Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Reddül Muhtar,İbn-i Abidin

EVLÂDA YAPILAN VAKIF HAKKINDA FASIL 2

 

 

 

 

VAKIF BAHSİ

 

METİN

Vakfın şirkete olan münasebeti, bir kimsenin başkasını kendi malında kendisiyle beraber menfaatlandırmasıdır. Şu kadar var ki; şirkette mâlikin mülkü bâkidir. Vakıfta ise bâki değildir.

Vakıf : Lügatta hapsetmek mânâsınadır.

Şeriatta vakıf; bir aynın (vakfedilen şeyin) vakfedenin mülkü hükmü üzere hapsedilmesi ve menfaatının -her ne kadar sonunda olursa da- tesadduk edilmesidir. Bu tarif İmam-ı Azam'a göredir. İmam-ı Azam'dan esah olan kavle göre vakıf âriyet gibi câizdir, lâzım değildir.

İmameyn'e göre vakıf; bir aynın Allah Teâlâ'nın mülkü olmak hükmü üzere hapsedilmesi ve menfaatının -her ne kadar zengin olsa bile- vakfedenin sevdiği kimselere sarf edilmesidir. İmameyn'e göre; vakıf lâzım ve sâbittir, vakfedenin onu iptal etmesi câiz değildir. Vakfeden öldükten sonra vakfettiği mülk mirâs kalmaz. Fetva İmameyn'in kavilleri üzerinedir. İbn-i Kemâl, İbn-i şihne.

İZAH

"Vakıf bahsi ilh..." Vakıf hapsetmek mânâsına olan "vakafe" fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesab vermeleri için hapsedildikleri yere "mevkıf" denilmiştir. "Vakıf" kelimesinin mevkuf mânâsında kullanılması meşhurdur. "Bu hane vakıftır" denilir. Cem'i "evkaf" dır.

İmam şâfiî: "Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf cahiliyyet ehlinden sadır olmamış, Müslümanlar tarafından vâki olmuştur." demiştir.

Münye'nin vakıf bahsinde : "Ribat (tekke, kervansaray gibi gelip geçenlerin konaklanmasına mahsus vakfedilmiş bina köle azad etmekten efdaldir." diye zikredilmiştir.

"Kendisiyle beraber menfaatlandırmasıdır ilh..." Nehir'de: "Vakfın şirkete olan münasebeti her birinden maksud, asıl malın üzerine ziyada olan şeyle menfaatlanılması itibarıyladır. Ancak şirkette asıl mal sahibinin mülkü üzerine bakidir. Vakıfda ise ekseri fukahaya göre, sahibinin mülkünden çıkmıştır." diye zikredilmiştir.

"Vakfedenin mülkü hükmü üzere hapsedilmesi ilh..." Şârih İs'âf ile Şürunbulâlî'ye tabi olarak vakfın tarifinde "hükmü" lâfzını ziyade etmiştir. Fakat ziyade etmesi sahih değildir. Çünkü İmam Azam'a göre, vakfedilen şey, hakikaten vakfedenin mülkü üzere bakîdir. Bundan dolayı Kuhistanî'de zikredilmiştir ki; "Şeriatta İmam-ı Azam'a göre vakıf: Bir aynın sözle başkasının tasarrufundan menedilmesi ve vakfedenin mülkü üzere hapsedilmesidir. Buna göre vakfedilmiş bir mülk hayatında vakfedenin ya öldükten sonra vârislerinin mülkü üzere bakî olup satılması ve hibe etmesi câiz olur. Fakat bu tarif vakıf bir mescid ile müşkil olur. Çünkü vakıf bir mescid icma ile Allah Teâlâ'nın mülküdür. Buna şöyle cevap verilebilir: Bu tarif vakfedilmesinde ihtilâf olan vakıf hakkındadır. Mescidin vakfedilmesi ise ittifakîdir.

Velhasıl: Musannıf, vakfedilmesinde ihtilâf bulunan şeyi tarif etmiştir. Şârih ise, vakfedilmesinde ittifak bulunan şeyin tarifini seçtiği için "hükmü" lafzını ziyade etmiştir. Herkesin yöneldiği bir cihet vardır.

"Her ne kadar sonunda olursa da tesadduk edilmesidir ilh..."

= Yalnız zenginlere yapılan vakıf câiz değildir =

Bir kimse vakfettiği bir mülkünün gelirini hayatta bulunduğu müddetçe kendisine öldükten sonra da fakirlere vakfetse sahih olur.

Kezâ: bir kimse vakfettiği mülkünün gelirini önce sevdiği zenginlere, onların ölümünden sonra da fakirlere vakfetse, yine sahih olur.

Muhit'ten naklen Nehir'de zikredilmiştir ki; bir kimse yalnız zenginlere vakfetse sahih olmaz, Çünkü bunda kurbet yani manevî yakınlık ve rızayı ilâhîyi kazanmak yoktur. Ama bu zenginler muayyen olup bunlar öldükten sonra vakfın gelirinîn fakirlere verilmesini şart koşsa, sonunda kurbet bulunduğundan câiz olur.

"İmam-ı Azam'dan esah olan kavle göre, vakıf âriyet gibi câizdir, lazım değildir ilh.." İs'âf'da: "Vakıf, İmam-ı Azam'a ve diğer imamlarımıza göre, câizdir." diye zikredilmiştir. Asıl'da: "İmam-ı Azam, vakfa cevaz vermiyordu." diye zikredilmiştir. Bazı âlimler, bu ifadenin zâhirini alıp: "İmam-ı Azam'a göre vakıf caiz değildir." demişlerdir. Halbuki vakıf, esasen imamlarımızın hepsine göre câiz, usûlü dairesinde sahih olmakla beraber aralarındaki ihtilâf, ancak vakfın bir akd-i lâzım olup olmamasındadır. Şöyle ki: Vakıf, bir akd-i lazım mıdır? Yani vakfın hükmüne riayet edilmesi, vakfedilmiş mülkün vakfedeni veya vakfedenin vârisleri tarafından mülkiyete ircâ edilmemesi mutlaka icab eder mi? İşte bu hususta imamlarımız arasında ihtilâf vardır.

İmam-ı Azam'a göre vakıf, âriyet gibi câiz olup vakfedilmiş mülkün aynı, vakfedenin mülkü hükmünde kalmak üzere menfaatının vakfedildiği cihete sarf edilmesidir. Vakfeden hayatında vakfından dönerse, kerahetle câiz olur ve ona vâris olunur.

İmam-ı Azam'a göre, iki yoldan biriyle yapılan vakıf lâzım olur.

Birinci yol: Bir kimse bir mülkünü usûlü dairesinde bir cihete vakfedip, bunun lüzumuna salâhiyetli bir hâkim tarafından hükmedilirse, bu bir vakf-ı lâzım olmuş olur. Artık bundan dönülmez.

İkinci yol: Bir kimse ölümünden sonraya nisbet ederek "ben öldüğüm zaman şu mülküm fülan cihete vakfolsun" deyip, bundan dönmeden ölürse, terikesinin üçte birinden mu'teber olmak üzere lâzım olur. Çünkü böyle bir vakıf vasiyet hükmündedir. Vasiyetin cevazı lüzumu ise şer'an sâbittir.

İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfeden kimsenin sadece "şu mülkümü fülan cihete vakfettim" demesiyle vakıf lâzım olur. Çünkü köle âzâd etmeye benzer, âzâd edilen bir köle üzerinde efendisinin mâlikiyet hakkı kalmadığı gibi, vakfedilen bir mülkte de sahibinin hakkı kalmaz. Fetva İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.

İmam Muhammed'e göre, dört şart ile vakıf lâzım olur. Nitekim ileride gelecektir.

Ben derim ki: İs'âf'da : "Bir kimse "şu arazim vakfedilmiş ebedi bir sadakadır" dese, İmam-ı Azam'a göre, arazinin gelirini sadaka olarak nezretmiş olur ve gelirini tesadduk etmesi vâcib olur. Arazi hali üzerine o kimsenin mülkü olarak kalır, öldüğü zaman vârislerine intikal eder. İmam Muhammed'e göre, o arazi bir mütevelliye teslim edilir, teslim edilince bir vakf-ı lâzım olmuş olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, teslim bulunmasa da söz ile vakfetme gerçekleşmiş olur." diye zikredilmiştir.

"Allah Teâlâ'nın mülkü olmak hükmü üzere hapsedilmesi ilh..." Şârih "Vakfedilen bir mal, vakfedenin mülkünde baki kalmayıp, başkasının mülküne de girmeyip, Allah Teâlâ'nın mülkü hükmünde hapsedilmiş" olduğunu bildirmek için tarifde "hükmü" lâfzını ziyade etmiştir.

Fetih'de: "İmam Mâlik'in vakfı tarifi güzel görülmüştür." diye zikredilmiştir. İmam Mâlik'e göre; vakfedilen bir mal, vakfedenin mülkü üzere hapsedilip onun mülkünden çıkmaz fakat satılmaz vâris olunmaz ve hibe edilmez.

Ben derim ki: Şemsü'l-Eimme-i Serahsî'nin: "Vakıf: Vakfedilen bir malın başkasına mülk olarak verilmekten hapsedilmesidir." diye yapmış olduğu tarif ile de İmam Mâlik'in tarifi murad edilmiştir. Çünkü "vakfedilen bir malın başkasına mülk olarak verilmekten hapsedilmesi" o malın eskiden olduğu gibi mâlikin mülkü üzere bakî kalıp satılamayacağını ve hibe edilemeyeceğini ifade eder.

"İmameyn'e göre, vakıf lâzım ilh..." Yani vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkar, satılmaz, bağışlanmaz,vâris olunmaz.

"Fetva, İmameyn'in kavilleri üzerinedir ilh..." Yani fetva İmameyn'in vakfın lüzumuna dair olan kavilleri üzerinedir. Fetih'de: "Bütün âlimler vakfın lüzumunu tercih etmişlerdir. Çünkü hadis-i şerifler ve eserler bunu teyid etmektedir. Sahabenin, tabiînin ve bunlardan sonra gelenlerin amelleri de bunun üzerinedir." diye zikredilmiştir.

METİN

Vakfın sebebi: Dünyada insanlara ihsan ve ikramı, âhirette sevâbı irade ve kasdetmektir.

Kâfirin vakfı da sahih olduğu için vakıf asılda mübahdır. Bundan dolayı kurbet ve taat ehlinden olan Müslüman ve akıllı bir kimse kurbet niyetiyle vakıfda bulunursa sevâba nâil olur.

Vakıf, nezir ile vâcib olur. Nezredilen şeyin kendisi veya parası tesadduk edilir. Bir şahıs vakfetmeyi nezrettiği şeyi kendilerine zekât vermesi câiz olmayan kimselere vakfetse hükümde câiz olur. Fakat nezri bakî kalır. Bu zikredilen ile vakfın sıfatı bilinmiş olur. Vakfın hükmü -tarifte geçtiği üzere- vakfedilen mülkün menfaatının tesadduk edilmesidir.

Vakfın mahalli, vakfedenin vakfettiği vakitte mülkü olan mal-ı mütekavvim (kendisinden menfaatlanılması mubah olan mal) dır.

Vakfın rüknü: "Şu arazim fakirlere sadaka olarak ebedî bir vakıfdır", "şu malım AIIah için vakıfdır", "Şu mülküm hayır cihetine vakıfdır" gibi vakfa mahsus lâfızlardır. İmam Ebû Yusuf yalnız "vakıf" lâfzı ile iktifa etmiştir. Sadru'ş-Şehid: "Bu örf ve âdet olduğundan biz bu kaville fetva veririz." demiştir.

İZAH

"Kurbet ve taat ehlinden olan Müslüman ve akıllı bir kimse ilh..." Vakıf yapan kimsenin sevâba nâil olması için Müslüman ve akıllı olup kurbete niyet etmesi lâzımdır. Çünkü niyetsiz sevâb yoktur. Vakfedenin bâliğ olmasına gelince: Niyetin sahih olması ve sevâba nâil olması için şart olmayıp teberru'nun sahih olması için şarttır. Bundan dolayı çocukların vakıfları sahih olmaz.

"Vakıf asılda mübahdır ilh..." Yani vakıf, namaz ve hacc gibi kâfirden asla câiz olmayacak şekilde ibâdet için vazedilmemiştir. Vakıf ile sevâba nail olmak, kurbet ve taata niyet edilmeye bağlıdır. Niyetsiz yapılan vakıf mübahdır. Hatta vakıf, köle âzâd etme ve evlenme gibi kâfirden bile sahihdir. Kâfirin köle âzâd etmesi daha geçerlidir. Bundan dolayı kâfir put için âzâd etme gibi haram olarak köle âzâd etse sahih olur. Vakıf böyle değildir. Vakfın kurbet suretinde olması lâzımdır. İşte "vakfın haddi zatında kurbet olması şarttır" ifadesinin mânâsı budur. Çünkü vakfın hakikaten kurbet olması şart olsaydı, kâfirin vakfı sahih olmazdı. Bana zâhir olan budur.

"Nezredilen şeyin kendisi veya parası tesadduk edilir ilh..." Yapılması nezredilen vakıflar vâcibdir. Meselâ; bir kimse "oğlum gelirse, şu hanemi fülan cihete Allah rızası için vakfetmek nezrim olsun" deyip oğlu da gelse, o haneyi vakfetmek kendisine vâcib olur. Buna göre, o haneyi kendi çocukları gibi zekât vermesi câiz olmayan kimselere vakfetse, bu vakıf câiz olursa da nezrini yerine getirmiş sayılmaz. Bu haneyi başkalarına vakfederse nezrini yerine getirmiş olur. Vakfı nezretmek sahihdir. Çünkü vakfın cinsinden vâcib vardır. Zira hükümdarın Müslümanlar için beytülmâldan, eğer beytülmâlda para bulunmazsa Müslümanların mallarından mescid yapması vâcib olur. Fethü'l-Kadir'de de böyle yazılıdır.

Bir kimse "şu hanem yolcular için olsun" diye nezir sıygasıyla söylese, kendisine sorulur: Eğer vakfetmeyi murad ettim derse vakıf olur. Çünküifadenin buna ihtimali vardır. Sadakayı murad ettim derse, nezir olur da hanenin kendisini veya parasını tesadduk eder.

"Hükümde caiz olur ilh..." Yani vakıf, ehli olanlar tarafından vakfa mahal olan kimselere yapıldığı için şeriat hükmünde sahih olursa da veren kimsenin hâlis Allah için lehine şehâdeti câiz olmayan kimselere vermesi lâzımdır. Nitekim bir kimse, kendilerine keffâret ve zekat vermesi câiz olmayan kimselere keffâret veya zekâtını verse, verilen keffaret ve zekât sadaka olarak vâki olur. Keffâret veya zekâtı zimmetinde bakî kalır, keffâret veya zekâtını tekrar vermesi lâzım gelir.

"Bu zikredilen ile vakfın sıfatı bilinmiş olur ilh..." Yani vakıf Allah Teâlâ'nın rızasına nâil olmak niyetiyle yapılırsa kurbet olur. Niyetsiz yapılırsa mübah olur. Vakfedilmesi nezredilirse vâcib olur.

"Vakfın hükmü ilh..." Yani vakfın üzerine terettüb eden eseri, menfaatının tesadduk edilmesidir.

"Mal-ı mütekavvim ilh..." Yani vakfın hükmünü kabul eden mahal kendisinden istifade edilmesi mübah olan maldır. Bu mal gayr-i menkûl veya insanlar arasında vakfedilmesi örf ve âdet olan menkûl mal olabilir. Nitekim ileride gelecektir.

"Vaktin rüknü ilh..." Yani vakfın rüknü vakfa mahsus olan lâfızlardır. Bunlar -Bahır'da beyan edildiğine göre- yirmi altı lafızdır.

= Vakıf bazen zarurî olarak sâbit olur =

Bu meselenin açıklanması şöyledir: Bir kimse "şu hanemin geliri ebedî yoksulların olsun" yahut "şu hanemin geliri fülan şahsın olsun o öldükten sonra da geliri ebedî yoksulların olsun" diye vasiyette bulunsa, o hane zarurî olarak vakfedilmiş olur. Çünkü bu kimse "ben öldüğüm zaman şu hanem ebedî yoksullara vakfolsun" demiş gibi olur. Bu vakıf ölüme talik edilmiştir. Ve vasiyet gibi olup malının üçte birinden mu'teber olur. İleride bundan bahsedilecektir.

Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse: "Şu evimin gelirinden her ay on dirhemiyle ekmek alıp fakirlere dağıtınız" dese, o ev vakıf olmuş olur. Bu mesele Zahîre'ye nisbet edilmiştir. Enfeu'l-Vesâil sahibi bu meseleyi izah ettikten sonra: "Ben bu mesele hakkında âlimler arasında ihtilâf bulunduğunu bilmiyorum." demiştir.

Ben derim ki: Bundan anlaşılmıştır ki; o hane o kimsenin malının üçte birinden vakfolmuş olur. O hanenin gelirinden her ay on dirhemiyle ekmek almış vakfedenin tayin ettiği cihete verilir. Hanenin geri kalan geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıfların asılda sarf edileceği yerler fakirler olduğu için başkalarına verilmesi tâyin edilmedikçe fakirlere verilir. Bu meselenin benzeri de şudur: Bir kimse mülkünü çocuklarına vakfetse ve o kimsenin bir çocuğu bulunsa, vakfettiği rnülkün gelirinin yarısı çocuğunun, diğer yarısı da fakirlerin olur.

Bir kimse "şu hanemin gelirinden her sene şu kadar dirhem ile fülan mescide zeytinyağı satın alınsın" diye vasiyette bulunduktan sonra vârisleri o haneyi bir şahsa satıp, o şahsa "her sene şu kadar dirhem fülan mescide vereceksin" diye şart koşsalar, satış sahih olmaz. Çünkü o hane o kimsenin malının üçte birinden vakıf olmuş olur. Sadece niyetle bir mal vakfedilmiş olmaz. Bundan dolayı bir şahıs vakfetmek niyetiyle satın aldığı bir malı vakfettiğine dair bir söz söylemese, o mal vakıf olmaz. Çünkü vakfın rüknü olan hususi lâfızlardan biri bulunmamıştır.

"İmam Ebû Yusuf, yalnız "vakıf" lâfzı ile iktifa etmiştir ilh..." İmam Ebu Yusuf'a göre, bir kimsenin "şu malımı vakfettim" demesiyle vakıf yapılmış olur. Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre, vakıf yapılırken "te'bid" yahut te'bîde delalet eden "sadaka", "fakirler", "mescid" gibi lafızların açık olarak söylenmesi şart değildir. Bu, "şu mülküm Zeyd'e" veya "fülan zâtın çocuklarına vakfedilmiştir" gibi muayyen kimselere vakfedilmediği takdirdedir. Muayyen bir kimseye veya muayyen kimselere vakfetmek, te'bîde (vakfın ebedî olmasına) münâfi olduğu için ebedî lâfzı söylenmeksizin sadece "şu malımı Zeyd'e" veya "fülan zatın çocuklarına vakfedilmiştir" demesiyle vakıf sahih olmaz. Çünkü bu kimseler ölünce, vakfın gelirinin sarf edileceği yer kalmayacaktır. Bundan dolayı İmam Ebû Yusuf'a göre, bir kimsenin "şu mülküm vakfedilmiştir" ifadesi ile "şu mülküm Zeyd'e vakfedilmiştir" ifadesi arasında fark vardır. Birinci ifade ile vakıf sahihtir. İkinci ifade ile sahih değildir." Şu mülküm şu mescide vakfedilmiştir" diye bir mescidin tâyin edilmesi vakfın sahih olmasına zarar vermez. Çünkü mescit ebedîdir.

Bahır'da zikredilmiştir ki; İmam Ebû Yusuf'a göre, bir kimse "şu malım vakfedilmiştir" dese vakıf yapılmış olur. Çünkü bu ifade ile o mal fakirlere vakfedilmiş olur. Vakfın gelirinin sarf edildiği yer fakirler olunca vakfın ebedî olması lâzım gelir. Çünkü fakirler devamlı mevcuddur. Sadru'ş-Şehid ve Belh âlimleri İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva vermişlerdir. Biz de bununla fetva veririz. Çünkü bu, örf ve âdet olmuştur. Zira örfte böyle vakfedilen bir malın, geliri fakirlere sarf edilince, bu mal doğrudan doğruya fakirlere vakfedilmiş gibi olur.

METİN

Vakfın sahih olmasının şartı diğer teberrularda olduğu gibi hür ve mükellef olmaktır. Vakfın haddi zatında kurbet, malûm muayyen ve müneccez olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır. Fakat haddi zatında mevcud olan şeye ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz. Vakıf gelecek bir zamana nisbet edilmemelidir.

Vakıf muvakkat olmamalıdır. Vakıfda hıyar-ı şart bulunmamalıdır. Bir de vakfedenin, vakfettiği şeyin satılıp parasının kendi ihtiyacına sarf edilmesini şart koşmamasıdır. Eğer vakfederken böyle bir şart koşarsa vakfı bâtıl olur. Bezzaziye.

= Mürted ve kâfirin vakfı beyanında =

Fetih'de zikredilmiştir ki; mürted bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra öldürülse veya ölse yahut Müslüman bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra -Allah'a sığınırız- mürted olsa vakfı bâtıl olur.

= Vakfedenin şartları şeriata muhâlif olmazsa mu'teberdir =

Bir Müslüman'ın veya bir zimmînin kiliseye yahut bir harbîye, bazılarına göre Mecûsi'ye vakfı sahih değildir. Fakat zimmîye vakıf kurbet olduğundan câizdir. Hatta zimmiye vakfeden kimse o zimminin çocuklarından İslâm şerefiyle müşerref olan veya Hıristiyan dininden başka bir dine giren çocuğuna vakıfdan bir şey yoktur, diye şart koşsa, mezhebin muhtar olan kavline göre bu şarta riayet edilmesi lâzım gelir.

İZAH

"Vakfın şartı, diğer teberrularda olduğu gibi ilh..." Yani vakfeden kimsenin vakfettiği vakitte vakfettiği mala - fasid sebeble olsa bile - kesin olarak mâlik olması şarttır.

Vakfeden kimsenin tasarruftan men edilmiş olmaması da şarttır. Hatta gasbeten kimse, gasbettiği şeyi vakfetse - sonra o şeye satın alma veya sulh yoluyla mâlik olsa bile- vakıf sahih olmaz. Ama gasbedilmiş malın mâliki vakfa izin verirse vakıf câiz olur.

Bir kimsenin fasid olarak satın aldığı bir malı teslim aldıktan sonra vakfetmesi sahihtir. Bu vakıf yapıldıktan sonra artık o malı satanın satışı bozmaya hakkı kalmaz. Fakat satın alan kimsenin bu vakfettiği malın kıymetini satana ödemesî lâzım gelir. Fasid olarak yapılan hibe de bu hususta fasid olarak satın alma hükmündedir.

Bir kimse, satan muhayyer olmak üzere bir mal satın alıp, teslim aldıktan sonra vakfetse -her ne kadar satan vakfa izin verse bile- vakıf sahih olmaz. Çünkü satıcının muhayyerliği sattığı malın mülkünden çıkmasına mânidir. Vakfedilmiş bir araziye mülk veya şuf'a yoluyla müstahik olunsa -o araziye mescid yapılsa bile- vakıf bozulur. Borcu bütün malını kaplayan bir hastanın yapmış olduğu vakfı bozulup borcu için satılır. Ama borcu bütün malını kaplamış, sıhhat ta olan bir kimsenin yapmış olduğu vakfı sahih olur.

Sefehinden veya borcundan dolayı tasarruftan men edilmiş olan kimsenin yaptığı vakıf sahih olmaz.

Fetih'de zikredilmiştir ki; sefehinden dolayı tasarruftan men edilmiş olan bir kimsenin bir malını kendi nefsine sonra kesilmeyecek bir cihete vakfetmesi İmam Ebû Yusuf'a göre sahihdir. Muhakıklara göre de, muhtar olan budur. Umum fukahaya göre ise, hakimin hüküm vermesiyle sahih olur.

"Vakfın haddi zatında kurbet ilh..." Yani Müslüman'ın vakfının sahih olmasında şart, vakfın haddi zatında kurbet olmasıdır. Zimmînin vakfının sahih olmasında şart ise, vakfın hem biz Müslümanlara göre, hem de onlara göre kurbet olmasıdır. Bundan dolayı bir zimmînin malını fakirlere veya Beytü'l-Makdis'e vakfetmesi sahihdir. Fakat hacc veya umre için vakfetmesi sahih değildir. Çünkü hacc veya umre için vakıf biz Müslümanlara göre, kurbet ise de zimmîye göre kurbet değildir.

"Malûm ilh..." Yani vakfedilen şeyin muayyen ve malûm olması şarttır. Bundan dolayı bir kimse tâyin etmeksizin "arazimden bir şey vakfettim" dese -sonradan vakfettiği mikdarı beyân etse bile- bununla vakıf sahih olmaz.

Kezâ: Bir kimse "şu tarlamı veya bu tarlamı vakfettim" dese, yine bu ifade ile vakıf sahih olmaz.

Bir kimse bir hanedeki hissesini beyân etmeksizin "şu hanedeki hissemin hepsini vakfettim" dese istihsanen câiz olur. Sonra hânenin yarısı onun olduğu halde üçte biri benimdir, dese hanenin yarısı vakfedilmiş olur.

Bir kimse bir arazisini vakfettiği halde içindeki ağaçları vakıfdan istisna etse, vakfı sahih olmaz. Çünkü ağaçlar yerleriyle beraber vakıftan istisna edilmiş olacağından vakıf altına giren kısım bilinmemiş olur.

"Vakıfda vakfedilen şeyin müneccez olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır ilh..." Yani vakfın müneccez olması şarttır. Bundan dolayı vakıf yapılırken mevcud olmayan bir şeye ta'lik (bağlamak) suretiyle yapılan bir vakıf câiz olmaz. Meselâ; bir şâhıs "oğlum gelirse şu hanem vakıf olsun" dese, oğlu gelince o hanesi vakıf olmuş olmaz.

Kezâ: Bir kimse "şu haneye mâlik olursam vakıf olsun" deyip sonra o haneye malik olsa vakıf olmuş olmaz.

Gelecek bir zamana nisbet edilerek yapılan bir vakıf da münecceze zıd olduğundan sahih olmaz. Meselâ; bir kimse "yarın geldiğinde şu arazim vakıf olsun" dese yarın gelince o arazi vakıf olmuş olmaz. Kezâ bir kimse "şu hanemi gelecek ayın başında şu cihete vakfettim" dese, o ayın başı gelince o hane vakıf olmuş olmaz.

Kezâ : Bir kimse "fülan şahıs ile konuşursam şu mülküm vakıf olsun" dese de sonra o şahısla konuşsa, o mülkü vakıf olmuş olmaz.

Kezâ : Bir kimse "şu hanemi fülan şahıs dilerse" yahut "arzu ederse vakfettim" deyip o şahıs da dilese veya arzu etse, vakıf olmuş olmaz. Zira vakfın bir işi yapmaya sevk etmek veya bir işi yapmaktan men etmek için insana kuvvet veren bir şeye ta'lika ihtimali yoktur. Çünkü vakıf kendisine yemin edilen şeylerden değildir. Nitekim hibenin ta'likı da sahih değildir. Fakat nezrin ta'lika ihtimali vardır. Çünkü nezir kendisine yemin edilen şeylerdendir. Bundan dolayı bir kimse "fülan şahıs geldiği zaman onunla konuşursam" veya "şu hastalığımdan iyi olursam şu arazim vakıf olsun" dese de o şahıs geldiğinde onunla konuşsa veya o hastalığından iyi olsa o araziyi tesadduk etmesi lâzım gelir. Çünkü bu, nezir ve yeminhükmündedir. İs'âf.

"Fakat haddi zatında mevcud olan şeye ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz ilh..." Yani bir kimse "şu arazi benim mülkümde ise vakıf olsun" dese bakılır: Eğer o arazi bu sözü söylediği zaman mülkünde ise vakıf sahih olur. Çünkü mevcud olan bir şeye ta'lik tencizdir. Yani vakıf bir şarta ta'lik veya bir zamana nisbet edilmeksizin hemen yapılırsa tenciz olmuş olur. Eğer o arazi bu sözü söylediği zaman mülkünde bulunmazsa vakıf sahih olmaz.

"Vakıf gelecek bir zamana nisbet edilmemelidir ilh..." Yani vakıf ölümden sonraya nisbet edilmemelidir. Bahır'da nakledilmiştir ki; İmam Muhammed Siyer-i Kebîr'inde: "Vakıf, ölümden sonraya nisbet edilirse, İmam-ı Azam'a göre bâtıl olur." demiştir.

Evet, Şerh'de gelecektir ki, ölümden sonraya nisbet edilen vakıf ölüm ile vasiyet olup, malın üçte birinden mu'teber olur.

Bir kimse "şu hanem yarın vakıfdır" dese vakıf sahih olur. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'de : "Bu ifade ile kesin olarak vakıf sahih olur." diye zikredilmiştir. Bahır ve Nehir sahibleri de bunu ikrar etmişlerdir.

"Vakıf muvakkat olmamalıdır ilh..." Yani vakıf muvakkat olarak yapılırsa câiz olmaz. Meselâ bir kimse "şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim" dese, bu vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfın ebedî olması şarttır. Bazı fukahaya göre, mülkünü muvakkat olarak vakfeden kimse, o vakit bittikten sonra o mülkünü geri alacağını şart koşarsa, vakıf bâtıl olur; şart koşmazsa batıl olmaz.

"Vakıfda hıyar-ı şart bulunmamalıdır ilh..." Yani muhayyerlik şartıyla yapılan vakıf sahih olmaz. Meselâ; bir kimse bilinen veya bilinmeyen bir müddet içinde vakfı bozup bozmamak hususunda muhayyer olmak üzere bir mülkünü vakfetse bu vakıf İmam Muhammed'e göre sahih olmaz. Hilâl b. Yahya da bu kavli sahih görmüştür. İmam Ebû Yusuf'a göre ise vakfeden için üç günlük muhayyerlik şartı sahihdir. Bu ihtilafdan mescid müstesnadır. Mesela: bir kimse muhayyer olmak şartıyla bir mülkünü mescid olarak vakfedip üzerine mescid yapsa, muhayyerliği bâtıl olup vakıf sahih olmuş olur. İs'âf.

"Vakfettiği şeyin satılıp ilh..." Yani bir kimse bir mülkünü dilediği zaman vakıfdan çıkarmak veya hibe etmek veya satıp parasını tesadduk etmek veya muhtaç olduğu zaman vakıfdan çıkarıp rehin vermek şartıyla vakfetse, bu vakıf sahih olmaz.

Ben derim ki :Vakfeden kimse vakfettiği bir mülkünü dilediği zaman başka bir mülkü ile değiştirmeyi şart koşsa, bu şartla vakıf sahih olur. Bu mesele ilerde gelecektir.

T E T İ M M E : Bir vakfın sahih olması için kendilerine vakfedilen kimseler muayyen olmazlarsa - fakirler gibi - vakfı kabul etmeleri şart değildir. Fakat bir vakfın geliri muayyen bir şahsa, ondan sonra da fakirlere vakfedilmiş olsa, o şahsın vakfı kabul etmesi şarttır. Eğer o şahıs vakfı kabul ederse, vakfın geliri ona verilir. O şahıs vakfı reddederse vakfın geliri fakirlere verilir.

Vakıf yapılırken kendisine vakfedilenin mevcud olması şart değildir. Hatta yeri hazırlanmış fakat henüz yapılmamış bir mescide yapılan vakıf sahihdir. Nitekim gelecektir.

"Mürted bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra öldürülse veya ölse ilh..." Yani bir erkeğin mürted iken yapmış olduğu vakıf durdurulur. İslâmiyet'e geri dönerse vakfı sahih olur. Fakat öldürülür veya ölürse veyahut dar-ı harbe kaçar ve kaçtığına hükmedilirse vakfı bâtıl olur.

"Müslüman bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra ilh..." Yani bir Müslüman - Allah'a sığınırız - mürted olunca önce yapmış olduğu vakıf bâtıl olur. - İster mürted olarak öldürülsün, ister ölsün, ister İslâmiyet'e geri dönsün müsavîdir- vârislerine intikal eder. Ancak İslamiyet'e döndükten sonra yeniden vakfederse, vakfı sahih olur.

Mürted olan bir kadının mürtedlik halinde yapmış olduğu vakfı sahihdir. Çünkü o, mürtetliğinden dolayı öldürülmez. Şu halde vakıf zamanından sonra ârız olan mürtedlik vakfı iptal etmektedir. Fakat vakıf zamanına yakın olan mürtedlik ise vakfı derhal iptal etmemektedir. Bu mesele de ileride gelecektir.

"Bir Müslüman veya bir zimminin kiliseye ilh..." Yani bir Müslüman bir mülkünü kiliseye vakfetse sahih olmaz. Çünkü bu vakıf haddi zatında kurbet değildir. Bir zimmî bir mülkünü kiliseye vakfetse yine sahih olmaz. Çünkü bu vakıf zimmîye göre kurbet ise de biz Müslümanlara göre kurbet değildir. Fakat bu, sonunda fakirlere vakfedilmediği takdirdedir. Çünkü Fetih'de zikredilmiştir ki; bir zimmî "şu mülküm şu kiliseye, kilise yıkıldıktan sonra da fakirlere vakıf olsun" dese, baştan fakirlere vakfedilmiş olur. Eğer kilise yıkıldıktan sonra fakirlere vakıf olsun demezse, vakıf sahih olmaz.

Ben derim ki: İmam Ebû Yusuf'a göre, fakirlere yapılan vakıf mutlak surette sahihdir. Çünkü vakıfta te'bîd (ebedî olması) şart ise de İmam Ebû Yusuf'a göre, vakıf yapılırken te'bîdi açık olarak söylemek şart değildir. Fetva İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.

"Bir harbiye ilh..." Yani kendisine vakfedilen kimsenin ecnebi tabiiyetinden olmaması şarttır. Bundan dolayı bir Müslüman veya bir zimmî (Müslüman memleketinde oturan gayr-i Müslim) bir mülkünü ecnebi tabiiyetinde bulunan bir gayr-i Müslim'e vakfetse sahih olmaz. Çünkü biz Müslümanlar, harbîlere iyilik yapmaktan nehyolunmuşuzdur. T.

"Bazılarına göre, Mecûsi'ye ilh..." Yani bazı fukahaya göre bir Müslüman veya bir zimmî bir malını bir Mecûsî'ye vakfetse sahih olmaz.

Şârih, "bazı fukahaya göre" demesiyle "sahih olan kavle göre ibtidâen Mecûsîlere yapılan vakfın sahih olduğuna" işaret etmiştir. Nitekim Kınye'dede: "Mecûsî'ye yapılan vakıfı sahih olması" ihtiyar edilmiştir.

İs'af'da zikredilmiştir ki; bir Hıristiyan bir mülkünü ehl-i zimmetin fakirlerine vakfetse bu vakfın gelirini Yahudi ve Mecûsîlerin yoksullarına sarf etmek câiz olur. Çünkü bunlar da ehl-i zimmettendirler. Eğer vakfeden Hıristiyan kendi dininden olan fakirlere verilmesini şart kılarsa, bu takdirde mütevelli başkalarına sarf edemez. Şayet sarf edecek olsa - her ne kadar ehl-i zimmet bir millet olsa da - sarf ettiği meblağı ödemesi lâzım gelir. Çünkü vakfedenin tâyin etmesiyle vakfının gelirinin kimlere sarf edileceği belirlenmiş olur.

"Mezhebin muhtar olan kavline göre bu şarta rivayet edilmesi lâzım gelir ilh..." Bu ifadede Tarsûsî'ye red vardır. Şöyle ki: Hassaf Ebû Bekir: "Bir kimse bir malını bir zimmîye vakfedip o zimmînin çocuklarından Müslüman olan veya Hıristiyan dininden başka bir dine giren çocuğuna vakıfdan bir şey yoktur, diye şart kılsa vakfedenin şartına riayet edilir." demiştir. Tarsûsî: "Bu şarta riayette küfrü, vakıfdan istifade etmeye sebep kılmak İslâmiyet'i ise vakıfdan mahrum olmaya sebep kılmak vardır." diyerek Hassâf Ebû Bekir'i ayıplamıştır. Şârih: "Mezhebin muhtar olan kavline göre, bu şarta riayet edilmesi lâzım gelir." diyerek Tarsûsî'nin kavlini reddetmiştir.

Fetih sahibi: "Bu hususta Tarsusi'den başka mezhep âlimlerinden hiç bir alimin Hassaf Ebû Bekir'i ayıpladığını bilmiyorum. Tarsûsî, fıkıh ilminden uzak kalmış olmasından dolayı Hassaf'ı ayıplamıştır. Çünkü vakfeden kimsenin şartları şeriata muhâlif olmadıkça mu'teberdir. Vakfeden kimsenin şeriata muhâlif olmayan şartları nass-ı şâri' gibidir, riayeti icap eder. Vakfeden kimsenin maksadlarına riayet edilmesi vacibdir. Vakfeden kimse vakfettiği mala mâlik olduğu için ma'siyet olmadıkça malını dilediği yere verebileceği gibi fakirlerden her hangi bir sınıfa tahsis edebilir. Ehl-i zimmete tesaddukun kurbet olmasında şübhe yoktur. Hatta bizim Hanefî mezhebine göre, ehl-i zimmete sadaka-ı fıtır ve keffaretlerin verilmesi câizdir. Buna göre, vakfeden kimse vakfettiği malının gelirinin fakirlerden muayyen bir sınıfa sarf edilmesini şart kılsa, elbette şartına riayet edilir. Bilindiği gibi bir kimse yalnız ehl-i zimmet fakirlerine vakfetse, o vakfın gelirinden Müslüman fakirlere sarf edilmez. Eğer mütevellisi o vakıfdan Müslüman fakirlere sarf etse onu öder. Şu halde Tarsûsî'nin dediği gibi Müslüman fakirlerin o vakıfdan mahrum olmalarına sebep İslâmiyet olmayıp, vakfeden kimsenin o vakıfdan Müslüman olanlara verilmemesini şart kılmış olmasıdır. Yani vakfeden kimse tarafından verilmediği için, Müslümanların o mala mâlik olmalarının sebebi bulunmamıştır." demiştir.

METİN

Dört yoldan biriyle vakfedilen şey vakfedenin mülkünden çıkar, vakıf olması lâzım ve sâbit olur. Meselâ; vakfedilen şey mescid olursa yolu ile beraber ayrıldığında vakfı lâzım ve sâbit olur. Nitekim yakında izah edilecektir.

Birinci yol: Sultan tarafından tâyin edilmiş salâhiyetli bir hâkimin hükmüyle vakıf lâzım ve sabit olur. Artık bu vakıfdan dönülmez. Çünkü bu hüküm ictihada mahal olan bir meseleye tesadüf etmiş olduğundan muteberdir. Hâkimin hüküm vermesinin sureti şöyle olur: Bir kimse bir mülkünü vakfedince, onu vakıf olarak tescil için bir mütevelliye teslim eder, sonra bu vakfından döneceğini söyler. Mütevelli razı olmaz, aralarında anlaşmazlık çıkınca vaziyeti salâhiyetli bir hakime arz ederler. Hâkim vakfın lüzumuna hükmeder. Bu takdirde vakıf lâzım (geçerli) olur ve vakfedilen şeyden de vakfedenin mülkü kesilmiş olur. İleride gelecektir ki; vakıfda, dâvâsız şahid kabul edilir. Hakem tarafından verilen hüküm ile vakıf lazım ve sabit olmaz.

Bir mülkün vakıf olduğuna verilen hüküm, âmmeye hüküm olup başka bir kimse "o mülk benim mülküm veya benim vakfımdır" diye dâvâ etse, dâvâsı dinlenmez mi? Yoksa verilen hüküm âmmeye hüküm olmayıp başka bir kimse "o mülk benim mülküm veya vakfımdır" diye dâvâ etse dâvâsı dinlenir mi?

Şeyhü'l-İslâm Ebussûud Efendi verilen hükmün âmmeye hüküm olmasıyla fetva vermiştir. Manzûme-i Muhibiyye sahibi de bununla hükmetmiştir.

Musannıf da vakfı, iptal etme hilelerinden korumak için bunu tercih etmiştir. Fakat musannıf bundan sonra Bahır'dan naklederek: "Hâkim tarafından bir mülkün vakıf olduğuna dair verilen hükmün âmmeye hüküm olmamasıdır." demiş ve bununla fetva vermiştir. Fevâkih-i Bedriyye sahibi de bunu sahih görmüştür.

İkinci yol: Ölüme ta'lik edilmiş olan vakıf, vakfedenin ölmesiyle lâzım ve sâbit olur. Meselâ; bir kimse ölümünden sonraya nisbet ederek "ben öldüğüm zaman şu hanem fülan cihete vakıf olsun" der de bundan dönmeden ölürse, sahih olan kavle göre vasiyet gibi olup terikesinin üçte birinden mu'teber sayılmak üzere lâzım olur, ölmeden önce vakıf olmaz.

Şârih der ki; her ne kadar ölümüne ta'lik ettiği vakfı, varislerine yapmış olup onlar da reddetmiş olsalar bile yine terikesinin üçte birinden câiz olur. Fakat bu vakfın geliri, kendilerine vakfedilen vârisler arasında terikenin üçte ikisinin taksim edildiği gibi taksim edilir. Bezzâziye sahibi "vakfı sahih olan üçte bir mirastır" kavliyle "vakıf olan üçte birin geliri hükmen mirâs gibi taksim edilir" mânâsını murad etmiştir. Buna göre Bezzâziye'nin ibâresinde her hangi bir noksanlık yoktur. Artık fukaha, vakıf olan üçte birin gelirine nazaran vârisi itibar etmişler, her ne kadar vasiyetin hepsini diğer vârisler reddetmişler ise de başkalarına (vâris olmayanlara) nazaran vasiyeti itibar etmişlerdir. Vasiyet vârise câiz değil ise de burada vasiyet yalnız vârise olmayıp vâris öldükten sonra başkasına da olduğu için câizdir.

İZAH

"Dört yoldan biriyle ilh..." Bu dört yoldan biriyle vakfın lâzım ve sâbit olması İmam Azam'ın kavlidir. Dört yoldan ikinci ve üçüncü yolda İmam-ı Azam'a göre vakfeden kimse hayatta olduğu müddetçe vakfından dönebilir.

"Yolu ile beraber ilh..." Yani vakfedilen bir mescid, yolu ile beraber ayrılmış olursa vakfı lâzım ve sâbit olur. Hâkim tarafından mescidin vakfedilmiş olduğuna hüküm vermesi lâzım değildir. Eğer mescid yoluyla beraber ayrılmış olmazsa vakfı sahih olmaz.

"Bir hâkimin hükmüyle ilh..." Yani salâhiyetli bir hâkim, bir şeyin vakıf olduğuna hüküm verince o şey, sahibinin mülkünden çıkar ve vakf-ı lâzım olmuş olur.

T E N B İ H: Fevâkih-i Bedriyye sahibi İbnü'l-Gars zikretmiştir ki; fukaha: "Vakfın sahih olduğuna dair verilen hüküm vakfın lâzım olduğuna verilmiş hüküm değildir." demişlerdir. Bunun tevcihi: İmam-ı Azam'a göre; vakıf câizdir, lâzım olan bir akid değildir. İmameyn'e göre; vakıf lâzım olan bir akiddir. Buna göre, hâkim bir vakfın sahih olduğuna hüküm verince, İmam-ı Azam'ın mezhebine göre o vakfın caiz olduğuna hüküm vermiş olur. Cevazın burada sahih olmaktan başka mânası yoktur. Bir hükmün sahih olması lâzım olmasını gerektirmez. Bundan dolayı bir vakfın lâzım olması için hüküm verilirken lüzumun açık olarak söylenmesi icap eder. Bu izah söz götürür. Çünkü İmam-ı Azam "Vakıf câizdir. Mutlak surette lâzım değildir." dememiştir. İmam-ı Azam'a göre de bir vakıf ölüme ta'lik edildiğinde veya vakıf olduğuna dair hâkim tarafından hüküm verildiğinde o vakıf lâzım ve sâbit olur. Şüphe yok ki, vakfın sahih olduğuna verilen hüküm vakfın lâzım olduğunu gerektireceğinden hüküm verilirken "vakıf lâzımdır" diye açık olarak söylenmesine lüzum yoktur. "İbnü'l-Gars'ın sözü burada bitmiştir.

Velhâsıl: Vakfın sahih olduğuna hüküm, vakfın lâzım olduğuna veya vakıf sahibinin mülkünden çıkmış olduğuna hükümdür. Bu izah da söz götürür. Çünkü fukaha: "Vakfeden kimsenin sadece "şu mülkümü fülan cihete vakfettim" demesiyle vakıf sahih olur." diye ittifak etmişlerdir. İhtilâf ancak vakfın lâzım olup olmamasındadır. İmam-ı Azam'a göre vakıf lâzım değildir. Yani vakfeden kimse, bundan dönebilir ve bu mülk vakfeden kimsenin ölmesiyle varislerine intikal eder. Ancak hâkim vakıf olduğuna hüküm verirse yahut vakıf ölüme nisbet edilip, vakfeden sözünden dönmeden ölürse yahut vakfedilen şey, mescid olup yolu ile beraber ayrılmış olursa, bu hallerde vakıf İmam-ı Azam'a göre de lazım olmuş olur. Artık bundan dönülemez.

Usûl-i Fıkıh'da beyân edilmiştir ki; müctehidler arasında ihtilâflı olan ve kendisine içtihat câiz olan bir mesele hakkında onun lüzumuna inanan salâhiyetli bir hâkim tarafından hüküm verilirse, hüküm geçerli olup müttefekûnaleyh olur. Artık o hüküm başka bir hâkim tarafından bozulamaz. Vakıf da bu kabîldendir. Bundan dolayı bir hâkim tarafından vakfın lüzumuna hükmedilse, ittifakla vakıf lâzım olmuş ve ihtilâf da ortadan kalkmış olur. Ama vakfın sahih olduğuna hükmedilse, vakıf lâzım olmuş ve ihtilaf da ortadan kalkmış olmaz.

"Hakem tarafından ilh" Yani vakfeden ile mütevelli aralarında bir hakem tâyin edip hakem vakfın lâzım olduğuna hükmetse, sahih olan kavle göre onun hükmü ile vakıf lâzım olmaz. Hâkim onun hükmünü iptâl edebilir.

T E N B İ H : İs'âf'da zikredilmiştir ki; vakfeden kimse, vakfın lüzumuna inanan bir müctehid olup bu hususta kendi görüşüne göre hükmederek vakfettiği şeyin mülkünden çıkmış olduğuna karar verse veya vakfeden kimse mukallid olup bir müctehidden sorup o da vakfın lâzım olduğuna fetva verse, mukallid de fetvayı kabul ederek vakfettiği şeyin mülkünden çıkmış olduğuna karar verse -müctehid fikrini değiştirse bile- vakıf lâzım ve sâbit olmuş olur. Artık bu vakıfdan dönülemez.

"Vakıfda dâvâsız şâhid kabul edilir ilh..." Çünkü vakfın hükmü gelirini tasadduk olduğundan Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Allah Teâla'nın haklarında ise dâvâsız, şâhidlerin şehâdeti ile hüküm verilmesi sahihdir.

Hayrüddin-i Remli: "Söz, müctehidler arasındaki ihtilâfı kaldıran hüküm hakkındadır. Yoksa asıl vakfın sâbit olmasına dair verilen hüküm hakkında değildir. Çünkü bazı fukahaya göre asıl vakfın sâbit olması için dâvaya ihtiyaç yoktur. İhtilâfı kaldıran ve vakfın lüzumuna verilen hüküm için dâvâya ihtiyaç vardır." demiştir.

"Ammeye hüküm olup ilh..." Yani bir mülkün vakıf olduğuna verilen hüküm âmmeye (bütün însanlara) verilmiş olur. Yoksa mülk dâvâlarında olduğu gibi hüküm yalnız vakfedenin aleyhinde verilmiş olmaz. Bundan dolayı bir mülkün vakıf olduğuna hüküm verildikten sonra hiç bir kimse "o mülk benimdir" diye dâvâ edemez. Fakat bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan hane benimdir" diye dâvâ edip hâkim de onun olduğuna dair hüküm verdikten sonra başka bir kimse "o hane benimdir" diye dâvâ eder, şâhid getirirse dâvâsı kabul edilir. Ama bir kimsenin hür olduğuna - isterse sonradan olsun - yahut bir kadının nikâhlı olduğuna yahut velâ-yi alâka ile yahut bir çocuğun nesebine dair hüküm verildikten sonra bir şahıs kalkıp "o kimse benim kölem" yahut "o kadın benim zevcem" yahut "o çocuk benim çocuğum" yahut "velâ-yi atâka bana aiddir" diye dâvâ edemez. Çünkü bu dört hususta verilen hüküm âmmeye verilmiş olur. Nitekim gelecektir. Bahır.

"Musannıf da ilh..." Yani musannıf da bir mülkün vakıf olduğuna verilen hükmün âmmeye verilmiş olmasını tercih etmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır: Bunda vakfı iptal etmek için girişilecek hilelerden, desiselerden ve uydurma dâvâlardan korumak olduğu gibi vakfın menfaatı da vardır. Hâvî Kudsî sahibi: "Bir vakıf hakkında ulema arasında ihtilâf bulunursa vakıf için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile fetva verilir. Hatta bir vakfın kira bedeli ziyade olsa, vakfı gözetmek, Allah Teâlâ'nın hakkını korumak ve hayrâtı devam ettirmek için kira akdi bozulur. T.

"Varislerine yapmış olup ilh..."

= Hastanın vakfı beyânında =

Zahiriyye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kadın ölüm hastalığında hanesini önce kızlarına sonra bunların çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına bunların nesilleri kesildikten sonra da fakirlere vakfedip geride iki kızı ile baba bir kız kardeşini ve terike olarak da yalnız bu hanesini bırakarak ölse, kız kardeşi bu vakfa razı olmazsa, vakfı bu hanenin üçte biri hakkında câiz olur, üçte ikisi hakkında câiz olmaz. Artık hanenin üçte ikisi bu vârisler arasında sehimlerine göre taksim edilir. Vakıf olan üçte birin geliri kızlar yaşadıkça vârisler arasında yine sehimlerine göre taksim edilir. Bu kızlar ölünce vakfın geliri vakfedenin şartı üzere bunların çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına sarf edilir. Artık bunda vârislerin hakkı kalmaz.

Kezâ : Bir kimse ölüm hastalığında hanesini vârisi bulunan üç kızına vakfetse, bu hanenin üçte biri kesin olarak vakıf olmuş olur, üçte ikisi de bu kızların arzusuna bağlıdır. Bundan dolayı kızlar vakfa razı olurlarsa hanenin hepsi vakıf olur. Bu meseleler, İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın vakfedilmesi câiz değildir.

Zevcesinden başka vârisi bulunmayan bir kimse ölüm hastalığında malını vakfetse, zevcesi vakfa izin verirse hepsi vakıf olmuş olur. İzin vermezse altıda biri zevcenin, geri kalan vakıf olur. Çünkü Bezzâziye'nin vasâya bahsinde zikredilmiştir ki; tek vârisi zevcesi olan bir kimse bütün malını bir şahsa vasiyet etse, zevcesi vakfa izin verdiği takdirde terikenin hepsi vakıf olur. İzin vermezse terikenin altıda biri zevcenin, altıda beşi kendisine vasiyet edilen şahsın olur. Çünkü terikenin altıda biri zevcenin, altıda beşi de kendisine vasiyet edilen şahsın olur.

METİN

Üçüncü yol: Bir kimsenin "şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete ebedî olarak vakfettim" demesiyle vakıf lâzım ve sâbit olur. Bu ifade ile vakıf, üç imamımıza göre caizdir. Fakat İmam-ı Azam'a göre, hayatta oldukça vakfın gelirini tasadduk etmeyi nezretmiş sayılır. Bu nezri yerine getirmesi kendisine lâzım olur. Bundan dönmesi de câiz olur. Eğer bundan dönmeden ölürse terikesinin üçte birinden mu'teber olmak üzere caizdir.

Şârih der ki; ölüme ta'lik edilen vakıf ile "şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete vakfettim" diyerek yapılan vakıfdan - gerek hâkimin emriyle olsun, gerek hâkimden emirsiz olsun, vakfeden de gerek zengin, gerek fakir olsun- dönülebilir. Şürunbulâli.

Dürer sahibinin: "Vakfeden kimse fakir olup vakıf da tescil edilmiş olmazsa, hâkim o vakfı bozar." demesi söz götürür.

= İmameyn'in kavillerine göre vakfın şartlarına riayet edilmesi lazım gelir. =

Bir vakıf, ayrılıp teslim edilmedikçe tamam olmaz. Musannıf, "Bir vakıf mütevelliye teslim edilmedikçe tamam olmaz." demedi. Çünkü her vakfın teslimi kendisine layık olan şey iledir. Meselâ; bir mescidin vakfı, kendisinin ve yolunun ayrılmasıyla tamam olur. Mescidden başka vakıflar ise bir mütevelli tâyin edilip, kendisine teslim edilmesiyle tamam olur. Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın taksim edilmeden vakfedilmesi câiz değildir. İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir.

= Vakfın sarf edileceği ebedi bir yerin tâyin edilmesinin şart olup olmaması beyânında =

Vakfın gelirinin ebedî kesilmeyecek bir cihete tahsisi şarttır. Bu, İmam Muhammed'in kavlidir. İmam Muhammed'e göre vakıf sadaka gibidir. İmam Ebû Yusuf ise, vakfı köle âzâdı gibi saymıştır. Kavillerin tercihinde ihtilâf vardır. Hâkimler ile müftüler kavillerden diledikleri ile amel etmekte muhayyerdirler. İmam Ebû Yusuf'un kavliyle amel etmek daha ihtiyatlı ve daha kolaydır. Bahır.

Dürer ile Sadru'ş-Şeria'da: "İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir." diye zikredilmiştir. Musannıf da bunu ikrar etmiştir.

İZAH

"Şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete ebedî olarak vakfettim" cümlesinde "ebedî olarak" ifadesi söylendikten sonra "hayatımda ve ölümümden" ifadesinin söylenmesine ihtiyaç yoktur. Çünkü İs'âf'da: "Bir kimse "şu mülküm vakfedilmiş ebedî bir sadakadır" dese, bütün âlimlere göre bu ifade ile o mülkün vakıf olması câiz olur. Şu kadar var ki; İmam Muhammed'e göre: o mülkün bir mütevelliye teslim edilmesi şarttır, âlimlerden bir cemaat bunu ihtiyar etmiştir. İmam-ı Azam'a göre; o mülk, eski mülkiyeti üzere bakî kalıp gelirinin tesadduk edilmesi nezredilmiş olur, nezrin yerine getirilmesi lâzım olur. O kimse ölünce, o mülk mirâs olarak vârislerine intikal eder." diye zikredilmiştir.

"Kavli söz götürür ilh..." Çünkü ölüme ta'lik edilen vakıf ile "şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete vakfettim" ifadesiyle yapılan vakıfdan dönülebilmesi için vakfeden kimsenin fakir olması ve hâkimin vakfı bozması şart değildir. Vakfeden kimse kendisi bozabilir. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İleride gelecektir.

"Bir mescidin vakfı ilh..." Yani vakfedilen mescid olursa içinde namaz kılınması ile; mezarlık olursa içine bir kişi olsun defnedilmesi ile; çeşme olursa suyundan bir kişi olsun içmesi ile; han olursa içinde bir yolcu olsun misafir olması ile vakfı lâzım olur. Eğer han, Mekke-i Mükerreme'de olup hacıların kalması için vakfedilmiş olursa veya hududda olup mücahidlerin kalması için vakfedilmişse, bir mütevelliyle teslim edilmesi lâzım gelir. Çünkü bunlar senede bir defa kalacaklarından ona bakacak bir mütevelliye ihtiyaç vardır. Vakfedilen su deposu olup doldurulmaya muhtaç olursa, onun da bir mütevelliye teslim edilmesi lâzımdır.

"Mescidden başka vakıflarda ise ilh..." Yani mescidden başka bir vakfın tamam olması için bir mütevelliye teslim edilmesi lazımdır. Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; vakfeden kimse kendisini kayyım tayin etse, vakfın teslim edilmesi şart değildir. Fakat bir vakfın lazım olması için bir mütevelliye teslim edilmesinin şart olduğunu söyleyen İmam Muhammed'e göre; vakfedenin kendisini mütevelli tayin etmesi sahih olmaz. Vakfın mütevelliye teslim edilmesini şart koşmayan İmam Ebû Yusuf'a göre; vakfedenin kendisini vakfına mütevelli tâyin etmesi sahih olur.

"Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın ilh..." Yani taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın taksim edilmeden vakfedilmesi caiz değildir. Hatta bir vakfın her tarafına yaygın olan bir kısmına hak sahibi çıksa, bu vakıf yapıldığı zaman ortak bulunduğu için vakıf batıl olur. Fakat bir kimse ölüm hastalığında bir mülkünü vakfedip öldükten sonra vârisleri o mülkün üçte ikisinden dönse, bu ortaklık sonradan arız olduğu için vakıf bâtıl olmaz. Bir vakfın muayyen bir kısmına hak sahibi çıksa, ortak olan kısım vakfın her tarafına yaygın olmadığı için vakıf bâtıl olmaz. Bahır.

Bir mülk iki kimse arasında ortak olup beraber vakfedilir ve bir mütevelliye teslim olunursa, ittifakla câizdir. Çünkü İmanı Muhammed'e göre; vakfa mani olan ortaklık, mütevelliye teslim edilirken olan ortaklıktır; yoksa vakıf akdi yapılırken olan ortaklık vakfa mani değildir. Burada ikisi beraber vakfedip, mütevelliye beraber teslim ettikleri için vakfa mani bulunmamıştır.

Keza: İki ortaktan her biri hissesini aynı hayır cihetine vakfedip beraberce bir mütevelliye teslim etseler, teslim edilirken ortaklık bulunmadığı için vakıf yine caiz olur.

Keza: İki ortaktan her biri hissesini ayrı ayrı hayır cihetine vakfedip, ayrı ayrı mütevelliye teslim etseler bakılır: Eğer teslimleri aynı zamanda olursa veya her biri kendi mütevellisine: "Benim hissemi ortağımın hissesi ile beraberce teslim al!"derse vakıf sahih olur. Ama her biri hissesini ayrı ayrı vakfedip, başka başka mütevelliye teslim ederlerse, akid ve teslim zamanında ortaklık mevcut olduğu için İmam Muhammet'e göre vakıf sahih olmaz. İs'af.

Yine İs'af'da zikredilmiştir ki; Üç kızından başka varisi bulunmayan bir kadın ölüm hastalığında hanesini önce üç kızına onlar öldükten sonra fakirlere vakfetse, terike olarak da yalnız bu haneyi bıraksa, hanenin üçte biri vakıf olur, üçte ikisi de kızlara miras olarak kalır. Bu İmam Ebu Yusuf'a göredir. İmam Muhammet'e göre; taksimi mümkün olan ortak bir malın vakfı caiz değildir. Çünkü bu hane kızlar arasında taksim edilmemiştir.

"Vakfın gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete tahsisi şarttır ilh." Bu şart İmam Muhammet'e göredir. İmam Ebu Yusuf'a göre ise vakfın sahih olması için, gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete verilmesini açık olarak söylemek şart değildir. Bu ihtilaf mescidden başka olan vakıflar hakkındadır. Mescit yolu ile birlikte ayrılıp vakfedilince İmam Muhammet'e göre de vakfı lazım ve sabit olur.

Bir malın vakfedilmiş olduğuna salahiyetli bir hakim tarafından hüküm verilince, o mal sahibinin mülkünden çıkar, o malın vakfı lazım ve sabit olur. O malın vakfedilmiş olduğuna hüküm verilmeyince İmam Muhammet'e göre; yukarıda geçen şartlar bulunmadıkça vakıf sahibinin mülkünden çıkmış olmaz. Musannıf bazı alimlere tabi olarak İmam Muhammet'in kavlini ihtiyar etmiştir. Fakat ekseri ulema İmam Ebu Yusuf'un kavlini alıp: "Fetva bu kavil üzeredir." demişlerdir. Hiç bir alim vakıf hakkında İmam-ı Azam'ın kavlini tercih etmemiştir.

"Vakıf sadaka gibidir ilh..." Yani İmam Muhammed'e göre, bir vakfın lazım ve sabit olması için ayrılıp bir mütevelliye teslim edilmesi icap eder.

"Vakfı köle âzâd etmek gibi saymıştır ilh..." Yani İmam Ebû Yusuf'a göre; bir köle âzâd edilmekle efendisinin mülkünden çıktığı gibi, bir mülk de sahibi tarafından mücerred vakıf edilmekle vakfı lazım olur. Vakfın lazım olması için mülkün ayrılıp mütevelliye teslim edilmesi lazım gelmez.

= İmam Ebû Yusuf'a göre; "şu malım vakfedilmiştir." Kavli ile "şu malım fülan zâta vakfedilmiştir" kavil arasında fark vardır =

İs'âf'da zikredilmiştir ki: bir kimse muayyen şahıslara vakfetse, meselâ "şu mülkümü Zeyd'in çocuklarına vakfettim" dese, İmam Ebu Yusuf'a göre de bu vakıf sahih olmaz. Çünkü kendilerine vakıf yapılan şahısların tâyin edilmesi başkalarının murad edilmesine mani olur. Yani bir mülk muayyen şahıslara vakfedildiğinde o vakıf dan başkaları istifade edemezler. Muayyen şahıslar ölünce vakfın gelirinin sarf edileceği yer kalmamış olur. Ama böyle kendilerine vakıf yapılanlar tayin edilmediğinde İmam Ebu Yusuf'a göre, vakıf sahih olur, vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Bundan dolayı bir kimsenin "şu mülküm vakfedilmiştir" ifadesi ile "şu mülküm çocuğuma vakfedilmiştir" ifadesi arasında İmam Ebu Yusuf'a göre fark olup, birinci ifade ile vakıf sahih olur. Çünkü vakfın gelirinin sarf edileceği yer tayin edilmediğinde örfen fakirlere sarf edilir. İkinci ifade ile vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfın sarf edileceği yer muayyen olduğu için o çocuk öldükten sonra o vakfın geliri örfen başkalarına sarf edilemez. Bununla İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed arasındaki ihtilafın bir vakfın gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete tahsisinin şart olup olmadığı anlaşılır. İmam Muhammed'e göre, bir vakfın gelirinin mescidler ve fakirler gibi ebedi kesilmeyecek bir cihete sarf edilmesini vakıf yapılırken söylemek şarttır. Böyle bir cihet zikredilmezse vakıf sahih olmaz. Hatta bir vakfın gelirinin sarf edilmesi için muayyen bir mescid zikredilse kifayet etmez. Çünkü bu mescid yıkılıp yok olabilir. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, vakıf yapılırken vakfın gelirinin ebedi bir cihette sarf edilmesi zikredilmese de vakıf sahih olur. Hatta bir kimse "şu mülkümü çocuklarıma vakfettim" deyip, çocuklarım öldükten sonra "fakirlere vakfettim" demese bile vakıf sahih olur. Çocukları öldükten sonra o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıfdan maksat, vakfın devamıyla gelirinin fakirlere aid olmasıdır. Böyle bir şart delalet yoluyla sabittir, vakfın mahiyetinde mevcuddur. Buna göre ittifakla manen te'bid şarttır. Yani bir vakfın gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete sarf edilmesiaçık olarak söylenmese bile manen söylenmiş olur.

Velhasıl: Vakıf olmayı ifade edip etmeyen lafızlardan bir kısmı şunlardır: "Şu malım Allah için sadakadır" şu mülkün Allah için vakfedilmiştir" yahut "şu malım Allah için vakfedilmiş sadakadır" yahut "şu hanem hayır cihetine vakfedilmiştir" ifadeleriyle fakirler için vakıf yapılmış olur. "Şu malım cihada vakfedilmiştir" yahut "ölülerin kefenleri için vakfedilmiştir" yahut "kabir kazanlar için vakfedilmiştir" ifadeleriyle de vakıf yapılmış olur.

"Şu mülküm fülan kimseye" yahut "fülan kimsenin çocuklarına vakfedilmiş sadakadır" ifadesiyle de vakıf yapılmış olur. Bu vakfın geliri hayatta bulundukça bunlara aid olup, öldüklerinde fakirlere sarf edilir.

"Şu arazim fülan zâta vakfedilmiştir" yahut "çocuklarına vakfedilmiştir" yahut -adedleri sınırlı olan- "akrabamın fakirlerine veya yetimlerine vakfedilmiştir" ifadeleriyle de İmam Ebû Yusuf'a göre vakıf yapılmış olur. Çünkü İmam Ebu Yusuf'a göre vakıf yapılırken "te'bîd" lâfzının açık olarak söylenmesi şart değildir. Fakat İmam Muhammed'e göre bu ifadeler ile vakıf yapılmış olmaz. Çünkü sonu kesilecek kimselere vakfedilmiş olur ki, caiz değildir.

"Şu mülküm hayatımda ve ölümümden sonra ebedî olarak sadakadır" yahut "vakfedilmiş bir sadakadır" ifadesiyle de fakirler için vakıf yapılmış olur. Şu kadar var ki, bu şekilde yapılan bir vakıf nezir hükmündedir. Bunun gelirini vakfedenin nezir olarak tesadduk etmesi lâzım gelir. Fakat bu vakıfda vasiyet mahiyeti de bulunduğundan bundan dönmesi de caiz olur. Dönmediği takdirde ise ölümünde terikesinin üçte birinden muteber olur.

"Şu arazimi ölümümden sonra vakfettim" ifadesi vasiyet sayılıp, bundan dönme bulunmayınca terikesinin üçte birinden sahih olur.

"Vefatından sonra vakfedilmesini vasiyet etmek" de bu hükümdedir.

"Şu mülküm sadakadır" yahut "şu mülkümü fakirlere tesadduk ettim" ifadeleri nezir sayılır. Bundan dolayı bu mülkün kendisi veya kıymeti fakirlere tesadduk edilse nezir yerine getirilmiş olur. Tesadduk edilmezse vârislere intikâl eder.

"Şu mülküm hayır cihetine veya iyilik cihetine sadakadır" ifadesi de vakıf olmayıp nezirdir. Fakat "şu mülküm sadakadır" ifadesine "satılamaz", "bağışlanamaz", "mirâs olmaz" ifadeleri ilave edilirse, fakirler için vakıf yapılmış olur.

"Şu hanem vakfedilmiş ebedi sadakadır" ifadesi İmam-ı Azam'a göre nezir sayılır. Gelirini tesadduk lâzım gelir. Sonra varislere intikal eder. İmam Muhammed'e göre de mütevelliye teslime muhtaç olur, teslim edilince bir vakıfı lâzım olmuş olur. İmam Ebû Yusuf'a göre; mütevelliye teslim edilmese de mücerred söz ile vakıf gerçekleşmiş olur.

"Şu mülkümün gelirinden her ay şu kadar ekmek alıp fakirlere dağıtınız" denilse, o mülk vakıf olmuş olur.

"Şu hanemi fülan mescidin tamirine vakfettim" ifadesi ile bu hane İmam Ebû Yusuf'a göre o mescide vakfedilmiş olur. İmam Muhammed'e göre; bu vakıf sahih olmaz. Bazı fukaha: "Bu vakıf ittifakla sahih olur." demişlerdir. Muhtar olan kavil de budur. Mütevelli bu hanenin gelirini tamirden başka bir şeye sarf edemez. Muhit, Bahır, Haniyye, Münteka, Hidâye, Hindiyye.

METİN

Bir ay veya bir sene gibi muvakkat olarak yapılan bir vakıf, ittifakla batıl olur. Bundan dolayı bir kimse bir mülkünü muayyen bir şahsa vakfetse, o şahsın ölümünden sonra vakfeden kimsenin vârislerine intikal eder. Bu kavil ile fetva verilir. Dürer, Fetih.

Şârih der ki: Hâniyye'de: "Muvakkat olan bir vakıf mutlak surette sahihdir." diye zikredilmiştir. Bunu Şürunbulâli de ikrar etmiştir.

Bir vakıf tamam ve lazım olunca sahibinin mülkü olmaz. Başka bir kimseye mülk, âriyet ve rehin olarak verilmez.

= Kitap vakfedenin âriyet olarak ancak rehinle verilmesini şart kılması =

Kitaplarını vakfeden kimse, kütüphanesinden kitaplarının rehinle çıkarılmasını şart kılsa bu şartı batıl olur.

= Bir kimse bir hanede bir müddet oturduktan sonra o hânenin vakıf olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin kirasını vermesi kendisine lâzım olur =

Bir hâneyi satın alan veya kendisine rehin olarak verilen kimse, bir müddet oturduktan sonra o hanenin vakıf veya bir çocuğa aid olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin ecr-i mislini vermesi lazım gelir. Kınye.

= Vakıf bir araziyi hak sahiblerinin aralarında nöbetleşe kullanmaları =

Ortak bir vakıf hak sahipleri arasında taksim edilmeyip, onda nöbetleşe tasarruf da bulunurlar. İmameyn'e göre; eğer taksim, vakfeden ile ortağı yahut başka bir vakfeden yahut onun mütevellisi arasında olup vakıf cihetleri ayrı olursa taksim edilir. Kariü'l-Hidâye.

Bir kimse bütününe mâlik olduğu bir mülkün yarısını vakfetse, hâkim onu vakfedenin rızasıyla taksim eder. Vakfeden kimse öldükten sonra vakfedilen kısım vârislerine intikal eder. Hâkim, yarısı vakfedilen mülkü ikiye taksim edip şübheden uzak olması için kur'a çeker. Vârislerin kendilerine düşen kısmı satmaları câizdir. Kariü'l-Hidâye sahibi bununla fetva vermiştir.

Bir vakıf kendilerine vakfedilenler arasında ittifakla taksim edilmez. Çünkü onların hakları vakfedilen mülkün aynında olmayıp gelirindedir. İbn-i Nüceym Fetavasında bu kavil ile fetva vermiştir. Kariü'l-Hidaye sahibi de "Mezhebin muhtar olan kavil budur." demiştir. Bazı fukahaya göre, bir vakfın kendilerine vakfedilenler arasında taksim edilmesi caizdir. Fakat bu kavil, icmâa muhâlif olduğundan zayıftır.

Vakıf olan bir hanede, kendilerine vakfedilenlerden bazıları oturup bazıları yer bulamadıkları için oturamasalar, artık oturamayanlar oturanlardanücret isteyemezler ve onlara "sizin oturduğunuz müddet kadar biz de oturacağız" diyemezler. Çünkü muhâyât (nöbetleşe oturmak) ancak hâkimin kararından sonra olur. Fakat kendilerine vakfedilen iki kimseden birisi vakıf olan hanenin hepsini diğerinden izinsiz zorbalıkla kullansa -her ne kadar o hane onların oturmaları için vakfedilmiş olsa bile- kendisine ortağının ücretini vermesi lâzım gelir. Ama iki kimse arasında ortak olan bir hanede birisi diğerinden izinsiz otursa - o hane kiraya verilmek için hazırlanmış olsa bile- kendisine diğer ortağının ücretini vermesi lazım gelmez.

Şârih der ki: Kendisinde oturulan hanenin bir kısmı mülk, bir kısmı vakıf olursa oturana diğer ortağının ücretini vermesi lâzım gelir. Gasb Bahsinde gelecektir.

İZAH

"İttifakla bâtıl olur ilh..." Yani bir kimse bir mülkünü bir ay veya bir sene müddetle vakfetse bakılır: Eğer tayin ettiği vakitten sonra vakfından döneceğini şart koşarsa bu vakıf ittifakla bâtıl olur. Eğer tayin ettiği vakitten sonra vakfından döneceğini şart koşmazsa Hassaf'a göre, yine vakıf batıl olur. Hilal'e göre ise bu vakıf sahih olur.

İs'af'da zikredilmiştir ki: Hilâl b. Yahya'ya göre bir kimse benim ölümümden sonra "şu mülküm bir sene müddetle vakfedilmiş bir sadakadır" dese bu mülk ebedi olarak vakfedilmiş olur. Eğer "bir sene geçtikten sonra vakıf bâtıldır" derse bu takdirde şart kıldığı gibi o mülkün geliri bir sene fakirlere sarf edilir ve mülk vârislerinin mülkü olur. Çünkü vakfın bâtıl olmasını şart kılmasıyla ölümünden sonraya nisbet ettiği vakıf lâzım olmaktan çıkıp sırf vasiyet olmuş olur.

"Bir kimse bir mülkünü muayyen bir şahsa vakfetse ilh..." Yani muayyen bir şahsa vakıf "sadaka" lâfzıyla yapılırsa meselâ: Bir kimse "şu mülküm fülan şahsa vakfedilmiş bir sadakadır" derse, bu vakıf sahih olur. O şahıs öldükten sonra o mülkün geliri fakirlere sarf edilir. Metinde "o şahsın ölümünden sonra o vakıf vakfeden kimsenin vârislerine intikal eder" diye zikredilen kavil muhakkık âlimlerin kavillerine muhâlifdir.

"Hâniyye'de ilh..." Yani Hanîyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse şu hanemi bir gün" veya "malûm olan bir vakit" veya "bir ay müddetle vakfettim" deyip bu ifadesi üzerine bir şey ilave etmese, bu vakıf câiz olur.

Ben derim ki: Dürer'in ibaresi; "bir mülkünü muvakkat bir müddetle vakfeden kimsenin tayin ettiği müddetten sonra vakfından döneceğini şart kılması" mânâsına hamledilmelidir. Bu takdirde Hâniyye'de zikredilen Dürer'de zikredilene muhâlif olmaz. Çünkü Hâniyye sahibi de "bu ifadesi üzerine bir şey ilave etmezse "kavliyle" vakfeden kimsenin tayin ettiği müddetten sonra vakfından döneceğini şart kılmamasını" murad etmiştir. Bundan sonra Haniyye sahibi şöyle devam etmektedir: "Bir kimse; şu arazim bir ay müddetle vakfedilmiş bir sadakadır. Bir ay geçtikten sonra vakıf bâtıldır." dese bu vakıf ittifakla bâtıl olur. Çünkü vakfın ebedi olarak yapılması şarttır. Bundan dolayı muvakkat olan bir vakıf câiz olmaz.

"Bir vakıf tamam ve Iâzım olunca ilh..." Yani İmam-ı Azam'a göre yukarıda geçen dört yoldan biriyle, İmam Ebû Yusuf'a göre vakfedenin mücerred sözüyle, İmam Muhammed'e göre bir mütevelliye teslim edilmekle bir mülkün vakfı tamam ve lazım olunca mâlikinin mülkünden çıkar, başkasının mülküne girmez. Tahsis edildiği cihete yani âmmenin menfaatine ait olup, hassaten mülkü ilâhi hükmünde bulunur. Bundan dolayı vakıf bir mal başkasına mülk ariyet ve rehin olarak verilemez. Hanelerini gelir getirmeleri için vakfeden bir kimsenin o hanelerinden birinde herhangi bir şahsı kirasız oturtması câiz olmaz.

Vakıf bir malın rehin verilmesi sahih değildir. Çünkü rehin, alınacak bir hak karşılığında bir malın hapsedilmesidir. Hatta rehin telef olsa alacaklı - rehin, alacağı hakkına eşit ise - hakkını almış olur. Rehnin telef olmasıyla alacaklının hakkını alması ise ancak rehin verilen şeyin mülk olarak verilmesi mümkün olan şeylerde olur. Halbuki vakıf bir malın mülk olarak verilmesi mümkün değildir. Çünkü vakıf ariyet alanın yanında emanet olduğundan ödenmez.

"Kitaplarını vakfeden kimse ilh..." Eşbâh'ın "el'kavlü fiddeyn" Bahsinin "Fer'i"nde İmam Sübkî'ye nisbet edilerek zikredilmiştir ki; son zamanlarda kitap vakfedenin "kitaplarını ancak rehin karşılığında verilsin yahut asla kitaplarım yerinden çıkartmasın" diye ortaya yeni bir şart çıkmıştır. Bu hususta ben derim ki: Bu kitapların rehin verilmesi sahih olmaz. Çünkü bunlar kendilerine vakfedîlenlerin elinde emanettir, ödenmeleri lâzım değildir. Bu kitaplara ariyet denilmez. Onları alan vakıf ehlinden ise, bu kitaplarla faydalanmaya hakkı olur. Kitap elinde emanet kalır. Kitap (karşılığında rehin alınmasının şart koşulması fasiddir. Kitap karşılığında rehin verilirse, verilen fasid olur; bu rehin kütüphane memurunun elinde emanet olur. Bu, rehin ile şer'î rehin murad edildiğine göredir. Eğer rehin ile lügat mânâsı yani rehin alınmakla verilen kitabın hatırlanması murad edilirse, bu takdirde kitabın rehin karşılığında verilmesi şartı sahih olur. Çünkü bu doğru bir şeydir. Vakfeden tarafından rehnin şer'i veya lûgavî mânâlarından hangisinin murad edilmiş olduğu bilinmediği takdirde lûgavî manasının murad edilmiş olduğuna hamlolunur. Kitaplarını vakfeden kimse "kitapları kütüphaneden okunmak için alınırken kitabın dışarı verildiğini hatırlatacak bir şeyin alınan kitabın yerine bırakılması lâzımdır" diye şart koşarsa bu şart sahih olur. Çünkü vakfeden kimse, kitaplardan faydalanmak için alınan kitabın yerine bir şeyin bırakılmasını şart koşmuştur. Kitabın yerine bırakılan şeye "rehin" denilmez, onu sahibi alabilir. Kütüphane memuru da ondan verilen kitabın getirilmesini ister. Kitabın yerine bırakılan şey için rehin hükmü sabit olmaz, o şey satılamaz. Kitabı alan kimsenin kusuru olmadan aldığı kitap telef olursa bıraktığı şey kitabın bedeli de olmaz.

"Oturduğu müddeti ecr-i mislini vermesi lâzım gelir ilh..." Müteahhirin âlimlere göre, vakfa veya yetime aid gayr-i menkûl bir mülkün menfaati ödenir. Bundan dolayı Kınye'de: "Bir kimse bir hanede kendi mülkü olduğunu iddia ederek senelerce oturduktan sonra o hanenin vakıf olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin kirasını vermesi kendisine lâzım gelmez." diye zikredilen kavil zayıftır. Bahır sahibi -is'âf'da beyân edildiğine göre-: "Kiranın lâzım olmaması mutekaddimin âlimlerin kavlidir. Kiranın lâzım olması müteahhirin âlimlerin kavlidir." demiştir.

"Hak sahipleri arasında taksim edilmeyip ilh..." Yani bir kimse ortak olduğu bir mülkteki hissesini vakfedip, bir hâkim tarafından ortak bir mülkün vakfının câiz olduğuna dair hüküm verildikten sonra ortaklardan birisi o mülkün taksimini istese İmam-ı Azam'a göre, taksim edilmeyip nöbetleşe kullanılır. İmameyn'e göre, taksim edilir. Bir arazi muayyen bir cemaate vakfedilip o cemaat aralarında anlaşır ve her biri o arazinin bir parçasını kendi nefsi için ekip biçerse bakılır: Eğer her sene ekip biçtikleri parçaları birbiriyle değiştirirlerse, bu şekilde bölme hakiki taksim olmadığından câiz olur ve bunu iptal edebilirler. Eğer ekip biçtikleri parçaları her sene birbirleriyle değiştirmezlerse bu hakiki taksim olduğu için câiz değildir,

= Vakıf bir hanenin kendisinde hakkı olanlara dar gelmesi beyanında =

Bir kimse bir hanesini vakfedip o hanede çocuklarının ve torunlarının oturmalarını şart kılsa, onlardan birisi hayatta bulunduğu müddetçe oturma hakkı onlara aid olur. Onlardan bir kimse hayatta kalıp o hanenin tamamını veya kendisinden artan kısmını kiraya vermek istese kiraya veremez. Çünkü kendisine tanınan hak oturmasıdır; kiraya vermesi değildir. Vakfeden kimsenin çocukları çok olup hane onlara dar gelse o haneyi kiraya veremezler. Ancak hane onların adedlerine göre oturulacak kısımlara ayrılır. Onlardan biri ölünce onun oturma hakkı hayatta olanlara kalır.

Vakfeden kimsenin erkek ve kız çocukları olup; erkek çocuklar zevceleriyle beraber, kızlar da kocalarıyla beraber oturmak isteseler bakılır: Eğer hanenin müstakil odaları bulunursa beraber oturmaları câizdir. Hane bir olup onu aralarında kısımlara ayırmak da mümkün olmazsa hane de ancak vakfedenin oturmasını şart kıldığı kendi erkek ve kız çocukları oturabilir. Bundan anlaşılmıştır ki; o hanede vakfedenin çocuklarından bir kısmı oturup bir kısmı yer bulamadıkları için oturamasalar, oturamayanlar oturanlardan kira alamazlar. İsterlerse onlar da oturanlarla beraber otururlar. Eğer hane onlara dar gelirse canı sıkılan çıkar.

"Taksim edilir ilh..."

=Ortak bir mülkü vakfedenin ortağı ile beraber taksim etmesi beyanında=

Bir kimse ortak bir mülkteki hissesini vakfettikten sonra ortağı ile beraber o mülkü taksim etseler kendisine düşen hisseyi ikinci defa vakfetmesi lâzım gelmez. Çünkü taksim etmek vakfedilen hisseyi tayin etmek içindir. Fakat ihtilâftan kurtulmak isterse kendisine düşen hisseyi ikinci defa vakfeder.

= Bir kimsenin ortak arazilerde vakfetmiş olduğu hisselerini bir arazide toplaması beyanında =

Zahîriyye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse kendisi ile başka bir şahıs arasında ortak bulunan arazi ve hanelerdeki hisselerini vakfettikten sonra ortağı ile o mülkleri taksim edip arazideki hisselerine bir yerde, hanelerdeki hisselerini bir hanede toplamak istese, İmam Ebû Yusuf ile Hilâl'in kavline göre bu câizdir.

= Taksimde fazla para konsa, vakfedenin o parayı vermesinin sahih olup almasının sahih olmaması beyanında =

Bir arazi veya bir hanenin taksiminde hissenin birisi diğer hisseye nisbetle daha kıymetli olduğu takdirde eşitliği temin için kıymeti fazla olan hîssenin kıymetçe fazlalığına karşılık para konur: Eğer kıymeti fazla olan hisse ortağına düşerse vakfedenin o parayı alması câiz olmaz. Çünkü vakfeden kimse vakfettiği hissesinin bir kısmını para karşılığında satmış sayılır. Eğer kıymeti fazla olan hisse vakfeden kimseye düşerse ortağının o parayı alması câiz olur. Çünkü vakfeden kimse para karşılığında ortağının hissesinin bir kısmını satın alıp vakfetmiş sayılır.

"Vakıf cihetleri ayrı olursa ilh..." Yani iki vakıfdan her birinin vakıf cihetleri ayrı olursa taksim edilir. Fakat bu ibare İs'âfın ibaresine muhaliftir.

= Bir arazinin yarısı vakfedildikten sonra diğer yarısı da vakfedilse iki vakıf olmuş olur =

İs'âf'ın ibâresi şöyledir: Bir kimse bir arazisinin yarısını bir cihete vakfedip ona mütevelli olarak Zeyd'i tâyin ettikten sonra aynı arazinin diğer 'kısmını da aynı cihete veya başka bir cihete vakfedip ona mütevelli olarak da Amr'i tâyin etse, Zeyd ile Amr'in o araziyî taksim edip her birinin arazinin yarısını alması câiz olur. Bu suretle her biri mütevelli tâyin edilmiş olduğu kısmı elinde bulundurmuş olur. Çünkü o arazinin her bir yarısı ayrı ayrı vakfedilince -gelirlerinin sarf edileceği cihet bir olsa bile- iki vakıf olmuş olur. Nitekim o arazi iki kimse arasında ortak olup ortaklardan her biri arazideki hisselerini vakfetmiş olsalardı, iki vakıf olmuş olurdu.

"Kendisine ortağının ücretini vermesi lâzım gelir ilh..." Çünkü o kimse vakfı zorbalıkla kullandığı için gasbetmiş olur. Vakfın menfaatları ise muhtar olan kavle göre ödenir, önce zikredilen meseledeki oturanlar gasbedici olmadıklarından vakfın menfaatını ödemeleri lâzım gelmez.

METİN

= Mescidin hükümleri beyanında =

Dört yoldan biriyle yapılan bir vakıf lâzım ve sabit olur. Üç yol yukarıda zikredilmiştir.

Dördüncü yol: Bir kimse bir mescid veya bir namazgâh yapıp onu yoluyla beraber kendi mülkünden ayırsa, o mescid veya namazgâhın vakfı lâzım olup o kimsenin mülkünden çıkmış olur.

İmam Ebû Yusuf'a göre: Vakfeden kimsenin sadece "ben bunu mescid kıldım" demesiyle o mescidin vakfı lâzım olup o kimsenin mülkünden çıkmış olur.

İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre; mescidin içinde cemaatle namaz kılınması da şarttır. Bazı fukahaya göre, o mescidin içinde bir kimsenin namaz kılması kafidir. Haniyye sahibi: "Bazı fukahanın zikrettiği kavil zahir rivayettir." demiştir.

FER'İ BİR MESELE : Bir mahalle halkı mahalle mescidini yıkıp evvelkinden daha sağlam yapmak isteseler bakılır: Eğer yapan kimse mahalle halkından ise buna ruhsat verilir. Mahalle halkından değil ise buna ruhsat verilmez. Bezzaziyye.

Mescidin faydası için altına serdab (sıcaktan serinlenmek için girilen yer altı odası) yapılması caizdir. Nitekim Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'da vardır. Serdab mescidin faydası için yapılmazsa yahut mescidin üstüne ev yapıp mescidin kapısını yola çevirerek mescidi mülkünden ayırsa o mescid, mescid olmaz. O mescidi satması câiz olur. O mescid, mirâs olarak vârislerine kalır. İmameyn'e göre; o mescid, mescid olmuş olur. Nitekim bir kimse hanesinin ortasında mescid yapıp orada namaz kılınmasına izin verirse, o mescid, mescid olmuş olmaz. Fakat o mescidin yolunu ayırırsa mescid olmuş olur. Zeylai.

FER'İ BİR MESELE : Eğer bir mescidin üstüne imam için ev yapılmış olsa, bu ev mescidin faydası için olduğundan mescidin olmasına zarar vermez. Ama mescidin olması vakfedenin "bunu vakfettim" sözüyle veya içinde namaz kılınmakla tamam olduktan sonra mescidi vakfeden kimse üstüne bina yapmak istese buna ruhsat verilmez. Hatta mescidi yaparken üstüne bina yaptırmak niyetindeydim dese sözünde tasdik edilmez. Vakfeden kimse mescidin üstüne bina yapmaktan men edilince başkaları evleviyetle men olunur. Mescidin üstüne yapılan her ne kadar mescidin duvarlarının üstüne yapılsa bile binanın yıkılması vâcib olur. Mescidin üstüne yapılan binayı mescid için irad getiren vakıf veya oturma yeri yapmak câiz değildir. Bezzaziyye.

İZAH

"Bir kimse bir mescid ilh..." Bilmiş ol ki: İmam Muhammed'e göre; bir vakfın vakıf olarak lazım ve sabit olması için o vakfın mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Fakat bir mescidin vakfının lâzım olması için mütevelliye teslim edilmesi şart olmayıp o mescidin yoluyla beraber vakfedenin mülkünden ayrılmış olması ve içinde cemaatle namaz kılınması şarttır.

İmam-ı Azam'a göre; bir mescidin mescid olduğuna dair hakim tarafından hükmedilmese bile vakfeden kimse mescidi yoluyla beraber mülkünden ayırıp içinde cemaatle namaz kılındığında o mescid vakıf olmuş ve vakfedenin mülkünden çıkmış olur. Dürer.

"Veya bir namazgâh ilh..." Namazgah: Cenaze namazı kılınan yere ve bayram namazı kılınan yere şâmildir. Bazılarına göre, namazgâh mescid olmuş olur. Hatta bu namazgâhı vakfeden öldüğü zaman o yer vârislerine mirâs olarak intikal etmez. Bazılarına göre; cenaze namazı kılınan yer mescid hükmünde olmuş olur. Fakat bayram namazı kılınan yer mutlak surette mescid olmuş olmaz. Ancak oradan imama uymanın sahih olması hususunda orası mescid hükmünde sayılır. Bazılarına göre bayram namazı kılınan yer namaz kılınırken mescid olur. Başka zaman mescid sayılmaz. Hâniyye, İs'âf.

"Mülkünden ayırsa ilh..." Yani bir kimse bir mescidi vakfedip yoluyla beraber mülkünden ayırıp içinde cemaatle namaz kılınınca ihtilafsız o mescid, mescid olmuş olur.

Ben derim ki: Zahîre'de: "Bir kimsebir mescid yapıp içinde cemaatle namaz kılınması için izin verdiğinde o mescid, mescid olmuş olur." diye zikredilmiştir.

Kınye'den naklen Nehir'de zikredilmiştir ki; bir kimse hanesinin ortasında mescid yapıp insanların oraya girip namaz kılmaları için izin verirse bakılır: Eğer o mescidin yolunu ayırırsa üç imamımıza göre o mescid, mescid olmuş olur. O mescide yol ayırmazsa İmam-ı Azam'a göre o yer mescid olmaz. İmameyn'e göre mescid olur. Yol ayırmasa bile, yol mescidin hakkıdır. Nitekim bir kimse arazisini kiraya verip yolunu ayırmasa yol kendiliğinden ayrılmış olur.

Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; bir mescidin vakıf olabilmesi için vakfedenin mülkünden her cihetle ayrılmış olması lâzımdır. Bundan dolayı bir mescidin altında veya üstünde vakfedene aid dükkanlar bulunsa, bu mescid vakfedenin mülkünden çıkmış olmaz. Çünkü o mescide kul hakkı teallûk etmektedir.

T E N B İ H : Bahır sahibi: "Hâvi'nin kelâmından anlaşıldığına göre mescidin arsasının mescidi yapanın mülkü olması şarttır." demiştir. Fakat Tarsûsî; "Binanın vakfının câiz olduğuna göre, kiralanmış bir arsa üzerine mescid yapılması da câizdir." demiştir. Fetâvây-ı Hayriyye sahibine "çadırdan mescid yapılsa mescid olur mu?" diye sorulmuş, o da "mescid olmaz" diye fetva vermiştir.

"İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre ilh..." Yani İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre vakfedilen bir mülkün teslim edilmesi lâzımdır. Her vakfın teslimi de vakfedildiği cihete göredir. Vakfedilen kabristanın teslimi bir kişinin olsun oraya defnedilmesiyledir. Vakfedilen bir çeşmenin teslimi bir kişinin olsun ondan su içmesiyledir. Vakfedilen bir hanın teslimi orada bir kişinin olsun misafir olmasıyladır. Vakfedilen bir mescidin teslimi ise içinde bir kere olsun ezan ve ikametle ve cehren cemaatle namaz kılınmasıyladır.

Fetih'de zikredilmiştir ki; yeni vakfedilmiş bir mescidde bir kimse hem imam hem müezzin olup tek başına namaz kılsa, ittifakla o mescidin vakfı lâzım ve sâbit olmuş olur. Çünkü bu şekilde kılınan namaz cemaatle kılınmış gibi olur.

Bilindiği gibi bir mescidin içinde kılınan namaz mescidin teslim edilmesi yerine geçmektedir. Buna göre bir mescid mütevelliye teslim edilince içinde namaz kılınmış olmasa bile o mescidin vakfı lâzım ve sabit olur. Esah olan kavil budur.

Keza yeni vakfedilen bir mescid hâkime veya naibine teslim edildiğinde yine o mescidin vakfı lâzım ve sabit olmuş olur.

"Mescidin içinde ilh..." Yani bazı fukahaya göre yeni vakfedilen bir mescidin içinde bir kimse namaz kılsa, o mescidin vakfı lâzım ve sabit olmuş olur. Fakat vakfeden kimse tek başına namaz kılsa, sahih olan kavle göre o mescidin vakfı lâzım ve sabit olmaz. Çünkü bir mescidin vakfının lâzım ve sabit olması için, içinde namaz kılınmasının şart olması âmme namına teslim alınması içindir. Vakfedenin mescidi kendi nefsi için teslim alması kifayet etmediği gibi içinde tek başına namaz kılması da kifayet etmez.

"Eğer yapan kimse mahalle halkından ise ilh..." Bu ifadeden mescidi ilk defa yapan kimsenin mahalle halkından olması anlaşılmaktadır. Halbuki mescidi ilk defa yapan kimsenin mahalle halkından olması şart değil, mescidi yıkıp daha sağlam yapmak isteyen kimsenin mahalle halkından olması şarttır.

Hindiyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse yapılmış bir mescidi yıkıp daha sağlam yapmak istese buna müsaade edilmez. Fakat yıkılmasından korkulursa, onu yıkıp yeniden yapmasına müsaade edilir.

Yıkılmasından korkulan bir mahalle mescidinin banisi o mahalle halkından olmazsa mahalle halkı o mescidi yıkıp yeniden yaparlar, hasırlarını ve kandillerini değiştirirler. Bunları kendi paralarıyla yaparlar. Hâkimden izinsiz o mescidin parasını sarf edemezler. İçmek ve abdest almak için havuzlar yaparlar. Yıkılmasından korkulan bir mescidi o mahalle halkının yapması, o mescidin bânisi bilinmediğine göredir. Eğer bânisi bilinirse onun yapması evlâdır. Bir mescidin banisinin vârisleri, o mahalle halkının o mescidi yıkıp genişletmelerine mâni olamazlar. Mahalle halkı mescidin kapısını başka tarafa çevirebilirler. Hâniyye.

Câmiu'l-Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; içinde namaz kılınmayan bir mescidin yıkılıp onun malzemesiyle başka bir yerde mescid yapılması caizdir. Bânisi bilinmeyen bir mescidin satılıp parasının başka bir mescide sarf edilmesi de câizdir:

Ben derim ki: Hindiyye'nin İhyâu'l-Mevât (sahipsiz yerlerin ihyası) bahsinin birinci babının sonunda zikredilmiştir ki; bir kimse bir mescidde kuyu kazmak istese, eğer kuyunun mescide bir zararı olmayıp bilakis faydası olursa, kazmasına müsaade edilir.

"Mescidin üstüne ev yapıp ilh..." Yani vakfeden kimse mescidin üstüne ev yapmış olursa bakılır: Eğer o ev, mescidin faydası için yapılmışsa o mescid vakıf olmuştur. Mescidin faydası için yapılmamışsa o mescid, vakıf olmuş sayılmaz.

Velhasıl: Bir mescidin mescid olabilmesi için, mescidin altının ve üstünün mescid olması şarttır. Çünkü bir mescidden kul hakkının kesilmiş olması lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ'nın :

"Hakikatda mescidler Allah'ındır." (Cin suresi, ayet: 18) Kavl-i kerimi de bunu nâtıkdır. Fakat mescidin faydası için vakfedilmiş, mescidin altında veya üstünde bulunan bina, mescidin mescid olmasına zarar vermez.

METİN

= Mescidin veya başka bir vakfın harap olması beyânında =

Bir mescidin etrafı harab olup kendisine muhtaç olunmasa İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre, o mescid kıyamete kadar mescid olarak bâki kalır. İmam Muhammed'e göre, bânisi hayatta ise bânisinin, hayatta değil ise vârislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebû Yusuf'dan diğer bir rivâyete göre, hakimin izniyle o mescidin enkazı başka bir mescide nakil olunur. Kendisine muhtaç olunmayan bir mescidin otları ile hasırlarında da aynı ihtilâf vardır. Kezâ kendisine muhtaç olunmayan kervansarayla kuyuda da aynı ihtilâf mevcuddur.

= Bir mescidin veya her hangi bir vakfın enkazının nakli beyanındaki=

Kendisine muhtaç olunmayan mescidin, kervansarayın, kuyunun ve havuzun vakıfları kendilerine en yakın olan mescide, kervansaraya, kuyuya ve havuza sarf olunur. Bu İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Dürer.

Yine Dürer'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir mülkünü fakirlere vakfedip mütevelliye teslim ettikten sonra "filan ve filan kimselere o mülkün gelirinden şu kadar meblağ verilsin" diye emretse, bu emri sahih olmaz. Çünkü mütevelliye teslim edip vakıf olarak tescil edilmiş olduğundan mülkünden çıkmıştır. Eğer o mülk vakıf olarak tescil edilmeden önce emrederse, emri sahih olur. Fakat Müeyyid Zâde Fetavasında zikredilmiştir ki; vakıf tescil edilmiş olsa bile vakfeden kimsenin vakıf şartlarından dönmesi câizdir.

İki vakfın, vakfeden ile vakfedilen cihetleri bir olup, vakıflardan birinin harab olması sebebiyle kendilerine vakfedilenlerden bazılarının hisseleri azalsa, hakimin harab olmayan vakfın fazla olan gelirinden hissesi azalmış olanlara sarf etmesi câiz olur. Çünkü o iki vakıf bir vakıf gibidir. Eğer iki vakfın vakfeden ile vakfedilen cihetten birisi değişik olup meselâ; iki kimse iki mescid veya bir kimse bir mescid ile bir medrese yaptırıp bunlara mülkünü vakfetse, hâkim bu vakıflardan birinin gelirini diğerine sarf edemez.

= Gayr-i menkul mallara tebaan menkul malların vakfının caiz olması beyanında =

Bir kimse çiftliğini öküzleriyle, çiftlikte çalışan köleleriyle ve ekim âletleriyle beraber vakfetse, çiftliğe tebaan menkul (taşınılabilen) malların da vakfedilmesi istihsânen sahih olur. Kervansaraya misafir olanlara hizmet etmesi için köle vakfedilmesi câizdir. O kölenin nafakası ve cinayeti vakfın malından verilir. O vakıf köle kasden öldürülürse katili kısas edilmeyip kölenin kıymetini vermesi vâcib olur. Alınan kıymet ile öldürülen kölenin yerine başka bir köle satın alınır.

= Vakfedilmiş olarak bir malın vakfının sahih olduğuna hüküm verilmesi beyânında =

Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir maldaki hissenin vakfının câiz olduğuna dair hüküm verilirse, o ortak maldaki hissenin vakfı sahih olmuş olur. Çünkü bu mesele, ihtilâf edilen meselelerdendir. Bundan dolayı Hanefî mezhebine bağlı bir hâkimin taksimi mümkün olan ortak bir maldaki hissenin vakfının sahih veya batıl olmasıyla hüküm vermesi câizdir.

Bir meselede sahih iki kavli bulunduğu takdirde bu iki kavilden hangisiyle fetva veya hüküm verilse caiz olur. Bahır.

İZAH

"Bir mescidin etrafı harab olup ilh..." Yani mescid sağlam olduğu halde etrafında olan haneler ve dükkanlar harab olup kendisine ihtiyaç kalmasa yahut bir mescid harap olup tamir edilmesi için geliri bulunmaz da başka mescid yapılmış olduğundan insanların o harap mescide ihtiyacı kalmazsa, İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre o mescid, mescid olarak kıyamete kadar bâki kalır. O mescide mîrasçı olunmaz. O mescid yıkılıp enkazı ve eşyası başka mescide taşınamaz. Fetih.

"İmam Muhammed'e göre ilh..." Yani İmam Muhammed'e göre bir mescide ihtiyaç kalmadığı takdirde o mescid bânisinin veya varislerinin mülküne intikal eder.

Bir vakıf yıkılıp tamir etmek için geliri bulunmadığı takdirde İmam Muhammed'e göre o vakıf vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebu Yusuf'a göre intikal etmez. Fakat İmam Muhammed'e göre o vakfın vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal edebilmesi için o vakıfdan hiç bir suretle faydalanmak mümkün olmadığına göredir. Mesela vakıf olan bir dükkan yanıp hiç bir surette kiraya verilemez bir hale gelse yahut bir kervansaray veya bir mahalle havuzu harap olup tamir edilecek gelirleri bulunmasa vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder. Ama gelir getirmesi için vakfedilmiş bir vakıf yıkıldığında o vakıfın kendisi vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal etmeyip enkazı intikal eder. Yeri vakıf olarak kalıp az bir ücretle de olsa kiraya verilir. Kervansaray ve benzeri vakıflar böyle değildir. Çünkü onlar içinde kalınması için vakfedilmiştir. Yıkıldığı zaman içinde kalınması mümkün olamayacağından vakfedenin mülküne intikal eder. Ama gelir getirmek için vakfedilmiş olan bir hane harap olduğunda enkazı temizlenip arsası bina yapacak veya ağaç dikecek bir kimseye az bir ücret karşılığında olsa bile kiraya verilebilir.

"İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivayete göre ilh..." İs'afda zikredilmiştir ki; bir mescid ve etrafındaki haneler harap olup insanlar oradan dağılsalar, İmam Ebû Yusuf'a göre o mescid vakfedenin mülküne intikal etmez; hakimin izniyle enkazı satılıp parası başka bir mescide sarfolunur.

"Bir mescidin otları ilh..." Yani bir mescidin hasırlarına, kandillerine ve hasır yerine serilen otlarına ihtiyaç kalmadığında İmam Muhammed'e göre bunlar vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebû Yusuf'a göre başka bir mescide naklolunur.

Bahır'da zikredilmiştir ki; fetva mescidin hasırı, kandili, süpürgesi gibi aletleri hususunda İmam Muhammed'in kavline göre, mescidin ebedi olması hususunda ise İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.

"Kervansaray ilh..." Bundan murad fakirler için yapılmış imarethaneler, tekkeler, yolcular için yapılmış kervansaraylardır. Bir kervansaray veya bir kuyu kendisinden hiç bir suretle istifade edilemeyecek şekilde harab olsa, İmam Muhammed'e göre vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebû Yusuf'a göre intikal etmez.

"Kendilerine en yakın olan mescide, kervansaraya ilh..." Yani harap olup kendisine muhtaç olunmayan bir mescidin vakıfları kendisine en yakın olan mescide sarf olunur. Kervansaraya, havuza, kuyuya sarf olunmaz. Buna göre kendisine muhtaç olunmayan kervansaray, havuz, kuyu gibi şeylerin vâkıfları da kendilerinin cinsinden olanlara sarf olunur. Başka cinsten olanlara sarf olunmaz.

Hâniyye'de zikredilmiştir ki; İmam Ebû Şücâ: "Yolun değişmesiyle yolcuların muhtaç olmadığı bir kervansarayın vakfının geliri kendisine en yakın olan kervansaraya sarf olunur. Nitekim bir mescid harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında hâkime bildirilir. Hâkim de o mescidin kerestesini satıp parasını başka bir mescide sarf eder." demiştir.

Bazı fukahaya göre kendisine ihtiyaç kalmayan kervansaray, vakfedenin veya vârislerinin mülküne intikal eder. Keza, ammeye aid olan havuz harap olduğunda o da vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder.

Zahîre'de zikredilmiştir ki; Şemsü'l-eimmeti'l-Hulvânî'ye "Bir mescid veya bir havuz harap olup etrafındaki insanlar dağıldığı için kendisine ihtiyaç kalmasa, hâkimîn onların vakıflarını başka bir mescid veya başka bir havuza sarf etmesi câiz olur mu?" diye sorulmuş, o da "câiz olur" diye cevap vermiştir. Kınye'den naklen Bahır'da da böyle zikredilmiştir.

Ben derim ki: İmam Ebu Şüca ile İmam Hulvânî'nin fetva verdikleri gibi bilhassa zamanımızda mescid, ribat veya havuz gibi bir vâkıfa ihtiyaçkalmadığında bunların malzemesi ve bunlara aid olan vakıflar başka bir mescide, ribata, havuza nakledilmelidir. Nakledilmediği takdirde bunların enkazını hırsızlar ve zorbalar alır, vakıflarını da mütevellileri veya başkaları yer. Bir de nakledilmediği takdirde bunun enkazına muhtaç olan diğer mescidin de harap olması lâzım gelir. Benden "Emevî Camiinin sahnını döşemek için Dımışk'da harap olmuş bir mescidin taşlarının nakledilmesi hususunda fetva istediler. "Ben de Şürunbulâli'ye tâbi olarak "nakledilmesi caiz değildir" diye fetva verdim. Sonra zorbaların o mescidin taşlarını kendi nefisleri için almış olduklarını duydum, vermiş olduğum fetvaya pişman oldum.

Fetavây-ı Nesefi'de zikredilmiştir ki; köy halkı göçüp mescitlerini harap olmaya bıraktıklarında bir kimse hâkimin emriyle o mescidin malzemesini satıp parasını başka bir mescide sarf edebilir.

"İki vakfın vakfeden ile vakfedilen ciheti bir olup ilh..." Bir mescidin, birisi tamiri diğeri imam ile müezzin için olmak üzere iki vakfı bulunup, imam ile müezzin için olan vakfın geliri az olduğundan durmasalar, eğer bu iki vakfı bir kimse vakfetmiş ise hâkim, mahalle halkının tasvipleri ile o mescidin tamiri için olan vakfının fazla gelirini imam ile müezzine sarf eder. Çünkü vakfedenin maksadı vakfını ihya etmektir. Bahır.

"Bu iki vakıftan birinin gelirini diğerine sarf edemez ilh..." Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; bir mescidin çeşitli vakıfları bulunsa, mütevellinin o vakıfların gelirlerini birbirine katmasında, vakıflardan birisi harap olduğunda diğer vakıfların geliri ile onu tamir etmesinde bir beis yoktur. Çünkü vakıfların cihetleri her ne kadar ayrı olsa bile hepsi mescid için vakfedilmiş olduğundan manen birdir. Bezzâziye'de de böylece zikredilmiştir.

Remli Hayrüddin: "Vakıf olan iki haneden birisi, içinde oturulması için; diğeri de gelir getirmesi için vakfedilmiş olsa cihetleri ayrı olmuş olduğundan birisinin geliri diğerine sarf edilemez." demiştir.

"İstihsanen sahih olur ilh..." İs'âf'da zikredilmiştir ki; bir arazi vakfedilince üzerinde ağaçlar, binalar söylenmeden vakfa dahil olur. Fakat vakıf zamanında arazide bulunan ekinler, ağaçlar üzerinde bulunan meyveler vakfa dahil olmaz, vakfedenin mülkü olarak kalır. İstihsana göre, bu ekinler ile meyvelerin vakıf yoluyla değil, nezir yoluyla tasadduk edilmesi lâzım gelir. Eğer araziyi vakfeden "şu arazimi içinde bulunan ekinleri, meyveleri ve bütün hukûkî ile beraber vakfettim" derse bu takdirde vakfa dahîl olurlar. Vakfedilen bir mülke tebaan onun yolu su hakkı, su yolu gibi o mülke aid olan haklar zikredilmiş olmasa bile vakfa dahil olmuş olur. Mezarlık olmak üzere vakfedilen bir arsa içinde bulunan ağaçlar ve binalar vakfa dahil olmaz.

Nâtifi'de zikredilmiştir ki; her şeyi ile birlikte vakfedilen bir hanenin içinde evcil güvercinler ile arı kovanları bulunsa, o haneye tebaan güvercinler ile arı kovanları da vakfa dahil olmuş olur. Nitekim her şeyi ile birlikte vakfedilen bir çiftliğin içinde bulunan köleler, dolaplar ve ekim âletleri de vakfa dahil olmuş olur.

= Vakfedilen bir mülkün sınırlarının beyân edilmesi şart değildir =

Bir vakfın sahih olması için sınırlarının beyân edilmesi şart değildir. Çünkü şart olan vakfedilen bir mülkün bilinmesidir. Bundan dolayı bilinen ve meşhur olan bir hanenin sınırları beyân edilmese bile vakfı sahih olur. Fetih.

"Taksim edilmesi ilh..." Yani taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın vakfı İmam Ebu Yusuf'a göre caizdir. Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre bir kimsenin sadece "şu mülkümü vakfettim" demesiyle vakıf yapılmış olur. O mülkün bir mütevelliye teslimi veya vakfedilmiş olduğuna dair tescil edilmesi şart değildir. İmam Muhammed'e göre taksimi mümkün olan ortak bir malın vakfı câiz değildir. Çünkü İmam Muhammed'e göre yapılan bir vakfın sahih olması için bir mütevelliye teslim edilmesi veya tescil edilmesi şarttır. Taksim edilmesi mümkün olmayan ortak bir malın vakfı ittifakla câizdir. Fakat mescid ile makberede câiz değildir.

"Hanefî mezhebine bağlı bir hâkimin ilh..."

= Hanefi mezhebinden olan bir hâkim imam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in kavilleriyle hüküm verdiğinde mezhebine muhalif olarak hüküm vermiş olmaz =

Vakfedilmiş ortak bir malın vakfının caiz olduğuna dair hüküm verilince -hüküm veren hâkim gerek Hanefi, gerekse başka mezhebden olsun müsavidir - o ortak malın vakfı sahih olmuş olur. Mezheb sahibimiz İmam-ı Azam'a göre ortak bir malın vakfı sahih değil ise de talebeleri olan İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre sahihdir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in kavilleri İmam Azam'ın mezhebinin dışında değildir. Buna göre Hanefî mezhebinden olan bir hâkim İmam Ebû Yusuf veya İmam Muhammed'in kavliyle hüküm verdiğinde mezhebine muhalif olarak hüküm vermiş olmaz. Bundan dolayı Dürer'in Kaza Bahsinde zikredilmiştir ki: Hanefî olan bir hâkim, Şâfiî veya Malikî mezhebine göre hüküm verdiğinde kendi mezhebine muhâlif olarak hüküm vermiş olur. Ama İmam Ebû Yusuf veya İmam Muhammed gibi İmam-ı Azam'ın talebelerinden birisinin kavliyle hüküm verdiğinde kendi mezhebine muhalif olarak hüküm vermiş olmaz. Çünkü İmam-ı Azam'ın talebelerinin kavilleri İmam-ı Azam'ın mezhebinin dışında değildir. İmam-ı Azam'ın talebeleri: "Bizim kavillerimiz, İmam-ı Azam'dan rivâyet ettiğimiz kavilerdir." demişlerdir.

= Bir kimsenin menkûl (taşınabilen) malını kendi nefsine vakfetmesi=

Bir kimse vakfının gelirini kendi nefisine, sonra fakirlere şart kılsa, İmam Ebû Yusuf'a göre vakıf caiz olup şarta riayet edilir. Fakat İmam Muhammed'e göre vakıf câiz olmaz. İnsanları vakfa teşvik için fetva, İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.

Menkûl malların meselâ Mushaf-ı şeriflerin, kitabların veya arsası vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfedilmesi İmam Ebû Yusuf'a göre câiz değildir. Fakat İmam Muhammed'e göre câizdir. Bu meselede fetva İmam Muhammed'in kavline göredir. Bir kimse menkûl olan bir malını kendi nefsine, sonra fakirlere vakfetse, bu vakıf İmam Ebû Yusuf'a göre de, İmam Muhammed'e göre de câiz olmaz. Çünkü bu vakfın câiz olduğuna hüküm verilmiş olsa, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in kavillerinin telfiki (birleştirilmesi) lâzım gelir, telfik ise icmâ ile batıldır. Nitekim birinci cildin evvelinde geçmiştir.

= Bir mesele hakkında iki sahih kavil bulunması =

Bir meselede iki sahih kavil bulunursa, bu îki kavilden hangisiyle fetva veya hüküm verilirse câiz olur. Ama bu, o iki kavilden birisi diğerinden daha kuvvetli olmadığına göredir. Eğer birisi diğerinden daha kuvvetli ise, bu takdirde muhayyerlik yoktur, hangisi kuvvetti ise onunla fetva veya hüküm verilir. Meselâ; iki kavilden birisi "sahih", diğeri "fetva bunun üzerine" lâfzıyla kayıdlanmış olursa, "fetva bunun üzerine" diye kayıdlanan kavil ile amel edilmesi evlâdır. Çünkü bu kavil daha kuvvetlidir.

Keza: iki sahih kavilden birisi metinlerde zikredilir veya zâhir rivâyet olur veya ekseri ulema bunun üzerinedir denilirse, bu kaville amel edilir. Nitekim bu bahis birinci cildin evvelinde zikredilmiştir,

Bir meselede iki sahih kavil olup, onlardan biriyle fetva veya hüküm verildikten sonra tekrar o mesele hakkında diğer kavil ile fetva veya hüküm verilmesi caiz olmaz. Ama başka bir meselede diğer kavil ile fetva veya hüküm verilebilir. Keza; bir müftü iki sahih kavilden hangisi dini cihetten menfaatlıysa onunla fetva vermelidir.

METİN

= Örf ve adet hakkında =

Gayr-i menkûl mallara tebaan menkûl malların vakfı sahih olduğû gibi, örf ve âdet bulunan yerlerde kasden ve müstakil olarak menkûl malların vakfı da sahihtir. Meselâ; baltanın, keserin, gümüşün, altının vakfı sahihtir.

Şârih der ki; Müftü Ebussuud Efendinin Maruzat'ında "Saltanat-ı seniyyeden hâkimlere "menkûl malların vakfedilmelerinin sahih olduğuna dair hüküm veriniz" diye emir varid oldu." diye zikredilmiştir.

Ölçek veya tartı ile satılan menkûl bir mal vakfedildiğinde satılır, parası müdârebe veya bidâa yoluyla verilir. Buna göre bir kimse tohumluk buğday vakfedip mütevelliye teslim etse, tohumu olmayana verilip harman zamanı aynı mikdar alınır; yine tohumu olmayan başka birine aynı şeklide verilir, bu câizdir. Hülasa.

Yine Hülâsa'da zikredilmiştir ki; bir kimse ineğini vakfedip ondan elde edilen sütün ve yağın fakirlere verilmesini şart kılsa, eğer ineğin böyle vakfedilmesi âdet ise, bu vâkfın câiz olması umulur.

Örf ve âdet olan beldelerde çömlek, tencere, kazan, tabut, tabut üstüne örtülen örtü, Mushaf-ı şerif, dinî ve ilmî kitaplar gibi menkûl şeylerin vakfedilmesi sahihdir. Zira örf ve âdet ile kıyas terk edilir. Bir hadis-i şerifte: "Müslümanların güzel gördükleri şeyler, Allah Teâlâ katında da güzeldir." buyurulmuştur.

Vakfı örf ve âdet olmayan elbise, ayakkabı gibi giyim eşyasının ve halı, kilim, yatak, hasır gibi ev eşyasının vakfedilmesi sahih olmaz. Menkûl malların vakfının sahih olması İmam Muhammed'in kavline göredir. Fetva da bunun üzerinedir. Bahır sahibi: "örf ve âdet olmadığı için geminin vakfı sahih değildir." demiştir. Bezzâziye'de: "Fakirlere elbise vakfedilmesi câizdir. Fakirlere elbiseler kışın verilir, o elbiseleri yazın geri verirler." diye zikredilmiştir.

Dürer'de zikredilmiştir ki; bir kîmse bir mescidin cemaatine okusunlar diye Mushaf-ı Şerîf vakfetse bakılır: Eğer cemaati muayyen ise câiz olur. Mushaf-ı Şerifi mescide vakfederse onda okunur ve o Mushaf o mescide aid olmuş olmaz, başka mescidlere de götürülüp okunabilir. Bundan faydalanmak için vakıf kitaplarının yerlerinden naklinin câiz olduğu hükmü bilinmiş olur. Fukaha bu nakille mübtelâdır. Eğer vakfeden kimse, kitaplarını vakfında hakkı olanlara vakfetmiş ise, o kitapları yerlerinden nakletmek caiz olmaz.

= Kitapların talebeye vakfedilmesinin hükmü beyânında =

Vakfeden kimse, kitaplarını talebeye vakfedip muayyen bir kütüphaneye koysa, bu kitapların oradan naklinin caiz olmasında ulema arasında tereddüd vâkî olmuştur. Nehir.

İZAH

"Kasden ve müstakil olarak menkûl malların vakfı da sahihtir ilh..."

= Kasden menkûl malların vakfedilmesi beyânında =

İmameyn'e göre, gayr-i menkûl mallara tebaan menkûl malların vakfedilmesinin câiz olmasında ihtilâf yoktur. Nitekim cihâdda kullanılacak silâhlar ile "kerâ' " denilen atların vakfedilmesi örf ve âdete bakılmaksızın câiz görülmüştür. Çünkü bunların vakfedilmesinin câiz olacağına dair delil vardır. Cihâda mahsus olmayan menkûl malların vakfedilmesinin câiz olmasında ihtilâf vardır. İmam Muhammed'e göre, vakfı örf ve âdet olan beldelerdemenkûl malların vakfedilmesi câizdir. İmam Ebû Yusuf'a göre, câiz değildir. Hidâye ile İs'âf'da: "Ekser-i fukaha İmam Muhammed'in kavlini ihtiyar etmiştir, sahih olan da budur." diye zikredilmiştir.

= Gümüş ile altının vakfedilmesi beyânında =

Musannıf Minah adlı eserinde: "Zamanımızda bazı beldelerde gümüş ile altının vakfedilmesi örf ve âdet haline gelmiştir. Artık bunların vakfedilmeleri cevaz bakımından İmam Muhammed'in örf ve âdet olan beldelerde menkûl malların vakfedilmesi câizdir" kavli altına girilmiş olur." demiştir.

Bahır sahibi: "Gümüş ile altının vakfedilmesi ihtilâfsız caizdir." diye fetva vermiştir. Bu vakfedilen gümüş ile altın müdârebe (bir taraftan sermaye, diğer taraftan çalışmak ve elde edilecek kâr aralarında bir nispet dahilinde taksim edilmek üzere kurulan bir nevi şirkettir) veya bidâa (kârı tamamen vakfa ait olmak üzere başkasına sermaye verilmesidir) yoluyla verilir, elde edilen kâr vakfedilen cihete sarf edilir.

"Ölçek veya tartı ile satılan menkûl bir mal ilh..." Yani ölçek veya tartı ile satılan menkûl bir mal vakfedildiğinde satılır, parası gümüş ile altında olduğu gibi müdârebe veya bidâa yoluyla verilir, elde edilen kâr vakfedilen cihete sarf edilir.

"Örf ve adet ile kıyas terk edilir ilh..." Kıyasa göre menkûl malların vakfedilmesi sahih değildir. Çünkü vakfedilen bir malın müebbed yani gayr-i menkûl olması şarttır. Menkûl mallar ise devamlı değildir.

Mebsût'tan naklen şerh-i Birî'de zikredilmiştir ki; örf ve adet ile sabit olan bir şey, delil öle sabit olmuş gibidir. Süt ve yağının fakirlere verilmesi şartıyla ineğin, koyunun, keçinin vakfedilmesinin caiz olması sonradan ortaya çıkan örf ve adete göredir.

Müctebâ'da zikredilmiştir ki; İmam Muhammed'e göre gayr-i menkûl malların vakfedilmesi mutlak surette caizdir.

Bir kimse bir mülkünü vakfedip onun gelirinin dörtte biriyle fakirlere veya müezzinlere elbise satın alınmasını şart kılsa, şartına riayet edilir.

= Vakıf için masraf tayin edildiğinde tayin edilenler arasında ihtiyaç sahiplerinin zikredilmesi şarttır =

Vakıf gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete tayin ve tahsis edilmesi şarttır. Fakirlere, yetimlere, kötürümlere tahsis böyledir. Vakıf gelirinin sarf edileceği bir cihet söylenmezse, vakıf sahih olmaz. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre ise böyle ebedi bir cihet tayin edilmesi şart değildir.

Kervansaray, han, mezarlık, kitaplar ve çeşme gibi vakıflardan istifade etme hususunda fakirlerle zenginler müsavidir.

= Vakıf kitapların yerlerinden nakledilmesi =

Bir kimse kitaplarını muayyen bir kütüphaneye vakfetse bakılır: Eğer kitaplarını o kütüphanenin bulunduğu semtte oturanlara vakfetmiş ise, kitapların oradan nakledilmesi ve o semtte oturmayan kimselerin o kitaplardan istifade etmeleri caiz olmaz. Eğer kitaplarını talebelere vakfetmiş ise, o kitaplardan her talebenin istifade etmesi câizdir. Kitapların oradan nakledilmesinde ulema arasında tereddüd vâki olmuştur.

Bir kimse bir mescide cemaatını tayin etmeksizin Mushaf-ı şerif vakfetse, bazı fukahaya göre Mushaf-ı şerif o mescidin cemaatını mahsus olup başka mescide nakledilmesi caiz olmaz. Bazı fukahaya göre ise o Mushaf-ı şerif o mescide mahsus olmayıp başka mescide nakledilmesi caiz olur. Fakat nakledilmez diyenlerin kavli kuvvetlidir.

METİN

= Bir vakfın geliri ilk önce vakfın tamirine sarf edilmesi beyanında =

Bir vakfın geliri, vakfeden tarafından nereye ve kimlere sarf edileceği tayin edilmediği takdirde şu sıraya göre sarf edilir: Evvelâ tamire muhtaç olan bir vaktin geliri her ne kadar vakfeden şart kılmış olmasa bile ilk önce tamirine sarf edilir. Çünkü bir vakfın gelirinin ilk önce tamirine sarf edilmesi iktiza yoluyla sabit olmuş olur. İkinci olarak mescidin İmamı, medresenin müderrisi gibi vakfın tamirine daha yakın olan cihet sahiplerine kifayet miktarı verilir.

Üçüncü olarak aydınlanması ve döşemesi gibi masraflarına sarf edilir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.

= Bir vakıf tamir edilirken gelirinde hakkı olanların hisseleri kesilir =

Bir vakıf tamir edilirken vakfa zarar gelmesinden korkulmazsa gelirinde hakkı olanların hisseleri kesilir. Eğer tamir edilen vakıf mescid olup imam, hatip, ferras gibi hizmetlilere hisseleri verilmediği takdirde vakfa zarar gelmesinden korkulursa, bunların hisseleri kesilmeyip tamirle beraber kendilerine verilir. Fakat vakfa nezaret eden, kâtiplik yapan, tahsildarlık eden kimseler tamir zamanında çalışırlarsa, çalıştıklarına karşılık ücret verilir, vakıftaki hisseleri verilmez. Hak olan da budur. Eşbâh'da: "Bunlara vakıf dan kifayet miktarı yerilir." diye zikredilmiştir.

Zahire'den naklen Eşbân'da zikredilmiştir ki, vakfa nezaret eden bir kimse bir vakfın tamire ihtiyaç ve zarureti var iken gelirini hak sahiplerine sarf etse, sarf ettiği meblağı öder. Ödediği meblağı vermiş olduğu kimselerden geri alabilir mi? Zahir olan geri olamaz. Çünkü kusur kendi tarafından vaki olmuştur. Sarf ettiği meblağı ödemesi tamirin gelecek seneye kadar bırakılması halinde vakfın yıkılacak vaziyette olduğuna göredir, aksi takdirde ödemez.

Bir vakıf tamir edilirken hak sahiplerinin kesilen hisseleri düşmüş olur.

Yine Eşbâh'da zikredilmiştir ki; bir kimse vakıfnamesinde ilk önce vakfının tamirini, kalan gelirin fakirlere veya tayin ettiği kimselere verilmesini şartkılsa, vakfa nezaret eden kimse, o anda her ne kadar tamire muhtaç değil ise bile her sene tamire kifayet edecek miktarını ayırır. Çünkü gelirin bulunmadığı bir sırada tamiri gerektiren bir hadise ortaya çıkabilir.

Vakfeden kimse tarafından gelirin ilk önce vakfın tamirine sarf edilmesi şart kılınmış olmazsa, vakıf tamire muhtaç olduğunda geliri ilk önce tamirine sarf edilir, tamire muhtaç olmadığında tamiri için gelirinden bir şey ayrılmaz. Buna göre bir vakfın gelirinin ilk önce tamirine sarf edilmesinin şart kılınıp kılınmaması arasındaki fark anlaşılmış olur. Bu fark hıfzedilmelidir.

Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; mütevelli ecr-i misil üzerine bir dânik (dirhemin altıda biri) ziyade verse, ücretin hepsini öder. Çünkü icâre ücretin hepsine vaki olmuştur.

Şürunbulâli'nin Vehbâniyye şerhinde zikredilmiştir ki; bir vakfın mesâlihi (ihtiyacı) na vakfolunan vakıfda kayyım, imam, hatib, müezzin, müderris, kandil yakıcı, ferrâş, vakfa nezaret eden, zeytinyağı, kandil, hasır, abdest suyu ve abdest suyunu abdest alınacak yere getirenler dahildirler. Bunlar vakıfda diğer hakkı olanların üzerine takdim olunurlar. Bunlara vakfın gelirinden verilmesi şart kılınsın veya kılınmasın vakfın tamirinden sonra hizmetlerine mukabil ücretleri verilir. Bunlara "şeair-i vakıf" denir. Mübâşir (vakfın gelirini toplayan), şâhid, mescide devam ederek vaktinin çoğunu mescidin temizliği ile geçiren, vakfın gelirini toplayıp yerine sarf eden, kütüphaneciler gibî kimseler "şeâir-i vakıf" dan değildir. "Bazı muhasebe defterlerinde bunlar da vakıfda diğer hakkı olanlar üzerine takdim olunur" diye yazılı olması şer'i bir emir değildir.

Bahır'da; "Mescidlerde içilecek suları kablarına dolduran sınıf ile mescide hizmet eden sınıfın takdimlerinde şübhe vâki olmuştur" diye zikredilmiştir. Şârih Bahır sahibinin kelâmını reddederek: "önce mescide hizmet edenler, sonra mescidde içilecek suyu dolduranlar, daha sonra mesciddeki testi, bardak ve küp gibi âletlerin temizliğine bakanlar gelir. Bu hususta tereddüt etme" demiştir. Vehbâniyye şerhinin ibâresi burada sona ermiştir.

Şârih der ki: bir medresenin müderrisi "şeâir-i vakıf" dandır. Nitekim yukarıda geçmiştir. Fakat bir caminin müderrisi "şeâir-i vakıf" dan değildir. Çünkü caminin müderrisi gâib olursa, cami kapanmaz. Ama medresenin müderrisi gaib olursa medrese kapanır.

= Hâkimler ile müderrislerin tatil günlerinde de ücretlerini hak etmeleri beyanında =

Ramazan ve bayram gibi tatil günlerinde müderris ücretini alabilir mi? Şârih der ki: Buna dair fukahanın kavillerini görmedim, lâyık olan müderrisin tatil günleri, hakimin tatil günleri gibi olmasıdır. Hakimin tatil günlerinin ücretini almasında fukaha ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavle göre tatil günleri istirahat için olduğundan bu günlerin ücretlerini almalarıdır. Bu meselenin tafsilâtı Eşbâh'ın "El-adetü muhakkemetün" kaidesinde zikredilmiştir. Gaib olan müderrisin beyânı ileride gelecektir. Bu meseleler hıfzedilmelidir.

İZAH

"Bir vakfın gelirinin ilh. .." Bir vakfın tamiri, vakıfda hakkı olanların hisselerinden önce gelir. Bundan dolayı tamire muhtaç olan bir vakfın geliri, ilk önce tamirine harcanır, tamiri yapılmadıkça vakıfda hakkı olanlara bir şey verilmez. Eğer vakıf meyve ağaçları olup kurumalarından korkulursa, onlar sökülüp vakfın geliriyle fidan alınıp onların yerine dikilir. Çünkü zamanla ağaçlar kurur. Vakıf bir arazi verimsiz olduğu takdirde geliri önce onu verimli hale getirmeye harcanır. Vakfı gözetleme yeri tamire muhtaç olduğunda buranın tamiri de vakıfda hakkı olanların hisselerinden önce gelir.

Bahır'da zikredilmiştir ki: bir vakfın gelirinin önce tamirine harcanması, vakfın harabı bir kimse tarafından olmadığı takdirdedir. Bundan dolayı Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; vakıf bir hane bir kimseye kiraya verilip, kiralayan kimse revakına hayvan bağlayıp vakfı harp etse, tamir ettirir. Çünkü izinsiz hayvan bağlamıştır.

T E N B İ H : Muayyen bir kimseye vakfedilmiş olan bir vakıf tamire muhtaç olduğunda o kimsenin malından eski hali üzere tamir edilir. Harap olursa yine eski hali üzere yapılır. O kimsenin rızası olmaksızın o vakfın eski hali üzere ziyade edilmesi câiz olmaz.

Fakirlere vakfedilen bir vakıf da tamire muhtaç olduğunda eski hali üzere tamir edilir, fakirlerin rızası olmaksızın eski hali üzerine ziyade edilmesi caiz olmaz. Buna göre bir vakıf tamir edilirken duvarlarının beyaz veya kırmızı ile vakfın malından tezyin edilmesi câiz olmaz. Ama bunları vakfeden kimse yaparsa mâni olunmaz.

"İktiza (gerektirme) yoluyla ilh..." Bir vakıf tamire muhtaç olduğunda geliri önce tamirine sarf edilir. Bu husus vakfeden tarafından şart edilmiş olsun veya olmasın müsavîdir. Çünkü vakfedenin maksadı vakfının gelirinin ebedi olarak vakfedildiği cihete sarf edilmesidir. Bu maksadı ise vakfının ancak tamir edilmesiyle devam eder. Buna göre tamir edilme ciheti iktiza yoluyla şart kılınmış olur.

"Bir vakıf tamir edilirken ilh..." Bir vakıf tamir edilirken vakfa zarar gelmesinden korkulmazsa, vakfıda hakkı olanların istihkakları kesilir. Fakat tamir edilen vakıf mescid olup imam ve benzeri gibi hizmetlilerin istihkaktan kesildiği takdirde mescidin kapanması gibi vakfa büyük bir zarar geleceğinden korkulursa, bunların istihkakları kesilmeyip tamirle beraber kendilerine verilir. Ancak mescidin harap olmasından korkulursa, bunların istihkakları da kesilir.

Hâkimin emriyle mütevelli ve kayyım gibi kimseler mescidin veya vakfın tamirinde çalışırlarsa ücret almaları sahih olur.

Velhasıl: Bir vakıf tamir edilirken vakıfda hakkı olanlardan istihkakları kesildiği takdirde vakfa zarar gelmesinden korkulursa onların istihkakları kesilmez, fakat istihkakları kesildiği takdirde vakfa zarar gelmeyecek olanlara tamir sırasında bir şey verilmez. Vakıfda hakkı olanlar hâkimin emriyletamirde çalışırlarsa kendilerine çalıştıkları müddetin ücreti verilir.

Bir vakfın tamir edilmesi zaruri olup bütün geliri ancak tamirine yetecek olsa, gelirinin hepsi tamirine harcanıp vakıfda hakkı olanlardan hiç birine bir şey verilmez. Eğer tamirden sonra gelirden bir şey kalırsa, hizmetlerine devam etmedikleri takdirde vakfa zarar gelecek kimselerin istihkakları verilir. Eğer bir vakfın tamiri zaruri olmazsa, yani gelecek seneye kadar tamir edilmediği takdirde yıkılmayacak bir vaziyette bulunursa, tamiri gelecek senenin geliri elde edilinceye kadar tehir edilip mevcut olan gelir vakıfda hakkı olanların hizmet derecelerine göre istihkakları kifayet miktarı verilir.

"Mütevelli ecr-i misil üzerine bir danik ilh. " Bir mütevelli mescidin tamirinde ecr-i misli bir dirhem olan bir şahsı bir dirhem ve bir dirhemin altıda biriyle çalıştırsa, insanların aldanamayacağı derecede fazla ücret verdiği için ücretin hepsini kendi malından öder.

Hâniyye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: bir dirhemin altıda biri insanların aldanmayacağı miktardır. Dirhemin altıda birinden azı ise insanların aldanacağı mikdar olup, bundan sakınmak mümkün değildir.

"Bir medresenin müderrisi ilh..." Eşbah'da zikredilmiştir ki; bir medresenin müderrisinin "şeâiri vakıfdan" olması için vakfedenin şartının hükmü üzere tedrise devam etmesiyle olur. Ama zamane müderrisleri gibi tedrise tam devam etmeyenler "şeâir-i vakıfdan" olmazlar.

Bir müderris tedrise devam ettiğini iddia edip mütevelli devamını inkâr etse, yeminiyle müderrisin sözü kabul edilir. Müderrisin vârisleri babalarının tedrise devam ettiğini iddia edip mütevelli inkâr etse, yine yeminleriyle varislerin sözü kabul edilir.

Kezâ: Vakıfda vazifeli olanlardan herhangi bir kimse vazifesine devam ettiğini iddia edip mütevelli inkâr etse, yeminiyle vazifelinin sözü kabul edilir.

= Talep bulamadığı için ders okutamayan müderris beyanında =

Bir müderris muayyen medresede tedris için hazır bulunduğu halde okutacak talebe bulamasa ücretini hak etmiş olur. Çünkü okutması şart kılınan talebelerden başkalarını okutması mümkündür.

Bir müderris tedrisi şart kılınan talebelerden başka talebelere tedriste bulunsa yahut içinde tedrisi şart kılınan medresede tedris mümkün olmadığından dolayı başka bir medresede tedrise devam etse, ücretini hak etmiş olur.

Mütevelli ve tahsildar gibi vakıfda vazifeli olanlardan birinin kendi kusuru olmaksızın vazifeli bulunduğu vakıfda çalışmasına bir mani bulunduğundan dolayı çalışamasa, tayin edilen ücretini alır. Fetâvây-ı Hanûti.

"Hakimin tatil günleri gibi olmalıdır ilh..." Eşbah'da zikredilmiştir ki; bir hâkim kendisine beytülmaldan tayin ve tahsis edilen ücreti tatil günlerinde de alabilir mi? Bu husus da fukaha arasında ihtilâf vardır. Muhît'te: "Ekseri fukahaya göre tatil günü istirahat için olduğundan o günün ücretini de alabilir. Bazı fukahaya göre ise alamaz." diye zikredilmiştir. Münye'de: "Esah olan kavle göre, hâkim tatil günlerinde beytülmalden kifayet miktarı alabilir." diye zikredilmiştir.

Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki: lâyık olan müderrisin tatil günleri de hâkimin tatil günleri gibi olmasıdır. Çünkü tatil günü istirahat içindir. Hakikatte ise tatil günleri himmet sahiplerine göre mütalâa ve yazmak içindir. Fakat zamanımızdaki fukaha çok günlerde tatil yapmayı, az günlerde ders okutmayı örf ve adet edinmişlerdir.

Kınye'de zikredilmiştir ki; vakfeden tarafından her günün dersi için muayyen bir ücret tahsis edilen bir medresede ders okutan bir müderris cuma veya salı günü ders okutmasa, o günün ücretini alması helâl olmaz, o günün ücreti medresenin diğer ihtiyaçlarına harcanır. Fakat vakfeden tarafından ücret her günün dersi için tahsis edilmemiş ise, haftada cuma veya salı günü ders okutmasa da o günün ücretini alabilir. Çünkü bu takdirde bugünler örfen ders okutulmaktan istisna edilmiştir. Buna göre Ramazan-ı şerif ve bayram günleri de ders okutulmaktan istisna edilmiş olur. Haftanın diğer günlerinden birinde ders okutmasa - gerek ücret her günün dersi için tahsis edilmiş olsun, gerek olmasın - o günü ücretini alamaz.

METİN

Oturulmaya vakıf bir hanenin tamiri, içinde oturması şart kılınan kimse üzerinedir. İçinde oturması şart kılınanlar birkaç kişi olsa bile kendi mallarıyla tamir ederler, vakfın geliriyle tamir edemezler. Çünkü zarar menfaat karşılığındadır. Esah olan kavle göre tamir, vakfedenin vakfettiği hâli üzerine yapılır. Eğer içinde oturması şart kılınan kimse hanenin tamirinden kaçınır veya fakirliğinden dolayı aciz olursa, hakim o haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere ya içinde oturana veya başkasına kiraya verip, kirasıyla o haneyi eski hâli üzere tamir eder, eski hali üzerine ziyade etmez. Ancak içinde oturması şart kılınan kimsenin rızasıyla ziyade eder.

İçinde oturması şart kılınan kimse tamirden kaçınırsa, tamir etmesi için cebrolunmaz.

İçinde oturması şart kılınan kîmsenin tamir için o haneyi kiraya vermesi sahih değildir. O haneyi kiraya ancak mütevelli veya hâkim verebilir. Vakfın ve içinde oturması şart kılınan kimsenin haklarına riayet etmek için tamir masrafı kiradan ödenince, bu hane yine içinde oturması şart kılınan kimseye iâde edilir.

Geliri vakıf bir hanenin tamiri, geliri kendisi için şart kılınan kimse üzerine değildir. Çünkü içinde oturmak ona aid değildir. İçinde otursa kira vermesilâzım gelir mi? Zahir olan lâzım gelmemesidir. Çünkü lâzım gelse, alınan kira tekrar kendisine verileceği için bir fâide hasıl olmaz. Ancak tamire muhtaç olursa, mütevelli hanenin kirasını alır da onunla haneyi tamir eder. Eğer hanede oturan mütevelli olursa, hâkim onu üzerinde olan kira ile tamire cebreder. Mütevelli tamir etmezse, hıyaneti ortaya çıktığından hâkim kendisini azledip haneyi tamir etmesi için onun yerine başka bir mütevelli tayin eder.

Vakfeden kimse vakfettiği hanenin gelirini ve haneye yapılacak masrafı haneyi kendisine vakfettiği kimseye şart kılsa, bu vakıf ile şart sahih olur. Bu haneyi kendisine vakfedilen kimse tamir etmek üzere cebrolunur mu? Zâhir olan cebrolunmaz.

Fetih'de zikredilmiştir ki; hâkim tamire muhtaç olan haneye kiracı bulamasa, buna dair bir kavil görmedim, fakat hatırıma gelen şudur: Hakim kendisine vakfedilen kimseyi o haneyi tamir etmesi ile vakfedenin varislerine vermesi arasında muhayyer kılar.

Şârih der ki; içinde oturması kendisine vakfedilen kimse varis olursa, bu hususta bir kavil görmedim.

Fetâvây-ı Kariül-Hidaye'de zikredilmiştir ki; harap olmaya yüz tutmuş bir vakıf ya değiştirilir veya satılıp parası vakfedenin vârislerine veya fakirlere verilir.

İZAH

= Vakıf bir haneyi içinde oturması şart kılınan kimse kendi malıyla tamir ettîğinde yapmış olduğu tamire mâlik olur.=

Vakıf bir hane tamire muhtaç olup içinde oturması şart kılınan kimse o haneyi kendi malı ile tamir etse, yapmış olduğu tamire mâlik olur. Öldüğünde de vârislerine intikal eder. Buna göre o hane bu tamir eden kimsenin vefatından sonra içinde oturması şart kılınan şahsa verilince, o şahsa bu tamirâtın masrafını ölen kimsenin vârislerine verip o hanede oturması istenir. Eğer o şahıs bu tamirat masrafını vermekten kaçınırsa o hane, ücretinden tamiratın masrafı temin ve tamamen vârislere verilinceye kadar hâkim tarafından başkasına kiraya verilir. Tamir masrafı ödendikten sonra o şahsa teslim edilir, yoksa o şahıs yapılan tamiratın yıkılmasına razı olamaz. Fakat o haneye badana ve sıva gibi duvarlara tabi olan bazı tamirler yapsa, bunlar vakfa teberru olmuş olur.

"Vakfın geliriyle tamir edemezler ilh..." Çünkü içinde oturması şart kılınan kimse gelirine mâlik olamaz. Aksinde yani vakıf bir hanenin geliri kendisi için şart kılınan kimsenin o hanenin içinde oturabilmesinde fukaha ihtilâf etmiştir. Râcih olan kavle göre oturabilir.

"Tamirden kaçınırsa ilh..." Eğer içinde oturması şart kılınan bir kaç kişi olup içlerinden birisi tamirden kaçınırsa, onun hissesi kiraya verilip alınan kira ile tamir edilir. Tamir masrafı bitince hissesi tekrar kendisine iade edilir. İs'âf. Bir kimse gayr-i menkûl bir vakfı gasbetse, kirasını vermesi lazım gelir. Çünkü vakfın menfaati ödenir.

"O haneyi kiraya ancak mütevelli veya hâkim verebilir ilh..." Hâkim, mütevellisi bulunan bir vakıfta -her ne kadar mütevelli kendisi tarafından tayin edilmiş olsa bile- tasarrufta bulunamaz. Eğer mütevelli, tamire muhtaç olan bir vakfı tamir etmekten kaçınır veya vakfın mütevellisi bulunmazsa, bu takdirde hâkim o vakıfta tasarruf edebilir. Çünkü mütevellinin hususî velayeti, hâkimin umumi velâyetinden daha kuvvetlidir. Eşbâh.

Fetavây-ı Hânûti'de zikredilmiştir ki; fukaha: "Hâkim, ölmüş bir kimsenin vasisi mevcud iken yetimlerin malında tasarruftan men olunur." demişlerdir. Buna göre bir vakfın mütevellisi mevcud iken hâkim o vakfı kiraya veremez. Ancak mütevelli bulunmaz veya vakfı kiraya vermekten kaçınırsa, bu takdirde hakim kiraya verebilir.

T E N B İ H : Şarihler mütevelli veya hâkimin bir vakfı tamirinin hükmünü zikretmemişlerdir. Muhît'te: "Vakıf bir hane tamire muhtaç olduğunda onun tamiri içinde oturması şart kılınan kimse üzerinedir. Çünkü bu tamir ücreti, faydalanmasının karşılığıdır. Faydalanmak ise kendisine aiddir. Mütevelli veya hakim, o haneyi tamir etmek için kiraya verse, içinde oturması şart kılınan kimsenin menfaati için kiraya vermiş olur." diye zikredilmiştir.

"Vakfın ve içinde oturması şart kılınan kimsenin haklarına riayet etmek için ilh..." İçinde oturulmak şartıyla vakfedilen bir hane tamire muhtaç olduğunda içinde oturması şart kılınan kimse tamirden kaçınırsa vakfın devam etmesi için hakim o haneyi kirasından tamir edilmek üzere kiraya verip kirasıyla o haneyi eski hâli üzere tamir eder. Tamir masrafı kiradan ödenince, bu haneyi yine içinde oturması şart kılınan kimseye iâde eder.

T E N B İ H : Bir hane vakfedilip içinde oturulması için mi veya gelir için mi vakfedilmiş olduğu vakfeden tarafından beyân edilmiş olmasa, gelir için vakfedilmiş sayılır.

"O haneyi tamir etmesi ile vakfedenin vârislerine ilh ...." Bahır sahibi Fetîh'te zikredilen ifadeyi naklettikten sonra: "Fetih sahibinin "hâkim tamire muhtaç olan haneyi kiralayacak kimse bulamasa buna dâir bir kavil görmedim" ifadesi şaşılacak bir şeydir" demiştir. Çünkü fukaha: "Bir vakıf harap olup kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde başka bir vakıfla değiştirilir." diye açıklamışlardır. Fukahanın bu kavil vakıf olan araziye de, haneye de şâmildir.

Zahire ile Münteka'da zikredilmiştir ki: bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde hâkim onu satıp onun parasıyla yerine başka bir şey alır; vakfeder. Bunu hâkimden başkası yapamaz. Yukarda "bir vakıf harap olduktan sonra vakfedenin veya vârislerinin mülküne intikal eder" diye geçen kavil zayıftır.

Velhasıl: Oturulması vakıf bir hanenin tamiri, içinde oturması şart kılınan kimse üzerinedir. Eğer içinde oturması şart kılınan kimse tamirinden kaçınır, hakim de o haneyi kiraya verip aldığı kira ile tamir etmek isteyip kiracı bulamasa, o haneyi satıp parasıyla onun yerine başka bir şey alıp vakfeder. Bahır.

Şârih'in bilhassa Bahır sahibinin kelâmını gördükten ve Nehir'de: "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde değiştirilir." diye zikredileni ikrar ettikten sonra "içinde oturması kendisine vakfedilen kimse vâris olursa bu hususta bir kavil görmedim" demesine şaşılır. Çünkü içinde oturması kendisine vakfedilen kimse gerek vâris olsun, gerekse başkası olsun vakfın değiştirilmesi hususundaki hüküm aynıdır.

Fetâvây-ı Kariü'l-Hidâye'de zikredilmiştir ki; bir vakıf yıkılır, kiraya verilmesi mümkün olmaz, tamir etmek için geliri de bulunmazsa hâkimin emriyle taşı, tuğlası ve kerestesi satılıp parasıyla bir şey alınıp onun yerine vakfedilir.

T E T İ M M E : Eddürrü'l-Münteka'da zikredilmiştir ki; vakıf bir han tamire muhtaç olduğunda bir veya iki odası kiraya verilip alınan kîra ile tamir edilir. Bir rivayete göre bir sene yolcuların misafir olmasına izin verilir, bir sene kîraya verilip alınan ücretle tamiri yapılır.

METİN

Hakim veya mütevelli bir vakfın enkazını veya aynını iade mümkün olmazsa, parasını -tamire muhtaç ise- tamirine sarf eder, tamire muhtaç değil ise ihtiyaç zamanına kadar muhafaza eder. Eğer enkazın zayi olmasından korkarsa onu satıp parasını ihtiyaç zamanına kadar saklar. Hâvî.

Bir vakfın enkazı veya enkazının parası vakıfda hakkı olanlar arasında taksim edilmez. Çünkü onların hakkı vakfın menfaatındadır, aynında değildir.

Bir mescid dar olup geçenlere zararı olmazsa yoldan bir mikdar yeri mescidi yapanın mescide katması câiz olur. Çünkü mescid de, yol da Müslümanlarındır. Bunun aksi, yani mescidde geçilecek yol bırakmak da câizdir. Çünkü o yer halkı bunu camilerde örf ve âdet etmişlerdir. Herkes o yoldan geçer, hatta kâfir de geçer. Fakat cünüp ile hayızlı kadınların ve hayvanların o yoldan geçmesine ruhsat yoktur. Zeylai. Nitekim hükümdarın yolu mescid yapması câizdir; fakat bunun aksi yani mescidi yol yapması caiz değildir. Çünkü yolda namaz kılmak câizdir, ama mescidden cünüp ile hayızlı kadınların geçmeleri caiz değildir.

İnsanlara dar gelen bir mescidin yanındaki arsa, hane, dükkan sahibinin rızası olmasa bile kıymetiyle satın alınıp mescide katılır. Dürer. İmâdiyye.

=Vakfedenin vakfında velayeti kendi nefsi için şart kılması beyânında=

Vakfeden bir kimse vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa, icmâ ile câiz olur. Kezâ vakfeden kimse vakfında mütevelli olmayı bir kimseye şart kılmasa, İmam Ebû Yusuf'a göre mütevelli olmak yine ait olur. Zahir-i mezhep de budur. Bu musannıfın Sırâciyye'den İmam Muhammed'e göre bir vakfın sahih olabilmesi için bir mütevelliye teslim edilmesi lazımdır." diye naklettiği kavle muhâliftir. Vakfedenden sonra mütevelli tayin etme, vâsisi varsa vâsinin, yoksa hâkimin hakkıdır Fetâvay-ı ibn-i Nüceym. Kâriü'l-Hidaye.

Vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılan kimse kendisine emniyet edilmeyen veya aciz olan veya şarap içme gibi fasıklığı açık olan veya malını kimyaya sarf eden fena bir şahıs olursa, her ne kadar kendisini mütevellilikten hâkimin veya sultanın çıkaramayacağını şart kılsa bile mütevellilikten çıkarılması vacip olur. Çünkü bunlar şeriatın hükmüne muhâlif olduğundan şartı bâtıl olur. Nitekim vasî tâyin eden kimse vasînin vasîlikten çıkarılmamasını şart kılsa bile vasîsinin hain olduğu ortaya çıktığında vasîlikten çıkarılır. Eğer mütevelli vakfedenden başkası olup yukarıda zikredilen fena vasıflardan birisi kendisinde bulunursa mütevellilikten evleviyetle çıkarılır. Eğer mütevelli kendisine emniyet edilen iyi bir kimse olursa onu mütevellilikten çıkarıp yerine başkasını tayin etmek sahih değildir. Eşbâh.

İZAH

"Aynında değildir ilh..." Bir vakfın enkazı veya enkazının parası vakıfta hakkı olanlar arasında taksim edilemez. Çünkü bunlar, gelir kabilinden değildir. Bunlar vakfın kendisindendir. Vakfın kendisi ise bir kavle göre vakfedenin diğer bir kavle göre Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bundan dolayı bir mescide kimin tarafından serilmiş olduğu bilinmeyen bir sergi eskidiğinde muhtar olan kavle göre, hâkimin rey'i olmadıkça fakirlere verilemez veya satılıp parasıyla mescid için başka bir sergi alınamaz.

Bir kimse kendi malından bir mescide hasır, kilim gibi bir şey alıp serse, mescid harap olduğunda bu sergi İmam Muhammed'e göre hayatta ise o kimseye değilse varislerine verilir. Fetva bunun üzerinedir.

Bir mescidde Ramazan-ı şerif gecelerinde yakılmak üzere verilen mumun, yağın bir miktarı artsa, bunu verenin açık izni bulunmadıkça o mescidin imam, kayyım gibi hademesi aralarında taksim edemezler; ancak o mescidin bulunduğu beldede bunların bu şekilde taksimi hakkında örf ve âdet bulunursa, bu takdirde taksim edebilirler.

Ben derim ki: Vakıf ağaçlar gayr-i menkûl olan mülk hükmünde değildir. Çünkü Fetih'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Ebû Kasım-ı Saffar'a "Vakıf ağaçlardan bir kısmı kuruyup bir kısmı kurumasa, bunların hükümleri nedir?" diye sorulmuş o da "Kuruyanlar satılıp parası gelirinin sarf edildiği cihete sarf edilir. Kurumayanlar hali üzerine bırakılır." diye cevap vermiştir

Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; meyvesiz olan vakıf ağaçların sökülmeden satılması câiz olur. Çünkü meyvesiz ağaçların geliri paralarıdır. Meyveli olan vakıf ağaçlar ise vakıf bina gibi olup ancak söküldükten sonra satılabilir.

Câmiü'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir vakfı gasbedip vakfa noksanlık verse, bu noksanlığın kıymeti kendisinden alınıp vakfın tamirinesarf edilir, vakıfta hisseleri olanlar arasında taksim edilmez. Çünkü bu gelir kabilinden olmayıp vakfın kendisindendir. Vakıfta hisseleri olanların hakkı ise vakfın gelirindendir. Vakfın kendisinde değildir.

"Çünkü o yer halkı bunu camilerde örf ve adet etmişler ilh..." Yani o yer halkı iki kapılı olan mescidlerde kapısının birinden girip diğerinden çıkmayı örf ve âdet edinmişlerdir.

Bahır'da zikredilmiştir ki; mescidleri yol edinmek ve abdestsiz mesicede girmek mekrûhtur.

"Hatta kâfir de geçer ilh..." Şârinin "mesciddeki yoldan kâfir bile geçer" diye kâfiri ayrı olarak zikretmesine itiraz edilmiştîr. Çünkü kâfir mescidlere hatta Mesid-i Haram'a girmekten men edilmez. Bu yüzden kâfiri ayrı olarak zikretmek için bir sebep yoktur.

Ben derim ki: Hâvî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; kâfirlerin ve zimmîlerin mescidlerin ihtiyacı için Mescid-i Haram'a, Mescid-i Aksa'ya ve diğer mescidlere girmelerinde bir beis yoktur.

"Bunun aksi ilh..." Yani yolu mescid yapması câiz değildir.

Ben derim ki: Musannıf bu meselede Dürer sahîbine tabi olmuştur.

Câmiü'l-Fûsuleyn sahibi: "Evvela mescidden bir miktar yeri yol yapmak ve yoldan bir mikdar yeri mescid yapmak câizdir." dedikten sonra başka bir kitaptan şunu nakletmiştir: "Yolda namaz kılmak câiz olmadığından yolun mescid yapılması câizdir. Fakat mescidden geçilmesi caiz olmadığından mescidin yol yapılması câiz değildir. Bu zikredilen sebepten dolayı bir mescidin yol yapılması hususunda iki kavil vardır." Bunu Fetavay-ı Ebu'l-Leys'den naklen Tatarhaniyye'de zikredilen kavil te'yid eder: Bir mahalle halkı mescidden bir mikdar yeri yol yapmak isteseler sahih olan kavle göre buna ruhsat verilmez.

Attabiyye'de: "Dar bir yolun yanında bir kısmına muhtaç olunmayan büyük bir mescid bulunsa, bu mescidden bir miktar yeri yola katmak caiz olur. Çünkü her ikisi de âmmeye aittir." diye yazılıdır. Fıkıh metinlerinde: "Lüzum görüldüğü takdirde bir mescidin bir miktarını yol yapmak caizdir. Ama bir mescidin tamamını yol yapmak câiz değildir." diye zikredilmiştir. Mutemet olan budur.

Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; Ebu'l-Kâsım'a "Bir mescid ehlinin bir kısmı mescidin avlusunu mescid, mescidin sahasını avlu yapmak veya mescid için başka bir kapı yapmak veya mescidin kapısının yerini değiştirmek isteyip diğer bir kısmı bunu kabul etmese, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bunu mescid ehlinin çoğu istiyorsa az olanların buna mani olmaya hakkı yoktur." diye cevap verilmiştir.

Tatarhâniyye'de İmam Muhammed'den naklen zikredilmiştir ki; bir mescid dar olup yanında âmmeye aid geniş bir yol bulunsa, bu yoldan bir miktar yerin mescide katılmasında bir beis yoktur. Bazı fukahaya göre bu katılmanın hakimin emriyle olması vâcibdir. Bazı fukahaya göre ise, bu mescidin bulunduğu belde harp yoluyla alınmışsa katılma caizdir. Sulh yoluyla alınmışsa câiz değildir.

Fetih'de zikredilmiştir ki; Cemaate dar gelen bir mescidin yanında mescide ait vakıf bir arazi veya dükkan bulunsa, o arazi veya dükkanın mescide katılması câiz olur. Vakıf arazi veya dükkan mescide ait olmayıp başka cihete vakfedilmiş olsa bile yine mescide katılması câiz olur. Çünkü mescid de, vakıf da hükmen Allah Teâlâ'nındır.

Cemaate dar gelen bir mescidin yanındaki arsa, hane, dükkan sahibinin rızası olmasa bile kıymetiyle satın alınıp mescide katılır. Çünkü Ashab-ı kiram Mescid-i Haram dar geldiğinde etrafındaki araziyi sahiplerinden kıymetiyle zorla alıp Mescid-i Haram'a katmışlardır.

"İcmâ ile caiz olur ilh..." Zeylai'de zikredilmiştir ki; vakfeden bir kimse vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa, icmâ ile câiz olur. Çünkü vakfedenin şartı şeriata muhâlif olmazsa, muteber olup riayet edilir. Fakat bu, İmam Ebû Yusuf'un kavline göre caizdir. Bu da Hilal'in kavlidir. Hidaye'de: "Bu, zâhir rivâyettir" diye zikredilmiştir. Allame Kâsım: "İmam Muhammed'e göre vakfeden bir kimse vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa, bu vakıf sahih olmaz." diyerek Zeylai'nin icmâ dâvâsını reddetmiştir.

Hilal-i Râiy-i Basri'nin tercüme-i hâli: Hilâl İmam-ı Azam'ın talebelerine yetişmiştir. Hicri 245 tarihinde vefat etmiştir. "Meşâyıh" lâfzı bundan sonra gelen âlimlere söylenir.

Fetih'de zikredilmiştir ki; Hilâl-ı Râi Basralı olup Hilâl b. Yahya b. Müslim'dir. Ehlü'r-rey'den olduğu için kendisine "Hilâl-i Rai" denilmiştir. Çünkü Hilâl Hanefi mezhebindendir. Basralı Yusuf b. Halid'den okumuştur. Bu Yusuf da İmam-ı Azam'ın talebelerindendir. Bazılarına göre Hilâl İmam Ebû Yusuf ile İmam Züfer'den okumuştur. Bazıları Hilâl'in "rey" şehrinden olduğunu ileri sürmüşlerdir. fakat bu doğru değildir.

"Mütevellilikten çıkarılması vâcib olur ilh..." Hıyanetî sabit her mütevellinin çıkarılması vâcibdir. Hıyaneti sabit olan bir mütevelliyi çıkarmayan hâkim günâhkar olur.

Bahır'da zikredilmiştir ki; hıyaneti sabit olan bir mütevelliyi hakim ya çıkarır veya onun yanına başka birini daha tâyin eder ve bu suretle onun vakfa zararını önlemiş olur. Bir mütevellinin tamire muhtaç olan bir vakfı tamir etmemesi hıyanettir.

Kezâ: Bir mütevellinin vakfın hepsini veya bir kısmını satması veya tasarrufu câiz olmayan vakıf bir şeyde bile bile tasarrufta bulunması hıyanettir.

T E N B İ H : Müteaddit vakıflara nezaret eden bir kimsenin bu vakıflardan birinde hıyaneti sabit olsa, Ebussûud Efendi: "Vakıfların hepsinin mütevelliliğinden çıkarılır." diye fetva vermiştir.

Ben derim ki: Fukahanın: "Şahitlikteki fâsıklık bölünmeyi kabul etmez." kavilleri bunu te'yid eder.

Cevahir'de zikredilmiştir ki; vakıf işlerine bakmayan bir kayyımı hâkim kayyımlıktan çıkarır. Hızanetü'l-Müftin'de: "Bir kayyım vakıf bir arazide kendisi için ekin ekse, hakim onu kayyımlıktan çıkarır." diye yazılıdır.

Vakıf kitaplara nezaret eden kimse kitapları ariyet olarak vermese, hâkim onu çıkarabilir. Vakfa nezaret eden kimse isterse ecr-i misille olsun vakıf olan hanede otursa hakim onu çıkarabilir Çünkü Hızanetü'l-ekmel'de: "Vakfa nezaret edenin vakıf olan bir hanede isterse ecr-i misille olsun oturması câiz değildir." diye zikredilmiştir.

Fetih'de zikredilmiştir ki; bir mütevelli tam bir sene devam eden deliliğe yakalansa, hükme muhtaç olmaksızın mütevellilikten çıkmış olur. Sonra iyi olsa bakılır: Eğer mütevelli olması vakıfnamede şart kılınmışsa mütevellilik kendisine döner, şart kılınmış olmazsa dönmez.

Vakfeden tarafından tâyin edilen mütevelli, vakfedenin ölmesiyle mütevellilikten çıkmış olur. Çünkü bu mütevelli vakfedenin vekilidir. Şu kadar var ki; vakfeden hem hayatında hem de ölümünden sonra mütevelli olmak üzere tâyin etmiş ise mütevellilikten çıkmış olmaz. Bu, İmam Ebû Yusuf'un kavlidir; fetva da bunun üzerinedir.

"Kendisine emniyet edilmeyen ilh..." İs'âf'da zikredilmiştir ki; mütevellinin emin, vakfı bizzat veya naibiyle idareye muktedir olması şarttır. Çünkü mütevellinin vakfın menfaatini gözeten bir kimse olması şarttır. Bundan dolayı hain ve aciz kimse mütevelli tâyin edilemez. Erkek, kadın, âmâ mütevelli olabilir.

Keza: Kendisine kazf haddı vurulmuş kimse de tevbe ettiği zaman mütevelli olabilir.

Fukaha : "Hakimlik isteyene hâkimlik verilmeyeceği gibi, vakfa mütevelli olmak isteyene de mütevellilik verilmez." demişlerdir.

Mütevelli olabilecek kimselerde aranan bu şartlar sıhhatinin şartı olmayıp evleviyetinin şartlarıdır. Mütevelli fasık olduğu zaman mütevellilikten çıkarılmayı hak etmiş olur. Fakat hükümsüz mütevellilikten çıkmış olmaz. Nitekim bir hakim fâsık olduğu zaman sahih ve müftabih olan kavle göre hükümsüz hakimlikten çıkmış olmaz.

Mütevellinin baliğ ve akıllı olması şarttır. Fakat hür ve Müslüman olması şart değildir. Çünkü İs'âf'da zikredilmiştir ki; bir kimse vakfının mütevelliliğini bir çocuğa vasiyet etse kıyasa göre mutlak surette bu vasiyet bâtıl olur. İstihsane göre ise çocuk küçük olduğu müddetçe vasiyet bâtıl olur, büyüyünce mütevellilik ona ait olur.

Bir köle mütevelli olabilir. Çünkü köle tasarrufa ehildir, yapmış olduğu tasarrufun durdurulması efendisinin hakkından dolayıdır. Âzâd edildikten sonra tasarrufuna mâni ortadan kalkmış olacağından yapmış olduğu tasarrufu geçerlidir. Çocuk böyle değildir.

Zımmi mütevelli olma hususunda köle hükmündedir. Hakim köle ile zimmiyi mütevellilikten çıkardıktan sonra köle âzâd, zimmi Müslüman olsa mütevellilik kendilerine dönmez.

Çocuk mütevelli olamaz. Çünkü vakfın menfaatini gözetmek velayet bâbındandır. Çocuk kendi işini idare etmekten aciz olduğu için kendi üzerine veli tâyin edilir. Kendisinin başkasına veli olması sahih olmaz.

Enfaü'l-Vesâil'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfında iki oğlunun mütevelli olmasını şart kılıp birisi küçük olsa, hâkim muhayyer olur. Dilerse küçük büyüyünceye kadar onun yerine başkasını tâyin eder, dilerse büyüğe idare ettirir. Bu nakiller "çocuğun mütevelli ve imam olamayacağı hususunda" açıktır.

Eşbâh'ın "Ahkam-ı Sıbyan" bahsinde: "Çocuk vasi ve mütevelli olabilir, fakat hakim çocuk bâliğ oluncaya kadar onun yerine başkasını tâyin eder." diye zikredilmiştir. Nitekim İbn-i Vehba'nın Manzume'sinin "Vasâya Bahsinde" de böyle yazılıdır.

Müctebâ'da zikredilmiştir ki; bir vakfın velâyeti bir çocuğa bırakılmış olsa istihsanen sahih olur.

Müctebâ sahibi Havî'de: "Bir kimse vakfında mütevelli olmayı çocuğa vasiyet etse, kıyasa göre bu vasiyet bâtıl olur, fakat istihsane göre çocuk büyüdüğü zaman mütevellilik ona aid olur." demiştir. İs'af'da zikredilenin aynıdır.

Fetavây-ı Reşidüddin'den naklen Üstürûşni'nin "Ahkâm-ı Sığar" isimli eserinde zikredilmiştir ki; çocuk vakfı hıfzetmeye ehil olduğu takdirde hakimin onu mütevelli tâyin etmesi câiz olur ve tasarruf velâyeti çocuğa aid olur. Nitekim hakim çocuğa tasarruf hususunda - her ne kadar velisi izin vermese bile- izin vermeye mâliktir. Buna göre İs'âf gibi bazı fıkıh kitablarında: "Çocuk mütevelli olamaz." diye zikredilen kavil ile diğer bazı fıkıh kitablarında: "Çocuk mütevelli olur." diye zikredileni kavil arasını bulmak mümkündür. Şöyle ki; çocuk mütevelli olamaz diyen kavil "çocuk tasarrufa muktedir olmadığından vakfı korumaya ehil olmadığına" hamlolunur. "Çocuk mütevelli olur" diyen kavil ise "hakim bir çocuğu mütevelli tâyin ettiğinde çocuğun tasarrufa muktedir olacağına" hamlolunur. Yukarıda geçtiği üzere, bir çocuğa tasarrufta velisi izin vermese bile hâkim izin verebilir. Buna göre zamanımızda vakıflara nezaret işinin mümeyyiz olmayan (iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramayan) çocuklara bırakılması ve Hanefî hakimlerinin de bunun sahih olduğuna hüküm vermeleri büyük bir hatadır.

Bir kimse vakfına mütevelli olmaya ehil olanlardan en layık olanın mütevelli tâyin edilmesini şart kılsa, buna mütevelli olmaya en lâyık olan kimse müstahik olur. Eğer bu vakfa akıl bâliğ olan bir kimse mütevelli tâyin edilip ondan daha lâyık bir kimse bulunursa tâyin edilenin mütevelliliği sahiholmaz. Çünkü vakfedenin şartına muhalefet edilmiştir. Buna göre âkıl bâliğ bir kimse mevcud iken mümeyyiz olmayan bir çocuk mütevelli olmaz. "Babanın ekmeği oğlunundur" inancı bunda geçerli değildir. Çünkü bunda şeriatın hükmünün değiştirilmesi, vakfedenin şartına muhalefet edilmesi, tedris, imamet gibi vazifelerin ehil olmayanlara verilmesi vardır.

"Malını kimyaya sarf eden ilh..." Yani kimyaya rnübtela olup bu yolda malını telef ve zayi ettikten başka büyük borç altına giren bir mütevelli, mütevellilikten çıkarılır. Çünkü böyle bir kimse vakıf malını da bu yolda telef ve zayi edebilir.

"Mütevellilikten çıkarılması vacip olur ilh..." Bu mesele vakfedenin şartına muhalefet edilen yedi meseleden biridir. Bu yedi mesele ileride gelecektir.

"Eğer mütevelli kendisine emniyet edilen ilh..." Eşbah'a nisbet edilerek Mülteka şerhinde zikredilmiştir ki; hakimin vakfeden tarafından mütevelli olması şart kılınan kimseyi hıyaneti bulunmaksızın mütevellilikten çıkarması câiz olmaz. Eğer hakim onu çıkarıp yerine başkasını tâyin ederse, tayin ettiğinin mütevelliliği sahih olmaz.

Hâkim tarafından tâyin edilen bir mütevellinin hıyaneti bulunmaksızın mütevellilikten çıkarılması sahihtir. Bir hakimin hiç bir sebep göstermeksizin çıkarmış olduğu bir mütevelliyi ikinci hâkim yeniden tâyin edemez. Birinci hâkimin çıkarma hükmünün doğru olduğuna hamlolunur. Ancak çıkarılan mütevellinin vakfı koruma hususunda ehil olduğu sabit olursa, ikinci hakim onu yeniden tâyin edebilir. Vakfeden kimse tâyin ettiği mütevelliyi mutlak surette çıkarabilir. Vakfeden vakfına mütevelli tâyin etmeyip hâkim mütevelli tâyin etse, hâkimin tâyin ettiği mütevelliyi vakfeden çıkaramaz.

Bir vakfın vakfeden veya hakim tarafından tâyin edilmiş bir mütevellisi bulunsa, bu mütevellinin hıyanet gibi bir kabahati bulunmaksızın yanına ikinci bir mütevelli tayin edilemez.

Vakfedenin akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa hâkim, vakıfta hisseleri olanlar hakkında faideli olanı tâyin eder.

T E N B İ H : Suçsuz olarak bir mütevelli çıkarılamayacağı gibi vakıfda vazifeli olan suçsuz bir kimse de çıkarılamaz. Bir talebe üç ay kaybolsa vakıf olan odası alınmaz, vakıftaki hissesi kesilmez.

Eşbah'ın Fenn-i Salisi'nin sonunda zikredilmiştir ki; sultan ehil olmayan bir müderrisi tâyin etse tâyini sahih olmaz. Çünkü sultanın yaptığı işin faydalı olması şarttır. Bilhassa vakıfnamede ehil olan müderris tayin edilecektir diye yazılı ise ehil olan müderris vazifesinden çıkarılmakla çıkmış olmaz

Bezzâziye'nin Sulh Bahsinde zikredilmiştir ki; sultan ehil olmayan bir kimseye vazife verirse iki günah işlemiş olur: Birisi ehil olmayana vazife vermesi, diğeri de ehil olanı vazifeden mahrum etmesidir.

Bir mütevelli hakime bildirmek şartıyla kendisini mütevellilikten çıkarabilir. Fakat çıktığını hakime bildirmedikçe mütevellilikten çıkmış olmaz. Vakıf hakkındaki tasarrufları geçerli olur.

Bir mütevelli hakimin huzurunda başka bir şahsı kendi yerine tayin edip hakim de o şahsın mütevelliliğini takrir etse, birinci mütevelli mütevellilikten çıkmış, yerine tâyin edilen şahıs mütevelli olmuş olur

Bir mütevelli uhdesinde bulunan mütevelliliği başka bir şahsa bırakılmış olsa bakılır: Eğer kendisine mütevellilik bırakılan şahıs mütevelli olmaya ehil olmazsa hâkim bunu kabul ve takrir etmez. Ehil olursa hâkim muhayyer olup dilerse kabul ve takrir eder, dilerse reddeder.

Bir kimse uhdesindeki vazifeyi başka bir şahsa bırakmış olsa her ne kadar vakfa nezaret eden zât kendisine vazife bırakılan şahsı kabul ve takrir etmese bile vazifeyi bırakanın hakkı düşmüş olur.

Fetavây-ı Hayriyye sahibine "Bir kimse uhdesinde bulunan bir vazifeyi bedel karşılığında bir şahsa devretse bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş. O da: "Bu vazife kendisine devredilen şahsa verilmeyip sultanın takrir ettiği zâta verilir. Çünkü uhdesinde vazife bulunan kimsenin bu vazifeyi başka bir şahsa devretmesi sultanın bu vazifeyi başka bir zâta takririne mani olmaz." diye cevap vermiştir.

Yine Fetâvây-ı Hayriyye'de zikredilmiştir ki; hâkim bir vazifeye bir kimseyi tâyin ettikten sonra aynı vazifeye sultan da başka bir zatı takrir etse, hakimin takriri muteberdir. Nitekim bir vekil, vekil edildiği bir işi yaptıktan sonra aynı işi müvekkili de yapsa, vekilin yaptığı iş muteberdir.

Vakfeden tarafından takrir hakkı kendisine şart kılınmış olan bir nazır (vakfa bakan) bir vazifeye bir şahsı takrir edip aynı vazifeye hâkim de başka bir kimseyi takrir etse, nazırın takriri muteberdir. Hâkimin takriri muteber değildir. Çünkü velâyel-i hassa, velâyet-i âmmeden daha kuvvetlidir. Allâme Kasım bununla fetva vermiştir. Fakat vakfeden tarafından nazıra takrir hakkı şart kılınmamış ise, hakimin takriri muteberdir.

Bir kimse uhdesindeki vazifeyi bedel karşılığında bir şahsa devretse, vazifeyi devralan şahıs vermiş olduğu bedeli geri alabilir. Çünkü bu bedel mücerred haktan bir ivazdır, bu ise caiz değildir. Bütün fukaha bunu tasrih etmişlerdir. Kim örfü hassı nazar-ı itibara olarak bunun hilafına fetva verirse, mezhebe muhalif olarak fetva vermiş olur. Bu mesele meşhurdur, bunun hakkında fukahanın ihtilafı vardır. Bu mesele hakkında müteahhirinin bir çok risaleleri vardır. Fakat doğru yola tabi olmak evladır. İşin hakikatini Hak Teala Hazretleri bilir.

METİN

Vakfeden kimse vakfının gelirini veya vakfına mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa İmam Ebû Yusuf'a göre câiz olur. Fetva bunun üzerinedir.

= Vakfın ve şartlarının istibdalı (değiştirilmesi) beyanında =

Bir kimse vakfettiği bir arazisini dilediği zaman başka bir arazi ile değiştirmesini veya satılıp parasıyla başka bir arazi alınmasını şart kılsa, bu şartla vakfetmesi câiz olur. Böyle bir değiştirme yapılınca ikinci arazide - her ne kadar vakfiyede zikredilmiş olmasa bile - birinci arazi hakkındaki şartlar muteberdir. Bundan sonra ikinci arazi üçüncü bir araziyle değiştirilemez. Çünkü değiştirme hükmü şartla sâbit olmuştur. Şart ise birinci değiştirmede mevcut olup ikinci değiştirmede mevcut değildir.

Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfı -yoksullara ait olsa bile- ancak hâkim değiştirebilir Dürer.

Bahır'da: "Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfın değiştirilebilmesi için kendisinden tamamıyla istifade edilemeyecek bir hale gelmesi, bedelinin akar olması, değiştiren hâkimin Cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması şarttır " diye zikredilmiştir.

Nehir'de zikredilmiştir ki; vakti değiştiren hâkim ilim ve amel sahibi olursa bu değiştirmeye kalp mutmain olur. Altın ve gümüş ile değiştirilmiş olsa bile vakfın zâyi olma korkusu olmaz. Vakfeden kimse vakfının değiştirilmesini şart kılmamış olsa bile bu mesele vakfedenin şartına muhalefet edilen yedi meseleden biridir. Nitekim bu yedi mesele Eşbahda izah edilmiştir. Musannıfın oğlu Zevâhir isimli eserinde vakfedenin şartına muhalefet edilen yedi mesele üzerine sekizinci meseleyi Enfeu'l Vesail'e nisbet ederek: "Vakfeden bir kimse vakfında mütevelliden başkasının tasarrufta bulunmamasını şart kılsa hâkim münasip gördüğü takdirde vakfedenin şartına muhalefet ederek mütevellinin yanına vakfın malını muhafaza edecek bir kimseyi tayin eder" diye ziyade etmiştir.

Eşbah'da zikredilmiştir ki; ma'mur (kendisinden istifade edilen) bir vakfın ancak dört yerde değiştirilmesi câizdir.

Şarih der ki; Marûzat'da: "Ebussûud Efendi Sadrü'ş-Şeria'nın tercihine tâbi olarak (951) tarihinde arazi üzerine ma'mur vakıfların sultanın emri olmaksızın hakimler tarafından değiştirilmesi men edilmiştir." diye yazılıdır.

Yine Marûzat'ta zikredilmiştir ki; Ebussûud Efendi'ye "Vakfeden bir kimse vakfında tâyin, azil ve diğer tasarruflarda bulunmayı kendi evlâdından mütevelli olanlar için şart kılıp kendilerine vakıf hususunda hâkimlerden ve emîrlerden hiç bir kimse müdahale etmesin. Eğer müdahale ederlerse Allah Teâlâ'nın lâneti onların üzerine olsun dese, hâkim ve emîrlerin bu vakfa müdahale etmeleri mümkün ve meşru olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Bu şekildeki vaktiyeler (944) tarihinde yazılmıştır. Eğer vakfedenin evladından olan mütevelliler emîrlerden olurlarsa bizzat kendileri vakıf işlerinin şer-i şerife uygun olarak yürütülmesi için devlet adamına (vezire) arz ederler. MütevelIiIer emîrlerden olmazlarsa, vakıf işlerinin şer-i şerife uygun olarak yürütülmesi için beldelerindeki hakim vasıtasıyla devlet adamına arz ederler.

Hâkimler mütevellilere, mütevelliler de hakimlere muhalefet etmesinler. Çünkü sultanın emri bu minval üzere vârid olmuştur. Vakfedenler bu şartla herhangi bir fesadın yapılmasını isteyip bu fesadı önlemek için mütevellilere müdahale eden hâkim ve emirlere lânet ederlerse, bu lanet kendilerinin üzerine olur. Çünkü usûl-i mukarraradandır ki; şer'î şerife muhalif olan bütün şartlar hükümsüz ve bâtıldır." diye cevap vermiştir. Bu hıfz olunmalıdır.

İZAH

"Vakfeden kimse vakfının gelirini ilh..." Vakfeden kimse vakfının gelirini tamamen veya kısmen kendi nefsi için tahsis kılsa, İmam Muhammed'e göre vakfın bir mütevelliye teslim edilmesi şart olduğundan bu vakıf câiz olmaz. İmam Ebû Yusuf'a göre câiz olur.

Bir kimse bir mülkünü kölelerine ve cariyelerine vakfetse İmam Ebû Yusuf'a göre sahih olur, İmam Muhammed'e göre sahih olmaz. Ama vakfının gelirini müdebbirleri ve ümm-i veledleri için şart kılsa, bu vakıf ittifakla sahih olur. Çünkü bunların efendilerinin ölmesiyle hürriyetleri sabit olacağından bu vakit yabancılara vakfedilmiş gibi olur. Efendileri hayatta iken vakfın bunlar için sâbit olması hayatından sonraya tebaandır.

"Başka bir arazisiyle değiştirmesini ilh..." Bilmiş ol ki; bir vakfın değiştirilmesi üç vecih üzeredir:

Birincisi: Vakfeden tarafından vakfının lüzum görüldüğünde değiştirilmesi şart kılınmış olan vakıfdır. Sahih olan kavle göre bu vakfın değiştirilmesi câizdir.

İkincisi: Vakfeden tarafından vakfının değiştirilmesi şart kılınmamış olan vakıfdır. Eğer bu vakıf gelir getirmeyecek bir hale gelir veya geliri masrafına kifayet etmezse, esah kavle göre bu vakfında hâkimin izniyle değiştirilmesi caizdir.

Üçüncüsü: Vakfeden tarafından vakfının değiştirilmesi şart kılınmamış olan vakıfdır. Bu vakıf az da olsa gelir getirirse, değiştirilecek bedel vakıftan daha verimli olsa bile muhtar olan kavle göre vakfın değiştirilmesi câiz değildir.

Geliri azalan vakıf bir arazinin değiştirilmesi hakkında ihtilâf vardır. Fakat bir kısmı harap olmakla geliri azalan vakıf bir hanenin değiştirilmesi ittifakla câiz değildir. Hanenin araziye kıyas edilmesi mümkün değildir. Çünkü arazinin geliri azaldığında kiralanmasına rağbet edilmeyip satın alınmasına rağbet edilir. Haneye gelince : Kira bedelinin karşılığında tamir edilip içinde uzun müddet oturmak üzere kiralanmasına rağbet edilir. Zamanımızda kıyas bâbı kapanmıştır. Ulema için ancak mutemed ve muteber kitaplardan nakletmek vardır. Nitekim fukaha böylece tasrih etmişlerdir.

"Vakfiyede zikredilmiş olmasa bile ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki; Bir kimse vakfettiği bir arazisini satıp parasıyla başka bir arazi satın almayı şart kılsa, bu ifadesi üzerine bu vakıf istihsanen sahih olur. İkinci arazi satın alınınca birinci arazinin şartlarıyla vakfedilmiş olup yeniden vakfedilmeye muhtaç olmaz. Nitekim bir kimseye hizmet etmesi vasiyet edilen bir köle hata en öldürülüp parasıyla başka bir köle satın alındığında satın alınan kölede kendisine vasiyet edilen kimsenin hizmet hakkı sâbit olur.

"Bundan sonra ikinci arazi üçüncü bir araziyle değiştirilemez ilh..." Fetih'te zikredilmiştir ki; vakfeden kimse vakfiyesinde vakfının değiştirilmesini şart kılmış olsa, yine vakıf olmak üzere bir kereye mahsus olarak değiştirilebilir, bir daha değiştiremez. Çünkü bu husustaki salahiyetini bu şekilde kullanmış olur. Ancak devamlı değiştirilmesini ifade eden bir söz söylerse, bu takdirde tekrar değiştirebilir. Bu değiştirmeyi mütevelli yapamaz. Ancak vakfiyesinde mütevelli olacak şahıs için değiştirme salahiyetini şart kılmış olursa, mütevellinin de değiştirmeye salahiyeti olur.

Vakfeden kimse vakfiyesinde vakfının gelirinden hisse olanların hisselerini artırıp eksiltmesini ve istediği kimseleri vakıftan hisse alanlar arasına katmayı veya onların arasından çıkarmayı veyahut onlardan biriyle başka birisini değiştirmesini şart kılsa, bu şart sahih olur ve bunu bir kereye mahsus olmak üzere yapabilir, bir daha yapamaz. Fakat bunu her dilediği zaman yapmayı şart kılmış olursa, hayatta olduğu müddetçe hisseleri artırıp eksiltebilir ve dilediği kimseleri vakfına alıp dilediğini çıkarabilir.

Mütevelli bunları yapamaz. Ancak vakfeden mütevellinin yapmasını şart kılarsa yapabilir. Vakfeden bunları yapmayı mütevelliye şart kılmış olduğu halde kendi nefsi için şart kılmamış olsa, yine kendisi de bunları yapabilir. Çünkü bunları başkasına şart kılması, kendi nefsi için şart kılması demektir.

"Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfı ilh..." Tarsûsî'den naklen Vehbâniyye şerhinde zikredilmiştir ki; vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfın değiştirilmesi hakkında bir nakil yoktur. Fakat mezheb kaidelerinin gereği olarak fukaha: "Vakfeden kimse vakfiyesinde, hâkimin veya sultanın söz hakkı yoktur, diye şart kılsa bu şart bâtıldır. Hakimin vakıfda söz hakkı vardır. Çünkü hâkimin vakfa nezareti daha faydalıdır. Bu şartta kendilerine vakfedilenlerin menfaatlarının fevt olması, vakfın muattal bırakılması vardır. Vakıf için faydasız olan bir şart ise kabul edilemez." demişlerdir.

"Bahır'da ilh..." Bahır'ın ibâresi şöyledir: Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfın değiştirilmesi hakkında Kadîhân'ın kelâmı muhtelif olup kitabının bir yerinde: "Hâkim vakfın değiştirilmesinde bîr menfaat görürse değiştirir." demiş; diğer bir yerinde ise: "Vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale gelse bile değiştiremez" demiştir. Mutemed olan kavle göre vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale gelip tamiri için geliri de bulunmadığı takdirde hâkimin -gabn-i fahiş ile olmamak şartıyla- değiştirmesi câiz olur. İs'âfda: "Vakfı değiştiren hâkimin cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması şarttır." diye zikredilmiştir. Zamanımızda vakfın parayla değil akarla değiştirilmesi vâcibdir diye ilâve edilmelidir. Çünkü para ile satıldığında bedeli satın alınmayıp paranın mütevelliler tarafından yenildiği görülmektedir. Zamanımızda vakıfların vakfın parayla değil akarla değiştirilmesi vâcibdir diye ilâve edilmelidir. Çünkü para ile satıldığında bedeli satın alınmayıp paranın mütevelliler tarafından yenildiği görülmektedir. Zamanımızda vakıfların değiştirilmesi çok olmakla beraber hâkimlerden hiç birinin bunu teftiş ettiği görülmemektedir.

Vakfı değiştiren kimse vakfı alacaklısına ve lehine şehâdeti kabul edilmeyen şahsa satmamalıdır. Vakfı değiştiren kimse vakfı küçük oğluna satsa ittifakla caiz olmaz. Nitekim satışa vekil olan bir kimse kendi küçük veya büyük oğluna satsa, bu satış İmam-ı Azam'a göre caiz olmaz, İmameyn'e göre câiz olur. Bu mesele vekalet bahsinde beyân edilmiştir. Vakfı değiştiren kimse alacaklısına borcu karşılığında vakfı satsa, İmam Ebû Yusuf ile Hilâl'in kavline göre bu satış caiz olmaz.

Kınye'de zikredilmiştir ki; vakıf bir hanenin başka bir hane ile değiştirilmesinin câiz olması için bu hanelerin her ikisi de ya bir mahallede bulunmalı veya bedel olacak hanenin mahallesi vakıf hanenin mahallesinden daha hayırlı ve şerefli olmalıdır. Aksi takdirde bedel olacak hanenin alanı daha geniş, kıymeti daha ziyade, kirası daha fazla olsa bile değişme caiz olmaz. Çünkü bedel olacak hanenin bulunduğu mahallenin aşağılığından dolayı ileride insanların rağbetinden düşerek harap olması muhtemeldir.

Allame Kınalızade: "Değiştirilen vakıf ile onun bedelinin aynı cinsten olması şarttır." demiştir.

Haniyye'de zikredilmiştir ki; vakfeden kimse vakfettiği hanesini hane ile değiştirmeyi nefsi için şart kılsa, o haneyi arazi ile değiştiremez. Aksini yani vakfettiği araziyi arazi ile değiştirmeyi nefsi için şart kılsa, o araziyi hane ile değiştiremez. Fakat gelir için vakfedilmiş vakıfların değiştirilmesinde, değiştirilen vakıf ile bedelinin cinslerinin aynı olması şart değildir. Çünkü bu vakıflarda nazar-ı itibara alınacak şey gelirinin çokluğu, tamirinin ve masrafının azlığıdır. Mesela; vakıf bir dükkân ekin ekilen, geliri dükkânın kirasından daha fazla olan bir arazi ile değiştirilebilir. Çünkü arazi daha devamlı, masrafı daha azdır. Ama mesken için vakfedilmiş bir hane, geliri daha fazla olsa bile bir arazi ile değiştirilemez. Zira bu haneyi vakfedenin maksadı, haneden içinde oturmak suretiyle istifade edilmesidir.

"Altın ve gümüş ile değiştirilmiş olsa bile ilh..." Nehir'de: "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde altın ve gümüş ile değiştirilebilir." diye zikredilen kavil Bahır'da "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde değiştirilen bedelinin akar olması şarttır." diye zikredilen kavli reddetmektedir.

Hâsılı vakfın değiştirildiği bedelinin akar olmasının şart kılınması bedelinin altın ve gümüş olduğu takdirde mütevellilerin onu yemesinden korkulduğundan dolayıdır. Fakat vakfı değiştiren hakimin cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması şart kılındığında vakfın bedeli olan altın ve gümüşü yemesinden korkulmaz.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü hakimin ilîm ve amel sahibi olması yalnız vakfı değiştirmek için şarttır. Yoksa satılan vakfın bedelini para ilesatın alması şart değildir İlim ve amel sahibi bir hâkim vakfı parayla satıp parasını kendi yanında veya mütevellinin yanında bıraktıktan sonra azledilip yerine başka bir hâkim tâyin edilse, ikinci hakim araştırmayıp para zâyi olabilir.

"Bu mesele vakfedenin şartına muhalefet edilen yedi meseleden biridir ilh..." Yani vakfedenin şer'î şerife muvafık olan şartları Şari'in nassı gibi olup muhalefet edilmesi caiz değildir. Fakat vakfedenin şer'î şerife muvafık olmayan şartları muteber değildir. Bundan dolayı bunlara riayet edilmez.

Birincisi: Vakfedenin vakfının değiştirilmemesi şartıdır. Böyle bir vakıf kendisinden tamamıyla istifade edilemeyecek bir hale gelip onu ıslah edecek geliri de bulunmadığında ilim ve amel sahibi bir hâkim bu vakfı değiştirebilir.

İkincisi: Vakfeden vakfının mütevellisini hâkimin değiştirmemesi şartıdır. Mütevelli ehil olmadığı takdirde hâkim onu değiştirebilir.

Üçüncüsü: Vakfının bir sene müddetten ziyadeye kiraya verilmemesi şartıdır. İnsanlar bu müddetle kiraya rağbet etmeseler veya bu müddetten daha uzun bir müddetle kiraya verilmesinde fakirler için menfaat bulunsa, hâkim bu şarta muhalefet edip daha uzun bir müddetle kiraya verebilir. Fakat mütevelli veremez.

Dördüncüsü: Vakfedenin kendi kabrine Kur'ân-ı Kerîm okunması şartıdır. Bu tâyin bâtıldır. Ama bu, kabrin yanında Kur'ân-ı Kerîm okumak mekrûhtur diyen kavle göredir. Muhtar olan kavle göre kabrin yanında Kur'ân-ı Kerîm okumak mekrûh değildir.

Beşincisi: Vakfının gelirinin fazlasını fülan mescidde dilenen fakirlere tasadduk edilmesi şartlıdır. Bu şarta da riayet edilmez. Mütevellinin diğer mescidlerde dilenenlere, sokaklarda dilenenlere ve dilenmeyenlere de tasadduk etmesi caizdir.

Altıncısı: Vakfeden vakfının gelirinden vakıfta hakkı olanlara her gün şu kadar et, ekmek verilsin diye şart kılmış olsa, mütevelli bunları veya bunların kıymetini vermekte muhayyerdir. Fakat diğer bir kavle göre muhayyer olan mütevelli değil vakıfta hakkı olanlardır. Bunlar dilerlerse tâyin edileni, dilerlerse bunların kıymetini mütevelliden isterler. Münteka'da bu kavlin râcih olduğu zikredilmiştir.

Yedincisi: Vakfeden, İmam, hatip, müderris gibi vazife ehline kifayet miktarından eksik ücret verilmesini şart kılmış olsa, hakim bu şarta muhalefet edip ücretlerini artırabilir.

Bu yedi mesele üzerine "beytülmale aid olan vakfın şartlarına sultanın muhalefet etmesi caizdir" diye ziyade edilmiştir.

Ma'mur (kendisinden istifade edilen) bir vakfın ancak dört yerde değiştirilmesi câizdir.

Birincisi: Vakfedenin değiştirilmesini şart kıldığı vakıftır.

İkincisi: Ma'mur bir vakfı bir kimse gasbedip içine su akıtarak göl haline getirir ziraate kabiliyeti kalmazsa, mütevelli gasbedene vakfın kıymetini ödettirip onunla vakfın yerine bir arazi satın alır.

Üçüncüsü : Gasbedenin vakfı inkâr edip şâhidin de bulunmaması suretidir. Bu surette gasbeden vakfın kıymetini vermek istese mütevelli kıymetini alıp onunla başka bir yer satın alır; evvelki vakfın şartları üzere vakfeder.

Dördüncüsü: Bir kimsenin bir vakıf ile ondan daha kıymetli, daha çok gelir getiren bir arazisini değişmek istemesi suretidir. Bu surette İmam Ebû Yusuf'un kavliyle amel edilerek vakıf o arazi ile değiştirilir. Fetva da İmam Ebu Yusuf'un kavli üzeredir. Nitekim Fetavây-ı Kâriü'l-Hidâye'de böylece yazılıdır.

METİN

= Binanın vakfedilip arsasının vakfedilmemesi beyânında =

Bir kimse arsası üzerine bina yaptıktan sonra arsayı mülkü olarak bırakıp da üzerindeki binayı vakfetse, vakfı sahih olmaz. Ekseri ulema bunun üzerinedir. Bazıları "sahih olur" demişlerdir. Fetva bu kavil üzerinedir. Kâriü'l Hidâye'ye "Arsanın değil de onun üzerindeki binanın veya ağaçların vakfedilmesinden sorulmuş", o da: "Fetva vakfın sahih olması üzerinedir." diye cevap vermiştir. Vehbâniyye şârihi bunu tercih etmiş, musannıf: "Bu, menkûl (taşınılabilen) kabilinden olup bunda insanların muameleleri caridir." diye sebebini beyân ederek bunu ikrar etmiştir. O halde bu kavil ile fetva vermek taayyün eder. Eğer vakfedilen binanın arsası da binanın vakfedildiği cihete vakfedilmiş olursa, arsaya tebaan binanın vakfı da ittifakla câiz olur. Eğer arsası binanın vakfedilmiş olduğu cihetten başka bir cihete vakfedilmiş olursa, bunda ihtilâf edilmiştir. Sahih olan kavle göre, vakfın câiz olmasıdır.

İbn-i Nüceym'e "arsasının değil de üzerindeki ağaçların vakfedilmesinden sorulmuş", o da: "Arsası vakıf ise - her ne kadar ağaçları vakfeden arsayı vakfedenden başkası olsa bile- sahih olur." diye cevap vermiştir

Yine İbn-i Nüceym'e "arazi-i muhtekeredeki binanın veya ağaçların satılması veya vakfedilmesi câiz olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet câiz olur." diye cevap vermiştir.

Yine İbn-i Nüceym'e "bir kimsenin rehin veya kiraya vermiş olduğu bir arazisini vakfetmesi câiz olur mu?" diye sormuş o da: "Evet câiz olur." diye cevap vermiştir.

Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir kimsenin âriyet olarak aldığı veya kiraladığı bir arsa üzerine yapmış olduğu binayı vakfetmesi câiz değildir.

= Arazi-i muhtekerenin kirasının artması beyânında =

Arazi-i muhtekerenin kirasının artmasının hükmüne gelince: Münye'de zîkredilmiştir ki; vakıf bir arazi üzerine dükkân yapmış olan kimse o vakıf araziyi ecr-i misille kiralamayı kabul etmese bakılır: Eğer o araziden dükkân kaldırıldığı takdirde arazi dükkan sahibinin vermiş olduğu kiradan daha fazla kira getirecek olursa, hâkim dükkân sahibîne dükkânını kaldırmasını emreder ve başkasına o araziyi kiraya verir. Eğer dükkân kaldırıldığı takdirde dükkân sahibinin vermiş olduğu kiradan daha fazla kira getirmeyecek olursa, arazi onun elinde eski kirasıyla bırakılır. Bahır'da da böylece yazılıdır.

Yine Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse vakıf bir araziyi ecr-i misille kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra arazinin kirası pek ziyade artsa, kiracının bu artan mikdarı vermesi lâzım gelir. Bu artan mikdarı vermezse, eğer kira mukavelesi her ay kirayı vermek üzere yapılmışsa aybaşında kira mukavelesi fesholunur. Bundan sonra bakılır: Eğer binanın kaldırılması vakfa zarar verecek olursa, bina kaldırılmaz. Eğer binanın kaldırılması vakfa zarar vermeyecek olursa bina kaldırılır veya kiracı razı olursa, mütevelli o binaya mâlik olur. Eğer kiracı razı olmazsa, binanın yıkılacağı zamana kadar bekler. Burada şu meselenin beyânı bâkî kalmıştır. Bir kimse vakıf bir araziyi senelik veya uzun bir müddet için ecr-i misille kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra bina sebebiyle arazinin kirası artmış olsa, kiracıdan zararı def için artan mikdarın alınmamasıdır. Çünkü kiranın artması bina sebebiyle olup araziden dolayı değildir.

= İktaatın vakfedilmesi beyânında =

İktaatın vakfedilmesi Nehir'in beyânına göre câiz değildir. Ancak mevat arazi olur veya hükümdarın kendi mülkü olur da bir kimseye ikta etmiş olursa, o arazinin vakfı câiz olur. Nehir sahibi: "Mısır'da emîrlerin çocuğunun vakıfları iktâat olup suretâ yani beytülmala aid bir arazinin satılmasını meşrû kılacak şartlar bulunmaksızın beytülmal vekilinden satın alınmış. Çünkü Osmanlı Devletinde beytülmale ait bir arazinin satılmasına ihtiyaç olmamıştır." demiştir.

Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; sultan, beytülmala aid bir araziyi âmmenin menfaati için meselâ: Bir mescidin ihtiyacı için vakfetse, tahsisat kabilinden olarak caiz olur ve sevaba nail olur.

Şarih der ki; Şürunbulali'nin Vehbaniyye şerhinde zikredilmiştir ki; sultan, sulh yoluyla değil harp yoluyla alınmış bir arazinin vakfına izin vermiş olsa yine vakıf sahih olur. Çünkü arazide fethedilmeden önceki malikinin mülkü bakidir.

İZAH

"Binayı vakfetse ilh..." Yani bir arsayı mülk olarak bırakıp da üzerindeki binayı veya ağaçları vakfetmek sahih olmaz. Bazı fukahaya göre sahih olur.

Musannıf bu meseleyi vakfı örf ve âdet olan menkûl bahsinde zikretmeliydi. Çünkü binanın veya ağaçların vakfı menkûl kısmındandır. Bundan dolayı bunlarda şuf'a câri değildir. Nitekim şuf'a bâbında beyân edilecektir. Musannıf: "Bir arsayı mülk olarak bırakıp da üzerindeki binayı vakfetmek sahih olmaz." diye kayıtlamıştır. Çünkü bir arsa vakfedilince üzerindeki binalar ve ağaçlar da arsaya tebaan vakfedilmiş olur.

Bilmiş ol ki; Allame Kasım: "Bir arsanın kendisi vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfedilmesi sahih değildir." diye fetva vermiş, bunu İmam Muhammed'in Asıl isimli eserine, Hilâl b. Yahya'i-Basri'ye, Hassaf'a, Vakıat'a ve Muzmarat'a nisbet ettikten sonra: "Bir arsa vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesinin sahih olmaması, örf ve adet olmadığından dolayı değildir. Çünkü gayr-i menkûl malların kendileri uzun müddet kalırlar da müebbet olurlar. Fakat bina böyle değildir. Zira arsasız bina bâki değildir. Artık sâbit oldu ki, bir arsa vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesi ittifakla bâtıldır. Bundan dolayı bir arsa vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesi sahih olur diye hükmetmek de bâtıldır." demiştir.

Ben derim ki: Zahire'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; bir arsa vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın vakfedilmesi câiz değildir, sahih olan kavil de budur. Çünkü bu, vakfedilmesi örf ve âdet olmayan menkûl bir malın vakfıdır. Ama bir kurbet cihetine vakfedilmiş bir arsanın üzerine bir bina yapılıp başka bir kurbet cihetine vakfedilmiş olsa, bunun câiz olmasında ihtilâf vardır. Buna göre arsası mülk olarak bırakılıp da onun üzerindeki binanın vakfedilmesinin câiz olmamasının sebebi, sadece binanın vakfının örf ve âdet olmamasındandır. Yoksa Allâme Kasım'ın zikrettiği sebebden dolayı değildir. O halde arsası vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfedilmesi örf ve adet olan yerde binanın vakfı câiz olur. Bundan dolayı 872 tarihinde Sultan Melik Zâhir'in meclisinde Allâme Kâsım ile talebesi Allâme Abdü'l-Berr b. Şahne arasında geçen konuşmada Abdü'l-Berr hocası Allame Kâsım'a muhalefet ederek: "insanların takriben iki yüz senesinden itibaren zamanımıza kadar bir arsayı vakfetmeksizin onun üzerindeki binayı vakfetmeleri, hakimlerin de bunun câiz olduğuna hükmetmeleri mütevatirdir, örf de böyle câridir. Artık bunun câiz olmasında tevakkuf etmek lâyık değildir." demiştir.

Allâme Muhammed b. Zahîretü'l-Kureşî, Allâme Abdü'l-Berr b. Şahne'nin kavlini reddetmiştir. Fetâvây-ı Kârezûnî'de beyân edildiğine göre reddin özeti şöyledir: Muhammed b. Zahîretü'l-Kureşî: "Abdü'l-Berr b. Şahne, bir arsa vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın vakfının caiz olmayacağına dair mezhebin delillerine muhalefet etmiş asrında dört mezhep alimlerinin ilminde ve kavlinin kabul edilmesinde ittifak ettikleri hocası Allâme Kâsım'a karşı çıkmış, zayıf kavle itimat etmiş örf ve hâkimlerin hükümlerini delil getirmiştir. Halbuki örf, nakil varken delil olamaz, zayıf kavil ile hâkimlerin hükümleri de geçerli değildir," demiştir.

Ben derim ki: Fıkıh metinlerinde müftâbih olan kavil, örf ve âdet olan yerlerde menkûl malların vakfının câiz olmasıdır. Buna göre arsası vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın vakfedilmesi örf ve âdet olan yerlerde binanın vakfının câiz olması nakle muvafık olup mezhebin câiz olmayacağına dair delillerine muhâlif değildir. Çünkü arsası vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfının caiz olmayacağına dair mezhebin delilleri, sadece binanın vakfı örf ve âdet olmayan yerlere göredir. Nitekim Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilen kavil de buna delâlet eder.

Bir kurbet cihetine vakfedilmiş bir arsanın üzerine bir bina yapılıp aynı cihete vakfedilse, arasına tebaan binanın vakfı da ittifakla câiz olur.

Fukaha: "Âmmeye aid ırmakların üzerine yapılan köprülerin vakfına cevaz verip, bunlar yaptıranların vârislerine mirâs olarak kalmaz." demişlerdir.

Hâniyye'de: "Köprünün vakfının câiz olması, sadece binanın vakfının câiz olacağının delilidir." diye zikredilmiştir. Nitekim biz de böyle beyân ettik. Bununla hal vazih olur, müşkül zail olur, bu husustaki kavillerin arası bulunmuş olur.

Yine Hâniyye'de zikredilmiştir ki: bir kimse âriyet almış veya kiralamış olduğu bir arsa üzerine yapmış olduğu bir binayı vakfetse bu vakıf sahih olmaz. Buna göre Kâriü'l-Hidâye'de: "Arsası değil de onun üzerindeki binanın vakfı sahihdir." diye zikredilen binayı, mülk olan arsa üzerine değil de vakıf olan arsa üzerine yapılan binaya hamletmek vâcib olur.

Arazi-i muhtekere: Kiracı tarafından üzerine bina yapılmak ve ağaç dikilmek veya bunlardan yalnız birisi yapılmak üzere senelik muayyen bir ücret mukabilinde kiraya verilmiş bir arazidir ki, kiracısı muayyen ücreti her sene arazi sahibine vererek o araziyi elinde bulundurur.

Bir kimsenin kiraladığı bir arsa üzerine yapmış olduğu bir binayı vakfetmesi caiz değildir. Fakat arazi-i muhtekere üzerine yapılmış binanın vakfı câizdir. Bahır.

Evkaf-ı Hassaf'da zikredilmiştir ki; çarşıdaki dükkânların vakfı - her ne kadar arsaları bu dükkanları yapanların elinde kira ile bulunuyor ise de- câiz olur. Çünkü sultan, dükkânlardan sahiblerini çıkarmaz, onlardan kira alır. Bu dükkânlar babadan oğula miras olarak kalırlar, satılırlar, kiraya verilirler, yıkılıp yenileri yapılır veya yerlerine başka binalar yapılır. Bundan dolayı bunların vakfedilmeleri de câiz olur.

T E T İ M M E : Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; arsasız kirdarın vakfı câiz değildir. Arsasız binanın vakfı câiz olmadığı gibi. Fetâvây-ı Hayriyye'de beyân edildiğine göre kirdar; bir kimsenin sultan tarafından ziraat yapması için kendisine verilmiş olan arazi üzerinde yaptığı binaya, diktiği ağaçlara ve kendi mülkünden naklederek tarla haline getirmek üzere o arazinin çukurlarına, yarık yerlerine doldurduğu topraklara verilen isimdir.

Bir arazinin tarla haline getirilmesi için çukurlarına doldurulan topraklara "kibs" denir.

Ben derim ki: Buna göre kirdarda tafsilat vardır: Eğer kirdar kibs ise vakfı sahih olmaz. Eğer kirdar bina veya ağaçlar ise arsası vakfedilmeksizin üzerindeki bina veya ağaçların vakfedilmesi hakkındaki hüküm yukarıda geçmiştir.

Gedik de kirdardandır. Gedik: Kiracı tarafından vakıf bir dükkân veya benzeri bir akar içinde yapılmış raflardan, dolaplardan ibarettir. Bunların vakfı da sahih değildir.

Bir kimse vakıf bir araziyi ecr-î misil ile kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra arazinin kirası pek ziyade artmış olsa bakılır: Eğer o arazinin kirası imar ve bina sebebîyle artmış ise, kiracının artan miktarı vermesi lâzım gelmez. Çünkü bu artan miktar imar ve bina sebebiyledir. Bu hüküm, kiracı o binayı kendi parasıyla yapıp bina kendisinin mülkü olduğuna göredir. Kiracı o binayı mütevellinin emriyle yapıp sarf ettiği masrafı vakıfdan almış olursa, bina vakıf olmuş ve ortan kira mikdarını vermesi kendisine lâzım gelir. Eğer o arazinin kendisinin kirası artmış olursa, kiracının artan miktarı vermesi lâzım gelir.

İktaat: Hükümdar tarafından beytülmalda hakkı olan bir kimseye bir arazinin kendisinin veya menfaatının verilmesidir.

Bahır sahibi "Ettühfetü'l-Marziyye fi'l-Arâzi'l-Mısriyye" isimli risalesinde zikretmiştir ki; bir kimse bir arazisini vakfedince bakılır: Eğer o arazi kendisine hükümdar tarafından ganimet taksim edilirken verilmiş veya kendisi o araziyi başkasından satın almış veya o arazi aslında mevat yani sahibi olmayan işlenmemiş bir yer olup hükümdarın izniyle o yeri ziraata elverişli bir hale getirmiş veya o arazi hükümdarın kendi mülkü olup o kimseye vermiş ise, bu suretlerde vakıf sahih olur. Eğer o arazi beytülmala aid ise vakıf sahih olmaz.

Beytülmaldan şeriatın cevazı dairesinde satın alınan bir arazinin vakfı sahihtir. Çünkü o satın alan kimse o araziye mâlik olur, o arazide vakfedenin şartına riayet edilir. O araziyi beytülmaldan satın alan gerek sultan, gerek emîr, gerekse başka bir kimse olsun müsavîdir.

Sultan beytülmala aid olan bir araziyi satın almaksızın vakfetse, bu vakıf sahih olur. Çünkü Allâme Kâsım'a "Sultan Çakmak beytülmala aid bir araziyi bir mescidin ihtiyacı için vakfetmiştir, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bu vakfı başka bir sultan iptal etmeye mâlik olamayacağından bu vakıf sahihtir." diye fetva vermiştir.

Ben derim ki: Allâme Kâsım'ın vermiş olduğu fetva müşküldür. Çünkü yukarıda "beytülmala aid olan bir arazinin vakfı sahih değildir" diye geçmiştir.

Keza: Mebsût'dan naklen gelecek faslın fürûunda zikredilecektir ki; vakıf yerlerin çoğu köyler ve tarlalar olursa sultan, vakfedenin şartlarına muhalefet edebilir. Çünkü bunların aslı beytülmala aiddir. Bunlar hakikatte vakıf olmayıp tahsisat kabîlindendir. Kezâ: Sultan beytülmala aid bir araziyi beytülmaldan çıkarıp beytülmalda istihkakı olan alimlere veya talebelere vakfetse, bu da hakikatte vakıf olmayıp tahsisat kabîlindendir.

Bir arazinin vakıf edilmeden evvel beytülmaldan satın alınıp alınmadığı bilinmezse, o arazinin vakfının sahih olduğuna hükmedilemez. Çünküvakfedilen bir malın mülk olması şarttır. Bir kimsenin bir malı vakfetmesinden o mala mâlik olması lazım gelmez. Beytülmaldan satın alınmış olduğu bilinmeyen bir arazinin beytülmal için bakası asıldır. Bundan dolayı Ebussûud Efendi hükümdarın ve emirlerin vakıflarının şartlarına riayet edilmez. Çünkü bu vakıflar beytülmala aiddir.

Vakıf olan bir arazi hakkında : "Bu arazi beytülmala aiddir, oradan satın alınıp mülk edinilmeden vakfedilmiş." diye onun vakfının sahih olmadığına hükmedilemez. Çünkü Müslümanların haklarında hüsn-i zanda bulunup bu vakfın şer'î şerife uygun olarak yapılmış olduğuna inanmak lazımdır.

METİN

Bir hâkim kendisinde hakimin hükmü şer'î tescil bulunmayan bir vakfın satılması için vakfedenin vârisine izin ve cevaz verip o da satsa, bu satış sahih olur. Çünkü şer'î tescili bulunmadığından hâkimin vakfın satılmasına izin vermesiyle vakfın bâtıl olduğuna hüküm vermiş sayılır. Hatta vakfeden kimse, vakfettiği bir mülkün hepsini veya bir kısmını satsa yahut bir cihete yapmış olduğu vakfından dönüp onu başka bir cihete vakfetse, evvelki vakfın lüzumuna hükmedilmeden önce bir hâkim ikincinin vakfiyetine hükmetse, içtihâd mahallinde vâki olduğu için ikincinin vakfı sahih olur. Musannıf bunu "Minah" isimli eserinde tahkîk ve tafsil edip şeyhine, Kâriü'l-Hidâye'ye, Ebussûud Efendi'ye tâbi olarak bununla fetva vermiştir. Şârih: "ikinci vakfın sahih olmasını Nehir sahibi hakimin müctehid olmasına hamletmiştir. İsteyen ona müracaat etsin." demiştir.

Bir hâkim bir vakfın satılması hususunda vakfedenin vârisinden başkasına izin verse, onun satması sahih olmaz. Çünkü hâkimin bir vakfın satılmasına izin vermesi o vakfın bâtıl olduğuna hüküm olur da vârisin mülküne döner, başkasının malını şer'î bir sebep bulunmaksızın satmak ise câiz değildir.

İmâdiyye'de zikredilmiştir ki; bir mütevelli hâkimin emri ve re'yile bir vakfı satsa câiz olur. Bu vakfın şer'î bir sebeple istibdâli (değiştirilmesi) suretinde olmalıdır.

Şarih der ki; vakıf kütüğünde fülan kimse fülan yeri vakfetmiş, hâkîm de onun vakfedildiğine hükmetmiştir, diye kaydedilip vakfiyetiyle hükmedilen bir vakfın zamanın uzamasıyla şâhidleri ölüp hâkimlerin elinde bulunan vakıf kütüğünde de kaydı kalmayıp vakfedenin çocukları o vakfın iptalini isteseler, Ebussûud Efendi Marûzat'ında: "Hâkimler böyle bir dâvayı dinlemekten men olunmuşlardır." diye zikretmiştir.

= Ölüm hastalığında yapılan vakıflar =

Bir kimsenin ölüm hastalığında yaptığı vakfı ölüm hastalığında yaptığı hibesi gibi olup malının üçte birinden muteberdir. Hibede teslim etmek şart olduğu gibi bunda da mütevelliye vakfı teslim etmek şarttır. Eğer vakıf, terekenin üçte birinden çıkar veya varisi hepsine izin verirse, vakfın hepsi sahih olur. Vârisi izin vermezse, terekenin üçte birinden ziyade olan mikdarın bir kısmına izin verilse, o kısmın vakfı da câiz olur.

Fakir bir kimse rehin verdiği malını veya borcu bütün malını kaplayan hasta bir kimse bir malını vakfetse, vakfı bâtıl olur. Ama hasta olmayan borçlunun vakfı böyle değildir. Hasta olmayan borçlu bir kimse tasarruftan men edilmeden önce vakfı kendi nefsine yapıp vakfın gelirinden borcunun ödenmesini şart kılsın veya kılmasın vakfı sahih olur. Vakfın gelirinden kendisine kifayet miktarı verilir, geri kalandan borcu ödenir. Vakfı kendi nefsi için değil de başkasına yapsa, vakfın geliri yalnız o kimseye aid olur. Fetâvây-ı İbn-i Nüceym.

Şârih der ki; bu mesele, "hastanın borcu bütün malını kaplarsa" diye kayıdlanmıştır. Çünkü hastanın borcu bütün malını kaplamazsa borcundan sonra -varisi olup vakfa izin vermezse- geri kalan malının üçte birinden, vârisi olup izin verir veya vârisi olmazsa, malının hepsinden vakfı câiz olur.

Borcun bütün malı kaplaması suretinde hâkim vakfı iptal edip vakıf araziyi sattıktan sonra mal ortaya çıksa satış bozulmaz, o mal ile satılanın yerine arazi satın alınır. Bu bahsin tamamı İs'âf'ın Hastanın Vakfı bâbındadır.

Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse rehin verdiği bir akarını vakfettikten sonra onu rehinden çıkarsa, vakfı câiz olur. Eğer vakfeden borcunu ödeyecek kadar başka mal bırakmış olursa, o maldan borcu ödenir, vakıf akar rehinden kurtarılır, vakıf bozulmaz. Eğer borcunu ödeyecek başka mal bırakmamış ise, ya vakıf iptal edilip borç için satılır veya iptal edilmeyip vakfın gelirinden ödeninceye kadar borç tecil edilir.

Şârih der ki; Ebussûud Efendiye "Bir kimse borçtan kaçmak için malını çocuklarına vakfetse, sahih olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Vakıf sahih ve lâzım olmaz, sultan tarafından hâkimler borcun miktarı kadar vakfın sıhatıyle hükümden ve tescilden men edilmişlerdir." diye cevap vermiştir. Marûzat.

Vakıflar üç kısımdır :

a) Yalnız fakirlere yapılan vakıflar.

b) Önce zenginlere, sonra fakirlere yapılan vakıflar.

c) Fakirler ile zenginlere müsavî olarak yapılan vakıflar.

Ribatlar, hanlar, mezarlıklar, çeşmeler, kuyular, sarnışlar, köprüler, mescidler, değirmenler, leğenler gibi vakıflardan fakirler de, zenginler de istifade ederler. Çünkü her iki zümrenin de bunlara ihtiyacı vardır. Fakat hastahanlere vakfedilen ilaçlar âmmeye vakfedilmiş olmadıkça zenginler önce istifade edemezler; âmmeye vakfedilmiş olursa, fakirlere tebaan zenginler de ondan istifade edebilirler. Vakfedilirken zenginlerin de istifade etmeleri şart kılınmış olursa zaten istifade ederler. Kınye.

F Ü R Û: Bir kimse "şu mülküm gerçekten vakıfdır, onu elimden çıkardım" diye ikrar edip halbuki o kimsenin vârisi o mülkün vakıf olmadığını bilse, bu nevi vakıf câizdir. Vârisinin "o mülk vakıf değildir" diye dâvâ etmesi hâkim tarafından kabul edilmez. Dürer.

= Mürtedin vakfı beyânında =

Vehbâniyye de zikredilmiştir ki; - Allah-ü Teâlâ'ya sığınırız - mürted olan kimsenin daha önce yapmış olduğu vakıfları irtidadı sebebiyle bâtıl olur. Bir kimsenin mürted iken yapmış olduğu vakfı makbul ve mu'teber değildir.

İ Z A H

Ebussûud Efendi: "Kendisinde hâkimin hükmü ve şer'i tescil bulunmayan bir vakfın bir kısmı hâkimin emriyle satılsa, satılan kısmın vakfiyeti bâtıl olup satış sahih olur, satılmayan kısmı vakıf olarak kalır." demiştir.

Tescil-i vakıf: Bir vakfın lüzumuna selâhiyetli bir hâkimin şer'i şerife uygun olarak hükmetmesidir. Hâkimin verdiği hüküm yanında bulunan dip deftere (kütüğe) yazıldığı için "verilen hükme" tescil denilmiştir.

Kınye'de zikredilmiştir ki; tescil edilmemiş bir vakfın satılmasına bir hâkim hüküm verse bîle satış bâtıl olur. AIIame Kâsım bununla fetva vermiştir. Kâriü'l-Hidâye'nin "Henüz vakfına hüküm verilmemiş bir vakfın satılmasına verilen hüküm sahihdir." diye vermiş olduğu fetvaya "vakfın satılmasına hüküm veren hâkîmîn müctehid olduğuna" veya "ondan sehiv olduğuna" hamlolunur.

TENBİH: Vakıf bîr malın satışı fâsid değil bâtıldır. Makdisi Şerhinde zikredilmiştir ki; vakıf bîr malın satışı bâtıl mı yoksa fâsid mi? Bunda ihtilâf vardır. Sahih olan kavle göre bâtıldır.

Haniyye'de zikredilmiştir ki, yapılan vakıf üç kısımdır: Sıhhat halinde yapılan vakıf, ölüm hastalığında yapılan vakıf, ölümden sonraya nisbet edilen vakıf.

Sıhhat halinde vakfedilen bir malın mülkden çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Nitekim hibe edilen bir malın teslim edilmesi şart olduğu gibi.

Ölümden sonraya nisbet edilen bir vakfın mülkten çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şart değildir. Çünkü bu şekilde yapılan bir vakıf vasiyet hükmündedir.

Ölüm hastalığında yapılan bir vakıf, ölüm hastalığında yapılan bir hibe gibi her ne kadar terekenin üçte birinden mu'teber ise de mülkden çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şarttır.

Tahâvi: "Ölüm hastalığında yapılan bir vakıf, ölümden sonraya nisbet edilen vakıf gibi lâzım olur." diye zikretmiştir.

Serahsi: "Sahih olan kavle göre, ölüm hastalığında yapılan bir vakıf sıhhat halinde yapılan vakıf gibidir. İmam-ı Azam'a göre, bu vakıf lâzım olmayıp kendisine miras olunur. Ancak vakfeden kimse "şu malım hayatımda ve ölümümden sonra vakıfdır" deyip bundan dönmeden ölse, bu vakıf hayatında nezir, ölümünde de vasiyet hükmünde olup bundan dolayı terekesinin üçte birinden muteber olmak üzere lâzım olur." demiştir.

Bir kimse rehin vermiş olduğu bir malını vakfetse bakılır; Eğer zengin ise hakim ona borcunu ödeyip vakfı rehinden kurtarması için cebreder. Eğer fakir ise hâkim vakfı iptal edip borcu için satar. O kimse ölse yine bakılır: Eğer borcunu ödeyecek başka malı bulunursa, borcu ödenerek vakıf rehinden kurtarılır. Eğer başka malı bulunmazsa vakıf bâtıl olur ve borcu için satılır. Fetih.

Fevakih-i Bedriyye'de: "Terekeden ziyade olan borç, ölüm hastalığında yapılan vakfa, köle âzâdına, vasiyete ve hibeye mâni olur. Ancak alacaklılar bunlara izin verirlerse mâni olmaz. Kezâ: Alacaklılar izin vermedikçe terekenin vârislerin mülküne intikal etmesine ve vârislerin terekede tasarruflarına da mâni olur." diye yazılıdır. Hasta olmayan, malından çok borcu bulunan bir kimsenin vakfı - her ne kadar bununla alacaklılarını oyalamayı kasdetse bile - sahih olur. Zahire.

Fetih'de zikredilmiştir ki; "Tasarruftan men edilmeden önce vakfetmiş ise, vakfı lâzım olup alacaklıları vakfı bozamazlar. Çünkü onların hakları borçlu sıhhatta iken mülkünün aynına taallûk etmez. Eğer tasarruftan men edildikten sonra vakfederse sahih olmaz. Çünkü diğer teberrularda şart olan vakıfta da şarttır. Tasarruftan men edilen borçlu önce kendi nefsine, kendisi öldükten sonra da müebbeden kesilmeyecek bir cihete vakfetse, İmam Ebû Yusuf'tan sahih olan kavle göre câiz olur. Eğer böyle bir vakfın sahih olduğuna dair bir hâkim tarafından hüküm verilirse, ittifakla câiz olur. Borcundan dolayı tasarruftan men edilen bir kimsenin vakfının sahih olmaması İmameyn'in kavlidir. Çünkü sefihin (malını boş ve faidesiz yere harcayan kimsenin) tasarruftan men edilmesinin sahih olması İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azam'a göre, sefih ve borçlu olan kimselerin tasarruftan men edilmeleri câiz olmadığından vakıfları sahihtir. Bundan dolayı bazı hâkimler tasarruftan men edilen borçlunun vakfının sahih olduğuna dair hüküm vermişlerdir. Çünkü hâkim tarafından bir borçlunun tasarruftan men edilmesine dair verilen hüküm, İmam-ı Azam ile İmameyn'in arasındaki ihtilâfı kaldırmaz. Zira ihtilâf hükmün kendisindedir. Yani İmam-ı Azam'a göre, hâkim tarafından bir borçlunun tasarruftan men edilmesine dair verilen hüküm geçersizdir. Borçlu tasarruf hakkından men edilemez, böyle bir kimsenin tasarrufu ve vakfı sahihtir. Fakat İmam-ı Azam'a göre vakıf lâzım olmaz. Vakfın lüzumunu söyleyen İmam Ebû Yusuf ise tasarruftan men edilen kimsenin vakfının sahih olduğunu söylemez. Buna göre tasarruftan men edilen kimsenin vakfının lüzumuna hükmetmek, İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'un kavillerinden alınmıştır. Enfau'l-Vesâil.

Mürtedin vakfında iki suret vardır.

Birinci suret: Bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra -Allah-u Teâlâ'ya sığınırız- mürted olsa vakfı bâtıl olur, İslâmiyet'e geri dönse, o mülkünü yeniden vakfetmedikçe o mülk kendiliğinden vakfa dönmez. Çünkü mürtetlik bütün iyi amelleri iptal eder. İbn-i şahne: "Mürtedlik, iyi amellerin sevâbını iptal eder, fakirlerin hakkına tallûk eden şeyi iptal etmez." demiştir. Şürunbulâlî, İbn-i Şahne'ye: "Fakirlere yapılan vakıflar kurbet ve tâat olduğu için bunlar da bâtıl olur." diye cevap vermiştir.

"Ben derim ki: Şürunbulâli'nin cevabı sualin karşılığı değildir. Çünkü bir mülk muayyen kimselere vakfedildiğinde kurbet ve tâat olmaz. Sahih cevap: Fakirlere yapılan bir vakıf, mürtedlik haline kadar kurbet ve tâat olarak bâkîdir. Mürtedlik, yakın olduğu kurbet ve tâatı ibtal eder. Nitekim bir kimse namaz kılarken veya oruç tutarken mürted olsa, o namaz ile o orucun kendileri bâtıl olur. Fakat namazı kıldıktan veya orucu tuttuktan sonra mürted olsa, ibâdetlerin kendileri bâtıl olmayıp yalnız sevâpları bâtıl olur. Fakirlerin hakları ise yalnız sadakadır. Vakfın mânası olan tasadduk bâtıl olunca, fakirlerin haklarını her ne kadar kasden ibtal etmek mümkün değil ise de onların hakları zımnen batıl olur. Nitekim harap olup hiç bir suretle kendisinden istifade edilemeyen vakıfdaki hakları bâtıl olduğu gibi.

İkinci suret: Bir erkek mürted iken bir mülkünü vakfetse, İmam-ı Azam'a göre vakfı durdurulur. Eğer İslamiyet'e dönerse vakfı sahih olur. Eğer ölür veya öldürülür veya dar-ı harbe kaçtığına hükmedilirse vakfı batıl olur. Bu ikinci suret hakkında İmam Ebû Yusuf'tan hiç bir rivâyet yoktur. İmam Muhammed'e göre, dinlerine intikal ettiği kavimden câiz olan ondan da câiz olur.

Bir kadın mürted iken bir mülkünü vakfetse vakfı sahih olur. Çünkü o, mürted olmasından dolayı öldürülmez. Eğer mürted kadın mülkünü hac veya umre yapılması için vakfederse, vakfı sahih olmaz. Vehbâniyye Şerhi.

FASIL

METİN

= Vakfın icareye verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilmesi beyânında =

Bir vakfın icareye verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilir. Mütevelli bir vakfı şart kılınan müddetten ziyade müddetle icareye veremez. Hâkim verebilir. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve ölüleri gözetme velâyeti vardır. Eğer vakfeden vakfının icareye verilme müddetini tâyin etmemiş olursa, bazı fukahaya göre mutlak olarak bırakılıp bir müddetle kayıdlanmaz. Mütevelli bir seneden ziyade müddetle icareye verebilir. Bazı fukahaya göre, hane olsun arazi olsun bir sene müddetle kayıdlanır. Hanede bir sene, arazide üç ile fetva verilir. Ancak menfaat bunun hilâfına olursa, o vakit bunun hilafıyla fetva verilir. Bu icare müddeti zaman ve yerin değişmesiyle değişir.

Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet icareye verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi: Müteaddid akidler ile akid yapılır. Birinci akid zamanında yapıldığından lâzım, diğer akidler gelecek zamana nisbet edilmiş olduğundan lâzım olmaz.

Şârih der ki; Fakîh Ebû Cafer: "İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle yapılan icare akdinin batıl olması üzerinedir." demiştir. Bunu Kirmâni on dokuzuncu babda zikretmiştir. Kudûrî Efendi de bunu ikrar etmiştir. İcâre bahsinde gelecektir.

Bir vakıf, ecr-i misliyle icareye verilebilir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse icareye vermiş olsa bile ecr-i mislinden noksana veremez. Ancak pek az bir noksanla veya insanların rağbeti ecr-i mislinden noksana olursa, olur. Eşbah.

Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedelleri düşse, vakfa zarar geleceğinden kira akdi bozulmaz. Eğer kira bedelleri pek ziyade artsa, bazı fukaha: "Esah olan kavle göre, icare akdi bozulup yeniden ecr-i misliyle icare akdi yapılır." Demişlerdir.

Eşbah'da zikredilmiştir ki; kirada olan bir vakfın kira bedeli - bir kimse tarafından artırılmaksızın- kendiliğinden artmış olsa, mütevelli kira akdini bozar. Bununla fetva verilir. Mütevelli kira akdini bozmadıkça eski kira bedelini alır.

Bazı fukaha ise: "Kira bedelinin artmasıyla mütevelli icare akdini bozup yeniden ecr-i misliyle icare akdi yapamaz. Nitekim bir kimse, kiracıya zarar vermek için vakfı daha ziyade kira bedeliyle kiralamaya tâlip olsa, buna itibar edilip icare akdinin bozulmadığı gibi." demişlerdir. Bu mesele icare bahsinde gelecektir.

Ecr-i misliyle kiraya verilmiş bir vakfın kira müddeti içinde ecr-i misIi pek ziyade artıp mütevelli icare akdini bozsa, kiracı artan miktarı vermeyi kabul ederse, başka taliblerden evla olur.

Bir vakfın geliri veya süknâsi (içinde oturması) muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye vermeye gasbedildiğinde dâvâ etmeye ancak mütevelli olmasıyla veya hakimin izin vermesiyle mâlik olur. Fetva bu kavil üzerinedir. Çünkü onun hakkı vakfın gelirindedir, aynında değildir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse vakfın kendisinde oturabilir mi? Vehbaniyye'de "oturamaz" diye cevap verilmiştir. Şürunbulâlî Vehbâniyye şerhinde "oturabilir" diye cevap vermiştir.

İZAH

Vakfedenin icare ve diğer hususlardaki şartlarına riayet edilir. Fürû bahsinde gelecektir ki, vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir. Fakat yukarıda geçtiği üzere on meselede vakfedenin şartına riayet edilmez. Vakfeden bir kimse, vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılıp insanlar da bir sene müddetle kiraya rağbet etmeseler, bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesi fakirler için daha menfaatli olsa bilemütevelli o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya veremez. Ancak o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya vermesi için hâkime müracaat eder. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve ölmüş kimseleri gözetme velayeti vardır. Eğer vakfeden bir kimse vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılmazsa, mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz bir seneden ziyade müddetle kiraya verebilir.

Kezâ: Bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılan kimse "bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesinde fakirlerin menfaatı bulunursa müstesnadır" derse, yine mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz olarak bir seneden ziyade müddetle kiraya verebilir. Minah, İs'âf.

Salâhiyetti bir hakim, vakıflara nezaret eder. Buluntu bir malı, gâib olup ölü veya diri olduğu bilinmeyen bir kimsenin malını, ölen bir kimsenin vârisi veya vasisi çıkıncaya kadar hıfzeder. Vakfıyede icareye verilme müddeti tâyin edilmemiş bir vakıf, bir seneden ziyade müddetle icareye verilemez. Çünkü bir vakfın uzun müddet icareye verilmesi vakfın iptaline vardırır. Zira kiracıyı o mülkte uzun zaman mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf ettiğini görenler onun mülke mâlik olduğunu zannederler.

Vakıf bir araziden ancak iki veya üç seneden bir mahsul elde edilecek olursa, o kadar müddetle kiraya verilir.

Muhtar olan kavle göre, daha ziyade müddetle kiraya verilmesinde bir menfaat bulunmadıkça hane bir seneden, arazi üç seneden ziyade müddetle kiraya verilemez. Bu kira müddeti, zaman ve yerin değişmesiyle değişir.

T E N B İ H : Yetimin arazisi ile beytülmala aid arazinin hükmü, vakıf arazinin hükmü gibidir.

Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet kiraya verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi, müteaddid akidlerle akid yapılır. Şöyle ki: Mütevelli, kiralamak isteyen kimseye "sana fülan haneyi her seneliği şu kadar meblağa olmak üzere elli seneliğine kiraya verdim" der, o da "kabul ettim" derse, birinci akid lâzım olur. Yani kiracı, birinci seneye aid olan kira akdinden dönemez. Diğer senenin akidleri lâzım olmaz, yani kiracı diğer senelerin akidlerinden dönebilir. Fakat Kâdıhân: "Şemsü'l-Eim'me-i Serahsî iki rivâyetten sahih olan rivâyete göre "diğer akidler de lâzım olur" diye zikretmiştir." dedîkten sonra fukahanın: "Bir mütevellinin peşin ücrete ihtiyacı olursa, müteaddid akidlerle akid yapar." kavillerinden sonra "mütevelli peşin olarak aldığı gelecek senelerin kira bedellerine mâlik olamaz. Yani kiracı peşin olarak verdiği gelecek senelere aid kira bedellerini geri alabilir" diye icmâlarına" karşı çıkmış, buna göre "müteaddîd akidlerle yapılan akdin hiç bir faydasının olmaması lâzım gelir." demiştir. Allame Kınalızade: "Gelecek senelere nisbet edilen icare akidlerinin lâzım olmaması rivâyeti sahih görülmüştür." diye cevap vermiştir.

Kâdihân'ın kendisi de icare bahsinde; "Mütevellinin gelecek senelere aid peşin olarak aldığı kira bedellerine mâlik olmasında iki rivâyet vardır. Burada mütevellinin ihtiyacı bulunduğundan peşin ücrete mâlik olması rivâyeti alınır." diye cevap vermiştir. Fakat Kâdîhân'ın bu cevabı icmâ dâvâsına münafidır.

Ben derim ki: Şârih icare bahsinin sonunda: "Fetva diğer akidlerin lâzım olmadığına dair olan rivayeti teyid etmiştir.

İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle yapılan kîra akdinin bâtıl olması üzerinedir. Çünkü vakıf bir mülkte kiracı olarak uzun müddet mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf eden bir kimsenin o mülkün kendisinin mülkü olduğunu iddia etme tehlikesi vardır. Bu da vakfın ibdalına yol açar.

Ben derim ki: Buradaki söz, ihtiyaç zamanına aiddir. Bundan dolayı peşin alınacak kira bedelleriyle tamir edilecek bir vakıf, uzun müddetle kiraya verilse, zaruret bulunduğundan câiz olur. Böyle bir zaruret bulunmadığında uzun müddetle bir vakfın kiraya verilmesi bâtıldır.

Bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verilebilir. Bir vakfın ecr-i mislinden pek ziyade noksanla kiraya verilmesi sahih olmaz. Fetâvây-ı Hanûti'de: "Bir vakfın ecr-i mislinden noksanla kiraya verilebilmesi için ya vakıfda bir kusur veya vakfın borçlu bulunması şarttır." diye zikredilmiştir. Bundan ve Eşbâh'a nisbet edilenden "üstünde vakfı gözetme yeri bulunan bir hanenin ecr-i mislinden noksanla kîraya verilmesinin câiz olduğu" anlaşılmıştır. Çünkü vakfın mevcud parası bulunmadığından dolayı haneyi tamir eden kiracının hane üstündeki gözetme yerini de vakıf üzerine borç olarak tamir eder. Tamir sebebiyle hanenin ecr-i misli artmış olsa, artan mikdarı kiracının vermesi lazım gelmez. Zira mütevelli, gözetme yerini sahibine verecek olan kimseye o haneyi kiraya vermek istese, hiçbir kimse o haneyi o günkü ecr-i misliyle kiralamaya razı olmaz. Fakat Fetava-i Hayriyye'de: "Tamir sebebiyle artan mikdarı kiracının vermesi lazımdır." diye fetva verilmiştir. Galiba bu fetva vakfın parası olup mütevellinin bu parayla hanenin üstündeki gözetme yerini yaptırmış olduğuna hamlolunur. Bu takdirde tamir sebebiyle artan mikdarın kiracıya lazım gelmesinde şüphe yoktur.

Kâriü'l-Hidâye'ye "kendisine vakfedilen kimse mütevelli olup vakfı ecr-i mislinden noksana kiraya verse, sahih olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Her ne kadar zarar kendisine aid olsa bile sahih olmaz. Çünkü o anda tamire muhtaç olursa, vakıf zarar göreceği gibi kendisinden sonra o vakfa müstahik olacaklar da zarar görürler." diye cevap vermiştir.

Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli düşüp kiracı, kira akdinin bozulmasını talep etse, mütevelli bunu kabul etmez. Vakfın menfaati bulunmadıkça mütevelli vakfın akdini bozamaz. Fetih.

Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli artsa bakılır: Eğer bu artış az (ziyade-i yesire) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken bir dirhem artsa, kira akdi bozulmaz. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken mütevelli onu dokuz dirheme kiraya vermîş olsa, kira akdi bozulmaz. Eğer bu artış çok (ziyade-i fahişe) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken iki dirhem) artsa, kira akdibozulur. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa kira akdi bozulur. Bazı fukahaya göre, ziyade-i fahişenin (çok artışın) mikdarı, evvelki ecr-i mislin yarısıdır. Meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken beş dirhem artsa, kira akdi bozulur.

Fetâvây-ı Hayriyye'de: "Ziyade-i fahişe ile beşde bir mikdar artış murad edilir." diye ifade edilmiştir.

Hülâsa'da: "Vakıf bir yer, ecr-i misli veya insanların aldanabileceği noksan bir mikdar ile kiraya verildikten sonra bir kimse gelip iki dirhem ziyade ile kiraya talip olsa, kira akdi bozulmaz. On dirhemde iki dirhem azdır. Hatta bir vakfın ecr-i misil on dirhem olduğu halde sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa, kira akdi bozulmaz." diye zikredilmiştir. Buna göre kiranın iki tarafında yani ziyade ve noksan olmasında beşde bir azdır. Bununla kira akdi bozulmaz.

Sirâc'dan naklen Bahır'da: "İnsanların alış-veriş de aldanabilecekleri mikdar, onda birin yarısı veya daha azıdır. Eğer bundan ziyade olursa az sayılmaz." diye beyân edildikten sonra şu tafsilât nakledilmiştir: Urûzda insanların aldanabileceği mikdar onda birin yarısıdır, hayvanlarda onda birdir, akarda beşde birdir. Bunlardan ziyade mikdarda insanlar aldanmaz. Bunun sebebi tasarrufun urûzda çok, akarda az, hayvanlarda ise orta olmasıdır. Aldatmanın çok olması tasarrufun az olmasın-dandır. Bugün insanlar bununla amel etmektedirler.

T E N B İ H: Bahırda: "Hâkimin kira hususundaki ziyadeyî bilmesinin yolu, İmam Muhammed'e göre emniyetli olan iki bilirkişinin sözünü kabul etmesiyledir. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre bir bilirkişinin sözü kâfidir." diye yazılıdır.

Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra kira müddeti içinde o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, bazı fukahaya göre, kira akdi bozulur. Bundan sonra bakılır: Eğer o vakıf yer ekili olmayıp evvelki kiracısı da artan mikdarı vermeyi kabul ederse o, başka taliblerden evla olur. Eğer o vakıf yer ekili olursa, kiracı üzerine ecr-i mislin arttığı vakitten itibaren mahsûlün kaldırılma zamanına kadar olan müddet için artan ecr-i misli tamamlamak vâcib olur. Çünkü kiracının mahsûlü ile meşgul bulunan bir yer başkasınca kiraya verilemez. Mahsul kaldırıldıktan sonra kira akdi bozulur. Başkasına ecr-i misliyle kiraya verilir.

Kezâ: Vakıf bir araziyi kiralayan bir kimse orada bina yaptıktan veya ağaç diktikten sonra o arazinin ecr-i misli pek ziyade artsa, o arazi kiracının elinde eski ecr-i misliyle akid müddeti bitinceye kadar bırakılır. Çünkü bina ile ağaçların muayyen bir müddeti yoktur. Böyle bir arazinin kira müddeti bitince, nasıl muamele edileceğine dair olan malûmat bu fasıldan önceki "Arazi-i muhtekerenin kirasının artması beyânında" geçmiştir.

T E N B İ H : Takrîrimizden malûm olmuştur ki; fukahanın "kiracı başka taliblerden evlâ olur" kavil, ecr-i mislin kira müddeti esnasında artmış olması ve kiracının artmış olan mikdarı vermeyi kabul etmiş olması hakkındadır. Kira müddeti bittikten sonra kiracı o vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evlâ değildir. Ancak vakıf bir yerin kiracısı o vakıf yerde "kirdar" denilen bir hakk-ı karara mâlik olursa meselâ; o vakıf yer kiracının kendi mülkü olan ağaçları ve binasıyla meşgul bulunursa, kira müddeti bittiğinde o vakıf yeri ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. O yer başkasına kiraya verilemez. Çünkü bu suretle hem kiracının zararı, hem de vakfın zararı önlenmiş olur. Bu mesele, icare müddeti bittikten sonra kiracının vakıf arazideki ağaçlarını söküp araziyi mütevelliye teslim etmesinin vâcib olduğunu ifade eden metin ve şerhlerin mutlak olan ibâresinden istisna edilmiştir. Bundan dolayı hakk-ı karara mâlik olan kiracı o vakıf yeri kiralamaya başkalarından evlâ olur.

Bir kimse vakıf bir yeri ecr-i misliyle kiraladıktan sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, icare müddeti mevcud olduğundan akid bozulmaz; fakat artış, akdi bozmayı gerektirir. Kiracı bu artan mikdarı kabul edip vermeye razı olunca akdi bozmayı gerektiren şey ortadan kalkmış olur. Artık akid bozulup o vakfın başkasına kiraya verilmesi caiz olmaz. Kira müddeti bitinceye kadar kendisine kiraya verilir. İcare müddeti bittikten sonra her ne kadar eski kiracı artan mikdarı vermeyi kabul etse de mütevelli onu başkasına kiraya verebilir. Çünkü eski kiracının evla olmasına sebep olan icare müddeti zail olmuştur. Yukarıda geçtiği üzere eski kiracı o vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunursa, o vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. Bu izahdan anlaşılmıştır ki; han veya hane gibi vakıf bir yeri kiralayan kimse o vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunmazsa, kira müddeti bittikten sonra o vakıf yeri yeniden kiralamaya başkalarından evla değildir. O vakıf yerin ecr-i misli artmış olsun veya olmasın, eski kiracı artan mikdarı kabul etsin veya etmesin müsavidir. Zamanımızdaki alimler bunun hilafını anlayıp "eski kiracı mutlak surette başkalarından evladır, eski kiracı zi'l-yed (bir mülkte malik kimselerin tasarrufları gibi tasarrufu sabit olan kimse) ismini veriyorlar. Eski kiracı artan mikdarı kabul ederse, o vakıf başkasına kiraya verilemez" deyip bununla hüküm ve bununla fetva veriyorlar. Halbuki bu mezhebin meth, şerh ve fetva kitablarının ittifak ettiklerine muhaliftir. Onların dayandığı yer burada musannıf ibaresinin mutlak olmasıdır ki, kesinlikle batıldır. Çünkü musannıfın ibaresi bir vakfın icare müddeti tamam olmadan önce ecr-i misli pek ziyade artıp kiracısı artan mikdarı müddet tamam oluncaya kadar vermesi hakkındadır. Fukahanın ibaresi de bu hususta açıktır. Fukahadan hiç biri musannıfın ibaresinin mutlak olduğunu söylememiştir.

Zamanımızdaki alimlerin bu husustaki hüküm ve fetvalarında fesad ve vakıfların zayi olması vardır. Şöyle ki; vakıf bir yerin kiracının elinde uzun müddet bulunması kiracının o yerin kendi mülkü olduğunu dava etmesine yol açar. Fukaha bundan korktuklarından icare müddetinin uzun olmasını men etmişlerdir. Nitekim yukarıda geçmiştir. Bu, "Tahriri'l İbare fi-men evla bi'l-İcare" isimli risalemde zikrettiğimin hülasasıdır.

Bir vakfın geliri veya süknâsi kendilerine vakfedilen kimseler, o vakıf icareye vermeye mâlik olamazlar. Çünkü o kimseler o vakfın menfaatine bedelsiz (karşılıksız) mâlik olduklarından o menfaati başkasına bedelle temlike yani onu icareye vermeye mâlik olamazlar. Aksi takdirde mâlikolduklarından daha çok şeye mâlik olmaları lâzım gelir. O vakıf gasb edildiğinde kendilerine vakfedilen kimseler, vakfın ne kendisini, ne de gelirini dâvâ edemezler.

Câmiu'l- Fûsuleyn'de: "Bir vakıf gasb edildiğinde kendisine vakfedilen kimse, o vakıf bana vakfedilmiştir, diye dâvâ etse bakılır: Eğer kendisine, dâvâ etmesi için hâkim tarafından izin verilmiş ise dâvâsı ittifakla sahih olur. Eğer izin verilmiş olmazsa bunda iki rivâyet vardır: Esah olan rivâyete göre, dâvâsı sahih olmaz. Çünkü onun hakkı yalnız gelirdedir, başka hususlarda hasım olamaz. O gasb edilen yer, bir cemaate vakfedilmiş olup içlerinden birisi kendisine dava etmesi için hakim tarafından izin verilmeksizin o gasp edilen yer vakıfdır, diye dava etse davası sahih olmaz. Bir vakfın gelirine müstahik olanlar, vakfın gelirini dava etmeye malik olamazlar. Dava etmeye ancak mütevelli maliki olur." diye yazılıdır.

Füsuleyn sahibi: "Kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri hakkındaki davası da vakfın aynını dâvası gibidir." diye ifade ettikten sonra "onun hakkı yalnız gelirdedir" diye gösterdiği sebep, "kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri dâvâ etmesinin sahih olacağını ifade eder. Buna şöyle cevap verilebilir: Gelir hakkındaki dâvanın da kabul edilmemesi kendilerine vakfedilenler bir cemaat olduğuna göredir. Eğer kendisine vakfedilen tek bir kimse olup gasbedilen geliri dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Çünkü o kendi hakkının isbatını istemiştir. Nitekim bunu bazı fukahanın: "Bir vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olsa, o kimsenin hâkim tarafından tayin edilmeksizin mütevelli olması câiz olur. Çünkü hak yalnız ona aiddir." kavilleri de teyit eder. Fakat fetva, o tek kimsenin de hâkim tarafından tâyin edilmeksizin mütevelli olmasının sahih olmaması üzerinedir. Çünkü onun hakkı vakfın gelirini almaktadır, vakıfdaki tasarruf da değildir. Onun hakkı vakfın gelirini almakta olup gelir de gasb edilirse, hakkını alabilmesi için davasının kabul edilmesinde tereddüt edilmemelidir.

Fetavay-ı Hanuti'de: Vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olursa hak olan, davasının sahih olmasıdır." diye beyan edilmiştir. Bunun zahiri davasının vakfın aynında da kabul edilmesidir. Bundan dolayı Nuru'l-Ayn'de: "Gelir vakıfdan hasıl olduğundan vakfın elden çıkmasıyla geliri de elden çıkmış olur. Artık gasb edilen geliri dava etmek vakfın aynını dava etmek gibidir." diye zikredilmiştir.

Kendilerine vakfedilenlerden birisi, diğeri için bu kimse, vakfı gasbedene satıp teslim etmiştir." diye dâvâ edip delil getirse veya dâvalıya hâkim tarafından yemin verildiğinde yemin etmekten çekinse, dâvâlının aleyhine vakfın kıymetiyle hükmedilir. O kıymetle bir yer satın alınıp eski vakfın aynı şartlarıyla vakfedilir. Bezzaziye. İs'âf.

Muhit'den naklen Tatarhaniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse elinde bulunan bir arazinin kendi mülkü olduğunu iddia ettiği hale bir cemaat de o arazinin kendilerine vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip delil getirseler, delilleri kabul edilir. O arazinin vakıf olduğuna hükmedilip o kimsenin elinden alınır.

Tatarhâniyye sahibi: "İşte bu mesele, bir vakfın geliri veya süknâsı kendilerine vakfedilenlerin dâvâlarının sahih olduğunu tasrih etmektedir." demiştir.

Ben derim ki: Bir kimse "ben, şu vakfın geliri kendilerine vakfedilenlerdenim, benim de o vakfın gelirinde hakkım vardır" veya "o vakfın gelirinde bana verilenden daha çok hakkım vardır" diye o vakfın mütevellisini dâvâ etse, dâvâsı tereddütsüz kabul edilir. Çünkü o kimse, sırf kendi hakkının isbatını istemiştir. Bunu İs'âf'da zikredilen de teyîd eder: Bir kimse vakfının gelirinî kendilerine vakfettiği kimselerden men edip onlar da dâvâ etseler, hâkim o kîmseyi elinde bulunan geliri vermeye ilzâm eder.

Bir vakfın geliri muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye veremez, o vakıf gasbedildiğinde de dâvâ edemez.

Fakih Ebû Cafer: "Eğer bu vakıf olan yer hane veya dükkân olup o anda tamire de muhtaç olmadığından gelirin hepsi o kimseye aid olsa, bu takdirde o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur. Eğer vakıf olan yer arazi olup vakfeden öşrü, haracı ve diğer masrafları çıkarıldıktan sonra geri kalan gelirin vakfedilen kimseye verilmesini şart kılsa, bu takdirde o kimsenin o yeri icareye vermesi câiz olmaz. Kendisine vakfedilen kimsenin o vakfı icareye vermesi caiz olsaydı icare akdiyle ecr-i mislin hepsi o kimsenin olurdu da vakfedenin şartı bâtıl olmuş olurdu. Eğer vakfeden önce öşrün, haracın ve diğer masrafların verilmesini şart kılmış olmazsa, yine o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur; öşrü, haracı ve diğer masrafları kendisine aid olur." demiştir. İs'âf'da da böyle zikredilmiştir. Buna göre kendisine vakfedilen kimse bu şartlarla muayyen olmuş (yani, kendisine vakfedilenin tek kimse olması, vakfın gelirinin hepsi ona aid olup ortakçısı bulunmaması, vakfın o anda tamire ihtiyacı bulunmaması gibi şartlarla tâyin edilmiş) olursa, böyle bir kimsenin o vakfı ecr-i misliyle vermiş olmazsa sahih olmaz.

Ben derim ki: Vakfeden vakfına mütevelli olma hakkını kendilerine vakfedilen kimselere veya onlardan erşed (en ergin) olana şart kılıp o vakfı icareye veren kimse erşed veya kendisine vakfedilen tek kimse olsa, bu takdirde icareye veren kimse vakfeden tarafından tâyin edilmiş olduğundan icarenin sahih olmasında tereddüt yoktur.

METİN

Bir mütevelli bir vakfı ecr-i mislinden noksana icareye verse, kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Bir çocuğun hanesini ecr-i mislinden noksana babası veya vasisi icareye vermiş olduğunda kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım olduğu gibi. Çünkü bunlardan her birinin ecr-i misilden indirmeye ve düşürmeye velâyeti yoktur. Bazı fukaha galat edip: "Ecr-i misli tamamlamak mütevelliye lâzım gelir." demiştir.

Kınye'den naklen Eşbâh'da zikredilmiştir ki; hâkim kiracıya vakfı ecr-i misliyle kiralamasını emreder. Kiracının geçmiş senelere aid olan farkları da vermesi lâzım gelir.

Bir vakıf ecr-i mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hâkime götürmeye muktedirken sükût etse, noksanı ödemek kendisine değil kiracıya lazım gelir.

Vakfa nezaret eden kimse, vakıfda sakin olan şahsın malını eline geçirse, o mal da alacağının cinsinden olsa, ecr-i misilden noksan olan mikdarı o maldan alması kazâen ve diyaneten câizdir. Artık o malı vakfın masrafına sarf eder. Bu mesele hıfzedilmelidir.

Şârih der ki; burada mütevellinin kiraya vermesiyle kayıdlanmıştır. Çünkü Eşbâh'ın Gasb bahsinde: "Gasbeden bir kimse menfaati ödenen vakıf bir malı veya yetimin malını veya gelir için vakfedilmiş bir malı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım olmaz. Akid te'vili bulunduğundan dolayı gasbeden kimsenin kira adıyla aldığı mikdarı mütevelliye vermesi lâzım gelir.

Bir vakfın akarı veya menfaatı gasbedildiğinde veya telef edildiğinde ödenmesiyle fetva verilir. Nitekim mütevellinin izni olmaksızın gasbeden kimse gasbettiği hanede otursa veya mütevelli bir kimseyi vakıf bir hanede ücretsiz oturtsa - her ne kadar o hane gelir getirmesi için vakfedilmiş olmasa bile- oturan üzerine o hanenin ecr-i misli lâzım gelir. Vakfı korumak için bu kaville fetva verilir. Yetimlerin mallarının menfaatları da aynı hükümdedir.

Bir meselede ulema ihtilâf ederlerse, vakit için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile fetva verilir.

Bir vakıf akarın kıymetiyle hükmedilip ödettirilirse, o kıymetle başka bir akar satın alınıp evvelkinin yerine vakfedilir.

İZAH

"Bazı fukaha galat edip" galatın menşei metindeki "lezime" kelimesinin Hulasa'nın ibâresinde "lezimehû" şeklinde yazılı olmasındandır. Bazı fukaha zamiri mütevelliye irca etmişlerdir. Halbuki zamir müstecire (kiracıya) râcidir. Allâme Kâsım Fetâvâ'sında zamirin müstecire râci olduğunu açık nakillere dayanarak beyân etmiştir. Fakat Bahır'da: "Bir mütevelli vakıf bir yeri ecr-i mislinden gabr-i fahiş (pek noksan) bir ücretle bilerek kiraya verirse hıyanetlik etmiş olur." diye yazılıdır.

Hassâf; "Bir kimse vakfını insanların aldanamayacağı pek noksan bir ücretle kiraya verse câiz olmaz, hâkim kirayı iptal eder. Eğer vakfeden kimse emniyetli olup bunu yanlışlık ve dalgınlıkla yapmış ise, hâkim vakfı onun elinden almaz, fakat ona vakfı ecr-i mislîyle kiraya vermesini emreder. Eğer vakfeden emnîyetli kimse olmazsa, hâkim vakfı onun elinden alıp emniyetli ve dindar bir kimseye verir." demiştir.

Kezâ: Bir kimse vakfını bir kaç seneliğine kiraya verip kiracının elinde vakfın telef olmasından korkulursa, hâkim kirayı ibtal eder ve vakfı kiracının elinden alır. Bu hükümler vakfeden hakkında sâbit olunca, mütevelli hakkında evleviyetle sâbit olur.

"Kiracının üzerine geçmiş senelere ait olan farkları da mütevelliye teslim etmesi lâzım gelir." Bu mesele yukarıda "bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra vakfın ecr-i misil pek ziyade artsa, kira akdi bozulmadıkça kiracı üzerine eski ecr-i misli lâzım gelir." diye geçen meseleye münâfi değildir. Çünkü orada vakıf kiraya verilirken ecr-i misliyle verilmiş olup sonradan ecr-i misli artmış olduğundan kira akdi başdan sahih olarak vâki olmuştur. Burada ise kiraya verilirken ecr-i mis-linden noksana verilmiş olduğundan kira akdi baştan sahih olmamıştır.

Bir vakıf ecr-i mislinden pek az bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hakime şikayete muktedir iken sükût ederse, ecr-î misilden noksan olan mikdarı ödemesi kendisine lâzım olmayıp kiracı üzerine lâzım gelirse de mazur sayılmayıp günahkâr olur. Vakıf evler veya hanlar pek az bir ücretle kîracının elinde bulunduğu halde mahalle halkı bunu hâkime şikayet etmeğe imkânları varken şikayet etmezlerse hepsi günâhkâr olur.

Bir vakıf pek az ücretle kiracının elinde bulunur da vakfın mütevellisi, kâtibi, gelirini toplayanlar -Allah'a sığınırız- bilhassa rüşvet aldıklarından dolayı sükut ederlerse, halleri nice olur. Mülteka Şerhi.

Bir kimse gasbettiği bir vakfı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım gelmez. Bu mütekaddimin, alimlerin kavline göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise gasbden üzerine ecr-i misil lâzım gelir. Şöyle ki: Kira bedeli olarak takdir edilen mikdar, ecr-i misil kadar ise onu verir, ecr-i misilden noksan ise noksanı tamamlar, ecr-i misilden ziyade ise ziyadeyi de verir. Çünkü gasbeden kimsenin ecr-i misilden ziyade olan mikdarı kendisi için alması helâl olmaz. Nitekim Allâme-i Hamevi böyle yazmış. Ebussûud Efendi de ona tâbi olmuştur.

Ben derim ki: Fetva, müteahhirin alimlerin kavli üzerinedir ki, vakfın ve yetimlerin mallarının menfaatları zayi ve telef edildiğinde ödettirilir. Kezâ: Vakıf bir mal veya yetimin malı ecr-i mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Nitekim metinde geçmiştir.

"Bir vakfın akarı gasbedildiğinde" yani bir kimse vakıf bir araziye su akıtıp arazi ziraate elverişli olmaktan çıksa, vermiş olduğu zararı öder.

Evkaf-ı Hassaf'da: "Bir kimse fâsid icare ile kiraladığı bir araziyi teslim aldıkları sonra ekmese veya bir haneyi kiraladıktan sonra içinde oturmasa, kendisine onların ücreti lâzım gelmez." diye zikredilmiştir. Fakat bu, mütekaddimin âlimlerin kavline göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise fâsid icare ile ekme ve oturma imkânı hasıl olduğundan ücretleri lazım gelir. İs'af.

Bir mütevelli vakıf bir hanede başka bir kimseyi oturtsa, oturan kimse üzerine o hanenin ecr-i misli lazım gelir. Ancak o hane yalnız içinde oturulması için vakfedilmiş olursa bu takdirde mütevelli o haneyi âriyet olarak verebilir.

Bir mütevelli sükna (içinde oturulması) için vakfedilmemiş bir hanede otursa kendisine ecr-i misil lâzım gelir

Bir mütevelli, vakıf bir araziyi kendi nefsi için etmiş olsa, hakim vakfı onun elinden alır.

Bir mütevelli, vakıf bir haneyi bir kimseye satıp o kimse bir müddet o hanede oturduktan sonra hâkim satışı iptal etse, müşterinin üzerine oturduğu müddetin ecr-i misli lâzım gelir.

Bir kimse vakıf olan bir mescid veya medresede otursa, kendisine ecr-i misil vacib olur.

Bir kimse yarısı kendi mülkü, yarısı da vakıf olan bir hanede otursa, oturduğu müddet için vakfın hissesine düşen ecr-i misli öder.

Bir kadın yetim çocuğunun hanesinde, evlendiği zevciyle birlikte otursa, zevci üzerine o hanenin ecr-i misli lâzım gelir.

Bir kimse bir hane satın alıp içinde bir müddet oturduktan sonra o hanenin yetime aid olduğu ortaya çıksa, kendisine oturduğu müddetin ecr-i misli vâcib olur.

"Bir meselede ulema ihtilaf ederlerse, vakıf için en menfaatli kavil ile fetva verilir." Nitekim vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, kira akdi bozulabilir mi? Bu hususta ulema arasında ihtilâf vardır. Vakfın menfaatını gözetmek ve Allah-ü Teâlâ'nın hakkını korumak için kira akdinin bozulacağına dair olan kaville fetva verilmiştir.

Kezâ: İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, bir akar gasbedildiğinde ödeme yoktur. İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şâfii'ye göre ödeme vardır. Vakıf için ödeme menfaatli olduğundan vakıf da ödemekle fetva verilmiştir.

Kezâ: Geliri azalan bir vakfın istibdal (değiştirilmesi)nde parasının zâyi olmasından korkulursa istibdâlinin câiz olmayacağına dair olan kaville fetva verilir. Çünkü vakfın aynının bâki bırakılmasında vakıf için menfaat vardır.

Kezâ: Bir kimsenin kendi nefsine yapmış olduğu vakfın sahih olduğuna ve bir vakıf yer, uzun müddetle kiraya verildiğinde kira akdinin sahih olmadığına fetva verilmiştir.

Bir kimse gasbetmiş olduğu bir vakfa bir noksanlık verse, kendisinden noksanın kıymeti alınır, o vakfın tamirine sarf edilir, o vakıfda olanlara sarf edilemez. Çünkü kıymet vakfın kendisinin bedelidir. Onların hakları ise vakfın kendisinde değil gelirindedir.

= Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler =

Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler on dörttür. Eşbâh'da beyan edildiğine göre vakıf da onlardandır. Çünkü vakfın hükmü Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan gelirini tasadduk etmekten ibarettir.

Şu meselenin beyânı bâki kalmıştır: Bir vakıf muayyen kimselere yapılmış ise, dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hibe kabul edilir mi? Hâniyye'de: "İttifakla kabul edilmemelidir." diye yazılıdır.

Şeyh Hasan'ın Vehbâniyye şerhinde : "Muhtar olan kavle göre tafsilât vardır: Eğer vakıf muayyen kimselere yapılmış ise kabul edilmez. Eğer muayyen olmayanlara yapılmış ise kabul edilir." diye beyân edilmiştir. Tatarhâniyye'de: "Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkı ise yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez." diye zikredilmiştir. Bu mesele hızfedilmelidir.

Ben derim ki: İbn-i Şahne: "Yapılan şahadet-i hisbe mutlaka yani: Gerek muayyen olanlara, gerek muayyen olmayanlara yapılan vakıfda kabul edilir." diye bahsetmiştir. Musannıf: "Asıl vakfın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbe mutlak surette kabul edilir. Zira bu sübûtün neticesi fakirler içindir. Bir vakfa istihkakın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbenin kabul edilmesi için dâvâ şarttır." diyerek iki kavlin arasını bulmuştur. Çünkü Hâniyye'de: "Bir yerde vakfa müstahik olanlardan bir kimse bulunup müstahik olduğunu dâvâ etmese, kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez. Gelirin hepsi fakirlere sarf edilir." diye zikredilmiştir.

Şârih bu ifadeden "vakfa müstahik olan kimse istihkak dâvasında bulunsa, müstahik olacağı anlaşılır. Halbuki yukarıda geçtiği üzere müftabih olan kavle göre dâvâsı ancak mütevelli olmasıyla veya hâkim tarafından izin verilmesiyle kabul edilir.

Eşbah'da zikredilmiştir ki; bizim için on dört yerde şâhid-i hisbe vardır. Fakat bizim için hisbe yoluyla dâvâcı yoktur. Ancak kendisine vakfedilen asıl vakfı dâvâ edebilir. Bazı fukahaya göre bu dâvâ kabul edilir. Müftâbih olan kavle göre kabul edilmez. Ancak mütevelli olursa kabul edilir. Artık kendisine vakfedilenin dâvâsı kabul edilmeyince başkasının davâsı evleviyetle kabul edilmez. Nitekim yukarıda geçmiştir.

İZAH

"Şahâdet-i hisbe": Dâvâcıya icabet îçin değil de ecir ve sevap kasdıyla sırf Allah rızası için yapılan şâhitliktir.

"On dörttür." Yani dâva bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler şunlardır; Vakıf, zevcenin talâkı, zevcenin talâkının ta'liki, cariyenin hürre olması, cariyenin müdebber kılınması, hulu, Ramazan-ı şerifin hilâli, neseb, zina, haddi, içki haddi, ilâ, zıhâr, musâhere hürmeti, bir efendinin bir kölenin, nesebini davâ etmesi.

Ben derim ki: Radâ'a (emmeye) yapılan şahadet-i hisbe de ziyade edilir. Nitekim musannıf da bunu Rada' bâbında beyân etmiştir.

"Vakıf da onlardandır." Asıl vakfa yapılan şahadet-i hisbe makbuldür. Vakfın gelirine yapılan şahâdet-i hisbe makbul değildir. Asıl vakıf dan muradın ne olduğu ileride gelecektir.

Bir vakıf muayyen kimselere vakfedilmiş ise, yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir mi?

Haniyye'den naklen musannıf "Minah" isimli eserinde: "Cevap tafsilatlıdır: Eğer vakıf muayyen bir cemaate yapılmış ise dâvâsız şahitlik kabul edilmez." demiştir.

İbn-i Vehbân: "Cevabda tafsilâta ihtiyaç yoktur. Çünkü vakıf her ne kadar muayyen cemaate yapılmış ise de sonunun fakirler ve benzeri gibi müebbeden kesilmeyecek bir hayır cihetine olması lâzımdır. Fakirler hakkındaki şahitlik ise gerek şimdiki zamana gerekse gelecek zamana aid olsun kabul edilir." demiştir.

İbn-i Şahne: "Cevabda tafsilât lâzımdır. Çünkü "şu mülk vakıf olup fülan cemat müstahikdir" diye şahitlik yapıldığında istihkaklarının sâbit olması ve istihkaklarını olabilmeleri için dâvâ edilmesi lâzımdır. Ama şu mülk fakirlere veya mescide vakıfdır, diye şahitlik yapıldığında dâvâ edilmesi lâzım değildir." demiştir.

Musannıf: "İbn-i Vehbân'ın beyân ettiği cidden açıktır. İbn-i Şahne'nin zikrettiği ise onun aleyhine delil olamaz. Çünkü İbn-i Vehbân'ın kelâmı asıl vakfın sübutu hakkındadır. Her ne kadar vakıfda hakkı olan kimse dâvâ etmedikçe kendisine vakfın gelirinden bir şey verilmez ise de asıl vakfın sübutu için mutlak surette dâvâya ihtiyaç yoktur. İbn-i Şahne'nin kelâmı ise, kendisine vakfedilen muayyen kimsenin vakıfdaki istihkakının sübutu hakkındadır. Şüphe yok ki, vakıfdaki istihkakın sübutu dâvâ etmeye bağlıdır.

Ben derim ki: Bezzâziye'nin on birinci dâvâsında zikredilmiştir ki: Bir kimse bir araziyi sattıktan sonra "ben bu araziyi vakfetmiştim" veya "bu arazi bana vakfedilmiştir" diye iddia etse, şahidi bulunmazsa iddia kabul edilmez. Eğer şahidi bulunursa, Fakih Ebu Cafer: "İddiası kabul edilip satış iptal edilir. Çünkü asıl vakfın isbatında dava şart değildir." demiştir. Nitekim bir cariyenin azadında dava şart olmadığı gibi Sadru'ş Şeria da bu kavli almıştır. Fakat sahih olan kavle göre bu meselede tafsilat vardır. Eğer vakıf Allah-ü Teala'nın hakkı ise cevap, Fakih Ebu Cafer'in dediği gibidir. Eğer vakıf kul hakkı ise bunda dava lazımdır. Bilindiği gibi bir vakıfda ya vakfedildiği anda veya gelecek zamanda Allah-ü Teala'nın hakkının bulunması lazımdır. Buna göre "Haniyye'de geçen tafsilatta" muayyen kimselere vakfedilen bir vakfın gelecek zamandaki durumu değil o andaki durumu nazarı itibara alınmıştır. Aksi takdirde "vakıf kul hakkı ise" kavli sahih olmaz.

İbn-i Vehbân vakfın geleceğini nazar-ı itibara alarak vakfın hepsini Allah-ü Tealâ'nın hakkı kılmıştır. İbn-i Şahne ise muayyen kimselere vakfedilen vakfın o andaki durumunu nazar-ı itibare almıştır.

Velhasıl: Vakıf, Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olduğundan dolayı menfaati tasadduk edilir. Bu yüzden asıl vakfın sübutu için dâvâ şart değildir. Fakat vakıf evvela muayyen bir kimseye yapılmış olup o kimse istihkakının ispatını istese davâ etmesi şarttır. Artık musannıfın dediği sâbit olmuştur. Bu, gerçekte derin bir tetkikle iki kavlin arasını bulmaktır.

"Yukarıda geçmiştir, iyi düşün." Yukarıda "bir vakıf gasbedildiğinde o vakfın geliri kendisine vakfedilen kimse, o vakfın aynını davâ edemez" diye geçmiştir. Ama vakfın gelirindeki istihkakını dâvâ ederse, şüphesiz davâsı kabul edilir. Buna göre, düşünmeye ihtiyaç yoktur.

Ben derim ki: Yukarıda "vakfın gelirine müstahik olan kimse vakıf gasbedildiğinde gelirini de dâvâ edemez" diye geçmiştir. Buna göre mesele müşkül olup düşünmeye ihtiyaç vardır. Fakat bunun beyânı yukarıda geçmiştir.

T E N B İ H : Şahid-i hisbe (Allah rızası için şahitlik yapan kimse) bir özrü bulunmadığı halde şahadeti bir müddet tehir etmiş olsa, fâsık sayılacağından şahâdeti kabul edilmez. Eşbâh.

METİN

= Davâ ve şahâdette vakfın beyân edilmesinin şart olması = Sahih olan kavle göre bir vakfın dâvâsında -vakıf kadim (eski) olsa bile bilinmeyeni ispat olmasın diye - vakfedenin beyân edilmesi şarttır.

İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye zikredilmiştir.

Vakıfda şahadet üzerine şahâdet, erkeklerle beraber kadınların şahadeti kabul edildiği gibi, asıl vakfı ispat için şöhretle yani işitme ile - isterse şahitler hakimin huzurunda: Biz işitme ile şahâdet ederiz, diye açıklamış olsunlar- yapılan şahâdet de kabul edilir. Vakıf muayyen kimselere yapılmış olsa bile yine işitme ile yapılan şahâdet kabul edilir. Çünkü bunda eski vakıfları zâyi olmaktan korumak vardır. Muhtar olan kavil budur. Başkaları vakıf gibi değildir.

Sahih olan kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhret (işitme) ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Dürer ve diğer muteber fıkıh kitaplarında böyle yazılıdır. Fakat Müctebâ'da: "Muhtar olan kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhretle yapılan şahadet kabul edilir." diye zikredilmiştir. Mirâç sahibi buna itimat etmiş, Şürunbulâli bunu ikrar etmiş, Fetih sahibi de bunu fukahanın: "Vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri bilinmeyip şahitle ispat edilemeyen eski vakıflarda hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde yazılı olanlarla amel olunur." diye beyân ettikleri kavilleriyle takviye etmiştir. Fakat bunlara "hâkimlerin sicillâtı ile amel edilmesi zaruret zamanındadır" diye cevap verilir. Halbuki iddia edilen zaruri olup olmamaktan umûmidir.

Bir vakfın sarf edileceği yerin beyânı mesela: Şâhidlerin "şu vakıf, fülan mescidin vakfıdır" diye şahadet etmeleri asıl vakfa şahadet etmeleri gibidir. Çünkü bir vakfın sahih olması için gelirinin sarf edileceği yerin beyân edilmesine bağlıdır. Bundan dolayı bir vakfın sarf edileceği yerin beyân edilmesi hakkında da işitme ile yapılan şahâdet kabul edilir.

İZAH

"Bilinmeyeni ispat olmasın..." Yani bir yerin vakıf olduğu dâvâ edildiğinde meçhûlü ispat olmasın diye şahitlerin vakfedeni açıklamaları şarttır. Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a göre, vakfedilen bir malın aynı mâlikinin mülkü olmak üzere hapsedilip geliri vakfedildiği hayır cihetine sarf edilir. Bundan dolayı dâvâda vakfedenin açıklanması lâzımdır.

İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye ifade edilmiştir. Bu, İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Ebu Câfer gibi Belh Meşayihi bu kavil üzeredirler. Hassâf da yalnız bu kavli zikretmiştir. Vakıf hususunda fetvanın İmam Ebu Yusuf'un kavil üzere olması bu makamda da onun kavliyle fetva verilmesini gerektirir.

Vakfedeni bilinmediği halde eskiden beri vakıf olduğu meşhur olan bir yeri bir zalim zabtedip o vakfın mütevellisi "o yer fülan cihetin vakfıdır" diye dâvâ edip iki kimse de ona şahitlik yapsalar, muhtar olan kavle göre şahinlikleri câiz olur.

Hâniyye'den naklen İs'afda: "Vakfedeni beyan edilmeksizin bir vakfın dâvâsı ve ona yapılan şahadet sahih olur." diye zikredilmiştir.

T E N B İ H : Bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir arazi için "bu araziyi fülan zat bana vakfetmiştir" diye davâ edip, o şahıs da "hayır, bu arazi benim mülkümdür" diyerek vakıf olduğunu inkar etse, vakfiyet dâvası sahih olmaz. İsterse şâhidler; "o arazi vakfedildiği zaman vakfeden zâtın elindeydi" diye şâhidlik yapsınlar, Çünkü bir kimse kira veya ariyet yoluyla elinde bulunup mâlik olmadığı bir malı vakfedebilir. Buna göre, bir yerin vakıf olduğu dava edildiğinde şahidler şahadetlerinde o yeri vakfeden kimsenin ismini beyân etmeleri şart olduğu gibi, vakfederken o kimsenin o yere mâlik olduğunu beyân etmeleri de şarttır.

Şâhidlerin bir yerin vakıf olmasında birleşmeleri kâfidir, kendilerine vakfedilenlerde ihtilâf etmeleri şahadetlerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı iki şahid bir yerin vakıf olduğunda birleştikleri halde onlardan birisi o yerin fülan kimseye, diğeri de fülan şahsa vakfedilmiş olduğuna şahidlik etseler, bununla yalnız o yerin vakıf olduğu sabit olup geliri fakirlere sarf edilir.

Bir vakfın yerinde yahut zamanında şâhidlerin ihtilâf etmeleri şâhidIiklerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı şâhidlerden biri fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna, diğeri de fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna şahidlik etseler, şâhidlikleri sahih olur. Çünkü vakıf akdi tekrar yapılabilir. Ama şâhidler vakfedilen malın asıl yerinde ihtilâf etseler, şahidlikleri kabul edilmez.

Fetâvây-ı Kâriü'l-Hidâye sahibine "Bir hâkim tarafından bir vakfa veya bir satışa veya bir icareye dair verilmiş olan hükmün sahih olması için vakfeden veya satan veya icareye veren kimsenin o şeyde mülkünün sübutu şart mıdır?" diye sorulmuş, o da: "Vakfedenin vakfettiği şeye malik olması, icareye verenin icareye vermeye velayeti bulunması, satanın sattığı şeye malik olması veya satmaya vekil olması sabit olursa, ancak bu takdirde hakim tarafından verilen hüküm sahih olur." diye cevap vermiştir.

"Asıl vakfı isbât için" "Minah"da: "Vakfın sahih olması kendisine taallûk ettiği ve bağlı olduğu her şey asıl vakıfdandır. Vakfın sahih olması kendisine bağlı olmayan şeyler ise vakfın şartlarındandır." diye beyan edilmiştir.

Vakıf hakkında tesâmu (işitme) ile yapılan şahadet de kabul edilir.

Fetâvây-ı Hayriyye'nin şahâdet bahsinde: "Vakıf hakkında işitme ile şahadette şahid: Ben insanlardan o yerin vakıf olduğunu işittiğime dair şahâdet ederim, der." diye yazılıdır.

Hâşiye-i Nûh Efendi'de de: "İşitme ile şahâdette mütevelli: Şu arazi fûlan cihete vakıfdır ve vakıf olduğu meşhurdur, diye dâvâ eder, şâhidlerde: O yerin vakıf olduğunun meşhur olduğuna şahadet ederiz, derler." diye zikredilmiştir.

Hayriyye ile Nûh Efendi de beyân edilen ifadeler ayrı olsa da mânâları birdir.

"Muhtar olan kavil budur." Kenz'de zikredilmiştir ki; görülmeyen bir şeye şâhidlik edilemez. Ancak neseb, nikâh, ölüm, hâkimin velâyeti ve asıl vakıf gibi şeyleri kendisine itimad edilen kimseler haber verdiklerinde onların haberlerine dayanarak yapılan şahâdet câiz olur. Köle olmayan bir kimsenin elinde bulunan bir şeyin onun mülkü olduğuna şahadet edilmesi de caiz olur.

Vakfedenin şartlarını -meselâ vakfın gelirinden şu kadar meblağ fülan yere, şu kadar meblağ da fülan yere, geri kalan geliri de fülan yere sarf edilecek demek gibi- isbat için işitme ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Vakfedenin şartlarından maksad vakıfnamede vakfın gelirinin sarf edilmesi hususunda yapılmış olan şartlardır. Yoksa vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması, vakfedilen malın vakfedenin mülkünden ayrılması İmam Muhammed'e göre vakfedilen malın mütevelliye teslim edilmesi gibi vakfın sahih olmasının şartları değildir. Çünkü bu şartlar asıl vakıfdan olduğundan bunlarda işitme ile yapılan şahadet kabul edilir.

Tesâmu ile şahâdet, şâhidlerin gördüklerine değil, işitmiş olduklarına şehadet etmeleridir. Hâkimlerin sicillat denilen defterlerinde yazılı olan ile amel etmek de tesâmu ile amel etmek kabilindendir.

Zahire'de: "Şeyhü'l-İslâm'a: meşhur bir vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri ve gelirinde hissesi olanlara ne kadar verileceği bilinmese nasılmuamele olunur? diye sorulmuş, o da: O vakfın mütevellilerinin eski zamandan beri nasıl muamele ettiklerine ve kimlere sarf ettiklerine bakılır ve aynı muameleye devam edilir. Çünkü mütevelliler bu muameleyi vakfedenin şartına uygun olarak yaparlar. Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunulur diye cevap vermiştir." diye zikredilmiştir. Bu, tesâmu ile sübûtun ta kendisidir.

Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın şartları, hâkimlerin ellerinde bulunan, "sicillat" denilen defterlerinde yazılı ise istihsanen ona uyulur. Yazılı değil ise, eski zamanlardan beri mütevellilerin devam ede geldikleri minval üzere devam olunur. Bunlardan biri bulunmayınca vakıf hakkında bir şey iddia eden kimsenin bunu delille isbat etmesi lâzım gelir. Bunu isbat edemediği takdirde geliri fakirlere sarf edilir.

Fukahanın "vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhul olursa, yani bilinmezse" kavillerinden vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhûl olmazsa, yani bilinirse, bu takdirde bilinen şartlarla amel edileceği anlaşılır. Bu bilinme bazen vakfedeni görmekle değil, eskiden beri yapıla gelen tasarrufla da olur. Nitekim yukarıda geçmiştir.

T E N B İ H : Hâniyye ile İs'âfda zikredilmiştir ki; bir mütevelli bir kimsenin elinde bulunan bir arazi için "bu arazi vakıfdır" diye dâvâ edip bu hususta daha önce geçen adâletli hâkimlerin yazısı bulunan bir vesika göstererek hâkimden o vesika ile o arazinin vakıf olduğuna hükmetmesini taleb etse, fukaha: "Hâkim o vesika ile o arazinin vakıf olduğuna hükmedemez. Çünkü hâkim ancak huccetle hükmeder. Hüccet ise şâhiddir veya ikrardır. Vesika hüccet olamaz. Zira hat hatta benzer." demişlerdir.

Kezâ: Bir hanenin kapısında vakıf olduğu yazılı bir levha bulunsa, hâkimin şâhidler o hanenin vakıf olduğuna şahadet etmedikçe o levha ile o hanenin vakıf olduğuna hükmetmesi câiz olmaz.

Ben derim ki: Bu kavlin zâhiri, yukarıda "Hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde vakfa aid mevcud olan yazı ile amel olunur." diye geçen kavle münâfidir. Fakat buna şöyle cevap verilebilir: Hâkimlerin sicillatında mevcut olan yazı ile amel edilmesi istihsana göredir. Nitekim İs'âf ve diğer muteber kitaplarda böyle beyân edilmiştir.

Bir de vesika ile amel edilmemesi vesikada mevcud olan yazı, hâkimlerin sicillâtında mevcud olmadığına göredir. Eğer vesikada mevcud olan yazı hâkimlerin sicillâtında da mevcud olursa, o vesika ile amel edilir.

Eşbâh'ın Kazâ bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; hatta (yazıya) itimad edilip onunla amel edilmez. Ancak sultanın ehl-i harbe vermiş olduğu eman fermanının hattına, simsarın, sarrafın, tüccarın defterlerindeki hatlara, hakimlerin sicillâtında vakıfların şartlarına aid olan hatlara itimat edilir.

Eğer bu hatların kabul edilmesinin sebebi hile karışmaması ise vazife, hizmet ve memuriyetlere tâyin edilenlere sultanın tuğrası ile verilen tâyin emirleri de, ehl-i harbe verilen fermana ilhak olunur.

AIIame-i Biri: "Bu hatların kabul edilmesinin sebebi hile karışmamasıdır. Nitekim zekat bahsinde: "Bir kimse malımın zekâtını verdim deyip vesika gösterse, onunla amel edilmesi câiz olur. Çünkü hatta hile yapmak nadirdir." diye geçen mesele de bunu te'yîd eder." demiştir.

Ben derim ki: Bunu, Şârihin Risale'sinde: "Defter-i Hâkani'de fülan yer, fülan mescidin vakfıdır, diye yazılı bulunsa, şâhidsiz onunla amel edilir. Meşâyih-i İslam bununla fetva vermişlerdir. Behce-i Abdullah Efendi'de ve diğer muteber kitaplarda da böyle tasrîh edilmiştir." diye zikrettiği de teyîd eder. Fakat Hayriyye'de: "Mücerred Defter-i Hâkanî'de yazılı olmasıyla vakıf sabit olmaz. Çünkü hatta itimat edilmez." diye fetva verilmiştir.

METİN

= Her birinin diğerlerinden dolayı hasım, dâvâcı ve dâvâlı olabilmesi =

Bir vakfa müstahik olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olur. Yani bir cemaate vakfedilmiş olan bir vakfın vakfedeni bir olursa, onlardan her biri veya her birinin vekili kendilerine şart kılınmış olan menfaatle ilgili dâvâlarda gerek dâvâcı ve gerek dâvâlı sıfatıyla diğerleri tarafından hasım olabilir. Kezâ: Vârislerden biri de diğerleri tarafından hasım olabilir.

Eşbâh'da; "Her birinin diğerlerinden dolayı hasım olması bir vakıf da hisseleri olanlar ile vârislere mahsustur. Bu iki sınıfdan başka içlerinden biri diğerleri tarafından hasım olabilecek üçüncü bir sınıf yoktur." diye ifade edilmiştir.

Şârih der ki; Bir borçlunun fakirliği alacaklılarından birinin yanında sâbit olursa, o alacaklı diğerleri tarafından hasım olmuş olur da borçlu diğerleri için hapsedilmez. Nitekim yakında gelecektir.

Fukaha: "Dâvâcının gıyabında borçlusunun iflas ettiğine dair olan şâhidleri kabul edilir." demişlerdir.

Kezâ: Nikâh hususunda müsavî olup her biri için itiraz hakkı sâbit olan velîlerden birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Emân da böyledir. Kısas da böyledir. Müslümanların yolundan umum zararın giderilmesini isteme velâyeti de böyledir.

Her birinin diğerlerinden dolayı hasım olabilmesi meselesi incelenirse, Eşbâh sahibinin: "Bu mesele iki sınıfa mahsus olup üçüncüsü yoktur." diye ifade etmesinin yerinde olmadığı anlaşılmış olur. Varislerden birisinin diğerleri tarafından hasım olması borç davâsındadır. Yoksa ellerinde bulunmayan bir ayn hususunda bir diğerleri tarafından hasım olamaz. Bu mesele hıfzedilmelidir.

Bazı fukaha: "Vakfa müstahik olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olmaz." demişlerdir. Buna göre, hüküm ancak hazır olanların ellerinde bulunan hisseleri mikdarında sahih olur. Gâib olana hüküm olunmaz.

Bir vakfa müstahik olanlardan her birinin diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olması asıl vakfın sâbit olduğuna göredir. Eğer asıl vakıf sâbit olmazsa, müstahiklardan her biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olmaz. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir.

İZAH

"Bir vakfa müstahik olanlardan..." Bir vakfın bir kaç tane mütevellisi bulunsa, bunlardan her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olur. Çünkü Tatarhâniyyenin on birinci bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse arazisini akrabasına vakfettikten sonra bir şahıs akrabasından olduğunu dâvâ etse bakılır: Eğer vakfeden kimse hayatta ise o hasım olur. Ölmüş ise mütevelli - isterse müteaddid olsun - hasım olur. O şahıs, müteaddid mütevellilerden birisine dava açmış olsa, diğer mütevellilerin toplanması şart değildir. Ölenin vârisi veya vakıfda hisseleri olanlardan biri hasım olamaz.

"Velilerden birisinin" Yani bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlendiğinde evlendirme hususunda müsavi olan velîlerden birisinin nikâha razı olması hepsinin razı olması gibidir. Çünkü velilerden her biri için nikâha itiraz hakkı sabittir. Bunlardan birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Bu, Zahirü'rivâyete göredir. Ama müftâbih olan kavle göre zaman bozuk olduğu için küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenen bir kadının velisi bulunup velisi evlenmeden önce nikâha razı olmamışsa, nikâh asla câiz olmaz. Kadının velisi bulunmazsa nikâh câiz olur. Nitekim Velî Bâbında geçmiştir.

"Emân da böyledir." Yani Müslümanlardan birisinin bir harbiyye (kâfire) emân vermesi bütün Müslümanların emân vermesi gibidir.

"Kısas da böyledir." Yani öldürülenin velilerinden birisi kısası afvetse kısas düşer. Nitekim velilerin hepsi afvettiğinde kısasın düştüğü gibi. Çünkü onlardan birisini afvetmesi hepsinin afvetmesi yerine geçer. Kısası yerine getirmek de böyledir. Cinayet bahsinde geleceği üzere küçük veliler büyümeden önce büyük veliler kâtili kısas ettirebilir. İmameyn'e göre ettiremez.

Bunda asıl ve kaide şudur: Nikâh, emân ve kısas gibi tecezziyi (bölünmeyi) kabul etmeyen şeylerin sebebi bulununca, bunlar hak olarak sâbit olan herkes için tam olarak sâbit olur. Şu kadar var ki; öldürülen bir kimsenin birisi büyük, diğeri küçük olmak üzere iki velisi bulunsa, meselâ: Bir karısı ile bir de başka karısından olan küçük oğlu bulunsa, küçük oğlu bâliğ oluncaya kadar karısı kısasa malik olamaz.

"İsteme velâyeti" Yani Müslümanların yolundan umum zararın kaldırılmasını istemek herkesin hakkıdır. Meselâ; ammeye aid olan bir yola bir kimse hatâ yapsa veya hanesinin üstüne yola akan su oluğu koysa, her hangi bir şahıs - isterse zimmî (İslâm devleti tebaasından olan Hıristiyan ve Yâhudi) olsun- dâvâ edip onu yoldan kaldırtabilir. Çünkü bir şahsın dâvâsı o yolda hakkı olan herkesin dâvâsı demektir.

İmam Muhammed: "Bir kimse; kölelerimden Sâlim, Beziğ ve Meymün hürdürler, deyip onlardan birisi bunu şahidle isbat etse, diğerlerinin tekrar isbat etmelerine hacet kalmaz. Çünkü hepsinin âzâdı birdir." demiştir.

Camiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir ölünün lehine ve aleyhine müstahik olduğu şeylerde vârislerinden her biri ölüden ötürü hasım (davâcı ve dâvalı) olabilir. Buna göre, bir ölü üzerinde alacağı bulunan bir kimse bunu ölünün vârislerinden birisinin huzurunda dâvâ edip isbat olsa, bu isbat diğer vârislerinden her biri için de yapılmış sayılır.

Keza: Bir ölünün bir kimse üzerinde alacağı bulunduğunu vârislerinden birisi dâvâ edip isbat etmiş olsa, bu isbat da diğer vârislerinden her biri için yapılmış sayılır.

Velhasıl: Vârislerden her hangi birisinin diğerleri tarafından hasım olması ölünün bırakmış olduğu borcu ile alacağı dâvâsındadır. Ölünün bırakmış olduğu ayınlara gelince bakılır: Eğer ayn taksim edilmeyip ellerinde mevcud ise yine birisi diğerleri tarafından hasım olur. Meselâ; bir hane üç kardeşe miras olarak intikal edip o haneyi taksim etmeden kardeşlerden ikisi gâib olup o hane geride kalanın elinde iken bir kimse çıkıp elinde bulunan kardeşi dâvâ edip o hanenin kendisinin mülkü olduğunu isbat elmiş olsa, bu isbat diğerleri için de isbat sayılacağından o hane o kimse için hükmedilir. Eğer ayn taksim edilmiş ise, birisi diğerleri tarafından hasım olamaz. Mesela; o hane taksim edildikten sonra davâ edip isbat etse, bu isbat yalnız hazır olan kardeş için isbat sayılır ve yalnız onun hissesi o kimseye verilir. Gâib olan kardeşlerin hisseleri verilmez. Onlar geldiği zaman yeniden dâvâ etmesi lâzım gelir.

Kınye'de: "İki kardeş arasında bir vakıf bulunup kardeşlerden birisi ölüp vakıf hayatta kalan ile ölenin çocuklarının elinde kaldığında hayatta kalan kardeş, ölen kardeşinin çocuklarından birinin üzerine şâhid getirerek: Bu vakıf batından sonra batına yani kendilerine vakfedilenlerden bir kimse kalmadıktan sonra onların çocuklarına yapılmıştır, siz bu vakıfdan mahrumsunuz deyip dâvâ zamanında ölenin diğer çocukları mevcud olmasa bile bu dâvâ ve şâhidler kabul edilir. Çünkü o çocuklardan birisi diğerlerinden ötürü hasım olmuş olur." diye zikredilmiştir.

METİN

Bir vakfın mütevellisi vakfın malıyla vakıf için bir hane satın almış olsa, o hane asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Çünkü vakfın lüzumu hakkında pek çok söz olup burada bulunmadığından esah olan kavle göre o hanenin satılması caiz olur.

Bir müezzin ile imam vakıftan ücretlerini almadan ölseler, ücretleri sıla kabilinden olup ancak alınmakla mâlik olunacağından düşer. Nitekim ücretini almadan ölen hâkimin ücretinin düştüğü gibi.

Bazı fukaha: "Müezzin ile imamın vakıfdan aldıkları ücret kabilinden olduğundan düşmez. Çalıştıkları müddetin ücreti vârislerine miras olarak intikal eder." demişlerdir.

Dürer'de Mürted bâbından önce ve diğer muteber kitablarda "düşmez" diye yazılıdır. Musannıf: "Birinci kavil tercih edilmiştir. Çünkü ikinci kavil zayıfdır." demiştir.

Şârih der ki; Kınye'nin kısaltılmışı Buğye isimli eserde; "Müezzin ile imamın ücretleri vârislerine miras olarak intikal eder. Ama hâkimin ücreti vârislerine miras olarak intikal etmez." diye zikredilmiştir. Eşbâh'ın vakıf, Nehirin Mağnem bahislerinde de böyle ifade edilmiştir.

Bir vakıfda gelirinin imama verilmesi şart kılınmış bir hane olup imam ücretini almadan ölse bakılır: Eğer haneyi mütevelli kiraya vermiş ise, İmamın ücreti düşer. Eğer haneyi imam kiraya vermiş ise ücreti düşmez. Çünkü kira akdi ücretini alma yerine geçmiş olur. İmâdiyye.

Bir imam hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri peşin olarak vakıfdan aldıktan sonra sene tamam olmadan önce imamlık vazifesîni bırakıp gitse, seneden geri kalan müddetin geliri kendisinden geri alınmaz. Cizye gibî ve sene tamam olmadan önce ölen hâkim gibi olur. Eğer imam fakir ise senenin geri kalan geliri kendisine helâl olur. Medreselerdeki talebe-i ulûmda da hüküm yine böyledir. Dürer.

İbn-i Şahne, tahsisat sahiblerinin tahsisatını ve azillerini gerektiren gaib olma müddetini bir nazımla şöyle beyân etmiştir: Talebe-i ulûm maişetlerini temin gibi zaruri bir iş için sefer ve seyahatları üç ayı geçmezse, artık bu kadar müddet gâib olmaları afvedilir ve tahsisatlarını olabilirler. Fukaha ittifak etmişlerdir ki; tahsisat sahibleri sefer ve seyahatler gerek zaruri olsun, gerek olmasın üç ayı geçerse tahsisatlarını alamazlar. Bu hüküm şeriatta sefer müddeti ile takdir edilmiştir.

Şârih der ki; bu tafsilât medresede sakin olanlar, hac farizası, sıla-i rahimle sefere gitmeyenler hakkındadır. Ama hac farîzası ve sıla-i rahim için sefere giden talebe-i ulûm azle ve tahsisata müstahik olmazlar. Nitekim Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde de böyle ifade edilmiştir.

= Vazifelerde istinâbe (naib ve vekil tayin etme) =

İmam ve müderris olan bir fakihin bir özürden dolayı yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz olmaz. Diğer vazife sahiplerinin hükmü de yine böyledir, özürsüz nâib ve vekil tâyin edilmesi hiç câiz olmaz.

Bir mütevelli vakfını kiraya verdiğinde kira mukavelesinde o vakfa hâkim tarafından mı veya vakfeden tarafından mı mütevelli tâyin edildiğini beyan etmese, fukaha karışıklık olmasın diye bu kira akdini câiz görmezler.

Vasi de mütevelli gibidir. Fıkıh kitaplarında beyân edildiğine göre, kiraya vermede vasi ile mütevellinin hükümleri tâyin edilme sebebiyle değişmektedir. Babanın veya dedenin veya hakimin tayin ettiği vasîlerin hükümleri ayn olduğundan bütün tasarrufları kiraya vermeye kıyas et.

Şârih der ki; İmam-ı Süyûti Keşfu'd-Dababe fi cevazi'l-istinabe isimli risalesinde: "İstinabenin cevazında icmâ vardır." diye nakletmiştir. Bu mesele hıfzedilmelidir.

İZAH

"Vakfın malıyla" Yani bir vakfın mütevellisi vakfın geliriyle bir hane satın aldığında o hane asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Eğer mütevelli bir vakfın geliriyle değil de satılan bir vakfın bedeliyle bir yer satın alırsa, satın alınan yer - ne kadar vakıf için satın alınmış olduğu söylenmiş olmasa bile- evvelki vakfın şartları üzere vakıf olmuş olur. Nitekim istibdâl (değiştirilme) bahsinde geçmiştir.

Fetih'de: "Bir vakfın mütevellisinin vakfın geliriyle bir yer satın almasının câiz olması vakfın tamire ihtiyacı olmadığı zamandır. Zahir olan budur. Çünkü vakfın tamire ihtiyacı olursa, geliriyle bir şey satın alması câiz olmaz. Nitekim tamire muhtaç olduğunda gelirini müstahiklerine vermesi de caiz olmaz." diye yazılıdır.

Kınye'den Naklen Bahır'da : "Kendisine sadece mütevellilik verilen bir kimsenin vakfın geliriyle bir yer satın alabilmesi için hakimden izin alması lâzımdır. Hatta borç para alıp onunla vakıf için bir yer satın almış olsa, kendisi için satın almış olur." diye beyân edilmiştir.

Ben derim ki: Tatarhâniyye'de: "Mütevelli fukahanın ihtilafı bulunan yerde iş yapacağı zaman ihtiyaten hâkimin emriyle yapmalıdır." diye zikredilmiştir.

"O hanenin satılması câiz olur." Bezzaziye sahibi: "Metinde geçeni beyân ettikten sonra Ebu'l-Leys'e göre o hane istihsânen vakıf olmuş olur, diye zikretmiş ve muhtar olan kavil budur." demiştir.

Ben derim ki: Tatarhâniyye'de: "Muhtar olan kavle göre, ihtiyaç hasıl olursa o hanenin satılması câiz olur." diye yazılıdır.

"Hâkimin" Yani ücretini almadan sene içinde ölen hâkimin ücreti düşer. Eğer senenin sonunda ölürse, ücretinin vârislerine verilmesi müstehab olur. Nitekim Hidâye'nin mürted bâbından önce de böyle zikredilmiştir.

"Buğye isimli eserde" Yani Buğye'de zikredilmiştir ki; imam ile müezzin ücretlerini almadan sene içinde ölseler, ücretleri miras olarak varislerine intikal eder. Buğye sahibinin bunu kesin olarak söylemesi, bu kavlin tercih edilmiş olduğunu gerektirir.

Ben derim ki: Bu kavlin tercih edilmiş olmasının sebebi; - câmekiyye meselesinde zikredileceği üzere- imam ve müezzin gibi vazife sahiblerine vakfın gelirinden verilen aylığın bir bakımdan ücret ve bir bakımdan sıla mahiyetinde olmasıdır.

Mütekaddimîn-i fukaha (hicri üç yüz tarihine kadar yetişen fakihler) ibâdet ve tâat karşılığında ücret alınmasını menetmişlerdir. Müteahhirîn-i fukaha(hicri üç yüz senesinden sonra yetişen fakîhler) ise ders okutma, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretme, ezân okuma, İmamlık yapma karşılığında ücret alınmasının câiz olduğuna fetva vermişlerdir. Bundan dolayı bir âlim mütekaddimîn-i fukahanın îçtihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın sılaya benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşeceğini söyler. Çünkü sılaya alınmadan önce malik olunmaz.

Bir âlim müteahhirin-i fukahanın ictihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın ücrete benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşmeyeceğini söyler. Fetva müteahhirîn-i fukahanın içtihatlarına göre olduğundan Buğye sahibi ikinci kavlin kesin olduğunu söylemiştir.

Hâkimin vakıftan aldığı aylık asla ücrete benzeme ciheti bulunmadığından aylığını almadan sene içinde ölen hakimin aylığı düşer. Çünkü hiç bir fakih verilen hüküm karşılığında ücret alınmasının caiz olduğunu söylememiştir.

Senede bir mahsûl verilen vakıflarda sene ibtidası mahsülün yetiştiği zamandır. Böyle bir vakıfda müderris gibi vazifeli olan kimse sene içinde ölse, çalıştığı müddetin ücreti vârislerine verilir, geri kalan müddetin ücreti düşer. Böyle bir vakfın geliri vakfedenin çocuklarına şart kılınmış ise, bu gelirin o çocuklara verilebilmesi için gelirin zuhuruna yani gelir ekin ise, ekinin başak tutmasına itibar edilir. Buna göre, o çocuklardan birisi gelir zuhur ettikten sonra ölürse, onun hissesi varislerine verilir. Gelir zuhur etmeden ölürse, ileride zuhur edecek gelirdeki hissesi düşer. Enfeu'l- Vesail. Eşbâh sahibi de buna tâbi olmuştur. Hay-riyye'de de bunun ile fetva verilmiştir.

Bir vakıf taksitle kiraya verilirse, her taksit zamanı gelirinin zuhuru yerindedir. Bundan dolayı o vakıfda hissesi olanlardan her kim taksim zamanı hayatta bulunursa taksitteki hissesine müstahik olur. Hissesini almadan ölürse, vârislerine miras olarak intikal eder. Nitekim Hânutî sahibi Fetih sahibine tabi olarak bununla fetva vermiştir.

T E N B İ H : Hanefi mezhebinden olan Allâme İbn-i Zahire'ye "Sultan tarafından her sene hac mevsiminde Haremeyn (Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere) ahalisine surre ismiyle gönderilen parada veya zahirede hissesi olan bir kimse sene içinde ölmüş olsa, o senenin hissesine müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Müstahik olur." diye cevap vermiştir.

Ebu'l-Leys Ennevâzil isimli eserinde: "O ölen kimsenin hissesi vârislerine verilir." diye zikretmiştir.

Allâme Biri: "Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'ye sıla ve atıyye olarak gönderilen emanetler yerine ulaştığında kendilerine gönderilen zatlar ölmüş olsa, çocuklarına verilir diye fetva verdim." demiştir.

"Bir imam hasad zamanı..." Yani bir mescidin imamı hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan hizmetini terk edip gitse, gelirden senenin geri kalan müddetine düşen mikdar imamdan geri alınmaz. İtibar hasad zamanınadır. Hasad zamanı imam ise gelire müstahik olur. Fakat gelirden imamlık yapmadığı müddete düşen hisseyi yemesi kendisine helâl olur mu? Fakir ise helâl olur.

Kezâ: Bir medresede oturan talebeler bir senelik gelirlerini peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan o medreseyi bırakarak başka bir medreseye gitseler, almış oldukları gelir kendilerinden geri alınmaz.

Bazı fıkıh kitablarından naklen Kınye'de zikredilmiştir ki; imamlık yapmadığı günlere düşen gelir mikdarı imamdan geri alınır.

Ben derim ki: Vakfedenin maksadına yakın olan da budur.

Ben derim ki: Hasad zamanı bir senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene tamam olmadan hizmetini bırakıp gidenden hizmet etmediği günlere düşen hissenin geri alınmaması vakfeden tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmediğine göredir, diye kayıdlanmalıdır. Eğer vakfeden tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmiş ise cuma ve salı günleri ders okutmayan bir müderris için o günlerin ücretini alması kendisine helâl olmaz.

"Cizye gibi" Yani sene içinde ölen bir zimmîden senenin geçmiş günlerinin cizyesi kendisinden alınmadığı gibi olur. Metinde geçen ibârenin şu mânâya da ihtimali vardır: Bir zimmi sene içinde cizyesini verdikten sonra İslâm şerefiyle müşerref olsa veya ölse kendisi veya vârisleri verilmiş olan cizyeyi geri alamaz.

"Gâib olma..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir medrese ehline tahsis edilmiş gelir, o medresede ilim öğrenmek için oturanlara verilir. Böyle bir medresede oturan bir talebe gâib olsa bakılır: Şehirden ya çıkmış olur veya olmaz. Eğer şehirden çıkarak sefer müddeti (90 km.lik) bir mesafeye gittikten sonra geri gelirse, geçen günlerin tahsisatını alamaz. Hac için sefere gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını alamaz. Şehirden çıkarak köye gidip on beş gün ve daha çok kalırsa bakılır: Eğer gezi için gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını alamaz. Eğer maişetini temîn gibi zaruri bir iş için gitmiş ise orada kalma müddeti üç ayı geçmedikçe geçen günlerin tahsisatını alır. Gâib olma müddeti üç aydan ziyade olursa, odasını ve tahsisatını başka bir talebe alabilir. Eğer şehirden çıkmamış ise yine bakılır: Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul ise afvedilir ve tahsisatını alır. Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul değil ise medreseden çıkarılması câiz olur. Maişetini temin gibi zaruri bir işi olmaksızın köye gidip orada on beş günden az kalan talebenin tahsisatının kesilmesinde ihtilaf vardır: Bazı fukahaya göre o talebenin tahsisatı kesilir. Bazı fukahaya göre ise tahsisatı kesilmez. İbn-i Şahne'nin şerhinde zikredilenin hülâsası budur;

Kınye'nin İmamet Babında zikredilmiştir ki: bir imamın senede bir hafta kadar köydeki akrabasını ziyaretten veya bir musibetten veyahut istirahattan dolayı vazifesini terk etmesi âdeten ve şer'an afvolunur. Bu mesele, maişetini temin gibi şer'î bir mazereti olmaksızın köyünde on beş günden az kalan talebenin tahsisatı kesilmez diyen kavil üzerine mebnidir.

Eşbâh'ın elâdetü muhakkemetün kaidesinde de zikredilmiştir.

T E N B İ H : Hassâf'da zikredilmiştir ki; bir mütevelliye dilsizlik, körlük, delilik ve felç gibi bir âfet arız olsa bakılır: Eğer vakfın işlerini idare edebilirse, mütevellilikten azledilmez ve mütevellilik ücretini alır. Eğer vakfın işlerini idare etmekten aciz olursa, hâkim tarafından azledilerek yerine başkası tayin edilir ve aciz olduğu zamandan itibaren mütevellilik ücreti düşmüş olur. Buna göre bir müderris hastalık gibi bir âfet kendisine arız olduğundan ders okutamasa, vakfın tahsisatına müstahik olmaz.

"Bu tafsilât..." Yani gâib olan talebenin şehirden çıkıp çıkmadığına, çıkmış ise sefer müddeti gidip gitmediğine bakılması, vakfedenin şu akar şu medresede oturanlara vakıf olsun dediğine göredir. Eğer vakfeden derse iştirak etmeyenin tahsisatı kesilsin diye şart kılarsa, şartına riayet edilir. Yani derse katılanın tahsisatı verilir. Derse katılmayanın tahsisatı kesilir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.

"Vazifelerde istinâbe..." Yani imam ve müderris gibi vazife sahiplerinden birinin özrü bulunsun veya bulunmasın yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz değildir. Fakat buna Bahır'da itiraz edilmiştir. Şöyle ki; Hassâf: "Mütevellinin kendi yerine vekil tâyin etmesi ve ona mütevellilik için tahsis edilen ücretten bir şey vermesi câiz olur." diye tasrih etmiştir. İs'âf'da da böyle beyân edilmiştir. Bu, istinâbenin cevazını tasrih gibidir. Çünkü nâib, ücretle vekildir.

Kınye'de: "Bir imam kendisinin bulunmadığı zamanlarda yerine imamlık yapsın diye bir kimseyi vekil tâyin etse, eğer asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini ifa ederse, vekil imam vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretten bir şeye müstahik olmaz." diye yazılıdır.

Hulasa'da; "İmamın kendi yerine vekil tâyın etmesi - bu hususta kendisine izin verilmiş olmasa bile- câiz olur. Fakat hâkimin kendi yerine vekil tâyin etmesi câiz olmaz." diye ifade edilmiştir.

Bahır'da Kınye'de zikredilen şöyle hulâsa edilmiştir: Nâib, vakıfdan bir şeye müstahik olmaz. Çünkü istihkak takrirledir. Nâib hakkında ise takrir mevcud değildir. Asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini yapmış olursa- vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretin hepsine müstahik olur.

Asıl imam, vekil tâyin ettiği imam için hizmetine karşılık olarak her ay muayyen bir ücret tâyin etse buna müstahik olur mu? Kınye'de bundan bahsedilmemiştir. Zâhir olan, vekil imamın bu ücrete müstahik olmasıdır. Çünkü asıl olan imam, vekil imamı kiralamıştır, vekil imam da kendisine verilen hizmeti yapmıştır. Müteahhirîn-i fukahanın kavline göre, imamlık yapmağa, ders okutmağa ve Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmeye karşılık ücret alınması câizdir. Fetva da bunların kavli üzerinedir.

İstinâbe câiz olmaz diyenlerin kavline göre, asıl imam vazife yapmayıp vazifeyi vekil imam yaptığı takdirde vazife boş geçmiş sayılacağından mütevelli imamlık için tahsis edilen ücreti bunlardan hiç birisine vermez. Hâkimin asıl imamı azletmesi de câiz olur. Kahire'de insanlar, istinâbenin cevazıyla amel etmektedirler ve nâîbin bulunmasıyla vazifenin boş geçtiğini de kabul etmemektedirler. Bunu cuma bâbında "Râcih olan kavle göre, hatibin nâib tâyin etmesi câizdir." diye geçen mesele de te'yîd eder.

Hayrü'r-Remli hâşiyesinde: "Kenz'in, Hidaye'nin ve bir çok metinlerin, şerhlerin, fetvaların kaza bahsinde yukarıda geçenleri naklettikten sonra nâibliğin câiz olmasını ders okutma gibi nâibliği kabul eden vazifeler ile kayıdlanması vâcibdir. Çünkü öğrenme gibi nâibliği kabul etmeyen vazifelerde nâiblik câiz değildir." demiştir.

Nâibliğin câiz olduğu yerde nâib tayin edilenin, nâib tayin edene fazilette müsavî olması veya ondan üstün olması veya ondan aşağı olması arasında fark yoktur.

Müteahhirîn-i Şâfiiyye'nin "nâib tâyin edilenin nâib tâyin edene müsavî olması veya ondan üstün olmasıyla kayıdlamış olduklarını" gördüm. Bazı fukaha: "Nâib tâyin edilen, nâib tâyin edenden aşağı derecede olsa bile mutlak surette câiz olur." demişlerdir.

Yine Hayriyye'de Bahır'da yazılı olanın hülâsası nakledildikten sonra: "Bilhassa özür bulunmakla beraber insanların devam ede geldikleriyle amel etmek vâcib olur. Buna göre vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin hepsi asıl vazife sahibinin olur. Nâib ise asıl vazife sahibi tarafından tayin edilen ücreti alır." diye zikredilmiştir. Bu, Ebussûud Efendi'nin vermiş olduğu fetvaya muhâliftir. Çünkü Ebussûud Efendi fetvasında: "Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özür bulunması, vazifenin fetva verme ve ders okutma gibi nâibliği kabul eden cinsten bulunması, nâibin asîle fazilette müsavî veya ondan üstün olması, vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin tamamının nâibin olması asîl için bir şey verilmemesi şarttır." diye beyân etmiştir.

Biri: "Bunu nakledip hak olan budur. Fakat Hanefî mezhebinden olan Şeyh Bedrüddîn'den Bahır'dakinin misli ve onun hocasının hocası Hanefi mezhebinden olan Ali b. Zahîre'den de naib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olduğu nakledilmiştir." demiştir.

Ben derim ki: Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olması için bir sebep vardır. Ama nâibin vazifeye ehliyeti bulunduktansonra asıle fazilette müsavî veya ondan üstün olmasının şart kılınması için bir sebep yoktur. Ancak nâibin ehliyette asil gibi olması murad edilirse başka.

Fetâvây-ı İbn-i Şılbî'de yazılı olan da bunu ifade etmektedir. Şöyle ki: İbn-i Şılbî'ye "Nâzır (vakfa nezaret eden kimse) kuvvetten düşüp vakıf hususunda konuşamaz hale gelince hayatının geri kalan kısmında vakfa nezaret etmesi için başkasına izin verebilir mi, kendisi nezareti bırakabilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet, adâletli ve ehliyetli bir şahsı yerine nâib tâyin edebilir. Fakat kendisi için şart kılınmış olan nezareti bırakamaz. Nezaretten kendi nefsini azletse bile azledilmiş olmaz." diye cevap vermiştir.

Vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin tamamı naibin olur, denilmesi Bahır'da: "Tahsis edilen ücrete müstahik olma ancak takrirdir." diye geçen kavle münâfidir. Bilhassa asil, senenin çoğunda vazife yapmışsa nâib tahsisatın tamamını nasıl alabilir?

Kınye'den naklen geçen açıktır ki; nâib hiç bir şeye müstahik olmaz, ancak asil tarafından bir ücret tâyin edilmiş olursa ona müstahik olur. Fakat vazifeyi tek başına nâib yapar ve vakfeden tarafından da tahsisat imamlık ve ders okutma gibi vazifeleri bizzat yapan kimselere şart kılmış olursa, bu takdirde tahsis edilen ücrete nâib müstahik olur.

Muhakkık Şeyh Abdurrahman Efendi'den naklen Tenkîhu'l-Hamidiyye isimli eserimde yazdım ki: Abdurrahman Efendi'ye "Bir camii şerifin müezzinlerine gelir tahsis edilip vakfedenler tarafından bu gelir ezanlar ve duâlar karşılığında şart kılınmış olup o caminin müezzinleri yerlerine nâîbler tâyin edip ezan ve duâları naibler ifa etseler, o gelire nâibler müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet, o gelire nâibler müstahik olur, asıl müezzinler müstahik olmazlar. Çünkü bu gelir bizzat ezanları ve duâları okuyanlar için şart kılınmıştır." diye cevap vermiştir.

"Bir mütevelli vakfını kiraya verdiğinde..." Câmiu'l-Fûsuleyn'in yirmi yedinci bâbında zikredilmiştir ki; hâkim tarafından bir kimse vasî veya mütevelli tâyin edildiği zaman sicillât denilen hâkimin defterine vasî veya mütevelli tâyin etmeye velâyeti bulunan hâkim tarafından fülan kimse vasî veya mütevelli tâyin edilmiştir, diye yazılmalıdır. Eğer fülan kimse hâkim tarafından vasî tâyin edilmiştir, kavil üzerine kısaltılmış olursa, çok defa vasî tâyin etmeye velayeti bulunmayan hâkim tarafından tâyin edilmiş olur. Çünkü hâkimin vasî veya mütevelli tâyin edebilmesi ancak menşûrunda (padişah tarafından hâkim tâyin edildiğine dair kendisine verilen fermanda) vakıflarda ve yetimlerde tasarruf etmesi açık olarak yazılmış olduğu takdirdedir. Böyle bir hâkimin tâyin ettiği vasi veya mütevellinin vermiş olduğu hüküm, hâkimin nâibinin hükmü gibi olur. Bundan dolayı hâkimin menşûrunda "fülan hâkime nâib ve vekil tâyin etmesi için izin verilmiştir" diye yazılı olması lâzımdır.

METİN

= Mütevelli tâyin etmek salahiyetinin önce vakfedene, sonra vakfedenin vasîsine, daha sonra salahiyetli olan hâkime aid olması =

Bir vakfa mütevelli tâyin etmek önce vakfedene aiddir. Sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Çünkü vasîsi onun yerine geçmektedir.

Vakfeden, bir kimseyi yalnız vakfının işine vasî tâyin etse, Zahirü'r-rivâyete göre o kimse vakfedenin her işinde vasîsi olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, yalnız vakıf işinde vasîsi olur.

Bir kimse vakfında nezareti bir şahıs için kıldıktan sonra başka bir şahsı da vasî tâyin etse, o şahısların işleri ayrılmadıkça her ikisi de nâzır (nezâretçi) olur. Bu bahsin tamamı İs'âf'dadır.

Bir vakıf için iki vakıfnâme bulunup her birinde bir mütevellinin ismi yazılı olup birisinin tarihi sonra olsa bile her ikisi mütevelli olmakta ortak olur. Bahır.

F E R İ: Mütevelli olmak isteyenin mütevelli tayin edilmesi layık değildir. Fakat vakfa nezaret etmesi kendisine şart kılınan kimsenin tâlib olması bundan müstesnadır. Sanki vakfeden onun mütevelli olmasını şart kılmış olur da o da vakfedenin şartını yerine getirmeyi murad etmiş olur. Nehir.

Vakfedenin ölümünden sonra mütevellilik kendisine şart kılınmış kimse de ölüp mütevelliliği bir kimseye vasiyet etmemiş olursa, mütevelli tâyin etmek salahiyetli hakime aid olur. Çünkü vakıfda istihkakı olanın mütevelli tayin etmeye velâyeti olmayıp ancak mütevelli olması vardır. Nitekim yukarıda geçmiştir.

İZAH

"Mütevelli tayin etmek..." Bahır'da beyân edildiğine göre, bir vakfa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hayatta olduğu müddetçe şart kılmasa bile evvela vakfedene aiddir. Vakfeden, mütevelliyi azledebilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin ölmesiyle tâyin etmiş olduğu mütevellinin vazifesi sona ermiş olur. Ancak vakfeden hem hayatında hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış olursa başka.

Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; bir mescidin cemaatı mescidin işlerine bakması için bir kimseyi ittifakla mütevelli tâyin etseler mükaddimîn-i fukahaya göre sahih olur. Fakat efdal olan hâkimin izniyle mütevelli olmasıdır. Sonra muteahhirîn-i fukaha ise, onun mütevelli tayin edilmiş olduğunu hâkime bildirmemek efdaldir diye ittifak etmişlerdir. Çünkü hâkimlerin vakıf mallarında tamahları olduğu bilinmektedir.

Kezâlik: Muayyen ve adedleri belli kimselere yapılmış olan bir vakfa kendi içlerinden birisini ittifakla mütevelli tâyin etseler, yine hüküm aynıdır.

Ben derim ki: Fukaha: "Yetimin vasîsi hakkında da aynı hükmü zikredip tacirlerden birisi yetimin malında alım-satım gibi tasarruf da bulunsa câiz olur." demişlerdir. Hâniyye'de: "Bu istihsandır. Bununla fetva verilir." diye yazılmıştır.

"Sonra vakfedenin vasisine..." Yani bir vakfa mütevelli tâyin etmek vakfedenden sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Hatta vakfeden ölürken bir kimseyi vasî tâyin edip vakıf işinden bahsetmese, vakfın velâyeti de vasiye aid olmuş olur.

"O şahısların işleri ayrılmadıkça..." Eğer o şahısların işleri ayrılmış olursa, şöyle ki: Bir kimse: "Şu arazimi fülan cihete vakfettim ve fülan şahsı ona mütevelli tayin ettim. Fülan şahsı da terekeme ve bütün işlerime vasi tayin ettim" dese, bu takdirde o şahıslardan her biri kendisine verilen işlerde tek başına olmuş olur. İs'af.

Galiba bunun vechi; bir meclisde o şahıslardan her birinin ayrı ayrı işlere tayin edilmesi tâyin edenin bütün işlerinde ortak olmayacaklarına karinedir. Fakat Zahire'den naklen Enfeu'l Vesail'de zikredilmiştir ki: bir kimse ölürken vakfına bir şahsı ve çocuklarına da başka bir şahsı vasi tayin etse, İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre, o şahıslardan her biri o kimsenin bütün işlerinde vasisi olmuş olur.

Bir kimse iki akarından birisini bir kavme, diğerini de başka bir kavme vakfedip her birine bir mütevelli tâyin ettikten sonra Zeyd'i de vasî tâyin etse, Zeyd de o iki mütevelli ile beraber mütevelli olmuş olur. Zeyd de Amr'i vasî tayin etse, Zeyd için sâbit olan haklar aynen Amr için de sâbit olmuş olur. Çünkü vasinin vasîsi vakfedenin vasîsi yerindedir. Hatta vasînin vasîsi vakfedenin tâyin ettiği mütevelli ile mütevellilikte ortak olur.

Tatarhâniyye'nin Edebü'l-Evsıyâ bahsinde: "Bir kimse bir şahsı vasî tâyin ettikten bir müddet sonra başka bir şahsı da vasî tayin etse, bu şahıslardan her biri o kimsenin malında tasarruf etmek hususunda vasîsi olur. O kimse gerek ilk tayin ettiği vasîsini hatırlasın, gerekse hatırlamasın müsavîdir. Çünkü biz Hanefîlere göre, bir vasîyi, vasi tâyin eden kimse vasîlikten azletmedikçe kendiliğinden azledilmiş olmaz. Hatta iki vasî arasında bir sene veya daha çok müddet bulunsa bile ilk vasî vasilikten azledilmiş olmaz." diye zikredilmiştir.

Kınye'de beyân edilmiştir ki; hâkim mütevellisi bulunan bir vakfa başka bir mütevelli tâyin etse bakılır: Eğer birinci mütevelliyi vakfeden tâyin etmişse, ikinci mütevelli ile azledilmiş olmaz. Eğer birinci mütevelliyi de hakim tayin edip bunu bildiği halde ikinci mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur. Buna göre, ikinci mütevelliyi vakfedenin tâyin etmesiyle hâkimin tâyin etmesi arasında fark vardır. Vakfeden tâyin ederse, ikinci mütevelli birinci mütevelli ile mütevelli olmakta ortak olur. Hâkim birinci mütevelliyi bildiği halde ikinci mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur.

"Vakfedenin ölümünden sonra..." Şârih, vakfedenin ölmesiyle kayıdlamıştır. Çünkü vakfedenin hayatında tâyin ettiği mütevelli ölse, Mücteba sahibi: "Yeniden mütevelli tâyin etmek salahiyeti vakfedene aid olur." demiştir. İmam Muhammed Siyer-i Kebirinde: "Mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye zikretmiştir.

Fetâvây-ı Suğra'da: "Mütevelli tâyin etmek salahiyeti vakfedene aiddir. Hâkime aid değildir. Vakfeden ölmüşse bakılır: Eğer vakfedenin vasîsi varsa, mütevelli tâyin etmeye hâkimden evlâdır. Eğer vasîsi yoksa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye yazılıdır. Buna göre bir vakfın mütevellisi varken, hâkim o vakıfda tasarruf da bulunmaya mâlik olamaz.

Bahır'da beyân edildiğine göre hâkimin velâyeti, mütevellilik kendisine şart kılınan kimseden ve şart kılınan kimsenin vasîsinden "sonra gelir. Artık vakfeden, vakfında takrîri mütevelliye şart kılmış ise o vakıfdaki vazifelerde hâkimin takriri sahih olmaz. Remlî Hayrüddîn ile Allâme Kâsım bununla fetva vermişlerdir. Fakat bu, Kahire'de vâki olana muhâliftir.

T E N B İ H : Vakfedenin ölmesiyle tâyin etmiş olduğu mütevellisi azledilmiş olur. Fakat vakfeden hem hayatında, hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış ise azledilmiş olmaz.

Kınye'de zikredilmiştir ki; hâkimin tâyin etmiş olduğu mütevelli, hâkimin azledilmesiyle azledilmiş olmaz.

METİN

Vakfedenin akrabasından mütevelli olmaya salahiyetli bir kimse bulundukça dışardan mütevelli tâyin edilemez. Çünkü akrabası vakıf hakkında yabancılardan daha çok alaka gösterir ve vakfedene daha şefkatli olur. Vakfedenin maksadı vakfın akrabalarına nisbet edilmesidir.

Bir mütevelli hayatta ve sıhhatta iken kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmek istese bakılır: Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette bırakılmış ise yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olur. Sonra onun azline mâlik olamaz. Ancak vakfeden, mütevelliliği başkasına bırakmak ve onu azletmek hakkını mütevelliye şart kılmış olursa, bu takdirde azle mâlik olur. Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette bırakılmamış ise, sıhhat halinde yerine başkasını mütevelli tâyin ederse sahih olmaz. Ölüm hastalığında tâyin ederse sahih olur.

Mütevelli için azletmek ve yerine başkasını mütevelli tâyin etmek vasî tâyin etmek gibi olmalıdır.

Eşbâh sahibine; "Bir vakfın mütevelliliği muayyen bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "Sıhhat halinde tâyin etmişse intikal eder. Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen, tâyin edenin yerine geçmiştir." diye cevap vermiştir.

Yine Eşbah sahibine, "Vakfeden vakfının gelirinden muayyen bir mikdar gelir verilmesini şart kılıp ondan sonra o mikdarın fakirlere verilmesini şart kıldığı halde o kimse o mikdarı başka birisine bıraktıktan sonra ölse, o mîkdar fakirlere intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "intikal eder" diye cevapvermiştir.

Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.

Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.

Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.

İZAH

"Salahiyetli bir kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir: Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez. Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse, mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.

Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.

T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.

Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.

T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.

Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi lâzımdır." demiştir.

Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.

Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını bırakmasına izin vermemiştir.

Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel etmemiştir." demiştir.

Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber mütevelli olamaz.

Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.

Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.

"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.

"Bu kavil ile fetva verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar olmasındadır." demiştir.

Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmamvermiştir.

Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.

Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.

Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.

İZAH

"Salahiyetli bir kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir: Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez. Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse, mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.

Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.

T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.

Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.

T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.

Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi lâzımdır." demiştir.

Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.

Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını bırakmasına izin vermemiştir.

Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel etmemiştir." demiştir.

Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber mütevelli olamaz.

Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.

Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.

"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.

"Bu kavil ile fetva verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar olmasındadır." demiştir.

Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmam"Şer'i bir hüccet ibraz etse..." Yani o hanenin vakıf olduğu yazılı şer'î bir mektup gösterip mektubun aslı eski kadıların sicillât denilen defterinde yazılı olsa bu mektup kabul edilir. Şer'î mektup hasmın elinde bulunsa bile kabul edilir. Yeni tâyin edilen kadılar, eski kadıların mektuplarıyla amel ederler. Fukahanın bu kavilleri eski vakıflara mahsustur. Kınye, Hindiyye.

"Bu mesele..." Yani bir kimse kendi tarafından tamam olan bir şeyi bozmaya çalışırsa çalışması reddedilir. Ancak yedi meselede reddedilmez. Eşbâh'da bu yedi mesele dokuz mesele olarak zikredilmiştir.

Birincisi: Bir kimse bir köle satın alıp teslim aldıktan sonra: "Satan şahıs bu köleyi bana satmadan önce gâib olan fülan zata şu kadar meblağa satmıştır" diye dâvâ edip şâhid getirse, dâvâsı kabul edilir.

İkincisi: Bir kimse cariyesini bir şahsa hibe edip o şahıs cariyeyi ümm-i veled kıldıktan sonra hibe eden kimse cariyenin müdebbere veya ümm-i veled olduğunu dâvâ edip isbat etse, dâvası kabul edilir. Cariyeyi geri alır ve ukru (cariyenin mihrini) da alır. Çünkü hürriyet hakkındaki tenâkuz dâvânın sahih olmasına mâni değildir.

Üçüncüsü: Bir kimse kölesini sattıktan sonra onu âzâd etmiş olduğuna dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Fetih'de: "Hürriyette tenâkuz zarar vermez." diye zikredilmiştir.

Dördüncüsü: Bir kimse bir arazi satın aldıktan sonra "satan şahıs onu mezarlık veya mescid kılmıştır" diye dâvâ etse, dâvâsı kabul edilir.

Beşincisi: Bir kimse bir köle satın aldıktan sonra "satan şahıs onu azâd etmiştir" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.

Altıncısı: Bir kimse bir akar satıp sonra "o akar vakıfdır" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.

Yedincisi: Bir baba çocuğunun malını sattıktan sonra gabn-i fâhişe (pek noksana) sattığını davâ etse, dâvâsı kabul edilir.

Sekizincisi: Vasî, sattıktan sonra gabn-i fahişle sattığını dâvâ etse, kabul edilir.

Dokuzuncusu : Mütevellinin gabn-i fahiş dâvâsıdır.

"Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan vakıf hakkındadır." Yani ilk baştan fakirlere yapılan vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkıdır.

"Satanın dâvâsı ve şâhidi..." Yani bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar vakıfdır" diye dâvâ edip şâhid getirse, şâhidle isbat edilen bir dâvâ kabul edilir. Ama şâhidsiz dâvâ kabul edilmez. Hatta satın alan şahsa yemin ettirilemez. Nitekim yukarıda geçmiştir.

Velhâsıl; Mu'temed olan kavle göre, dâvâsız şahâdet kabul edilir.

Fetâvây-ı Hayriyye'de beyân edildiğine göre sattığı akarın vakıf olduğunu dâvâ edenin dâvâsı kabul edilmez. Fakat dâvâsını şahidle isbat ederse, bunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Esah olan kavle göre, şâhidle isbat edilen dâva kabul edilir. Hulâsa ve diğer bir çok fıkıh kitablarında bu kavlin sahih olduğu beyân edilip: "Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkıdır, bunda dâvâsız şahâdet kabul edilir." diye sebebi açıklanmıştır

Ben derim ki: Bana zâhir olan bu meselede tafsilât vardır: Bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar bana vakfedilmiştir" diyerek akarın kendisine vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip şâhid getirirse, asıl vakfı isbat için şahidi kabul edilir. Fakat dâvâsı sahih olmadığından kendisine o vakfın gelîrînden bir şey verilmez. Nitekim dâvâsız şahadetin kabul edildiği yukarıda geçmiştir. Asıl vakfın sübûtu dâvâya muhtaç olmaz. Fakat bir vakfın gelirinde sehmi bulunduğunu iddia eden kimse dâva edip isbat etmedikçe kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez. Satan kimsenin vakıfdır, diye dâvâ ettiği akarda hissesi bulunursa, dâvâsında tenâkuz bulunduğundan kabul edilmez. Ama hissesi bulunmayan bir kimse satmış olduğu akarın vakıf olduğunu dâvâ ederse, dâvâsında tenâkuz bulunmadığından kabul edilir. Satılan akar fakirlere veya mescide vakfedilmiş olursa, dâvâ eden isterse satan olsun, isterse başkası olsun şâhidi kabul edilir ve o akarın vakıf olduğu sabit olur.

T E N B İ H : Bir kimse bir hane satın aldıktan sonra o hanenin vakıf olduğunu dâvâ etse -satan mütevelli ise onun aleyhine- dâvâsı kabul edilir, mütevelli değil ise kadı bir mütevelli tayin eder. Ebû Cafer'in kavline göre, davâda tenâkuz bulunduğundan mütevelliden başkasının aleyhine kabul edilmez ise de dâvâsız şahadet kabul edilir. Bu bahsin tamamı Fetavây-ı Hayriyye'dedir.

Bir kimse mescid veya medrese yapılması için hazırlanmış bir yere vakfetse, vakıf sahih olur. Fakat yapılması düşünülüp henüz yeri hazırlanmamış bir mescide vakfedilirse vakıf sahih olmaz. Dımaşk Müftüsü Abdurrahman Efendi'l-İmâdi bununla fetva vermiştir.

"Geliri Zeyd'in evlâdı oluncaya yahut mescid veya medrese yapılıncaya kadar fakirlere sarf edilir."

Ben derim ki: Bu vakfa, gelirin ilk sarf edileceği mahal, kesilmiş vakıf denir.

Haniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse "şu arazim vakfedilmiş bir sadakadır doğacak evlâdıma" deyip evlâdı doğmadan vakfın mahsûlü yetişmiş olsa fakirlere taksim edilir. Taksim edildikten sonra evladı olsa, bundan sonra hâsıl olacak gelir ona sarf edilir. Çünkü o kimsenin "vakfedilmiş bir sadakadır" sözüyle o arazi fakirlere vakfedilmiştir" Doğacak evlâdıma" ifadesi ise istisna içindir. Sanki o kimse "şu arazim fakirlere vakıftır, ancak evladım doğacak olursa onun geliri evladım hayatta olduğu müddetçe ona sarf edilecektir" demiş olur.

İs'âf'da: "Bir kimse: Şu arazimi evlâdıma vakfettim, deyip evlâdı bulunmayıp oğlunun evlâdı bulunsa, kendi sulbi evlâdı doğuncaya kadar o vakfın geliri oğlunun evlâdına sarf edilir." diye beyân edilmiştir,

Bazen vakfın gelirinin sarf edileceği orta mahal kesilmiş olur. Meselâ: bir kimse: "Şu arazimi iki evlâdıma sonra onların nesillerine vakfettim" dese, İbn-i Fazl'a göre iki evlattan biri ölüp geride evlât bıraksa, o vakfın gelirinin yarısı hayatta kalana, yarısı da fakirlere sarf edilir. Diğer evlâd da ölünce gelirin hepsi vakfedenin evlâdının evlâdına sarf edilir. Çünkü vakfedenin şartına riayet etmek lâzımdır. Vakfeden vakfının gelirinin birinci batından hiç bir kimse kalmadıktan sonra evlâdının evlâdına sarf edilmesini şart kılmıştır. İki evlâddan biri ölünce vakfın gelirinin yarısı fakirlere sarf edilir. Hâniyye.

METİN

F Ü R Û: Fetva için müracaat edilen yeni ve mühim bir mesele ortaya çıkmıştır.

"Sultan bir araziyi bir sâkıyeye irsad edip haracını onun tamiri gibi külfeti için kıldıktan bir müddet sonra sâkıyenin gittiği belde harap olup sâkıyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın vekili o araziyi mülk olan başka bir sâkıyeye nakletse, bu nakil sahih olur mu?" diye sorulmaktadır.

Bazı Şâfii fukahası: "Mülke yapılan irsâd mâlikine irsaddır." diye cevap vermişlerdir. Yani vekilin o araziyi nakli sahih olur. Bu takdirde kendisine irsâd edilen kimseye o araziyi eskiden beri idare edildiği şekilde idare etmesi lâzım gelir. Çünkü Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir havuz harap olsa, onun vakıfları başka bir havuza sarf edilir.

İçinde müteaddid odalar bulunan büyük bir hane sahibi odalardan birini âzâdlısı olan fülana, diğer odaları da çocuklarına ve torunlarına, onların nesli kesildikten sonra âzâdlılara vakfedip bir müddet sonra o vakıf odalar âzâdlılara kalsa, daha önce kendisine bir oda vakfedilen âzâdlı, ikinci âzâdlılara dahil olur mu? Zahîre'de zikredilen hilâfdan alınarak bu hususta verilen fetvalar muhteliftir. Fakat Hâniyye'de beyân edildiğine göre, bir kimse malının bir miktarını bir şahsa, diğer mikdarını da fakirlere vasiyyet edip kendisine vasiyyet edilen şahıs muhtaç olsa, fakirlerin hissesinden ona verilir mi? Bu meselede fukahanın ihtilâfı vardır. Esah olan kavle göre verilir.

Bir kimse avlusunda meyveli ağaç bulunan vakıf bir haneyi kiralasa, o ağaçların meyvasından yemesi kendisine helâl olur mu? Zâhir olan, vakfedenin şartı bilinmezse, o ağaçların meyvalarından yiyemez.

Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir kimse mescidin bahçesine meyve veren ağaçlar dikse bakılır: Eğer o ağaçları sebil olarak dikmişse her Müslüman'ın ondan yemesi câizdir. Eğer sebil olarak dikmeyip mescid için dikmiş veya niçin dikmiş olduğu bilinmezse, bu ağaçların meyvaları satılıp mescidin ihtiyaçlarına sarf edilir.

Fukahanın "vakfedenin şartı, Şâri'in nassı gibidir" kavillerinin mânâsı, söylenen lâfızdan mânânın anlaşılıp lâfzın ona delâleti ve kendisiyle amel etmenin vâcib olması demektir.

Buna göre, vakıfta ücret karşılığında hizmet eden kimsenin hizmet etmesi veya ücreti hizmet edene terk etmesi vâcib olur. Eğer kendisi hizmet etmez, ücreti de hizmet eden kimseye bırakmazsa ve bilhassa hizmeti terk etmesiyle tamamıyla vazife yapılmayacak olursa günâhkar olur. Nehir.

İZAH

"İrsâd edip ilh..." İrşad: Sultanın beytülmala aid olan bir araziyi beytülmaldan çıkarıp müayyen bir cihete tâyin ve tahsis etmesidir. İrsâd, hakikat de vakıf değildir. Çünkü sultan o araziye mâlik değildir. Vakfedilen şeyin vakıf zamanında vakfedenin malı bulunması şarttır.

"Vekilin o sâkıyeyi nakli sahih olur." Hulasada zikredilmiştir ki; bir mescid veya bir havuz harap olup etrafındaki haneler de dağıldığından onlara ihtiyaç kalmasa mescidin vakıfları başka mescide havuzun vakıfları ise başka havuza sarf edilir.

Sakıye: Su dolabı su arkı ve su kanalı demektir.

Hasılı: Bizim Hanefî mezhebine göre, kendisine vakfedilmiş mahal harap olunca vakfı, aynı cinsden olan mahalle sarf edilir. Meselâ; bir mescid harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir mescide sarf edilir. Bir havuz harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir havuza sarf edilir. irsâd da vakıf gibidir.

Sultan, beytülmala aid olan bir araziyi bir sakiyeye tahsis ettikten bir müddet sonra sâkiyenin gittiği belde bir müddet sonra harap olup sakiyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın vekili o sâkiyeye tahsis edilen araziyi mülk olan başka bir sâkiyeye nakletse, nakil sahih olur. O arazi ikinci sakiyenin mâlikine tahsis edilmiş olur. Ama mülk sahibi tahsis edilen arazinin gelirinden istifade edemez. O tahsis edilen arazinin gelirini eskiden olduğu gibi yine su temini için sarf eder. Buna göre o arazinin haracı hem o mülk olan sâkiyeye hem de başka sâkiyelere sarf edilir.

"Zahire'de zikredilen hilafdan alınarak..." Zahire'de zikredilen hilaf şudur: Bir kimse bir arazisini vakfedip gelirinin yarısını kendi akrabasının fakirlere, diğer yarısını da akrabası olmayan yoksullara şart kılıp sonra kendi akrabasının fakirleri muhtaç olsalar, onlara yoksulların hisselerinden bir şey verilir mi? Hilâl "verilmez" demiştir. Bazı fukaha "verilir demişlerdir. Nehir.

Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir akarının gelirinin yarısını oğlu Zeyd'e, diğer yarısını da hayatta olduğu müddetçe karısına, o öldükten sonra çocuklarına vakfedip bir müddet sonra karısı ölüp onun hissesi çocuklarına kalsa, o akarın gelirinin yarısı Zeyd'in diğer yarısı da çocukların olur. Zeyd, çocuklara kalan yarı hisseden de pay alır. Çünkü vakfeden kimse, karısının ölümünden sonra onun hissesini çocuklarına vakfetmiştir. Zeyd de çocuklarından birisidir.

Hâvi'de: "Vakıf olan bir hanenin avlusunda meyve veren ağaçlar bulunup bu ağaçlar hakkında vakfedenin şartı bilinmese mütevelli o ağaçlarınmeyvelerini satar, parasını vakfın ihtiyaçlarına sarf eder. O hanede kira ile oturan kimsenin o ağaçların meyvelerinden yemesi câiz olmaz." diye yazılıdır. Mütevelli ağaçların kendilerini satamaz. Çünkü Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: vakıf bir hanenin bahçesinde vakıf ağaçlar bulunsa, o hane harap olduğunda mütevelli ağaçları satıp haneyi tamir edemez. O haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere bir kimseye kiraya verir. Tamir masrafı kiradan ödenince, o hanenin geliri yine kendilerine vakfedilenlere sarf edilir. O halde vakıf ağaçların harap olan hanenin tamiri için satılması câiz olmayınca, hane mamur iken satılması kesinlikle câiz olmaz.

Bundan anlaşılmıştır ki; bizim meselemizdeki ağaçlar musakat (bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan onlara bakmak ve elde edilecek meyveleri aralarında anlaştıkları nisbet dahilinde taksim edilmek üzere yapılan bir çeşit şirkettir) yoluyla kiracıya verilir. İs'âf'da: "Vakıf bir arazideki ağaçların elde edilecek meyveler yarı yarıya taksim edilmek üzere ortağa verilmesi câizdir." diye zikredilmiştir.

Bahır'ın ibâresinden anlaşılmıştır ki; vakıf bir hanede bulunan ağaçlar, hanenin kiraya verilmesinin sahih olmasına mani olmaz. Çünkü hane içinde oturulmak için kiralanır. Ağaçların ise buna bir zararı yoktur. Fakat vakıf bir arazîdeki ağaçların gölgeleri ziraate mâni olur. Bundan dolayı fukaha önce ağaçlar için müsâkat akdinin yapılmasını şart kılmışlardır.

"Vakfedenin şartı şari'in nassı gibidir..." Bahır'da zikredilmiştir ki, vakıf, vakfedenin lisânıyla söylediği şart üzerinedir. Katibin yazmasına itibar yoktur. Yani şartlarda itibar, lisânla söylenenleredir. Yoksa söylenmeksizin vakıfnamede yazılı olanlara değildir.

Vakfedenin meşru şartı amel mefhum (anlam) ve delâlet itibariyle şâri'in nassı gibidir. Meselâ: vakfeden "vakfımın geliri çocuklarımın fakirlerine verilsin" diye şart kılsa, bunun mefhumu (anlamı) gelirin fakir olan çocuklara verilmesinden ibaret olur. Bu şart, fakirliğin korunmaya, gelire hak kazanmaya vesile olduğuna delalet eder.

Vakıflarda mefhum-ı muvafakat (uygunluk mefhumu) mu'teber olduğu gibi, mefhum-ı muhalefet (söylenen sözden onun anlamının tersine istidlâl) de muteberdir. Şöyle ki: Mefhum-ı muvafakatta meskut-ı anhin (söylenilmeyenin) hükmü, mantuk-ı bihin (söylenilenin) hükmüne uygun olur. Mefhum-ı muhalefette ise bilâkis meskut-ı anhin hükmü, manluk-ı bihin hükmüne uygun olmaz. Mesela; vakfeden "vakfımın gelirinden çocuklarına zengin olsalar bile şu kadar meblağ verilsin diye şart kılsa, buna fakir olan çocukları öncelikle girer. Çünkü burada söylenilmeyen fakir çocukların hükmü söylenilen zengin çocukların hükmüne uygunluk mefhumu itibariyle muvafık bulunmuştur. Fakat vakfeden vakfımın gelirinden sahih olan çocuklarımdan her birine şu kadar meblağ verilsin, diye şart kılmış olsa, buna fâsık olan çocukları girmez. Çünkü fâsıkların hükmü salihlerin hükmüne uygun olamaz. Hatta mefhum-ı muhalefet itibariyle zıt olur.

Mefhum-ı muhalefet Şâri'in kelâmında muteber değildir. Fakat insanların örf ve âdetinde, muamelelerinde, konuşmalar ve sözleşmelerde, kitapların rivâyetinde, fukahanın ıstılâhında muteberdir. Bundan dolayı Şâri tarafından "sâlih olanlar şu nimete kavuşacaklardır" diye buyurulsa, bundan fâsık olanların o nimete kavuşmayacakları anlamı çıkmaz. Fâsıkların o nimete kavuşup kavuşmayacakları söylenilmemiş olur. Onların buna kavuşup kavuşmayacakları başka delillerden anlaşılır. Ama insanların örf ve âdetinden anlaşılacağına göre, vakfeden; "vakfımın mütevelliliğini çocuklarımdan hali ve tasarrufu en iyi olana şart kıldım" dese, mütevelliliğin çocuklarından hali ve tasarrufu en iyi olmayana verilmemesini şart kılmış olur. Bundan dolayı vakıflarda da mefhum-ı muhalefet muteber olmuş olur.

Şâfiîlere göre, mefhum-ı muhalefet Şâri'in kelâmında da muteberdir. Mefhum-ı muhalefetin mefhum-ı sıfat, mefhum-ı şart, mefhum-ı gaye, mefhum-ı aded, mefhum-ı lâkab gibi çeşitli kısımları vardır. Hepsi de vakıflarda muteberdir. Meselâ; vakfeden: "Vakfımın gelirini erkek çocuklarıma şart kıldım" dese, vakfın gelirinden kız çocuklarına bir şey verilmez. Buna göre vakfeden, vakfının gelirini bir vasıf ile muttasıf olan kimselere şart kılmış olursa, o vasıf gelirden hisse almaya sebep olmuş olur. Kendisinde o vasıf bulunmayanlar gelirden bir şey alamazlar. Meselâ; bir vakfın geliri âlimlere veya fakirlere veya hastalara şart kılınmış olsa, bu vasıfları haiz olmayanlar, o gelirden hisse alamazlar.

METİN

Câmekiyye: Vakfın gelirinde vazife sahiplerine verilen aylıktır.

Câmekiyye, imam ve müezzin gibi vazife sahiplerine hizmetleri vaktinde ve zenginlere helâl olmasında ücrete, peşin olarak alan vazife sahibi ölse veya azledilse verilen aylığın geri alınmamasında sılaya, asıl vakıf sahih olduğundan sadakaya benzer. Çünkü vakıf, ibtidaen zenginlere sahih olmaz. Bu bahsin tamamı Eşbâh'dadır.

Gelirinin fakirlere verilmesi şart kılınan bir vakfın gelirinden bir fakire nisab (zekâtın farz olduğu) mikdarı verilmesi mekrûhtur. Fakat vakfeden akrabasının fakirlerine vakfetmiş olursa mekrûh olmaz. Bundan malûm oldu ki; gelirinin fakirlere verilmesi şart kılınan bir vakıfdan fakir olan bir âlime verilen müretteb, nisab mikdarı verilirse câiz olmaz. Bu mesele hıfzedilmeli.

Bir vakıfda vakfedenin şartı bulunmaksızın kadının bir vazife takrîr ve ihdâs etmesi câiz değildir. Kadı tarafından ihdâs edilen bir vazifeye takrîr ve tayin edilen kimsenin ücret alması helâl değildir. Fakat mütevellinin ecr-i misil alması câizdir. Kınye.

İmam, âlim ve müttekî olup kendisine tahsis edilen ücret kifayet etmezse, kadı onun ücretini artırabilir.

Eşbâh sahibi: "İki yapraktan sonra bu hususta hatib de imama ilhak olunur. Hatib de cumanın İmamıdır." demiştir.

Şârih der ki: Manzûme-i Muhibbiyye sahibi: "Mutemed olan kavil budur." dedikten sonra Mebsût'dan şunu nakletmiştir: Bir vakfın çok yerleri köyler ve mezralar olsa, sultanın vakfedenin şartına muhalefet etmesi câizdir. Artık o vakfın aslı beytülmala aid olduğundan sultanın emriyle -her ne kadar vakfedenin şartına mugayir olursa da- amel edilir.

İZAH

"Hizmetleri vaktinde..." Yani câmekiyye zenginlere helâl olduğundan ücrete benzer. Çünkü câmekiyye, sadaka olsaydı zengine helâl olmazdı. Bir müderris sene içinde, vakıf arazinin geliri ve mahsûlü çıkmadan ölse veya azledilse, çalıştığı müddetin ücreti kendisine veya vârislerine verilir. Nitekim bir işçi çalışırken ölse, çalıştığı müddetin ücreti vârislerine verilir. Eğer câmekiyye sıla olsaydı, sene içinde ölen müderrise bir şey verilmezdi. Çünkü sıla teslim alınmadan mâlik olunmaz. Teslim almadan önce ölenin sılası düşer. Bir kadı sene içinde ölse, almadığı tahsisatı düşer. Zira kadının vermiş olduğu hüküm karşılığında ücret alması câiz olmadığından onun tahsisatının ücrete benzer tarafı yoktur. Fakat müteahhirîn-i ulema, ders okutmak ve Kur'an-ı Kerîm öğretmek için ücret alınmasına cevaz vermişlerdir. Ama bir kimse bir akarını evladına ve nesline vakfedip onlardan birisi hissesini almadan ölse hissesi düşer. Çünkü onun hissesi sırf sıladır. Nitekim Tarsûsi böylece yazmıştır.

"Peşin olarak..." Yani bir imam bir senelik câmekiyyeyi (atıyeyi) aldıktan sonra sene içinde ölse ve azledilse, hizmet etmediği kalan müddetin hissesi geri alınmaz. Çünkü sıla teslim alınmakla mâlik olunur. İmam fakir ise o hisse kendisine helâl olur. Eğer imamın hizmeti karşılığında vakıfdan aldığı câmekiyye sırf ücret olsaydı hizmet etmediği kalan müddetin hissesi kendisinden geri alınırdı.

"Vakıf iptidaen zenginlere sahih olmaz." Çünkü vakfın iptidaen fakirlere yapılması lâzımdır.

Bir vakfın gelirinin muayyen bir kimseye sarf edilmesinin şart kılınması, fakirlere sarf edilmesinden istisna edilmesi yerinde olur. O muayyen kimse, fakirlerin yerine geçmiş olur da ona yapılan vakıf, sadaka mânâsına olur.

Bir vakfın gelirinden nisab (zekâtın farz olduğu) mikdarı verilmesi mekrûhtur. Çünkü vakıf, sadaka kabîlinden olduğundan zekâta benzer. Fakat vakfeden vakfının gelirini akrabasının fakirlerine şart kılmış olursa, vasiyet kabîlinden olduğundan onlara nisab mikdarı verilmesi mekrûh olmaz. Çünkü bu vakıf muayyen kimselere yapılmış olduğundan bunda başkalarının hakkı yoktur. O vakfın geliri az olsun veya çok olsun onlara aid olmuş olur.

Bir vakıfda vakfedenin şartı bulunmaksızın kadının bir vazife ihdas etmesinin câiz olmaması zaruret bulunmadığına göredir. Eğer bir vakıfda bir vazifenin ihdasına ihtiyaç duyulursa kadıya müracaat edilir. Kadının yanında o vazifeye ihtiyaç olduğu isbat edilir, kadı da o vazifeye lâyık olan bir kimse tâyin eder, tâyin edilen kimseye ecr-i misil verilir.

Ben derim ki: Zahîre'de diğer muteber kitablarda zikredilmiştir ki; vakfedenin şartı bulunmaksızın kadı bir mescide ferrâş (temizlik hizmetiyle uğraşacak bir kimse) tâyin edemez.

Bahır'da yazılı olduğuna göre, ferrâsa ihtiyaç olursa, mütevelli ücretle bir ferrâş tutabilir. Fakat ferrâşın hakkı olmak üzere yeni bir vazife ihdas edilmesi câiz değildir. Bundan dolayı Hâniyye'de: "Mütevellinin mescid için hizmetçi tutması câizdir." diye beyân edilmiştir.

"Mütevellinin ecr-i misil alması câizdir." Bazı fukaha; "Mutevelli öşr yani vakfın gelirinin onda birini alır." demişlerdir. Fakat vakfın gelirinin onda biriyle ecr-i misil murad edilmiştir. Hatta vakfın gelirinin onda biri ecr-i misliden ziyade olsa, mütevelli ziyade olan mikdarı alamaz. Çünkü mütevelli için ecr-i misli tâyin edilmiştir. Nitekim Valvalciyye sahibi: "Kadı, mütevelli için ücret olarak vakfın gelirinin onda birini tâyin etse, ecr-i misil tâyin edilmiş olur." demiştir.

Ben derim ki: Mütevellinin ecr-i misil alması, vakfedenin ona bir şey şart kılmadığına göredir. Eğer vakfeden mütevelli için bir şey şart kılmış ise, ecr-i misilden çok olsa bile onu alır. Şart kılınan ecr-i misilden az olursa, mütevellinin talebiyle kadı onu ecr-i misle tamamlayabilir.

"Kadı onun ücretini artırabilir." Kınye'den naklen Bahır'ın mescidlerin hükümleri bahsinden önce zikredilmiştir ki; vakfeden tarafından imam için tâyin edilen ücret az olup o ücretle imamlık yapacak bir kimse bulunmazsa mescidin diğer ihtiyaçları için yapılan vakfın gelirinden imama sarf edilmesi câiz olur. Mescidin ihtiyaçlarından artan gelirin kadının izniyle fakir olan imama sarf edilmesi caiz olur.

"Bu hususta hatib de imama ilhak olunur." Vakfeden tarafından tâyin edilen ücret kendilerine kifayet etmeyen mütevelli, müezzin, müderris, kapıcı gibi kimseler de bu hususta imama ilhak olunur. Yani bu adı geçen kimseler ücretleri artırılmadan çalışmayacak olurlarsa, kadı bunların ücretlerini de artırabilir.

Bezzâziye'de yazılı olduğuna göre, bir mescidin imam ve müezzini için vakfeden tarafından tâyin edilen ücret az olduğundan imam ile müezzin durmasa hâkim, mahalle ehlinden ileri gelenlerin tasvibiyle mescidin ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek üzere yapılan vakfın gelirinde artan mikdarı -vakfeden bir olursa- imama ve müezzine sarf edebilir. Çünkü vakfedenin maksadı vakfının ihyâsıdır. Eğer mescidin imamı ile müezzininin ücretlerine sarf edilmek üzere yapılan vakıf ile mescidin diğer ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek üzere yapılan vakfın sahipleri ayrı olsa, mescidin ihtiyaçlarından ve tamirinden artan mikdar imam ile müezzine sarf edilemez. Eğer vakıf cihetleri ayrı olsa meselâ: Bir kimse bir medrese, bir de mescid yaptırıp her biri için ayrı ayrı vakıf tâyin etse, bu vakıflardan birisinin artan geliri diğer vakıf için sarf edilemez.

Mebsût-ı Hâherzâde'den naklen Muhıbiyye'de ve Yenbû-ı Suyûti'den naklen Eşbâh'da zikredilmiştir ki; emîrler ile sultanların vakıfları beytülmala ait olan maldan olursa, şer'î ilimler ile uğraşan âlimler ve talebeler gibi beytülmal da istihkakları bulunanların bu vakıfların gelirinden şartlarına bakılmaksızın yemeleri caizdir. Zamanımızdaki bir çok fukaha bu kavle aldanarak bu vakıflarda vazife yapmaksızın ve şartlarına muhâlif olarak tahsisât alınmasını mubah görmüşlerdir. Halbuki Suyûtî: "Kendi mezhebinin fukahasından bu kavil, vakfedenin satın alma gibi bir yolla mâlik olduğu sâbit olmayan ve beytülmala ait olan maldan yapılan vakıflar hakkındadır." diye nakletmiştir. Ama sultanın satmış olduğu ve satışın sahih olduğuna hükmedilen bir araziyi satın olan kimse vakfetmiş olsa, onun şartına riayet edilmesi lâzım gelir.

Sultanın beytülmala aid bir malı beytülmal vekilinden satın alması câizdir. İbn-i Hümam'a "Bersebay (Mısır hükümdarlarından) beytülmal vekilinden bir arazi satın alıp vakfetmiş, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bu vakıf sahih olur ve vakfedenin şartına riayet edilir." diye cevap vermiştir. Ama sultan beytül- mala aid olan bir araziyi âmmenin menfaati için vakfetse, Hâniyye'de: "Bu vakıf câiz olur. Fakat şartına riayet edilmez." diye zikredilmiştir. Buna göre Muhibbiyye'de nakledilende tafsilât vardır: Eğer sultan, beytülmal vekilinden araziyi ve mezraları satın alıp vakfederse, şartına riayet edilmesi vâcib olur. Eğer sultan beytülmala aid olan bir araziyi vakfederse, şartına riayet edilmesi vâcib olmaz.

Ben derim ki: Eşbah, sahibinin kavlinden anlaşılmıştır ki; vakfedenin şartına riayet edilmemesi, vakfedilen mal, beytülmala aid olduğuna göredir. Eğer vakfeden, satın almak veya sultanın izniyle sahibsiz bir yeri ziraata elverişli hale getirmek gibi bir yolla mâlik olduğu sabit olan bir araziyi vakfetmiş olursa, şartına riayet edilir.

Ebussûud Efendi: "Sultanların ve emirlerin vakıflarının şartlarına riayet edilmez. Çünkü onların vakıfları beytülmaldandır." demiştir.

METİN

= Vazifelerde takrir ve tevcihi ta'lik sahih olur =

Hâkim bir kimseye "fülan şahıs ölürse" veya "fülan vazife boşalırsa, onu sana takrir ve tevcih ettim" dese, bu takrir sahih olur. O şahıs ölür veya o vazife boşalırsa, takriri yenilemeye muhtaç olmaz. Ta'likin sahih olmasının faidesi budur.

Bir vakıf da hakları olanların hiyânetini isbat etmeksizin sadece şikayet etmeleri üzerine hâkimin mütevelliyi azletmesi câiz değildir. Va'sî de böyledir.

Bir mütevelli vakıfda çalışması için bir hizmetçi tutup hizmetçi zimmetinde vakfın malı olduğu halde kaçsa, mütevelli vakfın malını ödemez. Fakat mütevelli vakfa aid kereste ve ahşabda kusur ettiğinden zâyi olsa öder.

Bir vakıf namına istidane câiz değildir. Ancak tamir ve tohum satın almak gibi vakfın menfaati için istidaneye ihtiyaç olursa iki şartla câiz olur.

Birincisi: Hakimin izniyle olmasıdır. Eğer hâkimin bulunduğu yer mütevelliye uzak olursa, mütevelli kendisi istidâne eder.

"Bir mütevellinin bir malı veresiye olarak peşin kıymetinden ziyadeye satın alıp sonra vakfın tamiri için onu değer kıymetiyle satıp zararın vakıf üzerine olması câiz ve meşru olur mu?" diye sorulan soruya "evet, câiz ve meşru olur" diye cevap verilmiştîr.

Bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir araziye; "bu arazi vakıfdır" diye ikrar edip elinde bulunan şahıs onu yalanladıktan sonra ikrar eden ona mâlik olsa, o arazi vakıf olmuş olur.

Musadaka ale'l-İstihkak ile -her ne kadar vakıfnâmeye muhâlif olsa bile - amel olunur. Şöyle ki: Kendisine vakfedilen kimse; "benimle beraber fülan şahıs şu vakfın gelirine" veya "nezaretine müstahiktir" yahut "o şahıs müstahiktir, ben müstahik değilim" diye ikrar edip o şahıs da onu tasdik etse, bu ikrar yalnız ikrar eden hakkında sahih olur. Evlâdı ve nesil hakkında sahih olmaz.

Bir vakıf da hissesi olan kimse hissesini başkasına verse bakılır: Eğer bu vermekle hissesini düşürmek istemişse, buna salahiyeti olmadığından sahih olmaz. Nitekim miras düşürülmekle düşmediği gibi, Eğer bu vermekle teberru etmek istemişse, bu sahih olur.

Bir kimsenin bir vakfın gelirinde istihkakı olup hissedar olmasının sübutunda o vakfın mütevellisinin kendisine vakfın gelirinden sarf etmesi kifayet etmez. Bilâkis vakfedenin nesebinden olduğunu isbat etmesi lazım gelir. Nitekim nesebin sübutu dâvâsında gelecektir.

İZAH

"Vazifelerde takrir ve tevcihi ta'lîk sahih olur." Yani vakfa aid vazife tevcihlerinin hâkim tarafından bir şarta ta'lîk edilmesidir ki sahihdir. Meselâ: Hâkimin bir şahsa hitaben; "fülan vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa onu sana takrîr ve tevcih ettim" demesi.

Vakfa aid vazifelerin takrîr ve tevcihlerinin bir şarta ta'lîklerinin câiz olması, kadılık ve emîrliğin talîk edilmesinin câiz olmasından alınmıştır. Vazifeyi şarta ta'lîk eden zât ölürse, takrîr ve tevcih bâtıl olur.

Ben derim ki: Bir vazifenin bir şarta talîk edilmesinin caiz olmasının delili Sahih-i Buharî'de rivayet edilen hadîs-i şerifdir Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Mûte harbinde Zeyb b. Hârise'yi emîr (komutan) tâyin edip: "Eğer Zeyd öldürülürse, Cafer b. Ebû Talib emirdir. Cafer de öldürülürse Abdullah b. Revâha emirdir." buyurmuşlardır. Sonra gördüm ki, İmam-ı Serahsi Siyer-i Kebîr şerhinde hadîs-i şerîfi buna delil olarak zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Yardımcı kuvvetle beraber bir emîr (komutan) gelip birinci emîri azletse, birinci emîrin gelecek zamana aid tenfili (gördüğü lüzumdan dolayı fazla bir sehim, bir ihsan veya belirli bir para vermek üzere mücahitleri harbe tergib ve teşvik etmesi) bâtıl olur. Çünkü birinci emirin azledilmesiyle velâyeti ortadan kalkmış olur. Fakat emîr ölür de askerler onun yerine başkasını emîr tayin ederlerse birinci emîrin tenfîli bâtıl olmaz. Çünkü ikinciemîr onun yerine geçmiştir. Ancak ikinci emîr birinci emirin tenfîlini iptal ederse veya sultan orduya hitaben; "emiriniz ölürse fülan kimse onun yerine emîrdir" derse, birinci emîrin tenfîli bâtıl olur. Çünkü ikinci emîr sultan tarafından tâyin edilmiş olduğundan sultanın naibi olur. Sanki ikinci emîr ilk baştan tâyin edilmiş olur da birinci emirin reyi, kendisinden üstün olanın reyile ortadan kalkmış olur.

Hâsılı: Emirin azledilmesiyle veya ölüp yerine sultan tarafından emîr tâyin edilmesiyle tenfili bâtıl olur, ama ölüp yerine askerler tarafından emîr tâyin edilirse tenfili bâtıl olmaz. Ancak ikinci emîr birinci emîrin tenfilini iptal ederse bâtıl olur.

Emir: "Kim bir kâfir öldürürse, kâfirin üzerindeki eşyası öldürenin olacaktır" kavliyle bir kâfirin eşyasına müstahik olmayı öldürmeye talîk etmiştir. Hâkim bir şahsa: "Filan vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa, onu sana takrir ettim" dedikten sonra vazife sahibi ölmeden veya öyle bir vazife boşalmadan sözünden geri dönebilir mi? Enfeu'l-Vesâil de beyân edildiğine göre, geri dönemez.

"Hâkimin mütevelliyi azletmesi câiz değildir." Şârih : "Hakim azledemez." diye kayıdlamıştır. Çünkü vakfeden, mütevelliyi suçu olmasa bile azledebilir. Bununla fetva verilmiştir. Fakat vakfeden tarafından mütevelli olması şart kılınan bir mütevelliyi hıyâneti bulunmadıkça hâkim azledemez. Şayet azlederek yerine başkasını tâyin etse, tâyin edilen mütevelli olmaz. Eğer mütevelli hâkim tarafından tâyin edilmiş olursa, onu sebepsiz olarak azledip yerine başkasını tâyin edebilir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, hâkim tarafından tâyin edilen bir mütevelliyi hıyâneti ortaya çıkmadıkça hâkim azledemez. Bundan anlaşılmıştır ki; her hangi bir vazife sahibi vazifesinden azledilemez. Ancak suçlu olursa veya vazifeye ehil olmazsa azledilebilir. Bahır.

"Hıyânetini ispat etmeksizin..." Yani sadece şikayet ve ayıplama mütevellinin azlini gerektirmez. Bundan dolayı bir vakıf da hisseleri olanların mütevelliden hâkime şikayet ettikleri halde, bu şikayetlerinde mütevellinin azlini gerektiren meşrû bir sebep beyân edemezlerse veya beyân edip de isbat edemezlerse, bununla mütevelli azledilemez. Fakat o mütevellinin yanına bir yardımcı verilebilir. Hâkim, kendisinden şikayet edilen mütevellinin yanına yardımcı verdiğinde mütevellinin ücreti olduğu gibi bırakılır. Hâkim münasib görürse, yardımcıya onun ücretinden veya vakfın gelirinden bir şey verebilir.

"Vasi de böyledir." Yani bir kimsenin ölürken tâyin etmiş olduğu vasîsi de sadece şîkayet edilmekle hâkim tarafından azledilemez. Fakat hâkim tarafından tayin edilen bir vasî sadece şikayetle azledilebilir.

"Mütevelli vakfa aid kereste..." Yani bir mütevelli, vakıf olan bir şeyin aynında kusur ederse onu öder; Meselâ: Mütevelli vakfa ait kereste ve ahşabı veya yıkılan bir mescidin enkazını muhafaza etmediğinden yahut bir kütüphanenin kitaplarını veya bir mescidin mefrûşatını silkmediğinden zâyi olsalar, onları ödemesi lâzım gelir.

"Bir vakıf nâmına istidâne (ödünç para almak veya veresiye bir mal satın almak) câiz değildir." Yani vakfedenin vakıf nâmına istidâne alınması hususunda emri bulunmadığı takdirdedir. Fakat vasînin yetim için zaruretsiz veresiye bir şey satın alması caizdir. Çünkü borç iptidaen zimmette sâbit olur. Yetim malûm olduğundan zimmeti sahih olup borcun yetimden talep edilmesi tasavvur edilir. Ama vakfın zimmeti yoktur. Fakirlerin zimmeti var ise de çok olduklarından borcun onlardan talep edilmesi tasavvur edilemez. Vakıf namına alınan bir borç mütevelli üzerine sabit olur. Mütevelli kendi üzerine vâcib olan bir borcu fakirlere aid olan gelirden ödemeye mâlik olamaz. Bunu Hilâl zikretmiştir. Kıyas da budur. Fakat kıyas zaruret zamanında terk edilir. Nitekim Ebu'l-Leys: "Vakıf namına borç alınması zaruri olup hâkim de mütevellinin bulunduğu yere uzak olmazsa, mütevelli hâkimin emriyle borç alır. Çünkü Müslümanların menfaatları hakkında hâkimin umum velâyeti vardır." zikretmiştir.

Bazı fukaha : "Mütevelli vakfın tamiri için mutlak surette yani hâkimin emri olsun veya olmasın borç alabilir." demişlerdir. Fakat mezhebin muhtar ve mutemet olan kavli, Ebu'l-Leys'in zikrettiği kavildir.

Mütevelli, vakıf da hisseleri bulunanlara sarf etmek üzere borç alamaz. Çünkü bunlara sarf edilmek üzere borç alınması zaruri değildir. Ama imama, hatibe ve müezzine sarf etmek üzere borç alabilir. Çünkü bunlar için alınan borç mescidin zaruri ihtiyacıdır. Râcih olan kavle göre, mescide hasır ve yağ almak için de borç alabilir. Çünkü bunlar da zaruri ihtiyaçlardandır. Bahır'da zikredilenin hülâsası budur.

"Hâkimin izniyle almasıdır." Mütevelli vakıf için borç alınmasına hâkimin izninin bulunduğunu iddia etse -her ne kadar sözü kabul edilirse de- bu iddiası şahidle kabul edilir. Çünkü sonra yapmış olduğu masrafı vakfın gelirinden alacaktır. Gerçekten hâkim izin vermemiş olsa, mütevellinin yapmış olduğu masraf teberru sayılacağından onu vakfın gelirinden alması haram olur. Mütevellinin sözünün kabul edilmesi elinde bulunan mal hususundadır. Yoksa borç alma hususunda değildir. Bahır.

"Vakfın kiraya verilmesinin..." Yani bir mütevellinin bir vakıf namına borç alabilmesi için vakfın kiraya verilmesi mümkün olmadığına göredir. Vakfın kiraya verilmesi mümkün olursa borç alınması câiz olmaz

İstidâne: Ödünç para alıp veya veresiye bir şey satın alıp vakfa sarf etmektir. Hâniyye'de: "Istidâne: Bir vakfın geliri bulunmadığından ödünç vermeye borç almaya ihtiyaç duyulmasıdır. Eğer vakfın geliri bulunup mütevelli kendi malından vakfın ıslahına sarf ederse, onu vakfın gelirinden alır." diye tefsir ve tarif edilmiştir. Bu tarifdeki "ödünç vermeye" ifadesinin mânâsı, mütevellinin kendi malından vakfa ödünç vermesidir. Yoksa başkasının malını vakıf için ödünç alması değildir. Çünkü başkasının malını vakıf için ödünç olmak tarifdeki "borç almaya" ifadesinin altına girer. Sonra Fetâvây-ı Hânuti'de mezhep imamlarımızın kavillerine mutalli oldum. Şöyle ki: Bir mütevelli vakfın tamiri için geliri varken vakfın gelirinden almak üzere kendi malından bir mikdar meblağ sarf etse, bu bir istidâne sayılamayacağından bunu diyâneten vakfın gelirinden alabilir. Fakat vakfın gelirinden almak niyetiyle sarf ettiğine şahid getirmedikçe bu husustaki iddiası kabul edilmez.

Hâvî'den naklen Tatarhâniyye'nin İcâret bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse babasının kendisine ve kendisinin evlâdına vakfetmiş olduğu bir haneyi bir şahsa kiraya verip, kiracı o haneyi kiraya verenin emriyle tamir etse bakılır: Eğer kiraya verenin vakıf üzerinde velâyeti varsa kiracı tamir için yapmış olduğu masrafı vakıfdan alabilir. Eğer kiraya verenin vakıf üzerinde velâyeti yoksa, kiracının yapmış olduğu masraf teberru olmuş olur.

"Musadaka ale'l-istihkak..." Yani muayyen bir hakka hangisinin mâlikiyeti hususunda iki kimsenin ittifak etmesidir. Meselâ, bir vakfiye mucibince kendisine vakfın gelirinden şu kadar sehim verilmesi icap eden bir kimse bu sehmin hiç bir kimseye ait olmayıp yalnız fülan şahsa ait bir hak olduğunu, karşılığında bir ivaz almayarak, ikrar edip o şahıs da onu tasdik etse, aralarında musadaka bulunmuş olur. Buna göre o kimsenin ikrarı yalnız kendisi hakkında sahih olduğundan o sehim, o kimse hayatta oldukça o şahsa verilir. Fakat o kimse ile o şahısdan hangisi önce ölürse, o sehim o kimseden sonra kendisine şart kılınan kimselere ait olur. Bunlardan hayatta olana verilemez.

"Vakıfnâmeye muhâlif olsa bile..." Yani o kimsenin ikrar "vakfedenin vakıfnâmedeki şartından dönüp, ikrar edenin ikrar ettiğini şart kılmış olduğuna" hamledilir. Hassâf bunu müstakil bir bâb da zikretmiştir.

"Yalnız ikrar eden hakkında sahih olur." Meselâ; bir arazi Zeyd ile Zeyd'in evlâdına ve torunlarına onların nesilleri kesildikten sonra da fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi bizimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse Zeyd'in bu ikrarı evlâdı ve torunları hakkında tasdik edilmez. O arazinin geliri Zeyd ile Zeyd'in evlâdı ve torunları arasında taksim edilir. Zeyd'e düşen sehim -Zeyd hayatta oldukça- kendisiyle ikrar ettiği şahıs arasında taksim edilir. Zeyd ölürse ikrarı batıl olur. İkrar ettiği şahsın o vakıf arazide hakkı olmaz. Eğer o arazi Zeyd'e, Zeyd'den sonra fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi benimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse o şahıs o vakfın gelirinde Zeyd hayatta oldukça Zeyd'e ortak olur. Zeyd ölünce o arazinin bütün geliri fakirlere aid olur. Zeyd'in ikrarı fakirler hakkında tasdik edilmez. Zeyd hayatta iken o şahıs ölürse arazinin gelirinin yarısı fakirlere, yarısı Zeyd'e aid olur. Zeyd ölürse, gelirin hepsi fakirlere aid olur.

Ben derim ki: Bu son meselede fakirler o vakfın gelirine Zeyd'in ölümünden sonra müstahik olacaklarken o şahsın ölmesiyle gelirin yarısına müstahik olmuşlardır. Çünkü Zeyd, o şahsın vakıfda hissesi bulunduğunu ikrar etmesiyle o vakfın gelirinin yarısında hakkı olmadığını ikrar etmiştir. Bundan dolayı o şahıs öldükten sonra sehmi fakirlere aid olur. Çünkü onlardan başka o sehme müstahik olacak yoktur. Bundan anlaşılmıştır ki; birinci meselede de o şahıs ölürse, onun sehmi fakirlere kalır. Zeyd'e kalmaz. Çünkü Zeyd onun sehminde hakkı bulunmadığını ikrar etmiştir. O şahsın sehmi Zeyd'in evlâdına da kalmaz. Çünkü Zeyd o sehmi kendi evlâdı için ikrar etmemiştir.

Kezâ: Bir arazi Zeyd'e, Zeyd'den sonra Zeyd'in evladına ve torunlarına onlardan sonra fakirlere vakfedilip yine Zeyd: "O arazi benimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar ettikten sonra o şahıs ölse onun sehmi yine fakirlere kalır. Zeyd'e ve Zeyd'in evlâdına kalmaz. Çünkü Zeyd'in evlâdı o arazinin gelirine ancak Zeyd öldükten sonra müstahik olacaklardır. Bu mesele, ortası kesilmiş olan vakıf hükmündedir. Nitekim ortası kesilmiş vakfın hükmü Fürû'dan önce beyân edilmiştir.

"Veya nezaretine müstahiktir." Şârih: "Nezareti ikrar, vakfın gelirini ikrar gibidir." diye ifade etmiştir. Meselâ: Vakfa nezaret eden kimse, benimle beraber bu vakfın nezaretinin yarısına fülan şahıs da müstahiktir, diye ikrar etse, ikrarıyla muahaze edilip kendisine o şahıs vazifede ortak olur. Bunlardan birisi ölünce bakılır: Eğer ölen ikrar eden kimse ise, ikrarı batıl olup nezaret kendisinden sonra vakfedenin şart kıldığı zâta intikâl eder. Eğer ölen kendisine ikrar edilen şahıs ise, yine ikrar bâtıl olur. Fakat bu kendisine ikrar edilen şahsın hissesi, ikrar eden kimseye geri dönmez. Hakim o hisseyi ikrar eden kimseye veya vakıf ehlinden dilediği kimseye tevcih eder. Çünkü o kimsenin ikrarı "vakfeden, o hisseyi kendisine ikrar edilen şahsa şart kılmış olduğuna" hamledilerek sahih görülmüştür. Nitekim bunu Hassâf zikretmiştir. Vakfeden sanki vakfının nezaretini iki kimseye şart kılmıştır.

Eşbâh'da beyân edildiğine göre, bir vakfın nezareti iki kimseye şart kılındığında bunlardan birisi tek başına nezaret edemez. Bunlardan biri ölünce hakim onun yerine başkasını tâyin eder. Hayatta kalan tek başına nezaret edemez. Ancak hakim onu ölenin yerine de tâyin ederse nezaret eder.

"Bu sahih olmaz." Yani vakfın geliri veya nezareti kendisine şart kılınan kimse bunu başka bir şahsa verse, bu sahih olmaz. Çünkü o kimsenin bunu kendi tarafından yapmaya salâhiyeti yoktur. Eğer o kimse ölüm hastalığında nezareti başka bir şahsa verse - vakfedenin şartına muhâlif olmazsa- sahih olur. Çünkü o şahıs o kimsenin vasisi olmuş olur.

Keza: O kimse nezareti başka bir şahsa devredip hâkim de bunu takrir etse, yine sahih olur. Çünkü o kimse kendisini nezaretten azletmeye mâlik olur. Nezaret kendisine devredilen şahıs, hâkimin takrîri bulunmadan hâzır (vakıf işlerine bakan) olamaz.

Hâniyye'nin şahâdet bahsinde zikredilmiştir ki; bazı haklar düşürülmekle düşmez: Meselâ; bir medresenin vakfında hakkı bulunan fakir bir talebe hakkını iptal etmekle bâtıl olmaz. Bundan dolayı o talebe; "vakıfdaki hakkımı iptal ettim" dese, sonra yine hakkını alabilir.

Ben derim ki: Bir vakıfda hissesi bulunan kimse o hisseye vakfedenin şartıyla müstahik olmuştur. O kimse: "hissemi fülan şahsa verdim" dese, vakfa vakfedenin razı olmadığı bir şahsı sokmakla onun şartına muhalefet etmiş olur. Vakfedenin şartına muhalefet ise caiz değildir. Çünkü fukaha: "Vakfedenin şartı şârihin nassı gibidir." diye tasrih etmişlerdir. Buna göre, vakıfdaki bir hisse düşürülmekle düşmeyi kabul etmemekte mirasa benzer.

"Sarf etmesi kifayet etmez..." Yani bir kimse bir vakfedenin zürriyetinden olduğunu, vakfın gelirinde sehmi bulunduğunu dâvâ edip buna delil olarak da o vakfın mütevellisinin kendisine o vakfın gelirinden sehim verdiğini gösterse, bu delil olarak kifayet etmez. Nesebini isbat etmesi lâzımdır. Çünkü mütevelli hata edebilir.

METİN

Vakfeden vakfiyesinde birbirine mütearız (zıd) iki şart zikretse, bizim mezhebimize göre ikinci şart, birinci şartı neshedeceğinden sonraki şartla amel edilir.

Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden sonra bir vasıf zikredilirse bakılır: Eğer atıf "vav" edatı ile yapılmış ise Hanefi mezhebine göre, vasıf en sonraki cümleye; Şâfiî mezhebine göre cümlelerin hepsine aid olur. Eğer atıf "sümme" edatı ile yapılmış ise vasıf ittifakla en sonraki cümleye aid olur. Bu meselelerin hepsi Eşbâh'ın vakıf bahsinden nakledilmiştir. Tamamı dokuzuncu kaidede zikredil-miştir.

Bir kimse, sıhhat halinde evlâdına vakfedip aralarında fariza-ı şer'iyye üzere taksim edilsin dese, erkek ve kız evlâdı arasında müsavî olarak taksim edilir. Ahyâr-ı müetehidînden muhtar ve menkûl olan budur, Nitekim bunu Dimaşk müftüsü Yahya b. Minkar "Errisâletü'l-Marziyye Ale'l-Farizati'ş-Şer'iyye" isimli eserinde beyân etmiştir. Musannıfın Fetâvâsı'nda da böyle yazılıdır.

Yine Eşbâh'da zikredilmiştir ki; satılan bir yerin şer'î bir yolla vakıf olduğu sâbit olursa, satışın bozulması vacib olur. Satan ile satın alan o yerin vakıf olduğunu bilmeyerek alım-satım muamelesinde bulunmuşlarsa günahkâr olmazlar. Mütevelli o yerin ecr-i mislini satın alandan taleb eder. Eğer satın alan o yere bina yapmış veya ağaç dikmiş ise, onlar satın alanın olur. Bina ile ağaçlar hakkında vakıf için en menfaatlı yol takip edilir.

"Cami" isimli eserden naklen Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; satın alan yapmış olduğu binayı yıkıp enkazını satana teslim ederse, ondan binanın yıkılmış kıymetini alır. Enkazını ona teslim etmezse hiç bir şey alamaz. Eğer satılan bir arsanın üzerine bina yapıldıktan sonra arsaya hak sahibi çıksa, satın alan arsayı satandan binanın yapılmış kıymetini alır.

İZAH

"Birbirine mütearız iki şart..." Yani vakfeden vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakıf satılmaz, hibe edilmez, mülk olarak kimseye verilemez" diye yazdığı halde sonunda: "Fülan kimse bu vakfı satıp parasıyla onun yerine vakıf olacak bir yer satın almak suretiyle onu değiştirebilir" diye yazmış olsa, o kimsenin o vakfı satıp değiştirmesi câiz olur. Buna göre ikinci şart birinci şartı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olur. Eğer bunun aksini yani vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakfı fülan kimse satıp değiştirebilir" diye yazdığı halde sonunda: "Bu vakıf satılamaz ve hibe edilemez" diye yazmış olsa o kimsenin o vakfı satıp değiştirmesi câiz olmaz. Çünkü vakfeden, birinci şartından dönmüştür.

İkinci şartın birinci şartı neshetmesi, iki şart tearuz ettiği takdirdedir. Eğer iki şart teâruz etmezse, ikisiyle de amel edilmesi vâcib olur. Nitekim bunu Bîrî dokuzuncu kaidede zikretmiştir.

Fukahanın: "Vakfeden birbirine muârız olan iki şart zikrettiği takdirde ikinci şartla amel edilir." diye beyân ettikleri: "Vakfedenin şartı Şâriin nassı gibidir." kavillerine dahildir. Çünkü iki nass teâruz ettiği takdirde onlardan sonraki nass ile amel edilir. T.

"Cümlelerden sonra bir vasıf zikredilirse..." Şârih bu meseleyi ilerîde beyân edecektir.

"Dimaşk müftüsü..." Dimaşk müftüsü Yahya'nın eserinde zikredilenin hülâsası şudur: Bir hadîs-i şerîf de: "Çocuklarınızın arasında atıyye ve bağış hususunda müsavat yapınız. Eğer bu hususta bir kimseyi tercih etmiş olsaydım, erkekler üzerine kadınları tercih ederdim." buyurulmuştur. (Hadîs-i şerîfi, Saîd, Sünen'inde rivâyet etmiştir.)

Sahih-i Müslim'de Nu'man b. Beşir'den rivâyet edilen bir hadîs-i şerifde de: "Allah'dan korkunuz. Çocuklarınız arasında adâlet gösteriniz." buyurulmuştur. Atiyye ve bağış hususunda adâlet göstermek, çocukların haklarındandır.

Vakıf da bir atiyye ve bir bağışdır. Bundan dolayı erkekle kız bir tutulur. Çünkü fukaha hadis-i şerifdeki adâleti bir kimsenin hayatta iken çocukları arasında atiyye ve bağış hususunda müsavât göstermesiyle tefsir etmişlerdir.

Hâniyye'de beyân edildiğine göre bir kimse sıhhatta iken çocuklarına bir şey hibe edip birine diğerlerinden fazla verse, İmam-ı Azam'a göre bu fazla vermesi o çocuğun dindarlığından dolayı olursa, bunda beis yoktur. Çocuklar dindarlıkta müsavî olurlarsa, birine fazla vermesi mekrûh olur. İmam Ebu Yusuf'a göre de bir baba çocuklarından birine diğerlerinden fazla vermekle onlara zarar vermeyi kasdetmezse, bunda bir beis yoktur. Eğer onlara zarar vermeyi kasdederse, çocukları arasında müsâvât yapması vacib olur. Fetva, İmam Ebû Yusuf'un kavli üzerinedir. İmam Muhammed'e göre; adâlet erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki kız hissesi vermekle olur.

Tatarhâniyye'de Tetimme-i Fetevâ'ya nisbet edilerek vakıf bahsinde zikredilmiştir ki; atıyye ve bağış hususunda çocukların arası bir tutulmalıdır. Bu hususta adâlet çocukların arasında müsâvât yapmaktır. Bu İmam Ebu Yusuf'un kavline göredir. İmam Ebu Yusuf çocuklar arasındaki müsavatınvacip olmasının hükmünü hadis-i şerifden almıştır.

Bazı müctehidler İmam Ebû Yusuf'a tâbi olup: "Çocuklar arasında müsâvât yapmak vâcibdir. Çocuklarının birisine diğerlerinden fazla veren kimse günâhkar olur." demişlerdir.

Mezheb ehlinin muhakkıklarına göre, vakıf bâbında bir fariza-ı şer'iyye yoktur. Ancak zikredilen hadis-i şerifin mûcebi yani, çocuklar arasında müsâvâtın yapılması vardır. Bir Müslüman mekrûh'dan sakınmalı, vakıf babındaki fariza-i şer'iyyeyi çocuklarının arasında müsavâta hamletmelidir.

Örf ve adet, nassa muâraza edemez.

Ben derim ki: Bu mesele hakkında bir risâle yazıp ona "el'ukûdu'd-Dürriyye fi-kavli'l-vâkıf ale'l-farizatı'ş-Şer'iyye" diye isim verdim. Orada bu meselenin kapalı olan cihetlerini beyân ettim. Hülasası şudur: Zahîriyye sahibi "Bir kimse çocuklarına bağış yapmak isterse, İmam Muhammed'e göre efdal olan erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki kız hissesi vermesidir. İmam Ebû Yusuf'a göre efdal olan çocukları arasında müsâvât yapmasıdır. Muhtar olan kavil de budur." dedikten sonra şöyle devam etmiştir: Çocuklarına vakıf yapmak isteyen kimse dilerse erkek çocuğa iki kız hissesi verir. Dilerse erkekle kızlara müsavî olarak verir. Fakat erkek çocuğa iki kız hissesi vermesi doğruya daha yakındır ve daha fazla sevap celbedicidir. Bu, hibe ile vakfın arasını ayırmakta sarih bir nassdır. Bundan dolayı vakıfdaki şer'i farıza erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki kız hissesi verilmesidir. Vakıf bâbında ma'hûd ve malûm olan budur. Sadaka bâbında bunun aksi yani çocukların arasında müsâvât yapılmasıdır. Vakıfda çocukların arasında müsâvât yapılması sahih değildir. Çünkü fukaha: "Vakfedenlerin maksadlarına ve şartlarına riayet edilmesi vâcibdir." diye tasrih etmişlerdir.

Usûl-ı Fıkıh âlimleri de tasrih etmişlerdir ki; örf ve âdet tahsis etmeye elverişlidir. Havass ile avâmın arasında olan örf-i âmm ki fariza-ı şer'iyye ile erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi murad edilmiştir. Bundan dolayı vakıf bahislerinde: "Vakfedenin bu vakfımın geliri çocuklarımın arasında fariza-i şer'iyye üzere erkek çocuğa iki kız hissesi verilsin." diye beyân ettiği zikredildiği halde vakfedenin: "Bu vakfımın geliri çocuklarımın arasına fariza-i şer'iyye üzere erkek çocuğa da kız çocuğuna verilenin misli verilsin" diye beyân ettiği zikredilmemiştir. Çünkü vakfedenler arasında bu ifade ile şart kılmak örf ve âdet değildir.

Eşbah'ın Er-Adetü Muhakemetün kaidesinde: "Vakfedenlerin kullandıkları tabirler. Kendi zamanlarındaki hitablarda geçerli örf ve âdetlere bina kılınır." diye beyân edilmiştir. Nitekim Fethü'l-Kadir'in vakıf bahsinde de böyle yazılıdır.

Câmiu'l-Fûsuleyn'de: "İnsanlar arasındaki mutlak tabirler örf ve âdetlere hamledilir." diye beyân edilmiştir. Nitekim yukarıda "vakfedenin şartı ile amel etmek vâcibdir" diye geçmiştir. Buna göre vakfeden: "Vakfımın geliri çocuklarımın arasında fariza-ı şer'iyye üzere taksim edilsin" deyip bu tabir ile erkek çocuğa iki kız sehmi verilmesi örf ve âdet ise, örfle amel edilmesi vâcib olur. Bir lâfzı örfî mânâsından ayırmak câiz değildir. Çünkü o lâfzın bu mânâda kullanılması örf ve âdet olmuştur.

Lâfızlar örfde başka bir mânâya nakil edilmemiş ise, hakikî lûgavî mânâlarına hamledilirler. Artık "fariza-ı şer'iyye" lâfzı lûgatta veya şeriatta vakfın gelirini vakfedenin çocukları arasında müsavi olmak taksim etmek mânâsına olup örfde erkek çocuğa iki kız sehmi vermek mânâsına olsa, 'bu lâfzın örfî mânâsına hamledilmesi vâcib olur.

Hibe hakkında vârid olan nass vakıf hakkında da vârid olduğundan hibede çocuklardan birine fazla verilmesi mekrûh olduğu gibi vakıfda da erkek çocuğa fazla verilmesinin mekrûh olduğu sâbit ise de "Vakfeden erkek çocuğa fazla verilmesini isteyip mekrûhu irtikâb etmiştir." denilir. Bunda örfî nass üzerine takdim yoktur. Bilâkis burada vakfedenin yaptığında keraheti isbatla nassın lâfzını örfî mânâsına hamlederek nass ile amel etmek vardır. Çünkü nass lafızları murad edilen manâlarından değiştirmeyip, bilâkis lâfızları örfî mânâlarında bâki bırakır. Nitekim "fariza-i şer'iyye" lâfzının örfî mânâsı çocuklara mirasda olduğu gibi erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesidir. Buna göre vakfeden: "Vakfımın geliri çocuklarımın arasında "fariza-i şer'iyye" üzere taksim edilsin" dediğinde vakfedenin muradı ve maksadıyla amel edilmesi vâcib olur.

Hibede olduğu gibi vakıfda da erkek çocuğa fazla verilmesinin mekrûh olduğu teslim edildikten sonra bu izahat verilmiştir. Fakat Zahîriyye'deki tasrih buna muhâlifdir.

Fetâvây-ı Hayriyye'nin vakıf bahsinin sonunda "şer'i fariza" lâfzı zikredilip erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi tasrih edilmeyip erkek çocuğa fazla verilmesi zikredilmiştir. Şârihin talebesi Dımaşk müftüsü şeyh İsmail ile şeyh Saihânî de erkek çocuğa fazla verilmesi hakkında fetva vermiştir.

Hâsılı: "fariza-ı şer'iyye" vakfın geliri vakfedenin erkek çocuklarıyla kız çocukları arasında müsavi olarak taksim edilmeye veya her bakımdan miras gibi taksim edilmeye hamledilmeyip erkek çocuklarına kız çocuklarından fazla verilmeye hamledilmelidir.

"Bina ile ağaçlar hakkında vakıf için en menfaatlı yol takip edilir." Yani bina ile ağaçları vakıf için kılmak daha menfaatlı olursa, mütevelliye temlik olunurlar. Eğer onların satın alanın elinde kira ile katması vakıf için daha menfaatlı olursa, onun elinde kira ile bırakılır.

Fetâvây-ı Kâriü'l-Hidâye sahibine, "Bir kimse kiraladığı vakıf bir haneyi yıkıp yerine değirmen veya fırın veya başka bir bina yapsa kendisine ne lâzım gelir?" diye sorulmuş. o da: "Hâkim bakar: Eğer yapmış olduğu bina vakıf için daha menfaatli ise kendisinden kira alır. Yapmış olduğu bina vakıf olarak bırakılır. Binayı yapmak için sarf ettiği masraf teberru sayılır. Bina için yapmış olduğu masrafı kiradan kesemez. Eğer yapmış olduğubina vakıf için menfaatli olmaz ve yıkmış olduğu haneden daha çok gelir getirmezse kendisine lâyık olan tazîr yapıldıktan sonra yapmış olduğu binayı yıkması ve yıkmış olduğu haneyi eski hali üzere yapması için cebredilir." diye cevap vermiştir.

Şârih Münye'den naklen istihkak babında zikredecektir ki bir kimse satın aldığı bir arsa üzerine bina yaptıktan bir müddet sonra arsaya hak sahibi çıkıp satın alanın elinde alsa, satın alan binanın enkazını satana teslim ederse, ondan arsaya ödemiş olduğu parayı ve teslim etmiş olduğu gündeki enkazın bina halindeki parasını alır. Hatta satın alan o binayı yaparken on bin dirhem harcayıp içinde bir müddet oturduktan sonra bina eskiyip bir kısmı yıkıldığı halde malzemenin kıymeti arttığından binayı satana teslim ettiği gün binanın kıymeti yirmi bin dirhem olsa, ondan yirmi bin dirhem alır. Satın alan binanın enkazını satana teslim etmezse, ondan binaya yapmış olduğu masrafı alamaz.

Velhâsıl: Satın alınan bir arsanın üzerine bina yapıldıktan sonra gerek arsa vakıf çıksın gerek arsaya hak sahibi çıksın arasında fark olmayıp satın alan arsanın parasıyla binanın yapılmış haldeki parasını satandan alır.

METİN

Bir vakfın sübûtu mümkün olmazsa, hâkimlerin sicillât denilen defterlerinde o vakfın sübûtuna delâlet eden yazıların mefhumlarıyla amel edilir. Hâkimlerin defterlerinde de onun sübûtuna dair kayıd bulunmazsa, o vakfın kendisine aid olduğunu isbat edene hükmedilir, isbat eden de bulunmazsa, şer'i bir yolla o vakfın bâtıl olduğu sabit olmadıkça fakirlere sarf edilir. Bâtıl olduğu sabit olursa vakfeden hayatta ise onun mülküne döner, ölmüşse bakılır: Eğer vârisi varsa onun mülküne, eğer vârisi yoksa beytülmala intikal eder.

Beytülmala intikal eden o vakfı Sultan mescid, mezarlık gibi ammenin menfaati için vakfederse câiz olur. Eğer kendi evladı ve âzâd edilmiş köleleri gibi hass bir cihete vakfederse, fukahanın kelâmlarının zahiri o vakfın sahih olmamasıdır.

Bir mütevelli başka bir kimse ile beraber "fülan yer, mütevellisi bulunduğum fülan mescidin vakfıdır" diye şahadet etse, fukahanın kelamının zahiri şahadetinin kabul edilmesidir.

Bir mütevelli emânetle marûf ve meşhur olursa, hâkim ondan her sene uzun uzadıya hesab talep etmeyip kısa bir hesapla iktifa eder. Hiyânetle müttehem olursa, yaptıklarının teker teker hesabını vermesi için cebreder, onu hasbetmez. Fakat onu iki üç gün tehdit eder, onu suçlu bulursa yemin ettirir. Kınye.

Şârih der ki; şirket bahsinde beyân edildiğine göre, şerik (ortak) muzârib (muzârebe şirketinde sermayeyi kullanan adam), vasi ve mütevelli alıp vermelerinde tafsilâtlı hesap vermeye cebrolunmazlar. Çünkü zamane hâkimlerinin maksatları haram mahsûle ulaşmaktan başka değildir.

Bir mütevelli vakfın gelirini hak sahiplerine verdiğini iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Fakat Ebussûud Efendi: "Eğer mütevelli, evlâda ve torunlara yapılmış olan vakfın gelirini sahiplerine verdiğini iddia ederse sözü kabul edilir. Eğer câminin imamı ve kayyımı gibi kimselere vakfın gelirini verdiğini iddia etse, sözü kabul edilmez. Nitekim bir mütevelli, caminin binasını yapması için bir şahsı muayyen bir ücretle tutup sonra onun ücretini kendisine teslim ettiğini iddia etse sözü kabul edilmez." demiştir. Musannıf: "Bu tafsilât gayet güzeldir, artık bununla amel olunur." demiştir. Musannıfın oğlu Eşbâh hâşiyesinde bu tafsilâta itimat etmiştir. Şârih der ki: Bu tafsilât Ahîzâde'ye nisbetle Ariyet bahsinde gelecektir.

Bir mütevelli bir vakfı kiraya verdikten sonra azledilse, esah olan kavle göre o vakfın kirasını yeni tâyin edilen mütevelli alır. Azledilmiş mütevelli kiracının o vakfı tamir etmesi, yapmış olduğu masrafı kiradan kesmesi üzerine onunla anlaşmıştık diyebilir mi? Bazı fukaha: "diyebilir" demişlerdir. Musannıf: "Tercih edilen kavle göre diyemez." demiştir.

Mütevellinin vakfedenin tayin ve takdir ettiği ücretten ziyade bir şey olması asla caiz olmaz. Mütevellinin vakfın iradından elde edilen şer'i ve örfi hasılatı vakfın şer'i masraflarına sarf etmesi vacip olur.

Hakimin şer'i dâvâdan sonra rüşvet alanın almış olduğu rüşveti veren kimseye geri vermesini emretmesi vacip olur. Bu meselelerin hepsi Musannıfın Fetâvâsından nakledilmiştir.

Şârih der ki: Vasâya bahsinde geleceğine ve yukarıda da geçtiğine göre, mütevelli için yapmış olduğu hizmetin ecr-i misli vardır.

İZAH

"Bir vakfın sübûtu mümkün olmazsa..." Yani bir yerin vakıf olduğu meşhur olup fakat eski mütevellilerin o vakfın gelirini ne suretle sarf ettikleri ve kimlere sarf ettikleri bilinmediğinden gelirinin sarf edileceği yerleri ve vakfın şartları da bilinmese, hâkimlerin sicillât denilen defterlerine bakılır: Eğer o defterlerde buna dair bir kayıd bulunmazsa, o vakıfda hak iddia edenlerden hiç bir kimseye isbat etmedikçe bir şey verilmez. O vakıfda hakkı bulunduğunu isbat eden de bulunmazsa, o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıf asılda fakirler içindir. O vakıfda hiç bir kimsenin hakkı sabit olmayınca geliri fakirlere sarf edilir.

"Fukahanın kelâmlarının zâhiri şahadetinin kabul edilmesidir." Nitekim bir kimse vazifeli bulunduğu bir medresenin vakıf olduğuna şahadet etse, şahadeti kabul edilir.

Kezâ: Bir mahalle halkı bir vakfın kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet etseler, şahadetleri kabul edilir. Kezâ: Yolcular bir vakfın kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet etseler, şahadetleri kabul edilir. Bu şahadetler asıl vakıf hakkındadır, vakfın geliri hakkında değildir. Asıl vakıfhakkında vakıfda hisseleri bulunanların şahâdetleri kabul edilir. Fakat vakfın geliri hakkındaki şahadetleri kabul edilmez.

"Sözü yeminsiz kabul edilir." Bu kavil Bahır'da zikredilen kavle muhâliftir. Bahır'da zikredilmiştir ki; vakfedenin kendisi veya mütevellisi veya vasîsi; "vakfı icâra verdim, gelirini teslim aldıktan sonra elimde zâyi oldu" dese yahut "kendilerine vakfedilmiş kimselere geliri dağıttım" deyip onlar da inkâr etseler, mütevellinin sözü yeminiyle kabul edilir. O geliri ödemesi lâzım gelmez. Fakat bununla hak sahiblerinin kendi haklarını almış oldukları sâbit olmaz. Onlara vakfın malından tekrar verilmesi lâzım gelir.

Bir mütevelli: "Vakfın gelirini hak sahiplerine verdim" dese bakılır: Eğer emniyetli bir kimse ise sözü yeminiyle kabul edilir. Eğer emniyetli bir kimse değil ise sözü yeminiyle kabul edilmez. İddiasını şahidle ispat etmesi lazım gelir. Bu hususta nâzır (vakfın işlerine bakan kimse) de mütevelli hükmündedir.

Ekseri ulemaya göre mütevellinin sözü kendisinin berâeti için hem sıla, hem de ücret kabilinden olan şeylerde kabul edilir. Fakat Ebussûud Efendi'ye göre, mütevellinin sözü vakfedenin çocuklarına ve torunlarına verilmesi şart kılınmış bir gelirin o çocuklara ve torunlara verilmesi gibi sıla kabîlinden bir hususa ait ise yeminiyle kabul edilip kendisinin beraetini gerektirir. Fakat imam, hatip, müderris ücretleri gibi bir şeye ait ise kabul edilmez. Mütevellinin bunu ispat etmesi lâzımdır.

Atâullah Efendi Mecmûa'sında zikretmiştir ki; Şeyhü'l-İslâm Zekeriyya Efendi'ye bu mesele sorulmuş, o da: "Vakıfdan verilen hisse hizmet mukabilinde olursa o hisse ücrettir. Mütevelli bu ücret kabilinden olan hisseyi sahibine verdiğini iddia ederse, iddiasını ispat etmesi lâzım gelir. Vakıfdan verilen hisse hizmet mukabilinde olmazsa, bu hisse sıla ve atiyyedir. Mütevelli bu sıla ve atiyye kabilinden olan hisseyi sahibine verdiğini iddia ederse, sözü yeminiyle kabul edilir." diye cevap vermiştir.

Sıkadan olan nâzırların ve mütevellilerin sözleri nezaret ve mütevellilik zamanında kabul edilen hususlarda azledildikten sonra da nezaret ve mütevellilik zamanına aid olmak üzere kabul edilir. Çünkü bunlar azledilmekle emin (kendisine güvenilir) olmaktan çıkmış olmazlar.

Bir mütevellinin vakıf mallardaki eli bir emânet elidir, yoksa bir ödeme eli değildir. Bundan dolayı mütevellinin elinde bulunan vakıf bir mal, kendisinin kusuru bulunmaksızın zâyi olsa ödemesi lâzım gelmez.

Musannıfa "vakıf olan bir köy ahalisi, vakıf sebebiyle mütevelliye tereyağı, tavuk ve ekinleri bekleyen ve savurmaya hazırlayanlara gelirden topladıkları örfi avâidi verip mütevelli de toplanan gelirden birazını bunlara verdikten sonra geri kalan gelir ile tereyağı ve tavukları kendisine ücretine zâid olarak bırakıyor, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Mütevelli vakıftan ne elde ederse, vakfın tamiri ve müstahikleri gibi şer'i masraflarına sarf eder." diye cevap vermiştir. Fakat Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın gelirinde mütevellilerin çalışmalarına karşılık olarak eskiden beri aldıkları malûm ve mahud bir avâid bulunsa, bunu alabilirler. Çünkü örfen malûm ve mahud olan bir şey, şart kılınmış gibidir. Bu kavil, mütevellinin örf ve âdet olan bir şeye müstahik olmasında sarihtir.

Ben derim ki: Bunu Bahır'da: "Bir mescide Ramazan-ı Şerîf gecelerinde yakılmak üzere verilen mumun artanını imamın almasının örf ve âdet olduğu yerde, imamın alması câizdir." diye zikredilen de teyîd eder. Bana öyle geliyor ki, bu musannıfın zikrettiğine münâfi değildir. Çünkü vakfın gelirinden mütevellinin alması örf ve âdet olan yerde, sanki vakfeden o örf ve adet olan geliri mütevelliye şart kılmış gibidir.

Vakıf olan köy ahalisi tarafından mütevelliye hediye edilip aldığı tavuk ve tereyağı gibi şeyler rüşvettir, gelirden aldığı şey ise ekinleri bekleyenin hakkıdır. Fakat almış olduğu gelir, vakfın gelirinden ise bu geliri vakfın masraflarına sarf etmesi vâcib olur. Tavuk ve tereyağı gibi almış olduğu şeyleri sahiplerine geri vermesi vacib olur. Nitekim buna metinde: "Hâkimin şer'î dâvâdan sonra rüşvet alanın almış olduğu rüşveti, veren kimseye geri vermesini emretmesi vâcib olur." diye işaret edilmiştir. Eğer mütevellinin vakıf köy ahalisinden almış olduğu şeylerle vakfın ecr-i misli tamamlanıyorsa, onları vakfın masraflarına sarf etmesi vâcib olur. Bu, zamanımızda pek çok vâki olmaktadır. Şöyle ki: Bir kiracının bir dükkânda yahut bir akarda Gedik'i veya Kirdar'ı olduğunda onu ecr-i mislinden noksana kiralıyor. O kiraya razı olsun diye mütevelliye "hizmet" ismi altında para veriyor. Bu verilen para hakikatle vakfın ecr-i mislindendir. Bu para kiracıya geri verilse, vakıf zarar görür. Bu para mütevelliye helâl olmaz. Çünkü mütevelli vakfedenin veya hâkimin kendisine şart kıldığı ücretle vakfa hizmet etmektedir.

Fukaha: "Kiracıdan vakfına ücretini alamayan bir mütevelli o kiracının malını ele geçirse, ondan vakfın ücreti kadar meblağı alabilir." diye tasrih etmişlerdir. Buna göre mütevelli vakfın ecr-i mislini kiracıdan alamadığı takdirde bu hizmet ismi verilen para rüşvet olsa bile bunun rüşvet veren kiracıya geri verilmesi vâcib değildir. Mütevelli bu parayı vakfın masraflarına sarf eder. Bununla zamanımızda Gedik veya Kirdâr sahibi öldüğünde mütevelliler Gedik veya Kirdâr'ın ölen kiracının vârislerine intikal ettiğini tasdik etmeleri için vârislerden "Tasdik" ismi, altında aldıkları paranın hükmü bilinmiştir.

Kezâ : Gedik veya Kirdar'ı satın alan kimseden mütevelli para alsa bakılır: Eğer o Gedik veya Kirdâr'ın bulunduğu vakfın kirası noksan olup, bu alınan para ile o vakfın ecr-i misli tamamlanıyorsa, bu paranın alınması câiz olur. Bu para vakfın masraflarına sarf edilir. Eğer kirası noksan değilse, bu paranın alınması câiz değildir.

"Mütevelli için yapmış olduğu işin ecr-i misli vardır." Yani vakfeden veya hakim mütevelli için ücret şart ve tâyin etmemiş olursa, mütevelli ancakhizmet karşılığında ecr-i misle müstahik olur, bundan ziyadesini alamaz.

Vakfeden tarafından tâyin edilen ücret ecr-i misilden az olursa, hâkim mütevellinin talebiyle bunu ecr-i misle tamamlayabilir. Enfau'l-Vesail.

METİN

Bir kimse akrabasının fakirlerine vakfetse, vakfedenin akrabasından olduğunu dâvâ eden bir şahıs o vakıfdan hisseye ancak akrabalık cihetini beyân ederek fakir olduğunu isbat etmesiyle müstahik olur. Hatta dâvâ eden bir çocuğun velîsi olup onun için dâvâ etmiş olsa bile aynı şekilde isbat etmesi lâzım gelir. Dâvâ edenin lehine hükmedilirse, hissesine o vakfın vakfedildiği andan itibaren müstahik olur. Fetâvây-ı İbn-i Nüceym.

Yine bu Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; İbn-i Nüceym'e "Bir kimse vakfetmiş olduğu hanesinde kendisinin ölümünden sonra fülane zevcesinin evlenmedikçe oturmasını şart kılıp artık o kimse ölüp zevcesi evlendikten sonra boşansa, evlenmekle kadının oturma hakkı düşmüş olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet düşmüş olur." diye cevap vermiştir.

Şârih der ki: bir kimse "ümm-i veledlerine evlenmemeleri şartıyla vakfettim" dese, onlardan evlenen vakıfdan bir şey alamaz.

Kezâ: Bir kimse, "Fülanın oğullarına bu beldeden çıkmamaları şartıyla vakfettim" deyip onlardan bazıları o beldeden çıktıktan sonra geri dönseler o vakıfdan bir şey alamazlar.

Kezâ: Bir kimse, "Fülanın oğullarına ilim tahsil etmeleri şartıyla vakfettim" deyip onlardan bazısı ilim tahsil etmeyi bıraktıktan sonra tekrar ilim tahsiline dönseler, onlara vakıfdan bîr şey verilmez. Ancak vakfeden eğer geri dönerse, kendisine hisse verilsin diye şart kılarsa, bu takdirde hisse verilir. Hızânetü'l-Müftin.

Vehbâniyye'de beyân edildiğine göre, bir kimse; "evlâdımın evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızın evlâdı da vakfa dahil olur mu olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra kızının evladının da vakfa dahil olduğuna hükmedilse, hükmedildiği seneden itibaren kendilerine o vakıfdan hisse verilir. Geçmiş senelerin geliri tüketilmişse ondan alamazlar.

Bir kimse: "Benînime vakfettim" deyip halbuki bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı oğluna, yarısı da fakirlere aid olur.

Bir kimse: "Veledime vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. "Veled" lâfzı muzâf olan müfred olduğundan umum ifade eder.

Mütevelli eğer vakıf hakkında hayırlı olursa, icâre akdini ikale edebilir. Mütevelli vakfı muayyen araz (altın ve gümüşten başka mal) karşılığında kiraya verse, İmam-ı Azam'a göre sahih olur. İmameyn'e göre vakıf ancak nukud ile kiraya verilebilir.

Vakıf bir araziye ağaç dikmek zarar vermezse, mütevelliden izinsiz kiracının ağaç dikmesi caiz olur. Fakat havuz kazması ancak mütevellinin izniyle olur. Havuz kazmak vakıf hakkında hayırlı ve menfaatli olursa, mütevelli izin verir, hayırlı ve menfaatli olmazsa izin vermez.

Vakıf bir araziye kiracının yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç -vakıf için olmasına niyet etmedikçe- kendisine aid olur.

Bir mütevellinin vakıf bir araziye yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç -binayı yapmadan veya ağacı dikmeden önce bunların kendi nefsi için olmasına şâhid tutmadıkça- vakfa aid olur.

İZAH

"Bir kimse akrabasının fakirlerine vakfetse..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir kimse mülkünü akrabasının fakirlerine vakfetse, bir şahıs da gelip vakfedenin akrabasından ve fakir olduğunu dâva etse, bunu ve kendisine nafaka vermesi vâcib olan bir kimsenin bulunmadığını ve kendisine nafaka verilmediğini isbat etmesi teklif edilir. Bu dâvâ eden şahsın hiç bir kimsenin kendisine nafaka vermediğini isbat etmesi şart kılınmıştır. Çünkü o şahıs nafaka alıyorsa, vakıf bâbında zengin sayılır.

Hilâl: "O şahsın hali gizlice sorulur. Sonra ona malının olmadığına ve üzerine nafakasının vâcib olduğu bir kimsenin bulunmadığına dair Allah'a yemin ettirilir." Demiştir.

Dâvâ eden şahıs kendisinden istenilenleri isbat etse, iki adâletli kimse de onun zengin olduğunu haber verse, adaletli iki kimsenin haberi tercih edilir.

Mülkünü akrabasının fakirlerine vakfedenin akrabasından olduğu bilinip fakir olduğu bilinmeyen bir şahıs için iki kimse vakfın geliri geldikten sonra: "Bu şahıs fakirdir" diye şâhidlik etseler, o şahıs o gelirden hisse alamaz. Şâhidlikten sonra hâsıl olacak gelirlerden alır. Ancak şâhidler: "Bu şahıs eskiden beri fakirdir" diye şâhidlik ederlerse, bu takdirde hissesine o mülkün vakfedildiği zamandan itibaren müstahik olur. İs'af.

"Evet düşmüş olur." Fakat şu kadar var ki; evlenmiş olduğu kocası ölüp veya boşayıp yine dul kalırsa, hanede otursun diye şart kılınmış olursa, bu takdirde evlenmekle düşmüş olan oturma hakkı dul kalmakla geri dönmüş olur.

Bağdat'da sakin olmaları şartıyla akrabasının fakirlerine vakfeden kimsenin akrabasından birisi Kûfe'ye gidip sakin olsa, vakıfdaki hakkı düşmüş olur. Sonra Bağdat'a gelip sakin olsa, vakıfdan düşmüş olan hakkı geri dönmüş olur.

Bir kimse malını akrabasının fakirlerine vakfetse, vakfın gelirinin taksim edildiği gündeki halleri göz önüne alınarak fakir olanlarına verilir, zengin olanlarına verilmez. Sonra zenginleri fakir, fakirleri de zengin olsa fakir düşenlere verilir, zengin olanlara verilmez.

"Geçmiş senelerin geliri tüketilmişse ondan alamazlar." Çünkü kızının evlâdının da vakfa dahil olduğuna verilen hüküm her ne kadar vakıf vaktineistinad etse bile hüküm vaktinde mevcud olan gelir hakkında geçerlidir. Geçmiş senelerin geliri ise mevcud değildir. Nitekim velisiz kıyılan bir nikâhın fesadına hükmedilse, bu hüküm daha önceki cinsi yakınlıklarda ve mehirde geçerli değildir. Eğer geçmiş senelerin geliri mevcud olursa, kızının evlâdı o gelirden hissesini alır. Bu meseleler hülasa olarak Kınye'den naklen Vehbâniyye Şerhinde zikredilmiştir. Fakat yukarıda "dâvâ edenin lehine hükmedilirse, hissesine vakfın vakfedildiği ondan itibaren müstahik olur" diye geçmiştir.

Hayriyye'nin Kazâ Bahsinde zikredilmiştir ki; Hayriyye sahibine "Bir vakfın Zeyd ile Amr arasında müsavi olduğu ve Zeyd'in senelerce kendisine tahsis edilenden ziyade aldığı sâbit olsa, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Zeyd senelerce hakkında ziyade olarak almış olduğu meblağı Amr'a verir." diye cevap vermiştir.

Fetâvây-ı İbn-i Nüceymde zikredilmiştir ki; İbn-i Nüceym'e "Bir kimse mülkünü zürriyetine vakfedip mütevelli senelerce o vakfın gelirini onlardan bir cemaate taksim etse, sonra bir şahıs vakfedenin zürriyetinden olduğunu ispat edip mütevelli üzerine bunun hissesinin verilmesi de hükmedilse, o şahıs kendisine tahsis edilen geçmiş senelerin hislerini mütevelliden talep etse, talep etme hakkı var mıdır?" diye sorulmuş, o da: "Mütevelli o vakfın gelirini o cemaate hakimin hükmü olmaksızın taksim etmişse, o şahıs geçmiş senelerin hissesini mütevelliden alır. Eğer hâkimin hükmüyle taksim etmişse cemaatten alır." diye cevap vermiştir. Bu mesele vasî meselesinden alınmıştır. Şöyle ki: Bir vasî ölünün borçlarını terekesinin hepsiyle ödedikten sonra ortaya başka bir alacaklı çıksa, fukaha: "Eğer vasî ölünün borcunu alacaklılarına hâkimin hükmü olmaksızın ödemişse sonradan ortaya çıkan alacaklı alacağını vasîden alır. Eğer hakimin hükmü ile ödemişse, alacaklarını ölünün terekesinden olanlardan alır." demişlerdir.

Hâsılı: Bir kimse, "malımı evlâdımın evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızının evlâdı da vakfa dahil olur mu olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra kızının evlâdının da vakfa dahil olduğuna hükmedilse, bunların vakfa dahil olmaları her ne kadar vakfın vakfedildiği zamana istinat etse de vakfa dahil olup olmamalarında ihtilâf bulunduğundan vakfa dahil olduklarına verilen hükümle o anda mevcut gelir hususunda hakları sâbit olmuş olur. Artık vakfa dahil olduklarına hüküm verilen senenin gelirinden ve mevcut ise geçmiş senelerin gelirinden hisselerini alırlar. Eğer geçmiş senelerin geliri tüketilmiş olursa, ondan hisse alamaz. Fakat vakfa dahil olmasında ihtilâf bulunmayanı bir kimsenin bir kaç sene sonra vakfa dahil olduğuna hükmedilse, bu kimse geçmiş senelerin geliri tüketilmiş olsa bile ondan hissesini alır. Çünkü verilen bir hüküm, mevcut olan bir şeyi ortaya çıkarıcıdır. Yoksa ispat edici değildir. Bundan dolayı verilen hüküm, vakfın vakfedildiği zamana istinat eder. Hüküm verilen zamana istinat etmez.

" "Veled" lâfzı muzâf olan müfred olduğundan umûm ifade eder." Yani veled lâfzı hem bir çocuğa hem de birden çok çocuğa şâmil olur Bundan dolayı bir kimse "veledime vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Fakat bir kimse "beninime vakfettim" deyip halbuki bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı ona, yarısı fakirlere ait olur. Çünkü "beninime" lâfzı cemi saygısızdır. Vakıfda, vasiyet de cem'in en azı ise ikidir. Bundan dolayı "veledime vakfettim" ifadesi ile ''benînime vakfettim" ifadesinin hükümleri değişiktir. İs'af.

T E N B İ H: Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse "evladıma vakfettim" deyip halbuki bir çocuğu bulunsa veya "benînime vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı ona, yarısı da fakirlere aid olur. Hâniyye'de de bu ifadelerin arası müsavî tutulmuştur. Fakat Fethü'l-Kadir'de bu ifadelerin arasında fark olduğu beyân edilmiştir. Şöyle ki: Bir kimse "evlâdıma vakfettim" deyip halbuki bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsine müstahik olur. Ama "benînime vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsine müstahik olmaz. Bu fark örfden ileri gelmektedir. Menkûl bunun hilâfınadır.

Ben derim ki: Velhâsıl: "evlad" ile "benin" lâfızları arasında fark yoktur. Yani bir kimse "evlâdıma vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa veya "benînîme vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısına müstahîk olur. Çünkü "evladıma" ile "benînime" lâfızları cemidir. Vakıf ile vasiyette cem'in en azı ikidir.

"İcâre akdini ikale edebilir." Eşbâh'da beyan edildiğine göre mütevellinin icare akdini ikalesi (bozması) câizdir. Ancak iki meselede câiz değildir.

Birincisi: Önceki mütevellinin yapmış olduğu icare akdini sonra tâyin edilen mütevelli bozamaz.

İkincisi: Mütevelli kirayı peşin almışsa icare akdini bozamaz. Kınye'de de böyle beyân edilmiştir. İbn-i Vehban da buna kail olmuştur. Fakat Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde buna dair bir ifade yoktur. Çünkü kira bedelinin peşin alınıp alınmaması göz önüne alınmayıp vakfın menfaati göz önüne alınır.

Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; mütevelli vakıf hakkında hayırlı ve menfaatli olursa, kira bedeli peşin olarak alınsın veya alınmasın isterse o vakit icareye önceki mütevelli vermiş olsun icare akdini bozabilir. Bunu şu mesele de teyit eder: Bir mütevelli vakfın malıyla satın almış olduğu bir haneyi satsa kıymetinden fazlaya satmadıkça satışı bozabilir.

Kezâ: Haneyi satan mütevelli azledilip yerine başka bir mütevelli tayin edilse, yani tâyin edilen mütevelli ihtilâfsız hanenin satışını bozabilir.

Eşbâh'da: "Bir mütevelli bir vakfı kiraya verdikten sonra kira akdini bozsa, halbuki akdin bozulmasında vakfın menfaati bulunmasa, vakfın zararına kira akdinin bozulması câiz olmaz." diye yazılıdır. Bundan dolayı Dürer'de: "Bir mütevelli veya bir vasî bir şeyi kıymetinden ziyadeye sattığında satışı bozması caiz olmaz." diye zikredilmiştir.

"Vakıf bir araziye ağaç dikmek..." Yani bir vakıf arazinin kiracısı o araziye zarar vermemek şartıyla mütevellisinin iznini almaksızın ağaç ve üzümçubuğu dikebilir. Fakat mütevellinin izni olmaksızın orada havuz yapamaz, hafriyatta bulunamaz. Bunların yapılmasında bir zarar yoksa mütevelli izin verebilir. Meğer ki kiracının o arazide "meşedd-i müske" denilen bir hakk-ı kararı bulunsun. O takdirde vakfa zarar vermemek üzere kiracı havuz vesaire vücûda getirebilir.

Dikilecek ağaçların kiracı ile vakıf arasında ortak olmak üzere dikilmesi vakfa daha faydalı olacağından bazı yerlerde âdet olmuştur. Şübhe yok ki bu, kiracının kendi nefsi için dikmesinden daha menfaatlidir.

"Vakıf bir araziye kiracının yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç..." Yani bir vakıf arazinin kiracısı o araziye mütevellisinin iznini almaksızın kendi malıyla bina yapsa bakılır: Eğer bu binanın kaldırılması eski vakıf binalara zarar vermezse, kiracı bu binayı kaldırır. Eğer zarar verirse, kiracı kendi malını zayi etmiş olur. Bu bina kendi kendine yıkılıncaya kadar bekler, yıkılınca enkazını alır. Bu bina o vakıf arazinin başkasına kiraya verilmesinin sahih olmasına mâni olmaz. Çünkü bu binayı yapan kiracı onu kaldıramadığından yıkılıncaya kadar onda hakkı yoktur.

Bu binayı yapan kiracı ile mütevelli bu bina yıkılmış veya yıkılmamış olduğu halde iki kıymetinden en azını geçmeyen bir para ile bu binanın vakfa kalması için anlaşsalar, sahih olur. Câmiu'l-FûsuIeyn.

Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakıf bir araziyi kiralayıp üzerine gübre attıktan ve kendisi için ağaç diktikten sonra ölse, ağaçlar vârislerine kalır, bunları sökmeleri emredilir. Gübrenîn araziye vermîş olduğu kuvvetten dolayı vârisler vakıfdan bir şey isteyemezler.

"Bir mütevellinin vakıf bir araziye..." Bilmiş ol ki; vakıf bir araziye yapılan bir bina hakkında tafsilât vardır: Binayı yapan mütevelli ise bakılır: Eğer vakfın malından yapmışsa bu bina vakıf olmuş olur. Gerek vakıf için yapmış olsun, gerek nefsi için yapmış olsun, gerekse mutlak olarak yapmış olsun müsavidir. Eğer kendi malından vakıf için diyerek veya mutlak olarak yapmış ise yine bina vakıf olmuş olur. Eğer binayı yapan, vakfeden olup mutlak olarak yapmış ise, bu bina onun mülkü olur. Zahire. Eğer mütevelli kendi malından yapmış ve binaya başlayacağı zaman kendisi için yaptığını söyleyerek şâhid tutmuş ise bina kendisinin olur. Fakat binaya başlayacağı zaman şâhid tutmayıp sükût eylemişse bina vakıf olur.

Bir mescidin bahçesine dikilecek ağaçlar şâhid tutulsun tutulmasın mescide aid olur. Çünkü hiç bir kimse kendisi için mescide ağaç dikemez. Hâniyye.

METİN

Bir mütevelli vakfı oğluna kiraya verse, câiz olmaz. İmameyn için ihtilâf vardır. Kölesine kiraya verse ittifakla câiz olmaz. Oğluna veya kölesine mütevellinin vakfı kiraya vermesinin câiz olmaması mütevellinin kendisi verdiği takdirdedir. Eğer mütevellinin oğluna veya kölesine vakfı kiraya hakim verirse sahih olur. Vasî de böyledir. Vekil bunun hilâfınadır.

Bir kimse ashab-ı hadîse vakfetse, Şâfiî mezhebinden olup hadîs-i şerif talebinde olmayan kimseler o vakıfdan hisse olamazlar. Fakat hadîs-i şerîf talebinde bulunsun veya bulunmasın Hanefî mezhebinden olanlar o vakıfdan hisse alırlar.

Kabirlerin kazılması ve ölülerin kefenlenmesi için yapılan vakıf câizdir.

Sahih olan kavle göre, sûfiyye ve âmalar namına yapılan vakıf câiz değildir.

Bir kimse, vakfının mütevelliliğini evlâdından "el'erşedü fe'l erşed"e şart kılıp evlâdından ikisi erşediyette müsavî olsalar, mütevellilikte ortak olup vazifeye beraber müstahik olurlar. Ebussûud Efendi:" "ef'al-i tafdil" bire ve müteaddide şâmil olur." diye sebebini beyân ederek bu kavil ile fetva vermiştir. Zâhir olan da budur.

İs'âf'dan naklen Nehir'de zikredilmiştir ki; bir kimse, vakfının mütevelliliğini evlâdının efdal olanına şart kılıp da ikisi fazilette müsavî olsalar, mütevelliliğe yaşlı olan tâyin edilir. Eğer biri daha takva olup diğeri vakıf işlerini daha iyi bilse, mütevelliliğe hıyanetinden emin olunursa vakıf işlerini daha iyi bilen tercih edilir.

Kezâ : Mütevelliliğin erşed olana şart kılınması, efdal olana şart kılınması gibidir. Enfau'l-Mesail.

Hâkim asıl mütevellinin yanına fahri bir mutemet tayin etse, asıl mütevelli vakıf işlerinde tek başına tasarruf edebilir mi? Şarih: "Buna dair bir kavil göremedim." demiştir. Şeyhü'l-Ah: "Eğer asıl mütevellinin hıyanetinden dolayı fahri mütevelli tâyin edilmişse kendi başına tasarruf edemez. Eğer sırf mütevelliye vakıf işlerinde yardım etmesi için tâyin edilmişse asıl mütevelli kendi başına tasarrufda bulunabilir." demiştir. Bu tafsilât güzeldir.

Hâniyye ve diğer muteber kitaplara nispet edilerek Fetâvay-ı Müeyyedzâde de zikredildiğine göre, müşrif için tasarruf hakkı yoktur. Ancak vakıf malını korumak vardır.

Mütevelli vakfın tamiri için vakıf nâmına ancak hâkimin izniyle istidâne (ödünç para almak veya veresiye bir mal satın almak) yapabilir.

İZAH

"Bir mütevelli vakfı oğluna kiraya verse, câiz olmaz." Câmiu'l-Fusuleyn'de beyan edildiğine göre, bir mütevelli vakıf bir malı lehine şahâdeti kabul edilmeyen akrabasından birisine satsa veya kiraya verse, İmam Azam'a göre câiz değildir. Vasî de mütevelli gibidir.

Bir mütevelli vakıf bir haneyi bâliğ olan oğluna veya babasına kiraya verse, İmam-ı Azam'a göre câiz olmaz. Ancak ecr-i mislinden ziyade ile kiraya vermiş olursa caiz olur. Nitekim bir vasi yetimin malını bâliğ olan oğluna veya babasına satsa, İmameyn'e göre kıymetiyle satmış ise sahih olur. İmam-ı Azam'a göre de satış yetim için hayırlı ise sahih olur.

Keza: Bir mütevelli vakfı kendi nefsi için kiralasa bakılır: Eğer vakıf için hayırlı ise sahih olur. Eğer vakıf için hayırlı olmazsa sahih olmaz.

"Vasi de böyledir." Yani yetimin babası tarafından tayin edilen bir vasî, yetimin malını lehine şahadeti kabul edilmeyen, akrabasına meselâ; oğluna veya babasına satsa, bu satış sahih olur. Fakat vekil olan bir kimse, müvekkilinin malını lehine şahadeti kabul edilmeyen akrabasına satsa, bu satış sahih olmaz. Çünkü bu satışta töhmet vardır.

"Sûfiyye ve âmâlar namına yapılan vakıf câiz değildir." Bu meselede ihtilâf vardır. Örfen ihtiyaca delâlet eden bir lâfızla yapılan vakıflar sahihtir. Yetimlere, kötürümlere, amâlara, Kur'ân okuyanlara, fukahaya, ehl-i hadise yapılan vakıfların gelirleri bunlar arasında muhtaç olanlara sarf edilir. Bundan dolayı sûfiyye namına yapılan vakıflar da câizdir. Çünkü sûfiyye arasında fakirlik gâlibtir. Bazı fukahaya göre, sûfiyye adına yapılan vakıf sahih değildir. Çünkü sûfiyye nâmı altında itikatları meçhûl veya fâsid muhtelif zümreler vardır. Buna sûfiyye tâbiri ile tarikat-ı marziyye ashabının kastedilmesi adettir. Kötü hal sahipleri ise, her ne kadar kendilerine sûfiyye nâmı verseler bile hakikaten sûfiyyeden sayılmazlar. Bu bakımdan mutlak surette sûfiyye denilince bunlar dahil olmayıp vakıf sahih olur. Hakiki sûfiler o vakfa müstahik olur.

"Mütevelliliğin erşed olana şart kılınması..." Yani bir vakfın mütevelliliği vakfedenin "el erşed fel'erşed" evlâdına şart kılınmış olsa, buna vakfedenin erkek olsun kadın olsun evlâdının en ziyade reşid olanı müstahik olur. Vakfedenin evlâdından müteaddid kimseler erşediyet iddiasında bulunsalar, erşediyeti şâhid ile sabit olan mütevelli tâyin edilir. Her birînin erşediyet de müsavi oldukları şâhid ile sâbit olsa, mütevellilik kendilerine müsavî olarak verilir. Erkeklik tercihe sebep olmaz. Rüşdden maksat halinin iyi olmasından ve tasarrufunun güzel olmasından ibarettir.

"Müşrif için tasarruf hakkı yoktur." Çünkü vakfın malında tasarruf etme hakkı mütevelliye bırakılmıştır. Müşrifin vazife ve salahiyeti bulunduğu memleketin örf ve âdetine göre değişir. Vakfın malını muhafaza eden haznedar ve ambar memuru gibi kimselere müşrif denildiği gibi, mütevellinin tasarruflarını mürakabe altında bulundurmak üzere tâyin edilen kimseye de müşrif denir. Buna vakıf nâzırı da denir. Buna göre mütevelli müşrifin izni olmaksızın vakıf işlerinde tasarruf da bulunamaz.

METİN

Vakfın câbisi (tahsildarı) "vakfın gelirini ölmüş olan mütevelliye hayatında teslim ettim" diye iddia edip şâhidi de bulunmasa, yeminiyle tasdik edilir. Çünkü ödemeyi inkâr etmektedir.

Tescil edilmiş vakıfdan dönülmesi câiz değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar her ne kadar vazifeye layık kimseler olsalar bile bu şarttan dönülmesi câiz olur. Cevhere.

Cevahirü'l-Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; vakfeden bir kimse vakfiyesinde mütevelliliği hayatta oldukça kendi nefsine sonra hayatta oldukça fülan oğluna, sonra onun evlâdından pek afif ve reşid olana şart kılsa bu ibâreden "sümme ba'dehû" kavlindeki zamir oğluna raci olur, vakfedene raci olmaz. Çünkü kinaye olan zamirler vaz'ın muktezasına göre en yakın olan mercide munsarıf ve raci olur.

Yine böyle üç mesele vardır ki, bunların ikincisi ile üçüncüsünde her ne kadar zamir yok ise de bunlarda da en yakın itibar edilir.

Birinci mesele: Bir kimse "vakaftü akari hâzâ alâ Zeyd'in ve Amr'in ve nasilhî: Şu akarımı Zeyd'e, Amr'e ve onun nesline vakfettim" dese, "neslihi" kavlindeki zamir yalnız Amr'e raci olur.

İkinci mesele : Bir kimse "vakaftü akari hâzâ alâ veledi ve veled-i velediye'z-zukûri: Şu akarımı veledime ve veledimin erkek olan veledine vakfettim" dese, ibâredeki "zükûr: Erkeklik" vasfı yalnız veledinin veledine raci olur.

Üçüncü mesele: İkinci meselenin aksi ki; bir kimse "vakaftu akari hâzâ alâ beni Zeyd'in ve Amr'in; şu akarımı Zeyd'in ve Amr'in oğullarına vakfettim" dese, bu vakfa Amr'in oğulları dahil olmaz. Çünkü "beni" lafzı Zeyd'e daha yakın olduğundan ona sarf edilir.

Zamirin en yakın mercine raci olması sahih olan kavildir.

Şârih der ki: Yukarıda beyân edildiği Üzere birbiri üzerine atfedîlen cümlelerden sonra zikredilen vasıf mezhebimizin imamlarına göre son cümleye aid olur. Şâfiî mezhebine göre "sümme" ile atfedilmiş olmazsa cümlelerin hepsine aid olur.

Zeylai'nin "Muharremat" bâbında beyân edildîğine göre, fukaha: "Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden sonra zikredilen şart cümlelerin hepsine aid olur. Asıl olan budur. "demişlerdir" denilirse, "bu, tasrih edilen şart ile Allah-ü Teâlâ'nın Meşiyyetine yapılan istisna hakkındadır." diye cevap verilir. Ama bizim bahsettiğimiz sıfat ise kelâmın sonunda zikredilen sıfat olup bu sıfat ancak kendisinden önce gelen kelimeye aid olur. Meselâ: "câe Zeydün ve Amrüni'l-âlimü: Zeyd ve âlim olan Amr geldi" denildiğinde "el-âlimü" sıfatı Amr'e aid olur.

Bir kimse "beninime: Oğullarıma vakfettim" dese, bu vakfakızları da dahil olur. Fakat "benâtıma: Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakfa oğulları dahil olmaz.

Bir kimse bir akarını zürriyetine vakfetse, bu vakfa oğlunun ve kızının evlâdı dahil olur.

Bir kimse malını batnen bâde batnin (bir kuşaktan sonraki kuşağa) gibi bir tertible beyan etmeksizin zürriyet ve nesline vakfetse, bu vakfın geliri erkek ve kız evlâdı ile uzak olsun yakın olsun erkek ve kız torunları arasında biri diğeri üzerine tercîh edilmeksizin müsavî olarak taksim edilir. Hersene ölüm ve doğum olmasıyla bu vakıfdaki hissedarlar azalıp çoğalacağından bir önceki senenin taksimi bozulur. Her sene o vakfın geliri mevcud olan hissedarlar arasında taksim edilir.

Bir kimse vakfının gelirini evlâdına, sonra evlâdının evlâdına şart kılsa, fukahadan nakledildiğine göre bu vakıfda kızının evlâdı dahil olmaz.

Bir kimse "evladının çocuklarına" veya "akrabama" veya "kardeşlerime" veya "'babalarıma vakfettim" dese, bu vakıfta erkekler ile kadınlar ortak olur. Vâzıh ve menkûl olan kavil, budur.

Çok vâki olan meselelerdendir: Bir kimse bir akarını zürriyyetine "batnen ba'de batnın" diyerek tertibe vakfedip bunlardan birisi o vakfın gelirine müstahik olmadan önce çocuk bırakarak ölürse, çocuğu onun yerine geçip hissesini alsın diye şart kılmış olsa, ölen babaya verilecek olan hisse çocuğuna verilip çocuğu birinci batna ortak olur mu olmaz mı? Bu soruya Allâme-i Sübkî: "Bir çocuk birinci batna ortak olmaz." diye fetva vermiştir. Suyûtî bu fetvaya muhalefet etmiştir. Eş-bâh'ın dokuzuncu kaidesinde İbn-i Nüceym'in ifadesine göre Şuyûti'nin muhalefet edip: "O çocuk birinci batna ortak olur." diye fetva vermesinin vechini beyân etmesi vâcibdir. Fakat İbn-i Nüceym o yerden iki yaprak sonra zikretmiştir ki; bazı vakfedenler batınların arasında "sümme" atıf edatını bazıları ise "vav" atıf edatını kullanırlar. Vav kullanılan cümIelerde ortak olunur. Sümme kullanılan cümlelerde ortak olunmaz. Geniş malumat istersen Eşbâh'la Vehbâniyye şerhine müracaat et.

Vehbâniyye şarihi İmam Sübkî'den kendisine muhtaç olunan iki vak'a nakletmiştir. Uzun oldukları için burada nakledilmemiştir. Alimler vakfedenlerin şartlarını anlamakta hayrete düştüler. Fakat Allah-ü Teâlâ'nın rahmet ettiği zevat hayrete düşmediler.

Şârih: "Bir kimse evlad-ı zuhurun (öz evlâdın) dan erkek çocuklarına vakfedip kızlarına vakfetmese ve o vakfa müstahik olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse, bu çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdan olduklarından o kadının hissesi bu iki çocuğa intikal eder diye fetva verdim." demiştir. Nitekim bu mânâ İs'af ve diğer muteber kitaplardan malûm olur.

İs'âf ile Tatarhâniyye'de beyân edildiğine göre; bir kimse akibine vakfetse, bu vakfa evlâdı ve erkek evlâdının evlâdı tenasül ettikçe ebediyyen müstahik olurlar. Fakat kızlarının evlâdı müstahik olmazlar. Ancak kızların kocaları vakfedenin erkek çocuğundan olurlarsa, bu takdirde onların çocukları da o vakfa müstahik olurlar.

Nesebi baba yoluyla vakfedende birleşenler vakfedenin akibidir.

Babası vakfedenin erkek evlâdından olmayan bir kimse vakfedenin akibinden değildir.

Vasiyet bahsinde beyân edileceğine göre; bir kimse âline veya cinsine vasiyet etse, kendisine babası cihetinden nispet edilenler bu vasiyette dahil olur. Kızlarının evlâdı dahil olmaz.

Bir kadın "ehl-i beytine" veya "cinsine" vasiyet etse, kendi çocuğu vasiyette dahil olmaz. Ancak çocuğunun babası kendisinin kavminden olursa dahil olur. Çünkü çocuk babaya nispet edilir, anaya nispet edilmez.

Şârih der ki: Bu izahla bir hadisenin cevabı malûm olmuştur: Bir kimse evlâd-ı zuhuruna (erkek evlâdına) vakfedip evlad-ı butununa (kız evlâdına) vakfetmese, artık o vakfa müstahik olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse, o kadının hissesi bu iki çocuğa intikal eder; diye cevap verdim. Çünkü bu çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdandır. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.

İZAH

"Tescil edilmiş vakıfdan dönülmesi câiz değildir." Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a göre, bir vakfın vakıf olduğuna dair salahiyetli bir hâkim tarafından hüküm verilip tescil edilmeden önce, o vakıf bir vakf-ı lâzım olmuş olmaz. Fakat yukarıda geçtiği üzere fetva İmameyn'in kavline göredir.

"Vazifeye lâyık kimseler olsalar bile..." Fetâvây-ı Müeyyedzâde'de: "Müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz olur." diye beyân edilmiş olduğunu gördüm.

Hulâsa'da zikredilmiştir ki; tescil edilmiş vakıftan dönülmesi caiz değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfeden bu şartına muhalefet edebilir.

Allah'ın yardımıyla derim ki: "Müezzin ve imam gibi kimselere vakfın geliri şart kılınıp bunlar lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz olur." diye zikredilen hakikatte şarttan dönmek olmayıp şarta muhalefet etmektir. Çünkü o müezzin ve imamın azledilip yerlerine vazifeye lâyık olan müezzin ve imamın tâyin edilmesi vakıf için daha menfaatlidir. Nitekim vakfeden mütevellilikten çıkarılmamasını şart kılıp da vakfa hıyanetlik etse, şartına riayet edilmeyip mütevellilikten çıkarılır, yerine başkası mütevelli tayin edilir. Nitekim bir sene müddetten ziyade kiraya verilmemesi şart kılınan bir vakıf akarın mütevellisi bu müddetle kiraya talip bulunmayınca bunu hâkimin reyiyle daha uzun bir müddetle kiraya verebilir.

Hâsılı: Vakfeden muayyen bir şahsın imam, müezzîn veya Kur'an muallimi olmasını şart kılıp şart kıldığı şahıs vazifesini ihmal eder veya başkası o vazifeye daha lâyık olursa vakfedenin bu şartından dönmesi sahih olur. Bu dönmek hakikatte şarttan dönmek olmayıp Müslümanlara ait olan bir menfaat için o muayyen şahsı başkasıyla değiştirmektir. Bu mesele musannıfın: "Muhtar olan kavle göre, mescidin bânisinin imam ve müezzinitâyin etmesi daha evlâdır. Ancak cemaatin tâyin ettiği mescidin bânisinin tâyin ettiğinden vazifeye daha lâyık olursa başka" diye geçen meselenin benzeridir. Bununla azledebilir mi? Bunun hükmünü görmedim." diye naklettiğinin cevabı zâhir olmuştur. Yani müderris ile imamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınsa bile azledilmeleri vakfın menfaatine olursa câiz olur. Müderris ile İmamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınmış olmazsa, azledilmeleri evleviyetle câiz olur.

Vakfeden vakfiyesinde hademe-i hayrattan dilediğinin ücretini artıracağını dilediğinin ücretini azaltacağını, dilediğini vakfa sokacağını dilediğini vakıfdan çıkaracağını şart kılsa câiz olur. Bunları bir defaya mahsus olmak üzere yapabilir.

Şeyh Kâsım Fetâvâsında: "Bilhassa bir vakfın vakıf olduğuna dair hüküm verildikten sonra vakfedenin o vakıfda muteber olan bir şartı değiştirmesi, o şart yerleştikten sonra onu tahsis etmesi caiz değildir." diye beyan etmiştir. Artık sabit oldu ki; vakfedenin şartlarından dönmesi sahih değildir. Mütevellilik bu şartlardan müstesnadır. Vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılmadıkça mütevellilik hakkındaki şartları istediği zaman değiştirebilir. Bunu vakfiyesinde zikretmiş olması icab etmez. Ama diğer şartları değiştirebilmesi için vakıf yaparken vakfiyesinde zikretmesi lâzımdır. Vakfiyesinde zikrettiği takdirde de bunları bir kereye mahsus olmak üzere değiştirebilir, bir daha değiştiremez. Fakat bu şartları her istediği zaman değiştirebilmek salahiyetini kendi elinde bulunmak üzere şart etmiş olursa, bunları defalarca değiştirmesi sahih olur. Yoksa bir defa değiştirmekle salahiyeti sona ermiş olmaz. Bir de vakfın menfaati şartın değiştirilmesini gerektirirse şart değiştirilir.

"Kinaye olan zamirler vaz'ın muktezasına göre..." Yani zamirler zikredilen en yakın mercie râci olur.

Ben derim ki: Zamirler uzağa irca edilmesine bir karina bulunmadıkça vaz'ın muktezasına göre en yakına râci ve munsarıf olur. Bundan dolayı Hayriyye'de beyân edildiğine göre bir kimse bir akarını oğlu Hasan'a vücuda gelecek evladına sonra onların erkek evlâdına, sonra kız evlâdına ve kızların evlâdına vakfettikten sonra Muhammed isminde bîr oğlu olsa, daha sonra Hasan ismindeki oğlu ölse, "yahdüsü lehu" kavlindeki zamir Hasan'a râci olup Muhammed vakfın gelirinden mahrum olur mu? Çünkü zamirin en yakın mercii Hasan'dır. Yoksa "yahdüsü le-hu" kavlindeki zamir vakfedene râci olur da, Muhammed vakfa dahil olur mu? diye sorulmuş, Hanefî mezhebinden olan Mısır müftüsü Hasan Şürunbulali: "Zamir vakfedene râci olur." demiştir. Zamirin vakfedene râci olmasında basîret sahipleri şüphe etmez. Çünkü bu, vakfedenin garazına daha yakındır, lâfzın buna salahiyeti de vardır. Vakfedenlerin şartlarında beyân edildiğine göre, bir lâfız için iki ihtimal bulunduğu takdirde hangisi garaz ve maksada uygun ise, o teayyün eder. Eğer "yahdüsü lehû" kavlindeki zamir Hasan'a irca edilirse, vakfedenin öz evlâdının vakıfdan mahrum olması ve kızlarının evlâdının evlâdı vakfa müstahik olması lâzım gelir. Bu ise, vakfedenin maksadına son derece uzaktır. Bundan dolayı zamir Hasan'a değil, vakfedene icra edilir.

"Neslihi kavlindeki zamir, yalnız Amr'e râci olur." Yani vakfa Zeyd, Amr ve Amr'in nesli dahil olur, Zeyd'in nesli dahil olmaz.

İmam Hassaf: "Bir kimse "vakaftü malî hâzâ alâ Abdillâhi ve Zeyd'in ve Amr'in ve neslihimâ: şu akarımı Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve ikisinin nesline vakfettim" dese, o vakfın geliri Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve Zeyd ile Amr'in nesillerine aid olur. Abdullah'ın nesline aid olmaz." ifadesini de ziyade etmiştir.

"Erkeklik vasfı yalnız veledinin veledine râci olur." Yani cümle-i izafiyedeki vasıflar ve zamirler muzafün ileyhe ve matufun aleyhe değil, muzafa aid olur. Asıl olan budur. Çünkü kendisinden asıl bahsolunan muzaftır. Metindeki "veledime" kavli vakfedenin öz evlâdından hem erkek hem de kız çocuklarına şâmil olur. Yani bunlar vakfa dahil olurlar. "Veledimin erkek evlâdına" kavli ise vakfedenin erkek ve kız evlâdının erkek çocuklarına aid olur. Yani o vakfa erkek torunları dahil olurlar.

Vasıflar kendisini takip eden kelimeye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü akarî hâzâ alâ fukara-i evlâdı ve cîranî: Şu akarımı evlâdımın fakirlerine ve komşularıma vakfettim" dese, fakirlik yalnız evlâdda şart kılınmış olur. Komşularda şart kılınmış olmaz. Birbiri üzerine atfedilen cümleler arasındaki vasıf kendi üstündeki cümleye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü mâlî hâzâ alâ evladiye'z-zükuri ve evlâd-i evlâdî: şu malımı erkek evlâdıma ve evlâdımın evlâdına vakfettim" dese, erkeklik vasfı vakfedenin öz evlâdına mahsus olur Evlâdının evlâdına şâmil olmaz. Bundan dolayı öz evlâdının yalnız erkekleri, evlâdının evlâdının ise hem erkekleri hem de kızları vakfa dahil olurlar.

"Bu, tasrih edilen şart..." Meselâ; bir kimse, "fülanetü tâlikun ve fülanetü indahaltü'd-dâre: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de haneye girersem" dese, haneye girmek iki zevcesinin talâklarına şart olmuş olur. Yalnız matufa şart olmuş olmaz.

"Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin meşiyetine istisna..." Buna örfen istisna denilse de hakikatte şarttır. Bununla "illâ" ile istisnadan ihtiraz edilmiştir. Burada istisna ile murad "İnşaallâh" tâbiridir. Meselâ; bir kimse "fülanetü tâlikun ve fülanetü inşaallâh: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de inşaallâh" dese, iki zevcesinin talakını Allah'ın meşiyyetine tâlik etmiştir. Allah'ın meşiyyeti bizce malûm olmadığı için zevceleri boş olmaz.

Hâsılı: Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden sonra zikredilen şart istisna, vasıf İmam Şâfiî'ye göre; cümlelerin hepsine ait olur. Mezhebimizin imamlarına göre de şart ile istisna cümlelerin hepsine ait olur. Vasıf ise muttasıl olduğu son cümleye ait olur. Diğer bir rivâyete göre; cümlelerin hepsine ait olur.

"Çok vâki olan meselelerdendir." Bir kimse bir akarını evladına, sonra evlâdının bu minval üzere batınlar arasında tertiple vakfedip evlâdından çocukbırakarak ölenin hissesinin çocuğuna verilmesini, çocuksuz ölenin hissesinin derecesinde bulunanlara verilmesini, vakfın hissesine müstahik olmadan ölüp çocuğu bulunursa, onun yerine geçip onun hissesini almasını şart kıldıktan sonra on çocuk bırakarak ölse, sonra bu on çocuktan biri ölüp bir çocuk bıraksa, vakfedenin şartıyla amel edilerek ölenin sehmi çocuğuna verilir. Sonra bu on çocuktan diğer birisi ölüp bir çocuk ile kendisi hayatta iken ölmüş olan oğlunun çocuğu kalsa, bu çocuk amcasıyla beraber dedesinin hissesini alıp -çünkü vakfeden bu çocuğun derecesini babasının derecesinde kılmıştır- birinci batna yani amcasının batnına ortak olur mu? Yoksa bu çocuğa bir şey verilmez mi?

Allame-i Sübkî şöyle cevap vermiştir: Bu çocuk birinci batna ortak olmaz. Amcası kendi babasının hissesini tek başına alır. Çünkü bu çocuğun babası kendi babasının hayatında ölmüş olduğundan vakıf ehlinden değildir. Vakfedenin birinci şartıyla amel edilir. Yani bu on evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilmez. Artık bu taksimat bozulur. Bu vakfın geliri ikinci batında bulunan evlâda taksim edilir. Yine ikinci batındaki evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Bu batındaki son evlâdın hissesi çocuğuna verilmez. Bu taksimat bozulur. Bu vakfın geliri üçüncü batında bulunan evlâda taksim edilir. Bütün batınlarda bu şekilde taksimat yapılır. Nitekim Hassaf da böyle tasrîh etmiştir. Fakat Allâme-i Sübkî bu vakfın gelirini taksimat başlarken her batnın ölülerine taksim eder. Her ölünün hissesini çocuğuna verir. Hassaf ise bu vakfın gelirini taksimat başlarken batında mevcut olanların adedine göre taksim eder. Bu batındakilerin usulünü göz önüne almaz. Allâme-i Sübkî'nin söylediğinin hülasası budur.

Celâli Suyutî, Allâme-i Sübkîye muhalefet edip şöyle demiştir: Vakfedenin şartıyla amel edilerek vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğu babasının yerine geçip amcasıyla beraber dedesinin sehmine müstahik olur. Amcalarından birisi çocuksuz öldüğünde onlarla beraber onun sehmine de müstahik olur. Çünkü bu çocuğun vakıf ehlinden olmadığı kabul edilmez. Bilâkis vakfın gelirine müstahik olmadan ölen kimse vakıf ehlindendir. Zira vakıf ehli hem vakfa müstahik olana hem de vakfa müstahik olma sadedinde bulunana şâmildir. Her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna verilir.

Hâsılı: Celâlî Suyûtî, Allâme-i Sübkî'ye iki meselede muhalefet etmiştir. Birincisi babasının hayatında ölenin çocuğu birinci batınla beraber vakfın gelirine müstahik olur. İkincisi bir batın münkariz olunca taksimat bozulmaz. Nitekim her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna verilir. işin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.

 

 

 

EVLÂDA YAPILAN VAKIF HAKKINDA FASIL

 

METİN

Mevahib'de beyan edildiğine göre; bir kimse bir akarını kendi nefsine, veledine (çocuğuna), nesline ve akibine vakfetmiş olsa bu vakfın gelirini hayatta oldukça kendi nefsine, sonra veledine, sonra nesline, sonra akibine şart kılmış olur. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. Bu kaville fetva verilir. Nitekim bir kimse kendi vakfının gelirini veledi için şart kılsa câiz olur.

Vakıflarda bir defa zikredilen "veled" tabiri yalnız sulbi (öz) velede mahsustur.

Veled tâbiri erkekle kayıdlanmadıkça kıza da şâmil olur.

"Şu akarımı veledime vakfettim" diyen kimsenin bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona ait olur. Veledine vakfeden kimsenin sulbi çocukları ölünce o vakıf fakirlere ait olur. Torunlarına ait olmaz. Fakat vakfettiği zaman sulbi çocuğu olmazsa o vakıf oğlunun çocuğuna -isterse kız olsun- ait olur. Sahih olan kavle göre; kızının çocuğuna ait olmaz. İkinci batından aşağıdaki batınlara da ait olmaz. Vakfeden "veled-i veledi: Veledimin veledine" kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına ait olur. Eğer üçüncü batını ziyada ederse nesline şâmil olur. Bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar müsavî olarak ortak olurlar. Nitekim vakfeden ilk defa cemi lâfzıyla "şu akarımı evladıma" veya "veledime ve evlâd-ı evlâdıma vakfettim" dediğinde bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar ortak olur. Ancak tertibe delâlet eden bir şey zikredip mesela: "el'akrebü fel'akreb: En yakına ondan sonra gelen yakına" veya "veledime sonra veledimin veledine" veya "bir batına ondan sonraki batına vakfettim" dese, bu takdirde o vakfın geliri vakfedenîn tâyin ettiği sıraya göre taksim edilir.

Bir kimse "şu malımı evlâdıma vakfettim" deyip isimlerini teker teker söylese onlardan biri ölünce hissesi fakirlere sarf edilir.

Bir kimse vakfının gelirinin önce zevcesine, onun ölümünden sonra evlâdına şart kılıp sonra zevcesi ölse, eğer evlâdından ölenin hissesinin veledine verilmesini şart kılmamışsa ölen zevcenin hissesi vakfedenden doğan kendi oğluna mahsus olmayıp vakfedenin bütün evlâdına ait olur.

Bir kimse, "şu akarımı beninime: Oğullarıma" veya "ihvetime: Kardeşlerime vakfettim" dese, evceh olan kavle göre bu vakıfta kızlar da dahil olur. Fakat "benâtıma: Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakıfta oğulları dahil olmaz.

Bir kimse, "şu akarımı benînime: Oğullarıma vakfettim" dediği halde yalnız kızları bulunsa veya "benâtıma: Kızlarıma vakfettim" demiş olduğu halde yalnız oğulları bulunsa, bu vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü kendilerine vakfedilenler mevcut değildir. Eğer, "oğullarıma vakfettim" diyenin sonradan oğulları, "kızlarıma vakfettim" diyenin sonradan kızları olsa, vakfın geliri onlara ait olur.

Gelirin meydana gelmesinden altı aydan az müddette doğan çocuk gelirin taksiminde dahil olup hisse alır. Eğer altı ayda veya daha ziyade müddette doğarsa hisse alamaz. Ancak çocuğu, vakfedenin cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmayan talâk-ı bâinle boşanmış karısı veya âzâd olmuş ümmi veledi, boşanma ve âzâd edilme vaktinden itibaren az müddette doğurmuş olursa, çocuğun nesebi vakfedenden sâbit olacağından o çocuk vakfın taksiminde dahil olup hisse alır. Çünkü iddette cinsî yakınlık haram olduğundan şer'î şerif, gebeliğin talâk ve âzâd-dan önce olduğuna hükmeder de gelirin meydana geldiği vakitte çocuk mevcut olmuş olur. Eğer kadın talâk-ı ric'î iddetinde veya âzâd olmamış ümmi veled olmakla cinsî yakınlığı helâl olursa çocuk, gelirin meydana gelmesinden sonra mevcut olma ihtimalinden dolayı taksimde dahil olmaz. Eğer vakfeden batınlar arasında tertibe delâlet eder bir tâbir kullanmazsa, vakfın geliri yakın ve uzak batınlar arasında müsavî olarak taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" derse, dediği gibi taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" kavli vakıfta olmayıp vasiyette olur, erkek evlâtla kız evlât karışık olmayıp yalnız erkek evlât veya yalnız kız evlât olursa, erkek evlât kız evlâtla beraber, kız evlât erkek evlâtla beraber var kabul edilir, vasiyet aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcut olan erkek evlât veya kız evlât hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vârislerine aid olur. Mevcut olmayan evlâda vasiyet câiz değildir. Fakat mevcut olan vârislerin alacakları hisseler bilinsin diye mevcut olmayan evlât, erkek veya kız kabul edilmiştir.

Bir kimse "şu malımı veledime, neslime, ebediyyen tenasül ettikçe vakfettim; her ne zaman onlardan biri ölürse hissesi veled ve nesline verilsin" dese o vakfın geliri vakfedenin ölü ve diri veled ve neslinin hepsine müsavî olarak taksim edilir. Vakfedenin şartıyla amel edilerek onlardan ölenin hissesi de miras olarak veledine verilir. Eğer vakfeden "evlâdından çocuksuz ölenin hissesi kendinin üstünde bulunan kimseye verilsin" deyip halbuki kendinin üstünde bir kimse bulunmasa veya bu hususta bir şey söylemese, çocuksuz ölenin hissesi asıl gelire ait olur. Vakfedenin nesil bâki oldukça fakirlere sarf edilmez.

Nesil: Bir kimsenin erkek olsun kız olsun evladına ve torunlarına denilir.

Akib: Bir kimsenin sulbi evlâdına ve sulbî erkek evlâdının evlâdına verilen isimdir. Fakat kız evlâdının evlâdı kendisinin akibi değildir. Ancak kızlarının kocaları kendi kavminden olursa onların evlâdı da akib olur.

Bir kimsenin âlî, cinsi ve ehl-i beyti kendisine babası cihetinden İslâmiyet devrine ilk yetişmiş olan cedd-i âlâsına kadar neseb cihetiyle birleşen insanlardır. Bu cedde-i alânın Müslüman olup olmaması müsavîdir.

Bir kimsenin karabeti, erhâmı ensâbı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet olunan akrabasıdır. Fukahaya göre ana baba ile sulbî evlada ittifakla karâbet ismi verilmez. Keza İmam A'zam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; anneyle babayaher ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, evlâda her ne kadar aşağı inerse insin karabet ismi verilmez. İmam Muhammed'e göre; bunlar karabetten sayılırlar.

Vakfeden, "Şu vakfımın geliri, evlâdımın ve torunlarımın fakirlerine verilsin" diye kayıdlasa, o vakfın gelirinin meydana gelme zamanındaki fakirler itibar edilir. Buna göre, gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o vakfın gelirine müstahik olur. Burada fakir ile zekât alması câiz olan fakir murad edilmiştir.

Her hangi bir sebebden dolayı mütevelli vakfın gelirini hisse sahiblerine sarf etmeyi tehir etmekte onların zengin olanı fakir, fakir olan zengin olsa gelirin taksim edildiği zaman fakir olan gelirin meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur. Çünkü sıla kabîlinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Vakıfda hissesi olanın zengin olması veya ölmesi daha önce müstahik olduğu hakkını iptal etmez. Ama gelir meydana geldikten sonra altı aydan az bir müddette doğan çocuğun o gelirde hakkı yoktur. Çünkü bu çocuk gelirin meydana geldiği zamanda cenin olduğundan zengin gibi oldu da vakfın gelirine ihtiyacı olmadı.

Bazı fukaha ise, "bu çocuk o gelire müstahik: olur. Çünkü fakir; bir şeyi olmayan kimsedir. Ceninin de bir şeyi olmadığından fakir sayılır" demişlerdir.

Vakfeden, "şu akarımın geliri, evlad ve torunlarımın sahih olanlarına" veya "el' akrebü fel'akrebe" veya "el'ahvecü fel'ahvece" veya "evlâdıma komşu olanlara" veya "şehirde sakin olanlara verilsin" diye şart kılsa şartıyla amel edilerek o vakfın gelirine bu zikredilen şartları haiz olanlar müstahik olur. Bu vakıf meselelerinin tamamı İs'âf isimli kitap dadır. Zamanın hadiseleri kendisini vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse Hilâl ile Hassaf'ın kitaplarından kısaltılan vakıf hükümlerine mahsus İs'âf isimli kitabı mütalaaya devam etsin. Yine bu şekilde izah, önce Dımeşk'te, sonra Kahire'de bulunan Hicrî 921 tarihinde vefat eden Hanefî mezhebinden aslen Trabluslu şeyh İbrahim b. Musa b. Ebubekir'in "Mevahibü'r-Rahman şerhi Bürhan" isimli eserinde de mevcuddur. Bu Şeyh İbrahim İs'âf isimli kitabında sahibi ve müellifidir.

İZAH

"Kendi nefsine..." Metinde geçtiği üzere İmam Ebû Yusuf'a göre; bir kimsenin vakfının gelirini kendi nefsi için şart kılması câizdir.

"Vakıflarda bir defa zikredilen "veled" tâbiri yalnız sulbî (öz) velede mahsustur." Yani veledi (çocuğu), bulunursa, birinci batına mahsus olur. Diğer batınlar bu vakıfa dahil olmaz. Çünkü veled lâfzı -mânâ itibarıyla umumî olsa bile - müfreddir.

"Kıza da şâmil olur." Yani veled tâbiri oğula da kıza da şâmildir. Çünkü veled, velâdeten (doğmaktan) alınmıştır. Velâdet ise her ikisinde de mevcuddur. Dürer, İs'af.

"Bir çocuğu bulunsa..." Yani vakfedenin vakfettiği zaman bir çok çocuğu bulunup bunlar ölür, bir tanesi kalırsa veya vakfettiği zaman bir tek çocuğu bulunursa, bu iki surette bu vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Çünkü veled lâfzı muzaf olan müfred olduğundan umum ifade eder. Fakat vakfeden "şu malımı beninime: Oğullarıma vakfettim" dediği halde bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısı ona diğer yarısı ise fakirlere aid olur. Zira cem'i sigası kullanılmıştır. Vakıfta, vasiyette cem'in en azı ikidir. İs'âf'ta da böyledir. Füru bahsinde geçmiştir.

"Torunlarına aid olmaz." Çünkü bu vakfın geliri birinci batına mahsustur. Torunlar şartsız o vakfın gelirine müstahik olmazlar. Birinci batında kimse kalmayınca o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Buna "mun-katıu'l-Vasat: Ortası kesilmiş vakıf" adı verilir. Nitekim yukarıda geçmiştir.

"Oğlunun çocuğuna - İsterse kız olsun - aid olur." Yani o vakfın gelirinde oğlunun çocuğuna daha aşağıdaki batınlar ortak olmaz. Çünkü vakfedenin sulbi (öz) çocuğu bulunmadığında çocuğunun çocuğu Sulbi çocuğu gibidir. Zira çocuğunun çocuğu da kendisine nisbet edilir. Evkâf-ı Hassaf'ta beyân edildiğine göre vakfedenin sulbî çocuğu ve çocuğunun çocuğu da bulunmayıp çocuğunun çocuğu bulunsa o vakfın geliri ona ve daha aşağıdaki batınlara aid olur.

Birinci batınla ikinci batın arasındaki fark; vakfedenin sulbi evlâdı bulundukça daha aşağıdaki batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. İkinci batında çocuk bulundukça daha aşağıdaki batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. Vakıf üçüncü batına inerse, bütün batınlar o vakfın gelirine müstahik olur.

"Vakfeden" veledimin veledine "kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına aid olur." Yani vakfeden "şu malımı veledime ve veledimin veledine vakfettim" dese, bu vakfın geliri birinci batınla ikinci batına aid olur. Dürer'de beyân edildiğine göre o vakfın gelirinde birinci batınla ikinci batın ortak olur. Sulbî evlâd torunlar üzerine tercih edilmez. Çünkü vakfeden sulbî evlâdı ile torunları arasını müsavî kılmıştır. Yani vakfederken tertibe delâlet eder bir şey zikretmemiştir. Bir vakıf birinci batına vakfedilir de birinci batından kimse kalmazsa o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Birinci ile ikinci batına vakfedilir de bu batınlardan da kimse kalmazsa yine fakirlere sarf edilir. Üçüncü batına sarf edilmez. Çünkü veled cem'i kullanılmamıştır.

"Eğer üçüncü batını ziyade ederse..." Yani vakfeden "şu malımı veledime, veledimin veledine ve veledimin veledinin veledine vakfettim" dese, evlâdı, evlâdının evlâdı tenasül ettikçe ne kadar aşağı inerse insin onlardan bir kişi bûlundukça o vakfın geliri onlara sarf edilir, fakirlere sarf edilmez.

"Evlâdıma..." Yani bir kimse cem'i lâfzıyla "şu malımı evlâdıma vakfettim" dese bu vakıfta yakın ve uzak batınlar müsavî olarak ortak olur. Çünküevlâd tâbiri, torunlara da şâmildir. Dürer.

Bu kavil Hâniyye'de zikredilene muhâliftir. Şöyle ki: Bir kimse "şu arazimi evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim" deyip sonra evlâdından biri ölse, Hilâl'a göre onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Bu birinci batında bulunanların hepsi ölünce o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Vakfedenin torunlarına sarf edilmez. Dürer'de zikredilen kavil, Hulâsa'da Bezzâziye'de Hızanetü'l Fetâvâ'da, Hızanetü'l Müftîn'de zikredilen kavle muvafıktır.

Evet, Muhtar'ın şerhli el-ihtiyar'da zikredilmiştir ki; bir kimse "şu akarımı evlâdıma vakfettim" dese evlâd ismi umumî olduğundan dolayı bu vakıfta batınların hepsi dahil olur. Fakat birinci batın takdim edilir. Birinci batında kimse kalmayınca ikinci batına sarf edilir. İkinci batında kimse kalmayınca bundan sonraki yakın ve uzak batınların hepsi o vakıfta müsavî olarak ortak olurlar.

"İsimlerini teker teker söylese..." Bir kimse "şu arazimi fülan, fülan ve fülan oğullarıma, sonra fakirlere vakfettim" dese, ben derim ki: Vakfedenin dört evlâdı olup bunlardan üçünün ismini söylese, ismini söylemediği çocuğu vakıfta dahil olmaz. Vakfeden "sonra bunların evlâdına vakfettim" dese, ismini söylemediği çocuğunun çocuğu o vakıfta dahil olmaz. Fakat vakfeden "sonra evlâdımın evlâdına vakfettim" derse, ismini söylemediği çocuğunun evlâdı da vakfa dahil olur.

İs'âf'ta beyân edilen de buna delalet eder. Şöyle ki: Bir kimse "şu akarımı veledime, onların evlâdına ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" deyip onun bir çok çocukları bulunup onlardan bazısı vakfedilmeden önce ölmüş olsa, o vakıf hayatta olan evladıyla onların evlâdına yapılmış olur. Vakıftan önce ölmüş olan evlâdına yapılmış olmaz. Çünkü vakıf ancak hayatta olanlara ve sonra vücuda geleceklere yapılır, ölülere yapılmaz. Eğer vakfeden "şu akarımı veledime, veledimin veledine ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" dese, vakıftan önce ölmüş olan evladının çocukları da o vakfın gelirine müstehik olur.

Muhim füru: Bir kimse "şu malımı mevcud olan veledime ve neslime vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, "neslime" kavil ile bu veledi de bu vakıfta dahil olur.Fakat "şu malımı mevcud olan veledime ve onların nesline vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu takdirde bu veled ve bunun evlâdı bu vakıfta dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların nesline ve vücuda gelecek her veledime vakfettim" deyip sonra sulbi bir veledî vücuda gelse, bu veledi vakfa dahil olur. Fakat bunun evladı vakfa dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime, onların nesline, sonra vücuda gelecek veledimin nesline vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu veledin evlâdı vakfa dahil olur, fakat kendisi dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların evlâdının evladına ve nesillerine vakfettim" dese, "nesillerine" kavliyle evlâdının evlâdı -her ne kadar bir batın geçse bile- o vakfa dahil olur. Evkâf-ı Hassaf.

"Hissesi fakirlere sarf edilir." Çünkü bu vakıf onlardan her birine vakfedilmiştir. Eğer vakfeden evlâdının isimlerini söylemeyerek "şu evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim" deyip de onlardan biri ölse, onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Çünkü bu vakıf evlâdın hepsine yapılmıştır. Her birine yapılmamıştır.

"Gelirin taksiminde dahil olup hisse alır." Fetih'de zikredilmiştir ki; vakfın gelirinin çıktığı zamanda, annesinin karnına düşmüş olan her çocuk o gelire müstahik olur. Hatta vakfın geliri çıktıktan sonra altı aydan az müddette vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olur. Vakfın geliri çıktıktan sonra altı ayın tamamında veya daha ziyade müddetle vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olmaz. Çünkü vakfın geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette doğan çocuğun annesinin karnında bulunduğu kesinlikle bilindiği için o gelire müstahik olur. Hatta o gelir taksim edilmeden önce o çocuk ölse hissesi varislerine intikal eder.

Gelirin meydana geldiği zamandan itibaren altı aydan az müddette vücuda gelen çocuğun o gelire müstahik olması için zevceden doğması şarttır. Eğer vakfedenin cariyesi vakfın geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette bir çocuk dünyaya getirip vakfeden o çocuğun kendisinden olduğunu itiraf ve ikrar etse, o çocuk o vakfa müstahik olmaz. Çünkü vakfeden başkalarının aleyhine yani o vakfın gelirine müstahik olanların aleyhine ikrarda bulunduğundan müttehemdir. Fakat zevcenin çocuğu dünyaya gelince nesebi sâbit olur.

"Gelirin meydana gelmesinden..." Yani gelirin meydana gelmesi vakfına göre değişir. Şöyle ki: Ekilen cinsten olan gelirin meydana gelmesi ekinlerin yetişip tane tutması veya kıymet eder bir hale gelmesi ile olur. Meyvelerden ibaret olan bir gelirin meydana gelmesi, meyvelerin yetişip âfetten emin bir hale gelmesi ile olur. Kira bedellerinden ibaret bulunan bir gelirin meydana gelmesi, bu bedellere aid taksit zamanlarının gelmesiyle olur.

"Erkek için dişinin iki hissesi vardır." İs'âfda beyan edildiğine göre; bir kimse "şu akarımı batnen bade batnın: Bir batından sonraki batına erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere vakfettim" deyip o vakfın geliri meydana geldiği zaman birinci batında erkek ile kız evlad karışık olursa, vakfın geliri aralarında erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere taksim edilir. Eğer birinci batında yalnız erkek veya yalnız kız evlad bulunursa, kız evladla beraber erkek evladın bulunduğu veya erkek evladla beraber kız evladın bulunduğu farz edilmeksizin gelir aralarında müsavi olarak taksim edilir. Fakat vasiyet böyle değildir. Şöyle ki: Bir kimse "malımın üçte birini Zeyd'in evladına aralarında erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere vasiyet ettim" deyip Zeyd'in yalnız erkek evladı veya yalnız kız evladı bulunsa, erkek evladla beraber kız evladı, kız evladla beraber erkek evladı varmış gibi kabul edilip malın üçte biri aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcud olan erkek evlad veya kız evlad hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vasiyet edenin varislerine ait olur.

Vakıf ile vasiyet arasındaki fark: Vasiyet edilen üçte birin bâtıl olan miktarı vasiyet edenin varislerine miras olarak kalır. Vakıftan batıl olan miktar ise vakfedenin varislerine miras olarak kalmayıp ikinci batına intikal eder. Birinci batında bir kimse bulundukça o vakfın geliri başkasına verilmez.

"Ölenin hissesi de miras olarak veledine verilir," Yani ölen kimseye düşen hisseyi çocuğu kendi hissesi ile birlikte alır. Çünkü bu çocuk o vakfın gelirine kendi hissesi ile babasının hissesi olmak üzere iki cihetten müstahik olur.

Batınlara yapılan vakıflarda tertibe delâlet eder bir tâbir bulunursa, birinci batın münkariz olmadıkça ikinci batına o vakıftan hisse verilmez. Fakat tertibe delâlet eder tâbirden sonra vakfeden "onlardan biri çocuk bırakarak ölürse hissesi çocuklarına verilsin" diye şart kılmış olursa, bu takdirde ölenin hissesi çocuğuna - her ne kadar ikinci batında ise de - verilir. Eğer vakfeden onlardan ölenin hissesinin kime ait olacağını beyan etmese, onun hissesi çocuğuna verilmeyip asıl gelire aid olur ve o vakfa müstahik olanlara taksim edilir.

Kezâ : Onlardan çocuksuz ölenin hissesinin kime verileceği beyân edilirse, meselâ vakfeden onlardan çocuksuz ölenin hissesinin kendisinin üstündeki batna veya kendi derecesinde veya kendi derecesinden aşağıda olanlara verilmesini şart kılarsa, şartına riayet edilir. Eğer vakfeden böyle bir şart kılmazsa, onlardan çocuksuz ölenin hissesi de asıl vakfa aid olur ve o vakfa müstehik olanlara taksim edilir, fakirlere verilmez. Çünkü vakfeden birinci batının ikinci batın üzerine takdim edilmesini şart kılmıştır. Birinci batında bir ferd bulundukça o vakfın geliri ikinci batına verilmez.

Ben derim ki: Vakfeden onlardan çocuksuz ölenin hissesinin derecede ona sırayla yakın olanlara verilmesini şart kılsa -nitekim vakıflarda galip olan budur- halbuki onun derecesinde bir kimse bulunmasa hissesi asıl gelire aid olur, ölenin üstündeki batna aid olmaz. Nitekim bir çok fukaha bununla fetva vermişlerdir. Remli de onlardandır. Hangi batından olursa olsun ölene yakın olana verilmez. Nitekim diğer bir çok fukaha da bununla fetva vermiştir. Remlî yine bunlarla beraberdir. Çünkü vakfeden ölenin derecesini şart kılmıştır. Derece ehlinden da yakın olanı şart kılmıştır. O derecede bir kimse bulunmayınca şart bulunmamış olur. Artık yakınlık da lağv olmuş olur. Şartın bulunmadığı yerde ölenin hissesi asıl gelire aid olur. Çünkü vakfedenin "onlardan çocuksuz ölenin hissesinin üstündeki batna verilmesini şart kılması" kavliyle "ölenin derecesinde olanlara verilmesini şart kılması" kavli arasında fark yoktur. Kim bunun hilâfına fetva verirse Hassaf'ın nassına muhalefet etmiş olur. Bu hususta İs'âf sahibi de Hassaf'a tâbi olmuştur. Fukahadan hiç bir kimse buna muârız olan bir nakle istinad etmemiştir. Bundan dolayı mansusu aleyhe rücu etmek taayyün etmiştir. Nitekim bunu Tenkihu'l-Hâmidiyye isimli eserimde izah ettim. Bu meseleyi yazdıktan bir kaç gün sonra bana Trablus-i Şam'dan bir soru soruldu. Muhtevası şudur: Ölenin derecesinde amcasının çocukları, aşağıdaki derecede kız kardeşinin çocukları bulunuyor. Bu asırdaki fukahadan bir cemaat Fetâvâ-i Hayriyye isimli eserdeki kavle tâbi olarak "ölenin hissesi kız kardeşinin çocuklarına verilir. Çünkü bunlar her ne kadar derece itibariyle ise de, neseb itibariyle yakındır" diye fetva vermişlerdir. Ben Hamidiyye'de beyân edilene tâbi olarak: "ölenin hissesi amcasının çocuklarına verilir. Çünkü vakfeden kendilerine vakfedilenlerden çocuksuz ölenin hissesinin derece ehlinden yakın olana verilmesini şart kılmıştır. Yoksa mutlak surette yakın olana verilmesini şart kılmamıştır." diye fetva verdim.

"Karabet..." Yani bir kimsenin karabeti,erhamı, ensabı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet edilen insanlardır. Bunda mahrem olanlarla olmayanlar erkeklerle kadınlar, Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar, yakın olanlarla uzak bulunanlar müsavîdir. Ana-baba ile sulbî (öz) evlâda karabet ismi verilmez. Dedeler ile torunlar İmam Muhammed'e göre ve İmam-ı Azam'a İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre karabetten sayılırlar. Zahîr rivâyette de böyledir. Ama İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivâyete göre; karabetten sayılmazlar.

Akraba namına yapılan vakıflara vakıf zamanında mevcud olan yakınlar dahil olabilecekleri gibi vakıftan sonra vücuda gelecek yakınlar da dahil olurlar.

Bir kimse, "şu akarımı karabetime vakfettim" dese, bu vakfa bütün akrabası müsavî olarak dahil olurlar. Bu, İmameyn'e göredir. İmam-ı Azam'a göre; bunda mahremiyet aranır ve akrabalıkta yakınlık derecesine riayet edilmesi lazım gelir. Bundan dolayı mahrem olan akrabadan en yakın bulundukça onun aşağısındaki yakınına gelirden hisse verilmez.

Cem'î sıygasıyla "akrabama" veya "erhamıma" veya "ensabıma vakfettim" diye yapılan vakıfta "el akrebü fel akrab" denilmezse o vakfın geliri İmam Azam'a göre: ikiden az kimseye aid olmaz. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa gelirin yarısı ona yarısı da fakirlere aid olur. Çünkü cem'î ve tesniye sıygaları vahid için kullanılmaz. Fakat cem'î sıygası tesniye için kullanılabilir.

İmameyn'e göre ise bu vakfın geliri bir kimseye de aid olur. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa, gelirin tamamına müstahik olur. Çünkü İmameyn'e göre böyle sınırsız olan cemi'ler cins için olduğundan vahide de şâmil olur. Eğer "el akrebü fel akreb" tâbiri ilâve edilerek "şu malımı el akrebü fel akreb akrabama vakfettim" denilse, cem'i sıygası ittifakla göz önüne alınmaz. Çünkü "akreb" lâfzı müfreddir, "akrabama" tâbirini değiştirmiştir. Bundan dolayı vakfedenin en yakını bir kişi de olsa gelirin tamamına müstahik olur.

Bir kimse, "şu vakfımın geliri evlâdım ve torunlarımdan muhtaç olanlara verilsin" dese, gelirin meydana geldiği vakit onlardan muhtaç olanlara verilir. Gerek önce zengin olup sonra muhtaç olsun, gerek aslında muhtaç olsun müsavidir. Miskin ile fakire yapılan vakfın hükmü de böyledir.

"Zekat alması câiz olan fakir murad edilmiştir." İs'âf''ta beyan edildiğine göre; nafakası üzerine vacib olan zengin bir çocuğu bulunan bir kimsevakıfta dahil olmaz. Füru bahsinde geçtiği üzere bir kimse vakfının gelirini akrabasının fakirlerine verilmesini şart kılsa, onlardan fakir olanın bu vakfın gelirinden hisse alabilmesi için nafakası üzerine vâcib olan bir kişinin bulunmaması lâzımdır. Çünkü nafakası verilen bir fakir vakıf bâbında zengin sayılır. Bu hususta asıl ve kaide şudur: Küçük bir çocuk ana ve babasının veya dede ve ninesinin zengin olmasıyla zengin sayılır. Bir erkek ve bir kadın çocuklarının ve torunlarının zengin olmasıyla zengin sayılır. Bir kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılır. Mezhebimizin muhtar olan kavli budur. Hassaf: "Bana göre doğru olan kendilerine vakfedilen fakirlerin nafakaları başkaları üzerine farz olsa bile bunlara vakfın gelirinden verilmesidir." demiştir. Hilâl bunu reddetmiştir. Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.

Bir kimse, "şu akarımı evlâdıma vakfettim" dese, amme-i meşayihin kavline göre o vakfın gelirine müstahik olmada vakfedildiği güne değil gelirin meydana geldiği güne itibar edilir. Buna göre gelirin meydana geldiği günde mevcud olan çocuklar -ister vakfın yapıldığı günde mevcud olsunlar, isterse sonra dünyaya gelsinler- o vakfın gelirine müsavî olarak müstahik olurlar.

Kezâ bir kimse "şu arazimi akrabamın fakirlerine vakfettim" dese, gelirin meydana geldiği günde fakir olan -ister sonra zengin olsun, isterse daha önce zengin olsun- o vakfın gelirine müstahik olur.

Tatarhâniyye'de: "Hilal'a göre, gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o gelire müstahik olur. Bu kavil ile amel ederiz." diye beyân edilmiştir. Hâniyye'de: "Fetva bu kavil üzerinedir." denildikten sonra: "Hassaf, gelirin meydana geldiği güne değil taksim edildiği güne itibar etmiştir." diye zikredilmiştir.

Fetih'de: "Evkâf-ı Hassaf'ta: "Her hangi bir sebepten dolayı vakfın geliri taksim edilmeksizin bir kaç senenin geliri toplanıp, onlardan fakir olanlar zengin, zengin olanlar fakir olduktan sonra o gelir taksim edilse, taksim gününde fakir olana verilir. Gelirin meydana geldiği günde fakir olup daha sonra zengin olana verilmez" diye yazılı olduğu "zikredilmiştir. Buna göre metinde geçen "gelirin taksim edildiği zamanda fakir olan, meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur" ifadesi "ortak olur" ifadesi "ortak olamaz" şeklinde olmalıdır. Çünkü fetva Hilâl'in kavline göredir.

"Sıla kabilinden olan..." Vakfın geliri her hangi bir sebepten dolayı bir kaç sene taksim edilmeyip bu senelerde gelirin meydana geldiği vakitlerde fakir olan kimse, bu senelerin hepsinin gelirine müstahik olur. Müstahik olduğu geliri almakla da zengin sayılmaz. Çünkü sıla kabilinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Gelirin taksim günü gelince zengin olsa, geçmiş senelerdeki istihkâkını fakirlik sıfatıyla alır. Zira sonradan zengin olması daha önce müstahik olduğu hakkını iptal etmez. Nitekim vakfedilenlerden birisi geliri meydana geldikten sonra ölse, hissesi ölmesiyle bâtıl olmayıp varislerine miras olarak intikal eder.

"El'akrebü fel'akreb..." Yani "el'akrebü fel'akreb" diye yapılan vakıflara, akrabalık cihetinden müsavi ve müteaddid kimseler bulunursa -meşhur ve amel edilen kavile göre- akrabalığı kuvvetli olan kimse tercih edilir. Meselâ; ana - baba bir kardeş ile baba veya ana bir kardeş bulunsa, ana baba bir kardeş tercih edilir. Fakat diğer bir kavile göre; yakınlıkta akrabalığın kuvvetli ve zayıf olmasına değil yakınlık derecesine itibar edilir. Bundan dolayı geliri vakfedenin akrabasının en yakınına şart kılınmış bir vakıfta vakfedenin akrabasından ana baba bir kardeşi ile ana bir kardeşi bulunsa her ikisi müsavi olarak bu gelire müstahik olurlar. Yoksa ana baba bir kardeş tercih olunmaz. Çünkü ana baba bir kardeş her ne kadar yakınlığı kuvvetli ise de vakfedene yakınlık derecesi itibarıyla ana bir kardeş ile müsavîdir.

Vakfının gelirini kendisine insanların en yakın olanına, sonra fakirlere şart kılan bir kimsenin evlâdı ve ana babası bulunsa, evlâdı kız olsa bile vakfın geliri ona aid olur. Çünkü bir kimsenin çocuğu kendisine ana ve babasından daha yakındır. Evlâdı ölünce o vakfın geliri fakirlere sarf edilir, ana babasına sarf edilmez. Çünkü vakfeden "el'akreb fel'ak-reb" tâbirini kullanmamıştır. Eğer vakfedenin yalnız anası babası bulunsa, o vakfın geliri bunlar arasında yarı yarıya taksim edilir. Eğer vakfedenin anası ile ana bir kardeşleri bulunsa, o vakfın geliri anasına aid olur.

Eğer vakfedenin babasının babası ile kardeşleri bulunsa, gelir bir kavile göre babasının babasına bir kavile göre de, kardeşlerine aid olur. Eğer vakfedenin babası ile oğlunun oğlu bulunsa, o vakfın geliri babasına aid olur. Çünkü baba torundan daha yakındır. Eğer vakfedenin kızının kızı ile oğlunun oğlunun oğlu bulunsa o vakfın geliri kızının kızına aid olur. Çünkü oğlunun oğlunun oğlu her ne kadar asabeden olduğu cihetle vâris ise de, rahim ve derece bakımından kızının kızı daha yakındır. Vakıf ise miras kabilinden değildir. Vakfının gelirini kendisine karabet cihetinden en yakın olana şart ve tahsis eden kimsenin ana babasıyla evlâdı bulunsa, vakıfta bunların hiç biri dahil olmaz. Çünkü bunlara karabet denilmez.

"Şu vakfımın gelirini önce bana neseb veya rahim cihetinden yakın olanlara, sonra bunları takib edenlere şart kıldım" diyen kimsenin iki erkek kardeşi veya iki kız kardeşi bulunsa, o vakfın geliri ana baba bir kardeşine, sonra baba bir kardeşine sarf edilir. Bu kardeşlerden biri baba bir kardeş, diğeri ana bir kardeş olsa, İmam-ı Azam'a göre; gelir baba bir kardeşe, İmameyn'e göre; her ikisine müsavi olarak sarf edilir.

Vakfedenin ana baba bir dayısı veya teyzesi ana bir veya baba bir amcasından yakındır. Ana baba bir amcası, ana veya baba bir teyzesi veya dayısından yakındır.

Vakfedenin ana baba bir amcası veya halası ile ana baba bir dayısı veya teyzesi bulunsa, gelir İmam-ı Azam'dan bir kavile göre; yalnız amca veya halaya aid olur. Diğer bir kavile göre; bu gelire müsavî olarak ortak olurlar. İmameyn'e göre ise; bu gelire müsavî müstahik olurlar.

T E N B İ H : Yukarıda beyân edilenden malum oldu ki: "Akreb" lâfzı "akreb-i karabeti" diye kayıdlanmadıkça karabete mahsus olmaz. Meselâ: Birkimse "vakaftü akari hâzâ alâ akrabi'nnâsi minni: Şu akarımı insanların bana en yakın olanına vakfettim" dese, "akreb" lâfzı karabete de başkasına da şamil olur. Bundan dolayı bu vakıfta vakfedenin ana babası da dahil olur. Halbuki bunlar karabetten değildir. Buna göre bir kimse "şu malımı insanların bana en yakın olanına vakfettim, onlardan çocuksuz ölenin hissesi kendi derecesinde olana verilsin" dese, derecesi yakın olanlar takdim edilir. Çocuksuz ölenin derecesinde amcasının çocukları aşağı derecede kız kardeşlerinin oğlu bulunsa, o vakfın geliri amcasının çocuklarına sarf edilir. Kız kardeşinin oğluna sarf edilmez. Fakat Fetâva-i Hayriyye sahibi: "O vakfın geliri kız kardeşinin oğluna sarf edilir. Çünkü o daha yakındır. Amcasının çocukları mahrem olan rahim değildir." diye fetva vermiştir. Ama bunun hata olduğu açıktır. Çünkü akreb lâfzı karabetten daha umumî olduğundan mahrem olan rahme mahsus değildir. Nitekim daha önce geçmiştir.

"El-ahvecü fel ahvece..." Hasan b. Ziyad: "Bir kimse: malımın üçte birini karabetimden en çok ihtiyacı olandan başlanıp sırasıyla ihtiyacı olanlara verilsin, diye vasiyet edip onlar arasında meselâ yüz dirheme mâlik olan ile yüz dirhemden daha aza malik olan bulunsa, vasiyeten yüz dirhemden aza mâlik olana yüz dirheme mâlik oluncaya kadar verilir. Sonra vasiyet hepsinin arasında müsavî olarak taksim edilir." demiştir. Hassaf: "Vakıf bana göre vasiyet gibidir." demiştir. İs'âf.

"Evlâdıma komşu olanlara..." Bir kimse "şu akarımı komşularımın fakirlerine vakfettim" dese, bu vakıf İmam-ı Azam'a göre; haneleri vakfedenin hanesine bitişik olan fakirlere vakfedilmiş olur. Nitekim bir kimse malının üçte birini komşularına vasiyet etse, bu vasiyet İmam-ı Azam'a göre, haneleri vasiyet edenin hanesine bitişik olanlara yapılmış olur. Vakıf da vasiyet gibidir. Züfer'de böyle söylemiştir. Buna göre komşular namına yapılan bir vakfa vakfedenin hanesine bitişik hanelerde sakin olan hürler, köleler, erkekler, kadınlar, Müslümanlar ve olmayanların hepsi müsavî olarak dahil olurlar. Vakfedenin hanesine hanelerinin kapılarının uzak ve yakın olması müsavîdir. Mütevelli onlardan bazısına verip bazısına vermemezlik edemez. Bilâkis vakfın gelirini onların sayısına göre taksim eder. İmameyn'e göre ise bir mahallenin topladığı kimselerin hepsi komşu sayılarak o vakfa dahil olurlar. Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.

"Zamanın hadiseleri kendisine vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse..." Buradan büyu (alış-veriş) bahsine kadar olan meseleler bazı nüshalarda mevcud değildir. Bilhassa gelecek meselelerin asıl nüshada bulunmaması gerekir. Çünkü bu meselelerin vakıf bahsiyle alakası yoktur. Galiba şarih buraya kadar gelince elindeki cüz'ün sonunda bir kaç tane boş varak (yaprak) kalmış olduğundan bu meseleleri o varaklara yazmıştır. Fakat bunları kitaptan olarak yazmamıştır. Kitabı istinsah eden bu meseleleri kitaptan zannederek kitaba katmıştır.

Şârihin dâvâ bahsinde inkâr edene yemin ettirilmeyen bir kaç meseleleri zikrettikten sonra: "Uzatma korkusu olmasaydı bunları daha fazla uzatırdım." demesi ve dâvâ bahsinden önce de buna benzer bir takım meseleleri zikretmesi, bu meselelerin kitaptan olmadığına delâlet eder. Eğer bu meseleler kitaptan olsaydı şârih: "Bu meseleleri fülan mahalde zikrettim." diye beyân ederdi. Fakat şârihin kitabın sonunda: "Bu meselelerin izâhını ganimet bil. Bu, kitabın cevherlerindendir." kavil ise bu meselelerin kitaptan olduğunu gerektirir. Şu kadar var ki, bu ibâreler Zevâhirü'l-Cevahir'den nakledilmiştir. Şârihin kelâmından değildir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.

METİN

= İstitrâd: Vakıf bahsiyle ilgisi bulunmayan meseleler beyânında=

Eşbâh sahibi: "Şâhidlerin şahadetlerindeki ihtilafları şahadetlerinin kabulüne manidir. Fakat kırk iki yerde mani değildir." demiştir.

Musannıfın oğlu Şeyh Salîh'in hâşiye yazdığı Zevahirü'l-Cevahir isimli kitabın müellifine havale olunan şerh (Bahır) da şâhidlerin ihtilâfının zararı olmayan meseleler zikredilmiştir. İşte o meseleler şunlardır:

Birincisi: Şâhidlerden biri "dâvâlı üzerinde bin dirhem vardır" diye şahâdet ettiği halde diğeri "dâvâlı bin dirhem borcu bulunduğunu ikrar etmiştir" diye şahâdette bulunsa, şahâdetleri kabul edilir.

İkincisi: Bir kimse bir şahıstan iyi cinsten bir kilo buğday dâvâ edip şahidlerden biri buğdayın iyi cinsten olduğuna, diğeri iyi cinsten olmadığına şahâdet etseler, iyi cinsten olmadığına yapılan şahâdet kabul edilip onunla hükmedilir.

Üçüncüsü: Bir kimse bir şahıstan yüz altın dâvâ edip şahitlerden biri "o altın Nisaboriyyedir" diye şahâdet ettiği halde diğeri "o altın Buhariyyedir" diye şahâdette bulunup dâvâcı da "o altın Nisaboriyyedir, ayarı yüksektir" diye iddia etse, ihtilâfsız o altının Buhariyye olduğuna hükmedilir.

Dördüncüsü: Şâhidlerin hibe ile atıyye lâfızlarındaki ihtilâfları şahadetlerine zarar vermez.

Beşincisi: Şahidlerin nikâh ve tezvic lâfızlarındaki ihtilâfları da şahadetlerine zarar vermez.

Altıncısı: Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini gelirinin üçte biri Zeyd'in olmak üzere ebediyyen sadaka-i mevkûfe kıldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısını Zeyd için kıldı" diye şahadette bulunsa, üçte biri üzerine şahadet kabul edilir.

Yedincisi: Bir kimse bey bi'l-vefa (satan parayı iade ettiği takdirde satın alanın da malı geri vermesi üzerine yapılan satış) ile satmış olduğunu dâvâ edip şâhidlerden biri buna şahadet ettiği halde diğeri satın alanın onu ikrar ettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülân kadın fülan kimsenin cariyesidir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o kadın o kimsenindir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Dokuzuncusu: Bir kimse bir şahıstan mutlak surette yani ödünç veya emânetle kayıtlamayarak bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri, dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine şahadet ettiği halde diğeri bin dirhemin emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Onuncusu: Bir kimse "fülan şahıs bende olan alacağını ibra etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri ibraya şahadet ettiği halde diğeri "alacaklı alacağını hibe veya tasadduk veya helâl etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.

On birincisi: Bir kimse "fülan şahıs bende olan alacağını hibe etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri; borçlunun borçtan berî olduğuna şahadet ettiği halde diğeri alacaklının alacağını borçluya helâl ettiğine şahadette bulunsa, şâhidlikleri câiz olur.

On ikincisi: Kefil, alacaklının alacağını borçlusuna hibe ettiğini dâvâ edip şahidlerden biri hibeye şahadet ettiği halde diğeri ibraya şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur. İbra sabit olur.

On üçüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan fülan köle benimdir" diye dâvâ edip dâvâlı inkâr etse, şahid getirildiğinde şâhidlerden biri "dâvâlı köleyi ondan aldığını ikrar etmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "davâcı o köleyi dâvâlıya emânet bırakmıştır" diye şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul edilir.

On dördüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan köle benimdir" diye dâva edip şâhidlerden biri dâvâlı bu köleyi davâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "dâvâcı bu köleyi dâvâlıya emânet etmiştir" diye şahadette bulunsa, köle dâvâcıya hükmedilir.

On beşincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını hâmile kalmasına tâlik edip şahidlerden biri kadının doğurduğuna şahadet ettiği halde diğeri kadının hâmile olduğuna şahadet etse, şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.

On altıncısı: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan hâne benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri dâvâlının "o hane dâvâcınındır" diye ikrar ettiğine şahadet ettiği halde diğeri dâvâcının o hanede sakin olduğuna şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

On yedincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını doğurmasına tâlik edip şahidlerden biri zevcesinin erkek doğurduğuna, diğeri kız doğurduğuna şahadette bulunsalar, şâhidlikleri kabul edilir.

On sekizincisi: Bir kimse kölesine ticaret için izin verdiğini inkâr edip şahidlerden biri elbise ticaretine şahâdet ettiği halde diğeri gıda ticaretine şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul edilir.

On dokuzuncusu: Bir kimsenin bir malı ikrar etmesi hususunda şâhidlerden biri o ikrarın Arapça ile yapıldığına şahadet ettiği halde diğeri Farsça ile yapıldığına şahadette bulunsa, şahâdetleri kabul edilir. Talakta böyle ihtilaf kabul edilmez.

Yirmincisi: İki şâhidden biri "fülan kimse kölesine: Hürsün, dedi" diye şahadet ettiği halde, diğeri "azadsın" dedi diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Yirmi birincisi: Bir kimse zevcesine "fülanla konuşursan boş ol" deyip sonra şâhidlerden biri "kuşluk zamanında konuştu" diye şahadet ettiği halde diğeri "akşam vaktinde konuştu" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.

Yirmi ikincisi: Bir kimse zevcesine "seni boşarsam kölem hür olsun" deyip şâhidlerden biri "bugün boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dün boşadı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilip kadın boş olur ve köle âzâd olur.

Yirmi üçüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse, zevcesini elbette üç talâkla boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "elbette iki talâkla boşadı" diye şahadette bulunsa, "iki talâk boş olur" diye hükmolunur ve o kimse ri'cate mâlik olur

Yirmi dördüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse kölesini Arapçayla âzâd etti" diye şahadet ettiği halde, diğeri "Farsçayla âzâd etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Yirmi beşincisi: Şâhidler mehrin miktarında ihtilaf etseler, az ile hükmolunur.

Yirmi altıncısı: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan hanede fülan adamla olan husumet ve dâvâsına vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "o hanede hem bu hususta hem de başka hususta onu vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, her ikisi de aynı hanede vekil tâyin edildiği hususunda ittifak ettikleri için şahadetleri kabul edilir.

Yirmi yedincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan arazisini sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hastalığında vakfetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Yirmi sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse perşembe günü vasiyet etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "cuma günü vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.

Yirmi dokuzuncusu: Zeyd, Amr'den yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "Amr havale yoluyla borçludur" diye şahadet ettiği halde diğeri "kefâlet yoluyla borçludur" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuzuncusu: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı şu kadar meblâğa bir vade ile sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "vadeyi söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz birincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı üç gün muhayyerlik şartıyla fülan şahsa sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "muhayyerlik şartını söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetler kabul edilir.

Otuz ikincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı şu hane hususunda Kûfe kadısı huzurunda husumet ve dâvâya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "Basra kadısı huzurunda vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.

Otuz üçüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "olmaya musallat kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz dördüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "alacağını almaya musallat kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz beşincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hayatta iken hakkını almasını vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz altıncısı: Şahidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını taleb etmeye vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "ödeşmeye vekil tayin etti" diye şahadet etse şahadetleri kabul edilir.

Otuz yedincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını teslim almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "taleb etmeye vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "teslim almasını emretti veya teslim alması için gönderdi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.

Otuz dokuzuncusu: Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği zamanda ihtilâf etseler, şahadetleri kabul edilir.

Kırkıncısı: Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği mekânda ihtilâf etseler, şehâdetleri kabul edilir.

Kırk birincisi: Şâhidlerden biri vakfedenin sıhhat halinde vakfettiğine şahadet edip diğeri hasta halinde vakfettiğine şahadet etse, şahadetleri kabul edilir.

Kırk ikincisi: Şâhidlerden biri Zeyd'e vakfettiğine şahadet ettiği halde diğeri Amr'e vakfettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Şahıs tayin etmeleri batıl olup fakirlere vakfedilmiş olur. Bahır'da zikredilen meseleler burada sona ermiştir.

Musannıfın oğlu şeyh Salih der ki; Allah-ü Teâlâ'nın fazl-ü keremiyle Bahır'da istisna edilen meselelerin üzerine bir takım meseleler de ben ziyade ettim. Onlardan bazıları şunlardır:

Şâhidler rehinin tarihinde ihtilâf edip biri "Perşembe gününde rehin verilmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "Cuma gününde rehin verilmiştir" diye şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre bu şahadet kabul edilir. İmam Muhammed'e göre kabul edilmez. Cevahirü'l-Fetâvâ.

Şâhidler bir kimsenin bir şahısa mal ikrar ettiğinde ittifak edip fakat biri "o kimse malı ikrar ettiğinde hepimiz fülan yerde idik", diğeri "o kimse mal ikrar ettiğinde hepimiz başka bir yerde idik" diye ihtilaf etseler şahadetleri kabul edilir.

Şâhidlerden biri bu geçen meselede "o kimse o şahsa malı kuşluk vaktinde ikrar etmîştir" diye şahadet ettiği halde, diğeri "akşam vaktinde ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Bu iki suret Valvalciyye'de yazılıdır.

Nikâhı altında yalnız bir zevcesi olan bir şahıs hakkında "zevcesini boşadı" diye iki kimse şahadet edip fakat biri "fülanın kızı olan zevcesini boşadı" diye tâyin ettiği halde diğer onu tâyin etmeyip "fakat ben bilirim ve şahadet ederim ki o şahıs hâlâ nikahı altında olan fülanın kızı zevcesinden başka olan zevcesini bu boşamasından önce boşayıp hanesinden çıkarmıştır" dese, Fahruddin: "Şâhidler bir kadının talâkına şahadet edip biri kadını tâyin edip ismini söylese, diğer kadını tâyin etmese boşayan şahsın nikâhında da bir kadınları başka kadın bulunmasa, bu şahadet sahih olur." demiştir. Bu mesele Cevâhirü'l-Fetavâ'da yazılıdır.

Bir kimse bir hanenin mülkü olduğunu dâvâ ettiğinde şâhidlerden biri "bu hane onundur" veya "Onun mülküdür" diye şahadet ettiği halde diğeri "bu hane onun mülkü oldu" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Münyetü'l-Müfti.

Bir kimse bir şahıştan iki bin veya bin beş yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "o kimsenin o şahısda bin dirhem alacağı vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri bin beş yüz dirhem alacağı vardır" diye şahadette bulunsa, ittifakla bin dirhemle hükmolunur.

Şâhidler "fülan kimsenin fülan şahısta bin dirhem hakkı vardır" deyip biri "o şahıs borcunun beş yüz dirhemini ödedi" diye şahadet ettiği halde alacaklı kimse bunu inkâr etse, artık şâhidlerin bin dirheme olan şahadetleri kabul edilir. Valvalciyye.

Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan cariye benimdir" diye dâvâ edip şâhid getirdiğinde şâhidlerden biri "bu cariye dâvâcınındır. Dâvâlı bu cariyeyi dâvâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri gasbtan bahsetmeksizin "bu cariye dâvâcınındır" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Mecmau'l-Fetâvâ.

Şahidler bir sığırın çalınmış olduğuna şahadet edip fakat renginde ihtilâf etseler, İmam-ı Azam'a göre şahadetleri kabul edilir. İmameyn'e göre kabul edilmez.

Şâhidlerden biri borcun kefalet yoluyla, diğeri havale yoluyla olduğuna şahadet etseler, kefalet az olduğundan onun hakkındaki şahadet kabul edilir. Câmiu'l-Fusuleyn.

Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülane zevcesinin talâkına vekil tayin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "onunla beraber fülane zevcesinin de talâkına vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa o şahıs talâkında ittifak ettikleri kadının talâkında vekil olmuş olur.

Şâhidler, bir kimsenin vekil olduğuna şahadet edip fakat biri, "vekillikten azledildi" diye şahadette bulunsa, vekil olduğuna dair yaptıkları şahadetleri kabul edilir. Azle dair olan şahadet kabul edilmez. Ancak o şâhidle beraber başka bir şâhid de azle dair şahadet ederse, kabul edilir. Bu meseleler de Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir.

Bir kadın, "şu arazi benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri "o arazi bu kadınındır. Çünkü kocası onu mehrine bedel olarak vermiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o arazi bu kadının mülküdür. Çünkü kocası o arazinin karısının mülkü olduğunu ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Zira her satan satmış olduğu malın müşterisinin mülkü olduğunu ikrar eder. Bundan dolayı zevc, satıcı gibi olduğundan şâhidler "zevc o araziyi zevcesine mülk olarak verdi" diye şahadet etmiş gibi olurlar. Bazı fukaha "şahidlerden biri; zevc o araziyi zevcesine mehrine bedel olarak verdi, diye akit ile şahadet edip diğeri: Zevc o arazinin zevcesine mülkü olduğunu ikrar etti diye şahadet edince meşhudünbih (şahidle isbat edilen hak) muhtelif olduğundan bu şahadet reddolunur" demişlerdir.

Bu suretle şâhidin biri "zevci, zevcesine mehri yerine bu araziyi bedel verdi" diye şahadet ettiği halde diğeri "zevci, zevcesine bu araziyi mehrine bedel verdiğini ikrar etti" diye şahadette bulunsa, meşhudünbih'de ittifak ettiklerinden şahadetleri kabul edilir. Nitekim şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsa bu araziyi sattı" diye ikrar edip diğeri "sattığını ikrar etti" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Bu mesele de Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir. Şeyh Saim'in kelâmı burada sona ermiştir.

İZAH

"O altın Buhariyye'dir." Metinde zikredilen mesele gibidir: Bir kimse bir şahıstan bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "dirhemler beyazdı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dirhemler siyahdı" diye şahadetle bulunsa, dâvâcı ayarı yüksek olan dirhemi dâvâ etse ayarı düşük olan dirhem hakkındaki şahadetleri kabul edilir. Metinde zikredilen üç mesele hakkında şahadetlerin kabul edilmesinin vechi şâhidlerin meşhudü bihin mikdarında ittifak etmeleridir. Onlardan birinin bir vasıf ziyade etmesi ise şahadete zarar vermez. Eğer dâvâcı ayarı düşük olan dirhemi davâ etse, şahadet kabul edilmez. Ancak dâvâcı, davâlıyı ayarı yüksek olan dirhemden beri kılmış olursa, şahadet kabul edilir. Bu meselenin tamamı Fethü'l-Kadîr'dedir. Bahır.

"Dördüncüsü..." Şahadetler arasında mutabakatın lâfzen bulunması şart değildir. Mutabakatın mânen bulunması kâfidir. Bundan dolayı bir şahadet lâfzî, diğer şahadet lâfzının müradifi olabilir. Meselâ; dâvâcı, bir malın kendisine hibe edildiğini dâvâ edip şâhidlerden biri " o mal dâvâcıya hibe edilip teslim edilmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "atiyye olarak teslim edilmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Çünkü, hibe ile atiyye müradif lâfızlardandır.

"Üçte biri üzerine şahadet kabul edilir." Hüküm yine böyledir. Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini gelirinin hepsi Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısı Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadette bulunsa, üzerinde ittifak ettikleri yarı ile hükmolunur. Bu, dâvâcı daha çoğu iddia ettiğine göredir. Dâvâya şâhid getirildiği takdirde dâvâlının vakfı ikrar etmesi veya Zeyd'in vakıfta hakkı olduğunu inkâr etmesi veya hem vakfı hem de Zeyd'in vakıftaki hakkını inkâr etmesi arasında fark yoktur.

"Mutlak surette..." Bahır'da beyân edildiğine göre, şâhitlerden biri alacağın ödünç olduğuna, diğeri emânet olduğuna şahadet ettiği halde dâvâcı iki sebepten birini yani alacağının ödünç veya emânet olduğunu dâvâ etse, şâhitlerden birini yalanlamış olacağından bu şahadet kabul edilmez.

Keza şâhitlerden biri bin dirhemin ödünç olduğuna şahadet ettiği halde diğeri emânet olduğuna şahadette bulunsa, yine şahadetleri kabul edilmez. Zira ödünç ve emânet ayrı ayrı şeylerdir. Fakat şâhidlerden biri "dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine, diğeri emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadet etseler şahadetleri kabul edilir. Çünkü şâhidlerden her biri ikrara şahadet etmektedir. İkrar ise bir cinstir.

"Şahadetleri câiz olur." Çünkü alacağı borçluya hibe etmek veya tasadduk etmek helâl etmek onu borçtan berî kılmaktır. Fakat şahitlerden biri dâvacının bin dirhemi dâvalıya hibe ettiğine, diğeri tasadduk ettiğine şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez.

"İki talâk boş olur, diye hükmolunur." Çünkü üç talâkla boşamada "elbette" kavline ihtiyaç duyulmaz. Bunun izahı şöyledir: Üç talâk, talâk-ı bâin olduğundan "elbette" kavli geçersizdir. Bundan dolayı "elbette" kavli söylenmemiş gibi olur. Elbette kavlini ikinci şâhid söylemiş olduğundan iki şahid arasındaki ihtilâf yalnız talâkın adedi hususunda olmuştur. Buna göre şâhidlerin ikisi de zevcin zevcesini iki talâkla boşamış olduğunda ittifak etmiş olduklarından iki talâkla hükmedilir. Üçüncü talâkı şahitlerden birisi iddia ettiğinden üçüncü talâk geçersiz olur. Elbette lâfzının geçersiz olduğu gibi. Bundan dolayı talâk, talâk-ı ric'î olur. Bu şahadetin kabul edilmesi İmam Muhammed'e göredir. İmam-ı Azam'a, asla kabul edilmez. Çünkü Kâfî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse bir şahıstan iki bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri bin dirheme, diğeri iki bin dirheme şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'a göre şahadetler kabul edilmez. İmameyn'e göre bin dirhem üzerine şahadetleri kabul edilir. Buna göre şâhidlerden biri zevcin birtalâk diğeri iki talâk boşadığına veya biri bir talâk, diğeri üç talâk boşadığına şahadet etseler, İmam-ı Azam'a göre hiç boş olmaz. İmameyn'e göre bir talâk boş olur.

Bahır'da bir yaprak sonra "Kâfi'de beyan edilen mezhebin muhtar olan kavlidir." diye zikredilmiştir.

"Mehrin miktarında ihtilâf etseler..." Câmiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; şâhidler satış, icâre, talâk, mal üzerine âzâdda bedelin mikdarında ihtilaf etseler, şahadetleri kabul edilmez. Ancak nikâhta kabul edilir. Mehirde, mehr-i misle müracaat edilir. İmameyn'e göre nikâhta da kabul edilmez.

Ben derim ki: Bu mesele zevc asıl nikahı inkâr ettiğine göredir. Satış ve benzerleri de böyledir. Şârihin zikrettiği ise şâhidlerin nikâhta ittifak edip mehrin mikdarında ihtilâf etmeleri hakkındadır. Satış ve benzerlerinde şâhidlerin şahadetlerinin kabul edilmemesinin vechi: Bin lira ile yapılan akit iki bin lira ile yapılan akitten başkadır. İmameyn'e göre, nikâh da böyledir. İmam-ı Azam'a göre, nikâh bunlardan müstesnadır. Çünkü nikâhta mal (mehir) maksud değildir. Bundan dolayı mal (mehir) söylenmeksizin nikâh sahih olur. Fakat satış ve benzerleri sahih olmaz.

"Hastalığında vakfetti." Bir kimse ölüm hastalığında bir malını vakfetse, malının üçte birinden muteber olur. O vakıf terekenin üçte birinden çıkarsa, hepsi vakıf olmuş olur. Varislerin izinlerine bakılmaz. Eğer o vakıf terekenin üçte birinden çıkmayıp varislerde izin vermezlerse vakıf yalnız terekenin üçte biri mikdarı hakkında câiz olur, ziyadesi mirasa katılır, şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malını sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "şu malım ben öldükten sonra vakfolsun dedi" diye şahadette bulunsa -her ne kadar bu vakfettiği malı terekesinin üçte birinden çıksa bile -bu şahadet kabul edilmez. Çünkü ikinci şahid bunun vasiyet olduğuna şahadet etmiştir. Vakıf ile vasiyet ise ayrı ayrı şeylerdir.

"Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip..." Yani Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip iki şâhid getirdiğinde şâhidlerden biri "Amr'in alacaklısı olan Bekir Zeyd'i Amr'deki olan yüz dirhemine havale etti. Havale yoluyla Zeyd'in Amr'de yüz dirhemi vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri "Amr Zeyd'in borçlusundan dolayı bu yüz dirheme kefil olduğundan Zeyd'in kefalet yoluyla Amr'de yüz dirhem hakkı vardır" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Hâsılı yüz dirhem Amr üzerine lâzımdır. Şu kadar var ki, şahidlerden biri "yüz dirhemin Amr üzerine havale yoluyla lâzım geldiğine, diğeri kefâlet yoluyla lâzım geldiğine şahadet etmektedirler.

Câmiu'l-FûsuIeyn'de beyân edildiğine göre, şâhidler meşhudün-bih ile ilgili bir şeyde ihtilâf edince bakılır: Eğer bu ihtilâfları meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirirse, şahadetleri kabul olunmaz. Bundan dolayı gasb, cinayet, borcu ödeme gibi sırf fiilden ibaret olan yahut nikâh gibi kavil ile münakid olup sahih olmasında -iki tarafın ve şâhidlerin hazır bulunmaları gibi- fiilin şart bulunduğu hususlarda şahidlerden biri muayyen bir zamanda veya mekândaki fille, diğeri de diğer bir muayyen zamanda veya mekândaki fiille şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez. Çünkü bu ihtilâfları, meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirir. Meselâ: Şâhidlerden biri "davâlı, dâvâcının şu malını bir sene evvel gasbetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "bir ay önce gasbetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilmez.

Kezâ bir kimse, borcunu ödediğini iddia edip şâhidlerden biri "bu borcu hanesinde ödedi" diye şahadet ettiği halde, diğeri "dükkânında ödedi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilmez.

Şâhidler sırf kavil kabilinden olan alış - veriş, icâre, kefâlet, havale, vekâlet, ikrar, sulh, hibe, rehin, borç, ödünç, ibra, vasiyet, talâk, âzâd etme gibi bir muamelenin mekân ve zamanında ihtilâf etseler, bu ihtilâf meşhudün-bihin ihtilâfını gerektirmeyeceğinden şahadetlerinin kabulüne mani olmaz. Meselâ: Bir kimse bir şahıstan şu kadar dirheme bir mal satın almış olduğunu dâvâ edip teslimini taleb ettiğinde şâhidlerden biri "fülan dükkânda satın aldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "fülan hanede satın aldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Çünkü satma ve satın almanın akdine aid sözler tekrar edilebilir. Fiil ise böyle değildir.

METİN

Eşbah'da beyân edildiğine göre, sükût (susmak), nutuk (söylemek) gibi değildir. Fakat birtakım meselelerde sükût nutuk gibidir. Eşbah sahibi bunlardan otuz yedisini saymıştır.

Şârih der ki; Tenvirü'l-Besâir sahibi bu otuz yedinin üzerine iki mesele daha ziyade etmiştir. Evvelki mesele icarede sükût, rıza ve kabul sayılmasıdır. Meselâ; bir kimse hanesinde iare veya gasb yoluyla sakin olan şahsa "şu kadar kira bedeliyle hanemde otur, yoksa hanemi tahliye et" dediğinde o şahıs sükût etse, kendisine hane sahibi tarafından söylenen meblağ lâzım gelir. Musannıf bu meseleyi icare bahsinde de zikretmiştir.

İkinci mesele emânetçinin sükûtu delâleten kabul sayılır. Nitekim Bahır sahibi: "Emânetçinin yanına emânet bir mal konduğunda sükût etmesi delâleten rıza ve kabul sayılır." demiştir.

Zevahirü'l-Cevahir sahibi otuz yedi mesele üzerine birtakım meseleler ziyade etmiştir. Eşbah sahibinin "Yirmi dördüncü mesele zevcenin satması zamanında zevcin sükut etmesi o malın kendisine aid olmadığını ikrardır." dediği yerde Zevahirü'l-Cevahir sahibi de: "Zevc, bir malı satarken zevcesinin sükût etmesi ve rıza ve kabuldür." meselesini ziyade etmiştir. Çünkü Bezzâziye'de zikredilmiştir ki, bir kimse yakınının veya zevcesinin huzurunda bir akar salıp bunlar sükût etseler, sonra bunlar o akarın kendilerine aid olduğunu davâ etseler, fetva dâvâlarının kabul edilmemesi üzerinedir. Kâdîhân'da: "Sahih olan kavil, bu dâvânın kabul edilmesidir." diye beyân edilmiştir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil bulunduğunda müftünün fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır.

Şarih der ki; zikredilen meseleler üzerine Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde şu mesele de ziyade edilmiştir: Satın alan bir kimsenin, satın aldığı bir mülkte ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût ettikten sonra o mülkün kendisine aid olduğunu dâvâ etse, dâvâsı kabul edilmez. Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde beyan edilen mesele de Bezzaziye'ye nisbet edilmiştir. Cevâhirü'z-Zevâhir sahibine taaccüb olunur. Bezzâziye'nin kelâmının evveli olan zevcin satışı zamanında zevcesinin sükût etmesi kavlini zikretmiştir. Âhiri olan müteferrikattan nakledilen meseleyi terk etmiştir.

Yine Zevahirü'l-Cevâhir'de zikredilmiştir ki; bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenip çocuk doğurana kadar velisi sükût etse, sükûtu rıza ve kabul sayılır. Bu, zâhiri rivâyete göredir. Ama müftabih olan Hasan b. Ziyad'ın rivâyetine göre, nikâh mün'akid olmaz.

Muhît'te beyân edilmiştir ki; bir kimse, bir şahsı onun emri olmaksızın evlendirip insanlar o şahsı tehniye ve tebrik ettiklerinde sükûtuyla tehniye ve tebriği kabul etse, bu rıza ve kabul sayılır. Çünkü tehniye ve tebriki kabul etmesi, nikâha icazet ve izin vermesinin delilidir.

Vekâlet, sarahaten "vekil ettim" demekle sabit olduğu gibi sükûtla da sâbit olur. Bundan dolayı Zahîriyye'de: "Büyük bir kızın amcasının oğlu ona: Seni kendi nefsime tezvic edeceğim dediğinde sükût edip o do onu tezvic etse, câiz olur." diye zikredilmiştir. Bu meseleyi Bahır sahibi evliya bahsinde zikretmiştir. Vekilin sükûtu da böyledir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa "Seni vekil tâyin ettim" deyip o da sükût etse, kabul etmiş olur.

Şâhidleri ta'dil ve tezkiyede, ilim ve salâh sahiblerinin sükûtu da müstesna olan meselelerdendir. Bahır'ın şahadet bahsinde: "şâhidleri tezkiye hususunda ilim ve salah sahiblerinin sükûtuyla iktifa olunur. Onların sükûtları şahidleri tezkiye olur." diye beyân edilmiştir. Çünkü Mültekat isimli eserde beyân edildiğine göre, Leys b. Musavir isimli bir kadı, bir şâhidi tezkiye edecek olduğunda tezkiye edecek zât keyifsiz olduğundan onu ziyarete gidip şâhidin halinden sorduğunda o zât sükût etmiş, tekrar sorduğunda yine sükût etmiş, kadı: "Ben sana soruyorum, sen cevap vermiyorsun" demiş, o da: "Bizim gibilerden sizlere tezkiye hususunda sükût kifâyet etmez mi?" Yani kifâyet eder, demiştir.

Şârih der ki; bu meseleyi Eşbah sahibi kendi şerhi olan Bahır'ın şahadet bahsine nisbet ederek müstesna olan meselelerden saymıştır. Buna göre Şeyh Salîh'in tezkiye edenin ilim ve salah ehlinden olmasını kayıdlamasıyla, bu mesele zâid meselelerden olamaz.

Bir köle cuma namazı için çıktığında onu efendisi görüp sükût etse, kölenin cuma namazına çıkması helâl olur. Çünkü efendisinin sükût etmesi, razı olması demektir. Nitekim Bahır'ın cuma bahsinde de böylece zikredilmiştir.

Kınye'de beyan edilip Kadı Abdülcebbar ile Alâuddin Tercümanîden nakledilmiştir ki; bir kadın zevcine çeyizsiz zifaf olunsa, zevc çeyiz mukabilinde zevcesinin babasına göndermiş olduğu altınları taleb edebilir. Eğer çeyiz az olursa, zevc örf ve adetlerinde göndermiş olduğu altına münasib çeyiz taleb edebilir. Bu takdirde gönderilen altına münasib çeyiz gelmezse, zevc göndermiş olduğu altını gelir alabilir diye fetva verilir. İtibar zevc için yapılan çeyizedir. Kadın için yapılan çeyize bakılmaz. Eğer zevc zifaftan sonra bir müddet sükût etse, bundan razı olduğu anlaşılmış olur. Bundan sonra kendisine çeyizden bir şey yapılmamış olsa bile dâva edemez.

Bir kimse bir şahsı ibra ettiğinde ibra olunan şahıs sükût etse, bu ibra sahih olur. O şahsın kabulüne muhtaç olunmaz.

Rehin alanın rehini satarken rehin verenin sükûtu, iki rivâyetin birinde rehini iptal eder. Bunu Zeylâi ve diğer müellifler beyân etmişlerdir ve Eşbah'ın "sükût edene kavil nisbet edilmez" kaidesinin evvelinden malum olur.

Bu gibi meseleleri cem ve telif etmek sırf Hak Teâla Hazretlerinin tevfik ve inayetiyledir. Hamd-ü senâ mutlak galib ve ihsanı bol olan Allah'a mahsustur.

İZAH

"Bir takım meselelerde sükût (susmak) nutuk (söylemek) gibidir." Sükûtun nutuk gibi olduğu otuz yedi mesele şunlardır:

1 - Baliğa olan bâkire bir kızdan velisi evlendirmek için izin istediğinde kız sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.

2 - İzinsiz evlendirilen bâliğa bir kız mehrini alırken sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.

3 - Bâliğâ olmayan bir kız çocuğunu babası ve dedesinden başka velisi evlendirse, baliğa olunca nikahı bozma hakkı vardır. Bu kız bâkire olarak bâliğ olunca sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır. Bundan sonra nikâhı bozma hakkı yoktur.

4 - Evlenmeyeceğine yemin eden bir kadını babası evlendirdiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.

5 - Kendisine sadaka verilenin sükûtu kabul sayılır. Fakat kendisine hibe edilenin sükûtu kabul sayılmaz.

6 - Hibe verilen hibeyi sadaka verilen sadakayı aldığında, hibe eden ve sadaka veren görüp sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.

7 - Bir kimse bir şahsa "seni vekil tâyin ettim" deyip o da sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Reddetmesiyle vekâlet reddedilmiş olur.

8 - Bir kimse bir şahsa hitaben "senin bende bin dirhem alacağın vardır" dediğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul sayılır. Reddetmesiyle alacak reddedilmiş olur.

9 - Bir kimse, kadı veya vali tâyin edildiğinde sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Bu kimsenin bu vazifeyi reddetme hakkı vardır.

10 - Bir kimse bir malını bir şahsa vakfettiğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Reddetmesiyle vakıf reddedilmiş olur. Bazı fukaha "reddedemez" demişlerdir.

11 - Beyü't-telciede, satıcı ile alıcıdan birisi diğerine "ben bu satışı sahih kılıyorum" dediğinde diğeri sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır.

Beyü't-telcie: İki kimsenin insanların huzurunda alım-satım kastetmeksizin alış - veriş yapar görünmesinden ibarettir.

12 - Gâziler arasında malı taksim edilirken eski mâliki sükût etse, sükûtu rıza sayılır.

13 - Bir köleyi muhayyer olarak satın alan kimse, o kölenin alış-veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini düşürür. Fakat bir köleyi muhayyer olarak satan kimse, o kölenin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini düşürmez.

14 - Satmış olduğu malını hapsetme hakkı bulunan satıcı, satın alanın o malı aldığını görüp sükût etse, sükûtu -satış sahih olsun veya fâsid olsun - izin sayılır.

15 - Şüf'a sahibi şüf'a hakkı bulunan bir malın satıldığını bildiği zaman sükût etse, sükûtu şuf'a hakkını düşürür.

16 - Bir efendi kölesini alış - veriş yaparken görüp sükût etse, sükûtu bu alış verişinden sonraki ticaretlerde izin sayılır. Bu alış verişine izin sayılmaz.

17 - Bir efendi kölesine ticaret için izin vermeyeceğine yemin edip kölesinin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse zahirir-rivâyete göre yemini bozulmuş olur.

18 - Bir köle, satılırken veya rehin verilirken veya bir cinayete karşılık verilirken boyun büküp sükût etse, eğer kölenin aklı eriyorsa, sükûtu köleliğini ikrar sayılır. Fakat köle icareye verilirken veya satışa arzedilirken veya evlendirilirken sükût etse, sükûtu köleliğini ikrar sayılmaz.

19 - Bir kimse "fülan şahsı hâneme indirmeyeceğim" diye yemin edip o şahıs onun hanesine indiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur. Eğer o şahıs onun hanesine inince ona "hanemden çık" deyip o da çıkmayı kabul etmese, bunun üzerine yemin eden kimse sükût etse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü inme fiili, devam eden fiillerdendir. Bundan dolayı inme fiilinin devamı için ibtida hükmü vardır. Çıkma fiili böyle değildir. Çünkü çıkma fiili evin içinden dışına ayrılmaktan ibarettir.

20 - Zevc, zevcesi doğurduğunda çocuktan dolayı kendisini tebrik ettiklerinde sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Sonra o çocuğun nesebini nefyetmeye mâlik olamaz.

21 - Efendi, ümmi veledi doğurduğunda sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Fakat cariyesi doğurduğunda sükût etse, bu sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılmaz.

22 - Bir kimse bir malı satın almadan önce o malın kusurlu olduğu kendisine haber verildiğinde sükût etse, bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu kusura rıza sayılır. Eğer haber veren fâsık ise, sükûtu kusura rıza sayılmaz. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre haber veren fâsık olsa bile sükûtu kusura rıza sayılır.

23 - Bâliğa olan bâkire bir kıza velisinin kendisini evlendirdiği haber verildiğinde sükût etse bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu nikaha rıza sayılır. Haber veren fâsık ise sükûtu nikâha rıza sayılmaz. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre, haber veren fâsık olsa bile sükûtu nikâha rıza sayılır.

24 - Bir kimse, zevcesi veya yakını bir akar satarken sükût etse, sükûtu bu akarın kendisine aid olmadığını ikrar sayılır. Semerkant âlimleri bununla fetva vermişlerdir. Buhara âlimleri buna muhalefet etmişlerdir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil bulunduğunda müftinin fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır. Nitekim şârih bunu zikredecektir. Fakat metinler, Semerkant âlimlerinin kavline göredir.

25 - Bir kimse akrabası olmayan bir şahsın bir malı veya bir haneyi sattığını gördüğünde sükût ettiği gibi o malı satın alanın o mal veya o hanede tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sükûtu o malın veya o hanenin kendisine aid olduğunu dâvâ etme hakkını düşürür. Fakat bir kimse zevcesini veya yakınını bir mal satarken görüp sükût etse, bu sükûtundan sonra o malın kendisine aid olduğunu dâvâ edemez.

26 - İnan ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız nefsim için satın alıyorum" dediğinde ortağı sükût etse, bu cariye ortak olmayıp satın alanın olur. Ama mufavaza ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız kendi nefsim için satın alıyorum" dediğinde ortağının mutlaka sözle kabul etmesi lâzımdır.

27 - Muayyen bir şeyi satın almaya vekil olan bir kimse müvekkiline "o malı kendi nefsim için satın almak istiyorum" deyip o malı satın alsa, kendi nefsi için satın almış olur.

28 - Aklı eren küçük bir çocuğun velisi onun alış - veriş yaptığını görüp sükût etse sükûtu izin sayılır.

29 - Bir kimse tulumunun başkası tarafından delinip içinde olanın aktığını gördüğü halde sükût etse, sükûtu rıza sayılır. Fakat bu meseleye yine Eşbah'ta olan şu mesele ile itiraz edilmiştir: Bir kimse malının başkası tarafından telef ve zâyi edildiğini görüp sükût etse, sükûtu malının telef ve zâyi edilmesine izin sayılmaz.

30 - "Köleme hizmet ettirmeyeceğim" diye yemin eden kimse, kölesine hizmet etmesi için emir etmeksizin ve onu hizmetten nehyetmeksizin kölesi kendiliğinden ona hizmet ettiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.

31 - Bir kadın kızının çeyizine babasının eşyalarından bazı şeyler koyarken kızın babası sükût etse, o verilen şeyleri geri alamaz.

32 - Bir ana kızının çeyizi için mutad olan şeyi harcayıp kızın babası sükût etse, ana harcadığını ödemez.

33 - Bir kimse üzerinde zinet bulunan bir cariyeyi satıp bu zinetin müşterinin olmasını şart kılmayıp, müşteri bu cariyeyi teslim alıp götürürken satan kimse sükût etse, sükûtu bu zineti teslim gibi olur da zinet müşterinin olur.

34 - Bir talebe hocasına ders okurken hocası sükût etse, sükûtu esah olan kavle göre takriri yerindedir.

35 - Dâvâlı, 'bir özrü bulunmadığı halde sükût etse, sükûtu inkar sayılır. Bazı fukaha: "Dâvâlının sükûtu inkâr da ikrar da sayılmayacağından hapsedilir." demişlerdir. Bu kavil, İmam Ebû Yusuf'un kavlidir. Nitekim bir davâlı "ikrar da etmiyorum, inkar da etmiyorum" dediği zaman hapsedilir. Bahır sahibi bu kavil ile fetva vermiştir.

36 - Tezkiye edenden şâhidin hali sorulduğunda sükût etse, sükûtu şâhidin âdil olduğunu itiraf sayılır.

37 - Rehin veren kimse, kendisine rehin verilen şahsın rehin aldığını görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılır.

Rehin alan, rehin verenin rehni sattığını görüp sükût etse, sükûtu bir rivâyete göre rehni iptal etmediği gibi rıza da sayılmaz. Diğer rivâyete göre rehni iptal ettiği gibi rıza da sayılır.

Bilmiş ol ki; Eşbah'ın ibâresinde: "Rehin veren rehni" satsa" diye zikredildiği halde, şârihin ibaresinde: "Rehni alan rehni satsa" diye zikredilmiştir. Bilindiği gîbi hangisi satarsa satsın hüküm değişmez. Çünkü rehin veren ile rehin alandan birisi diğerinin rızası olmaksızın rehni satamaz.

T E T İ M M E: Fukahadan bazıları: "Vasîlerden biri veya varislerden biri cenazeyi kabire kadar taşıyacak bir kaç kimseyi ücretle tuttuğunda diğer vasîlerin veya varislerin bunu önlemeye kudretleri bulunduğu halde sükût etseler, bid'at ve münker üzerine sükût etmeleri rıza sayılır." demişlerdir.

Bir kimse bir şahsı vasî tâyin edip o şahıs o kimsenin hayatında sükût edip o kimse ölünce o şahıs onun terekesinin bir kısmını satsa veya onun borcunu ödese, bu hareketi vasîliği kabul sayılır.

Bir kadın zevcinin pamuğunu eğirirken veya onun ipini dokurken zevci görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılacağından zevcesine pamuğun veya ipliğin kıymetini ödettiremez.

Kezâ: Yoğrulmuş bir hamuru veya yatırılmış bir koyunu bir kimse gelip sahîbinin huzurunda hamuru ekmek yapsa veya koyunu kesse, sahîbinin sükûtu delâleten emir sayılır.

METİN

= İnkar edene yemin ettirilmeyen yerler beyânındadır =

Eşbâh'ta: "Otuz bir meselede inkar edene yemin ettirilmez." diye zikredilmiştir. Musannıf inkâr edene yemin ettirilmeyen yerleri dokuz meseleye kısaltmıştır.

Hâniyye'de beyân edilmiştir ki; bu otuz bir meselenin bazısında ihtilâf bazısında ittifak vardır. Onlardan dokuzu kıza olarak beyân edilmiştir.

"Bir kimse küçük veya büyük kızını evlendirdi" diye dâvâ edildiğinde o kimseye yemin ettirilmez. İmameyn'e göre, küçük kız hakkında babaya yemin ettirilir.

"Fülan efendi fülane cariyesini evlendirdi" diye dâva edildiğinde efendiye yemin ettirilmez.

Alacaklı bir kimse bir şahsa "sen ölen falan adamın vasîsisin. O sana borcunun ödenmesini vasiyet etti. Terekesinden benim alacağımı ver" diye dâvâ edip o da inkar etse, yemin ettirilmez.

Şahidi bulunmayan alacaklı bir kimse, vasiliği sâbit olan bir vasiye "seni vasî tayin edip ölen fülan adamda şu kadar meblâğ alacağım vardır" diye dâvâ ettiğinde vasî, ölen adamın borçlu olduğunu inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez.

Bir vekil aleyhine dâvâ açıldığında vekil, vekil olduğunu inkâr etse veya dâvâ edilen şeyi inkâr etse, bu iki meselede -vasi gibi - kendisine yemin ettirilmez.

Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki kimseden her biri ondan satın almış olduğunu dâvâ edip o şahıs da onlardan birine sattığını ikrar edip diğerine sattığını inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü o şahıs o şeyi onlardan birine sattığını ikrar edince o şey ikrar ettiği kimsenin olur. Yemin ettirildiği takdirde yemin etmese, o şey diğer kimseye verilemez. Buna göre yemin ettirilmekte bir fayda yoktur. Eğer o şahıs o şeyi onlara sattığını inkâr edip kadı onlardan fülana satmadığına dair yemin etmesini teklif ettiğinde yemin etmese, aleyhine hükmedilip o şey elinden alınır ve diğeri için tekrar yemin ettirilmez.

İki kimseden her biri bir şahsın elinde bulunan bir şeyi kendisine hibe edip teslim ettiklerini dâvâ ettiklerinde o şahıs onlardan biri için ikrar etse, diğeri için yemin ettirilmez. Eğer "onlardan fülanın hibe etmediğine dair yemin et" denildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.

İki kimseden her biri bir şahsın kendilerinden bir şeyi rehin olarak aldığını dâvâ edip o şahıs da birinden rehin aldığını ikrar etse veya birinden rehin almadığına dair yemin etmesi teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.

Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki kimseden biri ona rehin olarak teslim ettiğini, diğeri ondan satın aldığını dâva edip o şahıs da rehni ikrar edip satmayı inkâr etse, kendisine müşteri için yemin ettirilmez. Eğer bu rehinle satın almayı dâva edenlerden biri icareyi, diğeri satın almayı davâ edipdâvalı icareyi ikrar edip satmayı inkâr etse, kendisine satın almayı dâvâ eden için yemin ettirilmez. Satın almayı dâva edene "dilersen icare müddeti bitinceye kadar veya rehin kurtuluncaya kadar sabret, dilersen satışı feshet" denir.

Bir malı iki kimseden biri sadaka olarak teslim aldığını diğeri satın aldığını dâvâ edip, dâvâlı bunlardan birini ikrar etse, kendisine diğeri için yemin ettirilmez.

İki kimseden her biri bir akarın kendisine kiraya verildiğini davâ edip dâvalı bunlardan birine ikrar etse veya bunlardan birine kiraya vermediğine dair yemin etmesi teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez. Fakat iki kimseden her biri bir şahsın elinde bulunan bir malı kendisinden gasbettiğini dâva edip o da birine ikrar etse veya bunlardan birinden gasbetmediğine dair yemin teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilir. Nitekim onlardan her biri o malı o şahsa emânet verdiğini dâvâ edip dâvâlı birinin emâneti olduğunu ikrar etse, diğerinin emâneti olmadığına dair yemin ettirilir. İâre de böyledir. Yemini şöyle yapar: "Vallâhi zimmetimde şu cinsten bir mal veya o malın kıymeti yoktur." der.

Satan bir kimse sattığı bir malın kusuruna "müvekkil razı olmuştu" diye dâvâ etse, vekiline yemin ettirilmez. Dâvâlı, dâvâcıyı nikâha vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez.

Sanatkâr ile iş yaptıran, anlaştıkları işde ihtilâf etseler hiç birine yemin lâzım gelmez.

Bir sanatkâr bir kimseyi "bana şu işi yaptırdın" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.

Otuz birinci mesele: Bir kimse bir şahsı "ben senin fülan gaib adama olan borcunu almaya ve husumete onun tarafından vekilim" diye dâvâ edip o da inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre borçluya yemin ettirilmez. İmameyn'e göre ettirilir. Bazı fukaha böyle beyân etmişlerdir. İmam-ı Hulvanî: "Bütün fukahanın kavilleri üzere yemin ettirilir." demiştir. Hâniyye'den nakledilen burada son bulmuştur.

Bahır'ın otuz birinci meselesinde "yemin ettirilmez" diye zikredilenden mâlum oldu ki Hulâsa'nın: "Herhangi bir yerde dâvâlı bir şeyi ikrar ederse, o şey kendisine lâzım olur. O şeyi inkâr ederse kendisine yemin ettirilir. Ancak üç yerde ettirilmez." beyânı kusurludur. Çünkü Hulâsa sahibi yemin ettirilmeyen yeri üçe kısaltmıştır.

Üçten birincisi: Satın almaya vekil olan bir kimse, satın aldığı malda bir kusur bulup kusuru sebebiyle onu geri vermek istediğinde satıcı, vekile "müvekkilinin bu ayıba razı olmadığına Allah-ü Teâlâ'ya yemin et" diye yemin arz edemez. Eğer vekil müvekkilin o kusura rızasın ikrar ederse, o şey kendisine lâzım gelir ve geri verme hakkı da bâtıl olur.

İkincisi: Satıcı müvekkile "o kusura razı oldun" diye dâvâ etse, müvekkile yemin ettirilmez. Eğer müvekkil ikrar ederse, o şeyi kusuruyla kabul etmesi kendisine lâzım gelir.

Üçüncüsü: Bir alacağa vekil olan kimseye, borçlu "senin müvekkilin benim zimmetimi alacağından berî kıldı" diye iddia edip vekile mâlumu olmadığına dair yemin arz edecek olsa, vekile yemin ettirilmez. Eğer vekil müvekkilinin borçlunun zimmetini alacağından berî kıldığını ikrar ederse, kendisine o ikrarın muktezası lâzım gelir ki, onunla muhasama edemez. Yoksa müvekkile vekilin ikrar ettiği şey sâbit olmaz. Hulâsa'nın kelâmı burada sona ermiştir.

Bahır sahibi. "Zikredilen otuz bir mesele üzerine ben de ziyade ettim." demiştir:

Satıcı kusurun o anda mevcud olduğunu inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre yemin ettirilmez. Eğer kusurun hâla mevcud olduğunu ikrar ederse, hıyar-ı ayıbda geçtiği üzere kendisine lazım gelir.

Şâhid şehâdetinden döndüğünü inkâr ederse, yemin ettirilmez. Eğer döndüğünü ikrar ederse, şehâdeti sebebiyle telef olan malı öder. Hırsız hırsızlığını inkâr ederse elinin kesilmesi için yemin ettirilmez. Fakat çalınan malın isbatı için yemin ettirilir. Eğer hırsızlığı ikrar ederse eli kesilir. Bundan dolayı İsbîcabî: "Baba sabînin malına vasî yetimin malına, mütevelli mescidin ve evkafın malına hıyanet etti diye dâvâ edilirse bunlara yemin ettirilmez. Ancak bunların aleyhine akid dâvâ edilirse bu takdirde kendilerine yemin ettirilir." demiştir. Bahır'ın kelâmı burada sona ermiştir.

Eşbah sahibinin zikrettiği meseleler üzerine şu meseleler da ziyade edilmiştir:

Birincisi: Bir kimse bir şahıstan bir şey dâvâ edip yemin etmesini istediğinde dâvâlı, "o şey benim küçük oğlumundur" dese, yemin ettirilmez.

Fetâvây-ı Fazli'de zikredilmiştir ki; bütün fukahanın kavilleri üzerine, o şahısa yemin lâzım gelir. Artık yemin teklif edildiğinde yeminden çekinirse, davâ edilen şey arazi olduğu takdirde arazi davâcıya hükmedilir. Sonra çocuk baliğ olduğunda dâvâcıyı tasdik ederse, onun dediği gibi olur. Eğer onu yalanlarsa, baba arazinin kıymetini dâvâcıya öder. Arazi dâvâcıdan alınıp çocuğa verilir. Bu mesele, bir şahsın inkâr edeceği veya tasdik edeceği bilinmeyen gâib bir kimse için bir şey ikrar etmesi gibidir. İkrar eden şahsa yemin arz edilir. Yeminden çekinirse, aleyhine hükmedilir. Gaib olan kimsenin gelmesi beklenir. Gelince ikrar edeni tasdik ederse ne alâ; tasdik etmezse o şey kendisine verilir. O şeyin kıymetini davâ edene öder. Bu mesele Bahır'da: "Küçük çocuğun malı hususunda babaya yemin ettirilmez." meselesine râcidir. Çünkü baba arazinin küçük çocuğa aid olduğunu ikrar edince arazinin çocuğun malı olduğu ortaya çıkmış olur. Fakat bunda teemmül vardır. Musannıfın yukarıda geçen kavli muhakkak küçük çocuğun malı olduğuna göredir. Bu meselede ise küçük çocuğun malı olduğu ancak babanın ikrarıyla sâbit olur. Zira ikrarı dâvâyı kendinden defetmeye çare olabilir.

İkincisi: Bir kimse bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar etse yemin ettirilmez.

Nevâzil'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar edip hanenin küçük oğluna aid olduğunu ikrar etse, şuf'a dâvâ edenin o hanenin satılmış olduğuna dair şâhidi bulunmasa, satın alan kimseye yemin ettirilmez. Çünkü oğluna ikrarı kendisine lâzım geldiğinden bundan sonra başkasına ikrarı câiz değildir.

Üçüncüsü: Bir kimsenin elinde bir köle veya bir cariye veya bir elbise bulunup bir şahıs onun kendilerine aid olduğunu iddia edip o kimseyi hâkimin huzuruna çıkarttıklarında onu dâvâcılardan birine ikrar etmekle diğeri yemin ettirmek istese bakılır: Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o şeyin kendisine nereden kaldığını söylemeksizin kendisinin mülkü olduğunu dâvâ etse veya o kimseden satın aldığını dâvâ etse, o kimseye yemin ettirilmez. Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o kimsenin o şeyi kendisinden gasbettiğini iddia ederse, o kimseye yemin ettirilir. Çünkü o kimse yemin etmeyip gasbı ikrar ederse, kendisine o şeyi ödemesi lâzım gelir.

Dördüncüsü: Bir baba küçük oğlu için bir hane satın alıp sonra paranın mikdarında şüf'a sahibiyle ihtilâf etseler, babanın sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim mezhebin kitablarının çoğunda böyle beyân edilmiştir.

Beşincisi: Bir hırsız eli kesildikten sonra çalınan malın telef ve zâyi olduğunu, mal sahibi ise onun yanında mevcud olduğunu iddia etseler hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir. Ebu'l-Leys Nevâzil'inde zikretmiştir ki; Ebu'l-Kasım'a "Bir hırsız eli kesildikten sonra çalınan mal telef ve zâyi olsa öder mi?" diye sorulmuş, o da: "Ödemez o mal gerek el kesilmeden önce telef ve zâyi olsun, gerekse kesildikten sonra telef ve zâyi olsun hüküm birdir." demiştir. Yine Ebu'l-Kasım'a "Hırsız, çaldığı malı; telef ve zâyi ettim, deyip mal sahibi; telef ve zâyi etmedin, mal senin yanında mevcuddur, diye iddia etse hırsıza yemin ettirilir mi?" diye sorulmuş, o da: "Hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir." diye cevap vermiştir.

Altıncısı: Bir kimse bir şahsa bir şey hibe edip sonra hibesinden dönmek istediğinde o şahıs hibenin telef ve zâyi olduğunu iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim Hâniyye'de ve diğer mu'teber kitablarda böyle beyân edilmiştir.

Yedincisi: Bir kimse bir şahsa, "Sen fülan ölünün vasîsisin" diye dâvâ ettiğinde o şahıs inkâr etse yemin ettirilmez.

Sekizincisi: Bir kimse bir şahsa, "sen fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Bu iki mesele Bezzâziye'de zikredilmiştir.

Dokuzuncusu: Hibe eden, "ıvazı şart kıldım" deyip kendisine hibe edilen "şart kılmadın" diye iddia etse kendisine hibe edilenin sözü yeminsiz kabul edilir.

Onuncusu: Bir köle bir şey satın aldığında satıcı "senin ticaret için iznin yoktur" deyip köle de, "benim iznim vardır" dese, kölenin sözü yeminsiz kabul edilir.

On birincisi: Bir köle başka bir köleden bir şey satın alıp biri, "benim ticaret için iznim yoktur" deyip diğeri, "senin ve benim ticaret için iznimiz vardır" dese izin iddia edenin sözü yeminsiz kabul edilir.

On ikincisi: Bir hakim yetimin malını sattığında müşteri kusurundan dolayı malı hâkime geri verecek olduğunda hakim "sen beni malın kusuru dâvâsından berî kıldın" dese, hâkimin sözü yeminsiz kabul edilir. Keza; bir kimse, hâkim tarafından yetimin arazisinin kendisine icareye verildiğini dâvâ ettiğinde, hâkime yemin ettirecek olsa ettiremez. Çünkü, hâkimin sözü hüküm olduğundan hâkime yemin ettirilmez. Kezâ hâkimin aleyhine dâvâ edilen her şeyde hâkime yemin ettirilmez.

On üçüncüsü: Bir baba kızının mehrini kocasından taleb etse, eğer kızı küçük veya büyük olup bâkire ise onun mehrini taleb edebilir. Baba ile zevc kızın bekâretinde ihtilâf edip zevc "duldur" diye iddia edip delili bulunmadığından hâkimden babasından kızının dul olduğunu bilmediğine dair yemin etmesini istese, İmam Ebû Yusuf'a göre; yemin ettirilir. Hassaf "yemin ettirilmez" diye zikretmiştir. Nitekim bir alacağı almaya vekil olan kimseye borçlu, alacaklı kendisini berî kıldığını dâvâ edip vekil inkar etse, yemin ettirilmez. Bu meselede de hüküm aynıdır. Zahiriyye.

İZAH

"Dokuz meseleye kısaltmıştır." Dâvâ bahsinde gelecektir ki; zevcin veya zevcenin inkâr ettikleri nikâhda, iddetten sonra inkâr ettikleri ric'atta, müddetten sonra iladan inkâr ettikleri fey ve rücu'da, cariyenin ümmi veled dâvâsında, bir kimsenin meçhûl olan bir şahsa, "bu benim kölemdir" veya "oğlumdur" diye dâvâsında had ve lianda yemin yoktur. Fakat müftâbih olan kavle göre; bunların hepsinde yemin vardır. İmam-ı Azam'ın kavline göre bu dokuz yerde yeminin olmaması müftâbih olan kavle muhâliftir.

"Müvekkil razı olmuştu." Yani bir kimse satın almaya vekil olan bir şatışa mal satıp sonra vekil satın aldığı malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı vekile, "müvekkilin bu kusura razı olmuştu" diye iddia etse, vekil yemin ettirilmez. Bu meselenin şöyle olma ihtimali de vardır: Müvekkil satın alınan malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı müvekkile, "sen bu kusura razı olmuştun" diye iddia etse, müvekkile yemin ettirilmez. Layık olan bunun başka bir sûret sayılmasıdır. Çünkü Hulâsa'da bunlar iki sûret kılınmışlardır. Nitekim gelecektir.

"Nikâha vekil tâyin ettiğini..." Bir kimse bir şahsı evlendirdiğinde o şahıs o kimseyi kendisini evlendirmesi için vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez. Çünkü bu, hakikatte nikâhı inkârdır.

"Hiç birine yemin lâzım gelmez: Çünkü selâm bahsinin sonunda beyân edildiğine göre; sanatkâr, işi anlaştıkları gibi yapmış olsa bile iş yaptıran onualıp almamakta muhayyerdir. İhtilâf ettikleri takdirde evleviyetle olmayabilir.

"Borçluya yemin ettirilmez." Çünkü borçluya yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, borcunu vekile vermesi lâzım gelir. Bu ise zararlıdır. Çünkü müvekkil gelince vekili tasdik etmezse ve vekile verilen borç onun yanında kusuru olmaksızın zâyi ve telef olmuş olsa aleyhine zâyi olmuş olur.

"Bunların aleyhine akid dâvâ edilirse..." Mesela: "mütevelli vakfın malını" veya "baba küçük çocuğun malını kiraya verdi" diye dâvâ edilip bunlar da inkâr ederse, kendilerine yemin verilir.

"Gâib bir kimse için bir şey ikrar etmesi gibidir." Yani bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir malın kendi mülkü olduğunu davâ edip dâvâlı o malın inkâr edeceği veya tasdik edeceği bilinmeyen gaib bir adamın malı olduğunu ikrar etse, kendisine yemin ettirilmez.

Hâsılı; Bir dâvâcı, dâvâsını şâhid ile isbattan aciz olunca onun talebiyle dâvâlıya yemin ettirilir. Bu, bir yemin ettirme meselesidir ve bir kâide-i esasiyyedir. Fakat bu kâideden bazı meseleler müstesnadır: Bir kimse bir şahıstan, "sen fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o şahıs da inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü bu yeminde bir fâide yoktur. Zira vekil kendisini vekaletten azledebilir. Bu inkar ise bir azil ve istifa demektir. Eğer yeminden çekinmesi ikrar sayılsa, onun bu ikrarı başkası hakkında muteber olmaz.

Kezâ: İki kimseden her biri bir şahsın elindeki bir malı o şahıstan satın alınış olduğunu dâvâ edip o şahıs bu malı bunlardan birine sattığını ikrar edip diğerinin dâvasını inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü kendisine yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, bu bir ikrar olacaktır. Halbuki bu ikrar evvelki ikrar ettiği kimsenin aleyhine muteber olmaz.

İki kimseden her biri bir haneyi kiraladığını dâvâ edip hane sahibi bunlardan birinin dâvâsını ikrar ve tasdik etse, artık diğerinin dâvâsını inkardan dolayı kendisine yemin ettirilmez. Çünkü bu yeminden çekinse bu, diğerinin aleyhine ikrar olacaktır. Bu ikrar ise muteber olmadığından bir faide yoktur.

Satıcı ile alıcı satılan malın parasının vadeli olup olmamasında veya şart-ı hıyarda yani satıcının şu kadar gün muhayyer olup olmadığından paranın tamamen veya kısmen ödenip ödenmediğinde ihtilâf etseler, bu üç surette inkar edene yemin ettirilir.

METİN

On dördüncüsü: Bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip satıcı da, "bunun zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, sözü yeminsiz kabul edilir. Siraciyye'de de böyle beyân edilmiştir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir. Bu izah bu kitabın hâssasındandır. Bunun gibi Şerefü'd-dini Gazzi'nin Eşbah üzerine olan hâşiyelerinde de zikredilmiştir.

Şârih der ki; Şeyh Salih Eşbah hâşiyesinde yedi mesele daha ziyade etmiştir, biz onları da beyân ederiz :

On beşincisi: Dâvalı şâhid hakkında ta'n edip, "bu şâhid bu haneyi şahadetinden önce kendi nefsi için dâvâ etmiştir" deyip şâhid de inkâr edip dâvâlı şâhide yemin verilmesini istese, yemin verilmez. Mecmau'l-Fetâvâ.

On altıncısı: Bir cemaatin alacakları bir ölünün terekesini kaplamış iken başka bir alacaklı gelip kendisinin de ölüden bir mikdar alacağı bulunduğunu iddia etse, hasım ancak vâris olur. Fakat vârise yemin verilmez. Çünkü vârise yemin verildiği takdirde yeminden çekinmekle ikrar etmiş olsa kabul edilemeyeceğinden yemin ettirilmez.

On yedincisi: Bir kimse bir şahısta bin dirhem hakkı bulunduğunu o şahsın önce ikrar edip sonra inkâr ettiğini iddia etse, o şahsa, "ikrar etmedin mi? diye yemin ettirilir mi? Fukahadan İmam Debbusî: "Yemin ettirilir." demiş, Saffar ise: "Yemin ettirilmez, ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." demiştir. Mecmau'l-Fetâvâ.

On sekizincisi: Bir kimse bir şahsa bir mikdar mal verip sonra aralarında ihtilâf edip malı alan şahıs "ben o malı emânet olarak almıştım" deyip malı veren kimse ise, "o malı sen nefsin için almıştın" dese, dâvâlıya yemin ettirilmez. Hâkim, "dâvâlı, ödemenin sebebi olan başkasının malını almış olduğunu ikrar ettiğinden mal sahîbinin sözü kabul edilir" der.

On dokuzuncusu: Bir kimse bir şahsı hâkimin huzuruna götürüp, "fülan oğlu fülanca ölmüştür, ben onun oğluyum. Benden başka vârisi yoktur, babamın bu şahsın üzerinde şu kadar malı vardır. Tahsil edilmesini istiyorum" diye dâvâ edip o şahıs da bu dâvâyı inkâr etse, bunun üzerine dâvâcı hâkime "babamın öldüğüne, benim onun oğlu olduğuma, bilgisi olmadığına dair kendisine yemin ettirmeni istiyorum" dese, yemin ettirilmez. Ancak dâvâcı bu dâvâyı isbat ettikten sonra yine o şahıs dâvâ edilen malı inkâr ederse, kendisine yemin ettirilir. Bazı fukaha: "O şahsa dâvâcının ölenin oğlu olduğunu ve onun öldüğünü bilmediğine dair yemin ettirilir" demişlerdir. Birinci kavil İmam-ı Azam'ın, ikinci kavil İmameyn'indir. İmam Hulvânî: "Sahih olan ikinci kavildir, yani yemin ettirilir." demiştir. Valvalciyye.

Yirmincisi; Bir kimse bir şahsı, "benim sende bin dirhem hakkım vardır" diye dâvâ ettiğinde dâvâlı hâkime, "bu kimse bu dâvâyı benden fülan beldenin hâkiminin huzurunda dâvâ edip dâvâdan çıkınca beni bu dâvâdan berî kıldı, artık benim zimmetimi bu dâvâdan beri kılmadığına kendisine yemin ettir. Eğer yemin ederse ben de yemin ederim ki, onun bende bir şeyi yoktur." dese bu mesele ulema arasında ihtilâflıdır. Sahih olan kavle göre dâvâcıya dâvâlıyı ondan beri kılmadığına yemin ettirilir.

Bir kimse bir şahsı, "elbisemi yırttın" diye dâvâ edip elbiseyle beraber hâkimin huzuruna gidip hâkimden o şahsa ödemenin sebebi olan yırtmaüzerine yemin vermesini istese yemin ettirilmez.

FAİDE : Şârih der ki; yemin edilmeyen meseleler elli iki olmuştur. Bu meseleler hıfzedilmelidir. İmam Hulvânî: "Bir haneden muayyen olmayan bir hisseyi dâvâ gibi bir cehalet şâhidin kabulüne mâni olduğu gibi yemin verilmesine de mani olur. Ancak hâkim yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle ittiham ettiğinde kendilerinden muayyen bir şey dâvâ etmezse de vakıf ile yetimin hakkını korumak için yemin ettirir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.

= Bir kâdı'nın bir kaç mesele müstesna müctehedünfih olan bir me-selede vermiş olduğu hüküm geçerlidir =

Eşbah'ta bir kadı müctehedün-fih olan bir meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak bir kaç meselede geçerli olmayıp onlarda hâkimin hükmü bozulur. Musannıfın oğlu şeyh Salih b. Muhammed b. Abdullah Eşbah üzerine olan Zevâhirü'l-Cevâhir fi't tefsiri ale'l-Eşbah ve'n-Nezâir isimli hâşiyesinde demiştir ki; Eşbâh sahibinin istisna ettiği bozulan meseleler üzerine birtakım meselelere de ben zafer-yab oldum da fâideyi tamamlamak için onları da ben ziyade edip üç kısım üzerine taksim ettim.

Birinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında ihtilaf etmedikleri meselelerdir.

İkinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında ihtilâf etmiş oldukları me-selelerdir.

Üçüncü kısım: Bozulması hakkında İmam-ı Azam'dan nass ve tasrih olmayıp kendisinde ashabımızın ihtilâf edip tasniflerinde tearuz bulunan meselelerdir.

İZAH

"Cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip..." Yani bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu ve bu yüzden cariyeden menfaatlanmanın noksan olacağını ileri sürüp cariyeyi geri vermek istediğinde satıcı, "bunun zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, satıcının sözü yeminsiz kabul edilir.

"Ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." Çünkü o şahıs yalan olarak ikrar etmiş olur da yeminle ikrar üzerine ilzam edilmesinde kendisine zarar verilmiş olur. Bilenler için bu meselenin zikredilmesinde bir faidenin olmadığı gizli değildir. Çünkü bu meselede dâvâlıya ittifakla yemin ettirilir. Ancak ihtilâf ne üzerine yemin ettirileceği hususundadır.

"O malı sen nefsin için almıştın." Yani o malı sen ödünç veya gasb olarak almıştın, bundan dolayı o malı ödemen lâzımdır.

"Ödemenin sebebi olan yırtma üzerine yemin vermesini istese, yemin ettirilmez." Yani dâvâlıya, "Vallâhi ben bu elbiseyi yırtmadım" diye yemin ettirilmez. Çünkü dâvâlı o elbiseyi o kimsenin izniyle yırtmış olabilir veya elbise dâvâlının olur da kendi mülkünde iken yırtıp sonra yırtık olarak satmış olabilir. Bundan dolayı davâlıya, "Vallâhi bu elbiseyi bu yırtık sebebiyle ödemek benim üzerime lâzım değildir" diye yemin ettirilir. T.

"Yemin edilmeyen meseleler elli iki olmuştur." Ben derim ki: Yemin verilmeyen meseleler elli sekizdir. Bunların otuz biri Hâniyye'de, altısı Bahır'da, on dördü Tenvîru'l-Besâir'de, yedisi de Zevâhir'de zikredilmiştir. H.

Ben derim ki: Yukarıda beyân edildiği üzere Hulâsa'da yemin verilmeyen meseleler üçe kısaltılmıştır. Bunlardan ikinci ile üçüncü meselelerin de ziyade edilmesiyle yemin edilmeyen meseleler altmış olmuş olur. Metinde beyân edilen cehâlet meselesinin de ziyade edilmesiyle yemin verilmeyen meseleler altmış bir olmuş olur. Ben Camiu'l-Fûsuleyn'den naklen bu meseleler üzerine sekiz mesele daha ziyade ettim :

Bir şâhid şahadeti inkâr ettiğinde kendisine yemin ettirilmez.

Dâvalı, "şâhid yalan söylüyor, dâvâcıya şâhidin yalan söylediğini bilmediğine dair yemin ettirilsin" dese yemin ettirilmez.

Fülan kimse cariyesini âzâd etti veya zevcesini boşadı diye dâvâ edilip o da inkâr etse, bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya göre ise yemin ettirilmez. Böyle bir mesele hakkında fetva verirken iyi düşünmek lâzım gelir.

İki kimseden her biri bir kadınla evlenmiş olduğunu iddia edip o kadın onlardan biriyle evlenmiş olduğunu ikrar etmekle diğerinin iddiasını inkâr etse, ittifakla kendisine yemin ettirilmez. Eğer o kadın evlendiğini hiç ikrar etmese, kendisine, "onlardan fülan ile evlenmediğine yemin et" denildiğinde yemin etmekten çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.

Bâliğa bir kız velisi evlendirdiğinde zevc kızın razı olduğunu iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Kezâ: Bir kadını bir kimse bir şahısla evlendirdikten sonra kadın o şahısta evlendiğini iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.

İki kimseden her biri bir malın kendi elinde bulunduğunu iddia edip hiç birinin şâhidi de bulunmadığından bunlardan biri diğerine "bu malın benim elimde olduğunu bilmediğine dair yemin etmeni istiyorum." dese bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya göre ettirilmez. Bunlarla birlikte yemin verilmeyen meseleler altmış dokuz olmuştur. Hamd Alemlerin Rabbine mahsustur.

"Ancak hâkim yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle it-tiham ettiğinde..." Eşbah'da bu iki meseleden başka dört mesele daha ziyade edilmiştir:

Birincisi: Emânet veren emânetçinin mutlak surette hıyanetini iddia etse yemin ettirilir.

İkincisi: Meçhûl rehinde yemin ettirilir.

Üçüncüsü : Gasb dâvâsında yemin ettirilir.

Dördüncüsü : Hırsızlık dâvâsında yemin ettirilir.

"Eşbâh'da bir kadı..." Eşbah'ın ibâresi izahla şöyledir: Bir kadı müc-tehedün-fiha olan bir meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak ashabımızın geçerli olmadığına dair nassı bulunan meseleler müstesnadır. Meselâ; bir kimse bir hanede olan hakkını Mısır'da sâkin olduğu halde üç sene davâ etmese, hakkı bâtıl olur diyen bazı fukahanın zayıf kavillerine göre bir kadı bu müddetin uzun olmasından dolayı hakkının iptaliyle hükmetse hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu kavil terkedilmiştir. Bu dâva başka bir kadıya götürülse ikinci kadı birinci kadının hükmünü iptal edip dâvâcıya hükmeder. Hâniyye.

Ben derim ki: Bazı fukahanın : "Uzun zaman dâvâ etmeyenin hakkı bâtıl olur." kavillerinden âhiretteki hakkının bâtıl olması murad edilmeyip dâva etme hakkının bâtıl olması murad edilmiştir.

"Bu kavil terkedilmiştir" İfadesi mutlak surette terkedilmiş mânâsına değildir. Çünkü bizim Hanefî mezhebine göre dâvânın butlanı üzerine karine bulunduğu yerde bu kavil ile amel edilir. Nitekim sükût edildiğinde dâva kabul edilmez meselelerinde geçtiği üzere bir kimse yakını bir şey satarken görüp sükût etse veya zevc ile zevceden biri bir şey satarken diğeri sükût etse veya satın alan bir kimse satın aldığı mülkde ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût etse veya bir kimse bir şahsın bir mülkde otuz üç sene tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sonra bunlar o şeylerin kendilerine aid olduğunu davâ etseler, dâvâları kabul edilmez.

Bir kadı, gaib olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğunu ileri sürüp ayrılmalarına hükmetse, sahih olan kavle göre hükmü geçerli olmaz. Hazır olan zevc böyle değildir. Yani Şâfii mezhebinden olan bir hâkim, zevcesinin nafakasını vermekten aciz olan hazır bir zevcin nikâhının feshine hükmetse, bizim Hanefî mezhebine göre hükmü geçerli olur. Fakat gaib olan bir zevcin nikâhının feshine hükmetse, sahih kavle göre hükmü geçerli olmaz. Çünkü gaib olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğu malûm değildir. Nafaka bahsinde bu hususta geniş malûmat vardır.

Bir kâdı, babasının zina etmiş olduğu bir kadının nikâhının oğluna sahih olduğuna veya oğlunun zina etmiş olduğu bir kadının nikâhının babasına sahih olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre bu hüküm geçersizdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bunun haram olduğuna dair nass vardır. Zira nikah lûgatta vaty (cinsî yakınlık) mânâsınadır. İmam Muhammed'e göre; kâdının bu hükmü geçerlidir. Çünkü bu nass zâhirdir. Bunda te'vil câizdir.

Bir kadı, bir kimseye zina etmiş olduğu kadının anasının veya kızının nikâhının sahîh olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre; bu hüküm geçersizdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm geçerlidir.

İkinci kısımda Zevâhir'in ibâresinde gelecektir ki; bir kadı, nikâh-ı müt'a (temettu veya istimta gibi bir tâbir ile bir müddet için yapılan nikâhdır) nın sahih olduğuna hükmetse, bu hüküm geçersizdir. Çünkü nikah-ı müt'anın cevazına kail olmaktan dönmüş olduğu sahihtir.

Bir kâdı, zamanın uzamasıyla mehrin düşmesine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bir kadın zevcini mehir hususunda uzun zaman dâvâ etmeyip sonra dâvâ etse, kadının mehir hakkı bâtıl olur. Kâdı, kadının davâsına bakmaz. Şerh-i Ede'bi'l-Kazâ'da zikredilmiştir ki; uzun zaman dâvâ etmeyen bir kadının mehrinin düşmesiyle hükmedilse, bu hüküm geçersiz olur.

Bir kadı, bir innîne (erkeklik tenasül uzvu bulunduğu halde bir hastalıktan dolayı cinsî yakınlıkta bulunamayan kimseye) bir sene mühlet verilmeyeceğine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bu hüküm başka bir kâdıya götürüldüğünde ikinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal edip innîne bir sene mühlet verir.

Bir kâdı, talâk-ı ric'îyle boşanmış bir kadına kocasının iddet içinde kadının rızası olmaksızın dönüp nikâhını devam ettirmesi sahih değildir diye hükmetse, bu hükmü geçersiz olur. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Kocaları bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten çok lâyıktırlar." (Bakara sûresi, Ayet: 228) kavl-i kerimine muhaliftir.

Bir kâdı, hamile bir kadın üç talâkla boşandığında veya kendisine cinsi yakınlıkta bulunulmayan bir kadın üç talâkla boşandığında veya hayızlı (âdet gören) bir kadın üç talâkla boşandığında veya bir kadın bir talâktan ziyade boşandığında veya bir kadın bir kelimeyle üç talâk birden boşandığında üç talak vâki olmaz diye hüküm verse, hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Yine erkek, zevcesini boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikâhlanıp varıncaya kadar ona (birinci zevcine) helal olmaz." (Bakara Sûresi âyet : 230) kavl-i kerîmine muhâliftir. Bu âyet-i kerimede birinci zevcinin boşamasıyla üçüncü talâkı boşaması murad edilmiştir. Buna göre fukahadan her kim bu kadınların hiç boş olmayacağını veya bir talâk boş olacağını söylerse, üç talâkla boşanan hürre bir kadın iki talâkla boşanan bir cariye iddetlerini bitirdikten sonra sahih nikâhla başka bir adamla evlenmeden birinci zevcine helal olacağını isbat etmiş olur. Bu ise ayet-i kerîmeye muhâliftir.

Ben derim ki: İbn-i Kemal Paşa'ya nisbet edilen Fetava'da : "Bir kadın bir kelimeyle üç talak birden boşandığında bir talâk vaki olur." diye zikredilen kavle itimad edilmez. Asrımızda kim bu kavil ile fetva verirse, o cahilin tâ kendisidir. Nitekim ben bunu uzun bir fetvada izah ettim.

Bir kâdı, bir zevc zevcesini cinsi yakınlıkta bulunmuş olduğu temizlikte boşarsa, talâk vâki olmaz diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, "bir zevc, cinsî yakınlıkta bulunmadığı zevcesini mehrini ve çeyizini verdikten sonra boşasa, vermiş olduğu çeyizin yarısını geri alır" diyehükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm nassa muhaliftir. Zira Hak Teâlâ Hazretleri kendilerine cinsî yakınlıkta bulunulmadan önce boşanan kadınlara akidde tayin edilen mehrin yarısının verilmesini emretmiştir. Çeyiz ise akidde tâyin edilmiş olmadığından yarıya bölünmez.

Bir kadı bir çocuğun babasının hattına dayanarak yapmış olduğu şahadetiyle hükmetse, yani ölen bir kimsenin oğlu babasının hattını bir defterde bulup babasının hattı olduğunu kesin olarak bildikten sonra bu defter sebebiyle bir şeye şahitlik yaptığında kadı ölen bir kimsenin çocuğu her hususta babasının yerine geçmektedir diyerek bu çocuğun şahadetiyle hükmetse, bu hükmü sahih olmaz. Çünkü hat, hatta benzediğinden dolayı hatta dayanılarak yapılan şahadetin câiz olduğuna dair olan kavil terkedilmiştir.

Ben derim ki; Bahır'da bu meseleden sonra şu meseleler de ziyade edilmiştir:

Bir kâdı, bir şahid ve yeminle hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, hadlerde ve kısasda bir erkekle iki kadının şahadetiyle hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, sicillât denilen defterdeki hattın kendisine aid olduğunu unutmuş olduğu halde ona dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, bir şâhidin sicillât defterinde yazılı olan hadiseye şehâdet edip kendisi o hadiseyi hatırlamayıp ancak hattın ve mührün kendisine aid olduğunu bilip bunlara dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, huzurunda okunmaksızın mühürlü bir dâvâ üzerine yapılan bir şahâdete dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, kâdı olan bir kadının had veya kısas hususunda vermiş olduğu hüküm sahîhtir diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Câmiu'l-Fûsuleyn'de bu yerlerde verilen hüküm geçerlidir. Ancak birinci meselede ihtilaf vardır, diye tasrîh edilmiştir. Galiba bundan dolayı bu meseleler Eşbah'da beyân edilmemiştir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.

Bir kadı kasâme (katili bilinmeyen ve üzerinde öldürülme eseri bulunan bir kimsenin bulunduğu mahalle halkından elli kişiye yemin ettirme) de kısasla hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Şerh-i ede'bi'l-kazâ'da beyân edildiğine göre, sureti mesele şöyledir: Bazı ulema: "Dâvâlı ile öldürülen kimsenin arasında açık bir düşmanlık bulunup öldürülen kimsenin dâvâlıdan başka düşmanı bilinmeyip öldürülen kimsenin o mahalleye girmesiyle öldürülmesi arasında az bir zaman bulunduğu takdirde kâdı, öldürülen kimsenin velisine dâvâsı üzerine yemin teklif eder. Yemin ederse dâvâlının kısasına hükmeder." demişlerdir. Fakat bu hüküm sünnete ve sahabenin icma'ına muhâliftir. Bizim Hanefî mezhebine göre böyle bir cinayette diyet ve kasâme lazımdır.

Bir kâdı, şu zevc ile zevceyi emzirdim diye şahadet eden bir kadının şahadetiyle o çiftin arasının ayrılmasına hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Bir kâdı, kendi çocuğunun lehine hükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm bir bakıma kâdının lehine hüküm olmuş olur. Ama bir kâdı bir oğulun babasının lehine yapmış olduğu şahâdetle veya bir babanın oğlunun lehine yapmış olduğu şahadetle hükmetse, bu hükmün sahih olup olmamasında sahabe arasında ihtilâf vardır. Sonra bu hükmün butlanı üzerine icma vâki olmuştur. İmam Ebu Yusuf'a göre; bu hüküm sahihtir. Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırmış olacağından bu hüküm müctehedünfih olan bir meselede verilmiş değildir.

Bir kâdıya bir çocuğun veya bir kölenin veya bir kâfirin hükmü götürülüp onların vermiş olduğu hükümle hükmetmiş olsa, hükmü sahih olmaz. Çünkü bunların hükmü geçerli değildir.

Bir kâdı, bir sefihi (malını faydasız yere sarf eden kimseyi) malında tasarrufdan men ettiğinde diğer bir kadı ona malında tasarruf etmeye icazet ve izin verse, birinci kadının vermiş olduğu hüküm bâtıl olur. Bu hüküm üçüncü bir kadıya götürülse bu hükmü tenfiz etmesi lâzım gelir.

Bir kâdı, bir kısmı âzâd edilmiş bir kölenin âzâd edilmeyen kısmının satılmasının sahih olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir köle iki kimse arasında ortak olup bunlardan biri fakir olduğu halde o köleyi âzâd edip diğeri sükût etse, sonra sükût eden köledeki hissesini satsa, bunlar muhakeme için bir kadıya müracaat ettiklerinde kadı satışın sahih olduğuna hükmetse, sonra bunlar başka bir kâdıya muhakeme için müracaat etseler, ikinci kâdı birinci kâdının vermiş olduğu hükmü iptal eder. Çünkü Ashab-ı Kiram bir kısmı azâd edilmiş bir kölenin köleliğinin devam edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.

Bir kâdı amden besmele-i şerife terk edilerek kesilmiş bir hayvanın etinin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre, bu hüküm sahih olmaz. İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre bu hüküm sahih olur. Hızânetü'l-Ekmel.

Bir kâdı, ummi veledin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, zâhir olan kavle göre bu hüküm sahih olmaz. Bazı fukaha: "Bu hüküm sahih olur." demişlerdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm sahih olmaz. Çünkü ümmi veledin satılıp satılmamasında Ashab-ı Kiram arasında ihtilâf vardır. Sonra ümmi veledin satılmasının câiz olmayacağına dair icma vaki olmuştur. İmam Muhammed'e göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırır. İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilafı kaldırmaz. Bundan dolayı ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli değildir." diye zikretmiştir. Bu mesele ile ilgili malûmat Tedbîr bâbında geçmiştir. Oraya müracaat edile.

Bir kadı, kadınların kısası affetmelerinin butlanına hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir kadının zevci veya babası amden öldürüldüğünde kadınkatili affetse, kadınların kısasda hakları olmadığına inanan bir kadı afvı ibtal etse, sonra kısas yapılmadan bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kadı birinci kadının hükmünü ibtal edip afvın sahih olduğuna ve kısas edilemeyeceğine hükmeder. Çünkü birinci kâdının vermiş olduğu hüküm Cumhuru Ulema'nın reyine muhâliftir. Eğer kısas yapıldıktan sonra bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kâdı hiç bir şeye temas etmez. Fakat Şerh-i Edebi'l-Kazâ'da beyân edildiğine göre bu tafsilât doğru değildir. Doğrusu şöyledir: Bir katili öldürülenin velîlerinden biri affettiği halde diğeri amden öldürecek olsa bakılır: Eğer bu öldüren veli, affedilen bir katilin öldürülemeyeceğini bildiği halde onu amden öldürmüş olursa hakkında kısas lâzım gelir. Çünkü bu velî, öldürülmesi lâzım olmayan bir şahsı öldürmüştür. Eğer bu öldüren veli, katilin affedildiğini bilmiyorsa veya af ile kısasın düşeceğini bilmiyorsa, hakkında kısas lâzım gelmeyip diyet lazım gelir.

Bir kadı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz. Daman-ı halâs: Bir satıcının veya yabancı bir kimsenin bir müşteriye "satın almış olduğun haneye bir hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa ben onu satın alma veya hibe yoluyla kurtarıp sana teslim etmeye kefilim" demesinden ibarettir. Böyle bir kefalet ise bâtıldır. Çünkü böyle bir şeye kefil olan kimse gücü yetmeyeceği bir şeye kefil olmuştur. Daman-ı halâs sahih olduğunu söyleyen kimse sahih bir kıyasa dayanmamaktadır. Bundan dolayı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetmek bâtıldır.

İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed daman-ı halâsı, "bir kimsenin bir müşteriye" satın almış olduğun şu mala bir hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa, senin vermiş olduğun parayı ödemeye kefilim" demesidir" diye tefsir etmişlerdir. Artık İmameyn'e göre, halâsın derekin ve uhdenin mânâları birdir. Bu takdirde daman-ı halâsın sahih olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. Bu hüküm, başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı, birinci kadının vermiş olduğu hükmü iptal edemez. Bu bahsin tamamı Şerh-i Edebi'l-Kazâ'dadır.

Bir kadı bir mahalle halkı mescidin vakfından imamın ücretini sebepsiz olarak artırdıklarında bu artırmanın caiz olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz.

Vakıf bahsinin birinci faslının fürû'unda beyân edildiğine göre; İmamın ücreti artırılmadığında mescid imamsız kalacak olursa veya imam fakir olursa veya imam âlim ve mütteki olursa, bu takdirde kâdı imamın ücretini artırabilir.

Bir kâdı, üç talakla boşanmış bir kadın başka bir kimseyle evlenip ikinci zevci kadına cinsî münasebette bulunmadan onu boşadığında birinci zevcine helâl olur diye hükmetse, hükmü sahih olmaz. İkinci zevcin cinsi yakınlıkta bulunması şart değildir diyen Saîd b. Müseyyeb'dir. Said b. Müseyyeb'in kavli cumhurun kavline muhalifdir.

Bir kadı bir kâfir, Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürmekle mâlik olamaz diye hükmetse hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hususta sahabe arasında ihtilâf sabit değildir. Bundan dolayı bir kâfir Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürdüğünde mâlik olamaz diye hükmetmek sahabenin icma'ına muhâlifdir.

Bir kadı bir dirhemin iki dirheme peşin olarak satılması sahihdir diye hükmetse, hükmü geçerli olmaz. Bu İbn-i Abbas'ın kavlidir. Bu hususta İbn-i Abbas'a muvafakat eden bulunmamıştır.

Abdestsizin namazının sahih olduğuna hükmedilse, yani bir kimse zevcesine hitaben, "ben şu namazı sahih olarak kılarsam senin işin kendi elinde olsun" deyip namaz esnasında burnu kanasa bir kadı namazın sahih zevcenin işinin elinde olduğuna hükmetse, Hanefî mezhebinden olan bir kâdı bu hükmü iptal eder. Çünkü şart bulunmamıştır. Zira bir hadîs-i şerifte; "Her kim namazda kusar veya burnu kanarsa, hemen namazı bırakıp abdest alsın. Konuşmadıkça namaza kaldığı yerden devam etsin." diye buyurulmuştur. Nitekim Tenvirü'l-Ezhan'dan naklen Eşbah haşiyesinde böylece yazılıdır.

Bir kadı, telef olan bir maldan dolayı bir mahalle halkına kasâme ile hükmetse, yani bir mahallede bir kimsenin malı telef olduğunda telef olan malı öldürülen insana kıyas ederek kasâme (elli kişiye yemin ettirme) ile malın ödenmesine hükmetse, hükmü bâtıl olur. Çünkü bu hüküm icma'a muhâlifdir. Bu hüküm başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı birinci kadının hükmünü bozar. Nitekim şerh-i Edebi'l-Kaza'da böyle beyan edilmiştir.

Bir kadı, ta'rîz (çıtlatma) ile kazf haddine hükmetse, yani bir şahsa hitaben "ben zina edici değilim" diyen kimseye kazf haddiyle hükmetse, hükmü geçersiz olur. Ta'rîz ile kazf haddinin lâzım geleceği Hz. Ömer'in kavlidir. Bu kavil ise terkedilmiştir. Hz. AIi bu hususta Hz. Ömer'e muhalefet etmiştir. Ta'rîz ile kazf haddi lâzım gelir, diye hükmeden bir kadının hükmü başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı birinci kadı'nın vermiş olduğu hükmü bozar ve ta'rîz ile kendisine kazf haddi vurulmuş kimsenin şahadetini makbul kılar.

Bir kadı, bir kadın kocasından izinsiz kendi malında tasarruf edemez diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.

"Ashabımızın geçerli olmadığına dair nassı bulunan meseleler müstesnadır" İfadesinden buraya kadar zikredilen meselelerde bir kadı'nın vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Bu meseleler Bezzâziye, İmâdiyye, Sayrafiyye Tatarhaniyye, Eşbah ve Bahır isimli eserlerden alınmıştır. Sübkî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hanefî mezhebine göre, bir hüküm delilsiz olarak verildiğinde bozulur. Vakfedenin şartına muhâlif olarak verilen hüküm, nassa muhâlif olacağından delilsiz hüküm olmuş olur. Vakfedenin şartı gerek sarih olsun gerek zahir olsun müsavîdir. Sübkî'nin kavil bizim meşayıhımızın: "Vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir." ifadesine muvafıktır. Buna göre vakfedenin şartı şeriata muhâlif olmadıkça ona tabi ve riayetetmek vâcib olur. Nitekim bu mesele mu-sannıfın Şerh-i Mecma adlı eserinde tasrih edilmiştir.

"Meşayıhımızın..." Meşâyih ile İmam-ı Azam ve talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.

Metinde "Kendisinden ashabımızın ihtilâf edip..." diye geçen ashabımız ile İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.

Ben derim ki: "Ashâbımız" ile üç imamımız olan İmam-ı Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed murad edilir. "Meşâyıh" ile de İmam-ı Azam'a yetişemeyen âlimler murad edilir. Şerh-i Vehbâniyye, Nehir.

"Tasnıflarında teâruz bulunan meselelerdir." Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, kadıların vermiş oldukları hüküm üç kısma ayrılır:

Birincisi: Nass ve icma'a muhâlif olarak verilen hüküm olup ittifakla bâtıldır. Böyle bir hüküm her hangi bir kadıya götürüldüğünde derhal bozar. Böyle bir hükme hiç bir kadı cevaz veremez.

İkincisi: Muhtelefunfiha olan meselede verilen hüküm olup geçerlidir. Bu hükmü hiç bir kadı bozamaz.

Üçüncüsü: Bir kâdının bir şeyde hükmünden sonra o şeyde ihtilâf taayyün ve tahakkuk eden hükmüdür. Yani hükmün kendisinde ihtilâf edilir. Bazı fukaha: "Bu hüküm geçerlidir." dediler; bazı fukaha ise: "Bu hükmün geçerli olması başka bir kâdının hüküm ve icazetine bağlıdır. Eğer başka bir kadı bu hükmü yürürlüğe koyarsa, muhtelefünfihâ'da ikinci kadı'nın hükmü gibi olur da üçüncü kadı onu bozamaz. Eğer ikinci kadı o hükmü iptal ederse batıl olur da başka bir kadı bu hükme izin ve icazet veremez. Bu üç hükmün tamamı inşaallah kaza bahsinde gelecektir.

METİN

Birinci kısmın meseleleri şunlardır: Bir kimse, bir hane satıp müşteri aldıktan sonra o hanede başkasının hakkı olduğu ortaya çıkıp satıcının o haneyi müşteriye teslim etmesi mümkün olmasa, o binanın benzeri bir binayı müşteriye vermesiyle hükmolunur. Sonra bu hüküm başka bir kâdıya götürülür. İkinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal eder, satıcının müşteriye parasını vermesiyle hükmeder. Eğer müşteri binada ilâve yapmış veya ağaç dikmiş olursa, satıcıya hanenin parasıyla beraber kıymetini de vermesi lâzım gelir. Bu kavli Osman-ı Büstî'nindir.

Bir hâkim, ortağın şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetse, bu hüküm başka bir hakime götürülür. İkinci hakim birinci hâkimin hükmünü iptal edip ortağa şüf'a hakkını ispat eder. Çünkü şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetmek, hadîs-i şerîfe muhâlifdir.

Kazf haddi vurulmuş bir kadı, tevbe etmeden önce bir şeyde hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen bir kadıya götürülse, o hükmü iptal eder.

Bir âma kadı bir şeyle hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü âma şahadet ehlinden değildir. Hüküm vermek ise şahadetin üstündedir.

Bir kadı küçük çocukların şahadetiyle hükmetse, sonra bu hüküm başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü küçük çocuk mecnun gibidir.

Kezâ : Uyuyan kimsenin uyku halinde eda ettiği şahadetiyle veriler hüküm de böyledir.

Bir kadı, kadınlar hamamında yarılmış başa yalnız kadınların şahadetiyle hükmetse, bu hüküm başka bir kadıya götürüldüğünde bunu imza etmez.

Bir borçlunun, borcu için icaresiyle hükmedilse, bu hüküm geçerli olmaz.

 

 

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.02 saniye 14,829,144 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024