LAKİT:
BULUNAN ÇOCUK BAHSİ 2
LUKATA: YİTİK MAL BAHSİ 2
ÂBIK: KAÇAN KÖLE BAHSİ 2
MEFKÛD: GAİB KİMSE
BAHSİ 6
METİN
Musannıf cihâddan sonra lakit ve lükata
bahislerini zikretmiştir. Çünkü cihadda nefisler (insanlar) ve mallar yok
olmağa bırakıldıkları gibi, bunlar da yok olmağa bırakılmışlardır.
Lakit nefisle ilgili olduğu için lükatadan
önce zikredilmiştir.
Lakit: Lügatta melkût mânâsına olarak ne
olursa olsun yerden kaldırılmış şey demektir. Sonraları meâl itibariyle
"atılmış çocuk da" kullanılmıştır.
Lakît: Şeriatta ehlinin fakirlikten
korktuğu veya zinâ suçundan kaçmak için bir yere atmış olduğu diri çocuğa
verilen isimdir. Onu atan kimse günâhkâr, kaldırıp alan kimse ise sevâba nâil
olur.
Lakit (atılmış çocuk) yerden alınıp
kaldırılmadığı takdirde helâk olacağı kesinlikle bilinirse, yerden alınıp
kaldırılması farz-ı kifaye olur. Görenden başkası bilmezse, yerden alınıp
kaldırılması farz-ı ayn olur. - Kuyuya düşecek a'mayı görmek de yerden
kaldırılacak çocuk gibidir.- Çocuğun helâk olma ihtimali kesin olmazsa, yerden
kaldırılması mendubdur. Çünkü bunda şefkat ve çocuğun hayatını kurtarmak
vardır.
Bulunan çocuk İslâm memleketine tebaiyetle
hür ve Müslüman sayılır. Ancak çocuğun köle olduğuna dair yerden kaldıran
kimseye huccet ve şahid getirilirse, hür sayılmaz.
Lakîtin -bulan kimse çocuğun buluntu
olduğuna dair şâhid getirirse- Nafakası, elbisesi, meskeni, tedavisi, hükümdar
evlendirdiği takdirde mehri gibi ihtiyaçları beytülmal tarafından karşılanır.
Lakîtin malı veya üzerine nafakası vâcib
olan akrabası olsa, nafakası malına veya akrabasına lâzım gelir. Lakîtin vârisi
olmazsa, diyet olsa bile beytülmale konulur. Nitekim cinayeti beytülmalden
ödenir. Çünkü zarar menfaate mukabildir.
= Fukahanın "zarar, menfaata
mukabildir" kavilleri beyanında=
Lakiti yerden alıp kaldıran kimseden hiçbir
şahıs onu zorla alamaz. Hükümdarın umum velayeti sebebiyle yerden kaldıranın
elinden zorla alma hakkı var mıdır? Fetih'de "yoktur" diye
zikredilmiştir. Musannıf, Bahır sahibine tabi olarak bunu ikrar etmiştir.
Nehir'de: "Evet, hükümdarın umum
velâyeti sebebiyle alma hakkı vardır." diye zikredilmiştir. Fakat olmayı
gerektiren bir sebep bulunmazsa lâyık olan almamasıdır. Yerden kaldıran
kimseden lakîti bir şahıs aldıktan sonra yerden alan kimse dâvâ etse, lakit o
şahısdan alınıp kendisine verilir. Ancak kendi rızasıyla vermiş olursa, hakkını
iptal ettiği için kendisine geri verilmez. Bu hüküm yerden alıp kaldıran bir
kişi olduğuna göredir. Eğer yerden kaldıran iki kişi olup birisi üstün olsa
meselâ: bir Müslüman ile bir kâfir bulup her biri "ben alacağım" diye
niza ve mücadele etseler, lakît hakkında daha faideli olacağından Müslüman'a
hükmolunur. Çocuğu yerden alıp kaldıran kimseler müsavi olurlarsa rey
hâkimindir. Hâniyye. Bahır.
İZAH
"Lakit: Bulunan çocuk bahsi
ilh..." Yana atılmış çocuğun yerden kaldırılıp alınması bahsi demektir.
Kuhistâni.
Allâme Hamevî'nin: "Atılmış çocuğun
hükümlerini beyan bahsidir." diye zikretmesi daha evlâdır. Çünkü bahis,
atılmış çocuğu yerden kaldırılıp alınmasından daha geniş olan nafakası,
cinâyeti, mirâsı gibi bütün hükümlerini beyan için açılmıştır. T.
"Bunlar da yok olmağa bırakılmışlardır
ilh..." Cihâdda nefisler ve mallar yok olmağa bırakıldıkları gibi lakît ve
lükatada da nefis ve mal yok olmağa bırakılmışlardır. Cihâd zikredilmiştir.
Çünkü cihâd "Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün rasûlullâh" kelime-i
tevhidini i'lâ için farz kılınmıştır. Atılmış çocuğu yerden kaldırıp almak ise
mendubdur.
"Meâl itibariyle ilh..." Yani
atılmış bir çocuğun işi, âdete göre yerden kaldırılıp alınmağa varacağı için
kendisine "Lakît" adı verilmiştir. Bir şeye âkıbetine göre ad
verilmesi lügatta yaygındır. Buna evliyyet alakasıyla "Mecâz-i
lugâvî" adı verilir. Yaş üzüme şarap adı verilmesi gibi.
"Diri çocuğa verilen isimdir
ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki; lakitin şer'i mânâsı ile lügavî manası
birdir. Burada "diri çocuğa" kaydının ziyade edilmesi ile aralarında
bir ayrılık meydana getirilmiş ise de bu kayıd açık değildir. Çünkü bir yere
atıldıktan sonra ölmüş olan çocuğa da "Lâkit" denilir. İslâm
memleketine tebaiyetle Müslüman sayılır, yıkanır, namazı kılınır. Hatta atılmış
olan bir çocuk bir mahallede öldürülmüş olarak bulunsa, o mahalle halkı üzerine
diyet ve kasâme (elli kişiye yemin) vâcib olur.
"Helâk olacağı kesinlikle bilinine
ilh..." Yani lakît çöl gibi öleceği kesinlikle bilinen bir yerde
bulunursa, oradan alınıp kaldırılması farz olur. Bu hususta bizim Hanefi
imamlarıyla diğer mezheb imamları arasında ihtilâf yoktur. Bahır.
Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp
kaldıran kimsenin mükellef, yani âkil ve bâliğ olması şarttır. Bundan dolayı
çocukların ve delilerin atılmış çocuğu yerden kaldırmaları sahih değildir.
Atılmış çocuğu yerden alıp kaldıran
kimsenin hür veya Müslüman olması şart değildir. Bundan dolayı kölelerin veya
kâfirlerin atılmış çocuğu yerden alıp kaldırmaları sahihdir. Ancak Müslüman
olduğuna hükmedilen lakit dinleri anlayacak hale yaklaşınca Müslüman olmayan
kimseden alınır. Fâsıkın, atılmış çocuğu yerden kaldırıp alması evleviyetle
sahihtir.
"Yerden alınıp kaldırılması mendubdur
ilh..." Bahır'a zikredilmiştir ki; bir kimsenin atılmış bir çocuğu yerden
alıp kaldırdıktan sonra tekrar bir yere bırakması haramdır. Çünkü yerden alıp
kaldırdıktan sonra o çocuğu himaye etmesi vâcibdir. Bundan dolayı yerden alıp
kaldıran kimse, o çocuğueski haline döndürmeye mâlik değildir.
"Hür ilh..." Yani bulunan çocuk
bütün hükümlerde hürdür. Hatta kazf (zinâ isnad) edene had vurulur. Çünkü
âdemoğlunda asıl olan hürriyettir. Zira insanlar Müslümanların en hayırlıları
olan Hz. Adem ile Hz. Havva'nın çocuklarıdır. Bazı insanlardaki kölelik hali
ise daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir. Yer üzerinde
mevcut olan memleketler de hür olan insanların memleketleridir. Atılmış çocuğu
yerden alıp kaldıran kimse hür olsun, köle veya mükâteb otsun, bulunan çocuk
bulana tâbi olmayıp hür olur. Fetih. Valvalciyye.
Muhît'te zikredilmiştir ki; ticaretten men
edilmiş bir köle, bir çocuk getirip "bu çocuğu buldum" der; efendisi de
"sen yalan söylüyorsun, bu çocuk benim kölemdir" derse, efendisinin
sözü kabul edilir. Çünkü efendi mâliktir, köle ise kendi nefsine mâlik
değildir. Eğer köleye ticaret için izin verilmiş olursa, kölenin sözü kabul
edilir. Zira böyle bir köle geçici olsa bile elinde bulunanlara mâliktir. Bu
bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Bulunan çocuk İslâm memleketine
tebaiyetle hür ve Müslüman sayılır ilh..." Bırakılmış çocuğu yerden
kaldırıp alan kimse ister Müslüman, ister kâfir olsun çocuğun Müslüman
sayılmasında muteber olan bulunduğu memlekettir. Bunda ihtilâf olup yakında
gelecektir.
"Çocuğun buluntu olduğuna dair şâhid
getirirse ilh..." şâhid getirmesinin sebebi, buluntu diye söylediği çocuk
kendi çocuğu olabilmesidir. Bu yüzden çocuğun buluntu olduğuna dair şâhid getirmesi
lâzımdır. Şâhid getirmesi doğru söylediğini ispat içindir. Çünkü bu şâhid bir
hasım aleyhine getirilmemiştir. Bundan dolayı Mebsut'da: "Bu şahid,
açıklamak içindir. Hali açıklamak için şâhid getirmek, her ne kadar hasım
aleyhine değil ise de makbuldür." diye zikredilmiştir.
T E N B İ H: Bulan kimse, bulduğu çocuğun
nafakasını vermeye mecbur değildir. Nafakasını verdiği takdirde bakılır: Eğer
hâkimin izniyle ileride alacağı bir borç olmak üzere nafakasını verirse, sonra
çocuğun meydana çıkacak yakınından meselâ, babasından ve yakını meydana
çıkmadığı takdirde büyüyünce çocuktan alabilir. Fakat hâkimden izinsiz çocuğun
nafakasını verirse geri alamaz, teberru etmiş olur.
"Mirâsı diyet olsa bile beytülmâla
konulur ilh..." Fetih'te zikredilmiştir ki; bir lakit bir mahallede
öldürülmüş olarak bulunsa, diyeti o mahalle halkına lâzım gelir. Alınan diyet
beytülmâle konulur. O mahalleden elli kimseye yemin ettirilir. Kezâ lakiti
yerden alıp kaldıran veya başka bir kimse hata en öldürürse, diyeti öldüren
kimsenin âkılesinden alınır ve beytülmâle konulur. Amden öldürürse hükümdar
muhayyer olup dilerse kâtili öldürür, dilerse diyet üzerine sulh olur. Kâtili
affetme hakkı yoktur. Bahır.
"Zarar, menfaata mukabildir
ilh..." Misbâh'da: "Menfaat, zarara mukabildir. Nitekim bir şeyin
menfaati mâlikine aiddir. O şeyin menfaatında hiç bir kimse mâlikine ortak
olmaz. O şeyin zararı da malikine aiddir. Zararında dahi hiç bir kimse mâlikine
ortak olmaz. İşte fukahânın "zarar, menfaate mukabildir" diye
zikrettikleri kavillerinin mânâsı budur." diye zikredilmiştir.
"Lakiti yerden alıp kaldıran kimseden
hiç bir şahıs onu zorla alamaz ilh..." Çünkü lakîti önce yerden alıp
kaldıran o olduğundan himaye etme hakkı da ona aid olmuş olur. Ancak himaye
etmeye ehil olmadığı takdirde kendisinden alınır.
Bir zimmi "bu lakit benim oğlumdur'
diye iddia etse, nesebi ondan sâbit olur. Fakat lakit Müslüman sayılır. Dinleri
anlayacak yaşa yoklaştığında zimmînin elinden alınır. Zâhir rivâyete göre
zimmînin elinden lakîtin alınması vâcibdir. Nitekim lakîti atılmış olduğu
yerden alıp kaldıran fâsık olup lakîte fenalık yapmasından korkulursa, lakît
erginlik çağına gelmeden önce ondan alınır. Hâniyye'de: "Hâkim, lakîti
atılmış olduğu yerden alıp kaldıran kimsenin onu himaye etmekten âciz olduğunu
bilirse yahut lakîti hâkime getirip onu hîmaye etmekten âciz olduğunu söylerse,
hâkim lakît kabul eder." diye zikredilmiştir.
"Rey hâkimindir ilh..." Yani bir
lakîti yerden alıp kaldıranlar müteaddit oldukları takdirde lakît hakkında
menfaatli olan kimse tercih olunur. İkisi de eşit olursa tercih hakkı hâkimin
reyine bırakılır. Meselâ; Lakîti yerden alıp kaldıranlardan biri salih, diğeri
fasık olsa yahut biri zengin diğeri fakir olsa, salih ve zengin olan tercih
olunur. Çünkü bu çocuğun menfaatınadır.
METİN
Lakitin nesebi bilinmemektedir. Bundan
dolayı çocuğu yerden alıp kaldırandan başkası olsa bile, bir kimse çıkıp da
"bu benim oğlumdur" diye şâhidsiz dâvâ etse, çocuk diri ise
istihsanen nesebi ondan sâbit olur. Çocuk ölü ise, şâhid ile sâbit olur. Ortak
olan cariyenin çocuğunun nesebi iki efendisinden de sâbit olduğu gibi müsavî
olan iki kimsenin ikisi birden "bu lakît benim çocuğumdur" diye dâva
etseler, çocuğun nesebi ikisinden de sâbit olur.
Münye'de zikredilmiştir ki; ikiden fazla
kimse "bu lakît benim çocuğumdur" diye dâvâ etseler, İmam-ı Azam'dan
rivâyet olunduğuna göre, lakîtin nesebi beş kimseye kadar her dâvâ edenden
sabit olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, ikiden fazla kimseden; İmam Muhammed'e göre,
üçden ziyade kimseden sâbit olmaz. İmam Azam'ın kavlinden anlaşıldığına göre,
beşten ziyade kimsenin dâvâları dinlenilmez. Ananın bir olması şart değildir.
Nazm'dan naklen Kuhistâni'de zikredilmiştir
ki; lakîtin nesebi beşten ziyade kimseden sâbit olur.
Evli bir kadın "bu lakit benim
çocuğumdur" diye dâvâ edip de kocası onu tasdik ederse yahut ebe veya bir
erkekle iki kadın şâhidlik ederlerse, kadının dâvâsı sahih olur. Kocası tasdik
etmeyip şâhid de bulunmazsa, kadının dâvâsı kabul edilmez. Çünkü bunda lakîtin
nesebini başkasına yüklemek vardır. Kadın evli olmazsa, iki erkeğin "bu
lakit bu kadının çocuğudur" diye şâhidlik etmeleri lâzımdır. İki kadın
"bu lakît benim çocuğumdur"diye dava edip birisi şâhid getirse, çocuk
şâhid getirene verilir. Eğer ikisi birden şahid getirirlerse, çocuk ikisinin
olur. İmameyn, buna muhalefet etmiştir. Bu zikredilenlerin hepsi Hâniyye'den
nakledilmiştir.
Bir lakîtin nesebini hariçten iki kimse
dâvâ edip birisi lakîtin elbisesinde değil vücudunda bir alâmet beyan etse, bu
alâmet gerçeğe uygun olup diğer kimsenin şâhidi bulunması, hür olması, daha
önce dâvâ etmesi gibi daha kuvvetli bir delili bulunmazsa, çocuk alâmet beyan
edene verilir. Bu iki kimseden her biri çocuğun yaşı hakkında tarih beyan
ederse, bakılır: Çocuğun yaşı bunlardan birinin beyan ettiği tarihe uygun
düşerse, çocuk ona verilir. Çocuğun yaşı bilinmezse, nesebi ikisinden de sabit
olur. Bu iki kimseden biri Müslüman diğeri Müslüman olmazsa, çocuk Müslüman
olana verilir. Bu kimselerden birisi "bu lakît benim oğlumdur" diye,
diğere de "bu lakît benim kızımdır" deye dâvâ etse bakılır: Eğer
lakît hünsâyı müşkil olursa ikisi arasında hükmolunur. Eğer hünsâyı müşkül
olmazsa "oğlumdur" diye dâva edene hükmolunur.
Bir Müslüman ile bir zimmi "bu lakît
benim çocuğumdur" diye dâvâ edip iki zimmî "bu lakit Müslüman'ın
çocuğudur" diye, iki Müslüman da "bu lakît zimmînin çocuğudur"
diye şahidlik etseler, Müslüman'a hükmolunur. Tatarhâniyye.
Zimmî köyü yahut kilise yahut havra gibi
zimmet ehline mahsus olan yerde bulunmayan bir lakît için bir zimmî "bu
lakît benim çocuğumdur" diye davâ etse nesebi ondan sâbit olur. Fakat
lakît istihsanen Müslüman sayılır da dinleri anlayacak yaşa gelmeden önce
zimmînin elinden alınır. Ancak zimmî iki Müslüman şahid ile o lakîtin kendi
çocuğu olduğunu isbat ederse lakît kâfir olarak oğlu olur. Çünkü bir Müslüman
çocuğunu kiliseye, bir kâfir de çocuğunu mescide bırakmaz. Bundan dolayı bu
meselede dört ihtimal vardır: Lakîti bir Müslüman, Müslümanlara mahsus olan
yerde meselâ mescidde bulursa ittifakla o lakît Müslüman sayılır. Lakîti bir
kâfir kendilerine mahsus bir yerde meselâ kilisede bulursa ittifakla o lakît
kâfir sayılır. Lakîti bir kâfir biz Müslümanlara mahsus bir yerde meselâ
mescidde bulursa yahut aksi yani lakîti bir Müslüman kâfirlere mahsus bir yerde
meselâ kilisede bulursa zâhir rivâyete göre lakitin bulunduğu yere itibar
olunur. Nehir. İhtiyar.
Bir köle "şu lakît benim cariye olan
zevcemden oğlumdur" diye iddia etse, İmam Muhammed'e, göre; lakît hür
olduğu halde nesebi köleden sabit olur.
Bir lakiti iki hür kimse "benim
oğlumdur" diye dâvâ etseler, fakat birisi "bu benim filan hür
karımdan oğlumdur" diye, diğeri ise "bu benim filan cariye olan
karımdan oğlumdur" diye dâvâ etse, hür kadından olduğunu dâvâ eden kimseye
lakît verilir. Zira lakît için hürriyet iki taraftan da sâbit olmuş olur.
Zeylaî.
Lakîtle beraber mal bulunsa, bu mal ister
elbisesine bağlanmış, ister, yorganının üstünde, ister döşeğinin altında, ister
beşiğinde olsun, isterse lakitin üzerinde bulunduğu hayvan olsun zâhirle amel
edilerek mal lakîtin olur. Bu mal sahibsiz olup zayi olacağından gerek malı
bulan kimse ve gerekse başka bir kimse hâkimin emriyle zâhir rivâyete göre
lakite sarf eder. Lakîtin yakınında bulunan mal onun olmaz. Hâkim, lakitin
velâsını yerden alıp kaldıran kimseye verse, hüküm içtihad edilen hususta
olduğundan sahih olur. Fakat beytülmal lakîtten dolayı âkıle olup diyet
ödememiş ise lakîtten bâliğ olduktan sonra dilediği kimseyle müvalât etmesi
câizdir. Yerden alıp kaldıran kimsenin lakîti sonata vermesi lakîte verilen
hibeyi ve sadakayı kabul etmesi câizdir. Fakat lakiti sünnet etmesi câiz
değildir. Hatta sünnet edip lakît helâk olsa, onu öder. Sünnetçi, kendisine
emredenin yerden alıp kaldıran kimse olduğunu bildiği halde sünnet edip lakît
helâk olsa, onu öder. Zahire.
Yerden alıp kaldıran kimsenin lakîti dilediği
yere götürmesi câizdir. Fakat şehirden köye götürmesinden men edilmelidir.
Yerden alıp kaldıran kimsenin lakîti evlendirmesi malını satması geçerli
değildir. Keza esah olan kavle göre, lakîti icareye vermesi de sahih değildir.
Çünkü lakîtin üzerine malında ve nefsinde velâyet sultanındır. Zira bir hadîs-i
şerifte:
"Sultan, velisi olmayan kimselerin
velisidir." buyurulmuştur.
Fürû: Bir kimse bir lakîti bâliğ olduktan
sonra satsa yahut kefil kılsa yahut müdebber yapsa yahut kitâbete kesse yahut
âzâd etse yahut hibe etse yahut tasadduk etse ve teslim ettikten sonra
"bu, Zeyd'in kölesidir" diye ikrarda bulunsa, artık bu
zikredilenlerin hiç birini iptal etmede sözü tasdik edilmez. Çünkü bu kimse,
müttehemdir. Nesebi bilinmeyen şahsın hükmü her şeyde lakît gibidir. Bu
meselenin tamamı Hâniyye'dedir.
İZAH
"Müsavi olan iki kimsenin ikisi birden
"bu lakit benim çocuğumdur" diye dâvâ etseler, çocuğun nesebi
ikisinden de sâbit olur ilh..." Eğer bu iki kimseden biri önce dâvâ etse,
diğeri şâhid getirmedikçe lakît ilk dâvâ edene verilir. Şârih "Müsavi olan
iki kimse" diye kayıdlamıştır. Çünkü iki kimseden birinin tercih hakkı
olursa, meselâ; birisi lakîti yerden alıp kaldıran, diğeri hariçten olursa,
yerden alıp kaldıran zimmî olsa bile ona hükmolunur. Fakat lakît Müslüman
sayılır. Lakîtin nesebini dâvâ edenler hariçten olurlarsa şâhid getiren, şâhid
getirmeyen üzerine tercih olunur. Lakîtin nesebini dâvâ edenin biri Müslüman
diğeri zimmî olursa, Müslüman tercih edilir. Biri hür, biri köle olursa hür
tercih edilir. Biri hür olan zimmî diğeri Müslüman olan köle olursa, hür olan
zimmî tercih edilir.
"Ortak olan cariyenin çocuğunun nesebi
iki efendisinden de sâbit olduğu gibi ilh..." Yani iki kimsenin ortak bir
cariyesi olup bu cariyenin doğurmuş olduğu çocuğun kendisinden olduğunu iki
efendiden her biri dâva etse hatta ikiden daha çok kimselerin ortak bir
cariyesi olup bu cariyenin doğurmuş olduğu çocuğun kendisinden olduğunu
efendilerden her biri dâvâ etse, çocuğun nesebi her birinden sâbit olur.
"Ananın bir olması şart değildir
ilh..." Lakîtin nesebinin kendisinden olduğunu dâvâ edenlerden her biri
çocuğun başka başka kadınlardan olduğunuiddia etse çocuk aralarında hükmolunur.
Çocuğun nesebi iki adından sâbit olur mu? İmam Azam'ın kavline göre; sâbit
olur. İmameyn'in kavline göre sâbit olmaz.
"Lakîtin nesebini başkasına yüklemek
vardır ilh..." Yani lakîtin dâvâ eden kadının çocuğu olduğuna
hükmedildiğinde, lakîtin nesebini kadının kocası üzerine yüklemek vardır. Çünkü
lakîtin nesebi kadından sâbit olunca kadının kocasından da sâbit olmuş olur.
Zira çocuk, evli olan kadının kocasına aiddir.
"İmameyn buna muhalefet etmiştir
ilh..." Yani İmameyn'e göre; lakit bu iki kadından hiç birine verilmez.
Fakat İmam Muhammed'den iki rivâyet vardır. Rivâyetin biri İmam Azam'ın kavli
gibidir. Nitekim Bedâı'dan naklen Bahır'da böyle zikredilmiştir.
"Elbisesinde değil ilh..." Çünkü
elbise çocuğun üzerinde devamlı bulunamayacağı için elbisenin alâmet olmasına
itibar edilmez.
"Bir zimmi "bu lakit benim
çocuğumdur" diye dâvâ etse, nesebi ondan sâbit olur. Fakat lakit
istihsânen Müslüman sayılır ilh..." Çünkü nesebin sübutu başka
İslâmiyet'in sübutu da başkadır. Bunların birbirinden ayrılması mümkündür. iki
hükümden birinde bir sözün kabul edilmemesi diğerinde de kabul edilmemesini
gerektirmez. Bundan dolayı bu iddia neseb hususunda tasdik edilirse de Müslüman
olmaması hususunda tasdik edilmez.
"Ancak zimmi, iki Müslüman şâhid ile
ilh..." Zimmî zimmet ehlinden şâhid getirse lakît zimmî sayılmaz. Zira
lakît Müslüman sayıldığı için zimmilerin şehâdetiyle bu hüküm bâtıl olmaz.
Çünkü din hakkında Müslüman'ın aleyhine getirilen şehâdet kabul edilmez. Bahır.
"Bu mal sahibsiz olup zayi olacağından
ilh..." Fetih'te zikredilmiştir ki; lakitin yanında bulunan malın
koruyucusu ve mâliki yoktur. Lakîtin ise malı korumaya kudreti yoktur. Hâkimin
bu malı lakite sarf etmeye velayeti vardır. Hâkimin emriyle başka bir kimse de
onu lakîte sarf edebilir. Bazılarına göre; hâkimin emri olmadan da 'bu malın
lakîtâ sarf edilmesi câizdir.
"Hâkim, lakitin velâsını yerden alıp
kaldıran kimseye verse ilh..." Yani hâkim, yerden alıp kaldıran kimseye
"bu lakîtin velâsını sana verdim, öldüğü zaman sen ona vâris olursun, bir
cinâyet işlediğinde diyetini ödersin" dese lakitin velâsını o kimseye
vermiş olur.
"Hüküm içtihâd edilen hususta
olduğundan sahih olur ilh..." Bazı alimlere göre; lakiti yerden alıp
kaldıran kimse onu yaşatmada âzâd eden kimse gibidir. Buna göre; yerden alıp
kaldıran kimse hâkimden emirsiz ileride alacağı bir borç olmak üzere şâhid
getirerek lakîtin nafakasını verirse, bu şekilde vermiş olduğu nafaka teberru
olmuş olmaz. Bahır'ın lükata bahsinde böyle zikredilmiştir.
"Fakat beytülmâl lakitten dolayı âkıle
olup diyet ödememişse ilh..." Eğer lakitin işlemiş olduğu cinâyetin diyeti
beytülmâl tarafından ödenmiş olursa, lakitin mirâsı beytülmale aid olmuş olur.
Çünkü menfaat zarara mukabildir.
"Yerden alıp kaldıran kimsenin lakiti
sanata vermesi ilh..." Yani lakiti yerden alan 'kimsenin lakite, yetimin
vasisinin yaptığını yapmalıdır. Şöyle ki: önce lakîti okutmalıdır. Eğer onda
kabiliyet göremezse sanata vermelidir. Nehir.
"Lakiti sünnet etmesi caiz değildir
ilh..." Yani yerden olan kimse sultandan veya nâibinden izinsiz lakîti
sünnet edemez. Sultan veya nâibi izin verirse sünnet edebilir. Çünkü lakîtin
velâyeti sultan veya nâibine aiddir. -Nitekim metinde geçmiştir. - Bundan
dolayı vasînin, yetimi sünnet etme hakkı vardır.
"Yerden alıp kaldıran kimsenin lakiti
evlendirmesi ilh..." Yani yerden alıp kaldıran kimsenin lakîti
evlendirmesi geçerli ve sahih değildir. Çünkü evlendirme akrabalık, mâlik olma,
sultan olma gibi velâyete dayanır. Halbuki yerden alıp kaldıran kimsede
bunlardan hiç biri mevcut değildir. Nehir.
"Malını satması geçerli değildir
ilh..." Yani yerden alıp kaldıran kimsenin lakitin malını satması ve lakît
üzerine parası borç olmak üzere onun için bir şey satın alması câiz değildir.
Çünkü yerden alıp kaldıran kimsenin vazifesi lakiti muhafaza ve himaye
etmektir. Bu meselenin tamamı Fetih'dedir.
"Kezâ esah olan kavle göre, lakiti
icareye vermesi de sahih değildir ilh..." Çünkü yerden alıp kaldıran kimse
lakîtin menfaatlarını telef etmeye ve lakîtin menfaatlarını başkalarına mülk
olarak vermeye mâlik olamaz. Bundan dolayı lakîti yerden alıp kaldıran kimse
amcaya benzer. Ana böyle değildir. Çünkü ana çocuğunu hizmetçi veya karşılıksız
iâre vermek suretiyle menfaatlarını telef etmeye mâliktir. Bundan dolayı ananın
çocuğunu para karşılığında kiraya vermesi evleviyetle caizdir. Fetih.
"Teslim ettikten sonra ilh..."
Yani yerden alıp kaldıran kimse lakiti hibe veya tasadduk ettikten sonra teslim
etse, hibe ve tasadduk tamam olmuş olur. Çünkü teslim edilmekle hibe edilen şey
kendisine hibe edilen kimsenin veya kendisine tasadduk edilen kimsenin mülkü
olmuş olur.
"Artık bu zikredilenlerin hiç birini
iptal etmede sözü tasdik edilmez ilh..." Bu ifadenin mânâsı yerden alıp
kaldıran kimsenin "bu lakit Zeyd'in kölesidir" diye ikrarında tasdik
edilmesidir. Bu, Zeyd "bu lakit benim kölemdir" diye iddia ettiği ve
tam had gibi hür kimseler üzerine hükmedilen bir şey lakît üzerine hükmedilmeden
önce olduğu takdirdedir. Eğer lakit üzerine tam had gibi hürler üzerine
hükmedilen bir şey hükmedildikten sonra "bu Zeyd'in kölesidir" diye
ikrarda bulunsa, bu ikrarı tasdik edilmez. Çünkü tasdik edildiği takdirde
hâkimin hükmünü iptal vardır.
Lakit evli bir kadın olduğu takdirde
kendisi için ikrar edilen kimsenin cariyesi olur. Fakat nikahın iptalinde
tasdik edilmez.
"Filânın kölesidir" diye ikrar
edilen lakît evli olup üzerinde zevcesinin mehri bulunsa, mehri iptal etmede
tasdik edilmez. Çünkü mehir Ödenmesi vâcib olan bir borçtur. Bu meselenin
tamamı Bahır'dadır.
Tatarhâniyye'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; bir lakit kendisinin köle olduğunu ikrar etse, yapmış olduğu
işlerden hiç birisini iptal etmede tasdikedilmez. Ancak nikâhı sahih olmaz.
Çünkü nikahı "efendinindir" diye iddia ettiği kimseden izinsiz
kıymıştır. Lakît olan kadın kendisinin cariye olduğunu ikrar etse, bu ikrarı
nikâhını iptal etmez.
"Nesebi bilinmeyen şahsın hükmü her
şeyde lakit gibidir ilh..." Yani ikrardan zikredilen her şeyde lakit
gibidir. Yoksa bütün hükümlerde lakit gibi değildir. Bu mesele ikrar bahsinin
sonunda inşaallah tafsilâtıyla gelecektir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri
bilir.
METİN
Lukata lâmın ötresi, kafın üstünü veya
sükunuyla yerden alınıp kaldırılan mala verilen isimdir. Lukata şeriatta, İbn-i
Kemâl'in beyanına göre; bulunan yitik maldır.
Muzmerât'tan naklen Tatarhâniyye'de
zikredilmiştir ki; lukata, harbînin (kâfirin) malı gibi mâliki bilinmeyip
kendisi mubah olmayan buluntu maldır. Muhît sahibine göre; lukata, mülk edinmek
için değil başkası nâmına muhafaza etmek için yitik bir malı yerden alıp
kaldırmaktır. Muhît sahibinin bu tarifi, sarhoştan düşen gibi mâliki bilinen
mala da şâmil olur. Bu mal ise emânettir, lukata değildir. Bu yüzden tarif
olunmayıp sahibine verilir.
Lukatayı yerden alıp kaldıran kimseye
"mültekıt" denilir.
Lukatayı tarif ve ilân etmede kendinden
emin olan kimsenin sahibine vermek maksadıyla yerden alıp kaldırması mendubdur.
Kendisinden emin olmazsa lukatayı bulundûğu yerde bırakması evlâdır. Bedâyı'da:
"Bir kimse lukatayı kendi nefsi için yerden alıp kaldırırsa, gasb gibi
olacağından haram olur." diye zikredilmiştir.
Lukatanın zayi ve telef olacağından
korkulursa, yerden alınıp kaldırılması farz olur. -Nitekim lakîtte geçmiştir.--
Çünkü Müslüman'ın malının hürmeti nefsinin hürmeti gibidir. Bundan dolayı
lukatanın zayi olacağını bilen bir kimse yerden alıp kaldırmasa da zayi olsa
günâhkâr olur. Bu kimsenin lukatayı ödemesi lâzım olur mu? Nehir sahibinin
kelamından anlaşıldığına göre; lâzım olmaz. Musannıfın kelâmından anlaşıldığına
göre; lâzım olur. Çünkü Sayrafiyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir şahsın
buğdayını merkep yerken görüp onu menetmese, Bedâyı sahibi: "Sahih olan
onu ödemesidir." demiştir.
Fetih'te ve diğer muteber fıkıh
kitaplarında zikredilmiştir ki; Bir kimse lukatayı alıp kaldırdıktan sonra
tekrar yerine koysa, zahir rivayete göre, ödemez. Çocuğun, kölenin lukatayı
yerinden alıp kaldırması sahihtir. Fakat delinin, şaşkının, bunağın, sarhoşun
lukatayı yerden alıp kaldırması sahih değildir. Çünkü bunlar lukatayı
koruyamazlar.
İZAH
"Lukata; Yitik mal bahsi ilh..."
Lakitin lukatadan önce zikredilmesinin vechi yukarıda geçmiştir. İnaye'de:
"Lakit ile lukata lâfız ve mânâ itibariyle birbirine yakındır. Lakit:
Fakirlikten veya zinâ töhmetinden korkularak hamam kapısına veya yol üzerine
bırakılan çocuktur. Lükata ise, sahibi bilinmeyen yerde bulunan maldır.
İnsanoğlu şerefli olduğu için lakit, lukatadan önce beyan edilmiştir." diye
zikredilmiştir.
"Yerden alınıp kaldırılan mala verilen
isimdir ilh..." İnsanoğlu kesinlikle yere düşmüş bir şeyi alıp kaldıracağı
için yitik mala "lukata" adı verilmiştir.
"Yitik olarak bulunan maldır
ilh..." Lukatanın şeriattaki mânâsı lugavı mânâsına müsavidir. Misbâh'ta:
"Lukata, yerden alınıp kaldırılan şeydir." diye tarif edilmiştir.
İbn-i Kemâl lukatanın lugavi mânâsını zikretmemiştir. Buna göre; bir malın
lukata sayılması için mutlaka sahibinin bilinmemesi ve mübah olmaması lâzım
değildir. Bilinen bir kimsenin kaybettiği bir malda lukata sayılır. Ancak bunun
için tarif ve ilâna lüzum yoktur. Bu bir emanettir. Bunu mümkünse hemen
sahibine vermek lâzım gelir. Kırlarda, tarlalarda, bahçelerde bırakılmış
sahipleri tarafından aranılmayan meyvelere, çekirdeklere şeriat ve lügat
cihetinden lukata denilir. Bunlar mubah olduğu için ilân edilmeleri ve
sahiplerine verilmeleri vacip değildir.
"Bu mal ise emanettir, lukata değildir
ilh..." Bu ifade düşündürücüdür. Çünkü lukata da emânettir. Tarif ve
ilanının vacib olmaması onu lukata olmaktan çıkarmaz. Nitekim biraz önce
geçmiştir.
"Kendisinden emin olmazsa ilh..."
Yani bir kimse lukatayı yerden aldığı takdirde sahibine vermeyeceğini yakinen
bilirse, lukatay'ı bulunduğu yerde bırakması farz olur. Lukatayı sahibîne verip
vermeyeceğinde şüphe ederse, yerden alıp kaldırması mendub olur. Kendi nefsi
için lukatayı yerden alıp kaldıran kimse ödemekle mükellef olur. Elinde zayi ve
telef olunca misliyettan ise misliyle, kıyemiyyâttan ise kıymetiyle ödemesi
lâzım gelir. Bedâyı.
"Lukatanın zayi olacağını bilen bir
kimse yerden alıp kaldırmasa da zayi olsa günâhkâr olur ilh..." Yani
sahibine vereceğinden nefsine emniyeti olduğu halde lukatayı yerden alıp
kaldırmasa da zayi olsa günâhkâr olur. Nefsine emniyeti olmazsa, lukatayı
bulunduğu yerde bırakması efdaldır. T.
"Nehir sahibinin kelâmından
anlaşıldığına göre; lâzım olmaz ilh..." Câmiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir
ki; ağzı açık bir tulumun yanından geçen bir kimse onu almazsa kendisine bir
şey lâzım gelmez. Eğer onu aldıktan sonra tekrar geri yerine bırakırsa bakılır:
Sahibi yanında bulunmazsa onu öder, sahibi yanında bulunursa ödemez. Kezâ yere
düşmüş bir keseyi gören kimse de böyledir. Yani onu yerden almazsa. kendisi-ne
bir şey lazım gelmez. Onu aldıktan sonra tekrar yerine bırakırsa, öder. Fakat
bu mesele, yakında Fetih'ten naklen zikredilecek meseleye muhaliftir. Keseyle
tulum arasında fark vardır. Şöyle ki: Ağzı açık tulum yerden alındıktan sonra
tekrar geri bırakıldığında onda bulunan şeyin döküleceği kesindir. Fakat kese
böyle değildir. O alındıktan sonra yerine konulduğunda emniyetli bir kimsenin
onu alma ihtimali vardır.
TENBİH: Yitik bir şeyin helâk olacağını
bildiği halde yerden alıp kaldırmayan kimse günâhkâr olursa da ödemesi lazım
gelmez. Çünkü günâhkâr olmak başka, ödemek başkadır.
Ben derim ki: Bir kimse, bağlı bir hayvanı
çözse de hayvan kaçsa yahut içinde kuş bulunan bir kafesin yahut içinde hayvan
bulunan bir ahırın kapısını açsa da kuş veya hayvanlar kaçsa, onları ödemesi
lâzım gelmez. Ama kendisine bir şey bağlanmış olan ipi çözse veya içinde
zeytinyağıbulunan tulumu yarsa bunları öder. Çünkü ipe bağlı olan şeyin
düşmesi, ipin çözülmesine, zeytinyağının akması, tulumun yarılmasına nisbet
edilir. Fakat kuşun uçması ve hayvanların kaçması, kapının açılmasına değil, kendilerine
nisbet edilir. Yerden alındıktan sonra tekrar yerine bırakılan lukata da
böyledir. Yani lukatanın helâk olması, tekrar geri bırakılmakla değil. başka
bir kimsenin almasıyladır. Fakat ağzı açık bir tulumun içindeki maddenin
akması, yerden aldıktan sonra tekrar geri bırakan kimseye nisbet edilir. Ama
tulumun yanından geçen kimse onu yerinden kaldırmazsa, içindeki maddenin akması
o kimseye nisbet edilmez.
"Çünkü Sayrafiyye'de zikredilmiştir
ki; ilh..." Zâhidi: "Bir kimse kendi eşeğini başkasının buğdayını
yerken görür de ona mâni olmazsa, buğdayı öder." diye zikretmiştir. Remlî
Hayrüddin: "Eşek başkasının olursa buğdayı ödememesiyle fetva
veririm." demiştir. Eşeğin gören kimsenin kendisinin olmasıyla başkasının
olması arasındaki fark açıktır. Şöyle ki: Bir kimse, kendi eşeğini başkasının
buğdayını yerken görür de ona mâni olmazsa eşeğin fiili o adama nisbet edilmiş
olur ve menfaati ona aid olmuş olur. Ama başkasının eşeğini görmek böyle
değildir.
"Zâhir rivayete göre, ödemez
ilh..." Yani bir kimse lukatayı tarif ve ilân etmek için aldıktan sonra
tekrar aldığı yere koysa, zâhir rivâyete göre ödemez. Fakat lukatayı kendi
nefsi için aldıktan sonra tekrar yerine koyarsa, zayi olduğu takdirde öder. Bir
kimse, lukata olan bir hayvanı alıp bindikten sonra tekrar yerine koysa veya
bir elbiseyi alıp giydikten sonra tekrar yerine koysa, zayi olduğu takdirde
öder.
"Çocuğun ve kölenin lukatayı yerinden
alıp kaldırması sahihtir ilh..."
Lukatayı tarif ve itân etmek çocuğun
velisine, kölenin efendisine aid olur. Ticarete izin verilmiş köle ve mükateb
lukatayı yerden alıp kaldırdığı takdirde tarif ve ilân da kendilerine aid olmuş
olur. Kâfirin lukatayı yerden alıp kaldırması da sahihtir. Lukatayı yerden alıp
kaldıran kâfir üzerine lukatanın kendisinin olduğunu iddia eden kimse kâfir
şâhid getirse, kabul edilir. Buna göre, kâfir için de tarif, tesadduk ve
faydalanma gibi lukatanın hükümleri sâbit olur. Bunu açıkça beyan edeni
görmedim. Bahır.
"Delinin ilh..." Lukatayı yerden
alıp kaldıran kimsenin akıllı ve ayık olması şarttır. Bundan dolayı delinin
lukatayı yerden alıp kaldırması sahih değildir. Fakat şârih deli üzerine bunak
kimseyi de ziyade etmiştir. Halbuki mürted bâbının evvelinde "bunamış
kimsenin hükmü akıllı çocuğun hükmü gibidir" diye geçmiştir. Bundan
anlaşılmıştır ki; bunağın lukatayı yerden alıp kaldırması sahihtir.
Delinin ve benzerlerinin lukatayı yerden
alıp kaldırmalarının sahih olmamasının faidesi bunların almış olduğu lukatayı
bir kimse bunlardan alsa, akılları başlarına geldikten sonra lukatayı geri
alamamalarıdır. Çocuğun lukatayı yerden alıp kaldırmasının sahih olması için
akıllı olması şarttır
METİN
Lukatayı alan kimse, aldığı zaman "ben
bunu sahibine vermek için alıyorum. Bir yitik arayanı görür ve işitirseniz
benim yanıma yollayın." diye işhâd eder (şâhid tutar) ve bulduğu şeyi,
bulduğu yerde ve toplantı yerlerinde sahibinin artık aramayacağına kanaat
getirinceye kadar; yiyecek, meyve gibi bozulacağından korkulan bir şey olursa,
bozulacağı zamana kadar tarif ve ilan ederse, lukata yanında emânet olur. Kendi
taksiri olmaksızın lukata helâk olursa ödemez.
Lukatayı yerden olan kimsenin işhâda
kudreti varken işhâd etmez veya lukatayı tarif etmezse, zayi ve telef olduğunda
lukata sahibi o kimsenin malı sahibine vermek için aldığını inkâr ederse,
lukatayı yerden alan kimse onu öder. İmam Ebû Yusuf'a göre; lukatayı yerden
alcın kimsenîn sözü yeminiyle kabul edilir. Bununla amel edilir. Musannıf ve
diğer fakîhler bunu ikrar etmişlerdir.
Mekke-i Mükerreme'nin buluntusu ile onun
haricindeki buluntuları az veya çok buluntular aynı hükme tabidir. Çünkü
mekânlar ile buluntular arasında fark yoktur. Lukatayı yerden alıp kaldıran
kimse işhâd edip sahibinin artık aramayacağına kanaat getirinceye kadar ilân
ettikten sonra kendisi fakir olursa, onunla faydalanır. Kendisi fakir olmazsa
gerek aslı (ne kadar yukarı çıkarsa çıksın babası, dedesi) olsun, gerekse feri
(ne kadar aşâğı inerse insin çocuğu, çocuğunun çocuğu) olsun, isterse karısı
olsun fakir olursa onlara tasadduk eder. Ancak buluntunun zimminin (kâfirin)
olduğu bilinirse beytülmale konulur. Tatarhâniyye.
Kınye'de zikredilmiştir ki, lukatayı alan
kimse, işhâd ve ilânından sonra vefat edeceğinden korkar ve lukata sahibinin
bulunacağını ümit ederse, lukata hakkında vasiyette bulunması vâcibdir. Lukata
sadaka olarak verilip fakir tarafından harcandıktan sonra sahibi gelirse
muhayyerdir. Dilerse sadaka verilmesine razı olup sevâbı kendisinin olur;
dilerse ödettirir. Çocuğun sadaka olarak verilmiş lukatasına vasisinin veya
babasının izin vermesi câiz ve meşru değildir.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; lukata
ahkâmında çocuk da bâliğ kimse gibidir. Lukatayı yerden alıp kaldırdığında
işhâd ve tarif etmezse, zayi olduğu takdirde öder. Babası veya vasîsi işhâd ve
tarif etlikten sonra lukatayı sadaka olarak verir. Çocuk fakir ise sadaka
olarak çocuğa vermeleri daha evlâdır. Lukatayı ödemeleri kendi mallarından
lâzım gelir, çocuğun malından lâzım gelmez. Yerden alıp kaldıran kimse lukatayı
hâkimin emriyle sadaka olarak verse bile esâh olan kavle göre; yine öder.
Nitekim lukatayı hâkim veya hükümdar sadaka olarak verseler mal sahibi bunlara
veya kendisine sadaka olarak verilen fakire ödettirir. Çünkü lukatayı bulan
kimse veya hâkım veyahut hükümdar başkasının malını izinsiz sadaka olarak
vermişlerdir. Bunlardan hangisi öderse, ödediği şeyi diğerinden olamaz. Eğer
sahibi malını fakirin elinde bulursa ondan alır.
Bir malı veya hayvanı veya yolunu şaşırmış
bir insanı bulan kimse ücret namına asla bir şey alamaz. Ancak mal sahibi
"her kim benim malımı banagetirirse kendisine şu kadar bahşiş vardır"
diye şart koşarsa, bu şart fâsid icare gibi olur ve getiren kimseye ecr-i misil
verilmesi lâzım gelir.
İZAH
"İşhâd eder ilh..." Şâhid tutulan
kimselerin adâletli olması şarttır. Şâhid tutmada, lukatayı yerden alıp
kaldıran kimsenin "benim yanımda bir buluntu vardır, bunu arayan bir
kimseyi işitir ve görürseniz haber veriniz, bana müracaat etsin" demesi
kâfidir. Lukatanın bir ve birden fazla olması arasında fark yoktur. Çünkü
lukata cins isimdir. Bilhassa bu zamanda lukatanın altın veya gümüş olduğunu
belirtmek vâcib değildir. Yani lukatanın ne olduğunu açıklamak şart değildir.
Lukatayı ilan edene "münşid" lukatayı arayan kimseye de
"nâşid" adı verilir.
"Tarif ve ilân ederse ilh..."
Yani lukata bulan kimse sokaklar, çarşılar, mescid kapıları ve kahvehaneler
gibi insanların toplandığı yerlerde "ben bir lukata buldum arayan kimseye
tesadüf ederseniz bana yollayın" diye ilân eder. Çünkü bu gibi yerlerde
yapılan ilânlar çabuk duyulur. Bununla beraber lukatanın bulunduğu yerde ilân
edilmesi daha evlâdır. Çünkü sahibi orada arar.
Lukata, bulanın yanında zâyi olduğu
takdirde ödenmemesi için yalnız işhâd edilmesi kâfi olmayıp işhâdla beraber
tarif ve ilân edilmesi de şarttır. Fakat Zahîriyye'de: "Bu mesele
ihtilâflıdır." diye zikredilmiştir. Şöyle ki: Hulvânî: "Lukatayı alan
kimse "ben bu lukatayı sahibine vermek üzere alıyorum" diye işhâd
etmesi kâfidir tarife lüzum yoktur." demiştir. Siyer-i Kebîr'de de böyle
zikredilmiştir. Bazı fukahâ: "Lukatayı yerden alıp kaldıran kimse mescid
kapılarında lukata bulduğunu ilân eder." demiştir.
Velhâsıl: Bütün fukahânın ittifakıyla
İmam-ı Azam'ın kavline göre; alan kimsenin lukatayı sahibine vermek üzere
aldığını işhâd etmesi lazımdır. İhtilâf işhâdın tarifin yerine geçip
geçmemesindedir. Hiç bir âlim "lukata yerden alınırken yapılacak işhâdın
yerine tarif ve ilânın geçeceğini" söylememiştir.
Çocuğun yerden alıp kaldırmış olduğu
lukatayı velîsi veya vasîsi tarif ve ilân eder. Yerden alıp kaldıran kimsenin
lukatayı tarif ve ilân etmesi için başkasına vermesi câiz midir? Bazı fukahâya
göre; bulan kimse tarif ve ilândan âciz olursa câizdir. Bazı fukahâya göre:
hakim izin vermedikçe câiz değildir. Bahır. Kuhistâni'de: "Mültekıtın
lukatayı emin bir kimseye vermesi ve ondan geri alması câizdir. Vermiş olduğu
emin kimsenin elinde lukata helâk olursa ödemez." diye zikredilmiştir.
"Sahibinin artık aramayacağına kanaat
getirinceye kadar ilh..." Musannıf İmam Serahsî'ye tâbi olarak:
"Tarif ve ilân için muayyen bir müddet tâyin etmemiş ve mal sahibinin
artık aramayacağına kanaat getirinceye kadar tarif ve ilân eder."
demiştir. Lukata az olsun çok olsun sahibinin aramayacağına kanaat gelinceye
kadar tarif ve ilân olunur. Hidâye ve Muzmerât'ta bu kavil sahih görülmüştür.
Cevhere'de: "Fetva bu kavil üzeredir." diye zikredilmiştir. Bu kavil,
zâhir-i rivâyete muhâliftir.
Zâhir rivâyete göre; tarif ve ilân müddeti
-lukata az olsun çok olsun- bir senedir. Buna göre; bazıları "her
cuma", bazıları "her ay" bazıları ise "her altı ayda bir
tarif ve ilân olunur" demişlerdir. Bahır.
Ben derim ki: Bütün metinler, İmam
Serahsî'nin kavli üzerinedir. Bundan anlaşılmıştır ki; İmam Serahsî'nin kavli
rivâyettir ve zâhir rivâyet lukata çok olmakla tahsis edilmiştir.
Hidâye'de zikredilmiştir ki; lukata
çekirdek ve nar kabukları gibi sahibi tarafından aranılmayacak kıymetsiz bir
şey olursa, tarif ve ilânsız onlardan faydalanılması câizdir.
Siyer-i Kebîr şerhinde zikredildiğine göre;
kamçı ve ip gibi bulunan şeyler lukata hükmündedir. "Bulunan kamçının
kullanılması câizdir" diye verilen ruhsat düştükten sonra sahibi
tarafından aranılmayacak kırık ve kıymetsiz kamçı hakkındadır. Çok defa böyle
bir kamçı çekirdek nar kabuğu, murdar koyunun derisi gibi sahibi tarafından
atılır. Ama sahibi tarafından aranılacağı bilinirse lukata hükmündedir. Sahibi
tarafından bırakılmış olduğu bilinen zayıf bir hayvanı alan kimse sahibi
istediği takdirde istihsânen vermesi lâzımdır. Sahibi onu âciz olduğu için
bırakmıştır. Bundan dolayı hayvan sahibinin mülkünden çıkmış olmaz. Hayvanı
alan kimse, hayvan sahibine "sen hayvanı kim alırsa onun olsun dedin"
diye iddia edip o da "ben böyle bir şey söylemedim" dese yeminiyle
beraber hayvan sahibinin sözü kabul edilir. Ancak hayvan sahibi yemin etmez
veya alan kimse şâhid getirirse hayvan, alan kimsenin olur. Hibe edilmiş bir hayvan
kendisine hibe edilen kimsenin elinde semiz olduktan sonra hibe edenin
hibesinden dönmesi câiz değildir. Hibe edilen hayvanda ziyade olan et hibeden
dönmeyi men eder.
"Lukatayı yerden alan kimsenin işhada
kudreti varken ilh..." Lukatayı yerden alan kimse lukatayı yerden alıp
kaldırırken işhâd edecek kimse bulamazsa yahut işhâd ettiği takdirde bir
zâlimin elinden alacağından korkarsa işhâdı terkeder, lukata helak olduğu
takdirde ödemez. Bahır.
"Bununla amel edilir ilh..." Yani
lukata, bulan kimsenin yanında helâk olduğunda bulan kimsenin ödeyip
ödememesindeki ihtilâf bulan kimseyle mal sahibinin lukatanın lukata olmasında
ittifak edip fakat mültekıtın lukatayı mâliki için alıp almamasında ihtilâf
ettiklerine göredir. Eğer lukatanın lukata olmasında ihtilâf ederlerse meselâ
mal sahibi mültekıta "sen lukatayı kendin için aldın" deyip mültekıt
da "ben lukatayı senin için aldım" derse ittifakla mültekıt lukatayı
öder. Valvalciyye.
"Mekke-i Mükerreme'nin buluntusu
ilh..." Yani Mekke-i Mükerreme'de bulunan lukatalar ile hariçte bulunan
lukatalar arasında fark yoktur. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in Mekke-i
Mükerreme hakkındaki "Velâtehılle sâgıtatüha illâ limünşidi" hadis-i
şerifi daha önce zikredilen hadîs-i şerife muarız değildir. Çünkü bu hadîs-i
şerifin manâsı: "Mekke-i Mükerreme'de lükata ancak tarif ve ilân için
alınır." demektir. Mekke-iMükerreme'nin bununla tahsis edilmesi, Harem-i
şerif müsafirlerin yeri olduğundan kendisinde tarif ve ilânın düşmediğini beyan
içindir.
"Kendisi fakir olursa, onunla
faydalanır ilh..." Yani bulan kimsenin bulunduğu şeyi toplantı yerlerinde
sahibinin artık aramayacağına kanaat getirinceye kadar ilân ettikten sonra
fakir ise onunla faydalanması zengin ise tasadduk etmesi veya sahibi için
muhafaza etmesi câizdir.
Hulâsa'da zikredilmiştir ki; bulan kimse
lukatayı satıp parasını sahibi için muhafaza eder. Eğer bu satışı hâkimin
emriyle yapmışsa mal sahibinin satışı bozma hakkı yoktur. Hâkimin emriyle
satmamışsa bakılır: Lukata satın alanın elinde mevcud ise satışı iptal edip
ondan alır. Helâk olmuş ise dilerse satana ödettirir. Ödettirdiği zamandan
itibaren satış geçerli olur. Bulan kimsenin lukatayı hâkime teslim etmesi daha
evladır. Hâkim dilerse onu tasadduk eder, dilerse zengin bir kimseye ödünç
verir, dilerse müzarebe (bir taraftan sermaye diğer taraftan çalışmak üzere
yapılan bir nevi ortaklıktır) olarak verir.
T E N B İ H : Metin ve şerh olarak
fukahânın kelâmından anlaşılmıştır ki; bulan kimsenin lükatayı sahibinin artık
aramayacağına kanaat getirinceye kadar ilân ettikten sonra fakir ise ondan
faydalanması hâkimin iznine bağlı değildir. Fakat Hâniyye'de zikredilen buna
muhaliftir, şöyle ki; Hâniyye'de: "Âmme-i ulemaya göre; fakirin hâkimden
izinsiz lukatadan istifade etmesi helâl ve câiz değildir. Bişr'e göre;
helâldir." diye zikredilmiştir. Hidâye ve inâye'de: "Zenginin
hükümdarın izniyle lukatadan intifâı câizdir. Çünkü bu mesele müctehedünfih
olan bir meseledir." diye zikredilmiştir. Nehir'de: "Zenginin
lükatayla intifâının mânâsı onu nefsine sarf etmesidir." diye
zikredilmiştir. Bulan kimse lükatayı sarf etmeyip elinde bulunduğu müddetçe ona
mâlik olamaz. Çünkü o, sahibinin mülkü olarak elinde bulunur. Bundan dolayı
bulanın malı nisab miktarından az olup lükatayla birlikte nisab miktarına bâliğ
olsa ve bu malların üzerinden bir sene geçse, bulan kimseye zekât farz olmaz.
"Fakir olursa onlara tasadduk eder
ilh..." Hatta lükatanın fakir olan zimmîye sadaka olarak verilmesi
câizdir. Fakat harbîye sadaka olarak verilmesi câiz değildir. Nehir-'de:
"Lükatanın zengine, zenginin küçük fakir çocuğuna ve kölesine sadaka
olarak verilmesi câiz değildir. Eğer bunlara verilirse lükatanın ödenmesi lâzım
gelir. Çünkü zenginin fakir olsa bile küçük çocuğuna lükatanın sadaka olarak
verilmesi câiz değildir. Fakir olan büyük çocuğuna sadaka olarak verilmesi
câizdir." denilmiştir.
"Lükata hakkında vasiyette bulunması
vâcibtir ilh .." Lükatayı bulan öldükten sonra, vârisleri de lukatayı
ilânda bulunurlar. Bulunmazlarsa zayi olduğu takdirde ödemeleri lâzım gelir.
Bazı fakîhlere göre lükatayı yerden alıp kaldıranın ilânı kâfidir, vârislerin
ayrıca itân etmesi icab etmez.
"Lükatayı ödemeleri kendi mallarından
lâzım gelir ilh..." Yani çocuğun bulduğu lukatayı babası veya vasîsi
tasadduk ettikten sonra sahibi çıkagelip ödettirse lükatayı ödemeleri kendi
mallarından tâzım gelir, çocuğun malından lazım gelmez.
. "Bunlardan hangisi öderse, ödediği
şeyi diğerinden alamaz ilh..." Yani yerden alıp kaldıran kimse öderse,
yerden aldığı andan itibaren ona mâlik olup sevabı kendisinin olur. Ödediği
şeyi fakirden alamaz, Fakir öderse bulandan ödediği şeyi olamaz. Hâniyye.
"Yolunu şaşırmış bir insanı
ilh..." Yolunu şaşırmış insana "dail", yerinden uzak düşmüş
yitik hayvana da "dâlle" adı verilir. Misbâh.
"Ücret namına asla bir şey alamaz
ilh..." Yani lükatayı gerek yakın bir yerden, gerekse uzak yerden alsın
getirsin ücret namına asla bir şey alamaz. Kaçmış olan köleyi getirirse alır.
Hakimin Kafi'sinde: "Mal sahibinin lükatayı yerden alıp kaldırana bir şey
vermesi güzeldir." diye zikredilmiştir.
"Getiren kimseye eser-i misi verilmesi
lazım gelir ilh..." Muhit'te: "Bu, fâsid bir icâredir." diye
sebebi de beyan edilmiştir. Buna Bahır'da: "Bu, asla İcare olamaz. Çünkü
kabul eden kimse mevcud değildir." diye itiraz edilmiştir. Buna Makdisî:
"Mal sahibi, hazır olan kimselere: Her kim benim malımı bana getirirse.
kendisine şu kadar mal vardır, demiştir." diye cevap vermiştir.
Ben derim ki: Valvalciyye'nin İcâreler
bahsinde: "Bir şeyi kaybolan kimse "her kim benim kaybolan malımı
bana getirirse, kendisine şu kadar mal vardır" dese, bu icâre bâtıldır.
Çünkü ücretle tutulan kimse bilinmemektedir. Kaybolan bir malı getirme
karşılığında ücret almak olmadığından ücret vâcib olmaz. Eğer bir şeyi kaybolan
kimse, muayyen bir şahsa "sen benim kaybolan malımı bana getirirsen sana
şu kadar mal vardır" deyip o da yürüyerek gidip onun kaybolan malını
getirirse, o şahıs için ecr-i misl vacib olur. Çünkü bu icare akdiyle hak
edilen bir iştir. Ancak bu işin miktarı belli olmadığından kendisine ecr-i misl
vâcib olur. Eğer o muayyen şahıs gitmeden, o kimsenin kaybolan malını
getirirse, yine kendisine ecr-i misl vacib olur." Diye zikredilen bunu
teyid eder. Bundan anlaşılmıştır ki; bir şeyi kaybolan kimse, muayyen bir şahsı
kaybolan malını getirmesi için tayin etse, icare fasid olur. Kaybolan malın yeri
belli olmadığından dolayı ecr-i misl vacib olur. Eğer bir şeyi kaybolan kimse
"her kim benim malımı bana getirirse, kendisine şu kadar mal vardır"
diye umumi ifade kullanırsa, icare batıl olur. Bu takdirde getiren kimseye
ücret verilmesi lazım gelmez.
METİN
Deve, sığır, koyun ve diğer hayvanların da
lükata (buluntu) olmaları câizdir. Bunlar da mal olduğu için zayi olma ihtimali
vardır. Zayi olmasından korkulmayan lukata hayvanların bulundukları yerden
alınması tarif ve ilân edilmesi mendubdur.
Kaybolmuş hayvan bulunduğu yerden
alınmadığı takdirde zayi ve telef olmasından korkulursa - yukarıda geçtiği
üzere - bulunduğu yerden alınması farz olur. Kaybolmuş hayvanın kendi nefsinden
zararı defedecek, sığırın boynuzu( süsmesi), devenin ısırması gibi nesnesi
bulunursa, bulunduğu yerden alınması mekrûh olur. Tatarhâniyye.
Sahrada bir hayvan görülüp kaybolmuş olduğu
kesin olarak bilinirse, onun oradan alınması mendub olur. Bulan kimsenin bulmuş
olduğu çocuğaveya hayvana yedirmiş olduğu şeyler teberru olmuş olur. -Çünkü
bulan kimsenin lükata hakkındaki velayeti noksandır.- Ancak hâkim bulan kimseye
"olacağın bir borç olmak üzere lukatalara yedir" derse yahut çocuk
bâliğ olduktan sonra kendisini bulan kimseye hâkimin "alacağın bir borç
olmak üzere yedir" dediğini' tasdik ederse teberru olmuş olmaz. Yoksa
lakitin tasdikinden murad İbn-i Melek'in iddia ettiği gibi mültekıtın geri
almak için harcadığını tasdik etmesi değildir. Mültekıtın yapmış olduğu masrafı
borç olarak kabul edecek kimse hayvan sahibi, lakîtin babası veya efendisi
veyahut lakîtin bâliğ olduktan sonra kendisidir. Eğer hâkim mültekıta
"alacağını bir borç olmak üzere lukatalara yedir" diye açık olarak
söylemezse, esah olan kavle göre ödenmesi lâzım olan bir borç olmaz.
Lukata eşek, katır gibi kiraya verilecek cinsten
olursa mültekıt hâkimin izniyle o hayvanı kiraya verip almış olduğu kirayla o
hayvanın yiyeceğini temin eder. Efendisini şaşırmış köle de kiraya verilip
alınan kiradan yiyeceği temin edilir. Fakat efendisinden kaçmış olan bir köle
kiraya verilmez. Nitekim bâbında gelecektir.
Lukata koyun, keçi gibi kiraya verilmeyecek
cinsten olursa, hâkim onu satıp parasını muhafaza eder. Eğer hâkim bu
hayvanlara yiyecek verilmesinde faide görürse, onunla emreder. Çünkü hâkimin
velayeti fâideye göredir. Hakimin emrinde faide olmazsa, emri geçerli olmaz.
Fetih.
Bulan kimse yapmış olduğu masrafı
sahibinden alıncaya kadar lükatayı hapsedebilir. Hapsedildikten sonra lükata
ölürse, masrafı düşer. Önce ölürse masrafı düşmez.
Bulan kimse şahidsiz "lukata
benimdir" diye dâvâ eden şahsa vermesi için cebrolunmaz. Dâvâ eden
lükatanın alâmet ve nişanlarını beyan ederse, bulan kimsenin onu cebirsiz
vermesi helal ve meşru olur. Bulan kimse, dâvâ eden şahıs alâmet beyan etsin
veya etmesin dâvâsında onu tasdik ederse, lükatayı ona vermesi helâl olur.
Ondan kefil alması lâzımdır. Fakat o şahıs lükatanın kendisinin olduğunu şâhid
ile isbat ederse, esah olan kavle göre kendisinden kefil istenemez. Nihâye.
Lükatayı yerden alıp kaldıran kimse
kaybetse, sonra başka bir şahsın elinde bulsa lükatayı almak için o şahsı dava
edemez. Emânet böyle değildir. Emânetçi emâneti başkasının elinde bulsa,
emâneti almak için onu dâvâ edebilir. Ama lükatada ikinci bulan şahıs da
birinci kimse gibidir. Bu hususu Mücteba sahibiyle Nevazil sahibi açıklamışlardır.
Fakat Sirâc sahibi: "Esah olan kavle göre, birinci bulan daha lâyık
olduğundan lükatayı almak için ikinci bulan şahsı dâvâ edebilir."
demiştir.
= Üzerinde sahipleri bilinmeyen borçlar ve
haksız olarak aldığı şeyler bulunan kimsenin nasıl hareket edeceği beyanında =
Bir kimsenin üzerinde sahipleri bilinmeyen
ve bilinmelerine bir yol bulunmayan birtakım borçlar ve haksız olarak aldığı
şeyler olsa -her ne kadar bu borçlar ve haksız aldığı şeyler malının hepsi
kadar olsa bile- malından o kadar meblağ tesadduk etmesi vâcib olur. Bu, bizim
Hanefi imamlarının mezhebidir. Bu meselede aralarında bir ihtilâf bulunduğunu
da bilmiyoruz. Nitekim bir kimsenin elinde sahibi bilinmeyen biraz mal bulunsa,
o malı tasadduk etmesi vâcib olur. Bu hususta borçlar da elde mevcud olan mal
gibi itibar edilmiştir.
Bir kimse, sahipleri bilinmeyen borçlarını
ve haksız olarak aldığı şeyleri fakirlere tasadduk etse ahirette hak
sahiplerinin dâvâsı düşer.
Umde'de zikredilmiştir ki; bir kimse lükata
bulup, tarif ve ilân ettiği halde sahibini bulamasa ve fakir olduğundan dolayı
kendi ihtiyacına sarf ettikten sonra hali düzelse, mislini veya bedelini
tesadduk etmesi vâcib olur.
= Seferde ölen kimsenin malını arkadaşının
satmasının câiz olması beyanında =
Bir kimse seferde iken uzak bir yerde ölse,
arkadaşının onun malını ve bineğini satıp parasını ailesine teslim etmesi
câizdir.
= Suda bulunan odun, armut ve cevizin helâl
olup olmaması beyanında =
Suda bulunan odunun kıymeti olursa lükata
sayılır. Kıymeti olmazsa diğer aslı mubah olan şeyler gibi, alan kimseye helâl
olur. Dürer.
Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir Şahsın
evinde yabancı bir kimse ölüp vârisi bilinmese terekesi çok değilse, lükata
gibidir. Evinde ev sahibi ölen garib kimsenin vârisini bulamaz ve kendisi de
fakir olursa, tereke kendisinin olur. Tereke çok olursa, garibin vârisi bir kaç
sene arandıktan sonra tereke beytülmale kalır.
Bir kimsenin yapmış olduğu güvercinliklere
başka bir şahsın ehli güvercinleri yumurtlayıp yavru çıkarsa o kimsenin bunları
alması câiz değildir. Eğer onları alırsa, lükata gibi olacağından vermek için
sahibini arar. O kimsenin güvercini ile başkasının güvercini karışıp yavru
çıkarsalar bakılır: Eğer ana güvercin başkasının olursa, çıkan yavrular da
başkasının mülkü olacağından onlara dokunamaz. Ana güvercin kendisinin olup
erkek güvercin başkasının olursa, yavrular anaya tâbi olacağından kendisinin
olur. Eğer o kimse güvercinliklerinde başkasının kuşu olduğunu bilmezse oradan
alıp yediği şeyden kendisine inşaallah bir şey lâzım gelmez.
Şârih der ki: Bir kimse kendisinin
güvercinliklerinde başkasının güvercini yavrulamasıyla ona mâlik olmazsa da
-lükata gibi olacağından- fakirse onu yer: zengin olursa tesadduk eder, sonra
tesadduk ettiği kimseden onu satın alır. İmam Hulvânî kuş etine pek düşkün
olduğundan böyle yaparmış. Zahiriyye.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
şehir dışında ağaçların altında meyveye rast gelse, açık veya delâlet yoluyla
onun yasak edilmiş olduğunu bilmedikçe alıp yemesinde bir beis yoktur. İtimat
bu kavil üzerinedir.
Yine Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki;
akarsudan elma, armut gibi çabuk bozulacak meyvaları alıp yemek câizdir. Fakat
ceviz, badem gibi durmakla bozulmayacak meyvaların alıp yenmesi câiz değildir.
Sahibine vermek için alınması caizdir.
İZAH
"Lükata hayvanların bulundukları
yerden alınması, tarif ve ilân edilmesi mendubdur ilh..." Diğer üç
mezhebin imamlarına göre; sığır ile devenin bulunduğu yerde bırakılması
efdaldır. Çünkü başkasının malını almada asıl olan haram olmasıdır. Kaybolmuş
bir malın alınmasının mubah olması, zayi ve telef olmasından korkulduğu
içindir. Kendi nefsinden zararı defedecek boynuzu bulunan sığır, ısırması olan
deve, tepmesi olan ot gibi hayvanlar zayi ve telef olmazlar. Fakat bizim Hanefî
imamlarına göre, bunlar koyun gibi lükatadır. İnsanların mallarını zayi
olmaktan korumak için bulundukları yerden alınmaları tarif ve ilân edilmeleri
müstehabdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in :
"Sana ne onların su tulumları ve
tabanları yanlarındadır. Sahibleri onları buluncaya kadar suya gelir ve
ağaçlardan yerler." buyurarak develerin bulunduğu yerden alınmasını
yasaklamasına. Mebsût'ta: "O zaman emanet ehli çoktu. Zamanımızda ise
fesad ehli çok olduğundan onu hain bir kimse olabilir." diye cevap
verilmiştir. Buna göre, kaybolmuş bir hayvanın bulunduğu yerden alınıp muhafaza
edilmesi evlâdır. Bundan anlaşılmıştır ki; kaybolmuş bir hayvanın bulunduğu
yerden alınmadığı takdirde zayi ve telef olacağı kesin olarak bilinirse, alınıp
muhafaza edilmesi farz olur. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in bu hadis-i şerifle
maksadının, kaybolan hayvanın sahibine ulaşması olduğunu kesin olarak
biliyoruz. Fakat zaman değişip telef olma yollan artınca lükatanın hükmü
değişmiştir. Yani lükata bulunduğu yerden alınıp muhafaza edilir. Fetih.
"Ancak hâkim bulan kimseye"
alacağın bir borç olmak üzere lükatalara yem yedir" derse ilh..."
Yani bulan kimse elinde bulunan malın lükata olduğunu şâhidle isbat ettikten
sonra hâkim kendisine "alacağın bir borç olmak üzere lükatalara
yedir" diye emreder. Bulan kimse şâhidi olmadığını söylerse, hâkim bazı
emin kimseler huzurunda : "Bu kimse şu malın lükata olduğunu iddia ediyor.
Bu iddiasında doğru olup olmadığı bence bilinmemektedir. Siz şahid olun
iddiasında doğru ise, bu lükataya yem yedirmesini emrediyorum." der.
Sahibi var ise çıkıp geleceğine kanaat edeceği iki üç günlük bir müddet için bu
lükataya bakmasını emreder. Sahibi ortaya çıkmazsa, satılmasına karar verir.
Parasından bulan kimsenin sarf ettiği miktarı öder. Bahır.
"Mültekıt hâkimin izniyle o hayvanı
kiraya verip ilh..." Mültekâ ve diğer muteber fıkıh kitaplarında
"lükatayı kiraya bizzat hâkimin kendisi verebilir" diye
zikredilmiştir. Fakat hâkimin lükatanın kiraya verilmesi için izin vermesi
kendisinin kiraya vermesi gibidir.
"Hâkim bu hayvanlara yiyecek
verilmesinde fâide görürse ilh..." Fukahâ: "Hâkim, lükatanın sahibi
varsa çıkıp geleceğine kanaat edeceği iki üç günlük bir müddet için lükataya
yiyecek verilmesini emreder. Sahibi ortaya çıkmazsa satılıp parasının muhafaza
edilmesini emreder. Çünkü hayvanın yiyeceği için sarf edilecek para hayvanın
kendi kıymetinden fazla olacağından uzun zaman hayvanın yiyeceğinin
verilmesinde fâide yoktur." demişlerdir. Hidâye.
"Bulan kimse yapmış olduğu masrafı
sahibinden alıncaya kadar hapsedebilir ilh..." Eğer sahibi hayvanın
yiyeceği için yapılan masrafı vermezse, hâkim hayvanı satıp yiyeceği için
yapılan masrafı bulan kimseye verir, geri kalan miktarı da sahibine verir.
Bulan kimse hâkimin emriyle lükata
sahibinden almak üzere yapmış olduğu masrafı gerek kendi malından yapsın
gerekse borç olarak almış olduğu paradan yapmış olsun hayvan sahibinden alır.
Fukahâ: "Hâkimin izniyle nafakası için borç alan kadının kocasının rızası
olmaksızın bu borcu onun üzerine havale etmesi câizdir. Hâkimin izniyle
lükatanın nafakasını temin etmek için borç alan mültekıtın bu borcu rızası
olmasa bile mal sahibinin üzerine havale etmesi câizdir." demişlerdir.
Bahır,
"Hapsedildikten sonra lükata ölürse
masrafı düşer ilh..." Çünkü hayvan hapsedilmekle rehin gibi olmuştur.
"Alâmet beyan etsin veya etmesin
dâvâsında onu tasdik ederse ilh..." Bulan kimse "lükata
benimdir" diye dâvâ eden şahsı tasdik ettiği için veya alâmet beyan ettiği
için lükatayı ona verdikten sonra başka bir şahıs lükatanın kendisinin olduğunu
davâ edip şâhid getirse bakılır: Eğer lükata alan kimsenin elinde mevcut ise
ondan alır. Helâk olmuşsa muhayyer olup dilerse bulan kimseye, dilerse alan
kimseye ödettirir. Bunlardan hangisi öderse, ödemiş olduğu parayı diğerinden
olamaz. Sahih olan kavle göre; bulan kimse ödemiş olduğu parayı "lükata
benimdir" diye dâvâ eden kimseden alır. Nehir.
"Birinci bulan daha lâyık olduğundan
lükatayı almak için ikinci bulanı dâvâ edebilir ilh..." Çünkü birinci
şahıs lükatayı tarif ve ilân ettikten sonra fakir ise ona mâlik olma hakkı
vardır. Bundan anlaşılmıştır ki; bulanın elinden lükatayı bir kimse alsa, bulan
kimse dâvâ edip lükatayı ondan olmaya hakkı vardır.
"Bir kimsenin üzerinde sahipleri
bilinmeyen ilh..." Yani bir kimsenin üzerinde sahipleri ve vârisleri
bilinmeyen borçlar ve haksız olarak aldığı şeyler bulunsa, vârisleri bilinirse
onlara verilmesi lâzımdır. Çünkü borçlar onların hakkı olmuştur.
Fûsul'da zikredilmiştir ki; bir kimsenin
bir şahıs üzerinde borcu bulunup ondan ister, o da vermezse sonra alacaklı
ölse, ekseri âlimlere göre ahirette alacaklının dâvâ hakkı kalmaz. Çünkü dâvâ
borç sebebiyle olur. Borç ise vârislere intikal etmiştir. Muhammed b. Fazıl:
"Bir kimse, izinsiz bir şahsın malını alıp o şahıs öldükten sonra almış
olduğu malın bedelini vârislerine verse, borçtan kurtulmuş olur. Malını aldığı
şahsa zulmettiği içinonun hakkı baki kalır, Bu haktan ancak tevbe ve istiğfar
etmek ve o şahıs için dûada bulunmakla kurtulur." demiştir.
"Malından o kadar meblağ tesadduk
etmesi vâcib olur ilh..." Yani malından o kadar meblağ tesadduk etmesi
malı bulunduğu takdirdedir.
Fûsul'da zikredilmiştir ki: bir kimse
üzerinde olan borcu fakir olduğu yahut kudreti olmadığı için yahut unuttuğu
için ödeyemese bakılır: Eğer üzerinde bulunan borç satın almış olduğu bir malın
parası veya ödünç almış olduğu bir şey olursa ahirette bununla muaheze olunmaz.
Eğer üzerinde bulunan borç gasbetmiş olduğu bir şey olursa -her ne kadar bunu
gasbettiğini unutmuş olsa bile- ahirette onunla muaheze olunur. Vâris kendisine
miras bırakan kimsenin üzerinde borç bulunduğunu bilirse, - bu borç gerek
gasbedilmiş bir malın borcu olsun, gerekse başka bir borç olsun - terekeden
borcu ödemesi kendisine vâcib olur. Bu borcu ödemezse ahirette muaheze olunur.
Borçlu olan kimse ve onun vârisi,
alacaklının kendisini ve vârislerini bulamayıp borcu alacaklı nâmına sadaka
olarak verirse, ahirette borçtan kurtulmuş olur.
"Nitekim bir kimsenin elinde sahibi
bilinmeyen biraz mal bulunsa ilh..." Yani bir kimsenin elinde lükata yahut
gasbedilmiş mal yahut rüşvet alınmış mal bulunsa -lükatanın hükmü
açıklanmıştır- bunların sahipleri veya vârisleri bilinirse onlara verilir;
bilinmezse bu malların kendilerinin sadaka olarak verilmesi vâcib olur.
"Ahirette hak sahiplerinin dâvâsı
düşer ilh..." Çünkü bir kimsenin üzerinde bulunan sahipleri bilinmeyen
borçlar veya zorla alınmış mallar, yitik olarak bulunmuş mal gibidir. Sahipleri
bilinmeyen borçların zorla alınan malların, yitik olarak bulunan malların sarf
edilecekleri yer, fakirlerdir. Böyle mallar ve borçlar fakirlere sadaka olarak
verilir. Ayrıca yapılan haksızlık için de tevbe ve istiğfar edilir. T.
"Arkadaşının onun malını ve bineğini
satıp ilh..." Yani bir kimse seferde iken ölse, arkadaşının onun malını
satması câizdir. Çünkü seferdeki arkadaşı onun malını satmaya delâleten
izinlidir. - Nitekim fukahâ: "Hacca giden iki arkadaştan birisi
bayıldığında diğerinin onun yerine ihrama niyet etmesi ve bayılan arkadaşına
onun malından infak etmesi câizdir." demişlerdir. - Bu mesele İmam
Muhammed'in başına gelmiştir. Şöyle ki: İmam Muhammed seferde iken
arkadaşlarından birisi ölmüş, onun kitaplarını ve eşyasını satmıştır.
Kendisine: "Bunu nasıl yapıyorsun? Sen hâkim değilsin" denildiğinde
İmam Muhammed: Ayet-i kerîmede:
"Allah Teâlâ iyiliğe çalışanlarla
fenalık yapanları bilir." (Bakara Süresi : âyet : 220)
buyurulmuştur." diye cevap vermiştir. Yani seferde bir kimse öldüğünde
arkadaşına onun malını satması için âdeten izin verilmiştir. Çünkü onun malını
ehline götürecek olsa, yapılacak masraf çok defa malın kıymetinden fazla olur.
Fakat vârisleri muhayyerdir. Dilerlerse bu satışa izin verirler; dilerlerse
satışa izin vermeyip mallarını alırlar.
Müntekâ'dan naklen Muhît'in Edebü'l-Evsıyâ
babında zikredilmiştir ki; seferde ölen kimsenin arkadaşları hakimin
bulunmadığı bir yerde onun terekesini satsalar İmam Muhammed'e göre; o
kimselerin satışı ve onlardan alan şahsın aldığı şeyden istifade etmesi
câizdir. Sonra ölen kimsenin vârisi geldiğinde muhayyer olup dilerse satışa
izin verir, dilerse satışa izin vermeyip bulmuş olduğu malını alır. Bulamadığı
malını lükatada olduğu gibi ödettirir.
"Suda bulunan odunun kıymeti olursa
lükata sayılır ilh..." Bazı fukahâya göre; suda bulunan odun, suda bulunan
elma gibi mubahtır. Vehbâniyye şerhinde kaide olarak zikredilmiştir ki; odun ve
ağaç gibi atılması âdet olmayan ve bozulmayan şeylerin kıymeti olursa lükata
olur. Hatta sahih olan kavle göre; böyle şeyler ayrı ayrı yerlerden toplansa
bile lükata olur. Nitekim bir kimse bir ceviz, sonra bir ceviz olmak üzere bir
çok ceviz bulup kıymeti olacak miktara ulaşırsa lükata olur. Ama akarsuda
bulunan elma, armut gibi şeyler suda bırakılsa, bozula-cağı için çok olsa bile
alınması câizdir. Kıymeti olsa bile dağınık halde bulunan çekirdeklerin
alınması da câizdir. Çünkü bunların atılması âdettir.
"Terekesi çok değilse ilh..."
Hulâsa'dan naklen Bahır'da: "Beş dirhem az sayılır beş dirhemden ziyade
olan çok sayılır." diye zikredilmiştir.
Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; bir
kimsenin evinde yabancı bir şahıs ölüp, beş dirhem bıraksa, o kimse fakir ise
bu parayı kendi nefsine tesadduk edebilir. Bu para lükata gibidir.
Hâniyye'de: "O kimse bu beş dirhemi
kendi nefsine tesadduk edemez: Çünkü bu para lükata gibi değildir." diye
zikredilmiştir. Fakat metinlerde tesbit edilen Valvalciyye'de zikredilen
kavildir. Bahır. Muhit.
"Çıkan yavrular da başkasının mülkü
olacağından onlara dokunamaz ilh..." Çünkü hayvanlarda yavrular anaya
tâbidir.
"Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki;
ilh..." Meyvalar ağaçların altına dökülmüş olursa ister şehirdeki
ağaçların altında ister köydeki ağaçların altında olsun, ister ceviz, badem
gibi durmakla bozulmayacak cinsten, ister elma, armut gibi durmakla bozulacak
cinsten olsun sahiplerinin izin vermiş olduğu bilinmedikçe bunlardan bir şey
alınamaz. Fakat mutemed olan kavle göre elma, armut gibi durmakla bozulacak
cinsten olursa sahiplerinin yasaklamış olduğu bilinmedikçe alınmasında bir beis
yoktur. Eğer meyveler ağaçların üzerinde olursa, sahibi tarafından izin
verilmedikçe alınmaması efdaldir. Şu kadar var ki, meyvası bol olan bir yerde
sahiblerinin böyle şeylere cimrilik göstermeyecekleri bilinirse yemek için
alınabilir. fakat götürmek için alınamaz.
"Fakat ceviz, badem gibi durmakla
bozulmayacak meyvaların alıp yenmesi câiz değildir ilh. "
Fürû:
= Bir şey sahibi tarafından yere atılıp
bunu kim alırsa, onun olsun denilmesi beyanında =
Bir kimse bir şeyi yere atıp "bunu kim
alırsa onun olsun" dese, bu sözü işiten veya bu söz kendisine ulaşan kimse
o şeyi olabilir. Bundan haberdar olmayan o şeyi alırsa, ona mâlik olamaz. Çünkü
haberdar olmayan kimse o şeyi sahibine vermek için almıştır. Fakat haberdar
olan kimse onu hibe olarak almıştır ve almakla da hibe tamam olmuştur.
Bir kimse "bu bir hibedir, ama
kendisine hibe edilen kimse bilinmediği için caiz değildir" diyemez. Çünkü
kendisine hibe edilenin bilinmemesi munazaa ve mücadeleye vardırmaz. Mülk
alındığı zaman sabit olur. O anda kendisine hibe edilmiş olan kimse belli olmuş
olur. Bu husus da asıl olan Peygamber Efendimizin:
"Bir çok develeri kurban olarak
kestikten sonra dileyen bunlardan kesip alsın." buyurmasıdır.
= Düğün ve sünnet merasimlerinde saçılan
şekerin alınması beyanında: =
Düğün ve sünnet merasimlerinde saçılan
şeker ve paralar alınabilir. Bunları kim alırsa onun olur. Çünkü bunların saçılmaları
alınmaları için izin verilmiş olduğunun delilidir. Buna göre bir kimse
kapısının önüne su veya buz koysa, oradan geçen kimselerin zengin olsun fakir
olsun ondan içmeleri mubah olur. Bir şahıs hiç bir kimsenin mülkü olmayan bir
yere ağaç dikip meyvesini herkese mubah kılsa zengin olsun, fakir olsun herkes
ondan yiyebilir. Bu meselelerin hepsi hadîs-i şeriften alınmıştır.
= Satın alınan evde ve uyandığı zaman
elinde para bulma beyanında =
Bir kimse ev satın alıp orada para bulsa,
bazı fukahâ: "Bu para lükata hükmündedir." demiştir. Bazı fukahâ ise:
"Evi satan kimse paranın kendisinin olduğunu iddia ederse, para ona
verilir. Eğer paranın kendisine aid olmadığını söylerse, bu para
lükatadır." demişlerdir.
Yine Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; bir
kimse, Atâ b. Ebi Rebah'a: "Ben mescidde uyumuştum. Uyandığımda elimde
altın dolu bir kese buldum, onu ne yapayım?" diye sormuş. O da:
"Keseyi senin eline koyan onu sana vermek istemiştir." diye cevap
vermiş.
Bir kimse kırda suya yakın bir yerde
kesilmiş bir deve bulsa, sahibinin onu mubah kıldığına kanaat getirirse ondan
yemesinde bir beis yoktur. Bahır.
= Murdar koyunun yününün veya derisinin
alınması beyanında =
Yola atılmış murdar bir koyunun yünlerini
almak veya derisini yüzüp dibagat etmek câizdir. Fakat sonra sahibi gelip
yününü alabilir. Eğer derisini almak isterse, dibagat sebebiyle meydana gelen
kıymet farkını vermek suretiyle derisini de alabilir.
= Yanlışlıkla değiştirilen bir şey
beyanında =
Bir kimsenin bir şeyi mesela çarşafı veya
ayakkabıları değiştirilecek olsa bakılır: Eğer bunun bir yanlışlık neticesi
olduğu anlaşılırsa, bırakılan çarşaf veya ayakkabılar lükata hükmünde olur.
Sahibini araştırmak lâzım gelir. Bırakılan çarşaf veya ayakkabılar alınan
çarşaf ve ayakkabılardan daha kuvvetli olsun olmasın müsavidir. Kasden alınıp
alınmadığında şübhe vâki olduğu takdirde de hüküm böyledir. Fukahâ: "Bu
bırakılan çarşaf kullanılmak istenildiğinde kadın bu çarşafı, sevabı çarşaf
sahibinin olmak üzere fakir olan kızına tesadduk etmeli, sonra ondan hibe olarak
geri almalıdır. Ayakkabılar da böyle yapılmalıdır." demişlerdir. Fakat bir
kimsenin ayakkabıları kasden alınıp yerine ondan kıymetçe noksan bir ayakkabı
bırakılsa, böyle tesadduk etme ve hibe olarak geri alma gibi bir yola
başvurmadan, bu bırakılan ayakkabıların kullanılması câiz olur. Çünkü kıymetli
olan ayakkabıyı alıp kıymetsiz olan ayakkabının bırakılması, onun
kullanılmasına razı olduğunun delilidir. İşin hakikatini Allah Teâla Hazretleri
bilir.
METİN
Kaçan köle ile lakit ve lükata arasındaki
münasebet her birinin telef ve zayi olmaya mâruz olmalarıdır.
İbâk: Lügatta kaçmak mânâsınadır. Fıkıh
ıstılâhında ise, temerrüd ve inadından dolayı kölenin kaçmasıdır. İbn-i Kemâl
kiralayanın iare alanın, emânetçinin ve vasînin elinden kaçan köleye de şâmil
olsun diye böyle tarif etmiştir.
Kaçan köleyi gören kimse kesinlikle zayi ve
telef olacağından korkarsa, sahibine vermek üzere yakalaması farzdır. Çünkü
kaçan kölenin yakalanmasının hükmü, lükatanın alınmasının hükmü gibidir. Bedâyı',
Kaçan köleyi kendi nefsi için yakalaması haramdır. Kaçan köleyi yakalamaya ve
efendisine ulaştırmaya kuvvet ve kudreti olan kimsenin onu yakalaması
mendubdur. Yakalamaya kuvvet ve kudreti olmazsa mendub değildir.
Kaçan bir köleyi bir kimse "bu benim
kölemdir" diye dâvâ edip şâhid getirse, yakalayan kimse kendisine teslim
eder. İsterse, kendisinden bir kefil de alır. Çünkü başka bir şahsın gelip
"bu köle benimdir" diye dâvâ etme ihtimali vardır. Hâkim de "bu
köle benimdir" diye dâvâ edip şahid getiren kimseye "vallâhi, ben bu
köleyi hiç bir şekilde mülkümden çıkarmadım" diye yemin ettirir.
Kaçan kölenin kendisinin olduğunu dâvâ eden
kimse şâhit getiremeyip fakat kölenin alâmet ve şemailini beyan veya köle onun
kölesi olduğunu ikrar etse, kefil alınıp kendisine verilir.
Efendi, kölesinin kaçtığını cuul (yakalayan
kimseye yaptığı hizmet karşılığında verilen ücret) korkusundan dolayı inkâr
ederse yemin ettirilir. Ancak kölenin kaçtığına veya efendinin onun kaçtığını
ikrar ettiğine şahid getirilirse yemin ettirilmez.
Efendinin gelmesi müddeti uzun sürerse,
hâkim efendinin yerini bilse bile köleye sarf edilecek nafakanın çok olmasıyla
efendinin zarar görmemesi için köleyi satıp parasını sahibi için muhafaza eder.
Bu paradan nafakasına sarf ettiği miktarı alır. Sonra efendi gelip köle
kendinin olduğuna şahid getirir, alâmet ve şemailini beyan ederse, geri kalan
parayı kendisine verir, efendi hâkimin satışını bozamaz. Hâkimin hükmü
bozulmadığı gibi satışı da bozulmaz. Çünkü bu satış şer'î şerifin emriyle
olmuştur.
Şârih der ki: fakat ben Ebussûud Efendinin
"Marûzât"ında gördüm ki; sultan, kaçan askerî köleleri bulup satan
kimsenin satışına hâkimlerin izin vermemesi için emir çıkarmıştır. Buna göre;
sipahilerin kaçan kölelerini satmak sahih olmaz. Satılmış olsa müşterilerden
kölelerini almaları câizdir müşteriler de paralarını satandan alırlar.
Halkın kaçmış olan kölelerini de gabn-i
fahiş ile satmaktan hâkimler men olunmuşlardı. Satış gabn-i fahiş ile olmazsa,
hâkimler satmış oldukları kölelerin paralarını alırlar. Bununla da emir varid
olmuştur. "Marûzât'ın mânâ cihetinden ifadesi burada sona ermiştir. Bu
muhafaza ve zabtedilmelidir. Çünkü mühim bir emirdir.
Efendi satılmış kaçak kölesinin müdebber
yahut mükâteb veya ümmüveled olduğunu iddia etse, satışın bozulmasında sözü
tasdik edilmez. Ancak yanında o cariyeden doğmuş çocuk olursa veya dâvâsını
şâhidle isbat ederse satış bozulur.
Yolunu şaşırmış köle hakkında ulema
arasında ihtilâf vardır. Bazı âlimler "alınır", bazı âlimler ise
"bulunduğu yerde bırakılır" demişlerdir. Yolunu şaşırmış kölenin
yerini bilen kimsenin onu yerine götürmesi evladır. Kaçan köleyi sefer müddeti
(18 saatlik yol)nden veya daha ziyade mesafeden sahibine getirip teslim eden
kimse cule müstahik olanlardan olursa, cul şart koşulmasa bile istihsânen kırk
dirhem verilir. Teslim eden çocuk veya köle olsa bile cul verilir. Fakat
kölenin culünü efendisi alır. Buna göre cul kırk dirhemden ziyade olmak üzere
anlaşsalar, bu anlaşma bâtıl olur. Musannıf "cuula müstahik olanlardan
olursa" diye kayıdlamıştır. Çünkü sultan zabıta, bekçi yetimin vasîsi
vasîsi olmaksızın yetime bakan mal sahibinin yardım isteyip de köleyi tutup
getireceğini vaad eden kimse, iyâlde olsun olmasın oğul karı ile kocadan her
biri ve ortak olan kimse cuula müstahik değildir. Zira bu kimselerden her
birinin köleyi muhafaza etmesi lâzımdır. Buna göre cuula müstahik olmayanlar on
bir kişi olmuş olur.
Cuul : hizmet karşılığında verilen
ücrettir.
Bir kimse, kaçmayı bilen çocuğu ile
birlikte kaçan cariyeyi yakalayıp sahibine teslim etse, iki cuula müstahik
olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, kırk dirhem olan cuul delil ile sâbit olduğundan
kaçan kölenin kıymeti kırk dirhem olmasa bile yine kaçan köleyi yakalayıp
teslim edene kırk dirhem verilir. Bundan dolayı metin sahipleri buna itimad
etmişleridir. Fakat kaçan köleyi yakalayıp teslim eden kimsenin kırk dirheme
müstahik olması için yakaladığı zaman sahibine vermek için yakaladığına şâhid
tutması şarttır. Yoksa bir şeye müstahik olmaz. Kaçan köleyi sefer müddetinden
az mesafeden getirip teslim eden kimseye, getirdiği yerin mesafesine göre cuul
verilir. Bazı fukaha: "Hâkimin reyiyle bir miktar para verilir."
demişlerdir. Fetva da bu kavil iledir. Şehirden getirse bile kendisine bir
miktar para verilir. Yahut yukarda geçtiği üzere getirdiği yerin mesafesine
göre yahut aralarında anlaşma bulunursa anlaştıkları miktar verilir.
Kaçan ümmüveledi, müdebberi ticaret için
izin verilmiş köleyi yakalayıp teslim eden kimse, kaçan halis köleyi yakalayıp
teslim etmiş gibi cuule müstahik olur. Kaçan müdebber veya ümmüveled yakalanıp
getirilirken efendisi ölse efendisinin ölmesiyle âzâd oldukları için yakalayıp
getiren kimse cuule müstahik olmaz.
Bir kimse kaçmış bir köleyi sahibine vermek
üzere şâhid tutarak yakalasa, sonra köle o kimsenin yanından do kaçsa, kölenin
kıymetini ödemez. Çünkü köle onun yanında emânet olmuş olur. Eğer köleyi kendi
işinde çalıştırdıktan sonra kaçarsa öder. İbn-i Melek.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; efendi
kölesinin kaçtığını inkâr ederse yeminiyle sözü kabul edilir ve sahibine teslim
etmek üzere yakalayan kimsenin yanından köle kaçtığına göre yakalayan kimse
kölenin kaçtığını veya efendinin kölesinin kaçmış olduğunu ikrar ettiğini
şâhidle isbat etmedikçe kölenin kıymetini ödemesi lazım olur.
Yakalayan kimsenin sahibine vermek üzere
yakaladığına dair şâhid tutmaya kudret ve imkânı varken şâhid tutmayıp köle
yanından kaçsa veya ölse köleyi gasbetmiş sayılacağından kıymetini öder, iki
surette de yani sahibine vermek üzere şâhid tuttuktan sonra veya şâhid tutmadan
evvel köle yanından kaçarsa, kendisine cuul verilmez. İmam Ebû Yusuf'a göre;
kaçan köle yakalanırken ve lukata yerden alınırken işhâd (şâhid tutma) şart
olmadığından ikinci surette cuul vardır. Köle, el cihetinden hür olduğundan
teslim edilmekle cuul icab etmez.
Rehin olan bir köle kaçsa, bakılır: Eğer
kölenin kıymeti borca müsavi veya borçtan az olursa, cuulu rehin alan kimse
verir. Eğer kölenin kıymeti borçtan ziyade olursa, borç mikdarının cuulu rehin
alana lâzım gelir. Cuulun geri kalan mikdarını rehin veren öder. Çünkü rehin
olanın hakkı alacağı borç mikdarına göredir. Mülkü bir kimseye, hizmeti diğer
bir kimseye vasiyet edilen kölenin cuulü kölenin kendisine hizmet ettiği
kimsenin üzerinedir. Çünkü kölenin menfaati ona aiddir. Hizmet müddeti bitince
hizmet sahibi vermiş olduğu cuulü mülk sahibinden alır veya cuul için köle
satılır.
Ticarete izin verilmiş ve borçlu kaçak
kölenin cuulü mülkü kimin üzerinde karar kılarsa o kimseye vâcib olur. Nitekim
sahibine teslim etmek için yakalayan kimsenin elinde değilken hataen cinâyet
işleyen kaçmış kölenin cuulü köle kimin olursa onun üzerine vâcibtir.
Gasbedilmiş kölenin cuulü gasbedenin üzerine vâcib olur. Hibe edilmiş kölenin
cuulü de kendisine hibe edilen kimsenin üzerinedir. Her ne kadar hibe eden
şahıs, hibesinden dönse bile yine cuulü hibe edilen kimseye aiddir. Çünkü hibe
edilen kimse, bir tasarrufta bulunarak hibeden dönülmesine mâni olmadığından
kusur kendisinindir.
Ticarete izin verilmiş ve borçlu olan kaçak
bir köle satıldığı takdirde önce cuulü ödenir. Paranın geri kalan kısmı alacaklılara
verilir. Çocuğun kaçmış kölesinin cuulü, malından alınır. Kaçmış kölenin
nafakası, lükatanın nafakası gibidir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Kaçmış köle nafaka borcu için hapsedilir.
Tekrar kaçma korkusu bulunduğu için hâkim onu kiraya veremez. Fakat tazir için
onu hapseder. Bazı fukahâya göre; hâkim kaçmış köleyi nafakası için kiraya
verir. Hidâye ile Kafi'de kesin olarak bununla hükmedilmiştir. Lükata ile
efendisini şaşırmış köle kiraya verilip alınan kiradan nafakaları temin edilir.
Kaçmış köleyi hâkim hapseder. Tatarhâniyye'de hapis müddeti altı ay ile takdir
edilmiştir. Bu müddetde nafakası beytülmâlden verilir. Altı aydan sonra hâkim
köleyi satıp nafakasına sarfedilen mikdarı bey-tülmâla koyar; geri kalan
mikdarı efendisi için muhafaza eder.
Fürû: Bir köle satılıp müşteriye teslim
edilmeden önce kaçsa, müşteri satışı feshetmesi için hâkime müracaat eder. İşin
hakikatını Allah Teâlâ bilir.
İZAH
"Âbık ilh..." Âbık:
"Darebe", "Semia" ve "menea" bâblarından ism-i
fail olup kaçan köle mânâsınadır. Kâmûs. Daha çok "darebe" bâbından
gelir. Misbah. Masdarı: "Ekban", "ebekan" ve
"ibâkan" olup kaçmak mânâsınadır. Cem'i: "Übâkûn" ve
"übbekûn" gelir.
"Temerrüd ve inadından dolayı kölenin
kaçmasıdır ilh..." İbak: lügatta kaçmak mânâsınadır. Nitekim Mugrib'te böyle
zikredilmiştir, Temerrüd: tâattan çıkmak mânâsınadır. "Temerrüd" ile
kasıtsız, efendisinin evinin yolunu şaşırmış köleden ihtiraz edilmiştir.
"Ve vasinin elinden kaçan köleye
ilh..." Efendi ölürken kendisi veya hâkim küçük çocukları üzerine vasî
tâyin etse, köle de vesayet altına girmiş olur.
"Kuvvet ve kudreti olan kimsenin
ilh..." Hakim'in, Kâfisinde zikredilmiştir ki; yakalamaya kuvvet ve
kudreti olan bir kimse, kaçan bir köleyi gördüğünde onu yakalamaması câizdir.
Fakat bence sahibine vermek üzere yakalaması efdaldır.
"Bedâyı ilh..." Bedâyı'da:
"Lükatanın zayi ve telef olacağından kor-kulduğunda yerden alınıp
kaldırılması farzdır." diye zikredilen kavil imam şâfiî'nin kavlidir.
Bedâyı'nın burada: "Kaçan kölenin yakalanmasının hükmü, lükatanın alınmasının
hükmü gibidir." diye zikredilen kavil bizim Hanefî âlimlerine göre, kaçan
kölenin yakalanmasının farz olduğuna delâlet etmez.
Evet. Fetihd'e: "Lükatanın yerden
alınıp kaldırılmasındaki tafsilât, kaçan kölenin yakalanmasında da geçerlidir.
Koçan köleyi yakalamaya kuvvet ve kudreti olan kimse, yakalamadığı takdirde
kölenin kesin olarak telef olacağını bilirse, onu yakalaması vacib olur. Telef
olacağından korkmazsa, vâcib olmaz." diye zikredilmiştir.
Ben derim ki: Bedâyı'da İmam Şâfii'ye
nisbet edilen kavil, bizim mezhebimizin kavlidir. Bedâyı'da: "Kaçan
kölenin yakalanmasının hükmü, lukatanın alınmasının hükmü gibidir." diye
zikredilen kavil lükatanın yerden alınıp kaldırılmasının vâcib olduğu yerde
kaçan kölenin yakalanmasının da vâcib olduğunu ifade eder. Bedâyı'dan başka
fıkıh kitablarında da: "Lükatayı yerden alıp kaldırmak vâcibdir. Kaçan
köleyi de yakalamak vâcibtir." diye açıklanmıştır.
"İsterse, kendisinden bir kefil de
alır ilh..." Fetih'de zikredilmiştir ki; kaçan kölenin kendisinin olduğunu
şahidle isbat edip köle kendisine teslim edilen kimseden kefil alınıp
alınmamasında iki rivâyet vardır. Hâkim'in Kâfî'sinde beyan edildiği üzere, bu
hâkim hakkında açıktır. Allâme Nuh: "Kefilin alınmaması rivâyeti esahtır.
Çünkü kaçan kölenin kendisinin olduğunu şahidle isbat eden kimseye kölesini
vermek vâcib olduğundan vermeyi tehiretmek haramdır." demiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de;
"Kefilin alınması rivâyeti ihtiyata uygundur." diye zikredilmiştir.
"Efendinin gelmesi müddeti uzun
sürerse ilh..." Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; hâkim, kaçan köleyi
efendisi gelinceye kadar hapseder. Bu hapis tazir içindir. Hapis müddetinde
nafakası beytülmalden verilir. Efendisi gelmeyip hapis müddeti uzun sürerse,
altı ay hapsettikten sonra hâkim köleyi satıp nafakasına sarfedilen mikdarı
beytülmale koyar. Geri kalan mikdarı efendisi için muhafaza eder. Tekrar
kaçması korkusu bulunduğu için kiraya vermez.
"Yerini bilse bile ilh..."
Havâş-ı Yakubiyye'de zikredilmiştir ki; hâkimin efendinin yerini bildiği halde
kaçan köleyi satmasının câiz olması, köleyi efendisine ulaştırmak mümkün
olmadığı ve kölenin telef olmasından korktuğu takdirdedir. Kınye'de: "Gaib
olan malın sahibinin yeri bilindiği takdirde malın satılması câiz değildir.
Çünkü malı sahibine ulaştırmak mümkündür." diye zikredilmiştir.
"Efendinin gelmesi müddeti uzun
sürerse ilh..." Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki: hâkim, kaçan köleyi
efendisi gelinceye kadar hapseder. Bu hapis tazir içindir. Hapis müddetinde
nafakası beytülmalden verilir. Efendisi gelmeyip hapis müddeti uzun sürerse,
altı ay hapsettikten sonra hâkim köleyi satıp nafakasına sarf edilen miktarı
beytülmâle koyar. Geri kalan miktarı efendisi için muhafaza eder. Tekrar
kaçması korkusu bulunduğu için kiraya vermez.
"Yerini bilse bile ilh..."
Havâş-ı Yakubiyye'de zikredilmiştir ki; hâkimin efendinin yerini bildiği halde
kaçan köleyi satmasının câiz olması, köleyi efendisine ulaştırmak mümkün
olmadığı ve kölenin telef olmasından korktuğu takdirdedir. Kınye'de: "Gaib
olan malın sahibinin yeri bilindiği takdirde malın satılması câiz değildir.
Çünkü malı sahibine ulaştırmak mümkündür." diye zikredilmiştir.
Ben derim ki: Bazen köleyi sahibine
ulaştırmak için sarf edilen nafaka kölenin kıymetinden ziyade olur da sahibi
zarar görür. Bununla beraber hâkimin köleye sarfedilen nafakayı alması da
mümkün olmaz.
"Kalan parayı kendisine verir
ilh..." Tahzîb'den naklen Tatarhâniyye'de: " "Kaçan köle
benimdir" diye dâvâ eden kimseye şâhid getirmedikçe alâmetini beyan
etmekle kalan parayı hâkim kendisine teslim etmez." diye zikredilmiştir.
Kâfî'de: "Kölenin alamet ve şemailini açıklarsa hâkim kalan parayı
kendisine teslim eder." denilmiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de zikredilen
kavil ile Kâfî'de zikredilenin arasını bulmak mümkündür. Şöyle ki: "köle
benimdir" diye şahid getiren kimseye kalan parayı hâkimin vermesi
vâcibdir. Kölenin alâmet ve şemailini beyan eden kimseye kalan parayı hâkimin
vermesi câizdir.
"Buna göre; sipahilerin kaçan
kölelerini satmak sahih olmaz ilh..." Çünkü kaçmış bir köleyi yakalayan
kimsenin hâkimden izinsiz satması sahih değildir. Hâkim satışa izin vermekten
men edilmiş olunca izin vermesi sahih olmaz. Zira hâkim izin verme salahiyetini
sultandan alır. Sultan ise hâkimin izin vermesini men etmiştir. Fakat Remlî
Hayrüddin'in fetavasında ifade ettiğine göre; hâkimlerin satışa izin vermekten
men edilmeleri işi men eden sultanın ölmesiyle sona erer.
"Ancak yanında o cariyeden doğmuş
çocuk olursa ilh..." Yani yanımda cariye mülkünde iken cariyeden doğmuş
çocuk bulunup bu çocuğun o cariyeden olan kendi çocuğu olduğunu iddia ederse
sözü tasdik edilir"; çocuğun nesebi kendisinden sâbit olur, satış da
bozulur. Kâfi.
"Dâvâsını şâhidle isbat ederse satış
bozulur ilh..." Çünkü efendisi bizzat kendisi kölesini sattıktan sonra
kölesinin müdebber veya mükâteb veya ümmüveled olduğunu iddia edip şâhid
getirse, şâhidi kabul edilir.
"Bazı âlimler alınır ilh..." Buna
göre; efendisini şaşırmış köle koçan köle gibi değildir. Efendisini şaşırmış
köleyi götürüp teslim eden kimseye cuul verilmez. Efendisini şaşırmış köle hapsedilmez.
Efendisini şaşırmış köle kiraya verilip alınan kiradan nafakası teslim edilir.
Lükatada olduğu gibi. Bahır.
"Kaçan köleyi sefer müddetin (18
saatlik yol) den ilh..." Sefer müddetin'de muteber olan kaçan kölenin
yakalandığı yer ile efendisinin bu-lunduğu yer arasındaki mesafedir. Köle gerek
efendisinin bulunduğu yerden kaçsın, gerekse başka yerden kaçsın. Nitekim
Hidâye sahibinin sözü bunu ifade etmektedir.
Bir kimse kaçmış olan köleyi yakalayıp üç
günlük ve daha ziyade mesafeden getirir ve kendisine teslim ederse, yakaladığı
yer ile efendisinin bulunduğu yer arasındaki mesafeye itibar edilir. Buna göre
efendisinin işi için iki günlük mesafe gittikten sonra oradan bir günlük
mesafeye kaçsa da oradan bir kimse yakalayarak getirip efendisine teslim etse,
efendinin bulunduğu yere itibar edildiği için teslim edene kırk dirhem verilir.
Efendinin bulunduğu yer ile kölenin teslim edildiği yer murad edilmiştir. Buna
göre efendi bir günlük mesafeye gidip köleyi yakalarsa, getiren iki günlük
mesafe geldikten sonra karşılaşıp köleyi teslim ettikte kendisine iki günlük
cuul verilir.
"Teslim eden çocuk veya köle olsa bile
cuul verilir ilh..." Kaçan köleyi yakalayıp teslim edenler bir kaç kişi
olsalar hepsine kırk dirhem verilir. Meselâ; kaçan köleyi iki kişi yakalayıp
efendisine teslim etseler ikisine kırk dirhem verilir. Bu kırk dirhemi
aralarında taksim ederler. Kaçan köleyi yakalayan kimse, köleyi bir şahsa verip
ona "bu köleyi efendisine götürüp teslim et ve ondan cuulü al" dese,
o da köleyi götürüp efendisine teslim etse, efendi teslim eden şahsa cuulü
verir.
Kaçan köleyi yakalayıp efendisine teslim
etmek için getiren kimseden bir şahıs köleyi gasbeden kimse efendisine
getirerek teslim edip cuulü alsa, sonra köleyi yakalayan gelerek sefer müddeti
kadar mesafeden köleyi yakalayıp getirdiğini şâhidle isbat etse efendiden cuulü
alır. Efendi köleyi gasbeden şahsa vermiş olduğu cuulü geri alır, Çünkü
gasbeden şahıs bu cuulü haksız olarak almıştır,
"Cuula müstehak olanlardan olursa
ilh..." Yani kaçan köleyi yakalayıp teslim eden bu işi teberruan
yapanlardan olmazsa cuule müstahak olur. Eğer bu işi teberruan yapanlardan
olursa cuule müstahik olmaz. Şöyle ki: Kaçan köleyi sultan veya naiblerinden
birisi teslim etse cuule müstahik olmaz. Kaçan kölenin efendisinin malını muhafaza
etmek için vasî tâyin edilmiş kimse kaçan köleyi yakalasa cuule müstahik olmaz.
Kaçan köleyi teberruan yakalayıp teslim etmek âdeti olan kimse de cuute
müstahik olmaz.
Bir kimsenin yanında veya himayesinde
yaşayıp da onun malından yiyip içen kardeşi, amcası, dayısı gibi şahıslar o
kimsenin koçan kölesini yakalasalar cuule müstahik olmazlar. Beraber yiyip
içmeseler bile kadın kocasının kocası kadının babası oğlunun veya oğlu
babasının kaçan kölesini yakalayıp teslim etse cuule müstahik olmaz. Ortak köle
kaçtığında ortaklardan biri yakalayıp getirse cuule müstahik olmaz.
"Ve ortak olan kimse ilh..." Yani
ortaklardan biri kaçan ortak köleyi yakalasa cuule müstahik olmaz. Çünkü ortak
olan kimse kendi hissesinde çalışmıştır. Ortak olan hissesi ise ayrılmadığından
cuule müstahik olmaz. Nitekim bir kimse ortağını oralarında ortak olan yükü
taşımak için kiralasa ortağı ücrete müstahik olmaz.
Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; bir
kimsenin vârisi üç günlük mesafeden köleyi yakalayıp getirse bakılır: Eğer
efendinin ıyâlinde olmayıp, efendi hayattayken köleyi teslim etmiş ise cuule
müstahık olur. Efendi öldükten sonra köleyi teslim eder. Efendinin oğlu ve
iyâlinde de değilse, kendisiyle beraber başka vâris de bulunduğu takdirde İmam
Muhammed'e göre, vârislerin hissesinden cuule müstahik olur. İmam Ebû Yusuf'a
göre, olmaz. Bazı fukahâ: "İmam-ı Azam'ın kavli İmam Muhammed'in kavli
gibidir." demişlerdir.
Ben derim ki: Galiba ihtilâfın sebebi
şudur: Efendi hayatta iken köleye henüz ortak olmadan, üç günlük mesafeden köleyi
yakalayıp getirmiş olmasına bakılırsa, cuule müstahik olur. Efendi öldükten ve
köleye ortak olduktan sonra köleyi teslim etmesine bakılırsa, cuule müstahik
olmaz. Buna göre kaçmış olan ümmüveled veya müdebber efendileri hayatta iken
yakalanıp teslim etmeye getirilirken efendileri ölmüş olsa yakalayan kimse
cuule müstahik olmaz. Çünkü ümmüveled ile müdebber efendilerinin ölmeleriyle
hür olmuşlardır. Hür için de cuul yoktur.
"Buna göre cuul kırk dirhemden ziyade
olmak üzere anlaşsalar, bu anlaşma bâtıl olur ilh..." Çünkü bu anlaşma ile
cuul, delil ile kırk dirhem olarak sâbit olan cuul üzerine ziyade edilmiştir.
Nitekim diyetten ziyade olmak üzere yapılan anlaşma bâtıldır. Diyetten az olmak
üzere yapılan onlaşma ise câizdir. Çünkü bu bir indirimdir.
"İstihsânen kırk dirhem verilir
ilh..." Kıyasa göre: şart koşulmadıkça kaçan köleyi yakalayıp teslim eden
kimseye bir şey verilmez. Nitekim şart koşulmadıkça kaybolmuş hayvanı
efendisinin yolunu şaşırmış köleyi yakalayıp teslim edene de bir şey verilmez.
İstihsânın sebebi: Ashab-ı Kirâm, cuulün
aslında ve cuulün verilmesinde ittifak edip, fakat miktarında ihtilâf
etmişlerdir. Bizim Hanefi âlimleri iki rivâyet arasını birleştirmek için kaçan
köleyi sefer müddeti mesafede yakalayıp teslim eden kimseye kırk dirhem cuulü,
sefer müddetinden az mesafede yakalayıp teslim edene getirdiği yerin mesafesine
göre cuulü vacip kılmışlardır. Nehir.
"Bir kimse, kaçmayı bilen çocuğu ile
birlikte kaçan cariyeyi yakalayıp sahibine teslim etse ilh..." Bilmiş ol
ki Kâfî sahibi: "Bâliğ olmuş olsun, olmasın kaçan bir köleyi yakalayıp
teslim eden kimseye cuulün verilmesi vaciptir." diye beyan ettikten sonra
şöyle devam etmiştir: Emmekte olan çocuğu ile birlikte kaçan cariyeyi yakalayıp
teslim eden kimseye bir cuul verilir. Eğer bu kaçan cariyenin çocuğu erkek olup
bâliğ olmaya yaklaşmış ise, bu çocuk ile cariyeyi yakalayıp teslim eden kimseye
iki cuul yani seksen dirhem verilir. Fetih'te: "Bâliğ olmaya yaklaşmamış
çocuk kaçak sayılmaz." diye zikredilmiştir. Buna göre bâliğ olmayan çocuk ile
bâliğ olmaya yaklaşmış çocuk murad edilmiştir. Fakat Bahır'da Kâfi'nin iki
ibâresinin orası bulunmuştur. Şöyle ki: Çocuk eğer kaçan ana veya babasından
biriyle beraber bulunursa bunları yakalayıp teslim eden kimseye çocuk için de
ayrı bir cuul verilmesi için çocuğun bâliğ olmaya yaklaşmış olması şarttır.
Eğer kaçan çocuk ana veya babasından biriyle beraber olmazsa bunu yakalayıp
teslim eden kimsenin cuul olabilmesi için çocuğun bâliğ olmaya yaklaşması şart
olmayıp kaçmayı bilmesi şarttır. Eğer kaçmayı bilmezse yolunu şaşırmış köle
gibi olup onu yakalayarak teslim edene cuul verilmez.
"Kırk dirhem olan cuul delil ile sâbit
olduğundan ilh..." Kölenin kıymeti noksan olsa bile kırk dirhem delil ile
sâbit olduğundan aşağı indirilmez. Nitekim sadaka-ı fıtrı verilen kölenin
kıymeti sadaka-ı fıtırdan noksan olsa bile sadakası noksan verilmez.
İmam Muhammed'e göre: sahibine fayda hasıl
olması için kölenin kıymetinden bir dirhem noksan verilir. İmam-ı Azam İmam
Muhammed'le beraberdir. Mezhebin muhtar olan kavil de budur. Fakat metinler
İmamı Ebû Yusuf'un kavli üzerinedir. İmam Ebû Yusuf'un kavli delile uygun
olduğu için ona itimad edilmelidir. İşin hakikatını Hak Teâlâ HazretIeri bilir.
"Yakalandığına şahid tutulması şarttır
ilh..." Kâfi'de zikredilmiştir ki; kaçan köleyi yakalayan kimseden bir
şahıs köleyi satın alarak sahibine teslim etse, kendisine cuul verilmez. Çünkü
bu şahıs köleyi efendisine vermek için almamıştır. Ancak satın alırken sahibine
vermek için satın aldığına şahid tutup satın olmaktan başka bir çare bulamazsa,
bu takdirde kendisine cuul verilir. Satın almak için vermiş olduğu parayı
teberru etmiş olur.
"Getirdiği yerin mesafesine göre cuul
verilir ilh..." Yani kırk dirhem üç güne taksim edilir. Her güne on üç
dirhem ve bir dirhemin üçte biri düşer. Nehir.
METİN
Mefkûd Lugatta yok olmuş mânâsınadır.
Şeriatta ise diri veya ölü olduğu bilinmeyen, gaib kimse demektir.
Mefkûdun tarifinde diri veya ölü olduğu
bilinmeyen esir ve dar-ı harbe kaçıp kaçmadığı bilinmeyen mürted de dahildir.
Mefkûd, istishab ile kendi nefsi hakkında
diridir. Mefkûd hakkında asıl ve kaide budur. Buna göre; mefkûdun karısı
evlenemez, malı vârisleri arasında taksim edilemez. Şârih der ki; Ebussûud
Efendi'nin Marûzât'ında: "Beytülmâl emini mefkûdun gitmeden önce kendisine
emniyet edip malını teslim ettiği kimsenin elinden malını alamaz." diye
zikredilmiştir. Nitekim Hızanetü'l-Müftîn'e nisbetle gelecektir.
Mefkûdun yapmış olduğu kira akdi bozulamaz.
Hakim ihtiyaç anında mefkûdun gelirleri ve ikrar edilen alacakları gibi
haklarını alıp mallarını muhafaza edecek bir kimseyi vekil tâyin eder. Mefkûdun
kendisinin tâyin etmiş olduğu vekili bulunursa, malını o muhafaza eder. Fakat
evini ancak hâkimin izniyle tamir edebilir. Çünkü ölmüş olması ihtimali galib
olduğundan vasî olamaz. Tâyin edilmiş vekil borç, emânet, akar veya kölede
ortaklık gibi mefkûdun aleyhine açılan dâvalarda hasım olamaz. Çünkü kendisi
hakikaten mâlik ve mefkûdun naibi olmayıp ancak hakim tarafından mefkûdun
alacak ve gelirlerini almak için tayin edilmiş bir vekildir. Husûmete mâlik
olmamasında ihtilâf yoktur. Hatta bir hâkim mefkûdun aleyhine açılan dâvâyı
dinleyip hüküm verse, hükmü geçerli olmaz. İmam Zeylaî kazâ bahsinde:
"Ancak başka bir hâkimin bu hükmü geçerli kılmasıyla geçerli olur."
ifadesini ziyade etmiştir. Fakat Hulâsa'da: "Eğer hâkim müctehid olursa.
fetva hükmün* geçerli olması üzerinedir." diye yazılıdır. Nehir.
İZAH
"Mefkûd: Gaib kimse bahsi ilh..."
Mefkud bahsinin kaçan köle bahsine münasabeti, her ikisinin de gaib olup
ehilleri tarafından aranmalarıdır. Kaçan köle bahsinden sonra zikredilmesi, az
vaki olduğundan dolayıdır.
"Gâib kimse demektir ilh..." Kenz
sahibinin: "Mefkûd yeri bilinmeyen gâib kimsedir." kavlinin
"diri veya ölü olduğu bilinmeyen gaib kimse" mânasına olduğu ifade
edilmiştir. Bahır'da: "Bu meselede üzerinde durulan husus mefkûdun diri
veya ölü olduğunun bilinmemesidir, yoksa yerinin bilinmemesi değildir. Bundan
dolayı fukahâ düşman tarafından esir edilen, yerinin dar-ı harb olduğu bilinen
fakat diri mi ölü mü olduğu bilinmeyen Müslüman bir esiri mefkûd
saymışlardır." diye zikredilmiştir. Fakat Mültekâ'da ve diğer fıkıh
kitablarında beyan edildiğine göre: Mefkûd; yeri, diri mi, ölü mü olduğu
bilinmeyen gâib kimsedir. Buna göre; bir kimsenin mefkûd sayılabilmesi için
yerinin bilinmemesi de şarttır.
Ben derim ki: Mefkudün yerinin bilinmesi
çok defa ölü veya diri olduğunun bilinmesini, yerinin bilinmemesi diri veya ölü
olduğunun bilinmemesini gerektirir. Dar-ı harbte olduğu bilinip hali bilinmeyen
ve halinin bilinmesine de imkan olmayan kimse şüphesiz mefkud sayılır.
"Dar-ı harbe kaçıp kaçmadığı
bilinmeyen mürted ilh..." Yani mefkud bir Müslüman'ın mirası varisleri
arasında taksim edilmeyip durdurulduğu gibi dar-ı harbe kaçıp kaçmadığı
bilinmeyen mürteddin mirası da varisleri arasında taksim edilmeyip durdurulur.
Çünkü mürteddin dar-ı harbe kaçtığı bilinmeyince kaçtığına hükmetmek mümkün
değildir. Ama dar-ı harbe kaçtığı bilinirse, kaçtığına hükmolunur. Bu takdirde
hükmen ölmüş sayılıp mirası varisleri arasında taksim edilir.
"Mefkûd istishab ile kendi hakkında
diridir ilh..." Yani mefkûd kendi nefsi hakkında diri, başkaları hakkında
ise ölü sayılır. Velhâsıl mefkûd kendisine zarar veren hükümler hakkında diri
sayılır. Bu hükümler ölmüş olmasının sâbit olduğuna bağlı bulunan hükümlerdir.
Kendisine faydalı başkasına zararlı olan hükümler hakkında ise ölü sayılır. Bu
hükümler de hayatta olduğunun sabit olmasına bağlı bulunan hükümlerdir. Çünkü
mefkûdun diri olması bir huccet-i dafla olan istishab ile sâbittir. Yani mefkûdun
diri olması önce sâbit olduğundan bunun yok olduğuna bir delil bulunmadıkça
bekâsı ile hükmolunur. Bundan dolayı mefkûd bu şekilde hayatta sayıldığından
başkaları onun aleyhine olarak bazı haklara nail olamazlar. Fakat istishab bir
huccet-i müsbite olmadığı yani önce sâbit olmayan bir şeyin isbatı aleyhine
olarak vâris olma gibi bir takım haklara nail olamazlar.
"Nitekim Hızanetü'l-Muttin'e nisbetle
gelecektir ilh..." Fakat bu makamdaki maldan murad mefkûdun kendisinin
bizzat emânet olarak koyduğu maldır. Hızâne'de gelecek diye beyan edilen mal
mefkûda mirâs bırakanın malıdır. T.
Ben derim ki: Yakında gelecektir ki;
mefkûdun vekili bulunsa, malını o hıfzeder. Yani müvekkil mefkûd olmakla vekil
azledilmiş olmaz. Nitekim gelecektir.
Câmiu'l- Fûsuleyn'de: "Hâkim mefkûdun
emânetini elinde bulunan kimseden alıp itimadlı bir şahsın yanına koysa bunda
bir beis yoktur." diye zikredilmiştir. Bu Marûzât'ta zikredilene
muhâlifdir. Eğer şöyle denilirse aralarında muhalefet olmaz: Marûzât'tan:
"Mefkûdun gitmeden önce emanet olarak teslim ettiği malını emânetçiden
beytülmâl emini alamaz." diye zikredilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de ise
"hâkim alır" diye zikredilmiştir. Beytülmal emininin gaib olan
kimsenin malını korumaya velâyeti yoktur. Hakimin ise gaib olan kimsenin malını
korumaya velâyeti vardır. Buna göre mefkûdün malı elinde emânet olarak bulunan
kimse itimadlı olmazsa, hâkim bundan alıp itimadlı bir kimseye verir.
"Mefkûdun yapmış olduğu kira akdi
bozulamaz ilh..." Kira akdi kiraya verenin veya kiralayanın ölmesiyle bozulursa
da fakat mefkudun ölmüş olduğu sübût bulmadığından kira akdi bozulmaz.
"İkrar edilen alacakları ilh..."
Yani mefkûdün borçluları vereceklerini ikrar ederlerse, hâkim tarafından
mefkûdun malını korumak için tâyin edilen vekil bu olacakları alır. Vekil kendi
akdi ile vâcib olan alacağı dâvâ edebilir. Fakat mefkûdun akdi ile vâcib olan
alacağını, başkasının elinde bulunan birakarda veya bir maldaki hissesini veya
inkâr eden bir kimsenin zimmetinde olan alacağını dâvâ edemez. Çünkü kendisi
hakikaten malik ve mefkûdun naibi de olmayıp ancak hâkim tarafından tâyin
edilmiş bir vekilidir. Vekilin ise husûmete malik olmamasında ihtilaf yoktur.
"Hakim ihtiyaç anında ilh..."
Gaib olan kimse, mefkûd olmadan önce malını muhafaza etmesi için bir vekil
tâyin etmediği takdirde hâkim, onun malını muhafaza etmek için bir vekil tâyin
eder. Çünkü gaib olan kimsenin tâyin etmiş olduğu vekili kendisinin mefkûd
olmasıyla azledilmiş olmaz. Nitekim Tecnîs'de zikredilmiştir ki; bir kimse,
evini tamir etmesi için veya malını koruması için bir şahsa verse ve sonra
kendisi mefkûd olsa o şahıs mefkûd olan kimsenin malını korur. Fakat hakimden
izinsiz evini tamir edemez. Çünkü mefkûdun ölmüş olması ihtimali galip
olduğundan vasî olamaz.
"Mefkûdun aleyhine açılan dâvâlarda
hasım olamaz ilh..." Vekil, mefkûdun lehine olan dâvâlarda da hasım
olamaz. Mefkûdun vârisleri de metinde zikredilen hususlarda hasım olamazlar.
Çünkü vârisler mefkûd öldükten sonra ona vâris olurlar. Halbuki mefkûd ölmüş
olduğuna hükmedilinceye kadar diri sayılmaktadır. Bundan dolayı mefkûdun ölmüş
olduğu sâbit olur veya vârisleri tarafından ikrar olunursa, bu takdirde
alacaklılar haklarını terekesinden alabilirler.
"Bir hâkim mefkûdun aleyhine açılan
dâvâyı dinleyip hüküm verse, hükmü geçerli olmaz ilh..."
= Hâkimin vermiş olduğu hüküm üç kısımdır.=
Bilmiş ol ki, hâkimin vermiş olduğu hüküm
üç kısımdır. Birinci kısım; asla kabul edilmez. Bu kitabullaha, sünnete icma-ı
ümmete muhalif olarak verilmiş olan hükümdür.
İkinci kısım; mutlak surette câiz olan
hükümdür. Hâkimin kendi mezhebine muvafık olarak verdiği bir hüküm, mezhebine
muvafık olmayan diğer bir hâkime götürülse, bu hükmü geçerli sayıp yerine
getirir, iptal edemez. İhtilâf bundadır, yani ihtilâf hükmün kendisinde değil,
sebebindedir. Bunun misâlleri pek çoktur. Bu misallerden bazıları şunlardır:
Şâfiî mezhebinden olan bir hâkimin
kendilerine kazf haddi vurulduktan sonra tevbe etmiş iki kimsenin
şâhidlikleriyle vermiş olduğu hükmü veya bir kadının lehine kocasıyla yabancı
bir kimsenin yapmış oldukları şehâdetleriyle vermiş olduğu hükmü sahih ve
geçerlidir. Böyle bir hüküm Hanefî mezhebinden olan bir hâkime götürülse, bu
hükmü sahih ve geçerli sayması lâzım gelir. Çünkü ihtilâf hükmün sebebi olan bu
kimselerin şehâdetlerinin hüküm için hüccet olup olmamasındadır. Hükmün
kendisinde ihtilâf yoktur.
Üçüncü kısım; müctehedünfih olan hükümdür.
İhtilâf bu hükmün kendisindedir. Bazı fukahâya göre, bu hüküm de geçerli olur.
Bazılarına göre ise bu hüküm ancak başka bir hâkimin geçerli kılmasıyla geçerli
olur. Buna göre; ikinci hakim bu hükmü geçerli kıldığı takdirde geçerli olur.
Hatta bu hüküm üçüncü bir hâkime götürürse, bu hükmü yerine getirir. İkinci
hâkim bu hükmü iptal ettiği takdirde başka hiç bir hâkim bunun cevazına hüküm
veremez. Sahih olan budur. Yani müctehedünfih olan hükmün geçerli olması başka
bir hâkimin geçerli kılmasına bağlıdır. Bazıları ise: "Müctehedünflh olan
hüküm başka bir hâkimin geçerli kılmasına bağlı olmaksızın geçerli olur."
demişlerdir.
Müctehedünfih olan hükme misâl: Bir hâkim
kendi çocuğunun lehine yabancının aleyhine hüküm verse veya iki erkeğin
şehadetiyle karısının lehine hüküm verse, bu hükmün geçerli olup olmamasında
ihtilâf vardır. Çünkü ihtilâf hükmün kendisindedir. Gaib olan bir kimsenin
aleyhine verilen hükümde, fukahâ ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "Bu hüküm
üçüncü kısımdan olup ancak başka bir hâkimin geçerli kılmasıyla geçerli
olur." demişlerdir. Gaib olan kimsenin aleyhinde verilen hükmün kendisinde
ihtilâf olduğundan dolayı İmam Zeylaî'den kaza bahsinde: "Ancak başka bir
hâkimin bu hükmü geçerli kılmasıyla geçerli olur." diye nakledilmiştir.
Bazıları ise: "Bu hüküm ikinci kısımdan olup başka bir hâkîmin geçerli
kılmasına bağlı değildir, geçerli olur." demişlerdir. Gaib olan kimsenin
aleyhinde verilen hükümdeki ihtilâf hükmün kendisinde değil sebebinde
olduğundan dolayı Hulâsa'dan: "Eğer hakim müctehld olursa, fetva hükmün
geçerli olması üzerinedir." diye nakledilmiştir.
Gaib olan kimsenin aleyhinde verilen hükmün
sebebindeki ihtilâf hasım hazır olmadan şâhidin huccet olup olmamasındadır.
METİN
Hâkim, mefkûdun malından nafaka ve
nafakadan başkası için bo-zulmasından korkmadığı her hangi bir şeyini satamaz.
Ama bozulmasından korkarsa, onu satıp parasını muhafaza eder.
Şârih der ki: Ebussûud Efendi'nin
Marûzât'ında: "Hâkimler ve beytülmâl eminleri zamanımızda bozulmasından
korksunlar veya korkmasınlar mefkûdun malını mutlak surette satmakla
emrolunmuşlardır. Eğer mefkûd diri olarak çıkagelirse, satılmış olan malının
parasını alır. Çünkü hâkimler satışı bozmakla emredilmemişlerdir. Evet, gabn-i
fâhiş ,ile satılmış olursa, satışı bozması caizdir." diye zikredilmiştir.
Bu mesele bellenmelidir.
Vekil tâyin edilmiş kimse, mefkûdun
karısına, velâdet cihetiyle akrabası ki usuline (ne kadar yukarı çıkarsa çıksın
babası, babasının babasına) ve fürû'una (ne kadar aşağı inerse insin
çocuklarına, çocukları"ın çocuklarına) malından infâk eder.
Dört sene geçmiş olsa bile mefkûd ile
karısının arası ayrılmaz. İmam Mâlik buna muhalefet etmiştir.
Mefkûd kendisinden başkası hakkında ölü
sayılır. Bundan dolayı mefkûd başkasından mirâs alamaz. Hatta bir kimse ölüp
geride iki kızı ile mefkûd bir oğlu kalsa, mefkûdun da kızları ve oğulları
bulunsa, terekesi kızların elinde olup oğlunun mefkûd olduğunu hepsi ikrar ile
hâkim aralarında hükmetsin diye müracaat etseler, hâkimin malı yerinden yani
kızların elinden alması lâyık değildir. Hızânetü'l-Müftin.
İZAH
"Hâkim mefkûdun malından nafaka ve
nafakadan başkası için bozulmasından korkmadığı her hangi bir şeyini satamaz
ilh..." Bozulmasından korkulmayan gerek menkûl olsun, gerekse akar olsun,
hâkim onu satamaz. Çünkü hâkimin gaib kimsenin malı üzerindeki velâyeti ancak
muhafaza etmek hususundadır. Bir zaruret bulunmadan satmasında ise sureten
muhafaza etmeyi terk vardır. Hâkim mefkûdun meyve gibi bozulacak malını satıp
parasını muhafaza eder. Çünkü meyve gibi şeylerin suretinin muhafaza edilmesi
mümkün değildir. Meyve gibi şeylerin mefkûd için manâsı yani parası muhafaza
edilir.
Hâkim, mefkûdun ve esirin eşyası, kölesi ve
akarı gibi mallarının zayi olmasından korkarsa, satabilir. Bu gibi malları
mefkûdun veya esirin ıyalinin nafakaları için satamaz. Eğer hâkim, bu gibi
malların zayi ve telef olmasından korktuğu için satıp paraya çevirirse bu
paradan icab eden nafakaları verebilir. Çünkü bu takdirde o mallar nafaka cinsine
değişmiş olur.
Bir kimse bir mal satın alıp teslim almadan
kaybolup nerede olduğu bilinmese, bakılır: Eğer satın alınan mal menkul olursa,
hâkimin o malı satıp parasını satan kimseye vermesi câizdir. Satın alınan mal
akar olursa, hâkimin onu satması câiz değildir.
Bir kimse, alacaklısına bir şeyi rehin
verip mefkûd olsa, rehin alan kendisine rehin bırakılan şeyin olacağı
karşısında satılması için hâkime müracaat etse hâkimin o şeyi satması caizdir.
Ben derim ki: Satın alınan malın satılma
meselesini musannıf müteferrikat'l-büyu bahsinde zikretmiştir. Nehir'in mefkûd
bahsinde: "Bir kimse bir mal satın alıp teslim aldıktan sonra kaybolsa,
hâkimin o malı satması câiz değildir." zikredilmiştir. Rehinin satılma
meselesini şârih, rehin bahsinde zikretmiştir. Rehinin satılabilmesi için
menkul olması lazımdır.
"Vekil tayin edilmiş kimse, mefkûdün
karısına, veladet cihetiyle akrabası ki ilh..." Yani vekil tayin edilen
kimse, mefkûdun evindeki malından, bozulmasından korkulup satılan malının
parasından, ikrar edenin elinde emânet bulunan malından ve ikrar edenin
üzerinde olacağı olan malından nafakalarının verilmesi lâzım olan kimselerin
nafakalarını verir. Bu meselenin tamamı Fetih ile Bahır'dadır.
"Usûlüne ve fürû'una ilh..."
Mefkûdun karısının, usûl ve fürû'unun nafakalarının vâcib olması hâkimin
hükmüne bağlı olmadığından bunların nafakaları verilir. Fakat mefkûdun
kardeşlerinin, amcalarının zîrahm-i mahrem bulunan diğer akrabasının
nafakalarının vacib olması hâkimin hükmüne bağlı olduğundan, mefkûdun aleyhine
de hüküm verilemeyeceğinden dolayı bunların nafakalarının verilmesi câiz
değildir.
"İmam Malik buna muhalefet etmiştir
ilh..."
= Mefkûdun karısı hakkında İmam Mâlik'in
mezhebiyle fetva verilmesi =
İmam Mâlik'e göre; mefkûd olan bir kimsenin
üzerinden dört sene geçtikten sonra karısı ölüm iddetiyle iddet bekler. Bu,
İmam Şafiî'nin de mezheb-i kadimidir. Ama mefkûdun mirâsının taksiminin zamanı,
onların mezhebinde de bizim mezhebimizdeki gibi doksan yaşını ikmal etmesiyle
veya hakimin re'yine müracaatla takdir edilir.
Ahmed b. Hanbel'e göre; mefkûdlar iki
kısımdır:
Birinci kısım ölmeleri kesin olan
mefkûdlardır. O harb safları arasında yahut denizde parçalanan bir gemide yahut
yakın bir yerde işini hemen görüp dönmek için çıktığı halde bir daha dönmeyen
ve haber de alınmayan kimseler bu kısımdandır. Bunlar kayboldukları andan
itibaren dört sena beklenir, sonra malları vârisleri arasında taksim edilir.
Karıları da iddetlerini bekleyerek başkalarıyla evlenebilirler.
İkinci kısım ölmeleri kesin olmayan
mefkûdlardır. Ticaret veya seyahat gibi bir maksadla sefere çıkıp haber
alınmayan mefkûdlar bu kısımdandır. Bunların vefatlarının müddeti bir rivâyete
göre hâkimin tâyinine bırakılır. Diğer bir rivâyete göre doğdukları tarihten
itibaren doksan sene ile takdir edilir.
Ben derim ki: Bu meselenin benzeri üç gün
adet görmekle bâliğ olup sonra temizliği devam eden kadının iddetidir. Bu kadın
âdet de görmeyeceğine göre ölünceye kadar iddetini bitiremez. İmam Mâlik'e
göre; bu kadının iddeti dokuz ayla takdir edilir. Bezzâziye'de:
"Zamanımızda fetva İmam Mâlik'in kavline göredir." diye
zikredilmiştir. Zahidî: "Bazı fukaha zaruretten dolayı İmam Mâlik'in
kavliyle fetva vermişlerdir." demiştir. Buna Nehir'de ve diğer fıkıh
kitaplarında: "Bu mesele, Mâlikî hâkimine götürülüp onun kendi mezhebiyle
hükmetmesi mümkün iken Hanefîlerin Mâlikî mezhebiyle fetva vermeleri için bir
sebeb yoktur." diye itiraz edilmiştir. Mâlikî hâkimlerinin bulunmadığı
yerde zaruretten dolayı Hanefî hâkimi Mâlikî mezhebiyle hüküm verir.
METİN
Mefkûd, kendisine vasiyet edilen şeye
vasiyet eden kimsenin ölmesiyle müstahik olamaz. Hissesi, mezhebin zâhir
rivâyetine göre beldesinde yaş itibariyle akranları ölünceye kadar bekletilir.
Çünkü galip olan budur.
İmam Zeylaî mefkûdun ölümüne ne zaman
hükmedileceğini hâkimin re'yine bırakılmasını seçmiştir. Mefkûdun öldüğüne dair
şâhid kabul edilmesinin yolu, mefkûdun malı elinde bulunan kimseyi hâkimin
hasım kılmasıyladır veya hâkim mefkûd nâmına bir kayyım tâyin eder de onun
aleyhine şâhid kabul edilir. Nehir.
Şârih der ki; Kadri Efendinin Kınye'den
naklen Vâkıatü'l-Müftîn adlı eserinde zikredilmiştir ki; mefkûdun ölmüş olduğu
ancak hâkimin hükmüyle sabit olur. Çünkü mefkûdun ölmesi muhtemel bir şey
olduğundan kendisine hüküm ilâve edilmedikçe huccet olamaz.
Eğer mefkûd akranları ölmeden önce diri
olarak çıkagelirse, kendisi için bekletilen vasiyeti ve vârislerinin elinde
bulunan malını alır. Akranları öldükten sonra ve akranlarının öldüğü bilindiği
günde mefkûdun da malı hakkında öldüğüne hükmolunur. Karısı ölüm iddetiyle iddet
bekler, malı o andaki vârisleri arasında taksim edilir.
Mefkûdun akranları öldükten sonra
başkasının malı hakkında mefkûd gâib olduğu zamandan itibaren ölümüne
hükmolunur da kendisi için bekletilen hisse kendisine mirâs bırakanın ölümü
zamanındaki vârislerine verilir. Çünkü yukarıda izah edildiği üzere mefkûdun
diri olması bir huccet-i dafia olan ististıâb yoluyla sâbittir. Yani mefkûdun
diri olması evvelce sâbit olduğundan bunun yok olmasına bir delil bulunmadıkça
hayatta olduğuna hükmolunur. Bundan dolayı mefkûd bu şekilde diri sayıldığından
başkaları onun aleyhine olarak bazı haklara nâil olamazlar. Fakat istishâb bir
huccet-i müsbite olmadığı yani, önce sâbit olmayan bir şeyin sâbit olması için
bir delil teşkil etmediği için de mefkûd, bu asla istinâden başkaları aleyhine
olarak mirâs alına gibi birtakım haklara nâil olamaz.
Mefkûd ile mirâstan mahrum olan vârise bir
şey verilmez. Eğer mefkûd ile vârisin hakkı noksan olursa, hâmile kadın gibi
iki hisseden en azı kendisine verilir, geri kalan hisse bekletilir. Bu
meselenin yeri feraiz bahsidir. Bundan dolayı Kudûri ve diğer müellifler bu
meseleyi zikretmemişlerdir.
Fürû: Hâkimin gaib olan kimsenin ve delinin
cariyelerini ve kölelerini evlendirmesi câiz değildir. Fakat onları kitabete
kesmesi ve satması câizdir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Müstahik olamaz ilh..." Yani
mefkûd kendisine vasiyet edilen şeye, vasiyet eden kimse öldükten sonra
müstehak olur veya olmaz diye hükmedilmeyip vasiyet edilen şey mefkûdun hali
belli oluncaya kadar bekletilir. Eğer mefkûd akranları ölmeden önce diri olarak
çıkagelirse kendisi için bekletilen vasiyeti ve vârislerinin elinde bulunan
malını alır.
"Akranları ölünceye kadar ilh..."
Mefkûdun akranlarının ölmesi vasiyete mahsus olmayıp mirasının taksim edilmesi
ve boş olması gibi bütün hükümlerine şâmildir.
"Beldesinde ilh..." Esah olan
kavle göre; mefkûdun beldesindeki akranları öldüğü zaman mefkûd da ölmüş
sayılır. Bahır.
Bazı fukahâya göre; mefkûdun ölmüş
sayılması için bütün memleketlerdeki akranlarının ölmesi itibar edilir. Çünkü
ömürler âdet-i ilâhiyye olarak memleketlerin iklimine göre değişir. Mesela
İslavlar Rumlardan daha uzun ömürlüdür. Fakat mefkûdun bütün memleketlerdeki
akranlarının ölmüş olduğunun bilinmesi güçtür. Ama kendi beldesindeki akranlarının
öldüklerini bilmek güç değildir. Fetih.
"Mezhebin zâhir rivâyetine göre
ilh..." Bazı fukahâya göre; mefkûdun doğduğu andan itibaren doksan yaşını
ikmal etmiş olmasıyla ölümüne hükmedilir. Kenz sahibi bu kavli seçip lâyık olan
budur demiştir. Zahîre'de: "Fetva bunun üzerinedir." diye yazılıdır.
Bazı fukahâya göre: mefkûdun doğduğu ondan itibaren yüz yaşını ikmâl etmiş
olmasıyla ölümüne hükmedilir. Bazılarına göre ise; yüz yirmi yaşını ikmâl etmiş
olmasıyla ölümüne hükmedilir. Müteahhirin ulemasına göre; altmış yaşını ikmâl
etmiş olmasıyla ölümüne hükmedilir. İbn-i Humam: "Yetmiş yaşını ikmâl
etmiş olmasıyla, ölümüne hükmedilir." demiştir. Çünkü Peygamberimiz
(S.A.V.):
"Ümmetimin ömürleri (ortalama olarak)
altmış ile yetmiş yaş arasındadır." buyurmuşlardır.
Bahır'da: "İmam-ı Azam'a bağlı olan
fukahânın, İmam-ı Azam'ın mezhebine tâbi olmaları vâcib iken mezhebinin zâhir
rivâyetine nasıl muhalefet etmişlerdir şaşılır" diye zikredilmiştir. Buna
Nehir'de: "Mefkûdun akranlarının ölmüş olduklarını araştırmak mümkün
değildir veya araştırmakta güçlük vardır. Bundan dolayı fukahâ, mefkûdun ölmüş
olmasını yaş ile takdir etmeyi seçmişlerdir." diye cevab verilmiştir.
Ben derim ki: Mezhebin zâhir rivâyeti ile
fukahânın kavilleri arasında muhalefet yoktur. Bilâkis fukahânın kavilleri
zâhir rivâyeti tefsir etmektedir.
Zâhir rivayet, mefkûdun ölmüş olması,
akranlarının ölmesiyle takdir edilmesidir. Fakat fukahâ, ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları mefkûdun akranlarından en uzun yaşayanı itibar etmişlerdir. Ama en
uzun yaşın doksan mı yüz mü yoksa yüz yirmi mi olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
Müteahhirin âlimleri ise, ortalama yaşı yani akranlarının ekserisinin öldüğü
yaşı itibar edip ortalama yaşı altmış olarak takdir etmişlerdir. Çünkü altmışın
üstünde yaşayan insan çok azdır. Hüküm çoğunluğa göredir.
İbn-i Hümam hadîs-i şerifde beyan edilen
ortalama yaşın sonu olan yetmiş yaşı seçmiştir.
Velhasıl ihtilaf ortalama yaşın uzunluğu
hususundaki reylerinin muhtelif olmasından ileri gelmektedir.
"İmam Zeylai, mefkûdun ölümüne ne zaman
hükmedileceğinin hâkimin reyine bırakılmasını seçmiştir ilh..." Fetih'de
zikredilmiştir ki, hâkim her ne zaman mefkûdun ölmüş olduğuna hükmetmede bir
fâide görürse o vakitte ölümü ile hükmeder. Nehir'de: "Mefkûdun ölmüş
olduğuna hükmedilmesi hâkimin reyine bırakılır. Zahir rivâyete göre, bunda
takdir de yoktur." diye zikredilmiştir. Kınye'de: "Bu, İmam-ı
Azam'dan rivâyet edilmiştir." diye yazılıdır.
Ben derim ki: Mefkûdun ölmüş olması
zamanının hâkimin reyine bırakılması zâhir rivâyetten hariç değildir, Bilâkis
bu: "Mefkûdun ölmesi doksanyahut yüz yahut yüz yirmi sene ile takdir
edilir." diye nakledilen kavillere daha yakındır. Çünkü bunları
açıklamaktadır. Yani hakim düşünür, ictihad eder, zannına galip olan ile hüküm
verir. Mefkud olan bir insanın ölmüş olduğu zaman hakkında muayyen bir müddet
varid olmamıştır. Bundan dolayı hakim, mefkudun ölümüne, akranlarının ölmüş
olmasına, zamana ve mekana bakarak hüküm verir. Bu, Hanbeli mezhebinin Muğni
isimli eserinde, İmam Şafii ve İmam Muhammed'den naklen zikredilmiştir. İmam
Malik'den, İmam Azam'dan ve İmam Ebu Yusuf'dan meşhur olan da budur.
İmam Zeylai: "Mefkûdun ölümüne
hükmedilmesi, memleketlere göre değişir. Zann-ı galib de şahısların
değişmesiyle değişir. Çünkü büyük bir mevki sahibinin haberi, kesildiği takdirde
öldüğüne kısa zamanda zann-ı galib hâsıl olur." demiştir.
Bundan anlaşılmıştır ki, hâkim ictihad
edip, mefkûdun ölümüne delâlet eden karinelerle hükmeder. Buna göre; bir kimse
düşmanla yahut yol kesicilerle çarpışma esnasında yahut ölecek derecede hasta
iken çıktığı seferde yahut deniz seferinde veya bunlara benzeyen tehlikeli
yerlerde mefkûd olursa, bu hallerde ölmesi gâlib olduğu için öldüğüne
hükmolunur. Bazı fukahâ bununla fetva vermiştir. Câmiu'l-Fetâvâ.
Bahrü'l-Fetâvâ sahibi Kadızâde de bununla
fetva vermiştir. Fakat düşmanla çarpışma esnasında deniz seferinde ve benzer)
tehlikeli yerlerde bir kimsenin mefkûd olmasıyla hemen ölmüş olduğuna hüküm
verilmeyip zann-ı gâlib hâsıl oluncaya kadar uzun bir zaman beklenilmesi
lâzımdır. Ancak büyük bir mevki sahibi böyle tehlikeli bir yerde mefkûd olursa
diri olduğu takdirde haberi çabuk ulaşacağından kısa bir zamanda ölmüş olduğuna
hükmolunur.
"Mefkûdun öldüğüne dair şâhid kabul
edilmesinin yolu ilh..." Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; mefkûdun
ölmesi iki kısımdır: Birinci kısım hakikaten ölmesidir ki bu bir hasım
karşısında şahid ile sabit olur. Şöyle ki: Bir mefkûdun meselâ oğlu, hâkime
müracaat ederek bir kimse karşısında babasının ölmüş olduğundan bahsedip o
kimsenin üzerindeki alacağının mirâs yoluyla kendisine verilmesini dâva eder ve
o kimsenin Mefkûdun böyle bir alacaklısı bulunmadığı takdirde karısının yahut
vâde öldüğüne hükmederse mefkûdun hakikaten vefatı sâbit olmuş olur Mefkûdun
böyle bir alacaklısı bulunmadığı takdirde karısının yahut vârislerinden birinin
yahut bir alacaklısının mefkûdun ölmüş olduğunu iddia ederek hâkime müracaat
eder. Hakim mefkûdun vekili bulunmadığı takdirde ölüm dâvâsını isbat etmek için
bir vekil-i müsahhar (dâvâlı adına haklarını muhafaza için hâkim tarafından tayin
edîlen vekildir ki onun karşısında davâ görülüp hüküm verilir) tâyin eder. Onun
karşısında dâvâyı ve getirilecek şahidleri dinleyerek mefkûdun ölümüne hüküm
verir. Bu suretle de mefkudun hakikaten ölmüş olduğu sabit olmuş olur.
İkinci kısım hükmen ölmesidir ki, bu da
mefkûdun akranlarının ölmesiyle mefkûdun da ölmüş olduğu sabit olur.
"Mefkud akranlarının ölmeden önce diri
olarak çıkagelirse ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki; mefkûd bir vakit
hayatta olduğu bilinirse o vakitten önce ölen akrabalarına vâris olur.
Akranlarının ölmesiyle ölmüş olduğuna hükmedildikten sonra diri olarak
çıkagelse dirilmiş olan ölü Müslüman olan mürted gibi olur da varislerin elinde
baki kalan malını alır. Fakat telef ve zayi olmuş malını isteyemez. Karısı
evlenip çocuğu olmuş olursa, kendisi hayatta bulunduğu için karısının nikahı
sahih olmayacağından karısını alır, çocuklar ikinci kocanın olur.
"Malı o andaki varisleri arasında
taksim edilir ilh..." Yani mefkudun ölmüş olduğuna hüküm verildiği zaman
mevcud olan vârisleri arasında malı taksim edilir. O zamandan önce ölen
vârisleri bir şey alamaz. Zeylaî. Kezâ o zamanda müdebberlerinin ve
ümmüveledlerinin azad olmuş olduğuna hükmolunur.
"Mefkud ile mirastan mahrum olan
varise bir şey verilmez ilh..." Mesela bir kimse ölüp geride iki kızıyla
mefkud olan bir oğlunu bıraksa, mefkudun da bir oğlu bulunsa, kızlara terekenin
yarısı verilip, diğer yarısı mefkud için bekletilir. Mefkudun oğlu babasıyla
beraber mirastan mahrum olduğundan babasının hali bilinmeden kendisine bir şey
verilmez. Eğer babası diri olarak çıkagelse bekletilen terekenin yarısını alır.
Gelmezse kızlar bütün mirasın üçte ikisini alır. Mefkudun oğlu ise mirasın üçte
birisini alır.
"Satması caizdir ilh..."
Kınye'den naklen Vehbaniyye şerhinde zikredilmiştir ki; efendisi mefkud olan
bir cariye nafaka bulamayıp kötü yola düşmesinden korkulduğu takdirde, hakimin
onu satması veya itimadlı bir kadına kiraya vermesi caizdir. Fakat onu
evlendirmesi caiz değildir. İşin hakikatını Hak Teala hazretleri bilir.