikten sonra
yardımcı kuvvet orduya katılsa, ganimette onlara ortak olamaz. Zira o belde
islâm beldesi olup ganimet İslâm beldesinde korunmuş olur. İhtiyar'da da böyle
zikredilmiştir.
Ben derim ki: Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde:
"Harb İslâm memleketinde olursa yardımcı kuvvete ganimetten bir şey
verilmez." diye zikredilmiştir.
T E N B İ H: Bahır'da zikredilmiştir ki,
bil - fiil harbe iştirak etmiş olan mücahidler ganimetten hisse alacakları gibi
bunlara yardım için hazır bulunan erler ve harb sahasında bulundukları halde
hastalık gibi bir sebebten dolayı harbe iştirak edememiş islâm neferleri de
bundan hisse alır. Hatta ordu kumandanı dahil bunlardan hiç biri diğerinden
fazla bir şey alamaz. Fetih'de de böyledir.
"İslâm memleketine ganimet malı
çıkarıldıktan sonra ilh..." Ed-dürrü'l-Müntekâ'da zikredilmiştir ki, dördüncü
madde olarak nefl (hükümdar tarafından harbe tergib ve teşvik için gazilere
verilen fazla sehim) de ilave edilmelidir. Şöyle ki; Mücahid dar-ı harbde ölüp
her ne kadar kendisi nefle mâlik olmasa bile bu nefl veresesine miras olarak
kalır. Bu mesele lûgaz (bilmece) olarak sorulur: Bir kimse kendisi mâlik
olmadığı halde veresesine miras olarak bıraktığı mal hangisidir?
"Nehir sahibi reddetmiştir
ilh..." Şöyle ki: Dürer'de zikredilmiştir ki, imam ve müezzin vakıfdan
hisselerini almadan ölseler, sıla (hediye) kabilinden olduğu için ancak almakla
mâlik olacakları için hisseleri düşer. Buna göre vakfı, ganimete kıyas etmek
sahih olmaz. Fakat mütaahhirin ulemanın kavilleri üzere ücret olursa düşmez.
Mütevellinin elinde toplansın veya toplanmasın miras olarak kalır.
"Gaziler ilh..." Yani ganimette
sehmi olan veya ganimetten bir mikdar kendisine verilen kimselerdir.
Şürunbulâlî'de zikredilmiştir ki, gazilerin yanlarında bulunan köle, kadın ve
çocukları da kendileri hükmünde olup taksim edilmeden önce ganimet malından
kendileri için almaları caiz olan şeyi bunlar için de almaları caizdir.
"İnsan yiyeceği ilh..." Bu
yiyecek gerek yenilmek için hazırlanmış olsun veya olmasın gazilerin alması
caizdir. Hatta koyun, sığır gibi hayvanları kesip yemeleri caizdir. Şu kadar
var ki, derilerini ganimet mallarına koyarlar.
"Vikaye sahibi ilh..."
Fethü'l-Kadir'de zikredilmiştir ki, dar-ı harbde mücahidlerin ganimet malı
içinde bulunan silâhı, atı, katırı kullanmaları muhtaç olmaları şartıyla
caizdir. Meselâ mücahidlerden birinin atı ölür veya kılıcı kırıtırsa, taksim
edilmeyen ganimet malından at veya kılıç alıp kullanır. Ama kılıcını veya atını
çoğaltmak isteyip taksim edilmedik ganimet malından at veya 'kılıç alıp
kullanması caiz değildir. Eğer bu şekilde alıp kullanırsa günahkâr olur. Şu
kadar var kî, kullandığı at veya kılıç telef olursa ödemez.
Es-Siyerü's-Sağîr'de: "Taksim
edilmedik ganimet malının içinde bulunan yenilecek maddelerden gazilerin
istifade edebilmeleri için bu maddelere muhtaç olmaları şarttır." diye
yazılıdır. Bu, kıyasa göredir. Es-Siyerü'l-Kebir'de: "Gazilerin taksim
edilmedik ganimet malı içindeki yenilecek maddelerden istifade edebilmeleri
için bunlara muhtaç olmaları şart değildir." diye zikredilmiştir. Bu ise
istihsana göredir. Diğer üç mezheb imamlarının kavilleri de böyledir. Buna göre
zengin ve fakir olan bütün mücahidlerin ganimet içinde bulunan yenilecek
maddelerden istifade etmeleri caizdir.
Ben derim ki: Mültekâ sahibi bu kavli
tercih etmiştir. Bilindiği gibi hak olan da budur. Nehir'de zikredilmiştir ki,
mücahidlerin hepsi silâha ve elbiseye muhtaç olursa bu takdirde aralarında
taksim edilir. Fakat kendilerine hizmet ettirmek için esirlere muhtaç
olurlarsa, hizmet asıl ihtiyaçtan olmadığı için verilmez.
"Yasakladığı takdirde istifade edilmez
ilh..." Velhâsıl hükümdarın taksim edilmedik ganimet malı içinde bulunan
silâhdan, hayvanlardan ve ilaçtan faydalanmayı menetmesi bunlara muhtaç
olunmadığı takdirdedir. Dar-ı harbde esir alınmış olan kadınlara cinsî
yakınlıkta bulunmak mutlak surette yasaktır. Çünkü mücahidlere esir kadınların
helâl olması mücahidlerin onlara mâlik almasıyladır. İslâm memleketine esir
kadınlar getirilip taksim edilmedikçe mücahidler onlara mâlik olamazlar. Hatta
bir kimse esir edilmiş cariyesini dar-ı harbde bulsa, ona cinsî yakınlıkta
bulunamaz. Fakat bir kimse dar-ı harbde zevcesini yahut müdebberinî yahut
ümmüveledini esir edilmiş bulup bunlara her hangi kafir cinsi yakınlıkta
bulunmamış ise kendisi bunlara cinsî yakınlıkta bulunabilir. Bu mesele böylece
bilinmelidir. Dürr-i Müntekâ.
Bahır'da zikredilmiştir ki, hükümdarın
taksim edilmedik ganimet içinde bulunan yenilecek ve içilecek maddelerden
istifade edilmesini yasakladığı takdirde bakılır: Eğer bu maddelere ihtiyaç
bulunmazsa bunlardan istifade edilmesi caiz olmaz. Bu maddelere ihtiyaç hasıl
olursa, hükümdarın yasağıyla amel olunmaz.
"Dar-ı harbden gaziler çıktıktan sonra
ilh..." Yani taksim edilmemiş ganimet mallarının bazılarıyla dar-ı
harbdeyken faydalanılması mubah iken. dar-ı harbden çıktıktan sonra
faydalanılması mubah olmaz. Çünkü faydalanılmayı mubah kılan sebep ortadan
kalkmıştır. Ganimet malındaki gazilerin hakkı kuvvetlenmiş olur. Hatta
içlerinden ölenlerin hissesi vereselerine miras olarak intikâl eder. Dar-ı
harbden çıkmadan önce almış olduğu ganimet malından elinde bir şey kalan kimse
İslâm memleketine çıktıktan sonra ganimet malı taksim edilmemiş ise onu ganimet
malının içine koyar. Ganimet malı taksim edilmiş ise bakılır: Eğer o kimse
zengin olup kalan ganimet malı da elinde mevcud ise onu tesadduk eder. Zayi ve
telef olmuşsa, onun kıymetini tesadduk eder. fakir ise onunla kendisi
faydalanır. Nehir.
"Kâfirlerden bir kimse ilh..."
Yani dar-ı harbde kâfirlerden bir kimse yakalanıp esir edilmeden İslâm
şerefiyle müşerref olsa, küçük çocuklarındanbaşka bütün malları ganimet olur.
Müste'men (pasaportlu) olarak İslâm memleketine gelen bir kâfir İslâm şerefiyle
müşerref olduktan sonra memleketi müslümanlar tarafından fethedilip zaptedilse,
memleketinde bırakmış olduğu küçük çocukları ve malı ganimettir. Çünkü memleketinin
ayrı olması matının korunmasına, küçük çocuklarının kendisine tâbi olmasına
engeldir. Bahır.
"Yakalanıp esir edilmeden ilh..."
Yani dar-ı harbde bir kâfir yakalanıp esir edilmeden önce müslüman olursa
kendisine, küçük çocuklarına ve mallarına dokunulmaz. Eğer yakalanıp esir
edildikten sonra müslüman olursa köle olur. Çünkü bu kimse kendisinde mülk
sebebi mün'akid olduktan sonra müslüman olmuştur. Bahır.
"Zevcesinin karnındaki yavrusu
ilh..." Müslüman olan kâfirin zevcesinin karnındaki yavrusu da ganimet
olur. Çünkü bu yavru annesinden bir parçadır. Annesinin köle olmasıyla o da
köle olur. Her ne kadar bu yavru babasına tebaen müslüman ise de, annesinin
karnında bulunduğu için annesine tebaen köle olur. Annesinden ayrılmış olan
küçük çocuklar annesinin parçası olmaktan kurtuldukları için, babasına tebaen
hür olur. Bahır.
METİN
Askerlerin süvari ve piyade sehmini
almalarında itibar İslâm hududundan ayrılma vaktinedir. İmam Şafiî'ye göre
savaş vaktinedir. Buna göre bir kimse dar-ı harbe süvari olarak girip sonra atı
ölse, iki senim alır. Bir kimse de piyade olarak girip sonra bir at satın alsa,
bir sehim alır. Savaşa elverişli sağlam büyük bir attan başka at için sehim
yoktur. Eğer at hasta olup ganimet malı alınmadan önce iyi olursa süvari
sehmini istihsanen alır. Eğer dar-ı harbe girerken tay olup orada büyüyüp at
olsa, süvari sehmini alamaz. Aralarında fark; hasta olan büyük atla düşman
korkutulur, ama tayla korkutulmaz.
Bir mücahidin atı dar-ı harbe girmeden önce
gasbolunup yahut başka bir kimse binip yahut firar edip kendisi piyade olarak
dar-ı harbe girip sonra atını alsa kendisi için iki sehim vardır. Fakat atını
satarsa, her ne kadar satması savaşın tamamından sonra olsa bile süvari sehmini
alamaz. Esah olan kavle göre bu mücahidin maksadının ticaret olduğu meydana
çıktığı için atın sehmi düşer. Fetih. Bunu musannif (Hidâye sahibi) da ikrar
etti. Fakat Şürunbulâlî'de Cevhere ile Tebyîn'den buna muhalif ifade
nakledilmiştir.
Kuhistânî'de zikredilmiştir ki, süvari bir
kimse savaş devam ederken atını satarsa, esah olan kavle göre piyade sayılır,
harb bittikten sonra satarsa ittifakla süvari sayılır, Bu kayıdların iyice
bellenip zabt olunması lâzımdır ki, fetva ve hüküm vermede hataya düşülmesin.
"Ganimetin nasıl taksim edileceği
ilh..." Musannif ganimetin hükümlerini beyan edince taksiminin beyanına
başladı. Taksimi de her ne kadar ganimetin ahkâmından ise de bahisleri çok
olduğundan kendisi için müstakil bir fasıl tâyin edilmiştir. Taksim etme: Ganimet
malları içinde dağılmış hisseyi muayyen bir yerde kılmaktan ibarettir. Nehir.
Mültekâ'da zikredilmiştir ki; hükümdarın,
ordu dar-ı harbe girerken süvariler ile piyadeleri tesbit etmek için orduyu
teftiş etmesi lâzımdır.
Mültekâ şerhinde: "Hükümdarın orduya
katılan neferlerin isimlerini yazması ordu üzerine harb usul ve kaidelerini
bilen ve harbi idare edecek bir kumandan - isterse bu kumandan âzâd edilmiş bir
köle olsun - tâyin etmesi lâzımdır. Ordunun bu kumandana itaat etmeleri
vâcibtir. Çünkü kumandanın emrine karşı gelmek haramdır. Ancak kumandanın
emrettiği ve yasakladığı şeyin bir günâh olduğu veya uygun olmayan bir hareket
olduğu herkesçe bilinirse, o halde kendisine itaat icab etmez." diye
yazılıdır.
"Müstahik olmalarında itibar
ilh..." Yani gaziler ganimet malının beşte dördünü hak ederler. Ganimetten
piyade olan mücahidlere birer, süvari olan mücahidlere de ikişer sehim verilir.
Gazilerin piyade mi süvari mi sayılacakları İslâm hududundan dar-ı harbe
girerken belli olur. Atlı olarak girmişse süvari sehmini. piyade olarak
girmişse piyade sehmini alır.
Ganimet malının beşte biri fakirlere,
yoksul yetimlere, parasız kalmış yolculara sarfedilmek üzere beytülmâle
ayrılır.
"Bir kimse dar-ı harbe süvari olarak
girip sonra atı ölse, iki sehme müstahik olur ilh..." Süvari; yanında at
bulunan kimsedir, isterse atı gemide götürsün. Bu kimse at üzerinde savaşmak
için hazırlanmıştır. Bir şey için hazırlanan o şeyi yapmış gibidir. Dar-ı harbe
atla giren kimsenin atını bir şahıs öldürüp ondan atının kıymetini alsa bile
yine süvari sehmi alır. Atını düşman alsa yine süvari sehmi alır. Ama savaştan
önce atını satsa piyade sehmi alır. Süvari olanlara iki sehim verilir. Hissenin
biri kendisi için, diğeri de atı içindir. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre
üç hisse verilir. Bir hisse kendisi için, iki hisse de atı içindir. Buhar-ı
Şerif ve diğer hadîs kitablarında rivayet edildiği üzere Peygamberimiz böyle
taksim etmiştir. İmam-ı Azam rivayetlerin arasını birleştirmek için bunu tenfîl
(hükümdarın veya kumandanın fazla bir sehim vermek üzere gazileri harbe
teşvikde bulunmasıdır.) üzere hamletmiştîr. Şürunbulâli, Es-Siyerü'l-Kebir
Şerhi.
"Bir attan başka at için sehim yoktur
ilh..." İmam Ebû Yusuf'a göre iki at için sehim verilir.
T E N B İ H : Atın ortak olmaması şarttır.
Nöbetle üzerinde savaşılan ortak at için sehim yoktur. Ancak dar-ı harbe
girmeden önce ortaklardan biri attaki diğer ortağının hissesini kiralarsa at
için sehim verilir. Atın, mücahidin kendi mülkü olması şart değildir. Buna göre
kiralanmış yahut ariyet olarak alınmış yahut gasbedilmiş at için de sehim
verilir.
"Orada büyüyüp at olsa ilh. ."
Yani bir mücahid tay ile dar-ı harbe girip orada uzun zaman kalması sebebiyle
tayı büyüyüp üzerinde savaşsa yine süvari sehmini alamaz. Bahır.
"Aralarında fark ilh..." İmam-ı
Serahsî: "Hasta olan at, üzerinde savaşılmaya elverişlidir. Ancak geçici
bir arızadan dolayı üzerinde savaşmak mümkün değildir. Bu arıza geçince hiç
hasta olmamış gibi olur. Tay böyle değildir. Çünkü tay, üzerinde savaşılmaya
elverişli değildir. Dar-ı harbde üzerinde savaşılmaya elverişli hale gelmiştir.
Buna da itibar yoktur.
Bunun benzeri: Küçük zevcenin nafakası
zevci üzerine lâzım değildir. Çünkü küçük zevce, zevcinin hizmetine elverişli
değildir. Ama hasta olan büyük. zevcenin nafakası kocası üzerine lâzımdır.
Çünkü o hizmet etmeye elverişlidir. Fakat hizmeti geçici bir arızadan dolayı
mümkün değildir." demiştir.
"Sonra atını alsa ilh..." Yani
savaştan önce atını alsa kendisi için istihsanen iki sehim vardır. Çünkü
evinden çıkarken atın zahmetini çekmiş ve dar-ı harbde at üzerinde savaşmıştır.
Gasbedilmesi başkasının binmesi gibi arızı ve geçici bir sebebten dolayı süvari
sehminden mahrum edilemez. Ama gasbeden şahıs at üzerinde savaşıp hatta
ganimeti elde edip dar-ı harbden çıksalar, gasbeden kimse için süvari sehmi
asıl at sahibi için piyade sehmi vardır. Çünkü gasbedilmiş at ile mülk olan at
arasında fark yoktur. Eğer sahibi atını aldıktan sonra yeni ganimet elde
edilirse, bu ganimetten at sahibine süvari sehmi, gasbeden şahsa da piyade
sehmi verilir. Nitekim dar-ı harbe girildikten sonra bir şahıs bir kimsenin
atını ğasbedip onun üzerinde harb etse, gasbedene piyade sehmi, at sahibine
süvari sehmi verilir. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü'l-Kebir şerhindedir.
"Atını satarsa her ne kadar satması
savaşın tamamından sonra olsa bile ilh..." Yani atını kendi arzusu ile
satarsa süvari sehmini alamaz. Ama zorla sattırılırsa süvari sehmini alır.
Atını rehin verenin yahut kiraya verenin yahut hibe edenin hükmü de satan
kimsenin hükmü gibidir. Bahır.
Şârih "her ne kadar satması savaşın
tamamından sonra olsa bile süvari sehmini alamaz ifadesiyle" Hidâye
sahibine tâbi olmuştur. Fakat bu ifadeyi Fetih'den yanlış olarak nakletmiştir.
Fetih'in ibaresi şöyledir: Bir mücahid savaş tamam olduktan sonra atını satsa,
ittifakla süvari sehmini alır.
Keza savaş devam ederken atını satarsa,
bazı fukahaya göre yine süvari sehmini alır. Hidâye sahibi: "Esah olan
kavle göre savaş devam ederken atını satan mücahid süvari sehmini alamaz. Çünkü
onun maksadının ticaret olduğu anlaşılmıştır." demiştir.
METİN
Savaşan kölelere, çocuklara, kadınlara,
zimmîlere, delilere, bunamışlara, mükâtebtere, hastalara hizmet ve yaralıları
tedavi eden kadınlara, yol gösteren zimmîlere biz Hanefîlerce. ganimet malından
beşte biri çıkarılmadan önce bir mikdar şey verilir, buna "razh"
denilir. Bunun mikdarı, mücahidlerin sehimlerinden noksan olur. Ancak orduya
yol gösteren zimmîye, bir mücahide verilen setlimden ziyade verilebilir. Çünkü
buna verilen razh ücret gibidir. Bundan anlaşılan ihtiyaç zamanında kâfirden
yardım istemenin caiz olmasıdır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber yahudilerine
gazalarında, Medine-i Münevvere yahudilerinden on kadar kimseden yardım isteyip
kendilerine ganimet malından bir mikdar şey vermişlerdir.
"Berâzin" denilen acem atları,
"ıtâk" denilen soylu arap atları, babası arap atı anası acem atı olup
"hecin" denilen atlar, babası acem atı anası arap atı olup
"mukrif" denilen atlar arasında sehim verilmesi bakımından fark yoktur.
Deve, katır ve merkep için sehim verilmez.
Çünkü bunlarla düşman korkutulmaz. Ganimetten ayrılan beşte biri biz
Hanefilerce yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara verilmek üzere üç
kısma ayrılır Bu üç sınıfdan yalnız bir sınıfa verilmesi de caizdir.
Münye'de zikredilmiştir: "Bu bahsi
Mültekâ şerhinde tahkîk ve beyan ettik" demiştir.
Beni Haşim'den Peygamber Efendimize
akrabalığı bulunan üç sınıf fakirler diğer kabilelerden olan üç sınıf fakirler
üzerine takdim olunur. Çünkü başka kabileden olan fakirlerin sadaka almaları caizdir.
Beni Haşim fakirlerinin sadaka almaları caiz değildir. Biz Hanefilerce Beni
Haşim'in zenginleri için beşte birden hak yoktur. Musannıfın Bahır'dan
Hâvî'deki: "Ganimetin beşte biri Beni Haşim'in zenginlerine sarf
edilmesinin tercihini ifade eder." diye naklettiği söz götürür. Çünkü
Nehir'de bu reddedilmiştir. "va'lemû ennemâ anhum min şey'in feinne
lillâhi humusehû"âyet-i kerîmesinde "Ganimetin beste biri
Allah'ındır." ilâhi kelâmın iptidasında Allah-ü Teâlâ'nın ism-i şerifinin
zikredilmesi teberrük içindir. Yoksa hepsi Allah-ü Teâlâ'nındır. Resûl-i Ekrem
Efendimizin beşte birdeki sehimleri vefatlarıyla düşmüştür. Çünkü
Peygamberimizin beşte birdeki sehimlerinin kendilerine tahsisi, müştak olan
risaletlerine bağlı bir hükümdür. Nitekim ganimet malı taksim edilmeden ve
beşte biri çıkarılmadan önce Resûl-i Ekrem Efendimizin kendileri için
seçtikleri at, kılıç, zırh gibi şeylerin kendilerinden sonra düşmesi gibi.
İZAH
"Zimmîlere ilh..." Eğer ganimet
taksim edilmeden ve İslâm memleketine çıkmadan önce, zimmî müslüman. çocuk akıl
baliğ ve köle âzâd olsa kendilerine sehim verilir. Es-Siyerü'l-Kebir, Nehir.
"Biz Hanefilerce ganimet malından
beşte biri çıkarılmadan ilh..." Yani harbde hizmetleri görülen zimmîlere,
kadınlara, kölelere, çocuklara biz Hanefilerce ganimet malından beşte biri
çıkarılmadan "razh" denilen hisse verilir, imam Şafiî ile İmam
Ahmed'e göre; "razh" denilen hisse ganimetten beşte biri
çıkarıldıktan sonra verilir. "Razh"ın mikdarını tâyin hükümdara
aiddir.
"Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber yahudilerine
gazalarında ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki, Peygamber Efendimizin
Hayber gazalarında yahudilerden yardım istemeleri hakkındaki hadîs-i şerifin
senedinde zayıf vardır. Çünkü fukahadan birçokları:, "Cihadda kâfirden
yardım istemek caiz değildir." demişlerdir. Zira Peygamber Efendimiz Bedir
gazasına çıktıklarında kendilerine bir kâfir yetişip müslümanlar safında
savaşmak için geldiğini söyledi. Peygamber Efendimiz kendisine: "Allah'a
ve Resulüne imân ediyor musun?" diye sordu, o da "hayır" dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Öyle ise dön! Ben bir kâfirden
asla yardım istemem." buyurdu. Bu hadîs-i şerifi Müslim rivayet etmiştir.
İmam Şafiî demiştir ki, Resûl-i Ekrem
Efendimiz Bedir gazasında bir veya iki kâfirin cihada katılmasını reddetmiştir.
Sonra Peygamber Efendimiz Hayber gazasında Beni Kaynuka yahudilerinden yardım
istemiştir. Huneyn gazasında Safvân b. Umeyye'den kâfir olduğu halde yardım
istemiştir. Buna göre Peygamber Efendimiz kâfirden yardım istemek ile istememek
arasında muhayyer olduğu için Bedir gazasında kâfirin yardımını reddetmiş ise
iki hadîs-i şerif arasında muhalefet yoktur. Şayet Bedir gazasında o kimsenin
kâfir olduğu için yardımını reddetmiş ise, sonra Hayber gazasında ve diğer
gazalarda kâfirlerden yardım istemesi hakkındaki hadîs-i şerifleri Bedir
gazasında kâfirden yardım istemediğine dair hadîs-i şerifin hükmünü
neshetmiştir.
"Buna verilen razh ücret gibidir
ilh..." Zimmînin yol göstermesinde müslümanlar için büyük fâide bulunursa
kendisine hükümdar tarafından tâyin edilen mikdar -her ne kadar bu mikdar iki
süvari sehimleri kadar olsa bile - verilir.
Şârih "Yol gösteren zimmîye verilen
razh ücret gibidir." ifadesi ile savaşma ile yol gösterme arasında fark
bulunduğuna işaret etmiştir. Şöyle ki: Bir zimmî müslümanlarla birlikte
savaştığı takdirde kendisine razh olarak verilen mikdar gazilere verilen
sertimden noksan olur. Ama islâm ordusuna yol gösterdiği takdirde kendisine
sehimden ziyade verilmesi sahihtir. Yol göstermesinde kendisine verilen şey
"razh" değil, ücrettir. Savaşmasında ise kendisine verilen şey ücret
değildir. Bu yüzden kendisine sehim mikdarı verilmez. Bu zimmî her ne kadar
cihâd ameli gibi amel yapmış ise de, cihâd amelinden dolayı sevâb kazanan kimse
ile kendisinden cihâd ameli kabul edilmeyen kimsenin arası sertimde müsavi
tutulamaz.
"Biz Hanefilerce ilh..." İmam
Şafiî'ye göre ganimetten ayrılan beşte biri, beş kısma bölünür. Bir kısmı
Peygamberimizin akrabalarına sarf edilir, diğer bir kısmı Peygamberimiz için
ayrılıp bu zamanın hükümdarına kalır. Hükümdar da bunu müslümanların
ihtiyaçlarına sarfeder. Diğer üç kısmı da âyet-i kerîmede beyan edilen fakir
yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara sarfedilir. Zeylaî.
"Bu üç sınıfdan yalnız bir sınıfa
verilmesi de caizdir ilh..." Çünkü Kür'ân-ı Kerîm'de ganimet mallarından
ayrılan beşte birinin sarf edileceği yerleri açıklamak için beş sınıf
zikredilmiştir. Yoksa bu sınıflardan her bir sınıfa bir şey verilmesinin vâcib
olduğunu açıklamak için değildir. Ancak bu sınıflardan başkasına sarfedilmesinin
caiz olmayacağını tâyin etmek içindir. Bedâyı.
"Mültekâ şerhinde ilh..." Mültekâ
şerhinin ibaresi şöyledir: Bulunan maden ve definelerin beşte biri muhtaç olan
yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara sarfedildiği gibi, ganimet
malının beşte biri de bu üç sınıfa verilmek üzere üç sehme ayrılır. Bu
sınıfların ya hepsine veya bir kısmına sarfedilir. Bu sınıflardan başkasına
sarfedilemez. Bu sınıflara sarfedilmesinin sebebi, muhtaç oldukları içindir. Bu
yüzden bu sınıfların zenginlerine verilmesi caiz değildir.
"Biz Hanefilerce ilh..." Beni
Haşim'in zenginlerine ganimet mallarından ayrılan beşte birinden hisse
verilmez, imam Şafii'ye göre Beni Haşim'in zenginleri fakirleri ganimet malının
beşte birinden hisse almaları hususunda müsavi olup kadınlara birer, erkeklere
ikişer hisse verilmek üzere aralarında taksim edilir. Çünkü âyet-i kerîmede
zenginleri ile fakirlerinin arası ayırt edilmemiştir. Biz Hanefilerin delili:
Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) bizim dediğimiz gibi sahabelerin
huzurunda ganimet malının beşte birini taksim etmişlerdir. Artık bu şekilde
taksim icma olmuştur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)
Abdullah'ın, Abdullah Abdulmuttalib'in, Abdulmuttalib Hâşim'in. Hâşim de
Abdülmenâf'ın oğludur. Abdülmenâf'ın dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems,
Muttalib ve Nevfel. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber ganimetini gaziler arasında
taksim buyurduklarında ganimetin beşte birini hısımlarından Hâşim Oğulları ile
Muttalib Oğulları orasında taksim ederek onları diğerlerinden üstün tuttuğu
zaman Abdüşşems Oğullarından olan Hz. Osman İle Nevfel Oğullarından olan
Cübeyir: "Yâ Resûlallah! Hâşim Oğullarının üstünlüğünü inkâr etmiyoruz.
Allah-ü Teâlâ sizleri onlardan kıldı. Muttalib Oğulları kardeşlerimizin halleri
nedir ki onlara da hısımlıklarından dolayı beşte birden ihsan buyurdunuz da
bizleri terkettiniz. Halbuki hısımlıklarımız birdir." dediler. Bunun
üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: "Bizler ve Muttalib Oğullan gerek
cahiliyet zamanında ve gerekse şimdi afla birbirimizden ayrılmadık, hepimiz bir
şey gibi olduk." buyurdular. Çünkü Peygamberimiz Hâşim Oğullarından
gönderildiğinde Kureyşliler hasedlik edip kendi aralarında: "Hâşim
Oğulları, Hz. Muhammed (SAV.)'i bize teslim edip biz onu öldürmedikçe onlarla
konuşmayacağız, alış - veriş yapmayacağız." diye anlaşma yaptılar. Hâşim
Oğullan da kendi aralarında Resûlullah'a yardım etmek üzere anlaşma yaptılar.
Nevfel Oğulları ile Abdüşşems Oğullan Kureyşlilerin tarafını tuttular. Muttalib
Oğulları ise Hâşim Oğullarının tarafını tuttular. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem
Efendimiz Muttalib Oğullarına ihsanda bulundular.
"Musannıf ilh..." Hâvî'l-Kudsi'de
zikredilmiştir ki, İmam Ebû Yusuf'a göre ganimetin beşte biri Peygamberimizin
hısımlarına, fakir olan yetimlere, yoksullara ve parasız kalmış yolculara
sarfedilir. İmam Ebû Yusuf'un bu kavli ile amel ederiz. Bahir sahibi:
"Fetva, ganimetin beşte birindenPeygamberimizin hısımlarından zengin
olanlarına da verilmesi üzerinedir." demiştir. Bu böyle bilinmelidir.
"Nehirde reddedilmiştir ilh..."
Nehir sahibi: "Ganimetin beşte birinden Peygamberimizin fakir olan
hısımlarına verileceği bilindiği için ayrıca "fakir olanlarına verilmesi
şarttır" diye zikredilmemiştir." demiştir.
"Risaletlerine bağlı bir hükümdür
ilh..." Yani Resul i Ekrem Efendimizin ganimetin beşte birindeki hakları
risaletleri sebebiyledir. Vefatlarıyla her ne kadar risaletleri kesilmemiş ise
de, fakat Resul olarak kendilerinden sonra hiç bir kimsenin kendilerinin yerine
geçmesi mümkün olmadığı için sanki "Resul" kelimesinin alınmış olduğu
risalet sebebi yok olmuştur.
T E M B İ H : Yukarıda beyan edildiği üzere
İmam Şafiî'ye göre Resûl-i Ekrem Efendimizin ganimetin beşte birindeki
sehimleri kendilerinden sonra kendi yerine kalan halifeye kalır. O da
müslümanların ihtiyaçlarına sarfeder. İmam Şafiî'ye göre, Peygamberimizin
ganimetin beşte birindeki sehimleri hükümdar oldukları içindir. Biz Hanefilerce
Resul (Peygamber) olduğu içindir. Peygamber Efendimizden sonra resul yoktur.
Bundan dolayı vefatlarıyla ganimetin beşte birindeki sehimleri düşmüştür.
"Resûl-i Ekrem Efendimizin kendileri
İçin seçtikleri ilh..." Meselâ Bedir savaşında Hz. Ali (RA)'nin öldürdüğü
Münebbih b. Haccac'ın "Zülfikar" adındaki kılıcını seçmiştir. Hayber
ganimetinden Hz. Safiyye (R.A.)' yi seçmiştir. Ganimet taksim edilmeden böyle
kıymetli şeyleri almak Peygamber Efendimizin hasâisinden olduğu halde bu
dünyadan ebedî aleme göçmekle düşmüştür. Peygamber Efendimiz sehimlerinden
ziyade seçmezlerdi. Şürunbulâli.
METİN
Bir kimse hükümdarın izniyle yahut kuvvet
sahibi kimseler dar-ı harbe girip baskın yapsalar, almış oldukları mallardan
beşte bir alınır. Çünkü almış oldukları mallar ganimettir. Eğer kuvvet ve
kudreti olmayan kimseler hükümdardan izinsiz dar-ı harbe girip birşeyler
alsalar, almış oldukları şeylerden beşte biri alınmaz. Çünkü o aldığı şeyler
kapma ve çalma yoluyla alınmıştır.
Münye'de zikredilmiştir ki, dört kimse
dar-ı harbe girip birşeyler alsalar, aldıkları şeylerden beşte biri alınır. Üç
kişi olurlarsa alınmaz.
Hükümdar bir kaç müslümana; kâfirlerden
aldığınız maldan beşte bir almam dese bakılır-. Eğer kuvvet ve kudretleri varsa
beşte birini düşürmesi caiz değildir. Eğer kuvvet ve kudretleri yoksa beşte
birini düşürmesi caizdir
Hükümdarın savaş zamanında mücahidleri
harbe tergîb ve teşvik için tenfili mendûbdur. Meselâ hükümdarın: "Kim bir
kâfir öldürürse, kâfirin bütün eşyası öldürenin olacaktır." yahut
"Kim kâfirlerden bir şey alırsa, o aldığı şey kendisinin olacaktır."
demesi tenfildir. Tenfil, bazen mal vermekle veya istikbale tergip ve teşvik
etmekle de olur.
Harbe tergip ve teşvik etmek vâcibtir.
Bunun hakkında Allah-ü Teâlâ Hâbibine:
"Ey Peygamber, mü'minleri harbe teşvik
et." (Enfal Süresi, âyet: 65) âyet-i kerimesiyle emretmiştir. Bu hitab her
ne kadar Peygamber Efendimize ise de hükmü hilâfet makamında bulunan islâm
hükümdarlarına şâmildir.
İstenileni elde etmeyi gerektiren şeyi
seçmek mendûbdur. Mendûb olması Kuduri'nin "beis yoktur" diye tâbir
etmesine muhalif değildir. Çünkü "beis yoktur" terkibinin terki evlâ
olan şeyde kullanılması umum bir kaide değildir. Hatta musannıfın beyanına göre
bunda kullanıldığı gibi mendûbda da kullanılır. Bundan dolayı Mebsût'da
müstehabla tâbir edilmiştir.
İZAH
"Bir kimse hükümdarın izniyle
ilh..." Hatta zimmî olan bir kimse hükümdarın izniyle dar-ı harbe girip
birşeyler alsa, aldığı şeylerden beşte bir alınır. T.
"Beşte bir alınır ilh..." Yani
hükümdar almış oldukları mallardan beşte birini alır, geri kalan dört kısım
kendilerinin olur. Fetih'de zikredilmiştir ki, hükümdarın dar-ı harbe girmeleri
için izin verdiği kimselere yardım etmesi lâzımdır. Nitekim hükümdarın,
müslümanları ve dini zayıf düşürmemek için izinsiz dar-ı harbe giren kuvvet ve
kudret sahibi kimselere yardım etmesi de lâzımdır. O halde hükümdarın
yardımıyla dar-ı harbden mal alan kimseler hırsızlıkla almayıp zorla aldıkları
için almış oldukları mallar ganimet olur.
"Eğer kuvvet ve kudreti olmayan
kimseler ilh..." Yani üç kimse kuvve-i ve kudret sahibi sayılmaz. İmam Ebû
Yusuf'a göre yedi kimse kuvvet ve kudret sahibi sayılmaz. On kimse kuvvet ve
kudret sahibi sayılır.
"Tenfili mendûbdur itti..."
Tenfil: hükümdarın süvariye sehminden fazla vermesidir. Tenfil "Nefi"
den alınmıştır, Nefi, lügatta ziyade manasınadır. Farzdan ve vâcibden ziyade
olan namazlara da nafile denilir. Evlâdın evlâdına da nafile denilir.
"Savaş zamanında ilh..." Kudurî
sahibi: "Tenfil harb devam ederken caizdir. Harb bittikten sonra
hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir." demiştir. Bazı fukâha:
"Hükümdarın dar-ı harbde olduğu müddetçe tenfilde bulunması caizdir."
demişlerdir. Bunların sözünü Peygamber Efendimizin, Huneyn muharebesi bittikten
sonra:
"Her kim bir kâfiri öldürürse, eşyası
öldürenin olacaktır." hadîs-i şerifleri te'yid etmektedir. Nehir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü
Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şeriflerini müslümanlar hezimete uğradıklarında
onları tekrar savaşa tergib ve teşvik için buyurmuşlardır.
Kuhistânî'de zikredilmiştir ki,
"savaş, zamanında" ifadesinde tenfilin savaşa başlamadan önce caiz
olduğuna ve savaş bittikten sonra caiz olmadığına işaret vardır. Sirâc'da
zikredildiğine göre, ganimet malları islâm memleketine çıkarıldıktan sonra
hükümdar tenfilde bulunursa, beytülmâl için alınan beşte birden verebilir.
Çünkü ganimetten alınan beşte bir mücahidlerin hakkı değildir. Düşman ordusu
hezimete uğradıktan sonra hükümdarın tenfilde bulunması caiz değildir. Çünkü
tenfilden maksad, mücahidleri harbe tergip ve teşvik etmektir. Düşman ordusu
hezimete uğradıktan sonra buna ihtiyaç yoktur.
METİN
Hükümdar "Her kim bir kâfir öldürürse
eşyası öldürenin olsun." deyip kendisi bir kâfir öldürse, öldürdüğü
kâfirin eşyası istihsanen Kendisinin olur. Ama ordusuna hitaben "Sizden
kim bir kâfir öldürürse eşyası onun olsun" veya "Ben bir kâfir
öldürürsem eşyası benim olsun" deyip bir kâfir öldürse, öldürmüş olduğu
kâfirin eşyası kendisinin olmaz. Fakat bu ifadeleri söyledikten sonra tekrar
umûm olarak "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası öldürenin olsun"
deyip kendisi bir kâfir öldürdüğü takdirde, öldürdüğü kâfirin eşyası kendisinin
olur. Zahîriyye.
Tenfili. ganimetten sehim ve razh alan
herkes alabilir. Hata zimmî. tüccar, kadın vs köle de alabilir. Tenfil ancak
öldürülmesi mubah olan kimseler hakkında caizdir. Kadın ve deli gibi
öldürülmeleri caiz olmayan kimseleri öldüren kimse bunların eşyalarını alamaz.
Hükümdarın tenfil ettiği şeyi mücahidlerin
hak etmeleri hususunda öldürenin, hükümdarın "Her kim bir kâfir öldürürse
eşyası öldürenin olsun." sözünü işitmesi şart değildir. Çünkü hükümdar
ordusunda bulunan her nefere sesini işittirme gücüne sahip değildir. Kumandan
tenfilde bulunduğu takdirde ordu harbden dönmedikçe o sene içinde yapılacak
savaşların hepsine o tenfil şâmil olur. Her ne kadar kumandan ölse veya
azle-düşe bile ikinci kumandan tenfilden men etmedikçe birinci kumandanın
tenfili devam eder. Kumandanın "Her kim bir kâfir öldürürse eşyası
öldürenin olsun." sözüyle yaptığı tenfil, öldürülmesi lâzım olan her
kâfire şâmildir. Çünkü "bir kâfir" kelimesi nekre (belirsiz) olarak
şart mânâsına olan "her kim" kelimesinden sonra gelmiştir. Ama
kumandan bir kimseye hitaben: "Sen bir kâfir öldürürsen eşyası senin
olsun." deyip o da iki kâfir öldürürse, yalnız evvelkinin eşyasını alır.
Kumandan: "Filan adlı kâfiri öldürürsen senin için yüz altın vardır."
dese, cihâd ücretle olmadığı için bu icare akdi sahih olmaz. Kumandan:
"Sen şu kâfirlerin başlarını kesersen sana şu kadar meblağ
verilecektir." dese, bu akid sahih olur. Ordu kumandanı bir seriyyeye
ganimetten beşte biri ayrıldıktan sonra geri kalan dördünü tenfil edip bu
tenfili ordu işitip seriyye işitmese. seriyye için istihsanen bu nefil vardır.
Seriyye: Dörtten dörtyüze kadar olan askeri
bir bölüktür. "Seriyyeye" lâfzı geceleyin yürüyüş demek olan
"sera" dan alınmıştır. Seriyyeye ganimet mallarının hepsini veya bir
kısmını tenfil vermek caizdir. Ama ordunun hepsine birden tenfilde bulunmak
caiz değildir. Seriyye ile ordu arasındaki fark Dürer'de zikredilmiştir.
İZAH
"Her kim bir kâfir öldürürse eşyası
öldürenin olsun ilh..." Bu ifade öldürülmeleri caiz olan kâfirlere
şâmildir. Bu cihetten bu ifade altına, kâfirlerin kiraladıktan askerler, kâfir
olan tacirler, efendilerine hizmet eden köleler, dar-ı harbe kaçmış olan
mürtedler veya zimmîler, harb edemese bile hasta ve yaralı olan kâfirler, rey
sahibi veya çocuğu olması umulan yaşlı kâfirler girer. Çünkü bunların
öldürülmeleri caizdir. Bir müslüman, kâfirlerin safında savaşan müslümanı
öldürse, öldürülen müslümanın eşyası öldüren müslümanın olmaz. Çünkü her ne
kadar kâfirlerin safında savaşan müslümanın öldürülmesi caiz ise de eşyası
ganimet olmaz. Nitekim hükümdara isyan eden müslümanların malları ganimet
olmadığı gibi. Ancak kâfirlerin safında savaşan müslümanın eşyası kâfirlerin
olup kâfirler o eşyayı müslümana ariyet olarak vermişler ise, bu takdirde bu
müslümanın eşyası öldüren müslümanın olur. Es-Siyerü'l-Kebir Şerhi.
"O sene içinde ilh..."
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, kumandan dar-ı harbde savaştan
önce tenfilde bulunsa, bu tenfilin hükmü ordu dar-ı harbden çıkıncaya kadar
devam eder. Hatta bir müslüman uyuyan bir kâfiri öldürse, eşyası kendisinin
olur. Nitekim savaş halinde veya düşman ordusu hezimete uğradıktan sonra
öldürdüğü kâfirin eşyası kendisine kaldığı gibi. Ama ordu harb için saf
olduktan sonra kumandan tenfilde bulunsa, bu tenfil yalnız bu harbe aid olmuş
olur.
"Kumandan ölse ilh..."
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir ki, yardımcı kuvvetle yeni bir
kumandan gelip birinci kumandan azledilmiş olsa, onun tenfili sona ermiş olur.
Çünkü azledilmekle onun velayet ve salahiyeti kalmamıştır. Ama yeni bir
kumandan gelmeyip birinci kumandan ölse. askerler kendilerine başka bir
kumandan tâyin etseler, ölen kumandanın tenfilinin hükmü sona ermiş olmaz.
Çünkü tâyin ettikleri ikinci kumandan birinci kumandanın yerine geçmiştir.
Ancak ikinci kumandan birinci kumandanın tenfilini iptal eder veya hükümdar
orduya hitaben: "Kumandanınız ölürse, falan kimse kumandanınız
olacaktır." derse, birinci kumandanın tenfilinin hükmü sona ermiş olur.
Çünkü ikinci kumandan hükümdar tarafından tâyin edilmesiyle hükümdarın naibi
olmuş olur da sanki hükümdar ilk defa ikinci kumandam tâyin etmiştir. Bu yüzden
birinci kumandanın re'yinin hükmü kendisinden daha üstün bir kumandanın re'yile
son bulmuştur.
"Filân adlı kâfiri öldürürsen, senin
için yüz altın vardır ilh..." Ücret kelimesi söylenirse bu akid icare akdi
olmuş olur. Cihâd ücretle olmadığı için bu icare akdi sahih olmaz. Eğer ücret
kelimesi söylenmezse bu tenfil olmuş olur.
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir
ki, kumandan hür olan bir müslümana veya köleye: "Sen kâfirlerden şu
süvariyi öldürürsen, sana yüz dinar ücret vereyim." deyip o da onu
öldürse, kendisine ücret verilmez. Çünkü ücret lâfzını açık olarak söylediği
için kumandanın sözünü tenfile hamletmek mümkün değildir. O halde bu kiralamak
olur. Cihâd için adam kiralamak ise caiz değildir. Ordu kumandanı bu ifadeyi
bir zimmî için söylese, İmam-ı Azam ile Ebû Yusuf'a göre tâyin edilen ücreti
zimmî de alamaz, İmam Muhammed'e göre alır.
İmam Muhammed'e göre harb için adam
kiralamak caizdir. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre caiz değildir. Çünkü
cihâd ruhu yok etmektir. Ruhu yok etmek ise insanın işi değildir.
Öldürülecek esirler bulunup ordu kumandanı:
"Kim bu esirlerin başını keserse ona on dirhem ücret verilecektir."
deyip bu işi bir müslüman veya zimmi yapsa, on dirhem ücreti alır. Çünkü bu
cihâd işlerinden değildir. Ordu kumandanı esirleri öldürmek isteyip onları
öldürmesi için bir müslüman veya bir zimmîyi kiralasa, İmam-ı Azam ile imam Ebû
Yusuf'a göre caiz değildir, İmam Muhammed'e göre caizdir.
Kumandan: "Her kim düşmandan bin dirhem
ganimet getirirse, kendisine iki bin dirhem verilecektir." deyip bunun
üzerine bir kimse bin dirhem ganimet getirse, kendisine getirmiş olduğu bin
dirhemden fazla ganimet verilmesi lâzım gelmez. Fakat ordu kumandanı: "Her
kim düşmanın bir neferini esir ederse, kendisine onunla beraber beş yüz dirhem
verilecektir." dese, kumandanın bu şarta riayet etmesi lâzım gelir. Çünkü
bu ifade ile düşmanın yenilmesi istenilmektedir, önceki ifade ile mal
istenilmektedir.
Kumandan: "Her kim düşman hükümdarını
öldürürse, kendisine on bin dinar verilecektir." deyip bunun üzerine bir
müslüman nefer onu öldürse, kendisine tâyin edilen mikdar verilir. Ordu savaş
için saf oldukları zaman kumandan: "Her kim bir düşman başı getirirse,
kendisine yüz dinar verilecektir." dese, baş ile kâfirlerin erkeklerinin
başı murad edilir. Çünkü bu halde maksud olan harbe tergib ve teşvik etmektir.
"Dürer'de zikredilmiştir ilh..."
Dürer'in ibaresi şöyledir: Siyer-i Kebir'den naklen Nihâye'de zikredilmiştir
ki, hükümdar bütün orduya: "Ganimet olarak elde ettiğiniz malların beşte
biri alındıktan sonra geri kafan nefil olarak sizin olacaktır." dese, bu
caiz olmaz. Çünkü tenfilden maksad yiğitleri harbe teşvik etmektir. Bu ise
ancak bazılarına sehimlerinden ziyade bir şey vermekle olur. Ordunun hepsine
tenfilde bu faide yoktur. Aynı zamanda alınan ganimet ordunun hepsine nefil
olarak verilip aralarında eşit olarak taksim edildiğinde süvarilerin fazla olan
sehimlerini ibtal vardır.
METİN
Ganimet malları İslâm memleketine
çıkarıldıktan sonra tenfil, ancak beytülmâl için alınan beşte birden caizdir.
Çünkü beşte birin bir sınıfa sarfedilmesi caizdir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Bir kâfirin eşyası (selebi); bindiği hayvanı, elbisesi, silâhı ve bindiği
hayvanın üzerinde bulunan malları değildir.
Tenfilin hükmü, ondan başkalarının hakkını
kesmektir. Yoksa mülkünü kesmek değildir. Çünkü ganimet İslâm memleketine
getirilmeden önce ganimette mücahidlerin hakları sabit olmaz. Hükümdar:
"Her kim kâfirlerden bir cariye elde ederse, cariye onun olsun." dese
de mücahidlerden biri bir cariye elde etse, cariye âdet görerek temizlense bile
ona cinsî yakınlıkta bulunması veya onu satması caiz olmaz. Nitekim dar-ı
harbde bir cariyeyi bir kimse hırsızlık yoluyla alıp, cariye âdet görerek
temizlense bile orada cariyeye cinsî yakınlıkta bulunması icmâen helâl olmadığı
gibi. Öldürülen bir kâfirin eşyası tenfil olunmadıkça ganimet olarak bütün
mücahidlerin olur. Çünkü Peygamber Efendimiz, Habîb b. Seleme'ye hitaben:
"Öldürdüğün kâfirin eşyasından sana
bir şey yoktur. Ancak hükümdarın gönül hoşluğu ile sana verdiği vardır."
buyurmuşlardır. Buna göre Peygamber Efendimizin kâfirin eşyası hakkındaki:
"Bir kimse bir düşmanı öldürürse,
ölenin eşyası öldürenindir." hadîs-i şerifini biz Hanefiler tenfile
hamlederiz. Bu suretle iki hadîs-i şerifin arasını bulmuş oluruz.
Şarih der ki: Müftü Ebussûud'un
Mâruzat'ında Ebussûud hazretlerine: "Bu zamanda mücahidlerin aralarında
ganimet inallarının meşru bir surette taksim edilmesinde şübhe bulunduğuna
göre, bunlardan satın alınan cariyelere cinsî yakınlık helâl olur mu?"
diye sorulmuş, Ebussûud hazretleri: "Zamanımızda meşru bir surette taksim
bulunmamaktadır. Fakat 948 tarihinde sultan tarafından umum tenfil vâki
olmuştur. Artık ganimet mallarından beşte biri verildikten sonra ilk baştan itibaren
şübhe bakî kalmaz." diye cevap vermiştir. Bu mesele böylece bilinmelidir,
işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Ganimet malları İslâm memleketine
çıkarıldıktan sonra ilh..." Yani ganimet malları islâm memleketine
çıkarıldıktan sonra tenfil caiz olmadığı gibi ganimet mallan elde edildikten
sonra dar-ı harbde de tenfil caiz olmaz.
"Bir kâfirin eşyası ilh..." Yani
kumandan: "Her kim bir kâfir öldürürse, ölenin eşyası öldürenin
olsun." dese, mücahidlerden biri bir kâfir öldürdüğünde, öldürdüğü kâfirin
atı. atının üzerindeki malları, heybesinde veya bejinde bağlı olan altını,
gümüşü, yüzüğü, bileziği, kemeri, elbisesi, silâhı kendisinin olur. Nehir.
"Tenfilin hükmü, ondan başkalarının
hakkını kesmektir ilh..." Yani mücahidlerin hakkını kesmektir. Bu takdirde
tenfilden beşte bir alınmaz. Mücahid dar-ı harbde ölürse veresesine miras
olarak intikal eder.
Ben derim ki: Tenfilin diğer bir hükmü de
süvari ile piyadenin eşit olarak hak almasıdır.
"Mülkünü kesmek değildir ilh..."
İmam-ı Azam ile imam Ebû Yusuf'a göre ganimet malları İslâm memleketine
çıkarılmadan önce onda mücahidlerin mülkü sabit olmaz, imam Muhammed'e göre
sabit olur. Hatta ganimet malını zayi ye telef eden öder.
Ben derim ki: İmam-ı Azam ile İmam Ebû
Yusuf'a göre "mülk sabit olmaz" ile tam mülk sabit olmaz, mânâsını
murad etmişlerdir. Yoksa dar-ı İslama çıkarılmayan ganimet malında mücahidlerin
mülkleri noksan olarak sabit olur. Bu yüzden ölen mücahidlerin sehimleri
vereselerine miras olarak intikal eder. Dürr-i Müntekâ.
"Öldürülen bir kâfirin eşyası
ilh..." İmam Şafii'ye göre öldürülen bir kâfirin eşyası öldürenin olur.
"Sultan tarafından umum tenfil vâki
olmuştur ilh..." Yani sultan: "Her kim kâfirlerden bir şey alırsa
kendisinin olacaktır." demek suretiyle umum tenfilde bulunmuştur. Bu
surette yapılan tenfil şahindir. Ama sultan orduya hitaben: "Kâfirlerden
ganimet olarak aldığınız mallar hepinizin olacaktır," dese bu şekilde
yapılan tenfil yukarıda geçtiği üzere sahih değildir.
Sultanın umum olarak tenfili caiz olduğuna
göre kendisi öldükten sonra veya azledilip yerine başka sultan geçtikten sonra
bu umum tenfilin devam edebilmesi için, ikinci sultanın da yeniden umum
tenfilde bulunması lâzımdır.
"Ganimet mallarından beşte biri
verildikten sonra ilh..." Yukarıda geçmiştir ki, hükümdar umum tenfilde
bulunduğu takdirde ondan beşte birinin verilmesi lâzım gelmez. Nitekim tenfilde
süvari ile piyadeler eşittir. Çünkü zamanımızda taksim edilmemekte ve beşte
biri verilmemektedir. Ganimet mallarının beşte birinin verilmesinin farz
olduğuna göre beşte biri verilmeyen ganimet mallarında nasıl şübhe bulunmaz!
Zamanımızdaki sultanın umum tenfilde
bulunup bulunmadığını bilmediğimiz için ganimet mallarındaki şübhe bakîdir.
Birisi buna "Zamanımızda ganimet mallarının taksim edilmemesi, hükümdarın
umum tenfilde bulunduğunun delilidir." diye cevap veremez. Çünkü
zamanımızın orduları islâm beldelerinden olsa bile zorla, yağma, kapma
suretiyle alıyorlar. Hatta almış oldukları malların, müslüman sahihleri ortaya
çıktıklarında malları kendilerine para ile verilmektedir. Buna göre onların
hallerini iyiye yormak mümkün değildir. Keza bu zamanın hâkimleri ve ordu
kumandanları tenfilde bulunmuyor, ganimeti taksim etmiyor ve beşte birini de
vermiyorlar. O halde zamanımızda ganimetten alınan malın hükmü, ganimetten
hainlikle alınan malın hükmü gibidir.
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir
ki, ganimetten hıyanetlikle bir şey aşıran kimse pişman olup ordu dağıldıktan
sonra aşırmış olduğu şeyi hükümdara getirse, hükümdar muhayyer olup dilerse onu
tekrar getirene verip hak sahihlerine yermesini emreder. Dilerse onu ondan alıp
beşte, birini hak sahiblerine verir. Geri kalan dört kısmı buluntu gibi olur.
Hak sahiblerini bulamazsa onu ya tesadduk eder veya beytülmâla koyup üzerine
emrini yazar. Ganimetten hainlikle bir şey aşıran kimse aşırdığı şeyi hükümdara
getirmezse bakılır; eğer hak sahiblerini bulamazsa onu tesadduk etmesi
müstehabdır. Eğer hak sahiblerini bulursa, onun hükmü buluntunun hükmü gibi
olur. Nitekim buluntuda olduğu gibi hükümdara verilmesi evlâdır. Çünkü ondan
beşte biri alınıp hak sahihlerine verilir. Bir mücahidin ganimet malı taksim
edilmeden önce sehmini satması bâtıldır. Nitekim taksim edilmeden önce sehmini
âzâd etmesi bâtıl olduğu gibi.
Hâvi'de zikredilmiştir ki, bir kimse kendisinden
beşte bir alınmamış olan esir bir cariyeyi ordu kumandanından satın alsa, bu
alım satım sahih olup bu cariye kendisine helâl olur. Cariyeden alınacak beşte
bir cariyenin kendisinden değil parasından vâcib olur.
Bir kimsenin yanında emânet mal bulunup
emânet bırakan kimse ölüp veresesi olmasa, emanetçi fakir olursa o malı kendisi
kullanır, zengin olursa fakirlere verir. Çünkü beytülmâla vermiş olsa fakirlere
sarfedilmeyip zayi olur. Bezzâziye.
Bir kimse ganimetten bir cariye satın alsa
bakılır; eğer satın alan kimse ganimetten ayrılan beşte birden sehim alanlardan
olursa, cariyeden alınacak olan beşte biri kendi nefsine sarfeder. Eğer beşte
birden sehim alanlardan olmayıp fakat zengin olan afim gibi başka yoldan
beytülmaldan sehim alanlardan olursa cariyeyi beşte birden sehim alan fakire
mülk olarak vermeli, sonra ondan cariyeyi satın almalı veya cariyeden alınacak
olan beşte biri fakire mülk olarak vermeli, sonra ondan cariyenin beşte birini
satın almalıdır. Çünkü böyle yapmadan cariyeyi kendi nefsine sarfetse,
cariyeden alınacak olan beşte bir fakirlerin hakkı olarak kalır da cariyeye
cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmaz.
Bana göre bu mesele şöyle halledilmelidir:
Ganimet malı islâm memleketine getirildikten sonra mücahidler ile beşte birden
sehim alanlar arasında ortak olur. Yukarıda geçtiği üzere ganimet malı islâm
memleketine getirildikten sonra mücahidlerden ölenlerin sehimleri vereselerine
miras olarak kalır. Fakat ganimet malından sehim alacak olanlar bilinmeyip
onları bilmek umudu da kalmayınca, ganimet malı muayyen kimseler arasında ortak
olmaktan çıkıp bütün müslümanların hakkı olmak üzere beytülmâldaki diğer mallar
gibi beytülmâl haklarından olmuş olur. Beytülmâldaki mallarda bütün
müslümanların hakkı vardır. Fakat bu ,hak mülkiyet yolu ile değildir. Çünkü
beytülmâlda hakkı olan bir kimse öldüğü takdirde hakkı miras olarak
vereselerine kalmaz. Ganimet malı islâm memleketine çıkarıldıktan sonra
mücahidler dağılıp onları bulmak imkânı olmadığı takdirde ganimet malı
beytülmâla kalır. Kendisinden beşte bir de alınmaz. Buna göre beytülmâlda hakkı
olan bir kimse beşte biri alınmamış bir cariyeyi beytülmâldan satın almış
olduğu takdirde cariyeden alınacak olan beşte bir sehmini kendi nefsine
sarfetmesi caizdir.
Şafiî muhakkıklarından Seyyid Semhudî
risalesinde zikretmiştir ki; babam bana odalık bir cariye aldı. Sonra babam
zamanımızın muhakkiki AllâmeCelâl-i Mahalli ile ganimet malları ve beytülmâl
vekilinden mal satın alma hususunda konuşup ona: "Beytülmâldaki
alamadığımız hakkımız olan malları zafer yoluyla alıyoruz. Çünkü bu cariye
şer'î surette taksim edilmeyen ganimet mallarından olduğu takdirde hak
sahihleri bilinmediği için cariye beytülmâla aid olmuş olur." dedi. Bunun
üzerine Celâl-i Mahalli: "Evet, sizin beytülmâlda bir çok bakımdan haklarınız
vardır." dedi. Bu, Bezzâzlye ve Kınye'den nakledilene muvafıktır, işin
hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
İstilâ, lügatta mutlaka gâlib ve üstün
olmak manasınadır, Fıkıh ıstılahında, bir kavmin mallarını veya memleketini
diğer bir kavmin üstünlük yoluyla elde etmesinden ibarettir. Dar-ı harbde bir
kâfir diğer bir kâfiri esir edip malını alsa ona mâlik olur. Çünkü av gibi
mubah olan malı istilâ etmiştir. Kâfirler islâm memleketinden zimmîleri esir
etseler, onlara mâlik olamazlar. Çünkü zimmîler hürdürler.
Biz müslümanlar kâfirlere üstün gelip
onların esir ettiklerini bulup alsak, onların mallarına kıyasla o esirlere de
mâlik oluruz.
Kâfirler biz müslümanların mallarını istilâ
edip -her ne kadar bu mallarımız mümin köle olursa da- memleketlerine
götürseler, onlara mâlik olurlar. Mâlik olmaları mubah olan malı istilâ
ettikleri için değildir. Çünkü ehl-i sünnet mezhebinden sahih olan kavle göre
eşyada asıl olan tevakkufdur. Eşyada asıl olar. mubah olması, Mutezile'nin
mezhebidir. Belki kâfirlerin müslümanların mallarına mâlik olmaları, bir
kimsenin mülkü olan malı dokunulmaz olup başka şahısların o malı koruması şer'î
hükümlerdendir. Kâfirler ise şer'î hükümler ile muhatab değildirler. Biz
müslümanların malları onlar hakkında dokunulmaz mallardan değildir. Bu cihetten
o mallara mâlik olurlar. Nitekim Mecmâ sahibi şerhinde bu bahsi incelemiştir.
Kâfirler mallarımızı aldıkları takdirde mallarımızı kurtarmak için onların arkasına
düşmek biz müslümanlara farzdır. Mallarımızı aldıktan sonra müslüman olsalar,
mallarımız kendilerinden alınmaz.
Kâfirler, müslümanların mallarını
memleketlerine götürdükten sonra müslüman mücahidler onlara üstün gelerek
götürmüş oldukları malları onlardan alsalar, bakılır; eğer eski sahibleri
mallarını müslüman mücahidler arasında taksim edilmeden önce bulurlarsa, onlara
meccanen mâlik olurlar. Eğer taksim edildikten sonra bulurlarsa ve mallan da
kıyemiyyât (çarşı ve pazarda benzeri bulunmayan yahut bulunsa da aralarında
fazla fiat farkı bulunan mallar) dan olursa, mümkün olduğu kadar iki tarafın
zararını önlemek için mücahidlere verildiği gündeki kıymetiyle alabilirler. Bu
mallar misliyyât (aralarında fazla fiat farkı olmayıp, kendileri gibi pazarda bulunan
mallar) dan olursa taksim edildikten sonra onları almaya yol yoktur. Zira
bunları kendi misliyle almakta bir fâide yoktur. Eğer taksim edilmeden önce
mallarını bulurlarsa, onları meccanen alırlar. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Kâfirler zorla müslümanlardan almış
oldukları mallan islâm memleketinden çıkarmadan müslüman mücahidler kâfirlerden
o malları geri alsalar, eski sahihleri mallarını gerek taksimden önce olsun ve
gerekse taksimden sonra olsun meccanen alırlar.
İZAH
"Kâfirlerin birbirini veya biz
müslümanların mallarını istilâları ilh..." Musannıf biz müslümanların
kâfirleri istilâ etmemizin hükmünü beyan edince kâfirlerin birbirlerini ve biz
müslümanları istilâ etmelerinin hükmünü anlatmaya başladı. Fetih.
"Dar-ı harbde ilh..." Kâfirler
dar-ı harbde birbirinden istilâ yoluyla aldıkları mallara, esirlere derhal yani
bunları daha kendi memleketlerine götürmeden mâlik olurlar. Meselâ kâfir
Türkler ile kâfir Hintliler, kâfir Rumları istilâ edip onları Hindistan'a
götürseler, bu esirlere Hintli kâfirler mâlik olduğu gibi, kâfir Türkler de
mâlik olurlar.
"Zimmîleri esir etseler ilh..."
Kâfirler İslâm memleketinden zimmîlerin mallarını zorla alsalar, kendi
memleketlerine götürmedikçe mâlik olamazlar. Bir zimmî geri dönmek üzere dar-ı
harbe gittiğinde müslümanlar onun gitmiş olduğu dar-ı harbi zabdedip onu esir
etseler, ona mâlik olamazlar. Çünkü onun müslümanlarla yapmış olduğu zimmet
ahdi bakîdir.
"Onların mallarına kıyasla
ilh..." Yani müslüman mücahitler kâfirlere üstün geldiklerinde onların
mallarına mâlik oldukları gibi onlar tarafından esir edilmiş olan diğer
kâfirlerin mallarına da - her ne kadar bu esir edilmiş kâfirler ile müslümanlar
arasında antlaşma bulunsa bile - mâlik olurlar. Çünkü müslümanlar onların
ahdini bozmamışlardır. Ancak onların mülkünden çıkan malları almışlardır.
TENBİH: Nehir'de zikredilmiştir ki, dar-ı
harbde bir kâfir çocuğunu bir müslümana satsa, İmam-ı Azam'a göre caiz
değildir. Ama müslümana çocuğu geri vermesi için cebir olunmaz, İmam Ebû
Yusuf'a göre kâfir dâva, ettiğinde cebrolunur. Bir kâfir çocuğu ile beraber
islâm memleketine emanla gelip çocuğunu satsa, ittifakla bu satış caiz
değildir.
"Kâfirler biz müslümanların mallarını
istilâ yoluyla memleketlerine götürseler mâlik olurlar ilh..." İmam Mâlik
ile İmam Ahmed'in kavilleri de böyledir. Böyle kâfirlerden bir müslüman
yenilecek bir şey veya cariye satın alsa, bunlar kendisine helâl olur. Çünkü
Allah-ü Teâlâ (Haşr Sûresi, âyet: 8) âyet-i kerîmesinde memleketlerinden ve
mallarından mahrum edilerek çıkarılmış olan muhacirlere fakir ismini vermiştir.
Bu âyet-i kerîme hicret eden müslümanların mallarına kâfirlerin mâlik olduğuna
delâlet etmektedir.
Malına erişemeyen bir kimseye fakir
denilmeyip parasız kalmış yolcu denilir. Bundan dolayı sadaka "âyetinde
(Tevbe Sûresi, âyet: 60) parasız kalmış yolcular fakirler üzerine
atfedilmişlerdir.
"Mâlik olmaları mubah olan malı istila
ettikleri için değildir ilh..." Bu ifade Hidâye sahibini reddetmek
içindir. Hidâye sahibi: «İmam Şafiî'ye göre kâfirler müslümanların mallarına
mâlik olamazlar. Zira dokunulmaz olan mâlları istilada bulunmuş olmaları
haklarında mâlikiyyeti ifade etmez. Biz Hanefilerce kâfirler mubah olan malı
istila etmişlerdir. Günkü malın dokunulmazlığı Allah-ü Teâlâ'nın: "Yerde
ne varsa hepsini sizin (faideniz) için yaratan O (Allah-ü Teâlâ) dur."
(Bakara Sûresi, âyet: 29) kavl-i kerîmine münafi olarak sabit olmuştur. Zira bu
âyet-i kerime bütün malların dokunulmaz değil, mubah olmasını gerektirir. Fakat
malın dokunulmaz olmasının sebebi, sahibinin ondan faydalanma imkânı bulması
içindir. Buna göre kâfirler istila yoluyla müslümanların mallarını
memleketlerine götürüp asıl sahiblerinin onlardan faydalanma imkânı kalmayınca,
mallar eski mubah olan hallerinedönerler.» demiştir.
"Ehli sünnet mezhebinden sahih olan
kavle göre eşyada asıl olan tevakkuftur İlh..." Hidâye sahibinin
"Eşyada asıl olan mubah olmasıdır." ifadesi Mutezile'nin görüşüdür.
Ehli sünnet mezhebinden sahih olan kavle göre eşyada asıl olan tevakkufdur.
Yani mubah veya haram olduğuna dair şer'î bir delil gelinceye kadar durulur ve
bunlardan biriyle hüküm verilemez. Biz Hanefilerce malın dokunulmazlığı seri
hitabla sabittir. Kâfirler hakkında malların dokunulmaz olması zahir değildir.
Çünkü kâfirler şeriatla muhatab değildirler, imam Şafiî'ye göre kâfirler şeriatla
muhatabdırlar. Bu bakımdan kâfirlerin böyle dokunulmaz mallara istilada
bulunmuş olmaları, haklarında mâlikiyyeti ifade etmez. Bu, Mecma şerhi Menba'da
zikredilenin hülâsasıdır
Ben derim ki: Bu, birkaç bakımdan söz
götürür:
1) Hidâye sahibi "Eşyada asıl olan
mubah olmasıdır." demek istememiştir. Çünkü eşyada asıl olan mubah olması
mıdır, haram olması mıdır veya tevakkuf mudur? Bu husustaki ihtilâf şeriat
gelmeden önceye aiddir. Hidâye sahibi ise şeriat geldikten sonra delil ile
eşyada asıl olan mubah olmasını isbat etmiştir. Malın dokunulmazlığı mülk
sahibinin malından faydalanması gibi ârizî bir sebebten dolayı sabit olmuştur.
Usul-i Pezdevî'de: "Şeriat geldikten
sonra haram olduğuna dair delil bulunmadıkça icma ile malların mubah olmasıdır.
Çünkü Allah-ü Teâlâ: "hüvellezi haleka leküm mâ filardı cemîan"kavl-i
kerîmi ile bütün malları mubah kılmıştır." diye zikredilmiştir.
2) Kâfirler imân ile, içki haddinden başka
ukûbât (cezalar) ile ve muameleler ile muhatabdırlar ibâdetler ile muhatab
olmalarında ihtilâf vardır. Nitekim bu bahis cihâd bahsinin evvelinde beyan
edilmiştir.
3) "Kâfirler hakkında malların
dokunulmaz olması zahir değildir." ifadesinin mânâsı "mallar onlar
için mubahtır" demektir. "Bu ifadede eşyada asıl olan mubah
olmasıdır." diyenlerin kavline dönüş vardır.
4) "Eşyada asıl olan mubah
olmasıdır.""görüşünü Mutezile'ye nisbet etmek usûl kitablarında beyan
edilene muhaliftir, İbn-i Hümâm'ın "Tahrir" isimli kitabında Hanefi
ile Şafiî cumhur fukahasının muhtar olan kavline göre; "Eşyada asıl olan
mubah olmasıdır." denilmiştir.
Usûl-i Pezdevî şerhinde Allâme Ekmel diyor
ki: Biz Hanefilerin ve Şâfiîlerin ekseri fukâhasına göre, şeriatın mubah veya
haram kılması caiz olan eşyanın şeriat gelmeden önce mubah olmasıdır ki, eşyada
asıl olan budur. Hatta şeriat kendisine erişmeyen kimsenin dilediğini yemesi
mubahdır. Buna İmam Muhammed İkrah Bahsinde "Laşenin yenmesi, şarabın
içilmesi ancak şeriat tarafından yasak edilmekle haram olmuştur." diyerek
"mubahın asıl, haramın yasak sebebiyle sonradan olduğuna" işaret
etmiştir. Bu, Cübbaî, Ebû Haşim ve Zahirîlerin kavlidir.
Biz Hanefiler ile Şâfiilerin bazı
fukâhasına ve Bağdat Mutezilesine göre, eşyada asıl olan haram olmasıdır.
Eşariler ile bütün hadîscilere göre eşyada
asıl olan tevakkufdur. Hatta şeriat kendisine erişmeyen kimse bekleyip hiç bir
şey yiyip içmez. Eğer bir şey yiyip içerse, onun fiil helâl ve haram ile
vasıflanmaz.
Bağdatlı Abdülkahir bunun mânâsı,
"sevaba ve günâha girmez" demektir, demiştir. Şeyh Ebû Mansûr da buna
meyletmiştir.
"Onların arkasına düşmek biz
müslümanlara farzdır ilh..." Yani kâfirler müslümanların mallarını elde
ederek dar-ı harbe götürmek isteseler, müslüman memleketinde bulundukları
müddetçe bunları onların elinden almak için arkalarına düşmek farzdır. Elde
ettikleri malları dar-ı harbe götürmüş olurlarsa, artık takib etmek farz olmaz.
Evlâ olan takib edilmesidir. Ama kadınlar ite çocukları dar-ı harbe götürmüş
olurlarsa, onları takib etmek farzdır. Meğerki kuvvet ve imkân mevcud
bulunmasın.
"Mallarını müslüman mücahidler
arasında taksim edilmeden önce bulurlarsa, onlara meccanen mâlik olurlar
ilh..." Bir kâfir emanla islâm memleketine girip bir müslümanın malını
çalar ve memleketine götürse, sonra onu başka bir müslüman satın alıp islâm
memleketine getirse, eski sahibi malını ondan meccanen alır.
Keza bir köle dar-ı harbe kaçtıktan sonra
bir müslüman tacir onu satın alıp getirse, eski sahibi kölesini ondan meccanen
alır. Muhit, Kuhistânî.
"Kıymetiyle olabilirler ilh..."
Asıl mal sahteleri ölse, verese için mücahidin etinde bulunan malı kıymetiyle
alma hakkı yoktur. Çünkü mücahidin elindeki malı kıymetiyle alıp almama
arasındaki muhayyerlik miras olarak vereseye intikâl etmez.
Hâniyye'den naklen Sâihânî'de
zikredilmiştir ki, bir kâfir bir müslümandan esir ettiği köleyi dar-ı harbe
götürdükten sonra müslüman bir tacir o köleyi kâfirden satıp alıp islâm
memleketine getirdikten sonra asıl sahibi ölse, İmam Muhammed'e göre
vereselerin hepsi o köleyi alabilir. Ama vereselerinden bir kısmı alamaz, İmam
Ebû Yusuf'a göre vereselerin o köleyi olma hakkı yoktur.
TENBİH: Müslüman mücahidler mağlub
ettikleri bir düşmanın elinden vaktiyle müslümanlardan zorla alıp
memleketlerine götürmüş okluktan köle ve mallan geri alıp islâm memleketine
getirilip bu mallar mücahidler arasında taksim ettikten sonra sehmine köle
düşen mücahid köleyi âzâd etse köle âzâd olur, eski sahibinin hakkı bâtıl olur.
Sehmine köle düşen mücahid köleyi satmış olursa, eski sahibi köleyi parayla
alabilir. Satışı bozamaz. Şürunbulâli.
"İki tarafın zararını önlemek için
ilh..." Zira eski sahibi, rızası yok iken mülkünün elinden çıkmasıyla
zarar görür. Hissesine düşen mücahidin elinden de meccanen alınmasıyla zarar
görür. Çünkü mücahid onu ganimetteki sehmine karşılık olarak almıştır. Buna
göre mümkün olduğu kadar her ikitarafın hakkına riayet etmek için bu malın eski
sahibine bunu kıymetiyle almak selâhiyeti verilmiştir.
Ganimet taksim edilmeden önce o mal bütün
mücahidlerin mülküdür. Bu maldan her birine elinden çıkmasıyla üzülecek mikdar
hisse isabet etmez. Bu yüzden zarar görmezler. Bunun için taksim edilmeden önce
eski mal sahibleri mallarını alırlar. Dürer.
METİN
Bir tacir kâfirlerin istilâ yoluyla elde
etmiş olduğu müslüman mallarını onlardan satın alarak islâm memleketine
getirirse, eski sahibleri bu malları o tacirin vermiş olduğu para ile diğer bir
mal karşılığında satın almış ise, vermiş olduğu malın kıymetiyle eğer kâfirler
tarafından kendisine hibe edilmekle veya fâsid akidle mâlik olmuşsa, mallarının
kendi kıymetleriyle alabilirler.
Bahır'da zikredilmiştir ki, tacir mallan
kâfirlerden şarab veya domuz karşılığı satın alsa, eski sahibleri onları
ittifakla şarab ve domuzla alamayıp kendilerinin kıymetleriyle alırlar.
Keza tacir misliyattan olan malları
veresiye olarak, kendilerinin misliyle yahut mikdar ve vasıf itibariyle
kendilerinin misliyle sahih veya fâsid akidle satın alsa, eski sahihlerinin
almalarında faide olmadığı için yine onları almazlar. Ama mikdar itibariyle az
ile veya vasıf itibariyle düşük mal ile satın alsa, eski sahiblerinin almalarında
fayda olduğu için mallarını alabilirler. Bu fidye olup karşılık olmadığı için
bunda riba (faiz) olmaz.
Kâfirlerin istilâ yoluyla memleketlerine
götürmüş oldukları bir köleyi müslüman bir tacir, onlardan satın alarak İslâm
memleketine getirse de kölenin gözü çıkarılıp veya eli kesilip tacir ersi
(uzvunun diyeti) ni alsa yahut kölenin gözünü, satın alan tacir çıkarmış olsa,
kölenin eski sahibi muhayyer olup dilerse tacirin kâfirden satın almış olduğu
paranın hepsiyle alır, ersi alamaz; dilerse köleyi hiç almaz. Tacir ile eski
mal sahibi paranın mikdarında ihtilâf etseler, şâhid bulunmadığı takdirde
yeminiyle tacirin sözü kabul edilir. Ama biri şâhid getirirse onun şahidi kabul
edilir. Çünkü şâhid açıklayıcıdır. Eğer her ikisi de şâhid getirirse, eski sahibinin
şahidi kabul edilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, tacirin şahidi kabul edilir. Nehir.
Kâfirler bir kimsenin kölesini esir edip
memleketlerine götürdükten sonra müslüman bir tacir o köleyi satın alıp islâm
memleketine getirse, bundan sonra o tacirin elindeyken kâfirler o köleyi tekrar
esir ederek memleketlerine götürseler, sonra başka bir müslüman tacir o köleyi
satın alıp İslâm memleketine getirse, birinci tacir ikinci tacirden parasıyla
alır. Çünkü köle birinci tacirin mülkünde iken ikinci defa esir edilmiştir,
ikinci tacirden o köleyi iki kat parasını vererek alır. Çünkü birinci tacire
köle iki fiata mal olmuştur. Birinci tacirin parası zayi olmaması için eski
sahibi ikinci tacirden köleyi alamaz. Kâfirler harb neticesinde müslümanlardan
hür, müdebber, ümm-i veled, mükâteb elan erkek ve kadınları esir ederek
memleketlerine götürseler onlara mâük olamazlar. Çünkü onlar bir bakıma
hürdürler.
Sonra müslümanlar kâfirleri yenerek bunları
geri alsalar, ganimet taksini edilmeden önce eski sahibleri bunları meccanen
alırlar. Ganimet taksim edildikten sonra sehimlerine düşen mücahidtere
beytülmâldan kıymetleri verilir. Biz müslümanlar kâfirlere galip gelince
onların her şeylerine mâlik oluruz. Çünkü şer'i şerif cinayetlerini
cezalandırmak için onların dokunulmazlığını kaldırmıştır.
İslâm memleketinden bir hayvan dar-ı harbe
kaçsa, istilâ gerçekleştiği için ona mâlik olurlar. Çünkü hayvanın İslâm
memleketinden çıkmasında ona yardım edecek bir el yoktur, İslâm memleketinden
dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp da kâfirler onu zorla yakalasalar, ona
mâlik olamazlar. Çünkü İslâm memleketinden çakmakla kendi kendine mâlik oldu da
başkasının kendisine mâlik olmasına mahal kalmadı. İmameyn'e göre, kâfirler
buna mâlik olurlar. Ama -Allah'a sığınırız- köle mürted olduktan sonra dar-ı
harbe kaçıp kâfirler onu yakalasalar, ittifakla ona mâlik olurlar.
Bir köle bir ot ve eşya ile birlikte dar-ı
harbe kaçıp müslüman bir tacir onları kâfirlerden satın alıp islâm memleketine
getirse, kölenin eski sahibi köleyi meccanen alır. Çünkü kâfirler köleye mâlik
olamazlar. At ile eşyalarını para ile alır. Çünkü kâfirler bunlara mâlik
olurlar.
Müstemen (pasaportlu kâfir), müslüman veya
zimmî bir köleyi satın alıp memleketine götürse, bu müslüman veya zimmî köle
âzâd olur. Çünkü islâm memleketiyle dar-ı harbin birbirinden ayrı olması âzâd
etme yerine geçer. Nitekim kâfirler müslüman bir köleyi istilâ yoluyla kendi
memleketlerine götürdükten sonra köle dar-ı harbden İslâm memleketine kaçsa
âzâd olur.
Musannıf "müstemen, müslüman veya
zimmî bir köleyi satın alıp memleketine götürürse âzâd olur" diye
kayıdlamıştır. Çünkü müstemen olmayan bir kâfir müslüman veya zimmî bir köleyi
satın alıp memleketine götürse, ittifakla bu müslüman veya zimmî köle âzâd
olmaz. Çünkü buâ Nehir. Nitekim kâfirlerin bir kölesi dar-ı harbde müslüman
olup sonra müslüman memleketine yahut dar-ı harbde olan ordumuza gelse yahut
dar-ı harbde onu bir müslüman veya zimmî veya kâfir satın alsa veyahut onu
satışa arzetse, satın alacak olan kabul etsin veya etmesin yahut müslümanlar bu
kâfirlere üstün gelseler, bu dokuz surette köle âzâd edilmeksizin ve hiç bir
kimsenin ona velâsı olmaksızın âzâd olmuş olur. Çünkü bu suretlerdeki azada
"hükmen âzâd" denilir.
Zeylaî'de zikredilmiştir ki, bir harbî
(kâfir) kendi kölesinin elinden tutup gitmesi için müsaade etmediği halde
"sen hürsün" dese, İmam-ı Azam'a göre köle âzâd olmaz. Çünkü köleyi
dili ile âzâd etmiş, fakat eliyle âzâd etmemiştir.
İZAH
"Onların her şeylerine mâlik oluruz
ilh..." Kâfirlerin hükümdarı bir müslümana hür olan kâfirlerden bir şahsı
hediye olarak verse, müslüman ona mâlik olur. Ancak vermiş okluğu şahıs
müslümanın akrabası olursa müslüman ona mâlik olamaz.
Bir müslüman dar-ı harbe eman ile girip
kâfirlerden birinin çocuğunu satın aldıktan sonra onu zorla İslâm memleketine^getirse,
çocuğa mâlik olur. Dar-ı harbde iken çocuğa mâlik olup olmamasında ihtilâl
vardır. Esah olan kavle göre mâlik olmaz. Nitekim Muhît'te de böyle
zikredilmiştir. Bu ifade "kâfirlerin memleketlerinde hür olduklarını"
bildirmektedir. Halbuki kâfirlere hiç bir kimse mâlik olmasa bile onlar kendi
memleketlerinde köledirler. Nitekim Mûstesfâ. Kuhistânî ve Dürr-i Müntekâ gibi
mu'teber kitablarda böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Âzâd Bahsinde beyan edilmiş
olduğu üzere "kâfirler köledirler" ifadesinin mânâsı
"müslümanlar onları istilâ ettikten sonra köledirler" demektir,
istilâ edilmeden önce onlar hürdürler. Zira Zahîriyye'de zikredilmiştir ki, bir
kimse kölesine "senin nesebin hürdür" yahut "senin aslın hürdür"
dese, eğer kölenin esir edilmiş olduğu bilinirse âzâd olmaz, bilinmezse âzâd
olur. İşte bu, kâfirlerin, hür olduğuna delildir; Muhit'de zikredilen de buna
delildir.
"Dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp
da ilh..." Yani kaçan kölenin müslüman veya zimmînin kölesi olması
arasında fark yoktur. Musannif "dar-ı harbe müslüman bir köle kaçıp"
diye kayıdlamıştır. Çünkü kâfirler köleyi istila yoluyla islâm memleketinden
alsalar, ittifakla ona mâlik olurlar.
Musannıf "müslüman bir köle
kaçsa" diye kayıdladı. Çünkü - Allah'a sığınırız- köle mürted olduktan
sonra dar-ı harbe kaçarsa, ona mâlik olurlar.
Zimmî bir köle dar-ı harbe kaçıp kâfirler
bunu yakaladıklarında buna mâlik olup olmamaları hususunda iki kavil vardır:
Bir kavle göre mâlik olurlar, diğer kavle göre mâlik olmazlar. Nitekim Fetih'de
de böyledir. Şârih "kâfirler onu zorla yakalasalar" diye kayıtladı.
Kâfirler onu zorla yakalamasalar ittifakla ona mâlik olamazlar. Nehir.
"Ona mâlik olamazlar ilh..." Yani
o köle kâfirler tarafından bir müslümana hibe edilip yahut bir müslüman tacir
tarafından satın alınıp yahut ganimet olarak islâm memleketine getirilse eski
sahibi kölesini meccanen alır. Ganimet malı taksim edilip bu köle mücahidlerden
birinin sehmine düştükten sonra eski sahibi kölesini alırsa, sehmine düşen
mücahide beytülmâldan kölenin kıymeti verilir. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
"Kendi kendine mâlik oldu da
ilh..." Yani köle mükellef bir insan olup kendi kendine mâliktir. Efendi
kölesinden faydalanma imkânı bulabilmesi için kölenin kendi kendine mâlik
olması itibardan düşmüştür. Köle dar-ı harbe girince efendinin köle üzerindeki
mâlikiyeti kalkar, köle kendi kendine mâlik olarak dokunulmaz bir insan olur da
başkasının kendisine mâlik olmasına mahal olmaz. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
"Müslüman veya zimmî bir köleyi satın
alıp ilh..." Yani müstemen (pasaportlu) bir kâfir müslüman veya zimmî bir
köleyi satın aldığı takdirde geri satması için cebrolunur. Dar-ı harbe
götürmesi için müsaade edilmez. Zeylai.
"İslâm memleketiyle dar-ı harbin
birbirinden ayrı olması âzâd etme yerine geçer ilh..." Yani müstemen
(pasaportlu) bir kâfir müslüman bir köleyi satın alıp dar-ı harbe götürse
İmam-ı Azam'a göre âzâd olur. İmameyn'e göre âzâd artmaz. İmam-ı Azam'ın delili
şudur: Kâfirin zilletinden müslümanı kurtarmak vâcibdir. Birbirine zıd olan dar-ı
harb ile islâm memleketi kölenin âzâd olmasına sebebdir. Nitekim dar-ı harbde
karı ile kocadan birisi müslüman olunca kadının üç adet görmesi aralarının
ayrılması yerine geçer.
İmameyn'in delili şudur: Bizim üzerimize
vâcib olan müslüman köleyi kâfirin zilletinden kurtarmak için kâfiri satması
için cebretmektir, fakat dar-ı harbe giden kâfiri satmaya zorlamamız mümkün
değildir. Bu bakımdan müste'menin elinde köle olarak -kalır, âzâd olmaz. İbn-i
Kemâl.
"Kâfirler müslüman bir köleyi
ilh..." Yani kâfirler islâm memleketinden bir köleyi esir edip
memleketlerine götürdükten sonra köle oradan islâm memleketine kaçsa köle
efendisine geri verilir, bir rivayete göre âzâd olur. Ama racih olan kavle göre
âzâd olmaz. Çünkü müslüman olan efendinin kölesini geri alma hakkı vardır.
Bezzâziye. Tatarhâniyye.
"Kâfirlerin bir kölesi dar-ı harbde
müslüman olup ilh..." Bir köle efendisine kızarak dar-ı harbden kaçıp
islâm memleketine gelerek müslüman olsa âzâd olur. Ama bir kâfirin kölesi
efendisinin izniyle veya emriyle bir iş için islâm memleketine gelip müslüman
olsa islâm hükümdarı onu satıp parasını kâfir olan efendisi için muhafaza eder.
Bahır.
"Bir harbi kendi kölesinin elinden
tutup ilh..." "Harbî" ile dar-ı harbde doğup büyüyen kimse murad
edilmiştir, gerek orada müslüman olsun gerekse olmasın. Bir müslüman dar-ı
harbe girip harbî bir köle satın alarak âzâd etse -her ne kadar kölenin
gitmesine müsaade etmese bile - istihsanen âzâd ölür. Kölenin velâsı kendisi
için olur.
"İmam-ı Azam'a göre köle âzâd olmaz
ilh..." Hatta köle yanında iken harbî müslüman olsa köleye mâlik olur.
İmameyn'e göre âzâd olur. Çünkü âzâdın rüknü âzâd etmeye ehil olan kimse
tarafından meydana gelmiştir.
"Çünkü köleyi diliyle âzâd etmiş
ilh..." Yani harbi kölesini diliyle âzâd etmiş, eliyle köle edinmiştir.
İmam-ı Azam'ın kavlinin izahı şöyledir: Harbî 'kölesini lisanıyla âzâd etmekle
kölesi üzerindeki mülkü kalkmıştır. Fakat dar-ı harbde köleyi eliyle yakalayıp
bırakmamakla onu yeni baştan istilâ etmek suretiyle kendisine köle yapmıştır. Müslüman
köle böyle değildir. Çünkü müslüman köle istilâ yoluyla mülk olmaya mahal
değildir. Zeylaî. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
MÜSTEMİNİN
HÜKÜMLERİ BÂBI
Müstemin: Hem emân isteyen, hem de
kendisine emân verilen kimse demektir. Fıkıh ıstılahında; gerek müslüman gerek
harbî (kâfir) olsun, başka bir milletin memleketine emân (pasaport) ile giren
kimsedir. Bir müslüman emânla dar-ı harbe girerse kendisine onların
kanlarından, mallarından, namuslarından bir şeye dokunması haramdır. Çünkü
müslümanlar şartlarında sabittirler. Şayet onlardan bize izinsiz bir şey
çıkarırsa ahdini bozduğu için ona haram olarak mâlik olur ve onu tasadduk
etmesi vâcib olur.
Musannıf "dar-ı harbe emânla giren bir
müslüman onlardan bize izinsiz bir şey çıkarırsa" diye kayıdladı. Çünkü
onlardan bir şey gasbetse, onların memleketlerinde bulundukça onu onlara
vermesi vâcibdir. Ama esir olan bir kimse - her ne kadar kâfirler bu esiri
kendi rızalarıyla bıraksalar bile- müstemin gibi olmayıp hırsız gibi olduğundan
kendisine onların mallarını alması kendilerini öldürmesi caizdir. Fakat
kadınlarına dokunması meşru değildir. Kadınların helâl olması ancak mâlik
olmakladır. Şu kadar var kî esir olan kimse dar-ı harbde esir olan zevcesini
yahut ümmi veledini yahut müdebberesini orada bulup onlara kâfirler cinsî
yakınlıkta bulunmuşlarsa, onlar kendisine mubahtır. Çünkü kâfirler onlara mâlik
olmamalardır. Eğer kâfirler onlara cinsî yakınlıkta bulunmuşlarsa mülk şübhesi
için iddet vâcib olur. Cariyesini dar-ı harbde bulursa ona cinsî yakınlıkta
bulunması kendisine mutlak surette helâl delildir. Dar-ı harbde bir kâfir,
müstemini satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut müslüman müstemin
kâfiri satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut birisi diğerinin malını
gasbetse, sonra islâm memleketine gelseler hiç birisine bir şeyle hüküm
olunmaz. Çünkü kâfir müstemin dar-ı harbde iken İslâm hükmünü kabul etmeyip
bilâkis gelecekte olacak hükümleri kabul etmiş olur. Ancak müstemin müslümana
kâfirden gasb veya borç yoluyla almış olduğu şeyleri diyâneten geri vermesi
için fetva verilir. Çünkü emânla onlara hainlik etmemeyi kabul etmiştir. Ama
kazaen hüküm olunmaz.
İki kâfirden biri diğerine borç verse veya
biri diğerinden gasb yoluyla bir şey alıp sonra bu iki kâfir müstemin olarak
İslâm memleketine gelseler yine hiç birisine bir şeyle hüküm olunmaz. Dar-ı
harbden bir kâfir ile bir müslüman İslâm ordusuna gelip müslüman, kâfirin
kendisinin esiri olduğunu iddia edip kâfir ise "ben emanla çıktım"
dese kâfirin sözü kabul edilir. Ancak esir olmasına iple veya zincirle bağlı
olması gibi bir alamet bulunursa, görünüşe göre hüküm verilerek müslümanın sözü
kabul edilir, iki kâfir müslüman olarak İslâm memleketine gelip muhakeme
olsalar aralarında din ile hüküm olunur. Çünkü din ile hükmedil-meşine razı
olmuşlardır. Ama gasp dâvalarında din ile hüküm olunmaz. Çünkü kâfirlerin
istilâ etmesi bahsinde geçtiği üzere gasbeden kimse dar-ı harbte gasbetmiş
olduğu şeye mâlik olur.
Emânla dar-ı harbe giren iki müslümandan
biri gerek kasden gerekse hataen diğerini öldürmüş olsa -dar-ı harbde haddin
düştüğü gibi kısas da düşeceği için - katilin öldürdüğü kimsenin diyetini kendi
malından vermesi vâcib olur. Çünkü iki memleket birbirinden ayrı olduğu için
âkilenin katili korumaları mümkün olmadığından kendilerine bir şey lâzım
gelmez. Hataen öldürmede ayrıca keffâret de vâcib olur. Çünkü hataen öldürmede
keffâretin vâcib olması hususundaki âyet-i kerîme mutlakdır. Dar-ı harbde iki
esirden biri diğerini hataen öldürürse, kendisine ancak keffâret lâzım olur.
Kasden öldürürse kendisine hiç bir şey lâzım gelmez. Çünkü esir olmasıyla
kâfirlerin elinde bulunduğu için onlara tâbi otur da kendisine saldırılması
vaktinde 'kıymeti gerektiren dokunulmazlığı düşmüş olur. Bu yüzden gerek hataen
gerekse kasden öldürülmesinde diyet vâcib olmaz. Nitekim bir müslüman dar-ı
harbde bir esiri veya orda müslüman olmuş bir kimseyi öldürse - bu öldürülen
kimsenin vereseleri dar-ı harbde olurlarsa - bakılır; eğer hataen öldürmüşse
kendisine yalnız kefaret lâzım gelir. Kasden öldürmüşse kendisine hiç bir şey
lâzım gelmez. Çünkü öldürülen kimse İslâm memleketine gelip kendisini
korumamıştır.
İZAH
"Müstemin ilh..." Bu kelime ism-i
mef'ûl sigasıyla "müstemen" diye de okunabilir. Bu takdirde kendisine
eman verilmiş kimse mânâsını ifade eder.
"Bir şeye dokunması haramdır
ilh..." Hatta müslüman olan müstemin, kâfirler 'tarafından esir edilmiş
cariyesine bile dokunamaz. Çünkü bu cariye onların mülkü olmuştur. Ama
zevcesini, ümmi veledini ve müdebberesini imkanını bulursa, kurtarır. Çünkü
kâfirler bunlara mâlik olmamışlardır. Keza esir edilmiş müslüman kadınları ve
çocukları da imkanını bulursa onların elinden kurtarır.
TENBİH: Hâkimin Kâfî'sinde zikredilmiştir
ki, dar-ı harbde müslüman bir müste'minin bir dirhemi iki dirhem ile peşin veya
veresiye olarak değişmesi yahut fâsid akidler ile elde edeceği 'bir maldan
istifade etmesi caizdir Çünkü dar-ı harbde müstemin bulunan bir kimsenin
onların mallarını rızalarıyla alması caizdir. Bu İmam-ı Azam ile İmam
Muhammed'e göredir, İmam Ebû Yusuf'a göre bu gibi muameleler dar-ı harbde de
caiz değildir, İmam Ebû Yusuf'a göre bir müslüman nerede olursa olsun
müslümanlığın hükümlerini kabul etmiştir, ona aykırı olan bir şeyi yapamaz.
"Müslümanlar şartlarında sabittirler
ilh..." Çünkü emân ile dar-ı harbe giren bir müslüman onların haklarına
tecavüz etmemeyi 'kabul etmiştir. Bu bakımdan onlara hıyanette bulunması
haramdır. Ancak o memleketin hükümdarı veya hükümdarın müsaadesiyle birisi,
müslümanın hakkına tecavüz ederek malını alır veya kendisini hapsederse, bu
takdirde verilen ahdi bozmuş olduğundan müslüman da bazı hususlarda misliyle
mukabelede bulunabilir. Bahır.
"Ve onu tasadduk etmesi vâcib olur
ilh..." Çünkü hıyanet etmekle onu haram yoldan elde etmiştir. Hatta
müslüman müsteminin dar-ı harb-den hıyanetle çıkarmış olduğu şey cariye olsa
ona cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmaz. Ondan o cariyeyi satın alan kimseye
de helâl olmaz. Ama fâsid olarak satın alınan cariyeye cinsî yakınlıkta
bulunmak yalnız satın alana haramdır. Fâsid olarak satın alan kimseden o
cariyeyi başka bir şahıssatiri alsa, kendisine o cariye helâl olur. Çünkü
cariye ikinci satın alan şahsa sahih olarak satılmıştır. Bu yüzden cariyeyi ilk
satan kimsenin geri alma hakkı kalmamıştır. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
Yine Fetih'de zikredilmiştir ki; dar-ı
harbe müste'min olarak giren kimse orada bir kadınla evlense, sonra kadını
zorla islâm memleketine çıkarsa ona mâlik olur. Nikâh bozulur, onu satması
sahih olur. Eğer kadın kendi rızasıyla islâm memleketine gelmiş otursa, onu
satması sahih olmaz. Çünkü ona mâlik olmamıştır.
"Esir olan kimse esir olan zevcesini
ilh..." Bu ifadede nikâhın bozulmadığına işaret vardır. Gerek zevce
zevcinden önce esir edilmiş olsun, gerekse sonra esir edilmiş olsun.
"Âyet-i kerîme mutlaktır ilh..."
"Kim bir mümini hataen (yanlışlıkla)
öldürürse, mümin bir köleyi âzâd etmesi ve ölenin ailesini (mirasçılarına)
teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır." (Nisâ Sûresi, ayet: 92) Bu
âyet-i kerîmede İslâm memleketi veya dar-ı harble kayıdlanmaksızın hataen
öldürülmede diyetle beraber keffâretin de vâcib olduğu beyan buyurulmuştur.
"Kasden öldürürse kendisine hiç bir
şey lâzım gelmez ilh..." Yani dar-ı harbde iki esirden biri diğerini
kasden öldürürse. İmam-ı Azam'a göre kısas vâcib olmadığı gibi keffaret de
vâcib olmaz. İmameyn'e göre öldürülme gerek hataen gerekse amden olsun her iki
surette katile kendi malından öldürdüğü kimsenin diyeti vâcib olur. Bu bahsin
tamamı Bahır'dadır.
"Çünkü esir olmasıyla ilh..." Bu
ifade İmam-ı Azam'a göre dar-ı harbde bulunan müslüman müsteminler île esirler
arasındaki farkı açıklamak içindir. Şöyle ki: Dar-ı harbde bulunan esirler
kâfirlerin elinde bulundukları için onlara tâbi olup onların mukim olmasıyla
mukim, misafir olmalarıyla misafir olurlar. Nitekim müslümanların köleleri
efendilerine tâbi olurlar. Müslüman esirler kâfirlere tâbi olunca -asıl olan
kâfirlerden birisinin öldürülmesiyle diyet vâcib olmadığı gibi- esirlerden
birinin diğerini öldürmesiyle kendisine diyet vâcib olmaz. Ancak hataen öldürmüş
olursa, kendisine yalnız kefaret lâzım gelir.
Şu halde dar-ı harbde esir bulunan
müslümanlar, dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş
müslümanlar gibi olurlar. Nitekim metinde beyan edildiği üzere dar-ı harbde
müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş bir kimseyi bir müslüman orada
hataen öldürse kendisine yalnız kefaret vâcib olur, kasden öldürse kendisine
bir şey lâzım gelmez. Çünkü dar-ı harbde müslüman olan kimse İslâm memleketine
hicret ederek kendisini korumamıştır. Orada kaldığı için onlara tâbi olmuştur.
Biz Hanefilerce kısası veya diyeti gerektiren dokunulmazlık ancak İslâm
memleketinde korunmakla sabit olur. Yalnız müslüman olmakla sabit olmaz. İmam
Şafiî'ye göre hataen öldürülmede diyet, kasden öldürülmede kısas vâcibdir.
Çünkü günahsız olan bir müslüman öldürülmüştür.
Dar-ı harbde müstemin olarak bulunan
müslümanlara gelince: Bunların her zaman kendi istekleriyle oradan çıkmaları
mümkün olduğu için kâfirlere tâbi olmazlar. Bu bakımdan müsteminlerden biri
diğerini orada kasden veya hataen öldürürse her iki surette kendisine öldürdüğü
kimsenin diyetini kendi malından vermesi vâcib olur. Hataen öldürmüş ise diyet
vâcib olduğu gibi keffaret de vâcib olur.
Müstemin bir kâfire İslâm memleketinde bir
sene ikâmet etmesine müsaade edilemez. Çünkü bir sene İslâm memleketinde ikâmet
eden bir kâfirin müslümanlar aleyhine hareket ederek casuslukta vesairede
bulunabilmesi melhuzdur, islâm hükümdarı tarafından müstemine "Eğer
müslüman memleketinde bir sene ikâmet edersen üzerine cizye konulacaktır."
diye tenbih edilip, bu tenbihden sonra müstemin bir sene kalırsa zimmî olur.
Bir sene ile kayıdlamak az zamana nisbetle ittifakıdır, çok zamana nisbetle
değildir. Çünkü kâfir bir müste'minin İslâm memleketinde bir seneden az meselâ
bir veya iki ay ikâmet etmesine müsaade etmek caizdir. Fakat çak az ikâmet
etmesine izin vermek suretiyle ona zarar verilmemelidir. Metinlerden anlaşılan,
İslâm hükümdarı tarafından kâfir müstemine "Bir sene ikâmet edersen
üzerine cizye konulacaktır." diye tenbihde bulunulması, onun zimmî olması
için şarttır., Buna göre kendisine böyle tenbihde bulunulmayan bir kâfir
müste'min islâm memleketinde bir veya iki sene ikâmet etse zimmî olmaz. Attâbi
bunu açıklamıştır. Bazıları "zimmî olur" demişlerdir. Dürer sahibi de
"Kesin olarak zimmî olur." demiştir. Fetih'de "Zimmî olması
evlâdır." diye zikredilmiştir.
Müsteminin ilk ikâmet ettiği senede
kendisinden cizye alınmaz. Ancak o senenin cizyesinin kendisinden alınması
şartıyla anlaşma yapılmış olursa alınır. Kâfir müstemin, zimmî olunca
kendisiyle müslümanlar arasında kısas yapılır. Bir müslüman, zimmînin şarabını
veya domuzunu telef etse kıymetlerini öder. Bir müslüman bir zimmîyi hataen
öldürürse kendisine diyet vâcib olur. Müslüman gibi zimmîye eza etmek ve onu
gıybet etmek haramdır. Fetih.
Yine Fetih'de zikredilmiştir ki, İslâm
memleketinde kâfir bir müste'min ölüp veresesi dar-f harbde olsa. malı ve eşyası
veresesi için bekletilir. Veresesi, ölen müste'minin veresesi olduklarını
şahidle -isterse şâhidler zimmîlerden olsun- isbat ederlerse kefille malını ve
eşyasını alırlar. Kendihükümdarlarının "bunlar ölen müste'minin
varisleridir" diye haklarında yazmış olduğu mektup kabul edilmez.
İZAH
"Müstemin bir kâfire ilh..."
Musannıf "müstemin" ile kayıdladı. Günkü bir kâfir emânsız İslâm
memleketine girse kendisi ve beraberinde bulunan eşyası ganimet olur.
Emânla girdiğini iddia etse isbat etmedikçe
kabul edilmez. Eğer hükümdarın elçisi olduğunu iddia edip yanında hükümdara aid
mühürlü mektup bulunursa müste'min olmuş olur. Bir kâfir Haremi Şerife girmiş
olsa, İmam-ı Azam'a göre ganimet olur. İmameyn'e göre yakalanmaz, fakat
kendisine yiyecek, içecek verilmez, eza edilmez. Harem-i Şerîf'den çıkarılmaz.
Bir kâfir İslâm memleketinde gerek müslüman
olmadan önce, gerekse müslüman olduktan sonra yakalansa, bir müslüman "ben
ona emân vermiştim" dese tasdik edilmez. Ancak iki erkek şâhid emân
verilmiş olduğuna şâhidlik yaparlarsa tasdik olunur. Bu, İmam-ı Azam'a göredir,
imameyn'e göre kâfir yakalanmadan önce müslüman olursa hür olur. Kâfir gemileri
tayfasından bazıları İslâm sahilindeki ırmaklardan su almak üzere emânsız İslâm
topraklarına çıkmakla müslümanlar tarafından yakalansa İmam-ı Azam'a göre bütün
müslümanların namına ganimet olmuş olurlar. Bunların beşte birinin alınmasında
iki rivayet vardır.
"Casuslukta ilh..." Bu ifadede,
"kâfir bir müsteminin üzerine cizye konulacağı şart koşulmaksızın İslâm
memleketinde, bir sene ikamet etmesine müsaade edilmesinin haram olduğuna"
işaret vardır. Remli.
"Zimmî olunca kendisiyle müslümanlar
arasında kısas yapılır ilh..." Kâfir olan müstemin zimmî olmadan önce bir
müslüman tarafından öldürülürse, müslüman kısas edilmez, kendisine diyet vacib
olur.
Es-Siyer şerhinde zikredilmiştir ki, İslâm
memleketinde bulunan kâfir olan müsteminlere hükümdarın yardım etmesi vâcibdir.
Onların hükmü zimmîlerin hükmü gibidir. Ancak bir müslüman veya zimmî, kâfir
olan müstemini öldürürse kısas edilmez. Kâfir olan müstemin kendi gibi kâfir
olan bir müste'mini öldürüp, öldürülenin, varisi yanında bulunursa katil kısas
edilir. Kâfir olan müstemin İslâm memleketinde cezayı gerektiren bir günâh
işlediği takdirde bakılır; eğer işlediği günâh kısas veya kazf haddi kul
hakkından olursa kendisine cezası tatbik edilir, kul hakkından olmazsa cezası
tatbik edilmez, imam Ebû Yusuf'a göre kendisine bütün cezalar tatbik edilir.
Yalnız zimmîlere tatbik edilmiyen içki haddi tatbik edilmez.
Kâfir olan müsteminin kölesi müslüman olsa,
köleyi satması için kendisine cebrolunur ve köleyi dar-ı harbe götürmesi için
müsaade edilmez.
Karı ile koca müstemin olarak islâm
memleketine delip de bunlardan birisi İslâmiyeti veya zimmiliği kabul etse,
yanlarında bulunan baliğ olmayan çocukları ona tâbi olurlar. Baliğ olan
çocukları kız çocukları olsa bile ona tâbi olmazlar. Çünkü akıl baliğ olmakla
tâbi olma sona erer. Zahir rivayete göre babası ölmüş olsa bile baliğ olmayan
çocuk kardeşine, amcasına, dedesine tâbi olmaz. Hasan b. Ziyad'dan bir rivayete
göre baliğ olmayan çocuk dedesinin müslüman olmasıyla müslüman kabul edilir.
Fakat esah olan birinci kavildir. Çünkü baliğ olmayan çocuk en yakın dedesinin
müslüman olmasıyla müslüman sayılmış olsaydı, en son dedesinin müslümanlığıyla
da müslüman sayılırdı. Buna göre bütün kâfirlerin mürted olmalarıyla
hükmedilmesi lâzım gelirdi. Çünkü bütün insanlar Hz. Adem ile Hz. Nuh (A.S.)'ın
çocuklarıdır, islâm memleketinde bir müstemin müslüman olsa dar-ı harbde
bulunan küçük çocukları kendisine tebaen islâmiyeti kabul etmiş sayılmazlar.
Ancak babaları ölmeden islâm memleketine gelirlerse babalarına tebaen müslüman
sayılırlar.
Müstemin, bir müslümanı öldürse -isterse
amden öldürmüş olsun- yahut yol kesse, yahut casusluk yapsa, yahut müslüman
veya zimmî bir kadına zorla zina etse, yahut hırsızlık yapsa kendisine verilmiş
olan emân bozulmuş olmaz. Velhasıl islâm memleketinde bulunan bir müste'min
zimmî olmadan önce zimmî hükmündedir. Ancak öldürülmesiyle kısas vâcib olmaz.
Kul hakkı olmayan suçlar ile cezalandırılmaz.
Bir müsteminin malını islâm memleketinde
fâsid akidle elinden almak helâl olmaz. Ama dar-ı harbde bulunan müslüman bir
müsteminin onların mallarını kendi rızalarıyla isterse ribâ veya kumar yoluyla
olsun alması caizdir. Çünkü onların malları müslümanlar için mubahdır. Ancak
hıyanet etmek haramdır. Müslüman müsteminin kendilerinin rızalarıyla almış
olduğu mal ise hiyanet değildir. Ama islâm memleketinde bulunan kâfir bir
müstemin böyle değildir. Çünkü islâm memleketi seri hükümlerin icra edildiği
bir yer olduğu için İslâm memleketinde bulunan bir müstemin temin ile bir
müslüman ancak müslümanlar ile yapılması helâl olan akidleri yapabilir. Dar-ı
İslâm'da alınması şer'an lâzım gelmeyen bir şeyi müsteminlerden isteyip almak
caiz değildir. Beytülmakdis gibi bazı mabedleri, makamları ziyaret ettirmek
için müste'minlerden para alınması bu kabildendir. İsterse bu hususta bir âdet
mevcud olsun.
"Ve onu gıybet etmek haramdır
ilh..." Çünkü zimmet akdi yapılmakla biz müslümanlar için vâcib olan,
zimmî için de vâcib olur. Müslümanın gıybeti haram olunca, zimmînin gıybeti de
haramdır. Hatta fukahâ: "Zimmîye zulmetmek daha günâhtır."
demişlerdir.
"İsterse şahidler zimmîlerden olsun
ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki; veresesi, ölen müsteminin veresesi
olduklarına dair zimmîlerden şâhid getirseler istihsanen kabul edilir.
Müslümanlardan şâhid getirmeleri mümkün değildir. Çünkü onların neseb (soy)
leri dar-ı harbde olduğu için neseblerini müslümanlar bilemezler. Buna göre
zimmîlerin şâhidlikleri, erkeklerin bakamıyacağı husustaki kadınların
şâhidlikleri gibi olmuştur. Zimmîler "ölen müste'minin bunlardan başka
varisini bilmiyoruz" dedikleri takdirde onlara ölen müste'minin malı ve
eşyası teslim edilir, ileride veresesi çıkmasıihtimalinden dolayı kendilerinden
kefil alınır.
METİN
Şart gereğince bir sene İslâm memleketinde
ikâmet etmekle zimmî olan bir müste'min bir sene sonra dar-ı harbe dönmek
istese -her ne kadar ticaret veya bir iş için olursa da- dönmesine müsade
edilmez: Çünkü zimmet akdi bozulmaz. Bundan "bir zimmînin de dar-ı harbe
dönmesine müsaade edilemiyeceği" anlaşılmaktadır. Nitekim bir müstemin
İslâm memleketinde haraç arazisinden bir yer satın alıp o yerin haracını kabul
etmekle üzerine haraç konulsa yahut kitabî (yahudi veya hristiyan) olan
müstemine bir kadının, müslüman veya zimmî kocası olsa - her ne kadar kocası
kendisine cinsî yakınlıkta bulunmamış olsa bile - dar-ı harbe dönmelerine
müsaade edilmez. Çünkü arazinin haracı cizye gibidir. Zamanı geldiğinde
kendisinden haraç alınır. Kitabî olan müstemine kadın ise kocasına tâbidir.
Kitabî olan bir müstemin İslâm memleketinde
bir zimmîye kadınla evlense zevcesini boşaması mümkün olduğu için memleketine
dönmesine mani olunamaz. Fakat evlendiği zimmîye zevcesi ondan mehrini
istediğinde onu memleketine dönmekten men edebilir. Artık bir sene geçinceye
kadar müste'min mehri vermezse Dürer'den: "İslâm hükümdarının: Bir sene
İslâm memleketinde ikâmet edersen senin üzerine cizye konulacaktır, sözü
müsteminin zimmî olmasında şart değildir." diye nakledilen kavle göre
lâyık olan bu müsteminin zimmî olmasıdır. Bu mehrin hükmünden İslâm
memleketinde müsteminin yapmış olduğu diğer borçların hükümleri de bilinmiş
oldu. Bir müstemin kendi memleketine veya başka bir dar-ı harbe dönmüş olsa
emânı bâtıl olduğu için öldürülmesi helâl olur.
Kâfir bir müsteminin bir müslüman veya
zimmînin yanında emâneti yahut bunlarda alacağı olsa, o müste'min esir edilse,
yahut müslümanlar kâfirlere galip gelip onu yakalayıp öldürseler alacağı,
selemi kendisinden gasbolunan şey, kiraya verdiği şeyin ücreti düşer. Çünkü
ellerinde bulunan kimseler diğerlerinden önce o mallara sahib olmuşlardır. Bu
müste'minin yakalanıp öldürüldüğü zaman elinde bulunan malı, müslüman veya
zimmîdeki emâneti, ortağı ve muzaribi yanındaki malı, İslâm memleketinde evinde
bulunan mallan ganimet olur. Bu müsteminin rehninde ihtilâf vardır. Nehir'de
raci'h olan kavle göre: "Rehin alacağına karşılık olarak alan kimsenin
olur." diye zikredilmiştir.
Sirâc'da zikredilmiştir ki, müstemin
emânetini ve alacağını alması için emanetçiye ve borçlusuna bir adam gönderse,
bunların o adama müsteminin malını teslim etmeleri vâcib olur. Müsteminin
emânet bırakmış olduğu malını ve alacağını vermek vâcib olunca -her ne kadar
emânet malı ganimet olsa bile- müsteminin İslâm memleketinde yapmış olduğu
borcu bu emânet malından veya alacağından ödenir. Müslümanlar kâfirlere üstün
gelmeksizin bu müstemin öldürülse veya kendi eceliyle ölse alacağı, ödünç
vermiş veya emânet bırakmış, olduğu malı veresesine kalır. Çünkü kendisi
ganimet değildir ki, malı da ganimet olsun. Nitekim müslümanlar kâfirlere üstün
geldiklerinde bu müstemin kaçsa malı ve alacağı kendisinin olur.
Bir kâfir emân ile İslâm memleketine gelse
de dar-ı harbde zevcesi ve çocukları bulunup orada bir müslümanın yahut
zimmînin yahut kâfirin yanında emânet malı bulunsa kendisi İslâm memleketinde
müslüman veya zimmî olsa, bundan sonra müslümanlar o kimsenin memleketini harb
neticesinde ele geçirseler, zevcesi, çocukları ve malları ganimet olur. Çünkü
malı üzerinde kendi eli ve velayeti yoktur. Akıl baliğ olmayan çocuğu esir
edilip İslâm memleketine getirilse müslüman köle olur.
Bir kâfir dar-ı harbde müslüman olup islâm
memleketine geldikten sonra onun memleketi İslâm ordusu tarafından zabtedilse,
kendisi dar-ı harbde müslümanlığı kabul ettiği için memleket bir olması
dolayısıyla baliğ olmayan çocukları kendisine tebean hür ve müslüman olurlar.
Müslüman veya zimmînin yanında bulunan emânet malı kendinin olur. Çünkü onların
eli kendinin eli gibi muhteremdir, ama kâfirin yanında bulunan emâneti
ganimettir. Bu emâneti her ne kadar bir müslüman gasbetmiş olsa bile yine
ganimet olur. Çünkü gasb edenin eli sahih bir el olmadığı için sahibinin eli
yerine geçemez. Fetih.
Eğer velîsi olmayan bir müslüman yahut
islâm memleketinde müslüman olan müstemin yanlışlıkla öldürülürse, hükümdarın
katilin âkile-sinden diyet alması lâzımdır. Çünkü o katil dokunulmaz olan bir
kimseyi öldürmüştür. Eğer bunlar kasden öldürülseler hükümdarın katili ya kısas
etmesi veya sulh yoluyla diyet alması lâzımdır. Ammenin hakkına riayet etmek
için katili affetme hakkı yoktur.
Bir kâfir yahut mürted yahut üzerine kısas
vâcib olan kimse Harem-i Şerife iltica etse öldürülmez. Ancak çıkıp öldürülmesi
için kendisine yiyecek, içecek verilmez.
Cinayetler bahsinde gelecektir ki, Harem-i
Şerife giren bir kimse âyet-i kerîme ile emniyet ve selâmette olduğu beyan
edilmiştir.
Bir İslâm memleketinin dar-ı harb olması
için İmam-ı Azam'a göre şu üç şartın gerçekleşmesine bağlıdır:
1 - İçerisinde şirk ahkâmı icra
edilmelidir.
2 - Dar-ı harbe bitişik olmalıdır.
3 - İçinde evvelki emân ile nefsi üzere
emin bir müslüman veya zimmî kalmış olmamalıdır.
Bir dar-ı harbin İslâm memleketi haline
gelmesi için yalnız bir şart vardır: O da - ister içinde eski kâfir ahalisi
ikâmet etsin, ister islâm memleketine bitişik bulunmasın- o yerde cuma ve
bayram namazlarının kılınması gibi bütün islâm ahkâmının icra edilmesinden
ibarettir. Dürer.
İZAH
"Zimmet akdi bozulmaz ilh..."
Zira zimmî olan müsteminin dar-ı harbe dönmesi müslümanların zararınadır. Şöyle
ki, dar-ı harbe dönmekle müslümanlara düşman olur. Dar-ı harbde nesli çoğalır,
vermiş olduğu cizye kesilmiş olur. Zeylaî.
"Bir zimmînin de dar-ı harbe dönmesine
ilh..." Yani gelmemek üzere dar-ı harbe gitmek isteyen bir zimmiye müsaade
edilmez. Fakat ticaret maksadıyla müste'min olarak gitmek isterse müsaade
edilir.
Es-Siyerü'l-Kebir'de zikredilmiştir ki, bir
zimmî at ve silâhla beraber müstemin olarak dar-ı harbe gitmek isterse müsaade
edilmez. Çünkü onun hail bunları, onlara satacağına delâlet etmektedir, Ancak
gitmek istediği dar-ı harbin ahalisine düşman olduğu bilinirse, atı ve
silâhıyla gitmesine müsaade edilir. Bir zimmî ticaret maksadıyla katır, merkeb
ve gemiyle müstemin olarak dar-ı harbe gitmek istese müsaade edilir. Çünkü
bunlar yük içindir. Yalnız bunları onlara satmayacağına dair yemin ettirilir.
"Kitabi olan müstemine bir kadının,
müslüman veya zimmî kocan olsa ilh..." Bu müstemine kadın kocasına tebean
zimmî olur. Bu müstemine kadının islâm memleketine geldikten sonra müslüman
veya zimmî ile evlenmiş olması şart değildir, »atta kâfir olan karı ile koca
müstemîn olarak islâm memleketine geldikten sonra, kocası müslüman veya zimmî
olsa icadın kocasına tebean zimmî olur. Sarih "kitabî olan müstemine bir
kadın" diye kayıdladı. Çünkü kadın mecûsî olup kocası müslüman olsa, kaadı
kadına müslüman olmasını teklif eder. Kadın müslüman olursa ne âlâ. Şayet
müslümanlığı kabul etmezse aralarını ayırır. Kadın iddetini bitirdikten sonra
memleketine dönebilir. Bahır, Es-Siyer Şerhi.
"Müstemine kadın kocasına tâbi olur
ilh..." Kadının kocasına tâbi olmasıyla kocasının ikâmet ettiği yerde
ikâmet etmesi murad edilmiştir.
"Bu mehrin hükmünden ilh..." Yani
islâm memleketinde bulunan müste'min borçlansa alacaklı olan kimsenin onu kendi
memleketine dönmesinden menetme hakkı vardır. Bir sene geçip borcunu ödemezse
zimmî olur.
"Müslüman veya zimmîdeki emâneti
ilh..." Yani bu emâneti ganimet olur. Çünkü bu emânet malı sanki kendi
elinde bulunmuştur. Emanetçinin eli kendi eli gibi ötmüş da kendisine tebean
ganimet olmuştur. Malı ganimet olunca beşte bir alınmaz, ancak haraç ve
cizyenin sarfedildiği yere sarfedilir. Çünkü bu mal savaşsız müslümanların
kuvvetiyle alınmıştır. Ganimet ise savaş ile. zorla alınan maldır.
"Bu müsteminin rehninde ihtilâf vardır
ilh..." İmam Ebû Yusuf'a göre rehin, alacağına karşılık olarak alan
kimsenin olur. İmam Muhammed'e göre rehin satılır, rehin alanın alacağı bu
rehin parasından ödenir. Bir şey artarsa, müslümanlar için ganimet olur. Bu
kavil racih görülmüştür. Çünkü borçdan ziyade olan mikdar emânet bahsindedir.
Bahır.
Nehir sahibi Bahır'da zikredileni
reddederek: "Racih olan İmam Ebû Yusuf'un kavlidir." demiştir. Çünkü
müste'minin emânet malı yukarıda geçtiği üzere hükmen kendi elinde bulunduğu
için ganimet olur. Rehin vermiş olduğu malı emânet bırakmış olduğu malı gibi
değildir. Hamevî: "Müsteminin rehin vermiş olduğu malı borcu kadar olursa
İmam Ebû Yusuf'un kavli tercih edilir. Ama rehin bahsinde: "Rehin verilen
mal borçdan ziyade olursa, ziyade olan kısım zayi olduğu takdirde ödenmesi
lâzım olmayan emânettir." diye açıklanmıştır. O halde hak olan Bahır'da
zikredilendir." diye Nehir sahibine cevap vermiştir.
"Müsteminin malını teslim etmeleri
vâcib olur ilh..." Çünkü müsteminin malı ancak kendisinin esir veya
öldürülmesiyle ganimet olur. Halbuki bunlardan birisi bulunmamıştır. T.
"Dar-ı harbde zevcesi ve çocuktan
ilh..." Çünkü baliğ olmayan çocuklar ancak memleket bir olduğunda müslüman
olan babalarına tebean müslüman sayılırlar. Bahır. Keza müslüman olan baba
dar-ı harbde olup baliğ olmayan çocuklar islâm memleketinde bulunsa yine
babasına tebean müslüman sayılırlar. Çünkü dar-ı harbde bulunan müslüman islâm
memleketi ahalisinden sayılır.
T E N B i H: Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde
zikredilmiştir ki, kendi vaziyetini anlatabilecek baliğ olmayan bir çocuk ana
ve babasını ziyaret için islâm memleketine gelmiş olsa bakılır; eğer anası,
babası zimmî olurlarda memleketine dönmesine müsaade edilir. Eğer anası ve
babasından her ikisi veya birisi müslüman olursa müslüman olana tâbi olarak
müslüman olacağı için memleketine geri dönmesine müsaade edilmez. Çünkü kendi
vaziyetini anlatabilecek baliğ olmayan çocuk ile kendi vaziyetini anlatamıyacak
baliğ olmayan çocuk müslüman olan ana veya babasına tebean müslüman sayılmakta
aynı hükümdedir.
Velhâsıl çocukların akıl-bâliğ olmasıyla
müslüman olan ana veya babasına tâbi olmaları sona ermiş olur. Hatta çocuk
mecnun olarak baliğ olsa müslüman olan ana veya babasına tâbi olması devam
eder. İslâm memleketinde müslüman olan bir kimsenin oğlu baliğ olduğunu iddia
edip şâhid getirse, babası da baliğ olmadığını iddia edip şâhid getirse kaadı
çocuğu bilirkişiye gösterir. Ama babası müslüman olup bir müddet geçtikten
sonra çocuğu böyle bir dâvada bulunacak olursa, çocuğun müslüman sayılması için
Babanın şâhidleri kabul edilir.
"Hükümdarın katilin âkılesinden diyet
alması lâzımdır ilh..." Hükümdar bu diyeti kendisi için almayıp beytülmâla
koymak için alır.
"Hükümdarın katili ya kısas etmesi
ilh..." Hükümdarın katili öldürmesinden diyet alması beytülmâl için daha
faydalı ise de, fakat katili kısas etmesinde de müslümanların öldürülmesini
menetme bakımından başka bir faide vardır. Bahır.
"Veya sulh yoluyla diyet alması
ilh..." Yani katilin rızasıyla diyet almasıdır. Çünkü amden öldürmenin
cezası kısastır. Velhâsıl velîsi olmayan birmüslüman amden öldürüldüğü takdirde
hükümdar "ya katili kısas olarak öldürür veya katil razı olursa
öldürülenin diyetini" alır. Çünkü hükümdar öldürülenin velîsidir. Bunun
delili, Peygamber Efendimizin:
"Müslüman hükümdar velisi olmayanların
velisidir." hadis-i şerifidir. "Ammenin hakkına riayet etmek için
katili affetme hakkı yoktur ilh..." Çünkü hükümdarın âmme üzerindeki
velayet ve selahiyeti onların hakkını korumak içindir. Katili diyet almadan
affetmesi ise onların hakkını korumaktan değildir. Fetih.
Yine Fetih'de zikredilmiştir ki, amden
öldürülmüş olan lâkît (ailesi tarafından sokağa atılmış çocuk) olursa İmam-ı
Azam ile İmam Muhammed'e göre hükümdar, katili kısas olarak öldürür, İmam Ebû
Yusuf'a göre öldürmez. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
"Üzerine kısas vâcib olan ilh..."
Yani bir kimse bir şahsın bir azasını kestikten sonra harem-i şerife iltica
etse, ittifakla caninin harem-i şerifde kısas olarak azası kesilir. T.
"Harem-i şerife iltica etse im..."
Yani bir kimse harem-i şerifin haricinde amden bir şahsı öldürdükten sonra
harem-i şerife iltica etse harem-i şerifde öldürülmez. Ancak kendi rızasıyla
çıktıktan sonra öldürülmesi için kendisine yiyecek, içecek verilmez. Eğer bir
kimse bir şahsı amden harem-i şerifde öldürürse, ittifakla katır harem-i
şerifde öldürülür. Eğer Beytullah'da öldürürse, orada öldürülmez.
Es-Siyerü'l-Kebir şerhinde zikredilmiştir
ki, bir cemaat savaşmak için harem-i şerife girmiş olsalar, onlar ile
savaşmakta bir beis yoktur. Çünkü Allah-ü Teâlâ:
"Onlar, Mescid-i Haram yanında sizinle
savaşıncaya kadar, siz de orada kendileriyle savaşmayın. Fakat (orada) sizi
öldürürlerse siz de onları öldürün." (Bakara Sûresi, âyet: 191)
buyurmuşlardır.
Harem-i şerifin hürmeti onların ezalarına
katlanmamızı gerektirmez. Nitekim harem-i şerifte bir av hayvanı bir insana
saldırsa, ezasını defetmek için onu öldürmesi caizdir, O cemaat harem-i şerifin
haricinde savaşıp hezimete uğradıktan sonra harem-i şerife girseler kendilerine
dokunulmaz. Ancak onların harem-i şerifde cemiyetleri bulunup kuvvet teşkil
ederlerse öldürülürler. Kâfirler hakkında zikredilen bütün hükümler hariciler
ile bağlı (kendilerince doğru görülen bir delilden dolayı isyan eden kimse) ler
hakkında da geçerlidir.
"Bir islâm memleketinin ilh..."
Kâfirlerin islâm memleketlerinden bir memleketi mücerred ele geçirseler yahut
bir şehir ahalisinin mürted olarak küfür ahkâmını icra etseler yahut zimmîlerin
ahidlerini bozarak memleketlerini ele geçirseler bu üç surette islâm memleketi,
dar-ı harb olmaz. Bir islam memleketinin -Allah korusun- dar-ı harb olabilmesi
için metinde zikredilen üç şartın tahakkuk etmesi lâzımdır. Bu, imam-ı Azam'a
göredir, imameyn'e göre, bir islâm memleketinin -Allah korusun- bir dar-ı harbe
çevrilmesi için şu bir şartın gerçekleşmesine bağlıdır. O da içerisinde küfür
ahkâmının icra edilmesidir. Hindiyye.
Bir islâm memleketi-Allah korusun- dar-ı
harb olunca orada hadler ve kısas icra edilmez. Müslüman bir esirin kâfirlerin
mâllarına ve canlarına taarruz etmesi caizdir. Kadınların namusuna dokunması
caiz değildir. Bir dar-ı harbde, dar-ı islâm olunca islâm ahkâmı tatbik edilir.
Dürerü'l-Bihar'da zikredilmiştir ki,
yukarıda yazılı üç şartın gerçekleşmesiyle dar-ı harbe çevrilmiş bir islâm
şehrinin ahalisine emân verilip içinde İslâm ahkâmını icra edecek bir kaadı
tâyin edilince tekrar islâm memleketine dönmüş olur. Eski mülk sahihleri
mallarını bizzat bulurlarsa meccanen alırlar. Mallarını bir müslüman veya
kâfir, bir müslümana veya zimmîye satmış veya hibe edip teslim etmiş olduktan
sonra bulurlarsa, kıymetleriyle alabilirler.
"İçerisinde şirk ahkâmı icra
edilmelidir ilh..." Yani İslâm hükümlerinden herhangi bir hüküm icra
edilmelidir, hem islâm ahkâmı hem de şirk ahkâmı icra edilse dar-ı harb olmaz.
Hindiyye.
"Evvelki emân ile nefsi üzerine emin
bir müslüman ilh..." Evvelki emândan maksad, müslüman için İslâmiyeti
cihetiyle zimmî için de zimmet akdi sebebiyle islâm hükümetinin kuvvetine
dayanmış olarak sabit olan emniyet ve selamettir.
T E T İ M M E : Câmiu'l-Fûsuleyn'in
evvelinde zikredilmiştir ki, kâfirler tarafından vali tâyin edilen her şehirde,
müslümanlar üstün bulunduğu için, cuma ve bayram namazlarının kılınması haracın
alınması, kadı tâyin edilmesi, yetimlerin evlendirilmesi caizdir. Kâfirlere
itaat etmeye gelince; bu bir anlaşmadan ibarettir. Kâfir valiler bulunan
beldelerde müslümanların, cuma ve bayram namazlarını kılmaları caizdir.
Müslümanların rızalarıyla bir zat kaadı olur. Müslümanların kendi üzerlerine
müslüman bir valinin tâyin edilmesini talebi etmeleri vâcibtir.
ÖŞÜR,
HARAÇ VE CİZYE BEYANINDA BÂB
METİN
Şam ile Küfe hududundan Yemen'in son
noktasına kadar olan arap arazisi, halkı kendi istekleriyle müslüman olan
memleketlerin arazisi, harble alınıp mücahidler arasında taksim edilen
memleketlerin arazisi ve ashab-ı kiramın icma ile Basra arazisi de öşriyedir.
Çünkü öşür müslümanlara daha lâyıktır.
Keza bir memleket ilk fethedildiğinde
hükümdar tarafından kendisine mülk olarak verilen hanesini bir müslüman bahçe veya
bağ yapsa, yine öşriye olur. Dürer. Bu mesele ile ilgili bahis tam olarak Âşir
babında geçmiştir. Sarih: "Biz buna dair tafsilâtı Mültekâ üzerine olan
şerhimizde yazdık." demiştir.
Irak sevadi (arazisi) haraciyedir. Bu
arazinin eni Uzeyb (Küfe köylerinden bir köy) den, Akâbe-î Hulvan (Bağdat ile
Hemedan arasında bir köy) a, uzunluğu ise Als (Dicle'nin doğusunda alevilere
vakfedilmiş bir köy) den Abba'dan (Abadan) (deniz kenarında küçük bir kale) a
kadardır. "Abadan'ın gerisinde köy olmayıp Basra körfezi vardır."
demek darb-ı mesel olmuştur. "Als" yerine "sa'lebe"
denilmesi musannıfın Muğrib adlı lügat kitabından galet olarak nakletmiş
olmasıdır.
Irak arazisinin uzunluğu yirmi iki buçuk
günlük, eni ise on günlük mesafedir. Sirâc.
Mekke-i Mükerreme'den başka harb yoluyla
fetholunup müslümanlar arasında taksim edilmeyip gerek kendi ahalisine, gerekse
dışarıdan getirilen ve müslüman olmayan halka mülk olarak verilen arazi yahut
sulh yoluyla fetholunan arazi haraciyedir. Çünkü haraç kâfirlerin hallerine daha
lâyıktır.
Irak arazisi halkının mülküdür, arazilerini
satmaları ve onda diledikleri gibi tasarrufda bulunmaları caizdir. Diğer üç
mezheb imamlarına göre bu arazi müslümanlar için vakıftır, satmaları caiz
değildir. Fetih.
Vakfın, baliğ olmayan çocuğun, delinin
arazileri haraciye olursa haraç, öşriye olursa öşür vâcib olur. Ancak
beytülmâldan satın alınan araziyi satın alan kimse" vakfederse, o arazide
öşür ve haraç olmaz. Mültekâ şerhinde sarihin zikrettiğine göre vakfetmese de
satın alan kimseye yine öşür ve haracdan bir şey lâzım gelmez.
Fukâha : "Mısır ile Şam'ın, arazisi
haraciyedir." demişlerdir.
Fetih'de zikredilmiştir ki, zamanımızda
Mısır arazisinden alınan meblağ ücrettir, haraç değildir. Galiba bu arazi ekip
biçenlerin mülkü olmayıp, eski mülk sahihleri zamanla varissiz olarak öldükleri
için beytülmâla kalmıştır. Buna göre hükümdarın bu araziden herhangi bir yeri
satması veya beytülmâla vekil tâyin ettiği zattan satın alması sahih değildir.
Çünkü hükümdar yetimin vekili gibidir. Bu araziden herhangi bir yeri zaruretten
dolayı satması caizdir. Zamanımızda arazilerde ve beytülmâlde yersiz tasarruf
ve muamelelerin fena akıbetinden Allah-ü Teâlâ'ya sığınırız.
Bahır sahibi hükümdarın zaruretten dolayı
tasarrufunun caiz olması üzerine müteahhirinin müftâbih olan "Akar (gayr-i
menkûl mal) da iki kat kıymet koymak suretiyle kendisine meyil ve rağbet
ettirmesi caizdir." kavillerini de ziyade etmiştir.
Sarih şöyle diyor: Vasî babında gelecektir
ki, baliğ olmayan çocuğun yedi yerde akarının satılması caizdir.
Şam müftüsü Fazlullahı'r-Rûmî, "Bizim
arazimizin ekseri sahihleri kalmamış olup beytülmâlın olmasıyla, sultaniye
arazisidir ki, ekip biçenlerin elinde ariyet gibidir." diye fetva
vermiştir.
Vâkıât'dan naklen Nehir'de zikredilmiştir
ki, hükümdar sultaniyye araziden bir yeri kendisi için satın almak istese,
beytülmâl vekili gibi başka bir kimseye onu satmasını emreder. Sonra satın alan
kimseden kendisi satın alır. Böyle sert yol ile beytülmâldan satın alınmış
olduğu bilinmezse, yine asıl olan alış-verişin sahih olmasıdır. Alış-verişin
sahih olmasıyla, "beytülmâldan satın alınan malların vakfedilmesinin sahih
olması, vakfedenlerin şartlarının sahih olması, bu araziler üzerine haracın
lâzım olmaması" bilinmiştir.
İZAH
"Öşür, haraç ve cizye ilh..."
Musannıf müste'minin nasıl zimmî olacağını beyan edince, zimmî olduğuna göre
arazisine mâlî vazifeden ne lâzım olduğunu beyan etmeye başladı. Arazinin
vazifesini tamamlamak için haraçla beraber öşrü de zikretti, öşür de ibâdet
mânâsı bulunduğu için onu önce zikretti. Sarfedilecek yerleri bir olduğu için
cizyeyi de ona ilhak etti. Nehir.
"Arap arazisi ilh..."
Tatvim'ül-Büldân Muhtasarında zikredilmiştir ki, Arap Yarımadası, Tîhâme,
Necid, Hicaz, Uruz ve Yemen olmak üzere beş bölgeye ayrılır. Tihâme, Hicaz'ın
güney bölgesidir. Necid, Hicaz ile Irak arasında bulunan bölgedir. Hicaz, Yemen
dağlarından başlayıp Şam'a kadar devam eden bölgedir. Bu bölgede Medine ve
Amman şehirleri vardır. Uruz, Yemame dahil olmak üzere Bahreyn'e kadar uzanan
bölgedir. Hicaz'a, Necid ile Yemame arasını ayırdığı için Hicaz adı
verilmiştir.
"Basra arazisi de asriyedir
ilh..." İmam Ebû Yusuf'a göre, kıyas Basra arazisinin haraciyye olmasıdır.
Çünkü Basra arazisi haraç arazisine yakındır. Fakat ashab-ı kiramın icma'ıyla
kıyas bırakılmış ve öşür arazisi olmuştur. Dürr-i Müntekâ.
Velhâsıl ilerde gelecektir ki, bir müslüman
hükümdarın müsaadesiyle boş ve sahibsiz bir araziyi ihya etse, yani ekse, biçse
İmam Ebû Yusuf'a göre bu arazi haraciye arazisine yakın ise haraciye, Öşriye
arazisine yakın ise Öşriye olur. İmam Muhammed'e göre kendisini sulayan suyuna
itibar edilir. Haraç suyu ile sulanıyorsa haraciyye, öşür suyu ile sulanıyorsa
Öşriye olur. Fakat fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir. Basra
arazisinimüslümanlar ihya etmişlerdir. Çünkü Basra şehri Hz. Ömer İbn-i Hattab
zamanında yapılmıştır. Haraç arazisi olan Irak arazisine yakındır.
"Çünkü Öşür müslümanlara daha lâyıktır
ilh..." öşürde ibâdet mânâsı vardır, öşür tarladan çıkandan alındığı için
hafiftir. Öşür, halkı kendi istekleriyle müslüman olanların arazisinden veya
harb yoluyla fethedilip müslümanlar arasında taksim edilen arazilerden alınır.
Arap arazisi asriyedir. Çünkü Peygamber Efendimiz ve dört halifeden hiç birisi
arap arazisinden haraç almamışlardır, Arabların kendileri köle olmadığı gibi
arazileri üzerine de haraç yoktur. Çünkü arabların köle olmaları caiz değildir.
Ya müslüman olurlar ya öldürülürler. Nehir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Mültekâ üzerine olan şerhimizde
ilh..." Mültekâ şerhinin ibaresi şöyledir: Bir hane batice yapılırsa
batice zimmînin olursa, mutlak surette haraciyye olur. Bu, İmam-ı Azam'a
göredir, İmameyn buna muhaliftir. Müslümanın olursa, haraç suyu ile sulanıyorsa
haraciyye, öşür suyu ile sulanıyorsa öşriye olur. Bir müslüman veya zimmî
arazisini bazan öşür suyuyla, bazan da haraç suyu ile sulasa, müslümanın öşür
zimmînin haraç vermesi lâzımdır. Nitekim Mi'râc'da böyle zikredilmiştir.
Bâkânî: "Arazisini haraç suyu ile sulayan müslüman üzerine iptidaen
haracın vâcib olmasını müşkül görmüş, müslüman arazisini hangi su ile sularsa
sulasın üzerine öşür vâcib olur." demiştir. İmam-ı Serahsî: "Ezhar
olan budur." demiştir. Gaye. Bahir sahibi buna "Müslümanın üzerine
zorla haraç konulması yasaktır. Ama kendi isteğiyle konulması caizdir. Nitekim
bir müslüman, hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz olan bir araziyi ihya etse,
arazi haraç suyu ile sulanırsa haraciyye olur." diye cevap vermiştir, öşür
suyu ile haraç suyu hakkında ilerde malûmat gelecektir.
"Irak sevadi ilh..." Yani Irak
ile Arap Irak'ı kasdedilmiştir. Acem Irak'ı kasdedilmemiştir. Dürer. Dürr-i
Müntekâ'da zikredilmiştir ki, sevad; şehrin kenarındaki köy ve kasabalardır.
Ağaçları yeşil, hububatı bol olduğu için bu isim verilmiştir.
Irak: Basra, Küfe, Bağdat ve bu şehirlerin
etraflarının ismidir.
"Küfe köylerinden bir köy ilh..."
Takvimü'l-Büldan'da zikredilmiştir ki, "Uzeyb" Ben-i Temim suyunun
adı olup Küfe Kâdsiye'sinden Mekke-i Mükerreme'ye giden kimsenin çölde ilk
karşılaştığı sudur. Galiba köy ile bu Kâdsiye murad edilmiştir.
"Salebe ilh..." Bazı nüshalarda
"Salebiyye" şeklindedir.
"Mekke-i Mükerreme'den başka
ilh..." Mekke-i Mükerreme her ne kadar harb yoluyla alınmış ise de arazisi
öşriyedir. Çünkü Mekke-i Mükerreme'nin arazisi -yukarda geçtiği üzere- Arap
Yarımadasındadır.
"Gerek kendi ahalisine ilh..."
Yani harb yoluyla alınan arazinin haraciye olmasında kendi ahalisinin üzerinde
bırakılması şart değildir. Şart olan arazinin müslümanlar arasında taksim
edilmemesidir. Böyle bir arazinin haraciyye olması için haraç suyu ile
sulanması da şart değildir. Böyle bir arazi gerek haraç suyu ile, gerekse öşür
suyu ile sulansın haraciyye olur. Nitekim böyle bir arazi müslümanlar arasında
taksim edildiği takdirde her ne kadar haraç suyu ile sulansa bile öşriye olur.
Haraç suyu ile sulanırsa haraciyye, öşür suyu
ile sulanırsa öşriyye olması, bir müslümanın hükümdarın müsaadesiyle ihya
ettiği boş ve sahibsiz arazi hakkındadır. Tahâvî şerhi, Bahir, Fetih.
"Haraç kafirlerin hallerine daha
lâyıktır ilh..." Çünkü haracda ceza mânâsı mevcud olduğu için cizyeye
benzer. Haraç her ne kadar arazı ekilmese bile vâcib olduğu için ağırdır, öşür
ise tarlaya bağlı olmayıp tarladan çıkan mahsûle bağlı olduğu için hafifdir.
"Irak arazisi halkının mülküdür
ilh..." Keza harb yoluyla alınıp kendi ahalisi üzerinde bırakılan yahut sulh
yoluyla alınıp üzerlerine haraç konulan araziler de ahalisinin mülküdür. Dürr-i
Müntekâ.
Ben derim ki: Sahih olan kavle, göre harb
yoluyla alınmış olup haraç vermek üzere ahalisi üzerinde bırakılmış olan Şam
ile Mısır arazisi de halkının mülküdür.
İmam Ebû Yusuf, "Kitabü'l-Harac"
da: "Bu yerler taksim edildiği takdirde -hükümdar her ne kadar bu araziyi
mağlub edilmiş olan ahalisinin elinde bırakmış olsa bile- öşriye olur."
demiştir. İmam Ebû Yusuf'un bu kavli güzel görülmüştür. Çünkü müslümanlar Irak,
Şam ve Mısır'ı fethettiklerinde araziyi müslümanlar arasında taksim edilmeyip
Hz. Ömer (R.A.) bu arazi üzerine haraç koymuştur. Bu yerler ahalisinin
mülküdür.
"Diledikleri gibi tasarrufta
bulunmaları ilh..." Yani Irak arazisi halkının mülkü olduğu için onu
satmaları, rehin vermeleri ve hibe etmeleri gibi her türlü tasarrufları
caizdir. Zira islâm hükümdarı bir beldeyi harb yoluyla fethedip arazisi üzerine
haraç, ahalisi üzerine cizye koyduğu takdirde arazisi ahalisinin mülkü olarak
kalır. Evlâdlarına miras olarak intikâl eder, vârislerden hiç bir kimse
kalmayınca beytülmâla kalır. Fetih, Dürr-i Müntekâ.
"Vakfın ilh..." Yani haraciyye
olan arazi vakfedilse yine araziden haraç alınır.
"O arazide öşür ve haraç olmaz
ilh..." Bahır'da "öşür" zikredilmemiştir. Bahir sahibi
"Mısır arazisinden haraç kalkmıştır. Çünkü eski mülk sahihleri öldüğü için
beytülmâle kalmıştır." diye inceledikten sonra şöyle devam ediyor: Bir
kimse Mısır arazisinden herhangi bir yeri hükümdardan sahih olarak satın aldığı
takdirde ona mâlik olur ve o yerin haracı da yoktur, kendisine haraç vermek de
vâcib olmaz. Çünkü hükümdar o yerin bedelini müslümanlar nâmına almıştır. O
kimse bu yeri vakfettiği takdirde bu yer üzerine haraç vâcib olmaz. Bu bahsin
tamamını "Et-Tûhfetü'l-Marziyye fi'l-Arâzi'l-Mısriyye" isimli
risalemizde yazdık. Bahir sahibinin sözü burada sona erer.
Ben derim ki: Bahır sahibi bu risalesinde
"Böyle bir yerde öşür de vâcib olmaz. Çünkü öşür vâcib olur diye herhangi
bir nakil görülmemiştir." diyezikretmiştir. Bahir sahibinin "Böyle
bir yerde öşür de vâcib olmaz." sözünün zayıf olduğu bilenler için gizli
değildir. Çünkü fukâhâ: "öşrün farzıyyeti kitab, sünnet, icmâ ve kıyasla
sabittir, öşür, meyvelerin ve hububatın zekâtıdır, öşür haraciye olmayan
arazide vâcibtir. öşür sahralar, dağlar gibi öşrî ve haracı olmayan yerlerden
toplanan meyvalardan bile vâcibtir. Öşrün vücubunun sebebi, mahsul verecek
kabiliyyette olan arazinin kendisidir. Öşür, baliğ olmayan çocuğun, delinin ve
mükâtebin arazisinde de vâcibtir. Çünkü öşürde itibar, araziyedir, mal sahibine
değildir, öşürde araziye mâlik olmak şart değildir. Şart olan, çıkan mahsule
mâlik olmaktır. Buna göre vakıf arazilerde de öşür vâcibtir. Çünkü Allah-ü
Teâlâ'nın:
"Ey imân edenler, kazandıklarınızın en
güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infâk edin." (Bakara
Sûresi, âyet: 267) Ve :
"Biçildiği günde hakkını (sadakasını)
verin." (Enâm Sûresi, âyet: 141) kavl-i kerîmleri ve Peygamber Efendimizin
:
"Yağmurun suladığı herşeyde öşür
vardır, kova veya dolapla sulananlarda ise öşrün yarısı vardır." hadîs-i
şerifi umumi olduğu içindir, öşür, arazinin kendisine değil çıkan mahsulatından
vâcibtir, demişlerdir. Şübhe yok ki, hükümdardan satın alınan yerde, öşrün
vücubunun sebebi olan mahsul verecek kabiliyette arazi mevcuddur. öşrün
vücubunun şartı olan araziden çıkan mahsule mâlik olmak da mevcuddur. "Bu
araziye öşür yoktur." diyebilmek ipin hususi delile ve açık nakle ihtiyaç
vardır. Arazi ile ilgili haracın düşmesinden, araziden çıkan mahsul ile ilgili
öşrün düşmesi de lâzım gelmez. Bedayi.
"Fukâhâ ilh..." Hidâye'de ve
diğer mu'teber fıkıh kitablarında Şam arazisi ile Mısır arazisinin haraciyye
olduğu açıklanmıştır. Velhâsıl bu arazilerin haraciyye olduğunda ittifak
vardır. Fakat Mısır'ın harb yoluyla mı yoksa sulh yoluyla mı alınmış olduğu
hususunda fukâhâ arasında ihtilâf vardır.
"Zamanımızda Mısır arazisinden alınan
meblağ ücrettir, haraç değildir ilh..." Keza Şam arazisi de böyledir.
Dürr-i Müntekâ'da zikredilmiştir ki, hükümdar Mısır arazisini kiraya verip
bütün ücretini beytülmâl için alır. Nitekim bir hane beytülmâle kaldığı zaman
hükümdar muhayyer olup dilerse haneyi kiraya verip kirasını alır, dilerse
haneyi satıp parasını beytülmâle koyar. Buna göre Mısır ve Şam arazisinin kendi
mâliki tarafından yahut hükümdar tarafından satılması sahihtir. Mâliki
tarafından satılırsa, arazi yine haraciye olur. Hükümdar tarafından
"satılırsa bakılır: Eğer mâliki ekip biçmekten âciz olduğu için satılmış
ise yine arazi haraciye olur. Mâliki ölmüş olduğu için satılmış ise -yukarıda
geçtiği üzere- beytülmâla kalmış olduğundan araziden haraç düşmüş olur.
Hükümdar böyle bir araziyi sattığı takdirde satın alan üzerine haraç vâcib
olmaz. Satın alan ister bu araziyi vakfetsin, isterse kendisine mülk olarak
bıraksın.
Ben derim ki: Bu, üçüncü nevi arazidir.
Yani bu nevi arazi, öşriye ve haraciye değildir. Buna "memleket
arazisi" denilir. Bu, ya asıl mâlikleri vârissiz olarak ölüp beytülmâle
kalmış veya harb yoluyla alınıp kıyamete kadar müslümanlar için bırakılmış olan
topraklardır. Tatarhâniyye'de "memleket arazisi"nin hükmü şöyle beyan
edilmiştir: Hükümdar bu araziyi iki yoldan biriyle çiftçilere verir. Ya ekip
biçme hususunda çiftçileri mülk sahihleri yerine koyup onlardan haraç alır veya
araziyi haraç mikdarıyla onlara kiraya verir. Bu araziden alman kira hükümdar
hakkında haraç yerine geçer. Bu alınan kira para olarsa vazife haracı olur.
Araziden çıkanın bir kısmı alınırsa mukâseme haracı olur. Bu araziden alınan
kira kiracı hakkında ücret olup öşür ve haraç değildir.
Memleket arazisinde öşür ve haraç lâzım
olmayınca, bu araziden alınan yalnız ücret olmuş olur.
Ben derim ki: Buna göre memleket arazisini
ekip biçen çiftçiler üzerine öşür veya haraç lâzım gelmez. Şu kadar var ki,
İmameyn'in kavline göre öşür kiracı üzerine lâzımdır. Ancak bu araziden alınan
ücret her bakımdan ücret değildir. Hükümdar hakkında bu ücret haraç yerine
geçer. Haraç ile öşür ise bir arazide toplanmaz. Teemmül et. Sonra,
Hayriyye'de: "Vakıf arazisini ekip biçen çiftçi hisse ile çatıştığı için
kiracı gibi olup kendisine haraç lâzım gelmez." diye zikredilmiş olduğunu
gördüm.
İs'af'da zikredilmiştir ki, Mütevelli vakıf
araziyi müzâraa (çıkan mahsulün bir kısmını işleyen almak şartıyla yeri ekmek
için yapılan akid'dir) olarak verse, haraç veya öşür vakıf ehlinin hissesinden
lâzım gelir. Çünkü müzâraa mânâ bakımından kiradır.
"Arazi beytülmâl için olup çiftçilere
müzâraa olarak verildiği takdirde onlardan alman kira bedelidir, haraç
değildir." diye hüküm verilir. Nitekim 'bunu Kemdi ve diğer fakihler açık
olarak beyan etmişlerdir. Çiftçilerden çıkan mahsulün dörtte biri veya üçte
biri kira bedeli olarak alındığı takdirde araziden çıkacak mahsulün bir kısmına
arazinin kiraya verilmesinin fâsid olması lâzım gelir. Çünkü araziden ne kadar
mahsul çıkacağı bilinmemektedir. Burada "Arazinin bu seklide kiraya
verilmesinin caiz olmasının sebebi nedir?" diye sorulursa, Dürr-i
Müntekâ'da buna "Alınan kira bedeli hükümdar hakkında haraç yerine
geçmektedir. Kiracılar hakkında da hakikaten ve hükmen haraç sahih olmadığı
için zaruri olarak kira bedeli ücret yerine geçmektedir." diye cevap
verilmiştir.
Ben derim ki: Hayriyye de geçtiği üzere
bunu hakiki kira değil de, kira mânâsında müzâraa demek mümkündür. Bundan
dolayı Fetih'de zikredilmiştir ki, memleket arazisinden alınan kira bedelidir.
Bundan sonra bilmiş ol ki, "Memleket arazisi" denilen beytülmâl
arazisi elinde bulunanlar, bu arazinin vergisini verdikleri müddetçe ellerinden
alınmaz, kendileri öldüğü zaman miras olarak çocuklarına geçmez, bu araziyi
satmaları sahih olmaz. Fakat Osmanlı devletinde resmî hüküm şöyledir: Bir kimse
ölüp oğlu bulunursa, arazi meccanen oğluna geçer. Oğlu bulunmazsa beytülmâla
kalır. Ölen kimsenin kızı veya baba bir kardeşi bulunup araziyi isterlerse,
arazi kendilerine fâsid kira ile verilir.
Araziyi tasarrufunda bulunduran kimse,
arazinin durumuna göre araziyi üç veya daha fazla sene boş bırakırsa, arazi
kendisinden alınıpbaşkasına verilir. Arazi elinde bulunan kimselerden hiç
birisi sultanın veya naibinin izni olmaksızın başkasına devretmesi sahih
değildir. Nitekim Mültekâ şerhinde de böyle zikredilmiştir.
"Bu arazi ekip biçenlerin mülkü
olmayıp ilh..." Ben derim ki: Şam arazisi ekip biçenlerin mülkü olup
olmadığı bizim için malum değildir. Vakıf köyler ile vakıf arazinin ve
beytülmâla aid bulunan arazinin ekip biçenlerin mülkü olmadığı malumdur.
Bunlardan başka arazilerin nesilden nesile miras olarak geçtikleri ve
satıldıkları görülmektedir.'
Fetâvay-i Hayriyye'nin şüf'a bahsinde
zikredilmiştir ki; "Birkaç kardeşin ağaçlık arazisi bulunup başka bir
kimsenin de bu araziye komşu olan ağaçlık bir arazisi bulunursa, bu iki
arazinin yolları bir olup o kimsenin arazisi haraciye olursa, arazisini satmak
istediğinde kardeşler bu araziyi şüf'a hakkıyla alabilirler mi, yani arazinin
haraciye olması şüf'a hakkına mâni olur mu?" diye sorulmuş, "Arazinin
haraciye olması şüf'a hakkına mâni değildir. Çünkü arazinin haraciye olması
araziye mâlik olmaya münâfî değildir." diye cevap verilmiştir.
Tatarhâniyye'de ve diğer mu'teber fıkıh
kitablarında zikredilmiştir ki; haraç arazisi sahibinin mülküdür, öşür arazisi
de sahibinin mülküdür. Bu arazilerin satılmaları, vakfedilmeleri caiz olur ve
diğer mülkler gibi vârislere miras olarak kalır. Bu arazilerde şüf'a hakkı
sabit olur. ama hükümdar beytülmâla tahsis etmiş olduğu araziyi halka müzâraa
olarak verse, bu arazi satılmaz ve bunda şüf'a hakkı da yoktur.
Elinde arazi bulunan kimse araziye satın
alma yahut kendisine miras kalma yahut mülk sebeblerinden herhangi bir sebeb
ile mâlik olduğunu ve arazinin haracını verdiğini iddia etse, sözü kabul
edilir. Başka bir şahıs da arazinin kendi mülkü olduğunu dâva etse, kendisinden
sâhid istenir. Eğer şer'î cihetten şâhidle dâvasını isbat ederse, arazi birinci
kimseden alınıp bu sahsa teslim edilir. Bu, memleketimizde çok vâki olduğundan
dolayı milletin hakkını korumak için her zaman kendisine muhtaç olunan şeriatın
hükmünü açıkladım, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
Fetâvay-ı Hayriyye'de zikredilen fıkıh
kaideleri üzerine cari gazel bir söz olduğu bilenler için gizli değildir. Şöyle
ki: fukâha "Bir arazinin bir kimsenin elinde olup, onda tasarrufda
bulunması arazinin kendisinin mülkü olduğunu gösteren en kuvvetli
delillerdendir. Bundan dolayı "bu arazi bu kimsenin mülküdür" diye
şâhidlik yapmak şahindir." demişlerdir.
İmam Ebû Yusuf'un harac risalesinde
zikredilmiştir ki, haraç veya harb ehlinden herhangi bir kavim helak olup
onlardan hiçbir kimse kalmayıp arazileri boş kalsa, kimin elinde olduğu
bilinmeyip hiçbir kimse bu arazi hakkında dâvada bulunmasa, bir kimse bu
araziyi alıp ekip, biçip veya üzerinde ağaç yetiştirip haracını veya öşrünü
verse, arazi kendisinin olur. Bu beyan edilen arazi sahibsiz ve boş arazidir.
Hükümdarın herhangi bir kimsenin elinde bulunan arazisini alma hakkı yoktur.
Meğerki bilinen sabit bir hak ile alınmış olsun, İmam Ebû Yusuf (Rh. A.)'a
göre; Irak, Şam ve Mısır arazileri, harb yoluyla alınıp mağlûb olan ahalisine
bırakılmış olduğu için haraciyyedir.
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir
ki; bir kavim kendi arazileri üzerine -meselâ Şam arazisi gibi gerek şehirleri
gerekse köyleri olsun- müslümanlarla sulh oldukları takdirde müslümanların
bunların hanelerinden veya arazilerinden herhangi bir yeri almaları veya
onların yerlerinde konaklamaları caiz değildir. Çünkü onlar ahid ve sulh
ehildir. Bu araziler ahalisinin mülküdür. "Eski ahalisinin hepsi varissiz
olarak ölmüş ve bu araziler beytülmâla kalmıştır." demek ihtimal ile
verilen bir hükümdür, ihtimal ile nasıl hüküm verilebilir? Çünkü ihtimal sabit
olan mülkü nefyedemez.
Metinde, Hidâye'ye tâbi olarak "Irak
arazisi ahalisinin mülkü olup, bunu satmaları ve her türlü tasarrufda
bulunmaları caizdir. Mısır ile Şam arazisi de Irak arazisi hükmündedir."
diye açıklanmıştır. Bu, biz Hanefilerin mezhebine göre açıktır. "Bu
araziler müslümanlara vakfedilmiştir." diyen zâta göre de acıktır, İmam-ı
Sübkî: " Şam ve Mısır arazileri ya vakıf veya mülk cihetinden ellerinde
bulunan müslümanların olmasında şübhe yoktur. Çünkü bir kimsenin elinde bir şey
bulunup kendisine o şeyin kimden kaldığını bilmese, o şey kendinin olur O şeyin
kimden kaldığına dâir kendisinden şâhid istenmez.
Bir kimsenin elinde veya mülkünde bir yer
bulunsa, "Yâ ihya (hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz bir araziyi ekip
biçme) veya şer'an sahih bir yoldan elde etmiştir." diye hüküm verilir, demiştir.
İbn-i Hacer-i Mekki, Fetâvâ'sında Sübkî'nin
sözünü naklettikten sonra, bu söz bizim "Mülk ve vakıf sahiblerinin
arazileri olduğu gibi ellerinde bırakılır. Arazinin aslının beytülmâlin mülkü
veya müslümanlara vakfedilmiş olması bize zarar vermez." diye hükmetmemiz
hususunda acıktır. Çünkü vakıf veya mülk olduğu bilinmeyen bir arazinin
hükümdarın izniyle boş ve sahibsiz bir yerden ihya edilmiş olması muhtemeldir.
Beytülmâldan alınmış olduğunu farzetsek uzun zaman bu kimselerin ellerinde
bulunup mâliklerin mülklerinde tasarruf ettikleri gibi tasarruf etmeleri bu
arazinin bu kimselerin ellerinden alınamıyacağına kesin ve acık bir
karinedir." demiştir.
Sübkî; "Beyyine (delil, şâhid) ile
değil de istishâb (geçmişte sabit olan bir şeyin şimdi de sabit ve bakî
olduğunu söylemek) ile arazi elinde bulunan kimsenin elinden alınır, diye hüküm
verilecek olsa, zalimlerin insanların ellerinde bulunan arazilerin üzerine
musallat edilmesi lâzım gelir." demiştir.
İbn-i Hacer uzun uzadıya izanda bulunduktan
sonra şöyle devam ediyor; Mısır ve Şam arazisi kendilerine nereden intikal
ettiği bilinmeyen kimselerin ellerinden alınmaz. Çünkü imamların "Küfür
için yapılmış kiliseler bir sahraya yapılmış olup, sonra şehrin kiliselere
kadar genişlemiş olması ihtimali ile amel ederek kiliseler yıkılmayıp olduktan
gibi bırakılır" demeleri caiz olursa, "Ellerinde arazi bulunan
kimselerin bu araziyi ya sahibsiz bir yerden ihya etmiş olmaları veya şer'an
sahih bir yoldan kendilerine intikal etmiş olması ihtimalinden dolayı arazi ellerinden
alınmaz." demeleri evleviyetle caizdir.
Mısır harb yoluyla alındığı için beytülmâla
aiddir, bu arazinin vakfedilmesi sahih olmaz; diyerek vakıf olsun veya olmasın
bütün Mısır topraklarını beytülmâl namına almak isteyen kimseyi İbn-i Hacer
güzel bir şekilde reddetmiştir.
İbn-i Hacer'in karşı çıktığı bu zalim
hükümdardan önce, bir hükümdar aynı hükmü yani Mısır harb yoluyla alınmış
olduğu için beytülmâle aiddir diyerek gayr-i menkûl malı bulunan herkesin
elinde bulunan malların kendisinin mülkü olduğuna dâir senet getirmesini, aksi
takdirde topraklarını ellerinden alacağını ilân etti. Bunun üzerine Şeyhülİslâm
İmam-ı Nevevî "Hükümdara bunun cehalet ve inattık olduğunu, bunun İslâm
âlimlerinden hiçbir âlime göre helâl olmadığını, bir kimsenin elinde bulunan
şeyin kendisinin mülkü olduğunu, hiç bir şahsın onun mülküne dokunamayacağını,
bir kimseye elinde bulunan şeyin kendisine aid olduğuna dâir şâhidle isbat et.
diye teklif edilemeyeceğini" bildirdi. Nevevî hükümdarı bu fikrinden
vazgeçirinceye kadar ona va'z ve nasihatte bulunmaya devam etti.
Dört mezhebten herbirine bağlı olan bütün
âlimler İmam-ı Nevevî'nin incelemesini ye üstünlüğünü itiraf ederek onun
naklini ulemanın icmâi nakli gibi kabul etmiş ve "bir kimsenin elinde
bulunan şeyin kendisinin mülkü olduğuna dâir senet istenmeyeceği"
hususunda ittifak etmişlerdir.
Ben derim ki: Sübkî, İbn-i Hacer ve Nevevî
gibi âlimlerin mezhebine göre Mısır ile Şam arazisinin aslı ya müslümanlara
vakfedilmiş veya beytülmâla aiddir. Bununla beraber bu âlimler: "Bir kimse
bir arazinin kendi mülkü olduğunu iddia ettiği takdirde kendisinin olduğuna
dâir senet istenmez. Çünkü kendisine şer'an sahih bir yoldan intikal etmiş
olması ihtimali vardır." demişlerdir.
Biz Hanefilere göre; Mısır ile Şam
arazileri mağlûb edilen ahalisine bırakılmıştır. O halde nasıl olur da
"Eski mâliklerinin zamanla varissiz olarak ölmeleri ihtimalinden dolayı bu
araziler beytülmâla kalmış olup elinde bulunanların mülkü değildir."
denilebilir? Şayet "Bu araziler ellerinde bulunanların mülkü değildir."
denilecek olsa, bu takdirde vakıfların ve mirasların bâtıl olması ve uzun
zamandan beri ellerinde bulunan kimselerin arazilerinin üzerine zalim
hükümdarların mücadelesiz musallat edilmesi lâzım gelir.
Bir arazinin üzerine öşür veya haraç
konulması arazinin mülkiyetine münafi değildir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Musannifin ve diğer fukahânın kavline göre, Irak arazisi haraciyedir,
ahalisinin mülküdür. Eski ahalisinin varissiz olarak ölme ihtimali, mülkü isbat
eden eli ibtal etme hususunda delil olamaz. Çünkü delilden meydana gelmeyen
ihtimal, kesin olarak sabit olan şeye karşı gelemez. Arazilerde asıl olan
mülkiyetin devam etmesidir. Arazinin elde bulunması araziye mâlik olmanın en
kuvvetli delilidir.
Velhâsıl: Şam, Mısır ve bunlar gibi olan
memleketlerin arazisinden serî bir yol ile beytülmâle aid olduğu bilinen
toprakların hükmünü sarih Fetih'den naklen zikretmiştir. Bunlardan beytülmâle
aid olduğu bilinmeyen topraklar ise sahiblerinin mülküdür. Bunlardan alınan
haraçtır, ücret değildir. Çünkü bu memleketlerin arazileri asılda haraciyedir.
Bu izahı ganimet bil. Çünkü bu, bilinmesi gerekli bir hakikattir. Bu bahse
temas eden bir kimseyi görmediğim için sözü uzattım. Bu bahiste diğerleri
muhakkik Kemâl'e tâbi olmuşlardır. Hak, kendisine uyulmaya daha lâyıktır.
Galiba Kemâl'in ve ona tâbi olanların maksadları beytülmâla aid olduğu bilinen
arazidir. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
"Buna göre ilh..." Yani arazinin
beytülmâla aid olduğuna göre hükümdarın bu araziden herhangi bir yeri satması
sahih değildir.
"Beytülmâla vekil tâyin ettiği zâttan
satın alması sahih değildir ilh..."
Çünkü hükümdar yetimin vasisi gibidir.
Yetimin vasisinin yetimin malını satın alması sahih değildir. Bundan dolayı
"Hükümdar beytülmâl vekilinden satın alamaz." diye kayıdlanmıştır.
Hâniyye ile Hülâsa'da zikredilmiştir ki;
hükümdar beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi almak istediği takdirde o şeyi
başkasına satar, sonra satın alan kimseden satın alır.
Tecnis'de zikredilmiştir ki; hükümdar
beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi kendisi için almak istediği takdirde bir
kimseye o şeyi bir şahsa satmasını, sonra satın alan kimseden kendi namına
almasını emreder. Bu töhmetten daha uzaktır.
"Zaruretten dolayı satması caizdir
ilh..." Yani beytülmâlın ihtiyacına göre beytülmâla aid olan herhangi bir
şeyi hükümdarın satması câizdir. Bahır sahibi: "Hükümdarın mutlak surette
beytülmâla aid olan herhangi bir şeyi satması hükümdarın umum velayeti
bulunduğu için müslümanların menfaatları hususunda dilediği gibi tasarrufta bulunması
caizdir." demiştir.
"Çocuğun yedi yerde akarının
ilh..." Yani vasinin yedi yerde baliğ olmayan çocuğun akar (gayr-ı menkûl
mal) mı başkasına kıymetinin iki katıyla satması caizdir.
1 - Çocuğun nafakası için.
2 - Ölünün borcu için.
3 - Yerine getirilmesi ancak akardan olan
vasiyet-i mürselesi (vasiyet edilen şeyin mikdarı malûm olup da üçte bir,
dörtte bir gibi bir kesir ile kayıdlanmış olmayan vasiyettir. Bir kimseye
meselâ otuz bin lira vasiyet edilmesi gibi) için.
4 - Geliri masrafını karşılamadığı için.
5 - Harab olma korkusu için.
6 - Noksan olma korkusu için.
7 - Zorbanın elinde bulunduğu için.
Bu suretlerde yetimin akarının satılması
caizdir. H.
"Ariyet gibidir ilh..." Yani
elinde Şam arazisi bulunan kimseler mülk sahihleri gibi alma - satma
tasarrufunda bulunamazlar. Hükümdarın kendisine arazi verdiği kimsenin o
araziyi icareye vermesi caizdir.
"Alış-verişin sahih olmasıyla
ilh..." Bu ifadelerin hepsi Nehir sahibinindir. Ama asılları Bahir
sahibine aiddir.
Velhâsıl: Bir kimse beytülmâla aid olan bir
araziyi satın alsa - her ne kadar satın alırken o yerin beytülmâla aid olduğunu
bilmese bile - alım-satımın sahih olduğuna hamledilerek o araziye mâlik olur.
Bu arazi üzerine haraç yoktur. Çünkü bu arazinin eski sahibleri varissiz olarak
ölmüş olup, arazi beytülmâla kalmış olduğundan üzerine haraç vâcib olacak kimse
bulunmadığı için haraç düşmüştür. Hükümdar, bu araziyi sattığı takdirde
arazinin bedelini almış olacağı için satın alan kimse üzerine haraç vâcib
değildir. Yukarda geçtiği üzere öşür de vâcib değildir. Satın almakla bu
araziye mâlik olunca araziyi vakfetmesi sahih olur. Vakıf şartlarına riayet
edilir.
Tuhfetü'l-Marziyye'de zikredilmiştir ki;
gerek sultan, gerek kumandan ve gerekse bunlardan başkası vakfetmiş olsun
vakfın şartlarına riayet edilir.
Eşbâh Haşiyesinde zikredilmiştir ki;
Ebussûud: "Hükümdar ve ümerânın vakıf şartlarına riayet edilmez. Çünkü bu
vakıflar beytülmâldan veya beytulmâla katacak mallardandır. Bunların şartlarına
riayet edilmeyince vakıfnamede olmayan fakat beytülmâlın sarfedileceği
yerlerden olmak üzere vazife (şahıslara hizmetleri karşılığı olarak vakfın
gelirinden verilen ücret) veya müretteb (şahıslara ilmi, salâhı veya
fakirliklerinden dolayı bir hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden verilen
şeydir ki, buna örfde (zevaid) denir) ihdas edilmesi caizdir." demiştir.
Ebussûud, hükümdarların vakıflarının
hallerini bildirmiştir.
Sarih, Mebsûd'dan naklen vakıf bahsinde
zikredecektir ki; vakıf cihetlerinin ekserisi köyler ve mezraalar (tarlalar)
olduğu takdirde hükümdarın vakfın şartına muhalefet etmesi caizdir. Çünkü bu
yerlerin aslı beytulmala aiddir. Yani bu yerlerin beytulmala aid olup
vakfedenin buna mâlik olduğu bilinmediği takdirde bu, hakikaten vakıf olmayıp
irsâd (tahsisat kabilinden) olarak caizdir. Nitekim hükümdar beytulmala aid
araziden bir parçayı beytülmâlda hak sahibi olanların haklarını elde etmeye
yardımcı olmak üzere meselâ âlimler ve talebelere vakfetse tahsisat kabilinden
olarak caiz olur. Buna "vakf-ı ırsâdî" denilir. Bundan dolayı Mısır
Sultanı Berkûk (? - 1398) vakıfların beytülmâldan alınmış olduğunu ileri
sürerek vakıfları bozmak istemiş ve bunun için bir toplantı yapmıştır. Bu
toplantıda Sıracûddin Bülkînî, Burhan b. Cemâa ve Hidâye sarihi Ekmelûddin
hazır bulunmuşlar.
Bülkânî: "Âlimlere ve talebelere
yapılan vakıflar katiyen bozulamaz. Çünkü onların beytulmala ayrılan beşte
birde bundan daha çok hakları vardır." demiştir. Orada bulunanlar bunu
kabul etmişlerdir. Nitekim bunu Suyûtî "En-Naklülmestûr fi-cevâz-i kabz-ı
malûmi'l-vezâif bilâ huzur" isimli eserinde zikretmiştir. Sonra bunun
benzerini Mültekâ şerhinde de gördüm. Bundan açık olarak anlaşılmaktadır ki;
sultanların beytülmâldan yaptıkları vakıflar, hakiki Vakıf olmayıp irsâddır.
Beytülmâldan yapılan vakıflar beytülmâlın sarfedileceği yerlerden olan bir
cihete yapılmış İse bozulmaz. Ama sultan, çocuklarına, âzâdlılarına vakfetmiş
ise bozulur. Sultanların yaptıkları vakıflar irsâd olunca vakfın şartlarına
riayet edilmesi lâzım gelmez. Çünkü bu vakıflar sahih bir vakıf değildir.
Vakfın sahih olabilmesi için vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması şarttır.
Sultan, beytülmâldan bir yeri satın almadan ona mâlik olamaz. Buna Ekmelûddin
muvafakat etmiştir. Bu, Mebsûd'dan ve Ebussûud'dan nakledilene de muvafıktır.
Şarih, Nehir'den naklen vakıf bahsinde
zikredecektir ki; İktâât (hükümdar tarafından bağışlanan topraklar) in
vakfedilmesi, ancak bu topraklar mevad (sahibsiz) araziden veya hükümdarın
kendi mülkü olup bir kimseye vermiş olduğu topraklardan olduğu takdirde
caizdir. Bu, Allâme Kâsım'dan Et - Tûhfetü'l-Marziyye'de: "Sultanın
beytülmâla aid bir araziyi vakfetmesi şahindir." diye zikredilene
muhaliftir.
Ben derim ki: Galiba "Allâme Kasım bu
beytülmâla aid olan arazi bütün müslümanların menfaati için vakfedildiği
takdirde lâzım olup bozulmaz,"' demek istemiştir. Nitekim Kâdîhân'dan
naklen Tarsûsî: "Sultan beytülmâla aid bir araziyi bütün müslümanların
menfaati için vakfetse, caiz olur." diye nakletmiştir.
İbn-i Vehbân: "Hükümdar şer'an
sarfedilecek yere, bir araziyi vakfettiği takdirde zalim hükümdarların o
arazinin gelirini sarfedilmeyecek yere sarfetmelerini önlemiş olur."
demiştir. Yani, vakfın geliri ebedî olarak müslümanların menfaati için
hükümdarın tâyin ettiği cihete sarfedilir. Yukarıda gecen "irsâd"ın mânâsı
da budur, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
Bir zimmî, müslüman hükümdarın izniyle
sahibsiz bir yeri ihya, yani ekse biçse yahut yukarıda geçtiği üzere ya
müslümanlarla birlikte harbettiği veya yol gösterdiği için kendisine ganimetten
yer verilse, bu yer haraciye olur. Çünkü bu ilk defa kâfir üzerine
konulmaktadır. Kâfirin haline lâyık olan haracdır.
Bir müslüman, hükümdarın izniyle sahibsiz
olan bir yeri ihya ederse, "bir şeye yakın olana o şeyin hükmü
verilir" mânâsı gereğince yakınındaki haraciye olursa o da haraciye,
öşriye olursa o da öşriye olur. Bu, İmam Ebû Yusuf'un kavlidir.
Bu yerin öşriye veya haraciye olmasında
karayı sulayan suyuna itibar edilir. Öşür suyu ile sulanırsa ondan öşür, haraç
suyu ile sulanırsa haraç alınır. Çünkü mahsulün yetişmesi suya bağlıdır. Ancak
kâfirin sahibsiz yerden ihya ettiği yer, öşür suyu ile sulansa bile haraç
alınır. Çünkü kâfirin üzerine ilk defa öşür konulamaz. Bu, İmam Muhammed'in
kavildir.
Haraç (arazi vergisi) iki nevidir:
1 - Mukâseme haracıdır ki. araziden çıkan
mahsulün beşte biri veya onda biri mikdarındaki vâcib olan vergidir. Bu haraç
araziden çıkan mahsule bağlıdır.
2 - Vazife haracıdır ki, araziden
faydalanma imkânına bağlı olarak zimmette vâcib olan vergidir. Nitekim Hz. Ömer
(R.A.) Irak topraklarına sulanan yerlerde dönüm (her bir zirâi yedi kabza: 28
parmak olan Kisra zirâiyle uzunluğu ve eni altmış zira yer) başına buğday veya
arpadan bir sâ ile bir dirhem para vergi koymuştur. Bazı fukahâ: "Dönümde
muteber olan her beldenin örf ve âdetidir," demişlerdir. Mısır'da dönüm
"Feddan" İle takdir edilmiştir. Fetih, Muteber olan birinci kavildir.
Bahır.
Ratbenin dönümü başına beş dirhem,
birbirine bitişik üzüm bağları ile hurma bahçelerinin her dönümü başına on
dirhem haraç vardır. Hububat ratbe, üzüm, hurmadan başka ve kendisine Hz. Ömer
(R.A.) tarafından haraç konulmamış olan zâferan ekilen ve etrafı duvarlarla
çevrili bahçelerin içindeki ağaçları seyrek olup, altlarının ekilmesi mümkün
olan yerlerden verimine göre haraç alınır. Yerin verimine göre en fazla yansı
alınabilir. Çünkü yarısını almak insafın ta kendisidir. Binaenaleyh sahih olan-
kavle göre her ne kadar yer verimli olsa bile bu gibi yerlerde çıkanın yarısı
üzerine Hz. Ömer (RA)'in mukâseme ve vazife haracında koymuş olduğu mikdar üzerine
haraç ziyade edilemez. Her tarafı duvarla çevrili bahçelerin içindeki ağaçlar
sık olup ağaçların altını ekmek mümkün olmazsa bu yerler bağ sayılır. Eğer
arazinin kendisine konulmuş olan vazife haracının iki katı mahsul vermeye
tahammülü olmazsa vâcib olarak, iki. katı mahsul vermeye tahammülü olursa, caiz
olarak mahsulünün yansına kadar haraç indirilir.
Mukâseme haracı, çıkan mahsulün yarısı
üzerine ziyade ve beşte birinden noksan edilemez. Haddâdî. Yine Haddâdî'de
zikredilmiştir ki; bir kimse, haracı olan araziye bağ veya meyve fidanı dikse,
o bağ veya bahçe meyvesini verinceye kadar o araziye hububat haracı yani bir
sâ', zahire ile bir dirhem para lâzım gelir,
Keza bir bağ sökülüp yerine hububat ekilse,
o yere devamlı olarak bağ haracı lâzım olur.
Haracı olan araziye dikilmiş olan bağ veya
meyve fidanı meyvesini vermeye başlayınca o bağ veya bahçenin verimine göre
haraç konulur. Fakat bu haraç on dirhem üzerine ziyade edilmez. Eskiden her
dönüm başına konulmuş olan bir sâ, zahîre ile bir dirhem paradan da noksan
edilmez.
Ağaçlık bir yerin ağaçlarının altının
ekilmesi mümkün olursa böyle bir yere "bahçe", ekilmesi mümkün
olmazsa böyle yere "bağ" denir. Su bendi ve arkı üzerine dikilmiş
olan ağaçlardan çıkan meyvalardan öşür ve haraç alınmaz. Burada Haddâdî'nin
nakli son buldu.
Hâniyye'nin zekât bahsinde zikredilmiştir
ki; bir kavm, içinde bağ ve arazi bulunan bir çiftlik satın almak isteyip
bunlardan bir kısmı bağları, diğer kısmı da araziyi satın alıp aralarında
haracın taksimini isteseler, bağlar ile araziden her birinin haraçları
bilinirse, satın almadan önce olduğu gibi bağlara bağ, araziye arazi haracı
konulur. Şayet her birinin satın alınmadan önceki haraçları bilinmeyip hepsinin
birden haracı alınıyorsa, bu takdirde bağ olarak bilinen yere bağ, arazi olarak
bilinen yere arazi haracı hisseler mikdarınca konulup taksim edilir.
Bir köyün haraçları farklı olup köy
halkından haracı çok olanlar diğerleri ile aralarında haracın müsavi olmasını
isteseler, haracın ilk defa müsavi olarak konulup konulmadığı bilinmezse,
olduğu hal üzere bırakılır.
İZAH
"Bu verin öşriye veya haraciye
olmasında kendisini sulayan suyuna itibar edilir ilh..." Musannıf burada
Dürer sahibine tâbi olmuştur. Bu, Hidâye, Tebyîn, Kâfî ve diğer fıkıh
kitablarında zikredilene muhaliftir. Çünkü suya itibar edilmesi, bir müslüman
hanesini bahçe yaptığı takdirdedir.
Kâfî'de zikredilmiştir ki; öşriye veya
haraciye olduğuna dair delil bulunmayan bir yerin öşriye veya haraciye
olmasında kendisini sulayan suyuna itibar edilir. Eğer kuyu veya kaynak suyu
ile sulanırsa öşriye, arab olmayanların ırmaklarının suyuyla sulanırsa haraciye
olur. Bazen haraciye bazen öşriye suyu ile sulanırsa, müslümanın haline lâyık
olan öşriye olmasıdır.
Arab arazisi gibi öşriye veya Irak arazisi
gibi haraciye olduğuna dâir delil bulunursa, bu yerlerde suya itibar edilmez.
Vehâsıl: Bir memleket harb yoluyla alınıp
toprakları kendi ahalisine bırakıldığı takdirde her ne kadar yağmur suyu ile
sulansa bile bu topraklardan yalnız haraç alınır. Harb yoluyla alınan bu topraklar
müslümanlar arasında taksim edilirse, her ne kadar ırmak suyu ile sulansa bile
bu topraklardan öşür alınır.
Bir müslüman, hükümdarın izniyle sahibsiz
bir yeri işleyip tarla yapsa, ırmak suyu ile sulanırsa haraciye, yağmur ve
kaynak sularıyla sulanırsa öşriye olur. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'in
kavlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre bu tarla haraciye arazisine yakın ise haraciye,
öşriye arazisine yakın ise öşriye olur. Fetih.
"Öşür suyu ile sulanırsa ilh..."
Yani yağmur, kuyu, kaynak sulan ile hiç bir kimsenin velayeti altında olmayan
deniz suları öşür suyudur. Acem (arabolmayan) ırmaklarının Seyhun, Ceyhun,
Dicle ve Fırat'ın suları haraç suyudur.
Velhâsıl, kâfirlerin elinden harb yoluyla
alınan sular, haraç sularıdır. Bu suların dışında kalan sular öşür sularıdır.
Bu bahsin tamamı öşür bâbında geçmiştir.
"Mükâseme haracıdır ki ilh..."
Yani mukâseme haracı da vazife haracı gibi ilk defa kâfirler üzerine konulan
haracdır. Bir memleket harb yoluyla alınıp topraklan ahalisine bırakıldığı
takdirde toprakları üzerine mukâseme veya vazife haracı konulur. Ama bu
topraklar mücahidler arasında taksim edilirse, öşür konulur.
"Fetâvây-i Hayriyye" de
zikredilmiştir ki; mukâseme haracı; sarfedileceği yer bakımından vazife haracı
gibi, araziden çıkan mahsulden alınma bakımından öşür gibidir. Mukâseme
haracında yoncalık, tarla, bağ ve hurma bahçesi arasında fark yoktur. Toprağın
verimine göre mahsulün yarısı yahut üçte biri yahut dörtte biri yahut beşte
biri haraç olarak alınır. Mukâseme haracı öşür gibi araziden çıkan mahsule
bağlıdır. Bundan dolayı araziden bir sene içinde kaç defa mahsul çıkarılırsa,
her defasında haraç alınır. Mukâseme haracı, sarfedileceği yer bakımından
öşürden ayrılır.
Kendisinden öşür veya öşrün yarısı alınan
her şeyden mukâseme haracı alınır
Öşür hakkında beyan edilen hükümler
uygunluk ve ayrılık bakımından mukâseme haracında da geçerlidir. Mukâseme
haracının mikdarı, hükümdarın reyine bırakılmıştır.
"Vazife haracıdır ki ilh..." Bu
haracda, senelik belirli bir mikdarın beytülmâl adına alınması asıldır. Bu
haraç zimmete teallûk eder ve araziden bizzat faydalanmaya bağlı olmayıp
faydalanma imkânına bağlıdır. Bu itibarla böyle bir araziyi sahibi kasden boş
bırakacak olsa, haracını yine vermesi vâcibdir.
"Kisra zirâiyle ilh..." Bu ifade
âmme zirâinden ihtirazdır. Amme zirâi altı kabza (24 parmak) dır.
"Feddan ilh..." Feddan asılda
çift âleti ve ekmede kullanılan bir çift öküz demektir. Cem'i: fedâdîn'dir.
Feddan: Bir çift öküz ile sürülüp ekilebilen yerdir. Burada "yer"
murad edilmiştir.
Feddan: Şam örfünde "Rumâni" ve
"Hattatı" olmak üzere iki kısım olup çiftçilere e mikdarı bilinen bir
dönümlük yerdir.
"Bir sâ ilh..." Bu sâ Hz. Ömer
(RA)'den gelen Hâşimi ölçeğidir ki, sekiz rıtl: Dört batman: 3,380 kg. dır. Bu,
Resûlullah (S.A.V.)'ın sâıdır. Haccac'a nisbet edilip "Haccac sâı"
denilir. Çünkü ortadan kalktıktan sonra Haccac tarafından tekrar meydana
çıkarılmıştır.
"Dönüm başına buğday veya arpadan
ilh..." Yani haraç sahibi, dönüm başına bir sâı buğdaydan veya arpadan
verme hususunda muhayyerdir. Fetâvây-i Kâdîhân. Sahih olan kavle göre; tarlaya
ekilen arpa ise arpadan, buğday ise buğdaydan bir sâ alınır. Tarlayı boş
bıraktığı takdirde hükümdar muhayyer olup bir sâı dilerse buğdaydan, dilerse
arpadan alır.
"Ratbenin dönümü başına ilh..." Ratbe.
Yonca, kavun, karpuz, hıyar, patlıcan ve pırasa gibi şeylerdir. Bunların her
dönümünden beş dirhem haraç alınır.
"Etrafı duvarlarla çevrili bahçe
ilh..." Bağ ile bahçe arasındaki fark: Ağaçları sık olan yere
"bağ", ağaçlan seyrek olan yere "bahçe" denilir.
Hükümdarın vazife haracını mukâseme
haracına, mukâseme haracını da vazife haracına çevirmesi caiz değildir. Çünkü
bunda ahdi bozmak vardır, ahdi bozmak ise haramdır.
"Bir bağ sökülüp yerine hububat
«kilse, o yere devamlı olarak bağ haracı lâzım olur ilh..." Çünkü kıymet
itibariyle üstün olan mahsulü elde etmeye kudreti varken kıymet itibariyle
aşağı olan mahsulü elde etmeye meyil etmiştir.
Fetâvây-i Hindiyye'de zikredilmiştir ki;
fukahâ: "Bir kimse arazisinde kıymetli mahsul yetiştirmeyi özürsüz olarak
bırakıp onun yerine kıymeti düşük olan mahsul yetiştirse, kendisine kıymetli
mahsulün haracı lâzım gelir. Meselâ zâferan yetişecek araziye zâferan ekmeyip
hububat eken kimse üzerine zâferan haracı lâzımdır.
Kert bağını söküp yerine hububat eken kimse
üzerine bağ haracı lâzımdır. Bu mesele öğrenilmeli, fakat zalimler, insanların
mallarına tamah etmesinler diye bununla fetva verilmemelidir."
demişlerdir.
METİN
Haraç arazisini su bassa yahut suyu kesilse
yahut yangın veya şiddetli soğuk gibi semavi bir afet isabet etse. haraç
alınmaz. Ancak seneden ikinci defa mahsul yetiştirecek kadar zaman kalırsa
haraç alınır.
Eğer afet kendisinden korunulması mümkün
olan fare, böcek, koyun, keçi, sığır, deve, at, katır, eşek, maymun veya
yırtıcı hayvanların yemesi veya telef etmesi gibi semavi olmayan afet olursa
yahut mahsul hasâddan sonra helak olursa, haraç alınır. Hasâddan önce helak
olursa haraç alınmaz. Çıkan mahsulün bir kısmı helak olursa, çiftçinin
sarfettiği masrafından bir mikdar şey artarsa, ondan yukarıda açıklandığı üzere
her dönüm başına bir sâ zahîre ile bir dirhem para alınır. Musannıf bunu
Sirâc'dan nakletmiştir. Bu bahsin tamamı Şürünbulâli'dedir
Keza kiralanan arazideki kiranın hükmü de
böyledir.
Kendisine vazife haracı lâzım olan bir
tarlayı sahibi boş bıraksa yahut sahibi müslüman olsa yahut bir müslüman bir
zimmîden haraç arazisini satınalsa, bu suretlerin her birinde haraç vâcib olur.
Bir kimse, toprak sahibini toprağını
ekmekten menetse yahut toprağın haracı mukâseme haracı olsa, toprak sahibinin
toprağını boş bırakmasıyla kendisine bir şey vâcib olmaz.
Yukarıda geçtiği üzere Mısır arazisinden
alınan; ücrettir, haraç değildir. Buna göre; Mısır arazisinde çiftçilerden
ekmeseler bile "felâhat: Çiftçilik" adına vergi almak, onları
yurtlarını mamur etmeleri ve arazilerini sürmeleri için muayyen yerde oturmaya
cebretmek şübhesiz haramdır. Nehir.
Bunun gibi Bahır'a nisbet edilerek
Şurünbulâli'de zikredilmiştir ki; Bahir sahibi: "Yukarıda geçtiği üzere
Mısır şimdi haraciye değildir. Bilâkis kendindeki müzâraa ücretledir. Artık
arazisini şeriat yoluyla kiralamayan ve ekmeyen kimseye şer'an bir şey lâzım
olmaz. O halde arazisini bırakıp köyden giden bir çiftçiye geri dönmesi için
cebrolunmaz. Buna göre; zalimlerin çiftçilere verdikleri zarar haramdır.
Bilhassa ilim tahsil etmek isteyen kimselere mâni olup kendilerini çiftçilik
yapmaya zorlamak en çirkin zulümdür." demiştir.
Fukahâ: "Bir kimse, zâferan gibi
kıymetli bir mahsulü ekmeye kadir iken, kıymeti düşük bir mahsulü ekse,
kendisine kıymetli mahsulün haracı lâzım gelir. Bu mesele öğrenilmeli. Fakat
zâlimler insanların mallarını almaya cesaret etmesinler diye bununla fetva
verilmemelidir." demişlerdir.
Bir kimse, haraç arazisini başkasına
sattığı takdirde seneden mahsul yetiştirecek kadar müddet kalmışsa, haraç satın
alan üzerine, kalmamışsa satıcı üzerine lâzım olur. İnâye.
İZAH
"Haraç alınmaz ilh..." Yani
vazife haracı alınmaz. Böyle felaketlerde mukâseme haracı ile öşür evleviyetle
alınmaz. Çünkü bunlarda vâcib, çıkan mahsulün bizzat kendisiyle ilgilidir.
Fetâvây-i Hayriyye.
"Seneden ikinci defa mahsul
yetiştirecek kadar zaman kalırsa ilh..." Fetva, bu zamanın üç ay
olmasınadır. Nehir.
"Âfet kendisinden sakınılması mümkün
olan ilh..." Bu ifadeyle "çekirge gibi kendisinden sakınılması mümkün
olmayan âfetlerden" ihtiraz edilmiştir. Bezzâziyye.
"Fare, böcek ilh..." Bahır'da
zikredilmiştir ki; böcek veya fare mahsulü yedikleri takdirde haraç düşmez.
Ben derim ki: Bunlar, defileri mümkün
olmama hususunda çekirge gibidirler. Nehir'de: "Böceğin semâyı âfetten
olmasında tereddüd yoktur. Çünkü bundan korunmak mümkün değildir." diye
zikredilmiştir.
Fetâvây-i Hayriyye'de zikredilmiştir ki;
böcek çok olup ilaçla defi mümkün olmazsa bununla haraç düşer, ilaçla defi
mümkün olursa haraç düşmez. Doğru olan budur.
"Kiranın hükmü de böyledir
ilh..." Yani bir kimse bir tarlayı kiralasa da tarlayı su bassa veya suyu
kesilse kira vâcib olmaz. Ama mahsule afet isabet etse, mahsulün helakinden
önceki zamanın kirası düşmez. Çünkü kira menfaat karşılığı olarak yavaş yavaş
vâcib olur. Haraç ile kira arasında fark vardır: Kirada menfeatlandığı müddetin
kirası vâcib olur, menfeatlanmadığı müddetin kirası vâcib olmaz. Haraç böyle
değildir. Menfeatlandığı müddetin haracı da düşer.
Muhît'den naklen Bezzâziye'nin icare bahsinde
zikredilmiştir ki;mahsulün helakinden sonra seneden mahsul yetişecek kadar
müddet kalmamışsa kira vâcib olmaz. Şayet birinci mahsul kadar veya ondan az
mahsul yetişecek kadar müddet kalmışsa kira vâcib olur, fetva bunun üzerinedir.
"Kendisine vazife haracı lâzım olan
bir tarlayı sahibi boş bıraksa ilh..." Yani ekmeye elverişli olan tarlayı
boş bırakırsa sahibinden haraç alınır. Dürr-i Münteka.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimsenin
haraç arazisinde ekmeye elverişli olmayan veya kendisine su ulaşmayan bir yer
bulunup o yerin ekilip biçilecek bir hale getirilmesi mümkün iken getirmezse, o
kimse üzerine haraç lâzım, ekilip biçilecek hale getirilmesi mümkün olmazsa,
haraç lâzım değildir.
İsafın "Kabirlerin Hükümleri
Faslı"nda zikredilmiştir ki; bir kimse haraç arazisini kabristan yahut
gelir için han yahut mesken yapsa, o kimseden haraç düşer. Bazı fukahâ
"haraç düşmez" demişlerdir. Esah olan birinci kavildir. Haraç
arazisinin sahibi arazisini ekmekten âciz olsa hükümdar o araziyi müzâraa
(ortak) olarak başkasına verip, sahibinin hissesinden haracı alır, geri kalan
mahsulü sahibine verir. Hükümdar dilerse o araziyi kiraya verip kira bedelinden
haracı alır, dilerse bu araziyi beytülmâl namına ektirir. Hükümdar bunlardan
hiç birini yaptıramazsa, bu araziyi satıp parasından haracı alır.
İmam Ebû Yusuf'a göre hükümdar, arazisini
ekmekten âciz olan kimseye arazisini ekip biçmesi için beytülmâldan yetecek
kadar ödünç verir. Zeylaî.
Zahîre'de zikredilmiştir ki; âciz olan
sahibi arazisini tekrar ekip biçmeye muktedir olursa, hükümdar arazisini
kendisine verir. Ancak hükümdar araziyi satmış ise satışı bozmaz.
METİN
Haraç arazisinden çıkan mahsulden öşür
alınmaz. Çünkü öşür ile haraç bir arada toplanmaz, İmam Şafiî'ye göre haraç
alınan mahsulden, öşür dealınır.
Haraç, vazife haracı olursa, bir sene
içinde mahsulün tekrar çıkmasıyla tekrar haraç alınmaz. Mukâseme haracı olursa,
öşür gibi çıkan mahsule bağlı olduğu için, bir sene içinde kaç defa mahsul
çıkarılırsa her defasında haraç alınır.
Hükümdar veya naibi arazi sahibine haracı
bıraksa yahut şefaatle olsa bile ona bağışlasa. İmam Ebû Yusuf'a göre caiz
olur. Arazî sahibi haracın verildiği kimselerden olursa, onu yemesi helâl olur.
Haracın verildiği kimselerden atmazsa onu tasadduk eder
Hâvî'de : "Arazi sahibi haracın
kendilerine verildiği kimselerden olmasa bile onu yemesi helâldir." diye
zikredilen kavi. meşhur olan kavle muhaliftir.
Hükümdar veya naibi öşrü arazi sahibine
bıraksa, ittifakla caiz değildir. Arazi sahibi onu fakirlere verir. Sirâc. Bu
mesele Eşbâh'ın "hükümdarın tasarrufu maslahata bağlıdır" bahsinde
Bezzâziye'ye nisbet edilerek zikredilene muhaliftir.
Nehir'de zikredilmiştir ki; İmam Ebû
Yusuf'un -yukarıda geçtiği üzere- "Hükümdar veya naibi arazi sahibine
haracı bıraksa veya hibe etse caizdir." kavlinden beytülmâla aid
arazilerden iktâat (hükümdarın toprak bağışlamasın) in hükmü bilinmiştir. Çünkü
iktâatın hasılı rekabe beytülmâl için, haraç kendi için olmasıdır. Buna göre
kendisine hükümdar tarafından toprak bağışlanan kimsenin bu toprağı satması,
hibe etmesi ve vakfetmesi sahih değildir. Ama bu toprağı kiraya vermesi
sahihtir. Nitekim bir yeri kiralayan kimsenin o yeri başka bir şahsa kiraya
vermesi caizdir. Bazen vâki olan hadiselerdendir ki, hükümdar bir araziyi bir
kimsenin kendisine, çocuklarına, torunlarına ve çocuklarından biri öldüğü
takdirde hissesi kardeşine kalmak üzere bağışlasa, sonra hükümdar ölse,
kendisine arazi bağışlanan kimse ikinci hükümdarın zamanında ölse, o arazi
çocuklarına kalır mı? Şarih: "Ben fukahânın buna dâir kavillerini
görmedim. Ama fukahânın "talîk eden kimsenin ölmesi ile talik hükümsüz
olur" kaidesi gereğinde bu araz: çocuklarına kalmaz." demiştir. Bir
kimseye, hükümdar sahibi olmayan bir yeri bağışlayıp o kimse de hükümdarın
izniyle o yeri işleyip tarla haline getirse yahut hükümdar sahibsiz olan bir
yeri kendisi için tarla haline getirttikten sonra bir kimseye onu bağışlasa, o
kimsenin o yeri vakfetmesi caiz olur.
Hükümdar tarafından yapılan
"irsad" vakıf değildir. Eşbâh'da "borç hakkında kavi"
bahsinden önce zikredilmiştir ki; Allâme Kasım: "Kendisine hükümdar
tarafından arazi bağışlanmış kimsenin o araziyi kiraya vermesi sahihtir ve
hükümdar dilediği zaman o araziyi o kimsenin elinden alabilir." diye fetva
vermiştir.
İbn-i Nüceym; "O arazi beytülmâla aid
arazilerden olursa onu o kimsenin elinden alabilir. Fakat o arazi boş ve
sahibsiz yerden bağışlanıp o kimse o araziyi işleyip tarla haline getirmiş ise
elinden alınmaz. Çünkü o kimse, işleyip tarla halîne getirdiği için o yere
mâlik olmuştur." demiştir. Bu mesele ezberlenmelidir.
İZAH
"Vazife haracı olursa, tekrar haraç
alınmaz ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki; vazife haracında, araziden
faydalanma imkânına bağlı olması itibariyle; şiddet, bir senede kaç defa mahsul
çıkarsa çıksın bir defa haraç alınması itibariyle; kolaylık vardır, öşürde ise,
bir senede kaç defa mahsul çıkarsa çıksın her defasında alınması itibarıyla;
şiddet, çıkan mahsule bağlı olması itibarıyla kolaylık vardır. Bundan dolayı
sahibi, öşür arazisini boş bıraksa kendisine bir şey lâzım gelmez.
"Ona bağışlasa ilh..." Yani
hükümdar veya naibi arazi sahibinden haracı aldıktan sonra kendisine bağışlasa.
"Arazi sahibi haracın verildiği
kimselerden olursa onu yemesi helâl olur ilh..." Yani arazi sahibi müftî,
mücâhid, Kur'ân-ı Kerîm muallimi, talebe, müzakereci ve vaiz gibi haracın
kendilerine verildiği kimselerden olursa onu yemesi helâl olur. Haracın
kendilerine verildiği kimselerden olmazsa onu tasadduk eder. Haraç tahsildarı,
hükümdarın bilgisi olmadan haracı arazi sahibine bırakırsa aynı hüküm
geçerlidir. Kınye.
"Meşhur olan kavle muhaliftir
ilh..." Yani İmam Ebû Yusuf'dan âmmenin naklettiği meşhur olan kavle
muhaliftir. Nehir.
"İttifakla caiz değildir ilh..."
Caiz olmamasının sebebi galiba öşürün sarfedildiği yere zekâtıdır. Bir kimsenin
kendisi zekâtının sarfedileceği yer olamaz. Fakat haraç çıkan mahsulün zekâtı
değildir. Bundan dolayı haraç kâfirlerin arazisi üzerine konur.
"Bezzâziye'ye nisbet edilerek
ilh..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; hükümdar öşürü arazi sahibine
bırakırsa arazi sahibi gerek zengin gerekse fakir olsun caiz olur. Şu kadar var
ki, arazi sahibi fakir olursa hükümdar bıraktığı öşürün bedelini ödemez. Zengin
olursa, hükümdar öşürün bedelini fakirler namına haraç beytülmâlından, sadaka
beytülmâlına öder.
Ben derim ki: Kendine öşür bırakılan
zengin, haraç almaya hakkı olan kimselerden olursa, hükümdar o öşürün bedelini
haraç beytülmâlından öder. Şayet haraç almaya hakkı olan kimselerden olmazsa,
hükümdar öşürün bedelini kendi malından öder. Mücahidlere öşürün verilmesi
caizdir. Çünkü öşür onların kuvvetleriyle elde edilmiş olan maldır.
"Kaidesi gereğince bu arazi
çocuklarına kalmaz ilh..." Bu arazi çocuklarına ta'lik yoluyla değil ölen
hükümdar tarafından kendilerine esalet yoluyla bağışlanmıştır.
"İrsâd ilh..." irsâd, beytülmâla
aid köy ve mezra (ekilecek tarla) tarlaların yine rekabesi beytülmâla aid olmak
üzere menfaatlarının hükümdar tarafından kurra, imam ve müezzinler gibi
beytülmâlda hakkı olan kimselere tahsis edilmesidir. Bu, caizdir fakat hakiki
vakıf değildir. Çünkü vakıfancak hakiki mülk sahibinden sahihtir. Hükümdar ise
bunlara mâlik değildir.
İrsâd, mahalline olursa, caiz ve meşrudur.
Sonra gelen hükümdarların böyle bir irşadı değiştirmeleri ve bozmaları caiz
değildir. Beytülmâl müslümanların menfeatı için kurulmuştur.
METİN
Cizye: Lügatta ceza manasınadır. Çünkü
cizye, öldürme yerine geçmektedir. Cemi "cizâ" dır. Lihye (sakal) nin
cemi lihâ olduğu gibi.
Cizye iki nevidir:
1 - Sulh yoluyla konulan cizyedir. Bunun
mikdarı şeriat tarafından tâyin edilmemiştir. Bunun mikdarı sulh şartlarına
bağlıdır. Bu mikdar haksızlıktan sakınmak için sonradan değiştirilemez.
2 - Bir memleket harb yoluyla zabtedilip
müslüman olmayan ehalisi yurtlarında "tebea" olarak bırakıldıktan
sonra kendilerine konulan cizyedir. Bu nevide cizyenin mikdarı, şahıslara göre
üç derecede bulunur:
1 - Herhangi bir kazanç yoluyla para
kazanmaya muktedir olan fakirlere senede oniki dirhem cizye konulur. Her ayda
bir dirhem alınır. Bir kimsenin üzerine cizye konulabilmesi için, senenin
ekserisinde sıhatta bulunması kâfidir. Yenâbi, Hidâye.
2 - Orta hallilere senede yirmidört dirhem
cizye konulur. Her ayda iki dirhem alınır.
3 - Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem
cizye konulur. Her ayda dört dirhem alınır. Cizyenin böyle oniki ayda taksitle
alınması kolaylığı beyan içindir, yoksa vâcib olduğunu beyan için değildir.
Çünkü cizyenin vâcib olması senenin ibtidasındadır. Edasının vücubu, senenin
sonundadır.
Onbin ve daha ziyade dirheme mâlik olan
zengin, ikiyüz ve daha ziyade dirheme mâlik olan orta haili, ikiyüzden az
dirheme veya hiç bir şeye mâlik olmayan fakir sayılır. Bunu, İmam-ı Kerhî
söylemiştir. Bu, kavillerin en güzelidir, itimad bunun üzerinedir. İmam Ebû
Cafer, bu hususta örfe itibar etmiştir. Esah olan da budur. Bu sıfatların
mevcud olmasında itibar senenin sonunadır. Çünkü cizyenin edasının vücubunun
vakti senenin sonudur. Bahır, Tatarhâniyye, Fetih.
İZAH
"Cizye faslı ilh..." Cizye
haracın ikinci nevidir. Haraç, arazi sahihleri müslüman olsalar bile kendilerine
vâcib olduğu için kuvvetli olmasından dolayı önce zikredilmiştir, cizye böyle
değildir. Yani cizye veren kimse müslüman olsa cizye kendisinden düşer.
Haraç araziden alınan vergide hakikattir.
Haraç denildiğinde hatıra gelen arazi haracıdır. Cizyeye haraç denilmez. Ancak
kendisine bir ketime ekleyerek "haracurre's" denilir. Cizyeye haraç
denilmesi mecazdır.
"Cizye öldürme yerine geçmektedir
ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kimseden öldürme düşer. Bahir. Cizye,
küfrün ukubeti (cezası) olarak vâcib olmuştur. Bundan dolayı cizye denilmiştir.
Cizye ve ceza bir mânâyadır. Ceza ise hem mükâfat, hem de mücâzat: Ukubet
manasınadır. Taatın sevabına ceza denildiği gibi masiyet (günâh) ın ukubetine
de ceza denir.
"Bu mikdar sonradan değiştirilemez
ilh..." Yani sulh yoluyla tâyin edilen mikdar sonradan ziyade ve noksan
edilmek suretiyle değiştirilemez. Dürer. Nitekim Peygamber Efendimiz Yemen'e
yakın hıristiyan olan Necran ahalisi ile senede ikibin kat elbise üzerine
anlaşmıştır.
Hz. Ömer (R.A.), Hıristiyan olan Benî
Tağlib kabilesi ile her birinden zekâtın iki katı alınmak üzere anlaşmıştır.
Bunun tafsili zekât bahsinde geçmiştir. Fetih.
"Para kazanmaya muktedir olan
fakirlere ilh..." Para kazanmaya muktedir olmak, üzerine cizye konulan
kimselerin hepsi hakkında şarttır. Bundan dolayı kötürümlere - her ne kadar
zengin olsalar bile - cizye lâzım gelmez. Keza senenin yarısında hasta olanlar
da cizyeye tâbi değildirler, iş yapmaya muktedir olduğu 'hakle çalışmayan
kimseden cizye alınır. Nitekim haraç arazisini boş bırakandan haraç alındığı
gibi.
"Cizyenin böyle oniki ayda taksitle
alınması kolaylığı beyan içindir ilh..." Muhît'ten naklen Kuhistânî'de
zikredilmiştir ki; üç imamımıza göre: Cizye senenin evvelinde vâcibdir. Çünkü
cizye, öldürmenin yerine geçmektedir. Zimmet akdiyle öldürme düşer, öldürmenin
yerine gecen cizye derhal vâcib olur. Ancak İmam-ı Azam'a göre; kolaylık için
hepsi senenin sonunda, İmam Ebû Yusuf'a göre; iki aylık taksit iki ayın
sonunda, İmam Muhammed'e göre; bir aylık taksit bir ayın sonunda alınır.
Velhâsıl, namaz vaktin evvelinde geniş olarak vâcib olup vaktin sonunda edası
vâcib olduğu gibi, cizye de senenin evvelinde genişi olarak vâcib olup senenin
sonunda edası vâcib olur..
"imam Ebû Cafer bu hususta örfe itibar
etmiştir ilh..." Yani halk kendi beldelerinde, kimleri zengin, kimleri
fakir, kimleri orta halli sayıyorsa, cizye konulmasında buna itibar edilir.
Meselâ Belh beldesinde elli bine sahip olan kimse zenginlerden sayılır. Basra
ile Bağdat'ta ise zengin sayılmaz. Kısaca her beldenin örf ve âdetine itibar
edilir. Fetih.
"Bu sıfatların mevcud olmasında itibar
senenin sonunadır ilh..." Bahır sahibi: "Bu sıfatların senenin
evvelinde mevcud olmasına İtibar edilmesi dahalâyıktır. Çünkü cizyenin vâcib
olmasının vakti senenin evvelidir." demiştir. Nehir sahibi: "Fukahâ,
bu sıfatların senenin sonunda mevcud olmasına itibar etmiştir. Çünkü cizyenin
ödenmesinin vâcib olmasının vakti senenin sonudur." diyerek bunu
reddetmiştir. Bundan dolayı fukahâ "Senenin ekserisinde zengin olandan
zengin cizyesi, fakir olandan fakir cizyesi alınır." demiştir. Eğer
fakirlik, orta hallilik, zenginlik gibi sıfatlara senenin evvelinde itibar
edilseydi, senenin evvelinde zengin olup senenin ekserisinde fakir olan kimseye
zengin cizyesi vâcib olurdu. Halbuki zengin cizyesi vâcib olmaz. Bir şeyin
çoğunun bulunması hepsinin bulunması gibidir. Yakında musannif zikredecektir
ki; bir kimsenin cizyeye ehil olup olmamasından cizyenin konulduğu zaman
muteberdir. Binaenaleyh sene başında cizye ile mükellef olmayanlar sene içinde mükellef
olsalar bile artık o sene içinde cizyeye tâbi olmazlar.
METİN
Cizye, kitab ehli olan yahudiler ile
hıristiyanlardan ve kendilerinde kitab ehli şübhesi bulunan mecusîlerden, Arap
olmayan putperestlerden alınır.
Sâmire taifesi, yahudilere dahildir. Çünkü
onlar, Hz. Musa (A.S.)'ın şeriatı ile amel ederler.
Frenk ile Ermeniler, hıristiyanlara
dahildir.
İmam-ı Azam'a göre. Sabitlerin cizyeleri
kabul edilir. İmameyn'e göre kabul edilmez. Hâniyye.
Mecûsiler, Arap ırkından olsalar bile
kendilerinden cizye alınır. Çünkü Peygamber Efendimiz, Bahreyn'de Hecer denilen
beldenin Mecûsilerinden cizye almışlardır. Arap olmayan putperestlerin köle
olmaları caiz olduğu için, kendilerinden cizye alınması da caiz olmuştur.
Arap ırkından olan putperestlerin cizyeleri
kabul edilmez. Çünkü mucize haklarında pek acık olduğu için ma'zeretleri kabul
edilmez. Mürtedlerin cizyeleri de kabul edilmez. Putperest olan Araplar ile
mürtedler, ya müslüman olurlar veya öldürülürler. Bunlara üstün gelirsek
kadınları ve çocukları ganimet olur.
Çocuklar, kadınlar, köleler, mükâtebler,
müdebberler, ümmüveledin oğulları, kötürümler, felçliler, çok yaşlılar, âmâlar,
çalışamayan fakirler, insanlardan uzak bulunan rahiblerden cizye alınmaz. Çünkü
savaşda bunların öldürülmeleri caiz değildir. Cizye öldürmeyi düşürmek içindir.
Haddâdi: "Cizye, kesin olarak
rahiblere vâcibdir." demiştir, ibn-i Kemâl "kıyâs, vâcib
olmasıdır" diye nakletmiştir. Bundan "rahiblere cizyenin istihsânen
vâcib olmadığı" anlaşılmıştır.
Bir kimsenin cizyeye ehil olup olmamasında,
cizyenin konulduğu zaman muteberdir. Bu bakımdan hükümdar cizyeyi koyduktan
sonra deli iyi olsa yahut köle âzâd olsa yahut çocuk baliğ olsa yahut hasta iyi
olsa, o sene bunlardan cizye alınmaz. Ama fakir cizye konulduktan sonra zengin
olsa, üzerine cizye konulur. Senenin İhtidasında âciz olduğundan dolayı
kendisine cizye konulmamıştı. Artık bu hal zail olmuştur. İhtiyar.
Cizye, mülhidlerin dediği gibi
müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilâkis cizye
kâfirlerin küfürleri üzerine kalmalarının cezasıdır. İmâna davet etmek için
kâfirlere cizyesiz mühlet vermek câiz olduğu takdirde cizye ile mühlet vermek
evleviyetle caizdir. Nitekim Allah-ü Tealânın :
"Kâfirler, zelil ve hakir olarak kendi
elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz." (Tevbe Sûresi,
âyet: 29) âyet-i kerîmesi ve Peygamber Efendimizin Hecer Mecûsilerinden, Necran
Hıristiyanlarından cizye alıp kendilerini dinleri üzere bırakmaları da,
cizyenin caiz olduğuna delildir.
İZAH
"Kitab ehli ilh..." Kitab ehli
olanlar Arap ırkına mensub olsa bile kendilerinden cizye alınır. Kitab ehliyle
Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Cenâb-ı Hak tarafından indirilen bir kitaba inanan
kimseler murad edilmiştir, Fetih.
"Samire İlh..." Yahudilerden bir
fırkadır. Hükümlerin ekserisinde Yahudilere muhalefet ederler. Yaptığı bir
buzağı heykelini tanrı diye gösteren ve ona taptıran Sâmiriy, Sâmire
kabilesindendi. Misbah.
"İmam-ı Azam'a göre; Sabitlerin
cizyeleri kabul edilir İlh..." İmam-ı Azam'a göre; Sabitler ya Yahudilerden
veya Hıristiyanlardan oldukları için kitab ehlidirler, İmameyn'e göre; Sabitler
yıldızlara taptıkları için kitab ehil olmayıp putperest gibidirler. Bu üç
imamımızın kavillerinden anlaşılmıştır ki, Sabiiler Arap ırkındandır. Arap
ırkından olmasalardı elbette ihtilâf etmezlerdi. Çünkü Arap ırkından olmayanlar
müşrik olsalar bile kendilerinden cizye kabul edilir. Fetih. Nehir.
Bedâyı'dan naklen Sâihânî'de zikredilmiştir
ki; Sabitler, Arap ırkından olmadıkları takdirde putperestler gibi olurlar ve
kendilerinden cizye kabul edilir.
"Mecûsi ilh..." Ateşe
tapanlardır. Fetih.
"Çünkü mucize haklarında pek açık
olduğu için ilh..." Yani Kur'ân-ı Kerîm onların lisânı üzere nazil olduğu
için onların küfürleri diğer milletlerin küfürlerinden daha ağır olduğundan
bunlardan cizye alınmaz. Ya islâmiyeti kabul ederler veya öldürülürler.
"Bunlara üstün gelirsek kadınları ve
çocukları ganimet olur ilh..."
"Çünkü Hz. Ebubekir (R.A.) mürted olan
Benî Hanîfe'nin kadınlarını ve çocuklarını esir edip mücahidlerin arasında taksim
etmiş, erkeklerinden de müslüman olmayanları öldürtmüştür. Hidâye.
Fetih'de zikredilmiştir ki; mürtedlerin
çocukları ve kadınlarına esir edildikten sonra İslâmiyet! kabul etmeleri için
cebrolunur. Ama putperestlerinçocukları ve kadınlarına İslâmiyet! kabul
etmeleri için cebrolunmaz. Aralarındaki fark, mürtedlerin çocuklarının
babalarına tâbi olmasıdır. Babalarının cebrolunduğu gibi çocukları da
cebrolunur. Keza mürtedlerin kadınlarına da İslâmiyeti kabul etmeleri için
cebrolunur. Zira onlar daha önce islâmiyeti kabul etmişlerdi. Zındık tevbe
etmeden önce yakalanırsa öldürülür. Kendisinden cizye kabul edilmez.
T E N B İ H : - Fetih'de zikredilmiştir ki;
fukahâ: "Zındık yakalanmadan önce gelerek kendisinin zındık olduğunu haber
verip tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Yakalandıktan sonra tevbe ederse,
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Çünkü zındıklar bâtıniyye olup, batında
söylediklerinin hilâfına inanırlar. Bu yüzden zındık öldürülür, kendisinden
cizye kabul edilmez." demişlerdir. Mürted babında geleceği üzere bununla
fetva verilmiştir.
Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; bidatcı
kâfir olsa bile köle olamayacağı için kendisinden cizye kabul edilmez. Bid'atım
açıklayıp ondan dönmediği takdirde öldürülmesi mubah olur. Tevbe ederse tevbesi
kabul edilir. Bazı fukahâ: "İbâhiyye, Şîa, Karâmita, felâsifeden
zenadika'nın tevbesi kabul edilmez." demişlerdir. Bazı fukahâ
"bidatcı, yakalanmadan ve bidatini açıklamadan önce tevbe ederse, tevbesi
kabul edilir. Bid'atım açıklamış olup yakalandıktan sonra tevbe ederse, tevbesi
kabul edilmez. Nitekim İmam-ı Azam'ın kavline göre kıyas da budur.
Ettemhîdîs-sâlimî'de de böyle zikredilmiştir.
"Çünkü savaşta bunların öldürülmeleri
caiz değildir ilh..." Cizyenin aslı öldürmeyi düşürmek içindir. Harbte
öldürülmesi vâcib olmayanlardan cizye alınmaz. Ancak reyleriyle veya mallarıyla
yardım ettikleri takdirde cizye vâcib olur. İhtiyar. Dürr-i Müntekâ.
"Haddâdî ilh,.." Yani çalışmaya
muktedir olan rahiblerden cizye alınır. Çünkü onlarda çalışma kudreti
mevcuddur. Fakat onlar çalışma kudretini zayi etmektedirler. Nitekim haraç
arazisini boş bırakandan haraç alınır. Çalışmayan rahiblerden cizye alınmaz.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki;
Zahirü'r-Rivayet'e göre, rahiblerden ve keşişlerden cizye alınır. İmam
Muhammed'e göre; bunlardan cizye alınmaz.
"O sene bunlardan cizye alınmaz
ilh..." Çünkü cizyenin vâcib olduğu vakit, hükümdarın cizyeyi koyduğu
senenin başıdır. Çocukların baliğ olması kölelerin âzâd olması gibi insanların
halleri değiştiği için her sene başında hükümdar cizyeyi yeniler. Cizye
konulduktan sonra çocuk baliğ olsa veya köle âzâd olsa cizyenin vâcib olduğu
vakit geçmiş olduğu için o sene bunlardan cizye alınmaz. Valvaiciyye.
"Artık bu hal zail olmuştur
ilh..." Yani cizye verecek duruma geldiği andan itibaren senenin ekserisi
mevcud ise üzerine cizye konulur.
"Bilâkis cizye kâfirlerin küfürlerinin
üzerine kalmalarının cezasıdır ilh..." Cizye İslâmiyete davet yollarının
en güzelidir. Zira cizye verenler müslümanların arâsında ve İslâmın
güzelliklerini görüp müslüman olurlar. Kuhistânî.
METİN
Bundan sonra musannif cizyenin küfürün
cezası olduğunu açıklayarak diyor ki: Cizye ile mükellef olan kimsenin -her ne
kadar sene tamam olduktan sonra olsa bile- müslüman olmasıyla yahut ölmesiyle
yahut tedahül için tekrarıyla yahut âmâ yahut yatalak yahut çalışamayacak
derecede fakir, yaşlı veya kötürüm olmasıyla, düşer.
Bir kimse iki senenin cizyesini peşin
olarak verdikten sonra müslüman olsa, ikinci senenin cizyesi kendisine geri
verilir. Hulâsa. Bundan sonra musannıf kendisiyle cizyenin düştüğü tekrarı
beyan ederek der ki; bir zimmînin üzerinde iki senenin cizyesi toplanmış olsa,
cizyeler tedahül eder. Yani kendisine bir cizye lâzım gelir. Esah olan kavle
göre; ikinci senenin girmesiyle birinci senenin cizyesi kendisinden düşer. Zira
cizye arazi haracının aksine senenin evvelinde vâcib olur. Ödemesi ise senenin
sonunda vâcibtir. Sahih olan kavle göre; cizye gibi haraç da sahibinin
ölmesiyle veya tedahülüyle düşer. Bazılarına göre; haraç, öşür gibi düşmez.
Haraç ceza olduğu için lâyık olan birinci kavlin tercih edilmesidir, öşür ise
ceza olmayıp ibâdettir. Hâniyye sahibi: "Bu kavil İmam-ı Azam'ındır."
demiştir. Binaenaleyh mezheb budur. Hâniyye'de zikredilmiştir ki; arazi
sahibinin haracını vermeden önce arazinin mahsûlünden yemesi helâl değildir.
Zimmî cizyesini başkasıyla gönderirse esah
olan kavle göre, kabul edilmez. Bizzat kendisi getirip ayakta olduğu halde
verir. Alan müslüman ise oturduğu halde alır ve zimmînin boynuna sille vurarak
"ey Allah'ın düşmanı cizyeni ver" der. "Ey kâfir cizyeni
ver" demez, Eğer "ey kâfir cizyeni ver" deyip bu sözle zimmî eza
duyarsa, böyle söyleyen müslüman günahkâr olur ve tâzîr edilir. Kınye.
Zimmîlerin İslâm memleketinde muhtar olan
kavle göre; köyde olsa bile yeni kilise, havra, manastır, ateşgede, kabristan
ve put yapmaları caiz değildir. Havî. Fetih. Hükümdarın yıktığı değil kendi
kendine yıkılan kilise veya havra eski binası üzerine ziyade edilmeksizin
yeniden yapılmasına müsaade edilir. Eşbâh. Eski malzemesi kifayet ederse, bunun
üzerine bîr şey ilave edilmez. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye şerhindedir. Eski
kilise veya havralar fetih yoluyla alınan beldelerde mesken olarak bırakılır.
Sulh yoluyla alınan beldelerde yine kilise veya havra olarak bırakılır. Bahır.
Kuhistânî'de zikredilen buna muhaliftir.
İZAH
"Sene tamam olduktan sonra olsa bile
müslüman olmasıyla ilh..." Yani zimmi sene tamam olmadan önce müslüman
olsa, müslüman olmasıyla cizye kendisinden düşer. Sene tamam olup ikinci sene
girdikten sonra müslüman olsa, cizyesi müslüman olmasıyla değil ikinci senenin
girmesiyle düşmüştür. Çünkü senenin tekrarıyla cizye tedahül eder.
"Bir kimse, iki senenin cizyesini
peşin olarak verdikten sonra müslüman olsa ilh..." İkinci senenin
cizyesini vâcib olmadan önce verdiği içinkendisine geri verilir. Birinci
senenin cizyesi kendisine geri verilmez. Çünkü onu vâcib olduktan sonra
vermiştir. Bu, "Cizyenin vâcib olması senenin evvelindedir." diyen
zâtın kavline göredir. Fetva da bunun üzerinedir. Valvalciyye.
"Ey kâfir cizyeni ver ilh..."
Bundan anlaşılmıştır ki. "Ey Allah'ın düşmanı" demek, yakasından
tutup sarsmak, boynuna sille vurmak da şübhesiz ona eziyet verir. Bundan dolayı
Şafiî muhakkıklarından bazıları: "Sünnette bunların aslı yoktur ve dört
halifeden hiç birisi de bunu yapmamıştır." demişlerdir.
"Yapmaları caiz değildir ilh..."
Havra, kilise ve manastır gibi eski tapınakların başka yere nakledilmesine de
izin verilmez.
"Muhtar olan kavle göre; köyde olsa
bile yeni kilise, havra ilh...". Fetva için muhtar ve sahih olan kavil
zikredildikten sonra zamanımızda herhangi bir kimsenin köylerde zimmîlerin yeni
kilise, havra veya manastır yapmaları hususunda fetva vermesi helâl değildir.
Muhtar olan kavle muhalif olarak fetva veren kimsenin fetvasına bakılmaz. Onun
fetvasıyla amel edilmez. Onun fetvası kabul edilmez. Böyle bir kimse fetvadan
menedilir.
Nehir'de zikredilmiştir ki; ihtilâf Arap
yarımadasının dışındadır. Arap yarımadasında kesinlikle zimmiler köylerde olsa
bile yeni kilise, havra ve manastır gibi şeyleri yapmaktan men olunurlar. Çünkü
bir hadîs-i şerifde:
"Arap yarımadasında İki din bir arada
toplanmaz." diye buyurulmuştur. Arap yarımadasındaki kiliseler yıkılır.
Kilise ehlinin orada oturmasına izin verilmez.
Ben derim ki: Söz, İslâm memleketinde
zimmîlerin yeni kilise ve havra gibi tapınak yapmaları hakkındadır. Arap
yarımadasında yeni kilise ve havra yapma şöyle dursun, eskiden yapılmış olan
kilise ve havralar yıkılır. Çünkü biraz önce geçen hadîs-i şeriften dolayı
müslüman olmayanların Arap yarımadasında oturmalarına müsaade edilmez. Nitekim
gelecektir. Fetih ile Essiyerü'l- Kebîr şerhinde bu hususta geniş malûmat
vardır.
Şehirlerin üç kısım olması ve bunlarda yeni
kiliselerin yapılması:
T E N B İ H : Fetih'te zikredilmiştir .ki;
şehirler üç kısımdır;
1 - Küfe, Basra, Bağdat ve Vâsıt gibi müslümanlar
tarafından kurulmuş olan şehirlerdir. Bunlarda kilise, havra gibi tapınakların
yapılması ittifakla caiz değildir.
2 - Müslümanlar tarafından harp yoluyla
alınan şehirlerdir. Bunlarda da yeni kilise ve havra gibi tapınakların
yapılması ittifakla caiz değildir.
3 - Müslümanlar tarafından sulh yoluyla
alınan şehirlerdir ki bakılır: Eğer yurtları ve arazîleri kendi ahalisine
bırakılmak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde kilise ve havra gibi
tapınakların yapılması caizdir. Eğer yurtları ve arazileri kendi ahalisine
bırakılmamak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde kilise ve havra gibi
tapınakların yapılması caiz değildir. Ancak sulh yapılırken yeni kilise ve
havra gibi tapınakların yapılmasını şart koşarlarsa, bu takdirde bunların
yapılması caiz olur.
Ben derim ki: Yurtları ve toprakları
kendilerine bırakılmak şartıyla sulh yapıldıktan sonra bu şehirler
müslümanların olsa, onları yeni kilise ve havra yapmaktan men ederler. Daha
sonra bu şehirlerde çok az müslüman kalsa, onların yeni kilise ve havra
yapmaları caiz olur. Müslümanlar tekrar o şehirlere geri dönseler, bu arada
onların yeni yapmış oldukları havra ve kiliseleri yıkmazlar. Nitekim
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde de böyle zikredilmiştir.
Müslümanlar bîr dar-ı harbi harb yoluyla
alıp ahalisini zımmî yaptıkları takdirde onları yeni kilise yapmaktan
menetmezler. Çünkü zimmîlerî yeni kilise yapmaktan menetme, içinde cuma
namazlarının kılındığı ve hadlerin tatbik edildiği müslüman şehirlerine
mahsustur. Şehirleri müslüman şehri olunca, zimmîler yeni kilise yapmaktan men
olunurlar. Eski kiliseleri de kendilerine bırakılmaz. Nitekim harp yoluyla
alınan yerler mücahidler arasında taksim edildiği takdirde, kiliseler zimmîlere
bırakılmaz. Ancak kiliseler yıkılmayıp zimmîlere mesken olarak verilir. Çünkü
bunlar onların mülküdür. Ama onlara üstün gelmeden önce onlarla sulh yapılırsa,
eski kiliseleri kendilerine bırakılır. Şehirleri müslüman şehri olduktan sonra
bu şehirlerde yeni kilise yapmalarına müsaade edilmez.
T E T İ M M E : Bir beldenin sulh veya harp
yoluyla alınmış olduğunda müslümanlar i!e zimmîler ihtilâf etseler bakılır:
Eğer o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğuna dâir eser bulunursa onunla
amel edilir. Eğer eser bulunmazsa o yer zimmîlere bırakılır.
Zimmîlerin bir şehirde kilisesi bulunup
zimmiler "yurdumuz ve arazimiz bizlere bırakılmak üzere sulh olduk"
diye iddia etseler, müslümanlar "hayır sizin yeriniz harp yoluyla
alınmıştır" deyip zimmîleri kilisede âyin yapmaktan men etmek isteseler,
aradan uzun zaman geçtiği için o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğu
bilinmese hükümdar fukahâ ve tarihçilere sorar. Eğer sulh veya harp yoluyla
alınmış olduğuna dâir bir eser bulunursa, onunla amel edilir. Eser bulunmaz
veya eserler değişik olursa bu hususta zimmîlerin sözü kabul edilip o yerin
sulh yoluyla alınmış olduğuna hükmedilir. Çünkü o yer onların elinde
bulunmaktadır ve onlar asılı iddia etmektedirler. Bu bahsin tamamı
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhindedîr.
"Hükümdarın yıktığı değil kendi
kendine yıkılan kilise veya havra eski binası üzerine ziyade edilmeksizin
yeniden yapılmasına müsaade edilir ilh..." Bu. müslümanlar düşmana üstün
gelmeden önce onlarla eski kiliseleri bak? kalmak üzere sulh yaptıklarına
göredir.
Hidâye'de zikredilmiştir ki; binalar
devamlı kalıcı değildir. İslâm hükümdarı gayr-ı müslimlere kendi yurtlarını
bırakınca onlara yıkılan kiliselerini tamir etmelerine müsaade etmiştir. Ancak
kiliseyi başka bir yere nakletmelerine müsaade edilmez. Günkü kiliseyi başka
bir yere nakletme gerçekteyeniden yapmaktır.
"Eşbâh ilh..."
- Kilise haksız olarak yıkılmış olsa bile
tekrar yapılması caiz değildir. -
Ben derim ki: Kilise, sebebsiz olsa bile
kapatıldığı takdirde açılmaz. Nitekim bu, asrımızda Kahire'de Hâret-i Zevile
kilisesinde vâki olmuştur. Bu kiliseyi Kaadu'l-Kuzât Şeyh Muhammed b. İlyas
kapatmıştır. Bu zamana kadar açılmamıştır. Hatta açılmasına dâir sultanın emri
geldiği halde hâkim onu açmaya cesaret edememiştir.
T E N B İ H : Zimmîlere yıkılan
kiliselerini aynı şekilde tekrar yapmaları için müsaade etmemizden onlara
"tekrar yapmaları için emretmemizin caiz olması" murad edilmeyip
bilâkis onları kendi dinleri üzerine bırakmamız murad edilmiştir,
Şürunbulâlî kiliselerin hükmüne aid
risalesinde İmam-ı Sübkî'den naklen zikretmiştir ki; fukahânın "biz
zimmileri kiliselerini tamir etmekten menetmeyiz" kavilleri, bizim onlara
"tamir etmeleri için emretmemizin caiz olması" mânâsına olmayıp,
bilâkis "onları kendi dinleri üzerine bırakırız" manasınadır. Buna
göre onların kiliseleri tamir etmeleri, şarab içmeleri gibi üzerinde devam
ettikleri günâhlardandır. "Kiliseyi tamir etmeleri onlar için
caizdir" demiyoruz. Hükümdarın veya hâkimin onlara "kiliseyi tamir
edin" demesi ve bu hususta onlara yardım etmesi helâl değildir. Hiç bir
müslümanın da onlar namına bu işte çalışması helâl değildir.
İmam-ı Sübki tarafından nakledilenin biz
Hanefilerin kaidesine uygun olduğu bilenler için gizli değildir,
Sahabe-i Kiram yahudilerle sulh
yapmamıştır.
Sirâc-ı Bülkînî'den: "Yahudilerin
havrası hakkında ashab-ı kiram fütuhat zamanında yahudilerle asla sulh
yapmamışlardır." diye nakledilmiştir.
Ben derim ki: Bu açıktır. Çünkü yahudilerin
üzerine zillet ve meskenet mührü vurulmuş olduğu için bütün beldeler
hıristiyanların elinde bulunmaktaydı. Sonra Rahmetî'nin haşiyesinde:
"Zimmîler Tatar vakasında ahidlerini bozmuşlar ve hepsi öldürülmüşlerdir.
Şimdi kiliseleri haksız olarak durmaktadır." diye yazılmış olduğunu
gördüm.
- Yahudilerin terkedilmiş havrasını
hıristiyanların alması hususundaki mühim fetva hadisesi -
Benim bu mevzuyu yazmama yakın bin iki yüz
kırksekiz senesinde vâki olan fetva hadisesi şöyledir: Yahudilerden
"Yahûdî'l-Kurrâyîn" denilen bir fırkanın çok eskiden beri
kullanılmayan bir havrası vardı. Çünkü bu fırka Dımışk'da ölmüş ve nesilleri
kalmamıştı. Sonra bu fırkadan Dımışk'a garip bir yahudi geldi. Hıristiyanlar o
havrayı kilise yapmalarına izin vermesi için o yahudiye bir mikdar para
verdiler. O da izin verdi. O vakit Hıristiyanlar kuvvetli olduğu için
Yahudilerden bir cemaat bu hususta Hıristiyanlar! tasdik etti. Bu havra, Yahudilere
aid bir çok binalar bulunan "Hâre" denilen yerin içinde bulunuyordu.
Hıristiyanların maksadı bu "Hâre" yi satın alıp kiliseye katmaktı.
Hıristiyanlar bu havranın kilise yapılması için verilmiş olan iznin sahih
olduğuna dâir fetva istediler. Ben fetva vermedim ve bu "caiz
değildir" diye kendilerine söyledim.
- Zamanımızda bazı düşüncesiz kimselerin bu
husustaki fetvası-
Dünya malına tamah eden bazı düşüncesiz
kimseler onlara bunun sahih ve caiz olduğuna dâir fetva vermişlerdir.
Kendilerine verilmiş olan fetvaya dayanarak maksadlarının şeriat hükmüne uygun
olduğunu beyan edip bu hususta kendilerine izin verilmesi için bu hali veliyyül
emre arz ettiler. İşin nereye vardığını bilmiyorum. Benim söylediğim hususta
şikayetim yalnız Allah-ü Teâlâ'yadır. İstinadgahım da ancak Cenâb-ı Hak'tır.
Yahudilerin ahidlerinde durmadıkları
malûmdur. Onların eskiden kalmış havraları tapınak olarak değil mesken olarak
bırakılmıştır. Artık bırakıldığı gibi devam edecektir.
Zimmi hıristiyanlar, kâfir tatarlarla
beraber olup, müslümanlarla savaştıkları için onlar da ahidlerini bozmuşlardır.
Artık kiliseleri hakkındaki ahidleri bakî kalmadığı için şimdi haksız olarak
kiliseleri bulunmaktadır. Peygamberimizin aleyhinde söz söyleme bahsinde
gelecektir ki, Şam'daki zimmîlere yeni havra ve kilise yapmamaları, hiç bir
müslümana sövmemeleri ve hiç bir müslümam dövmemeleri şartı ile ahid
verilmiştir. Şayet buna muhalefet ederlerse, zimmetleri kalmayacaktır. Ehalisi
kalmayıp içinde küfür icra edilmeyen bir havranın içinde yeniden küfür icra
edilmesi için yardım etmek caiz değildir
Şürunbulâli risalesinde İmam-ı Karâfî'nin
"yıkılan kiliseler yeniden yapılmaz. Kim bunlara yardım ederse küfre razı
olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür, diye fetva vermiş olduğunu"
zikretmiştir.
Yahudilerin Hırıstiyanlara düşmanlıkları
biz müslümanlara olan düşmanlıklarından daha şiddetlidir. Yahudilerin
havralarının kilise yapılmasına razı olmaları ve Hıristiyanları tasdik etmeleri
-yukarıda geçtiği üzere- onların kuvvetinden korktukları içindir.
Biz müslümanlarca her ne kadar küfür bir
millet olsa bile bir fırkaya mahsus olan bir tapınağı, o fırkadan hiç bir
kimsenin o tapınağı başka bir cihete sarfetmesi câiz değildir. Nitekim
İslâmiyet bir millet olduğu halde meselâ Hanefilere vakfedilmiş olan bir medreseyi
hiç bir kimse başka bir mezhebin ehline vermeye mâlik değildir. Şam'ın fethi
zamanında 'hıristiyanlarla yapılan sulhta, o zaman mevcud olan kiliselerinin
bakî kalması ve yeni kilise, manastır yapmamaları şart koşulmuştur.
Hıristiyanların kendilerinin olmayan havrayı kiliseye çevirmeleri yeni kilise
yapmaktır. Dört mezheb imamı, zimmîlerin yeni kilise, havra ve manastır
yapmaktan men edilmeleri hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Şürunbulâlî
mezheb imamlarının delillerininaklederek bu bahsi izah etmiştir
Zimmîler kendileri için mesken olarak
hazırlanmış bir haneyi kilise edinip orada toplansalar, bundan men olunurlar.
Çünkü bunda müslümanlara karşı gelme ve İslâm dinini hakir görme vardır.
"Bu bahsin tamamı Vehbâniyye
şerhindedir ilh,.."
- Yıkılan kiliselerin yeniden nasıl
yapılacağı -
"Yıkılan kilise veya havra, eski
binası üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılır" ifadesinin mânâsı
"kerpiçle yapılmış bir kilise yıkıldığında tuğla ile, tuğla ile yapılmış
bir kilise yıkıldığında taş ile, hurma ağacı ve dalları ile yapılmış bir kilise
saç ağacı île yapılamaz" demektir,
"Yıkılan bir kilise ancak eski
malzemesiyle yapılır" ifadesini mutemed kitablardan hiç birisinde
bulamadım. "Yıkılan kilise iade edilir" ifadesindeki
"iade"nin şeriatta ve lügatta "eski malzemesiyle yapılır"
mânâsına olması bence acık değildir. Çünkü İmam Muhammed'in ibaresinde
"yıkılan kiliseler yapılır", Hâniyye'nin icâre bahsinde "yıkılan
kiliseler tamir edilir" şeklindedir. Bu ibarelerden yıkılan kilisenin eski
malzemesiyle yapılmasının şart olduğu anlaşılmamaktadır.
Yıkılan kiliselerini tamir etmeleri
şartıyla sulh yapılan zımmîler, kilise veya havraları yıkıldığı takdirde eski
binası üzerine ziyade edilmeksizin kerpiç ve çamurla yeniden yaparlar, taş ve
tuğla ile yapamazlar:
Hükümdar yeni yapılmış veya eski binası
üzerine ziyade edilmiş bir kilise gördüğü takdirde yıktırır. Bundan
anlaşılmaktadır kî, eski malzemesi aynı şekilde yapılmasına kifayet ederse,
bunun üzerine yeni bir şey ilave edilmez.
"Bahir ilh..." Bahır'ın ibaresi
Fethü'l-Kadir'de zikredilenin aynıdır. Şöyle kî: Bilmiş ol ki, bütün
rivayetlere göre köylerdeki eskiden yapılmış olan kiliseler ve havralar
yıkılmaz. Şehirlerde eskiden yapılmış olan kilise ve havralar hakkında İmam
Muhammed'in kavli muhteliftir, öşür ve haraç bahsinde "yıkılır",
îcâre bahsinde ise "yıkılmaz" demiştir. İnsanlar "yıkılmaz"
kavli ile amel etmektedirler. Bu kadar âlimler bu kadar zaman geçtiği halde
îslâm memleketinde bir çok kilise ve havraların hâlâ mevcud olduğu
görülmektedir. Hiç bir hükümdar bunların yıkılmasını emretmemiştir. Ashab-ı
kiram zamanından beri böyle devam edegelmiştir. Kilise veya havra bulunan bir
sahrada şehir kurulup bunlar surun içinde kalsalar lâyık olan yıkılmamalarıdır.
Çünkü onlar sur yapılmadan önce emâna hak kazanmışlardır. Kahire'nin içinde
bulunan kiliseler de bunun üzerine hamledilir. Yani bu kiliseler sahrada îdi.
Kölemenler bunların etrafına sur yaptılar. Şimdiki Kahire'de bulunan kiliseler
bunlardır. İslâm hükümdarının zimmîlerin aşikâr olarak yeni kilise yapmalarına
müsaade etmesi mümkün değildir. Buna göre Arap yarımadasından başka İslâm
memleketinde el'an mevcud olan kiliseler yıkılmaz. Çünkü bu kiliseler
şehirlerde eskiden kalma ise şübhe yok ki Ashab-ı Kiram veya Tabiîn şehirleri
fethettikleri zaman bunları bilerek bırakmışlardır. Bundan sonra bakılır: Eğer
belde harp yoluyla alınmış ise kiliselerin tapınak olarak değil mesken olarak
bırakılmış olduğuna hükmedilir de yıkılmaz. Fakat orada toplanıp âyin
yapmalarına müsaade edilmez. Eğer beldenin sulh yoluyla alınmış olduğu
bilinirse, kiliselerin tapınak olarak bırakılmış olduğuna hükmedilir. Orada
âyin yapmalarına mâni olunmaz. Ancak âyini açıktan yapmalarına müsaade edilmez.
METİN
Zimmîler kıyafetlerinde, bineklerinde,
eyerlerinde ve silâhlarında müslümanlardan ayrılırlar Ata binemezler. Ancak
İslâm hükümdarı zimmîlerden düşmanı defetmek için harbe katılmalarını isterse,
bu takdirde ata binmelerine müsaade edilir. Zahire.
Merkebe binmeleri caiz olduğu gibi katıra
binmeleri de caizdir. Fetih'de zikredilmiştir ki; zîmmilerin harbte ata, diğer
zamanlarda merkebe ve katıra binmelerine müsaade edilmesi mütekaddimîne
göredir. Müteahhirîne göre; hiç bir şeye binemezler. Ancak zaruretten dolayı
binmelerine müsaade edilir.
Eşbâh'ta zikredilmiştir ki; gerek merkep
gerekse diğer herhangi bir hayvana binemezler. Sarık saramazlar. Zaruretten
dolayı merkebe binerlerse, müslümanların toplantı yerlerine uğradıklarında
inerler.
Zaruretten dolayı ata binerlerse, örtü
çıkıntılı palan gibi eyere binerler. Silâh kullanamazlar. Küfür alâmeti olan
yünden veya kıldan yapılmış parmak kalınlığında olan zünnarı elbiseleri üzerine
bağlarlar. Zîmmilerin her alâmetle ayrılmaları lâzım mıdır? Bunda ihtilâf
vardır. Sahih olan şudur: Eğer bir belde harp yoluyla alınmışsa, her alâmetle ayrılmaları
lâzımdır. Sulh yoluyla alınmışsa, sulh şartlarına göre hükmolunur. Doğru olan
kavle göre; mavi veya sarı olsa bile sarık sarınmaktan menolunurlar. Nehir.
Bahır'da da böyle zikredilmiştir. Yukarıda geçtiği üzere Eşbâh'da da bu kavle
itimad edilmiştir. Zimmîler ancak siyah uzun külah giyerler. Zimmîler ipek
zünnar bağlamaktan, yünden yapılmış biniş, iyi çuha, ince hırka gibi kıymetli
elbiseleri, ilim ehline ve eşrafa mahsus olan elbiseleri giymekten
menolunurlar. Müslümanlar yanında hürmet gören katiplik mübaşirlik gibi
hizmetlerden de men olunurlar. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
Hâvî'de zikredilmiştir ki; zimmîlerle
müslümanlar arasındaki her muamelede zimmîler kendilerini daima zelil ve hakir
görürler. Buna göre; yanlarında bir müslüman ayaktayken onlar oturmaktan men
olunurlar. Bahır. Onlara tazim etmek haramdır. Onlarla musâfaha etmek de
mekrûhdur. Onlara selâm verilmez. Ancak ihtiyaç olursa verilir. Eğer onlar
selâm verirlerse, cevabında "aleyküm" denilir,
"aleykümüsselâm" denilmez. Zimmîlere yol daraltılır, hanelerinin
üzerinde alâmet bulundururlar. Bu bahsin tamamı Eşbâh'ın "zimmî
ahkâm"ındadır.
Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şerhinde
zikredilmiştir ki; zimmîlerin Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere'de
oturmalarına müsaade edilmez. Çünkü bu yerler, Arap topraklarıdır. Arap
toprakları hakkında Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Arap yarımadasında iki din bir arada
toplanmaz." buyurmuşlardır. Bu yerlere ticaret için girmeleri caizdir.
Fakat uzun zaman kalmalarda müsaade edilmez.
Es-Siyerü'l-Kebîr'de zikredilene göre;
zimmîlerin Mescid-i Haram'a girmelerine müsaade edilmez. El-câmiü's-Sağîr'de
zikredilene göre müsaade edilir. Es-Siyerü'l-Kebîr İmam Muhammed'in son telif
ettiği kitabı olduğu için onda zikredilen kavil üzerinde karar kılmış olduğu
acıktır.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; zimmîlerin
köleleri değil kadınları da bellerine zünnar bağlamakla müslüman kadınlardan
ayrılırlar. Bir zimmî bir şehirde bir haneyi satın almak isterse kendisine
satılmaz. Şayet satın almış olursa, onu bir müslümana satması için cebrolunur.
Bazıları: "Cebrolunmaz, ancak çok satın aldıkları takdirde
cebrolunur." demişlerdir. Dürer.
Müftî Ebussûud'un Ma'ruzât'ının namaz
bahsinde zikredilmiştir ki;
- Zimmîlerin şehirde müslümanlarla birlikte
oturmaları -
Ebussûud Hazretlerine "Bir mescidin
etrafında hiç bir müslüman hanesi kalmayıp mescidi kâfirlerin haneleri kuşatmış
olup yalnız vazifeleri için imam ile müezzin onda ezan okuyup namaz kılsalar
kendilerine tâyin edilen ücret helâl olur mu?" diye sorulmuş. O da: "Bu
mescidin etrafındaki haneleri müslümanlar kıymetleriyle acele olarak cebren
satın alırlar." diye cevap vermiş. Sultan da böyle yapılmasını emretmiş.
Hâkimin de bu hükmü tehir etmesi asla caiz değildir.
Yine Maruzât'ın cihâd bahsinde
zikredilmiştir ki; Ebussûud Hazretlerinde "Zimmîler köle veya cariyeyi
hizmetçi olarak kullanmasınlar, diye padişahın fermanı sâdır olduktan sonra bir
zimmî köle veya cariyeyi hizmetçi olarak kullansa kendisine ne lâzım
gelir?" diye sorulmuş. O da: "O zimmî şiddetti tazîr ve
hapsedilir." diye cevap vermiştir.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; zimmîler, hor
ve hakir gördükleri işleri yapmakla emrolunurlar. Hanelerini de üzerlerinde
alâmet bulundurmak suretiyle müslümanların hanelerinden ayırırlar.
İZAH
"Zimmîler kıyafetlerinde ilh..."
Yani zimmîler müslümanlara karışınca, müslümanlara yapılan tazim ve hürmet
onlara da yapılmaması için müslümanlardan ayrı kıyafette bulunmaları lâzımdır.
Ayrı 'kıyafette bulunmamış olsalar, onlardan biri yolda ansızın ölür de üzerine
cenaze namazı kılınabilir. Kıyafetlerinin ayrı olması vâcib olunca, hakir ve
zelil bir kıyafette bulunurlar. Tazim edilecek bir kıyafette bulunamazlar.
Sebebsiz olarak eza edilmeksizin onları alçaltmak lâzımdır.
"Bineklerinde ilh..." Nehir
sahibi "Zimmîler hayvana bindikleri takdirde devamlı bir taraftan binmek
suretiyle binmede müslümanlardan ayrılırlar. Bunu kardeşimden işittiğimi
zannediyorum." demiştir.
Ben derim ki: Bu böyledir. Allâme Kasım
risalesinin kilise bahsinde zikretmiştir ki; Hz. Ömer (R.A.) ordu
kumandanlarına "zimmîleri kurşunla mühürlemelerini, onlar hayvana
bindikleri takdirde palan üzerine yan binmelerini" yazmıştır.
"Silâhlarında ilh..." Musannıf
bunda Dürer sahibine tâbi olmuştur. Bu ise metin sahihlerinin "zimmîler
silâh kullanmaz" ifadelerine münafidir. Meğer ki, "müslüman hükümdar
zimmîlerin harbe katılmalarını isterse bu takdirde silâhlarını müslümanlardan
ayrı takınırlar" mânâsına hamledilmiş olsun. Musannif "zimmîler
silâhlarında müslümanlardan ayrılırlar" ifadesiyle "silâh kullanamazlar"
mânâsını murad etmişse, bu da çok uzaktır.
"Katıra binmeleri de caizdir
ilh..." Yani katıra binmede izzet ve şeref olmadığı takdirde zimmîlerin
katıra binmesine müsaade edilir. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye şerhindedir.
"Zaruretten dolayı binmelerine müsaade
edilir ilh..." Yani zimmî köye giderse veya hasta olursa merkebe binmesine
müsaade edilir. Fetih.
"Silâh kullanamazlar ilh..."
Çünkü silâh kullanmada izzet ve şeref vardır, izzet ve şerefli olan her şeyden
menolunurlar. Bu kaideden pek çok hüküm bilinir. Dürr-i Müntekâ.
"Mavi veya sarı olsa bile sarık
sarmaktan menolunurlar ilh..." Bu Fetih'de zikredilene muhaliftir.
Fetih'de: "Maksad zimmîlerin bir alâmetle ayrılmaları olunca her beldenin
örf ve âdeti itibar edilir. Bizim memleketimizde alâmet sarıkladır.
Hıristiyanlar mavi, Yahudiler sarı sarınmaktadır. Beyaz sarınmak ise
müslümanlara mahsusdur." diye zikredilmiştir. Zahîriyye'de bildirilmiştir
ki; zimmîlerin sarık sarınmaları, ipek zünhar bağlamaları müslümanları üzer.
Zimmîler bu alâmetle ayrılmaktan men olunurlar. Tatarhâniyye'de zikredilen de
bunu te'yid eder. Şöyle ki: Zimmîler küçük külah giymekten menolunurlar. Siyaha
boyanmış bezden, astarlı uzun külah giymelerine müsaade edilir. Bu alâmet
olarak daha lâyıktır.
Ben derim ki: Bu, İmam Ebû Yusuf'un Haraç
kitabında "Zimmîler astarlı uzun külah giymeleri için cebrolunurlar. Çünkü
Hz. Ömer bununla emretmiştir. Sarık sarınmaktan menolunurlar." diye
zikredilene muvafıktır.
TENBİH: Fetih'de zikredilmiştir ki: zimmîye
kadınlar sokaklarda kıyafetleri ile tanınmaları için yahudi kadınları
çarşaflarının üzerine sarı bir bez, hıristiyan kadınları ise mavi bir bez
dikerler.
Keza zimmî kadınlar hamamda da tanınmaları
için boyunlarına demir halka takarlar. İhtiyar'da da böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Zimmîye bir kadın müslüman
bir kadına bakmada esah olan kavle göre yabancı erkek gibidir. Binaenaleyh
zimmîye bir kadın müslüman bir kadına asla bakamaz.
"Yünden yapılmış biniş ilh..."
Şimdi bu elbise, Kur'ân ve ilim ehline mahsus olduğu için zimmîler bu elbiseyi
giymekten menolunurlar. T.
"Zimmîler kendilerini daima zelil ve
hakir görürler ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki, zimmîler müslümanlarla
beraber bulunduklarında kendilerini hakir ve zelil görmeleri lâzım olunca,
müslümanların onlara tazîm etmemesi vâcibdir. Fakat Zahîre'de zikredilmiştir
ki. hamama gelen bir yahudinin parasına tamah ederek bir müslümanın ona hizmet
etmesinde bir beis yoktur. Kalbi İslâmiyete meyletsin diye ona tazimde
bulunmasında da bir beis yoktur. Bunlardan hiç 'birine niyet etmezse ona hizmet
veya tazîm etmesi mekrûhdur.
Keza kalbi İslâmiyete meyletsin diye bir
müslümanın bir zimmî için. ayağa kalkmasında bir beis yoktur. Eğer kalbinin
İslâmiyete meyletmesine niyet etmeksizin ayağa kalkar veya zenginliği için ona
tazimde bulunursa mekrûhdur.
Tarsûsî: "Bir zimmînin zatına veya
dinine tazîm için bir müslüman ayağa kalkarsa kâfir olur. Çünkü küfre rıza
küfürdür. O halde küfre nasıl tazîm edilir?" demiştir.
Ben derim ki: Bundan şu anlaşılmıştır: Bir
müslüman bir zimmînin şerrinden korktuğu için ayağa kalkarsa, bunda bir beis
yoktur. Hatta kesin olarak zarar geleceğini bilirse ayağa kalkması vâcib,
zann-ı galibine göre zarar geleceğini bilirse ayağa kalkması müstehab olur.
"Zimmilere yol daraltılır ilh..."
Yani müslüman ile zimmî birbirleriyle karşılaştıklarında ihanet için müslüman
onu yolun en dar tarafına sevkeder.
"Hanelerinin üzerinde alâmet
bulundururlar ilh..." Yani zimmîler bilinip kendilerine dua ve istiğfar
edilmemesi için evlerinin üzerinde alâmet bulundururlar.
"Bu yerler Arap topraklandır
ilh..." Zimmilerin yalnız Mekke ile Medine'de değil, Arap yarımadasının
hiçbir yerinde oturmalarına müsaade edilmez.
Muvatta ve diğer hadîs kitablarının
tahricine göre metinde geçen hadîs-i şerifi Peygamber Efendimiz vefat ettikleri
hastalığında buyurmuşlardır.
"Onda zikredilen kavil üzerinde karar
kılmış olduğu açıktır ilh..."
Buna göre "zimmîlerin Mescid-i Harama
girmelerine müsaade edilmemesi" mezhebin mu'temed kavli olmuş olur.
Ben derim ki: Fıkıh metinlerinin Hazr ve
İbâhe bahsinde "zimmîlerin Mescid-i Harama ve diğer mescidlere girmelerine
müsaade edilir" diye zikredilmiştir. Sarihin burada "zimmîlerin
Mescid-i Harama girmelerine müsaade edilmez" sözü İmam Muhammed, İmam
Şafiî ve İmam Ahmed'in kavilleridir.
Es-Siyerü'I-Kebîr'de zikredilen İmam-ı
Azam'ın değil yalnız İmam Muhammed'in kavlidir. Fıkıh metinleri İmam-ı Azam'ın
kavli üzeredir. Bilinmiş olduğu üzere fıkıh metinleri mezhebi nakletmek için
yazılmışlardır. Bu bakımdan metinlerde zikredilenlerden sapılmaz.
İmam-ı Serahsî Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde
zikretmiştir ki; Ebû Süfyan imân etmeden önce Medine'ye geldiğinde Mescid-i
Nebeviyye'ye girmiştir. Bu, "müşriklerin hiçbir mescide girmesine müsaade
edilmez" diyen İmam Mâlik'in aleyhine biz Hanefilerin delilidir.
İmam Şafiî:
"Müşrikler ancak ve ancak necistirler.
Binaenaleyh bu seneden sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." âyet-i
kerimesinden dolayı "müşriklerin yalnız Mescid-i Haram'a girmelerine
müsaade edilmez." demiştir.
Biz Hanefilere göre; kâfirler diğer
mescidlerden menedilmedikleri gibi Mescid-i Haram'dan da menedilmezler.
"Bir zimmî bir şehirde bir haneyi
satın almak isterse ilh..." Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki;
Hz. Ömer'in Basra ile Kûfe'yi şehir yaptığı gibi, bir islâm hükümdarı
zimmîlerin arazisinde müslümanlar için bir şehir kursa da zimmîler oradan
haneler satın alıp müslümanlarla beraber oturmak isteseler bundan
menedilmezler. Zira islâm dininin güzelliklerini görüp imân etmeleri için
onların zimmî olmalarını kabul ettik. Onların müslümanlara karışmaları ve müslümanlarla
birlikte oturmaları bu mânâyı gerçekleştirir.
İmam-ı Hulvanî: "Zimmîlerin İslâm
şehrinde hâne satın almaları az oldukları takdirdedir. Onların sakin olmasıyla
müslüman cemaat azalacak veya dağılacak olursa buna müsaade edilmez. Zimmîlere
şehrin bir kenarında oturmaları emrolunur." demiştir. Bu, İmam Ebû
Yusuf'un "Emâlî" ismindeki eserinde mevcuddur.
"Cebren satın alırlar, diye cevap
vermiş ilh..." Bu cevap imam-ı Hulvanî'nin kavline göredir. Ebussûud
Hazretleri "imam ile müezzin vazifelerini yaptıkları için tâyin edilen
ücret kendilerine helâl olur." diye cevap vermesi lâzım iken sorulana
cevap vermemiştir.
Ben derim ki: Bu acık olduğu için buna
cevap vermeyip daha mühim olanı bildirmiştir. Buna belagatta
"üslûbü'l-hakîm (hikmetli söz söyleme tarzı)" denir.
METİN
Zimmîler şehirde müslümanlar arasında
oturmak için ev kiralamak isteseler, kendilerinden kira almak menfaati bizlere
aid olduğu için ve müslümanların güzel muamelelerini görüp müslüman olmaları
için kiralamaları caizdir. Fakat İmam-ı Hulvanî: "Onların oturmalarıyla
müslümanlarınazalmaması şartıyla kiralamaları caizdir." demiştir. Onların
oturmalarıyla müslümanlar azalacak olursa, müslümanlardan ayrılıp müslümanların
bulunmadığı bir tarafda oturmakla emrolunurlar. Bu, Zahîfe'den naklen Bahır'da
imam Ebû Yusuf'dan hıfz ve rivayet edilmiştir.
Eşbâh'ta zikredilmiştir ki; zimmîlerin
şehirde müslümanlar arasında oturmalarında ihtilâf vardır. Mu'temed olan kavle
göre; müstakil bir mahallede oturmaları caizdir. Bunu musannıf ve diğerleri ikrar
etmiştir. Fakat Şeyhülislâm Cûyzâde, zimmîlerin müstakil bir mahallede
oturmalarını reddederek: "Eşbâh sahibi yanlış anlamıştır. Galiba
Zahîre'nin "nahiye" kavlini "mahalle" mânâsına anlamıştır.
Halbuki böyle değildir." demiştir.
Timurtâşî, Nesefî'den naklen İmam Şafiî'nin
"Zimmîlerin müstakil bir mahallesi olmaması için, müslüman şehirlerindeki
hanelerini satmaları, şehirden çıkıp haricinde sakin olmaları kendilerine
emrolunur." dediğini naklettikten sonra Câmiu's-Sağîr şerhinde açıklamıştır
ki; zimmîlerin müslüman şehirlerinden men olunmalarından maksad, şehirde
oturdukları müstakil bir mahalleleri ve orada müslümanların kuvveti gibi kuvvet
ve askerleri olmasıdır. Ama müslümanlar arasında zelil ve hakir olarak
oturmaları böyle değildir. Fetâvây-ı Üskûbî'de de böyledir.
-Zimmîlerin ahdini bozup bozmayan haller -
Zimmîlerin harb için bir yeri ele
geçirmeleriyle yahut dar-ı harbe gitmeleriyle, yahut cizyeyi kabulden imtina
etmeleriyle yahut nefsini müşrikler için casus kılıp meselâ bir müsteminin bir
sene İslâm memleketinde ikâmetiyle kendisine cizye konulup maksadı
müslümanların aleyhine kâfirler için casusluk yapmak gibi müslümanların haber
ve sırlarını bildirmek için gönderilmiş olmasıyla işte bu dört surette ahitleri
bozulur. Casusluk için göndermiş olmazlarsa ahdi bozulmaz. Mahît'in kelâmı bu
kavil üzerine hamlolunur. Bu dört surette zimmî bütün hükümlerde mürted
gibidir. Şu kadar var ki, zimmî esir edilse köle olur. Mürted ise öldürülür.
Tekrar zimmeti kabul etmesi için kendisine cebredilmez. Mürted ise İslâmiyeti
kabul etmesi için kendisine cebrolunur. Zimmînin "ben ahdi bozdum"
demesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Ama harbî (kâfir) nin "ben emânı
bozdum" demesiyle emân bozulmuş olur. Bahir. Fetih.
Zimmînin cizyeyi vermekten imtina etmesiyle
ahdi bozulmuş olmaz. Yukarıda geçtiği üzere cizye konulurken kabulünden imtina
etmesiyle ahdi bozulmuş olur. Aynî, "Vâkıât'tan" cizyeyi vermekten
imtina edenlerin öldürülmelerinin caiz olduğunu "nakledip 'bu üç imamın
kavlidir" demiştir. Fakat bu, Bahır'da zayıf görülmüştür. Bir zimmînin
müslüman bir kadına tecavüz etmesiyle yahut bir müslümanı öldürmesiyle yahut
bir müslümanı din cihetinden fitneye düşürmesiyle yahut yol kesmesiyle ahdi
bozulmuş olmaz. Peygamber Efendimize dil uzatmasıyla da ahdi bozulmuş olmaz.
Çünkü ahde yakın olan asıl küfrü ahid yapılmasına mâni olmaz. Artık asıl küfrü
üzerine Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatmasıyla zâid olan küfrü ahdini
bozmaz. Bir müslüman Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatırsa, öldürülür.
Nitekim ileride gelecektir.
Bir zimmî islâm dinine yahut Kur'ân-ı
Kerîm'e yahut Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatırsa, kendisine icab eden
ceza tatbik edilir. Aynî Peygamberimize dil uzatan zimmînin muhtar olan kavle
göre öldürülmesidir." demiştir, ibn-i Hümam da Aynî'ye tâbi olmuştur.
Şarih der ki: Bu öldürme kavliyle ancak
şeyhimiz Remli Hayrüddin fetva vermiştir, imam Şafiî'nin kavli de budur. Bundan
sonra Müftî Ebus-sûud'un Maruzât'ında gördüm ki; zimmînin Peygamber Efendimize
dil uzatma âdeti ise öldürülmesini söyleyen imamların kavliyle amel edilmesine
dâir sultanın emri vârid olmuştur ve bununla Ebussûud Hazretleri fetva
vermiştir. Bundan sonra yine Müftî Ebussûud: "Hıristiyan olan Bişr'e
Peygamberiniz İsa (A.S.) veled-i zinadır." diyen Yahudi Bikr Peygamberlere
dil uzattığı için öldürülür." diye fetva vermiştir.
Şarih der ki: ibn-i Kemâl'in Hadîs-i
Erbain'ininin otuz dördüncü:
"Ey Âişe lanet gibi fena söz
söyleme." hadîs-i şerifinde "Biz Hanefilere göre hak olan; Peygamber
Efendimize alenî dil uzatan bir zimmînin öldürülmesidir." diye açıkladığı
bunu teyid eder. Bu, Zahîre'nin Siyer'inde tasrih edilmiştir. Şöyle ki: imam
Muhammed Peygamber Efendimize alenen dil uzatan kadının öldürülmesinin caiz
olduğunu beyan için "Ömer b. Ady Mervan kızı Asma'nın Resûl-I Ekrem Efendimize
dil uzatarak eza cefa ettiğini işitince onu geceleyin öldürmüş, Peygamber
Efendimiz onu bu fiilinden dolayı methetmiştir." diye rivayet edilen
hadîs-i şerif ile istidlal etmiştir. Bu böylece bilinmelidir.
İZAH
"Zimmîler şehirde müslümanlar arasında
oturmak için ev kiralamak isteseler ilh..." Musannıf zimmîlerin hâne satın
alma hakkında olan bahsi bitirince hâne kiralamaları ile ilgili bahse
başlamıştır. Musannıfin kelâmından anlaşılmıştır ki, bunların arasında fark
vardır. Şöyle ki: Bir zimmî müslüman şehrinde bir hâne satın aldığında satması
için kendisine cebrolunur. Halbuki mu'temed olan kavle göre; kiralama ile satın
alma arasında fark yoktur. Ancak asıl ibare satın alma hakkındadır.
"Orada müslümanların kuvveti gibi
ilh..." Yani kendilerini müdafaa edecek bir kuvvetin bulunması ancak
müstakil bir mahallede oturmalarıyla mümkün olur. Bu yüzden böyle müstakil bir
mahallede oturmaktan men olunurlar. Ama müslümanlar arasında dağınık, zelîl ve
hakir olarak oturmalarına mâni olunmaz.
TENBİH: -Zimmîler binalarını müslümanların
binalarından yüksek yapmaktan men olunurlar -
Dürr-i Müntekâ'da zikredilmiştir ki;
zimmîler binalarını müslümanların binalarından yüksek veya müsavi yapmaktan men
olunurlar. Zimmîlerin yüksek olan eski binaları yıkılmaz.
Remli Hayreddin'e "Bir yahudinin bir
müslümanın odası üstünde bir odası bulunsa, müslüman kendisinden yüksekte
bulunduğu için onu orada oturmaktan men etmek istese men etme hakkı var
mıdır?" diye sorulduğunda: "Men etme hakkı yoktur. Çünkü fukahâ
zimmîlerin mâlik oldukları eskiden kalma haneleri müslümanların hanelerinden
yüksek olsa yıkılmadığı müddetçe yıkılmamasını ve onlarda oturmalarını caiz
görmüşlerdir. Kendi-kendine yıkıldığı takdirde eskisi gibi yüksek olarak
yapılmasına müsaâde edilmez.", diye cevap yermiştir. Zimmîler yüksek
binalarda hırsızdan korunmak için otururlarsa buna mâni olunmaz. Çünkü onlar
Dununla müslümanların yüksek olmayı değil korunmayı kasdetmişlerdir.
Müslümanlardan üstün olmak istediklerinde men olunurlar.
Kaariü'l-Hidâye Fetâvâ'sında; "Zimmîler
muamelelerde müslümanlar gibidir. Bir müslümanın mülkünde yapması caiz olan
şeyi onların da yapması caizdir. Bir müslümanın mülkünde yapması câiz olmayan
şeyi onların da yapması caiz değildir. Ancak binasını yükselttiği takdirde
komşusunun ışık ve havasına mâni olma gibi bir zarar hâsıl olacak olursa buna
müsaade edilmez. Bu. mezhebin zahir olan kavlidir." demiştir.
İmam Ebû Yusuf Haraç kitabında zikretmiştir
ki: Kaadının zimmîleri müslümamlar arasında oturmaktan men edip, onlara ayrı
olarak oturmalarını emretme hakkı vardır. Kaariü'l-Hidâye: "Ben bununla
fetva veririm." demiştir. Yani kaadının zimmîlerin müslümanlar arasında
oturmalarına mâni olma hakkı olunca, onları yüksek binalarda oturmaktan men
etme hakkı evleviyetle vardır. Zimmîlerin binalarını müslümanların binalarından
yüksek yapmaları ve müslümanlar arasında yüksek binalarda oturmaları caiz
değildir. Hatta müslüman mahallelerinde oturmalarına müsaade edilmez.
Hâvî'de zikredilmiştir ki: Zimmîlerin
kendileri ile müslümanlar arasındaki her muamelede zelil ve hakîr olmaları
vâcibdir. Binalarının müslüman olan komşularının binalarından yüksek olması
hakîr ve zelîl olmalarına muhaliftir.
Fetih'de zikredilmiştir ki: Müslümanlardan
üstün olduğunu söyleyen bir zimmîyi hükümdarın öldürmesi helâldir. İmam Şafiî:
"Zimmîleri üstünlükten men etmek vâcibdir. Bu Allah'ın hakkı ve dine
tazimdir." demiştir. Biz Hanefilerin kaidesi de böyledir. Yukarıda geçtiği
üzere zimmîye tazim etmek haramdır. Zimmînin üstünlüğüne razı olma ona tazim
etmektir. Bu mahalde bana zahir olan budur, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ
Hazretleri bilir.
"Ahidleri bozulur ilh..." Yani
zimmîler ahidlerinin bozulmasıyla müslümanlara karşı düşman olurlar. Zimmet
akdi. onların düşmanlık şerrini def içindir.
"Zimmilerin harb için bir yeri ele geçirmeleriyle
ilh..." Yani zimmîlerin İslâm beldelerinden birini zorla elde ederek harbe
cür'et etmeleriyle ahidleri bozulmuş olur. Zimmîler. kendilerince doğru görülen
bir delile dayanarak hükümdara karşı isyan edenlerle beraber olup savaşta
onlara yardım etseler ahidleri bozulmaz. Zeylaî.
"Cizyeyi kabulden imtina etmeleriyle
ilh..." Yani cizyeyi kabul etmemeleriyle ahidleri bozulmuş olur.
"Cizyeyi kabul etmemek ancak cizye ilk defa konulurken mümkündür. O zaman
da ise zimmet akdi yok ki bozulmuş olsun." denilirse; "Babasına tâbi
olmakla zimmî olan bir çocuk, büyüyüp de sene başında kendisine cizye konulmak
istenildiğinde cizyeyi kabulden imtina edecek olsa babasına tâbi olarak
kendisine sabit olan zimmeti bozmuş olur." diye cevap verilir. T.
"Muhit'in kelâmı bu kavil üzerine
hamlolunur ilh..." Muhît'in ibaresi şöyledir: Bir zimmî müslümanların
ayıplarını ve sırlarını düşmana haber verse yahut müslümanlardan birini
öldürmek istese zimmet ahdini bozmuş olmaz.
"Bütün hükümlerde mürted gibidir
ilh..." Yani bir zımmi, ticaret gibi maksadla olmaksızın müsadesiz olarak
dar-ı harbe çıkıp gitmekle dar-ı harbe girdiğine hüküm olunsa, zimmeti bozulmuş
olup hakkında mürted ahkâmı geçerli olur; İslâm memleketinde bırakmış olduğu
zimmîye zevcesi kendisinden boş olur. İslâm memleketinde bulunan malları
veresesi arasında taksim edilir. Sonra pişman olarak İslâm memleketine gelirse
zimmeti avdet eder. Fetih. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Mürted ise öldürülür ilh..."
Çünkü onun küfrü ağır ve şiddetlidir. Bahır.
"Ben ahdi bozdum demesiyle ahdi
bozulmuş olmaz ilh..." Yani zimmet ahdi mücerred söz ile bozulmayıp fiil
ile bozulur. Ama harbî (Pasaportlu kâfir) "ben emânı bozdum" dese,
mücerred söz ile emân bozulmuş olur. .
Ben derim ki: Galiba bunlar arasındaki fark
harbînin emânı mu-olup devamlı değildir. Bundan dolayı harbî istediği zaman
memleketine dönebilir. Fakat zimmet ahdi devamlıdır. Zimmînin bundan dönmesi
sahih değildir. Bundan dolayı zimmînin dar-ı harbe gitmesine müsaade edilmez.
Zimmî İslâm hükümdarının kahrı altında bulunduğu müddetçe cizye vermesi için
kendisine cebrolunur.
"Aynî, Vâkıât'tan ilh..." Ayni:
"Hüsamüddin'in Vâkıât'ında zikredilen rivayete göre; zimmîler cizyeyi
vermekten imtina ettikleri takdirde ahidleri bozulmuş olup kendileriyle
savaşılır. Bu üç imamın kavlidir." demiştir. Bunun rivayet ve dirayet
cihetinden zayıf olduğu bilenler için gizli değildir. Bahır.
Ben derim ki: Rivâyet cihetinden zayıf
olmasının vechi, metinlerde yazılı olan mezhebin meşhur rivayetine muhalif
olmasıdır, dirayet cihetinden zayıf olmasının vechi öldürmeyi defeden ahid bakî
olduğu için cizyenin kendilerinden zorla alınmasıdır.
Vâkıât'taki rivayet "Zimmîler bir yeri
zorla ele geçirip harbe cüret ettiklerinde kendilerinden cizyeyi almak ancak
savaş ile mümkün olur." diye tevil edilebilir.
"Bir zimmînin müslüman bir kadına
tecavüz etmesiyle ilh..." Zimminin ahdi bozulmaz. Fakat kendisine had
tatbik edilir.
Keza bir zimmî bir müslüman kadını
nikâhlasa ahdi bozulmaz. Fakat nikâhtan sonra bir müslüman olsa bile nikâh
bâtıldır. Zımmı ve kadın tazir edilir. İkisinin arasını bulan kimse de ta'zîr
edilir. Bahır.
-Peygamber Efendimize dil uzatan zimminin
hükmü-
"Peygamber Efendimize dil uzatmasıyla
ilh..." Yani bîr zimmi Peygamber Efendimize alenen dil uzatmadığı takdirde
ahdi bozulmaz. Alenen dil uzatır, veya dil uzatmayı âdet edinirse, kadın olsa
bile öldürülür. Bugün bununla fetva verilir. Dürr-i Müntekâ.
Remlî Hayrüddin: "Bu gibi hallerden
dolayı zimmet ahdinin bozulması şart koşulmadığı takdirde ahdi bozulmaz. Zimmet
ahdinin bozulması evvelce şart koşulmuş ise bu haller ile ahid bozulur."
demiştir.
Ben derim ki: İmam Ebû Yusuf'un Haraç
kitabında zikredilmiştir ki: Ebû Ubeyde (R.A.) Şam ahalisi île eskiden kalma
kilise ve havraların bırakılması, yeni kilise ve havra yapılmaması, hiç bir
müslümanın sövülüp dövülmemesi şartı ile sulh yapmıştır.
Allâme Kâsım'ın, Hilâl, Beyhâki ve
diğerlerinden rivayet ettiği ahidnâmenin sonunda şu ifadeler vardır:
Ebû Ubeyde (R.A.); "Ben sulh yaptığım
zımmilerle beraber Hz. Ömer (R.A.)'e ahidnâmeyi getirdiğimde Hz. Ömer (R.A,)
zimmilere ilave olarak şunları yazdırdı" demiştir
Bizim ve kendi milletimizin aleyhine
müslümanların lehine olarak hiç bir müslümanı dövmemek şartıyla sulh yapıp
müslümanların emânını kabul ettik, Eğer müslümanların lehine ve kendi
aleyhimize tekeffül ettiğimiz şartlardan herhangi birine uymayacak olursak
zimmetimiz kalmayacak ve diğer kâfirler gibi kanımız helâl olacaktır.
Hilâl'in rivayetine göre. Hz. Ömer (R.A.)
Ebû Ubeyde (R.A.)'a; "Onlara istediklerini ver ve kendi aleyhlerine şart
koştuklarına "bizim esirlerimizden hiç birini satın almayacaklar ve bir
müslümanı kasden dövdüklerinde ahidleri bozulacaktır "şartlarını da ilave
et." diye yazmıştır.
Şürunbulâlî, risalesinde ahîdnâmeyî
tamamiyle zikrettikten sonra "Kaadı Bedrüddin-î Karâfî'nin naklettiği gibi
bütün mezheblerin fukahâsı buna itîmad etmiştir. Bundan sonra zîmmîler benim
zamanımda yeni kilise yapmakla ahidlerini bozmuşlardır." demiştir.
Risalesini bunun hakkında telif etmiştir. Şürunbulâlî risalesinde Hz. Ömer (R.A.)'in
ilave ettiği şartları zikrettikten sonra: Bu, "zîmmiler müslümanlara karşı
yükseklik taslayıp inat ettikleri için ahidleri bozulmuştur" diyen Kemâl
b. Hümam'a delildir." demiştir.
"Cihâd kıyamete kadar devam
edecektir." hadîs-i şerifinin gereğince her İslâm hükümdarı bir beldeyi
harp yoluyla aldığı zaman Hz. Ömer (R.A.)'in şart koştuğu maddeleri şart
koşmamıştır. Bundan dolayı İslâm hükümdarları Hz. Ömer (R.A.)'in Şam ve diğer
fethedilen yerlerin ahalisine şart koştuğu maddeleri açık olarak zikretmeyi
bırakmışlardır.
İslâm hükümdarı harp yoluyla aldığı yerin
ahalisine Hz. Ömer (R.A.)' in şart koştuğu maddeleri şart koşmuş olduğu
bilinmedikçe o maddelerin hükmü o yerin ahalisine tatbik edilemez.
Velhâsıl: Bir zimmî bir müslüman kadına
tecavüze yahut müslüman kadınla nikâh akdine yahut bir müslümanı dininden
çıkarmaya yahut yol kesmeye yahut Resûl-i Ekrem hakkında dil uzatmaya cesaret
edecek olsa bakılır: Eğer bu gibi hallerden dolayı zimmet ahdinin bozulması
evvelce şart koşulmuş ise zimmet ahdi bozulmuş olur. Şart koşulmamış ise zimmet
ahdi bozulmamış olur. Bununla beraber o zimmî hakkında ahdi bozulsun bozulmasın
bu suçundan dolayı gereken had veya ta'zîr cezası kendisine tatbik edilir Şu
kadar var ki. Peygamber Efendimize alenen dil uzatır veya dil uzatmayı âdet
edinirse, kadın olsa bile öldürülür.
Hafızüddin-i Nesefî'den naklen Şilbî'de
zikredilmiştir ki: Bir zimmî islâm dinine açıktan ta'n etmeye cür'et edecek
olursa öldürülmesi caizdir: Çünkü İslâm dinine ta'n etmemesi üzerine ahid
yapılmıştır. Ta'n ettiği takdirde ahdini bozmuş, zimmî olmaktan çıkmış olur.
TENBİH: Zahire'den naklen Ebussûud
Efendinin haşiyesinde zikredilmiştir ki: Bir zimmî inandığı ve itikad ettiği
fena bîr şeyi Resul-i Ekrem hakkında söyleme cür'etinde bulunursa meselâ
"Hz. Muhammed (s. A.V.) Peygamber değildir" yahut "Yahudileri
haksız yese öldürmüştür" yahut "yalancıdır" dese, bazı imamlara
göre ahdi bozulmuş olmaz. Ama inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi
Peygamber Efendimiz hakkında söyleme cür'etinde bulunsa, meselâ Peygamber
Efendimizi zinaya nisbet ederse yahut neşeti hakkında ta'n ederse ahdi bozulmuş
olur.
Ben derim ki: Şafiî mezhebine göre, bir
zimmî bir müslüman kadına tecavüze yahut bir müslüman kadına nikâh ile cinsî
yakınlığa yahut müslümanların noksanlarım kâfirlere yahut bir müslümanı
dininden çıkarmaya yahut islâm veya Kur'ân-ı Kerim hakkında tana yahut Allah-ü
Teâlâ'ya yahut Resûl-l Ekrem'e yahut Kur'ân-ı Kerîm'e yahut bir peygambere
inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi açıktan nispet etmek cüretinde
bulunacak olsa - esah olan kavle göre - bakılır: Eğer bu gibi hallerden dolayı
ahdin bozulması evvelce şart koşulmuş ise şarta uymadığı için ahid bozulmuş
olur. Eğer evvelce şart koşulmamış ise ahid bozulmuş olmaz. Fakat bu gibi
hallerden dolayı ahdin bozulacağı şart koşulur. Eğer evvelce şart koşulup
koşulmadığında şübhe edilirse evceh olan ahdin bozulmamasıdır. Çünkü bu haller
akdin maksudunu ihlal etmez. Aslu'r-Ravza'da "Bu haller ile mutlak surette
ahid bozulmaz." diye zikredilmiştir. Fakat bu, zayıftır. Minhâc Şerhi.
"Bir müslüman Peygamber Efendimize dil
uzatsa öldürülür ilh..." Yani tevbe etmediği takdirde öldürülür. Dürer,
Bezzâziye ve diğer bazı fıkıh kitablarında "tevbe etse bile hadden
öldürülür" diye zikredilmiştir. Bu biz Hanefilerin mezhebi değil,
Mâlikilerin mezhebidir. Nitekim ilerde gelecektir.
"Bir zimmî İslâm dinine yahut Kur'ân-ı
Kerim'e yahut Peygamber Efendimize dil uzatırsa kendisine icab eden ceza tatbik
edilir ilh..." Zimmi bunlardan birine açıktan dil uzatır veya dil uzatmayı
âdet edinirse öldürülür. Nitekim gelecektir. Tazîr babında geçtiği üzere
açıktan haksız olarak başkasının malını alan, yol kesen, gümrükçü, zalim, büyük
günâh isteyen kimselerin icab ederse öldürülmeleri caizdir,
Nâsıhî: "Bozgunculuk eden, insanlara
zarar veren, eza eden kimselerin öldürülmeleri caizdir." diye fetva
vermiştir.
Hanbeli mezhebinden olan Şeyhülislâm İbn-i
Teymiyye'nin "Es-Sarü'l-meslûl" adlı, kitabında zikredilmiştir ki:
İmam-ı Azam Ebû Hanife ve onun mezhebinde olan fukahâ: "Peygamberimize dil
uzatan zimmînin ahdi bozulmaz ve zimmî bu yüzden öldürülmez. Fakat açıktan dil
uzatma cüretinde bulunursa tazîr edilir. Nitekim kendi kitablarım sesli
okumaları gibi yapmaları caiz olmayan suçları açıktan yaptıklarında tazîr
edildikleri gibi. Bunu İmam-ı Tahâvi, İmam-ı Sevrî'den nakletmiştir. Hanefi
mezhebinin usûl ve kaidesine göre keskin olmayan bir aletle âdâm öldürme ve ön
tarafı dışında cinsî yakınlıkta bulunma gibi fena fiilleri işleyen kimseler
öldürülmez. Ama böyle fena fiilleri tekrarlıyan kimseyi hükümdarın öldürmesi
caizdir.
Kezâlik: Hükümdarın lüzum görürse, tâyin
edilen had üzerine ziyade etmesi de caizdir.
Hanefiler, Peygamber Efendimiz ve ashabı
tarafından "Bu gibi fena fiilleri işleyen kimseler öldürülür," diye
vârid olan haberleri hükümdarın lüzum görmesi üzerine hamlederler ve buna
"siyaseten öldürme" adını verirler.
Velhâsıl, cinsînde öldürme meşru olan fena
filleri tekrar işleyen kimseleri hükümdarın tazir cezası olarak öldürmesi
caizdir. Bundan dolayı Hanefilerin ekseri fukahâsı "Resûl-i Ekrem
Efendimize devamlı dil uzatan zimmînin -yakalandıktan sonra müslüman olsa bile-
öldürülmesine" fetva vermişler, buna "siyaseten öldürme"
demişlerdir. Bu. onların usûl ve kaidelerine göredir. İbn-i Teymiyye'nin sözü
burada son bulmuştur. "Yakalandıktan sonra müslüman olsa bile
öldürülür" ifadesini biz Hanefilerce açıklayan bir zatı görmedim. Fakat
İbn-i Teymiyye bunu biz Hanefilerin mezhebinden naklettiği için kendisine
itimad edilir.
"Ayni ilh..." Bahır sahibi,
"Peygamberimize dil uzatan zimminin öldürüleceğine dâir rivayet
yoktur." demiştir.
Remli Hayreddin Bahir sahibini
reddetmiştir. Şöyle ki: Zimminin ahdinin bozulmamasından öldürülmemesi lâzım
gelmez. Bütün fukahâ bu yüzden zimmînin tazîr ve tedip edileceğini açık olarak
söylemişlerdir. Bu ise başkasını böyle fena bir fiili işlemekten menetmek için
Peygamberimize dil uzatan zimmînin öldürülmesinin caiz olduğuna delâlet eder.
Çünkü günâh büyük olduğu takdirde böyle bir günâhı işleyen kimsenin tazîr
cezası olarak öldürülmesi caiz olur. Esah olan kavle göre Şafiî mezhebi de
bizim mezhebimiz gibidir. İbn-i Sübkî: "Ahdin bozulmamasından zîmmînin
öldürülmeyeceği anlaşılmamalıdır. Çünkü ahdin bozulmamasından öldürülmemesi
lâzım gelmez," demiştir. Biz Hanefilerin mezhebinde açıktan açığa islâmiyeti
küçümseyen, müslümanlara karşı üstünlük taslıyan ve bu hususta direnen zimmînin
öldürülmeyeceğini nefyeden hiç bir delil yoktur. Makdisî: "Aynî'nin
dediğini naklettikten sonra bu, bütün müslümanların isteği ve arzusudur Fakat
bu metinler ve şerhlerde zikredilene muhâlifdir." demiştir
Ben derim ki: Mukaddesata dil uzatan
zimmînin şiddetli tazîr edilmesi biz Hanefilerce lâzımdır. Hatta bu yüzden ölse
kanı heder olur. Burada Remlî'nin sözü son bulmuştur.
Ben derim ki: Zimminin öldürülmesi
inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi Peygamberimiz hakkında aleni olarak
söyleme cür'etinde bulunduğu takdirdedir. Nitekim bu yukarda geçmiştir.
"İbn-i Humam da Ayni'ye tabi olmuştur
ilh..." İbn i Humam ; "Bana göre bir zimmî Peygamber Efendimize dil
uzatma yahut çocuk nisbet etme gibi inanıp itikad etmediği ve lâyık olmayan bir
şeyi Allah'a isnad ederse bakılır. Bunları açıktan söylemeye cüret, ederse ahdi
bozulmuş olur ve kendisi öldürülür. Eğer bunları gizlediği halde bilinirse ahdi
bozulmaz ve öldürülmez. Zimmînîn İslâm dinîni ve müslümanları küçümsemede
direnmesi, öldürülmesini önleyen zimmet akdinde geçerli değildir. Çünkü zimmet
akdi zimmînin hakîr ve zelîl olmasını gerektirir. Zimmî islâm dinini
küçümsemede, müslümanlara karşı çalım satmada direndiği takdirde hükümdarın onu
öldürmesi yahut onu zelîl ve hakîr olmaya döndürmesi lâzımdır." demiştir.
"İmam Muhammed ilh..." Yani İmam
Muhammed metinde geçen hadîs-i şerif ile Peygamberimize alenen dil uzatan
kadının öldürülmesinin caiz olduğunu istidlal etmiştir. O halde bu.
"düşman kadınlarını öldürmeyiniz" diye vârid olan nehyin umumundan
tahsis edilmiştir. Nitekim bunu İmam Muhammed "Es-Siyerü'l-Kebîr"
isimli eserinde zikretmiştir. Bu, zimmet akdiyle öldürülmesi yasak edilen
zimmînin Peygamberimize alenen dil uzattığı takdirde öldürülmesinin caiz
olduğuna da delâlet eder. Bu hususta Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde bir çok hadîs-i
şerif delil gösterilmiştir. Bunlardan birisi Ebû İshâk-ı Hemedânî'nin rivayet
ettiği hadîs-i şeriftir. Şöyle ki: Bir adam Resûlullah'a gelerek: "Ben
yahudi bir kadının senin hakkında dil uzatma cüretinde bulunduğunu işittim.
Vallahi yâ Resûlullah o kadın bana iyilik de yapmıştı. Fakat onu
öldürdüm." demişi Resûl-i Ekrem Efendimiz onun kanını heder kılmıştır
METİN
Beni Tağlib kabilesinin mükellef olan erkek
ve kadınlarının mallarından, biz müslümanların arasında kendisinde zekâtın
vâcib olduğu bilinen mallardan alınan zekâtın iki katı, zekâtın ahkamıyla
alınır. Çocuklarından ancak haraç alınır. Beni Tağlib'in âzâdlılarından.
Kureyş'in âzâdhları gibi hem cizye hem haraç alınır. Ama :
"Bir kavmin âzâdlıları
kendilerindendir." hadis-i şerifi icma ile sadakaların haram olmasına
mahsustur. Yani "bir kavmin âzâdlıları kendilerinden sayılıp onlara da
sadaka haram olur" demektir.
Cizye, harac, Ben-i Tağlib kabilesinden
alınan, kâfirlerin müslüman hükümdara hediye olarak verdikleri şeyler -
kâfirler bizim dünya için değil din nâmına cihâd ettiğimize inandıkları
takdirde hediyeleri kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez. Cevhere-
kâfirlerden harbsiz alınan şeyler, vârisi bilinmeyen zimminin terikesi, âşirin
kâfirlerden aldığı şeyler sınırları kapama, taştan ve ağaçtan yapılan köprüler
gibi müslümanların menfaatına, âlimlerin, talebelerin, hâkimlerin, hâkimlerin
kâtiplerinin memurların, vereselerin ve ortakların arasında taksim edilen mala
şâhidlik yapanların, müftülerin, vaizlerin, muhtesîblerin, ücretsiz
muallimlerin, valilerin, sahillerdeki yolcuları gözeten rakîblerin maaşlarına,
askerlerin ve bu zikredilenlerin çocuklarının yiyeceklerine sarfolunur.
Bahır sahibi: "Beytülmâldan maaş
alanlardan biri ölüp küçük çocuktan kalsa, kendisine verilen maaşı küçük
çocuklarına verilir mi? Buna dâir bir nakil görmedim, diyerek mutemed olan
kavle göre ölen kimsenin maaşının küçük çocuklarına verilmesidir." demiştir.
Zekât bahsinden buraya kadar beytülmâlın üç
masrıfı, zekât bahsinde geçtiği üzere zekât ile öşrün masrıfı, siyer bahsinde
geçtiği üzere ganimetten alınan beşte bir ile rikâz (madenler ve definelerin
masrıfıdır.
Beytülmâldan zikredilmeyen dördüncü sınıf
bakî kalmıştır. O da buluntu, vârissiz ölenin terikesi, velisi olmayan maktulün
diyetidir. Bunların masrıfı sokağa bırakılan kimsesiz çocuklar ile velîsi
olmayan fakir çocuklardır. Bu beytülmâlın dört sınıfından her biri için
hükümdar müstakil bir yer tâyin ve tahsis eder. Hükümdarın bu dört sınıf malın
birinden ödüne alıp diğer sınıfın masrıfına sarfetmesi, sonra onda birşey hâsıl
olduğunda ödüne almış olduğu şeyi oradan alıp eski sınıfına koyması caizdir.
Hükümdar masrıfın ihtiyacına, ilmine,
fazlına göre beytülmâldan verir. Hükümdar masrıflarda kusur ederse, hesabını
Allah-ü Teâlâ sorar.
Hâvide zikredilmiştir ki:
"Kur'ân-ı Kerim'i hıfzeden kimseye
(beytülmâldan) iki yüz dirhem verilir." Hadîs-i şerifdeki "Kurân-ı
Kerîm'i hıfzeden kimse" den maksad zamanımızda müftüdür. Çünkü müftüler
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyip ahkâmını bilmektedirler.
Zimmiye beytülmâldan bir şey verilmez.
Ancak zayıf olup helak olacak olursa, helâktan kurtaracak mikdar nafaka
verilir.
Beytülmâldan maaş alanlardan birisi senenin
ortasında ölse, maaşdan mahrum olur. Çünkü bu bir nevi atıyye olup alınmadan
önce mâlik olunmaz. Zamanımızda atıyye ehli hâkimler, müftiler ve
müderrislerdir. Bunlardan birisi senenin sonunda veya sene tamam olduktan sonra
ölürse maaşının akrabasına verilmesi müstehabdır. Çünkü o senenin meşakkatini
çektiği için maaşının kendisine yani veresesine verilmesi mendub-dur. Bunlardan
birisine maaşı peşin olarak verildikten sonra sene tamam olmadan ölse veya
azledilse. bazılarına göre seneden geri kalan müddetin maaşının geri verilmesi
vâcibdir. Bazılarına göre, bîr .kimsenin peşin olarak zevcesine vermiş olduğu
nafaka gibi olup geri verilmesi lâzım değildir. Zeylaî.
Müezzin ile imama has bir vakıf olup vakfın
gelirini almadan önce sene içinde ölseler, vakıfdaki gelirleri düşer. Çünkü bu,
atıyye kabilindendir. Hâkim de böyledir. Bazıları "imamla müezzinin aldığı
ücret gibi olduğu için düşmez." demişlerdir, "imam ile müezzin"
den itibaren zikredilen ifadeler şerh nüshalarında sabittir, fakat metin
nüshalarından düşmüştür. Bu bahsin tamamı Dürer'dedir. Vakıf bahsinde hülâsa
olarak zikredilmiştir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Beni Tağlib kabilesinin ilh..."
Bu kabile cahiliyette hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Şam'a yakın bir yerde
idiler. Cizye vermekten imtina ettiler. Hz. Ömer (R.A.) onlarla zekâtın iki
katı üzerine anlaşma yaptı ve "Biz sadaka nâmıyla cizye alırız."
dedi. Şu kadar var ki, kendisinde zekâtın ahkâmı câri olur da zelîl ve hakir
olarak alınmaz. Naiblerinin ellerinden kabul edilir. Bundan dolayı zekâta ehil
oldukları için Kadınlarından da alımı. Çocukları ile delilerinden alınmaz.
Nehir.
"Çocuklarından ancak haraç alınır
ilh..." Yani Beni Tağlib kabilesinin çocuklarıyla delilerinden yalnız
haraç alınır Çünkü haraç ibâdet olmayıp yerin vazifesidir. Bahır.
"Zekâtın iki katı ilh..." Yani
tahsildar, Beni Tağlib kabilesinden kırk koyunda iki koyun, yüzyirmibir koyunda
dört koyun, deve ye sığırlarda müslümanlardan alınanın iki katını alır. Âşire
uğradıklarında âşir onlardan müslümanlardan aldığının iki katını alır. T.
"Kureyş'in âzâdlıları gibi
ilh..." Beni Tağlib kabilesinin âzâdlıları Kureyş'in âzâdlıları gibidir.
Bunlardan her biri efendilerine tâbi olmazlar. Tahfif için Kureys ile Beni
Tağlib üzerine cizye ve haraç konulmadığı halde âzâdlıları üzerine konulur.
Zira âzâdlıları tahfifte kendilerine tâbi olmazlar. Bundandolayı bir müslümanın
âzâdlı olan Hıristiyan kölesi üzerine cizye konulur. Bu bahsin tamamı
Fetih'dedir.
"Hadîs-i şerifi ilh..."
"Âzâdlılar tahfifte efendilerine tâbi değildir" ifadesi"
"Bir kavmin âzadlıları kendilerindendir." hadîs-i şerifine
muarızdır" " denilirse. "Hadîs-i şerif icmâ ile umumî üzerine
câri değildir.» diye cevap verilir. Çünkü Hâşimîlerin âzâdlıları Hâşimîlerin kızlarına
küfüv (denk) olmada ve hükümdar olmada Hâşimîlere tâbi değildir. Hadîs-i şerif
mahsus olan umum olunca zikrettiğimiz illet ile tahsis edilmesi de sahihtir. Bu
bahsin tamamı Fetih'tedir.
"Hediyeleri kabul edilir ilh..."
Cevhere'de zikredilmiştir ki: Hükümdar hediye vereninin hediyesini kabul
etmediği takdirde imân edeceğini umud ederse, hediyesini kabul etmez, Aksi
takdirde kabul eder.
"Sınırları kapama ilh..."
ötesinde islâm memleketi bulunmayan hududu muhafaza etmek için cizye, haraç ve
diğer toplanan paralardan icab eden yapılır. Bunda İslâm memleketinde yolları
hırsızlardan koruyan cemaate bu paralardan verilmesinin caiz olduğuna işaret
vardır. Kuhistânî.
"Köprüler ilh..." Metinde
zikredilen bu nevi paralardan mescid, havuz veya kervansaray yapılması, Nil ve
Ceyhun gibi hiç kimsenin mülkü olmayan ırmaklardan kanallar kazılması, imam ve
müezzinin nafakasının verilmesi caizdir.
"Âlimlerin ilh..." Bu ifade ile
serî ilimleri okutanlar murad edilmiştir. O halde bu ifade müfessir ve
muhaddislere şâmil olduğu gibi sarf ve nahiv ve diğer ilimleri okutanlara da
şâmildir. Aliyyü'r-Râzî'ye "Beytülmâlda zenginlerin hakkı var mıdır?"
diye sorulduğunda "Hayır. Ancak tahsildar veya hâkim olursa hakkı vardır.
Fukahânın hakkı yoktur. Ancak insanlara fıkıh veya ilim Öğretmek için nefsini
vakfederse hakkı olur." diye cevap vermiştir.
Bahır'da zikredilmiştir ki; vakitlerin
çoğunu ilim yolunda sarfeden kimsenin beytülmâldan hisse alması caizdir.
Aliyyü'r-Râzî'nin maksadı, beytülmâlda yalnız tahsildarlar veya hâkimlerin
hakkı olduğunu söylemek olmayıp bilâkis müslümanların işi için nefsini vakfeden
herkesin hakkı olduğunu işaret etmektir. Buna göre zengin olsa bile müftü ve
askerlerin yiyecek kadar beytülmâldan maaş almaları caizdir. Talebe evlenmeden
önce kendi nefsi için çalışmakta ise de daha sonra müslümanlara hizmet etmek
için çalışmaktadır. Bu yüzden beytülmâlda hakkı vardır,
"Buna dâir bir nakil görmedim
ilh..." İmam Ebû Yusuf'un Harac kitabında zikredilmiştir ki; beytülmâlda
hakkı olan kimse için muayyen bir mikdar tahsis edildiğinde kendisine tebean
çocukları için de tahsis edilmiş olup ölmesiyle 'bu muayyen mikdar düşmez. Hâvî
olanlar için beytülmâldan tâyin edilen mikdar çocukları için de tâyin edilmiş
olması üzerinedir. Babalarının ölmeleriyle tâyin edilen mikdar düşmüş
olmaz." demiştir.
Ben derim ki: Hâvî sahibinin zikrettiği,
metinlerde "Beytülmâldan atıyye alan kimse sene ortasında ölürse atıyyeden
mahrum olur." diye zikredilene münâfîdir. Ancak "Beytülmâldan atıyye
alan kimselerin çocukları için de muayyen atıyyeler tahsis edilmesidir. Yoksa
bütün vereseler arasında miras yoluyla ölünün atıyyesi değildir."
denilirse başka. Havi'de zikredileni Kudsi'nin Hâvî'sinde ve Zâhidî'nin
Havî'sinde göremedim. Haraç kitabının pek çok yerlerine müracaat ettim. Onda da
göremedim, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
Hamevi risalesinde: "Âlimler için
beytülmâldan tâyin edilen mikdar kendilerine tebean çocukları için de tâyin
edilmiş olup çocukları ilme teşvik için babalarının ölmesiyle tâyin edilen
mikdar düşmez." demiştir.
Allâme-i Makdisî: Âlimlerin çocukları
babalarının yolunda gayret gösterirlerse beytülmâldan babaları için tâyin
edilen tahsisatı bunlara vermek evlâdır. Çünkü bunlar babalarına verilen
tahsisata muhtaçtırlar." demiştir.
- Bir kimsenin beytülmâldan tahsisatı
bulunsa kendisinden sonra çocuğu alır -
Fahrü'l-İslâm'ın Mebsût'undan naklen
Hizâne'de zikredilmiştir ki; şeriatın hakkını muhafaza etmesi, İslâm dinini
aziz kılması için beytülmâlda imamlık veya müezzinlik ücreti gibi tahsisatı
bulunan bir kimse ölüp, babası gibi şeriatın hakkını muhafaza edecek ve İslâm
dinini aziz kılacak evlâdı bulunursa, hükümdarın ölen babasının tahsisatını
başkalarına değil evlâdına vermesi lâzımdır. Çünkü bu sayede hem şeriata hizmet
yapılmış hem de evlâdın kırılmış olan kalbi tamir edilmiş olur.
- Vazifelerin çocuğa tevcihinde mühim bir
inceleme -
Allâme Beyrî: "İmamlık, müezzinlik,
hatiblik ve müderrislik gibi vazifede bulunan bir âlim öldüğünde çocukları
küçük olsa bile babalarının vazifesinin çocuklarına bakî bırakılması Hicaz,
Mısır ve Anadolu'da güzel bir âdettir. Bunda âlimlerin haleflerini ihya ve
onları ilimle meşgul olmaya teşvik vardır. Fetvalarına itimad edilen bir çok
âlimler bunun caiz olduğuna fetva vermişlerdir." demiştir.
Ben derim ki: Buna göre, bu vazifenin kız
çocuklarına değil erkek çocuklarına tahsis edilmesidir. Bilindiği gibi
"hüküm illetiyle beraber deveran eder." Çünkü illet, âlimlerin
haleflerini ihya ve onlara ilim tahsil etmeleri için yardım etmektir. Çocuk
ilimle meşgul olmada babasının yolunu tuttuğu takdirde bu, açıktır. Ama ilmi
ihmal edip lehviyât ile yahut dünya işleriyle meşgul olup cahil kalarak
vazifeye ehil olmazsa yahut yerine ehl-i ilimden birini tahsisatın az bir
mikdarı karşılığında nâib tâyin edip geri kalan kısmını istek ve arzuları
yolunda harcarsa, kendisine tahsisatın verilmesi helâl değildir. Çünkü bunda
âlimlerin vazifesini almak ve onları ilim tahsil edecekleri maişetten mahrum
bırakmak yardır. Nitekim zamanımızda vâki olduğu gibi. Zira medrese, mescid
vakıflarının ve vazifelerin çoğu dinin farzlarını bile bilmeyen cahillerin
elindedir. 'Babanın ekmeği oğluna helâldir" kaidesine tutunarak bizzat
kendileri iş yapmadan ve nâib tâyin etmeden tahsisatları yerler. Vazifeler
babadan oğula miras olarak intikal eder. Hepsihayvanlar gibi cahildir. Bununla
böbürlenirler. Meclislerde baş köşelere otururlar. Nihayet bu yüzden mescidler
ve medreseler yıkılmıştır. Yıkılan mescid ve medreseler, satılan evler veya
gelirlerini yedikleri bahçeler olmuştur. İlim öğrenmek isteyenler sığınacak bir
yer. yiyecek bir şey bulamayıp ilmi terk ederek kazanç yoluna atılma
mecburiyetinde kalmaktadırlar. Zamanımızda Dımışk'ın ekâbirinden bir kimse,
okuma yazma bilmeyen kendisinden daha cahil bir çocuk bırakarak öldü. Onun
vazifelerinden 'bir mescid ile bir medresenin tevliyeti Dımışk'ın en âlimlerinden
iki zata tevcih edildi, ölenin oğlu gidip rüşvetle onları tevliyetten
azlettirdi.
Eşbâh'ın üçüncü fenninin sonunda
zikredilmiştir ki; sultan ehil Olmayan bir kimseyi müderris tâyin etse, tâyini
sahih olmaz.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; sultan ehil
olmayana vazife verdiği takdirde ehil olanı menetmek ve ehil olanın hakkını
başkasına vermekle iki cihetten zulmetmiş olur. Buna göre bu cahillerin
çocuklarına vazifelerin verilmesinde ilmî ve dinî zayetmek ve bunların
müslümanlara zarar vermelerine yardım etmek vardır. Artık İslâm hükümdarının
ehil olmayanların elinden vazifeleri alıp ehil olanlara vermesi vâcibdir.
Vazife sahihlerinden biri öldüğü takdirde vazifesi oğluna verilir. Oğlu
babasının yolundan gitmezse, vazifeden azledilip vazife ehil olana verilir.
Çünkü vakfedenin maksadı vakfettiği şeyin ihya edilmesidir. Vakfı zayeden her
şey şeriatın ve vakıfın maksadına muhaliftir. İşte sapılmayacak yol budur.
"Sokağa bırakılan kimsesiz çocuklar
ile velîsi olmayan fakir çocuklardır ilh..." Yani bu fakir çocukların
nafakalarının kendisine vâcib olduğu 'kimse bulunmadığı takdirde bu çocukların
nafakaları, tedavi paraları, öldüklerinde teçhiz ve tekfinleri, cinayet
işledikleri zaman cinayetlerinin diyeti beytülmâldan karşılanır.
TEMBİH: Âlimler beytülmâlın birinci
sınıfından zengin olsalar bile çalışmakla, ikinci sınıfından fakir olmak,
üçüncü sınıfından hak sahibi
olmak, dördüncü sınıfından hasta olmak
sıfatıyla müstehik olurlar.
"Hükümdar masrıfın ihtiyacına
ilh..." Zeylai'de zikredilmiştir ki; hükümdarın Allah'tan korkup
beytülmâlda hakkı olanlara ziyade etmeksizin ihtiyacı mikdarı vermesi lâzımdır.
Eğer bu hususta kusur ederse, hesabını Allah-ü Teâlâ sorar.
Kınye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir
ki; Ebû Bekir-i Sıddık (R.A.) beytülmaldan atıyyeyi müsavi olarak verirdi. Hz.
Ömer (R.A.) herkesin ihtiyacına, ilmine ve fazlına göre verirdi. Zamanımızda
Hz. Ömer (R.A.)'jn yaptığı gibi ihtiyaç, ilim ve fazilet nazar-ı itibara
alınarak hareket edilmesi güzeldir. Yani ihtiyaç sahihlerinin ihtiyâcına göre
beytülmaldan verilir. İlim ve fazilet sahibinin ihtiyacına bakılmaksızın
verilir. Hz. Ömer (R. A.) ilim veya neseb cihetinden faziletli olanlara
başkalarından ziyade verirdi.
Muhit'den naklen Bahır'da zikredilmiştir
ki; insanların üstün veya müsavi olmaları hükümdarın reyine bırakılmıştır.
Fakat bu hususta hükümdarın doğruluktan ayrılmaması lâzımdır.
Kınye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir
ki; hükümdar verip vermemede muhayyerdir.
Ben derim ki: imam Ebû Yusuf'un Haraç
kitabında da böyle zikredilmiştir. Şöyle ki: İmam Ebû Yusuf, Harun Reşid'e
hitaben: "Hâkimlerin, memurların, valilerin maaşlarını artırmak veya
eksiltmek sana aiddir. Valilerden, hâkimlerden münasib gördüğün kimselerin
maaşlarını artırır veya eksiltirsin." demiştir.
"Zamanımızda ilh..." İnâye'de
zikredilmiştir ki; ilk zamanlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin ezvac-ı tâhiratı,
muhacirler ile ensarın çocukları gibi İslâmda meziyetleri olan herkese
beytülmâldan verilirdi.
"Maaşının kendisine yani veresesine
ilh..." Bir sene çalıştığı için maaşını hak etmiştir. Nitekim ganimet
İslâm memleketine getirildikten sonra mücahidlerden biri ölse, her ne kadar
sehmi kendisi için sabit olmasa bile sehmi hak etmiş olduğu için veresesine
miras olarak intikâl eder.
El-Câmiü's-Sagîr'de zikredilmiştir ki;
"senenin ortasında ölse" diye tahsis edilmiştir. Senenin sonunda
ölse, maaşının veresesine verilmesi müstehabdır. Sene tamam olmadan önce
ölürse, seneden çalışmış olduğu müddetin hissesi veresesine verilir.
- İmam veya müezzin ücretlerini almadan
öldüklerinde -
"İmamla müezzinin aldığı, ücret gibi
olduğu için düşmez ilh..." Yani miras olarak veresesine intikâl eder.
Hâkimin atıyyesi düşer. Nitekim Eşbâh'da da böyledir.
Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Sarih
"imamla müezzinin aldığı ücret gibidir" ifadesiyle Dürer sahibine
tâbi olduğuna işaret etmiştir, imamla müezzinin aldığında hem ücret hem de
atıyye mânâsı vardır. Her bakımdan ücret değildir. Fakat ücret ciheti râcihtir.
Çünkü müezzinlik, imamlık ve Kur'ân-ı Kerim okutmak için ücret alınması
caizdir. Nitekim müteahhirin bununla fetva vermişlerdir. Fakat kaadılık gibi
tâatlar için ücret alınması asla caiz değildir. Galiba "İmamla müezzin
vakıf gelirlerini almadan önce ölseler, hisseleri düşer." kavlinde atıyye
mânâsı tercih edilmiştir. Çünkü mezhebin aslına göre; tâatlardan hiç biri için
ücret alınması caiz değildir. Fakat fetva müteahhirinin kavli üzerinedir.
Bundan aolayı Bûye'de: "Vakıftan gelirini, almadan ölen imam veya
müezzinin sehmi miras olarak .veresesine, intikâl eder. Hâkiminki intikâl etmez."
diye kesin olarak zikredilmiştir.
Sadrü'l-İslâm Tâhir b. Mahmud'un
Fevâid'inden naklen Dürer'de zikredilmiştir ki; mahsulü yetiştiği vakit
mescidin imamına sarfedilmek üzere vakfedilmiş bir arazisi bulunan köyde,
mahsul yetiştiği vakit imam mahsulü alıp köyden gitse seneden geri kalan
müddetin hissesi imamdan gerialınmaz. Bu mesele peşin olarak atıyyesini alıp
ölen hâkimin benzeridir, imam fakir olursa, seneden bakî kalan müddetin
hissesini yemesi helâl olur. Medresede okuyan talebelerin hükmü de böyledir. İşin
hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.