Küffârın çekilip gitmesi veya Müslümanlarla
savaşmadan sulh yapmaları sonucu elde edilen maldır. Gümrük vergisi, ticâret
vergisi, vârissiz olarak ölen zımmînin devlete kalan malı vs. hep fey
sayılır. Bu iki kelimenin müterâdif olarak kullanıldığı da olmuştur.
ـ1ـ عن مجمع بن حارثة ا‘نصارى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]شَهِدْنَا
الحُدَيْبِيَةَ مَعَ رسول اللّه # فَلمَّا انْصَرَفْنَا عَنْهَا إذَا النَّاسُ
يَهُزُّونَ ا“بلَ. فَقُلْنَا مَا لِلنَّاسِ؟ فقَالُوا: أوحِىَ إلى رسولِ اللّه
# فَنَفَرْنَا مَعَ النَّاسِ نُوجفُ ا“بلَ فَوَجَدْنَا رسول اللّه # بِكُرَاعِ
الغَمِيمِ وَاقِفاً عَلى رَاحِلَتِهِ. فَلمَّا اجْتَمَعَ النَّاسُ قَرَأ
عَلَيْنَا: إنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُبِيناً. قالَ رَجُلٌ أفَتْحٌ هُوَ؟
قَالَ: نعم؛ وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إنَّهُ لَفَتحٌ حَتَّى
بَلَغَ: وَعَدَكُمُ اللّهُ مَغَانِمَ كَثِيرَةً تَأخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ
هذِهِ: يعنِى خَيْبَرَ، فلمَّا انْصَرَفْنَا غَزَوْنَا خَيْبَرَ فَقُسِّمَتْ
عَلى أهْلِ الحُدَيْبِيَّةِ، وَكَانُوا ألْفاً وَخَمْسَمائةٍ مِنْهُمْ
ثََثُمِائةِ فَارسٍ فَقُسِّمَتْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَرَ سَهْماً فأعْطِىَ
الْفَارسُ سَهْمَيْنِ وَالرَّاجِلُ سَهْماً[. أخرجه أبو داود .
1. (1101)-
Mücemmi' İbnu Câriye el-Ensârî (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Hudeybiye
sulhünde hazır bulunduk. (Sulh yapılıp) oradan döndüğümüz zaman, halk,
develerini hızlandırarak (bir yere birikmeye) başladılar. Biz hayretle: "Bu
insanlara ne oluyor, (niçin hayvanlarını hızlandırıp bir yere üşüşüyorlar?)"
diye sorduk.
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahiy
gelmiş" dediler. Biz de, halkla birlikte harekete geçip develeri
hızlandırdık. İlerleyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Kura'u'l-Gamîm denen (Mekke ile Medine arasında Usfân'ın önünde bulanan)
yerde bulduk. Devesinin üzerinde duruyordu. Halk toplanınca bize
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا
sûresini tilâvet buyurdular.
Askerlerden biri: "Yani bu sulh bir fetih
midir?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet!" deyip ilaveten: "Muhammed'in nefsini
kudret elinde tutan Zât'a yemin ederim bu bir fetihtir" buyurdu. Sûre-i
celileyi okumaya devam eden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah
size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. İman edenler için
bir delil olması ve sizi doğru yola ulaştırması için bunları size hemen
vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir" meâlindeki âyete kadar
(Fetih 20) okudu.
(Âyet-i kerimede işâret edilen âcil ganimetle)
Hayber kastediliyordu. Buradan ayrılınca Hayber'e gazveye çıktık. (Elde
edilen ganimet) Hudeybiye'ye katılanlara taksim edildi. Bunlar bin beş yüz
kişi idi. Bunlardan üç yüzü süvâri idi. Ganimet on sekiz hisseye ayrıldı.
Süvâri olana iki, yaya olana bir hisse verildi." [Ebu Dâvud, Cihâd 155,
(2736), Harâc 24, (3015).]
AÇIKLAMA:
Hudeybiye Gazvesi'yle ilgili geniş bilgi
4266-4269 numaralı hadislerde gelecek. Ancak mevzuun anlaşılması için bazı
kısa bilgiler vereceğiz.
1- Hudeybiye Gazvesi hicretin altıncı yılında
Zilkade ayında yapılmıştır. Esâsen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) savaş
için değil, umre için Mekke'ye müteveccihen yola çıkmıştı. Zülhuleyfe
mevkiine gelince ihram giydiler. Gamîm nâm mevkiye kadar geldiler.
Müşrikler burada karşılarına çıkıp daha ileri geçmelerine mâni oldular.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la müşrikler arasında elçiler teâti
edildi. Kritik anlar geçirildi. Bu ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
antlaşma ümidini keserek bir ağaç altında "ölmeden dönmemek üzere" bütün
mü'minlerden bey'at aldı. Arkadan gelen vahiy bu bey'attan Allah'ın razı
olduğunu belirttiği için buna Bey'atu'r-Rıdvan denmiştir. Bu bey'at haberi
müşriklere korku salmış ve sulh antlaşmasına râzı etmiştir.
2- Yapılan antlaşmaya göre o yıl değil,
müteâkip sene umre yapılacaktı, on yıl birbirleriyle savaşmayacaklar,
Mekkeliler serbestçe Suriye'ye ticaret için gidebilecekler, Müslümanlara
sığınan Mekkeli mühtediler, Mekke'ye iade edilecekler, Müslümanlardan
Mekke'ye iltica edenler iâde edilmeyecekti.
Umre için yola çıkan mü'minler, umre yapmadan
dönmeye razı olamıyorlardı. Hele mültecilerin Mekkelilere iadesi pek
ağırlarına gitmişti. Bu antlaşmadan hiç memnun değillerdi. Savaşmak bir
çoğuna göre, daha iyi idi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e başta
Hz. Ömer, pek çok sahâbe itiraz etmiş, memnuniyetsizliklerini üzüntülerini
sözleriyle, davranışlarıyla ifâde etmekten çekinmemişlerdi.
Bu hâlet-i ruhiye içinde dönüş yapılırken
Fetih sûresinin, bu antlaşmayı "feth-i mübîn" ilân etmesi iyice şaşırtıcı
olmuştu. Rivayette bir askerin, sûreyi tilavet etmekte olan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)' ın kıraatini keserek: "Bu sulh bir fetih midir?"
demesi bu şaşkınlığın ifadesidir.
3- Sonradan bizzât Hz. Ebur Bekir ve Hz.
Ömer'in de itiraf edecekleri üzere Hudeybiye antlaşması gerçekten bir feth-i
mübin idi. Arkadan gelecek, Hayber, Mekke, Huneyn vs. fetihlerinin anahtarı,
kapısı durumunda idi. Bu sulh sayesinde, yılardır kopmuş olan beşerî
münâsebetler Mekkeli müşriklerle Müslümanlar arasında başlamış, İslâm'ın ne
olup ne olmadığı sulh şartları içinde anlatılma ve fiilen gösterilme
imkânına kavuşturulmuştu. Müslümanlığını gizliyerek artık ortaya
çıkabiliyorlardı. Artık karşılıklı bir emniyet ve güven hissi gelmişti.
Korkusuzca mü'minler müşriklerle karışabiliyor, münâkaşa edebiliyorlardı.
Ebu Süfyan gibi lider durumundaki azılı İslâm düşmanları bile Medine'ye
kadar serbestçe gelebiliyorlardı. Hâlid İbnu Velîd bu sulh esnasında
Müslüman olmuştu. Hz. Ebu Bekir'den başka herkesin hoş karşılamamakta
ittifak ettiği bu sulh her çeşit menfi zevâhirine rağmen, gerçekten bir
feth-i mübin idi.
4- Ganimetinden söz edilen Hayber'in zabtı,
Hudeybiye dönüşü, Medine'de 20 gün kadar kalındıktan sonra hareket edilerek
gerçekleştirilen bir fetihtir. Rivayetler bir kısmının savaşılarak, bir
kısmının sulh yoluyla fethedildiğini belirtirler.
5- Ganimet taksiminde süvariler, atları veya
develeri için de ayrı bir hisse alıyorlardı. Metinde Hayber ganimetinin on
sekiz hisseye ayrıldığı ifade edilir. Mânası şudur: Bu rivayete göre, savaşa
katılanlar 1500 kişidir. Bunlardan 300 tanesi atlı ve çift hisseli, 1200
tanesi yaya ve tek hisseli. Râvi, her 100 eşit payı bir hisse olarak tavsif
etmektedir. Böyle olunca 12 yaya, 6 da süvari hissesi var demektir, toplam
18 yapar.
6- Şunu hemen belirtelim ki, Hudeybiye
Gazvesi'ni nakleden farklı muhtevalı başka rivayetler de var. Sıhhat
yönüyle bu rivayet onların bazılarından zayıf olduğu için buradaki rakamlara
itibar edilmemiştir. Daha mevsuk rivayetlere göre Hayber'de ele geçirilen
ganimet 36 hisseye, yani 3600 paya ayrılmıştır. Bunun yarısı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlara ayrılmıştı. Bu miktar 1800 pay
tutuyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın payı diğer mü'minlerden
birinin payı kadardı.
1800 paylık diğer yarı, Müslümanların umumî
ihtiyaçları için ayrılmıştı.
Hudeybiye Gazvesi'ne katılanlar 1400 kişi idi.
Bunlar arasında 200 süvari vardı. Her bir at için iki hisse ayrılınca atlara
400 hisse ayrılmıştı. Bu şahısların payına ilave edilince 1800 yapıyordu.
Böylece ganimetin yarısı 1800 hisseye taksim edilmişti. Netice itibâriyle
piyadeler bir hisse alırken, süvariler üç hisse almıştı.
Hudeybiye'de bulunduğu halde Hayber'e
katılmayan sadece Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) vardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ona da normal hisse ayırdı.
Ebu Muâviye'nin rivayetine dayanan bu bilgiler
ulemâca sahih kabul edilmiştir. Ebu Dâvud, yukarıdaki Mücemmî hadisindeki
yanılgıya dikkat çekerek atlı sayısının Mücemmi'in dediği gibi, 300 değil,
200 olduğunu belirtir. Keza atlı 2 değil, 3 hisse almıştır. Biri şahsı için,
ikisi atı için.
ـ2ـ وعن سهل بن أبى حَثْمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَسَّمَ رسول اللّه #
خَيْبَرَ نِصْفيْنِ: نِصْفاً لِنَوَائِبِهِ وَحَاجَاتِهِ، وَنِصْفاً بَيْنَ
المُسْلِمِينَ. فقَسَّمَهَا بَيْنَهُمْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَر سَهْماً[. أخرجه
أبو داود .
2. (1102)-
Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hayber'i iki kısma ayırdı: Biri vukûa gelecek hâdiseler ve kendi
ihtiyacı içindi, öbür kısmı da Müslümanlar arasında taksim etti. Bu kısmı on
sekiz hisseye ayırdı." [Ebu Dâvud, Harâc 24, (3010).]
AÇIKLAMA:
1- Hattabî, bu hadisten şu hükmü çıkarır:
"Ganimet olarak arâzi ele geçirilecek olsa, bu da diğer mallar gibi taksime
tâbi tutulmaktadır, arada herhangi bir fark gözetilmemektedir."
2- Hayber meselesi, savaşla (unveten)
fethedilen arâzilerle ilgili İslâmî ahkâma örnek teşkil etmiştir. Böyle
yerler ganimettir.
Ancak, yukarıdaki ifade ile âyet-i kerimenin
hükmü arasında ihtilaf gözükmektedir. Şöyle ki:
وَاعْلَمُوا اَنَّمَا غنمتمْ من شَئٍ فَان للّه خمسه وللرسول ولذى القربى
واليتامى والمساكين وابن السبيل âyet-i
kerimesi (Enfal 41) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e humsu'l hums,
yani "beşte birin beşte biri"ni verirken, yukarıdaki rivayetin zâhirî
yarısının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ayrıldığını
söylemektedir. Bu nasıl olur?
Bu soruyu cevaplamak için Hayber'in fethiyle
ilgili olarak vârid olan rivayetlerin tamamını görmek gerekir. O zaman
müşkil kalkar. Şöyle ki:
Hayber denince tek bir şehir
hatırlanmamalıdır. Buna bağlı köyler, çiftlikler, kaleler vs. vardı. Hatta
onların isimleri bile farklı di: Vatîha, Ketîbe, Şakk (veya Şıkk) Netât,
Sülâlim vs.
Bunların hepsi aynı şartlarla fethedilmiş
değillerdi. Bir kısmı savaşla fethedilmiş ve ganimet kılınmıştı. Bir kısmı
da savaş yapılmadan, -âyet-i kerimenin ifadesiyle üzerlerine at salınmadan
(Haşr 6)- fethedilmişlerdi. Savaşılarak ele geçirilenler humsu (beşte biri)
ayrıldıktan sonra mütebâkisi gâziler arasında taksim edilir idiyse de; sulh
yoluyla alınanları, Cenab-ı Hakk'ın irşad buyurduğu şekilde kendi
ihtiyaçları, zuhûr eden hâcetler ve Müslümanların umumî maslahatları için
harcardı.
Öyle ise, savaşılarak ve sulhla fethedilen
parçaların tamamı birden değerlendirilmiş ve görülmüştür ki, bunlar, yarı
yarıya denkleşmektedir. Yâni Hayber'e dahil olan kale, köy ve çiftliklerin
yarısı savaşla fethedilmiş, diğer yarısı da sulh yoluyla zabtedilmiştir. Şu
halde bu iki farklı taksim yarı yarıya olunca sadedinde olduğumuz rivayette
görüldüğü üzere, bazı rivayetler nihâî duruma göre nakletmiştir, bazı
rivayetler de savaşılarak fethedilen yerlerin taksim durumuna göre meseleyi
tasvir etmişlerdir. Anlatıldığı üzere, ortada bir tenakuz mevzubahis
değildir. Bu husus, Ebu Dâvud'un aynı babtaki diğer hadislerinde sarih
olarak belirtilir.
Beyhâkî tarafından yapılıp, Aliyyu'l-Kârî
gibi bazılarınca da benimsenen bu açıklamayı kabul etmeyen İbnu'l-Cevzî bir
başka yorum sunar: Ona göre: Hayber'in tamamı savaşla fethedilmiştir. Ancak,
komutan savaşla fethettiği yerlerde şu üç tasarruftan birinde muhayyerdir.
1- Gazilere taksim eder,
2- Taksim etmez, vakfeder,
3- Bir kısmını taksim, bir kısmını vakfeder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu üç
çeşit tatbikata da yer vermiştir:
1- Kureyza ve Nadir Yahudilerinin mallarını
taksim etmiştir.
2- Mekke'yi taksim etmemiştir.
3- Hayber'in yarısını taksim etmiş, yarısını
etmemiştir.
Şunu son olarak kaydedelim ki, rivayetler,
meseleyi İbnu'l-Cevzî'nin beyan ettiği tarzda kesip atmaya imkân verecek
açıklıkta değildir. Hayber'in fethi kadar Mekke'nin fethi de ulemâyı
tereddüde sevketmiştir. Sulh yoluyla mı fethedildi, savaşılarak mı
fethedildi? Edille'nin ihtilâf ettiği hususlarda kesin hükümden kaçınmak
ihtiyata muvafıktır ve ulemanın sünneti de budur.
ـ3ـ وعن شهاب قال: ]خَمَّسَ رسول اللّه # خَيْبَرَ ثُمَّ قَسَمَ سَائِرُهَا
عَلى مَنْ شَهَدَها، وَمَنْ غَابَ عَنْهَا مِنْ أهْلِ الحُدَيْبِيَةِ[. أخرجه
أبو داود .
3. (1103)-
İbnu Şihâb der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber'i beşe taksim
edip beşte birini aldıktan sonra geri kalanı, Hudeybiye Seferi'ne
katılanlardan Hayber'e iştirak eden ve etmeyenler arasında taksim etti."
[Ebu Dâvud, Harâc 24, (3019).]
AÇIKLAMA:
Âlimler, Hudeybiye Sulhü üzerine nâzil olan
Fetih sûresinin 20. âyetinda vâdedilen "bol ganimet"in Hayber olduğunu
söylerler. Müslümanlar, Hudeybiye Sulhü'nü yaparak Zilhicce ayında döndükten
sonra Medine'de 20 gece -veya buna yakın bir müddet- geçirirler. Sonra
Muharrem ayında, fethetmek üzere Hayber'e hareket ederler.
Gerekli açıklamalar önceki rivayette
geçmiştir.
ـ4ـ وعن ابن الزبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]ضَرَبَ رسول اللّه # عَامَ
خَيْبَرَ لِلزُّبَيْرِ أرْبَعََةَ أسْهُمٍ: سَهْمٌ لِلزُّبَيْرِ، وَسَهْمٌ
لِذِى الْقُرْبى لِصَفِيَّةَ بِنْتِ عَبْدِ المُطَّلِبِ أمِّ الزُّبَيْرِ
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما، وَسَهْمَانِ لِلفَرَسِ[. أخرجه النسائى .
4. (1104)-
İbnu'z Zübeyr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hayber (fethedildiği) sene, (babam) Zübeyr'e dört hisse ayırdı.
Bir hisse Zübeyr için, bir hisse zilkurbâ [ya giren Abdulmuttalib'in kızı ve
Zübeyr'in annesi olan Safiyye (radıyallahu anhümâ)] için, iki hisse de atı
için." [Nesâî, Hayl 17, (6, 228).]
AÇIKLAMA:
Hadis, ganimette atlıya verilecek hissenin
miktarını tesbitte hüccet kılınmıştır. Atlı, atı sebebiyle iki hisse
almaktadır. Bir de şahsî hisse olmak üzere toplam üç hisse yapmaktadır.
Zübeyr (radıyallahu anh)'in annesi Safiyye (radıyallahu anhâ) hatun için
ayrılan hisse, zilkurbâ kaleminden ayrılmaktadır. Zîra Safiyye hatun,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın halasıdır. Âyet-i kerime ganimetten
ayrılacak hisseleri sayarken zilkurbâ adıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yakınlarını da zikretmiştir (Haşr 7). Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e ve yakınlarına sadaka ve zekât gelirleri haram
kılınmış, fey ve ganimetten elde edilen gelirlerden pay ayrılmıştır.
ـ5ـ وعن حَشْرَجَ بن زياد عن جدته أمّ أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْها ]أنَّهَا
خَرَجَتْ معَ رسول اللّه # في عَزَاةِ خَيْبرَ سَادِسَةَ سِتِّ نِسْوَةٍ.
قالتْ: فَبَلَغَ ذلِكَ رسول اللّه # فَبَعَثَ إلَيْنَا فَجِئْنَا فَرَأيْنَا
فيهِ الْغَضَبَ فقَالَ: مَعَ مَنْ خَرَجْتُنَّ؟ وَبِإذْنِ مَنْ خَرَجْتُنَّ.
فَقُلْنَا: خَرَجْنَا نَغْزِلُ الشَّعْرَ وَنُعِينُ بِهِ في سَبِيلِ اللّهِ،
وَنُنَاوِلُ السِّهَامَ، وَمَعَنَا دَوَاءٌ لِلْجَرْحَى؟ وَنَسقِى السَّوِيقَ.
قَالَ: أقِمْنَ إذاً: فَلَمَّا فَتَحَ اللّهُ تَعالى خَيْبَر أسْهَمَ لَنَا
كَمَا أسْهَمَ لِلرِّجَالِ. قال: فَقُلْتُ يَا جَدَّةُ مَا كانَ ذلِكَ؟ قالتْ
تَمْراً[. أخرجه أبو داود .
5. (1105)-
Haşrec İbnu Ziyâd'ın babaannesinden (radıyallahu anhâ) anlattığına göre,
babaannesi (Ümmü Ziyâd el-Eşceiyye) Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte altı kadından biri olarak Hayber Gazvesine katılır. Kadın der ki:
"Bizim de iştirak ettiğimiz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ulaşınca
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bizi yanına çağırttı. Gittik. Yüzünde
öfke okunuyordu. Bize: "Kiminle çıktınız, kimin izniyle çıktınız?" diye
çıkıştı. Biz:
"Yün eğirip onunla Allah yolunda yardımcı
oluruz. Okları (toplar gazilere) veririz, diye çıktık. Ayrıca yanımızda
yaralıları tedavi için ilaç var, yemek de yaparız" dedik. Bunun üzerine:
"Öyleyse kalın!" buyurdu.
Cenâb-ı Hakk Hayber'in fethini müyesser
kılınca, bize de ganimetten, tıpkı erkeklere olduğu gibi pay ayırdı."
Haşrec der ki:
"Ey babaanneciğim, bu verilen ne idi?" diye
sordum.
"Hurma idi" diye cevap verdi." [Ebu Dâvud,
Cihâd 152, (2729).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, sefere katılan kadınların da
erkeklerle eşit olarak hisse aldıklarını ifade etmektedir. Ancak bu rivayet
isnâd yönüyle zayıf olduğu için, amele esas olmamıştır. Ulemâ büyük
çoğunluğuyla savaşa iştirak eden köle, kadın ve çocukların muhariplerle
eşit seviyede ganimete iştirak edemeyeceklerine hükmetmiştir. Bunlara bahşiş
nev'inden, miktarı komutanın takdirine bırakılan bir şeyler verilir.
Mamafih, "Verilen ne idi?" sorusuna aldığı "Hurma!" cevabından hareket eden
bâzı âlimler şu te'vili yaparlar: "Kadın burada, "Bize de erkeklere verilen
şeyden verildi" demek istemiştir, miktarı kastedmemiştir. Cevapta,
"Erkeklerle eşit miktarda pay aldık" mânası mevcut değildir." Ancak,
hadisin zâhiri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hurmanın bir kısmını
kadın ve erkek arasında eşit olarak pay ettiğini ifade etmektedir. Hattâbî,
Evzâî'nin savaşa katılan kadınların da hisse sâhibi olduklarına hükmettiğini
belirttikten sonra bu hadisi delil kılmış olabileceğine dikkat çeker.
ـ6ـ وعن عمير مولى آبى اللحم قال: ]شَهِدْتُ خَيْبَرَ مَعَ سَادَانِى
فَكَلَّمُوا فىَّ رسول اللّهِ # فَقُلِّدْتُ سَيفاً فأخبِرَ أنَّنِى مَمْلُوكٌ
فَأمَرَ لِى بِشَئٍ مِنْ خُرْثِىِّ المَتَاعِ وَعَرضْتُ عَلَيْهِ رُقْيَة
كُنْتُ أرْقى بِهَا المَجَانِينَ فَأمَرَنِى بِحبْسِ بَعْضِهَا وَطَرْحِ
بَعْضِهَا[. أخرجه أبو داود والترمذى.»خرثى المتاع« أثاث البيت .
6. (1106)-
Umeyr Mevlâ Âbî'l-Lahm (radıyallahu anh) anlatıyor: "Efendilerimle birlikte
Hayber Gazvesi'ne katıldım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a benden
bahsettiler ve benim köle olduğumu söylediler. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da bana kılıç kuşatmalarını emretti. Bana kılıç kuşatıldı. (Ancak
yaşça küçük olmam ve boyumun kısalığı sebebiyle) kılıcı yerde sürüyordum.
Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana ev eşyası verilmesini
emretti. Delileri tedavi için okuduğum bir rukyeyi (afsunlama duası)
(kontrol ettirmek için) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzettim. Bir
kısmını atıp, diğer bir kısmını muhâfaza etmemi emretti." [Tirmizî, Siyer 9,
(1557); Ebu Dâvud, Cihad, (2730). İbnu Mâce, Cihâd 37, (2855).]
AÇIKLAMA:
1- Teysir'deki metinde bazı eksiklikler var.
Tercümede Tirmizî'nin metnini esas aldık.
2- Bu rivayette iki ayrı mesele var:
1) Kölenin savaşa katılması ve yaşça küçük
bile olsa, savaşmayı öğrenmesi için kılıç verilmesi, savaşa katıldığı için
pay ayrılmayıp, değerce düşük bir ev eşyası ile mükâfaatlandırılması. Hadis,
bu kısmı ile, bilhassa kölenin savaşa katılması hâlinde ganimetten pay
alamayacağını ifade eder.
2) Rivayetin ikinci kısmı farklı bir meseleye
temas etmektedir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) afsunlamak suretiyle,
hastaların tedavisine müsaade etmekte ve fakat, cahiliye devrinden intikal
eden duaları kontrolden geçirmektedir. İslâm akidesine uymayan lâfızları,
cümleleri, put, cin, şeytan isimlerini, mânasız kelimeleri çıkarmaktadır. Bu
rivayette, söylediğimiz husus vâzıh değilse de başka rivâyetler meseleyi
açıklığa kavuşturur. Burada Umeyr'in afsunlama ile tedavide bulunduğu
duasını kontrol ettirmek üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
okuduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu câhiliye duasından bazı
kısımları İslâm akîdesine uygun bulmayıp çıkarmasını söylediği, diğer bir
kısmında, mahzur görmeyerek orayı okumasına izin verdiği anlaşılmaktadır.
4022 numaralı hadiste daha geniş bilgi
sunacağız.
ـ7ـ وعن الزهرى قال: ]أسْهَمَ رسولُ اللّه # لِقَوْمٍ مِنَ الْيَهُودِ
قَاتَلُوا مَعَهُ[ أخرجه الترمذى .
7. (1107)-
Zührî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisiyle birlikte
savaşmış olan Yahudilerden bir gruba, ganimetten pay ayırdı." [Tirmizî,
Siyer 10, (1558).]
AÇIKLAMA:
Tirmizî, bu rivayeti "Müslümanlarla birlikte
savaşan zımmîler hakkında gelen hüküm: Ganimete iştirak ettiler mi?"
başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Bu babta, esas itibariyle mü'minlerin
gayr-ı müslimlerden, savaş sırasında yardım istemeyeceği, onların
yardımlarına müstağni olduklarını ifade eden rivayetler kaydedilir. Savaşta
düşmana karşı zımmîlerden yardım istememek esas olmakla birlikte, savaşa
katılan bulunması halinde, çoğunlukla âlimler, zımmîlere ganimetten pay
verilmeyeceği hükmünü benimsemiştir. Bâzıları ise onlara da pay verilmesi
gerektiğine hükmetmiştir.
Şu hâlde sadedinde olduğumuz, Zührî'nin mürsel
rivayeti bu görüşü aksettirmektedir. Ancak râcih görüş önceki görüştür, yâni
ehl-i zımmîye, Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşsa bile ganimetten
pay ayrılmaz. Hadisciler, Zührî'nin mürsellerine fazla itibar etmezler ve
zayıf olduğunu söylerler. Bilfarz sıhhatine hükmedilmesi hâlinde bundan
maksadın ganimetten ayrılan sehim olmayıp, hediye ve bahşiş nev'inden
verilen radh'a hamledilmiştir. Radh "azıcık ihsan" demektir.
Netice olarak kadın, çocuk köle, ve zımmîye
ganimetten pay ayrılmaz. Ayrıldığına dair gelen rivayetler radh'a
hamledilir.
ـ8ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَدِمْتُ عَلى رسولِ اللّه # في
نَفَرٍ مِنَ ا‘شْعَرِيِّينَ بَعْدَ أنِ افْتَتَحَ خَيْبَرَ فَقَسَمَ لَنَا
وَلَمْ يَقْسِمْ ‘حَدٍ لَمْ يَشْهَدِ الْفَتْحَ غَيْرَنا إَّ أصْحَابَ
سَفِينَتِنَا جَعْفَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأصْحَابَهُ[. أخرجه أبو داود
والترمذى .
8. (1108)-
Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hayber'in fethinden sona bir grup Eş'arî ile
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına geldik. Ganimetten bize de
pay vardı. Halbuki (Habeşistan'dan dönmüş olan) gemi arkadaşlarımız Ca'fer
(radıyallahu anh) ve arkadaşları hâriç, Hayber Gazvesi'ne fiilen iştirak
etmeyen kimseye pay ayırmamıştır." [Ebu Dâvud, Cihad 151, (2725); Tirmizî,
Siyer 10, (1559).]
AÇIKLAMA:
Hayber'in fethinden sonra, ganimet taksimi
sırasında Habeşistan'dan geri dönmekte olan muhâcirlerden, hâdisenin râvisi
Ebu Musâ' nın da bulunduğu bir grup Hayber'de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a rastlarlar. Ebu Dâvud'un rivâyetinde "ganimet taksimine tevafuk
ettik" der. Rivayetteki farklılığa göre Ebu Musa: "Ganimet taksimine bizi de
dahil etti" veya "Ganimetten bize de verdi" demiştir.
Hattâbî, bunlara verilen payın Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın tasarrufunda olan humustan olması gerektiğini
söyler. Ancak, diğer askerlerin rızası ile, ganimet taksimine, aynen savaşa
katılanlar gibi iştirak ettirilmiş olabileceklerini söyleyenler de olmuştur.
Musa İbnu Ukbe, Megazi'sinde bu hususta kesin kanaat sahibidir. Mamafih
ganimetin toplanmasından sonra ve taksiminden önce gelmiş olmaları
sebebiyle, ganimetin tamamından bunlara pay ayrılmış olabileceğini
söyleyenler de olmuştur. Şâfiî'nin bu meseledeki iki görüşünden biri budur.
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ رسولَ اللّه # قامَ: يعنِى
يَوْمَ بدرٍ فقَالَ: إنَّ عُثْمَانَ انْطَلقَ في حَاجَةِ اللّهِ
وَحَاجَةِ رسُولِهِ #، وَإنِّى أبَايِعُ لَهُ، فَضَرَبَ لَهُ رسولُ اللّهِ #
بِسَهْمٍ وَلَمْ يَضْرِبْ ‘حَدٍ غَابَ عَنْهُ غَيْرَهُ[. أخرجه أبو داود .
9. (1109)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün -yani Bedir Savaşı günü- kalkıp şöyle buyurdu:
"Muhakkak ki Osman Allah'ın ve Resûlü
(aleyhissalâtu vesselâm)' nün rızasına uygun bir hizmet sebebiyle gelmiştir.
Ben onun adına bey'at akdediyorum." Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ganimetten hisse ayırdı. Savaşa katılmayan onun dışında kimseye
hisse vermedi." [Ebu Dâvud, Cihad 151, (2726).]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette geçen "yâni Bedir Savaşı günü"
ibaresi râvilerden biri tarafından ilâve edilen açıklayıcı bir derctir.
Ancak hadiste bir işkâl mevzubahis. Çünkü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Hz. Osman (radıyallahu anh) adına bey'at akdi sâdece
Hudeybiye'de cereyan etmiştir. Mekkelilere elçi olarak giden Hz. Osman'ı
müşrikler tevkif etmişti ve hatta Müslümanlar arasında öldürüldüğüne dair
şâyia bile çıkmıştı. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) sefere katılan bütün Müslümanlardan biat almıştı. Sıra Hz. Osman'a
gelince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sağ elini göstererek, "Bu,
Osman'ın elidir" der ve diğer eline koyarak onun adına biat akdeder.
Bedir'de böyle bir biat olmamıştır. Ancak Hz.
Osman'ın Bedir'deki durumu farklıdır. Şöyle ki: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın muhterem kerimeleri Rukiyye (radıyallahu anhâ) hasta idiler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Rukiyye'nin refiki olan Hz. Osman'ı
Medine'de bırakarak Rukiyye ile ilgilenmesini taleb eder. Osman'a:
إِنَّ لَكَ اَجْرُ رَجُلٍ مِمَّنْ شَهِدَ بَدْرًا وَسَهْمُهُ
"Sana, Bedir'e katılanların sevabı ve ganimet
payı aynen verilecektir" buyurur.
Şu halde yukarıdaki rivayette bir karışıklık
gözükmektedir.
2- Bedir Savaşı'na katılmadığı halde
ganimetten pay ayrılan yegâne şahıs Hz.Osman'dır. Bu da onun bizzat
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından kızı Rukiyye'nin tedavisiyle
meşgul olmak üzere Medine'de kalmakla tavzif edilmesine mebnidir.
3- Bu hadisten hareketle, imamın verdiği bir
vazife sebebiyle savaşa katılamayana ganimetten pay ayrılabileceğine
hükmedilmiştir. İmama ait olmayan bir iş sebebiyle savaşa katılamayan
kimseye ganimetten pay ayrılmayacağı hükmünde Şâfiî, Mâlik, Evzâî, Sevrî,
Leys ittifak ederler.
Ebu Hanife ve ashâbı, bu meselede şöyle
derler: "Ganimet dar-ı İslam'a celbedilmezden önce orduya katılana
ganimetten pay ayrılır."
ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: أيُّمَا
قَرْيَةٍ أتَيْتُمُوهَا أوْ أقَمْتُمْ فِيهَا فَسَهْمُكُمْ فِيهَا، وَأيُّمَا
قَرْيَةٍ عَصَتِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فإنَّ خُمُسَهَا للّهِ وَرَسُولِهِ وَهِىَ
لَكُمْ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
10. (1110)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Hangi bir köye varır da orada ikâmet ederseniz,
hisseniz oradadır. Hangi bir belde de Allah ve Resûlü'ne isyan ederse o
beldenin beşte biri Allah ve Resûlü'ne aittir ve o (geri) kalan) da
sizindir." [Müslim, Cihâd 47, (1756); Ebu Dâvud, Harâc 29, (3036).]
AÇIKLAMA:
Burada iki ayrı cümle var ve her ikisinde
karye kelimesi geçmektedir. Birinci karye'yi köy, ikinciyi belde olarak
tercümeyi uygun bulduk.
Kadı İyaz, Müslim şerhinde, birinci cümledeki
karye -ki köy diye tercüme ettik- ile savaş yapılmadan sulh yoluyla
fethedilen yerlerin yani fey'in, ikinci karye ile savaşla alınmış olan
yerin, yani ganimetin kastedilmiş olabileceğini belirtir. Hadiste geçen "O
da sizindir" ibâresi beşte biri alındıktan sonra "geri kalan" demektir.
Fey'in ganimet gibi beşe taksim edilmeyeceği
görüşünde olanlar bu hadisle ihticac ederler.
İbnu'l-Münzir: "Fey'in de beşe bölüneceğini,
Şâfiî'den önce söylemiş bir fakih bilmiyoruz" der.
Hattâbî der ki: "Bu hadiste, savaşla alınan
arâzinin hükmü, diğer ganimet mallarının hükmüne tâbi olacağına dâir delil
mevcuttur. Yani arâzi de beşe bölünür, beşte biri ehl-i hums denen
Kur'ân'da belirtilen (Enfal 11) harcama kalemlerine ayrılır. Beşte dördü de
-ele geçirilen diğer para ve emvâl gibi- savaşa katılan gaziler arasında pay
edilir.
ـ11ـ وعن رافع بن خديج رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يَجْعَلُ
في قَسْمِ الْغَنَائمِ عَشْراً مِنَ الشَّاءِ بِبَعِيرٍ[. أخرجه النسائى .
11. (1111)-
Râfi' İbnu Hadîc (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ganimet taksiminde on keçiyi bir deveye bedel tutardı." [Nesâî,
Dahâyâ 15, (7, 221).]
AÇIKLAMA:
Nesâî, bu hadisi şu başlığı taşıyan babta
kaydeder: "Deve kaç kurbanın yerine geçer?" Hadis bir devenin on keçiye
bedel olduğunu ifade etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ganimet taksiminde bir deveye karşı keçiyi eşit tutmuştur. İshak İbnu
Râhuye bu hadisle amel etmiştir. Ancak diğer âlimler bunun mensuh olduğunu
söylerler. Zîra umumiyetle benimsenen esahh rivayetler devenin de sığırda
olduğu üzere yedi kurban sayılacağını ifade etmektedir.
Aliyyü'l-Kârî, hadisin neshine değil, sahih
hadisle teâruzuna hükmetmenin daha uygun olduğunu belirtir.
ـ12ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يُنفِّلُ
بَعْضَ مَنْ يَبْعَثُ مِنَ السَّرَايَا ‘نفُسِِهِمْ خَاصَّةً سِوَى قِسْمَةِ
عَامَّةِ الجَيْشِ[.زاد في رواية: وَالخُمُسُ في ذلكَ كُلِّهِ وَاجِبٌ. أخرجه
الثثة وأبو داود .
12. (1112)-
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gazveye gönderdiği kimselerden bâzılarına, umumî
ganimet taksiminden düşecek hisseden ayrı olarak, şahıslarına ait olmak
üzere (bir nevi armağan olmak üzere) fazladan ganimet verirdi." [Buhârî,
Hums 15, Meğâzî 57; Müslim, Cihâd 35, (1749); Muvatta, Cihâd 15, (2, 450);
Ebu Dâvud, Cihâd 35, (2741-2746).]
AÇIKLAMA:
Bilindiği üzere ganimet belli bir prensibe
gören taksim edilmektedir. Beşte biri (hums) Allah ve Resûlü'ne, geri kalan
dördü de gazilere (süvâriye üç, piyadeye bir hisse şeklinde) müsavî olarak
taksim edilir. Bu rivâyet savaşta şu veya bu şekilde başarı gösteren veya
müessir hizmet verenleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hususî
şekilde mükâfaatlandırdığını göstermektedir. Bu hal, şüphesiz kaabiliyet
sahiplerini, şecaat sâhiplerini, gayret sahiplerini teşvike, memnun kılmaya
müteveccih bir davranıştır. Verilen bu hususî armağan, yerine göre maddî
yönden fazla bir değer taşımasa bile kadirşinaslığın bir delili, hususî
surette gösterilmiş olan ziyade başarının takdir edildiğine maddî bir delil
olur. Günümüzde bu, nişan, madalya, şilt gibi değişik isimler altındaki
tercihlerle müesseseleştirilmiştir. Kaldı ki, değer yönüyle tatmin edici
armağanlar da verilmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu
neviden bağışta bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu mevzu ile ilgili olarak farklı yorumlar
ileri sürülmüştür:
* Amr İbnu Şuâyb: "Böyle bir armağanı vermek
sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e aittir" demiştir.
* İmam Mâlik, komutanın teşvik için önceden
böyle bir şart koşmasını mekruh addeder, "Bu, cihâdı Allah rızası için
değil, dünyalık için yapmak olur" der.
* Ulemanın kâhir ekseriyeti bunun cevazında,
meşru olduğunda ittifak eder.
Ancak, taksim dışı verilecek bu armağan (nefl)
nereden verilmiştir? İşte bu sorunun cevabında ihtilâf edilmiştir. Ganimetin
-taksim edilmezden önceki- aslından mı, humus'tan mı, humsu'lhums'dan mı
veya humus dışı kaynaktan mı?
* Şâfîler ilk üç kaynağı söylerler. Onlara
göre makbul görüş de humsu'lhums'tan olmasıdır. Yani ganimet taksim edilip,
hums'u alınca, hums'un harcanacağı beş harcama kaleminden birincisinden
olmalıdır. Ayet-i kerime hums'a sırayla şu harcama kalemlerini gösterir:
1- Allah ve Resûlü,
2- Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yakınları,
3- Yetimler,
4- Düşkünler,
5- Yolcular (Enfal 41). Humsu'lhumstan murad,
umumiyetle birinci kalemdir.
* Evzâî, Ahmed İbnu Hanbel, Ebu Sevr ve daha
başkaları, bu armağanın (nefl) ganimetin aslından olduğunu söylemiştir.
* İmam Malik ve bir grup âlim: "Nefl
verilecekse mutlaka humus' tan olmalıdır"demiştir.
* Hattâbî: Bu konuda gelen ahbarın ekseriyeti
nefl'in ganimetin aslından olması gerektiğine delâlet eder" der. Fakat
kendisi humsa meyleder.
* İbnu Abdilberr: "İmam, şu veya bu sebeple
askerlerden bâzılarını mükâfaatlandırmak isterse, bunu, humstan yapar.
Ancak, ordunun bir parçası hususî bir başarı gösterir, ganimet elde eder de
komutan bunları mükâfaatlandırmak isterse, bu takdirde üçte biri geçmemek
kaydıyla, onların elde ettiklerinden kendilerine mükâfaat verebilir" der.
ـ13ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَفَّلَنِى رسُولُ اللّه #
يَوْمَ بَدْرٍ سَيْفَ أبِى جَهْلٍ دُونَ الَّذِى كانَ قَتَلَهُ[. أخرجه أبو
داود .
13. (1113)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Bedir günü, Ebu Cehl'in kılıncını bana armağan etti. Ebu Cehl'i,
İbnu Mes'ud öldürmüş idi." [Ebu Dâvud, Cihâd 150, (2722).]
AÇIKLAMA:
Bedir Savaşı sırasında yaralı düşmüş olan Ebu
Cehl'in kafasını ibnu Mes'ud koparmış idi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu sebeple Ebu Cehl'in kılıncını seleb kabul ederek ganimet gibi
taksime dahil etmemiştir. Zîra "seleb öldürenindir" kaidesini koymuştur.
Yani, savaş sırasında, bir gâzi belli bir şahsı öldürür ve bunu isbatlarsa,
öldürülen kâfirin seleb'i (üzerinde çıkan işe yarar malzeme, para, silah
vs.) öldürenin olur, bu diğer ganimetin mallarına katılarak umumî taksime
tabi tutulmaz (1117. hadiste gelecek). İşte Ebu Cehl'i İbnu Mes'ud öldürdüğü
için onun kılıcı ganimet değil "seleb" kabul edilmiştir.
Ulemâ bu rivayete dayanarak, "yaralıyı öldüren
de, onu öldürmüş sayılarak "seleb"e hak kazanır" hükmünü koymuştur. Esasen
Ebu Cehl'i yaralayıp yıkan Muâz İbnu Amr İbnu Cemûh ve Muâz İbnu Afrâ'dır.
İbnu Mes'ud kafasını koparmıştır.
"Ebu Cehl'i İbnu Mes'ud öldürmüş idi" cümlesi,
râvilerden bir ilâve kabul edilir. Ancak, İbnu Mes'ud'un, -ilmu'lbeyanda
iltifat denen- başka bir üsluba dökülmüş şahsî sözü de olabilir.
ـ14ـ وعن أبى الجُوَيْرِيةِ الجرمى قال: ]أصَبْتُ بأرْضِ الرُّومِ جَرَّةً
حَمْرَاءَ فِيهماَ دَنَانِيرُ في إمْرَةِ مُعَاوِيَةَ، وَعَلَيْنَا رَجُلٌ مِنَ
الصَّحَابَةِ مِنْ بَنِى سُلَيْمٍ فَقَسَمَهَا بَينِى وَبَيْنَ المُسْلِمِينَ
وَأعْطَانِى مَثْلَ مَا أعْطى رَجًُ مِنْهُمْ. ثُمَّ قَالَ: لَوَْ أنِّى
سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقُولُ: َ نَفْلَ إَّ بَعْدَ الخُمُسِ ‘عْطيتُكَ، ثُمَّ
أخَذَ يَعْرِضُ عَلىَّ مِنْ نَصِيبِهِ فأبَيْتُ[. أخرجه أبو داود .
14. (1114)-
Ebu'l-Cüveyriyye el-Cermî (rahimehullah) anlatıyor: "Rum diyarında içinde
dinar bulunan kırmızı bir küp ele geçirdim. Bu sırada emîr, Hz. Muâviye
(radıyallahu anh) idi. Başımızda da komutan olarak, Hz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından, Ma'n İbnu Yezid (radıyallahu anh)
adında Benî Süleym'den biri vardı. Küpü ona getirdim. O altınları
Müslümanlara taksim etti. Bana da, öbürlerine verdiği kadar bir pay verdi.
Sonra da, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Nefl (armağan) ancak
hums'tan sonra olur" dediğini işitmemiş olsaydım sana (daha fazla) verirdim"
dedi. Sonra bana, kendi hissesinden bağışta bulundu." [Ebu Dâvud, Cihâd 160,
(2753, 2754).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, nefl'in yani armağanın ganimetten
verileceğini ifade etmektedir. Hadiste ele geçirilen küp, savaşılarak
(anveten) alınmış değildir, yani ganimet değildir. Âlimler bunun fey
olduğunu tasrih ederler. Fey'de ise humus yoktur, nefl de yoktur. Nefl'in de
kıtâlde olacağı belirtilmiştir. Komutan, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Nefl ancak humustan sonra olur" sözüne binâen nefl (armağan)
vermekten sarf-ı nazar etmiştir. Şu halde komutan, bu hadis sebebiyle
Ebu'l-Cüveyriye'ye bulduğu dinarlardan armağan vermemiştir. Çünkü, komutan,
bu hadisten, nefl'in ganimetten humus alındıktan sonra, -gaziler arasında
taksim edilecek olan- geri kalan beşte dörtten verileceğini istidlâl
etmiştir. Nitekim bu istidlâle, Ebu Dâvud'da tahric edilmiş olan Habib İbnu
Mesleme el-Fıhrî hadisi de destek olmaktadır:
كَانَ رسُولُ اللّهِ # يُنَفِّل الثُّلُثَ بََعْدَ الخُمْسِ
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ganimetten humus alındıktan sonra, geri kalanın üçte birini (liyâkat
kesbedenlere) armağan olarak (nefl) verirdi." Bu rivayete göre, ganimetin
beşte dördünün üçte bir miktarına kadarı nefl olarak ayrılabilecektir. Evzâî
ve Mekhûl (rahimehumullah) nefl'in bu üçte bir nisbetini geçmemesi
gerektiğini söylemiş ise de Şâfiî hazretleri: "Buna kesin bir had konamaz,
imamın içtihad ve takdirine kalmıştır" demiştir.
Nefl ile alâkalı rivayetlerin farklılığı ve
buna binâen ulemânın ihtilâflı görüşleri ileri sürmüş olduğunu göstermek
için, Yine Habib İbnu Mesleme el-Fıhrî'den Ebu Davud'da kaydedilen bir
rivayete daha dikkat çekelim:
شَهِدْتُ النَّبِىَّ # نَفَلَ الرُّبُعَ فِي الْبَدْأةِ وَالثُّلُثَ فِى
الرَّجْعَةِ
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bidayette dörtte bir, (ikinci) dönüşte de üçte biri nefl ettiğine şâhid
oldum."
Bazıları bu rivayette geçen bed'e (başlangıç)
kelimesini "savaşa giderken", rec'a kelimesini de "savaş dönüşü" diye
anlamış ise de, Hattâbî "bed'e"yi "düşmanla birinci karşılaşma" olarak
anlar, "rec'a"yı da, "düşmana ikinci sefer saldırma" diye anlar. Böyle
olunca, kendi ifadesiyle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ilk
karşılaşmada -daha dinç, daha zinde olmaktan başka- düşmana saldırma
hususunda daha çok arzu ve şevkle dolu olan askere bu ilk saldırının
ganimetinden dörtte bir nisbetinde armağanda (nefl) bulunmakta, birinci
saldırıdan sonra yorulmuş ve daha ziyade vatanına dönme arzusuna düşmüş
askerleri, birinci saldırının dersiyle teyakkuz ve tedbire geçen düşmana
daha zor ve daha tehlikeli olan ikinci sefer saldırma hususunda daha
müşevvik olmak maksadıyla ganimetten daha fazla -yani üçte bir- nisbetinde
armağanda bulunmuştur.
ـ15ـ وعن سعد بن أبى وقاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أعْطى رسولُ اللّهِ #
رَهْطاً وَأنَا جَالِسٌ فَتََرَكَ مِنْهُمْ رَجًُ هُوَ أعْجَبَهُمْ إلىَّ.
فقُلْتُ مَالَكَ عَنْ فُنٍ؟ وَاللّهِ إنِّى ‘رَاهُ مُؤمِناً. فقَالَ رسولُ
اللّه #: أوَ مُسْلِماً. ذَكَرَ ذلِكَ سَعْدٌ ثَثاً فَأجَابَهُ بِمِثْلِ ذلِكَ.
ثُمَّ قالَ: إنِّى ‘عْطِى الرَّجُلَ. وَغَيْرُهُ أحَبُّ إلىَّ مِنْهُ خَشْيَةَ
أنْ يُكَبَّ في النَّارِ عَلى وَجْهِهِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.
15. (1115)-
Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), ben yanında otururken, bir grub insana ihsanda bulundu. Ancak
onlardan benim daha çok hoşlandığım birine hiçbir şey vermedi. Ben:
"Falanca ile aranızda ne var (ona niye vermedin)? Allah'a kasem olsun, ben
onu mü'min görüyorum!" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman
(görüyorum de!)" buyurdu. Sa'd (dayanamayıp) bu kanaatini üç kere söyledi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da her seferinde aynı şekilde
karşılıkta bulundu. Sonuncu sefer şunu ekledi: "Ben, nazarımda daha sevgili
olana hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı
kurtarmak için ona ihsanda bulunurum (ihsanda bulunmam sevgime ölçü
değildir)" [Buharî, Zekât 3, İman 53; Müslim, İman 236, (150), Ebu Dâvud,
Sünnet 16, (4685); Nesâî, İman 7, (8, 103, 104).]
AÇIKLAMA:
1- Bazı açıklamalarda Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ihsanda bulunmadığı şahıs Cuayl İbnu Sürâka
el-Gıfârî'dir. Ashab-ı Suffa'dandır. İlk Müslüman olanlardan olup Uhud'a
katılmıştır. Benî Kureyza Gazvesi'nde gözünden isabet almıştır. Çirkin
yüzlüdür. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın övgüsüne mazhar olmuş
sahabilerdendir. Maddî bakımdan fakirdir. Benî Müstalik Seferi sırasında Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cuayl'i Medine'de vekil bırakmıştır.
2- Bir rivayette, yukarıdaki hâdise şöyle
nakledilir:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Akra' İbnu Hâbis, Uyeyne İbnu Hısn (gibilere)
yüz deve verdin de (gerçekten muhtaç olan) Cuayl'e vermedin!" dendi de,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e
yemin olsun Cuayl, yeryüzü dolusu Uyeyne ve el-Akra' gibilerden daha
hayırlıdır. Ancak ben, Müslüman olmaları için bu ikisinin kalbini kazanmaya
çalıştım."
Bu rivayet, Said İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu
anh)'ın anlatığı vak' anın, Huneyn Savaşı'nda elde edilen ganimeti
dağıtırken, Mekke fethiyle yeni Müslüman olanlara, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in onları İslâm'a kazanmak için -ganimet
tevziindeki mutad kaidenin dışına çıkarak- bol bol vermesi hâdisesiyle
ilgisini göstermektedir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ihsanda bulunduğu kimseler, bu sonuncu rivayette zikredilen iki kişiden
ibaret olmamalıdır. Nitekim hadiste geçen raht, sayıca ondan aşağı, üçten
fazla ve kadın bulunmayan cemaat demektir. Mamafih müteakiben gelecek olan
1116 numaralı hadis de bir fikir verecektir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"Mü'min deme, "müslim" de!" şeklindeki müdâhalesini bazı âlimler: "İman,
gaybî bir durumdur, halini iyice araştırmadan bu hususta kesin bir hüküm
vermektense ihtiyatlı davranıp, zahirî duruma göre hükmetmek daha
uygundur." "Müslim" hükmü zâhire göredir, binaenaleyh böyle demek,
ihtiyatlı olmaya daha uygundur" diye yorumlamışlardır.
4- Gerçek vak'a şudur: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) müellefe-i kulûb'ten olan bir gruba bol bol verip
de Cuayl'e vermeyince Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) gerek fakirlik
ve gerekse iman durumunu çok iyi bildiği bu zâta vermeyişine tahammül
edemeyerek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip -bir rivayette
gizlice- "Buna niye vermiyorsun, vallahi ben onu mü'min biliyorum" diye
hatırlatma ve şehâdette bulunur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Müslim
biliyorum de!" şeklindeki cevabını tatminkâr bulamayan Sa'd, taleblerini
tekrarlar. Bu ısrar karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) en
sonunda Cuayl'in nazarındaki değerini ve ona vermeyişinin asıl sebebini
açıklar: "Ben nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezden, yüz üstü
ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunuyorum!"
Bu cevapla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hem Cuayl (radıyallahu anh)'e olan sevgisini, hem de öbürlerinin irtidâd
etmesinden korktuğunu ifade etmiş olmaktadır. Nitekim bu siyâset sayesinde,
maddî kazanç cazibesiyle İslâm'a giren pekçok kimse, bilâhere İslâm'ı
samimiyetle benimsemişler, kritik anlarda irtidada tevessül etmemişlerdir.
ـ16ـ وعن رافع بن خُدَيْجٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أعْطى رسول اللّه # أبَا
سُفْيَان ابْن حَربٍ يَوْمَ حُنَيْنٍ، وَصَفْوَانَ بنَ أُمَيَّةَ وَعُيَيْنَةَ
بنَ حِصْن، وَا‘قْرَعَ بنَ حَابِسٍ وَعَلْقَمَةَ بنَ عَُثَةَ كُلَّ إنْسَانٍ
مِنْهُمْ مِائَةً مِنَ ا“بْلِ، وَأعْطى
عَبَّاسَ بنِ مِرْدَاسٍ دُونَ ذلِكَ. فقَالَ عَبَّاسُ بنُ مِرْدَاسٍ في ذلِكَ
شِعْراً.أتَجْعَلُ نَهْبِى)ـ1( وَنَهْبَ الْعَبيد ِبَيْنَ عُيَيْنةَ
وَا‘قْرَعِوَمَا كانَ حِصنٌ وََ حَابسٌيَفُوقَانِ مِرْدَاسَ في مَجْمَعِوَمَا
كُنْتُ دُونَ امْرئٍ مِنْهُماوَمَنْ تَخْفِضِ الْيَوْمَ َ يُرْفَعِفأتَمَّ لَهُ
رسولُ اللّهِ # مِائَةً[. أخرجه مسلم .
16. (1116)-
Râfi' İbnu Hadîc (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Huneyn günü Ebu Süfyân İbnu Harb, Savfân İbnu Ümeyye, Uyeyne İbnu
Hısn, Akra' İbnu Hâbis ve Alkame İbnu Ulâse'den herbirine yüzer deve verdi.
Abbâs İbnu Mirdâs'a ise daha az verdi. Bunun üzerine (aynı zamanda şair
olan) Abbâs İbnu Mirdâs şu mânada bir şiir düzdü:
"Benimle atım Ubeyd'in payını Uyeyne ile Akra'
arasında mı taksim ediyorsun?
Ne Bedr
ne de Hâbis, cemiyette, Mirdâs'tan üstün değillerdir.
Ben de onların hiçbirinden aşağı değilim.
Ancak bugün sen, kimi alçaltırsan o bir daha
yükselmez."
Râfi' der ki: "Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onun payını da yüz deveye yükseltti." [Müslim,
Zekat 137, (1060).]
AÇIKLAMA:
Bu hâdise, Huneyn dönüşü Ci'râne nâm mevkide
cereyan eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'yi fethettikten
birkaç hafta sonra Müslümanlara karşı savaş hazırlığı içinde olan
Gatafanlılara karşı koymak üzere Huneyn'e hareket eder. Orduya iki bin kadar
yeni ihtida etmiş Mekkelilerden asker alır. Bunların bir çoğunun kalbine
imanın hakkıyla henüz girmediğini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de
biliyor idi. Bu sebeple onları maddî avantajlarla kazanma yollarına
başvurdu. Bu cümleden olarak, Taberî'nin kaydına göre, daha savaş yapılmadan
birçoğuna ikramlarda bulundu.
Asıl maddî bağışı savaştan sonra yapmıştır.
Müellefe-i kulûb, yani kalbleri kazanılmışlar olarak İslâm tarihine geçen
bu zümre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında ayrı bir sayfa
teşkil eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn'de kazanılan zafer
sonunda ele geçirilen muazzam ganimetten eski Müslümanlara ve meselâ
Medineli Ensâr'a hiçbir şey vermez iken, Mekkelilere bol bol vermişti.
Hususan Mekke'nin ileri gelenlerine, şef durumunda olanlara yüzer deve,
şair, hatib gibi halk üzerinde müessiriyeti olanlara 50'şer deve vermişti.
Kendilerine verilmeyenler veya az bir şey
verilenler memnuniyetsizliklerini, küskünlüklerini izhar ederler. Bu meyanda
saygısızlığı bulan itiraz ve tenkidler ifade edenler dahi çıkar. Meselâ
Temimli bir zâtla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arasında şu konuşma
geçer:
"Ey Muhammed bugün ne yaptığını gördüm."
"Ne görmüşsün, söyle bakalım!"
"Adaletli davranmadın, âdil ol!" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) son derece öfkelenir ise de:
"Yazık sana, ben de âdil değilsem, başka kim
âdil olabilir? Adil olmazsam helak olurum!" demekle yetinir.
Hz. Ömer: "Müsaade et, şu münafığı öldüreyim!"
diye izin isterse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müsâade etmez.
Abbâs İbnu Mirdâs'ın yukarıda birkaç beytini
kaydettiğimiz şiiri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kulağına gelince,
bağışın 50'den 100 deveye çıkarılmasını Hz. Ali'ye emrederken: "İstediğini
ver de şu dili kes" der.
Kendilerine bir şey verilmemesinden Ensâr da
memnun olmamış, âdeta küsmüşlerdi. Hattâ, İbnu Hişâm'ın kaydına göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hususî şâiri Hassân İbnu Sabit
(radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i hicvedici bir
şiir yazar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr'ı toplayarak,
kendilerine verilmeyiş sebebini izah eder ve neticede hepsini ağlatan şu
hitabede bulunarak gönüllerini tekrar kazanır:
"Ey Ensar topluluğu, kulağıma gelen sözünüz
nedir? Bana gücenmiş olmalısınız! Ben size geldiğimde hepiniz dalâlette
idiniz, (getirdiğim dinle) Allah sizlere hidâyet vermedi mi? Fukara kimseler
idiniz. Allah zenginlik vermedi mi? Birbirinize düşman idiniz, Allah
kalblerinizi birleştirmedi mi?
...
"Ey Ensar topluluğu! Bir yudumluk dünya malı
için mi bana gücendiniz? Ben onunla İslâm'a girenler için bir kavmin
kalbini kazanmayı tercih edip, sizin İslâmınıza emanet etmiştim. Ey Ensar
toluluğu, insanlar buradan deve ve davarlarla dönerken sizler Allah ve
Resûlüyle evlerinize dönmekten râzı değil misiniz? Muhammed'in nefsini
kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun hicret olmasaydı Ensar'dan
bir kimse olurdum, şayet insanlar bir vâdiye, Ensar bir başka vadiye gidecek
olsa ben Ensâr'ın vadisine giderdim. Ey Rabbim! Ensar'a, Ensâr'ın
oğullarına, Ensâr'ın oğullarının oğullarına mağfiret et!"
ـ17ـ وعن أبى قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه: مَنْ قَتَلَ
قَتِيً لَهُ عَلَيْهِ بَيِّنَةٌ فَلَهُ سَلَبُهُ[. أخرجه الستة إ النسائى.وهو
طرف من حديث سيأتى في الغزوات .
17. (1117)-
Ebu Katâde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurdular:
"Savaş sırasında kim bir düşmanı öldürür ve
bunu isbatlarsa, maktûlün seleb'i kendisinin olur." [Buharî, Hums 18, Büyû
37, Meğâzî 54, Ahkâm 21; Müslim Cihâd 46, (1571); Muvatta, Cihâd 18, (2,
454); Tirmizî, Siyer 13, (1562); Ebu Dâvud, Cihâd 147, (2717).]
AÇIKLAMA:
1- Seleb (cem'i eslâb gelir), Cumhur'a göre,
muhâribin yanında silâh, giyecek vs. nevinden bulunan şeylere denir.
Ahmed İbnu Hanbel'e göre, hayvan selebe
girmez. Şâfiî'ye göre savaş âletleri selebe girer.
2- Selebin kime ait olacağı hususu âlimlerce
ihtilâf edilmiştir. Cumhûr-u ulemâ, Selebin öldürene ait olduğunda ittifak
eder, komutan, önceden böyle bir vaadde bulunmuş, bulunmamış farketmez.
"Şârî, derler, bu hakkı komutanın irâdesine, ilânına tâlik etmemiştir."
Cumhur'un dışında kalan Hanefîlere ve Malikîlere göre, "Bu hak komutanın
önceden şart koymasıyla tahakkuk eder. İmam Mâlik: "İmam muhayyerdir,
dilerse selebi kâtile verir, dilerse diğer ganimet mallarına katarak humsa
tâbi kılar" der.
İshâk İbnu Râhuye'nin: "Eslâb çoğalırsa humsa
tâbi tutulur" dediği belirtilir.
Mekhûl ve Sevrî: "Mutlaka humsa tâbi
bulunmalıdır" demişlerdir.
Selebin kâtile âit olduğunu söyleyenler,
sadedinde olduğumuz hadisi esas alırlar ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın muhtelif tatbikatından örnekler verirler.
Selebin humsa tâbi tutulması gerektiğini
söyleyenler, hadislerden getirdikleri bazı örneklerden başka ".. bilin ki
ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamber'in ve
yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır..." mealindeki âyetin
(Enfâl 41) âmm olan ifadesine dayanırlar.
Komutanın kararına kaldığını söyleyenler,
Bedir Savaşı'nda Ebu Cehl'in öldürülmesiyle ilgili Abdurrahman İbnu Avf'ın
rivayetinin teferruatına dayanırlar. Bu rivayette, onun öldürülmesine iki
kişi iştirak etmiş idi. Her ikisi de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
gelip, "Ben öldürdüm" deyince, kılınçlarınızın kanını sildiniz mi? diye
sorar. "Ha -yır!" derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kılıçları
muâyene ettikten sonra كَِكُمَا
قَتَلَهُ
"İkiniz öldürmüşsünüz!" diyerek ikisinin de
eşit miktarda katıldığını tesbit ve te'yid eder, ama buna rağmen selebi
sadece birine (Muâz İbnu Amr'a) verir.
Tahavî: "Seleb, şâyet kâtile ait olsaydı,
ikisi birden öldürdüğüne göre bunlar arasında pay ederdi. Böyle yapmayıp,
sadece birine verdiğine göre, seleb, öldürenin değil, imamın uygun gördüğü
kimsenindir" der. Ancak Cumhur, hâdisenin siyakında katle iştirak hâlinde,
en çok payı olanın selebe istihkak kesbettiğine delil olduğunu
belirtmiştir. Nitekim, Kurtubî, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
kılıçları muayene'den maksadının, selebe kimin ehak olduğunu anlamak için
yaralamada kimin daha çok hisse sâhibi olduğunu, kimin önce davrandığını
tesbit etmek olduğunu" söylemiştir.
ـ18ـ وعن سلَمَةَ بن ا‘كوع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتى رسولَ اللّه # عيْنٌ
مِنَ المُشْرِكِينَ وَهُوَ في سَفَرٍ فَجَلَسَ عِنْدَ أصْحَابِهِ يَتَحَدَّثُ
ثُمَّ انْفَتَلَ فقَالَ # اطْلُبُوهُ فَاقْتُلوهُ فَقَتَلْتُهُ فَنَفَّلَنِى
سَلبَهُ[. أخرجه الشيخان.
18. (1118)-
Seleme İbnu'l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir seferde idi, müşriklerden bir casus gelip, ashâbının yanında
bir müddet oturup konuştu. Sonra sıvışıp gitti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "(O bir casustur, arayıp bulun ve öldürün!" diye emretti. Ben
(erken) bulup öldürdüm. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selebini bana
bağışladı." [Buhârî, Cihâd 173; Müslim, Cihâd 45, (1754); Ebu Dâvud, Cihâd
110, (2653); İbnu Mâce, Cihâd 29, (2836).]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî, bu hadisi, "Harbî, daru'l-İslâm'a
emân (vize) almadan girerse" başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Böyle
birisi yakalanınca nasıl bir muamele yapılmalıdır? Öldürülmesi caiz midir,
değil mi? bu ihtilâflı bir mevzudur. İmam Mâlik: "İmam muhayyerdir, böyle
birisi, ehl-i harbin tâbi olduğu hükme tâbidir." Evzâî ve Şâfiî hazretleri:
"Elçi olduğunu iddia ederse, kabul edilir" der.
İmam Âzam ve Ahmed İbnu Hanbel: "İddiası
kabul edilmez, Müslümanların fey'i sayılır" derler.
2- Bu hadise, başka rivayetlerde daha
teferruatlı olarak nakledilmiştir. Nesâî'nin rivayetinde öldürülüş sebebi
belirtilir: "Adam Müslümanların gizli taraflarını (avretu'lmüslimin)
öğrendi ve arkadaşlarına bir an önce haber vermek için hemen oradan
ayrılmaya gayret etti. Öldürülmesinde Müslümanların menfaati vardı."
Bu hadisten, harbî olan casus kafirin
öldürülmesi gerektiği hükmü çıkarılmıştır. Bu hususta ittifak var.
Muâhed (eman verilmiş) ve zımmî hakında Mâlik
ve Evzâî: "Bu davranışı sebebiyle emân akdi iptal edilir" derler; Şâfiî
fukahâ, farklı bir görüşle: "İhânetin emânı kaldıracağı akde yazılmış ise,
bilittifak akid bozulur, değilse bozulmaz" demiştir.
3- Hadiste, selebin tamamının katile ait
olduğunu söyleyenlere delil mevcuttur. Ancak "seleb"e, imamın sözüyle sâhip
olunur diyenler: "Hadiste, iki durumdan birine delâlet eden sarih bir husus
yok, aksine iki durum da muhtemeldir" derler. Ancak hadisin İsmâilî'de gelen
bir vechi sarihtir: "Kişi kalkıp gidince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onun müşriklere ait bir casus olduğunu haber verdi ve : "Onu kim öldürürse
selebi ona aittir" dedi. Râvi: "Ben hemen kalkıp adama yetiştim ve öldürdüm.
Selebini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana verdi" denir. İşte bu
rivayet ikinci ihtimâli te'yid eder, yani selebe, imamın sözüne binâen hak
kazanılır.
4- Câsus, kafir değil de Müslüman ise Cumhur'a
göre öldürülmez, ta'zir cezası verilir. Ebu Hanife, Şâfiî, Evzâî ve
Mâlikîler hep bu görüştedir. Yalnız ta'zirin cins ve miktarını tayin işi
devlet reisinin (veya nâibinin = mahkeme) takdirine kalmıştır. Kadı İyaz:
"Mâlikîlerin büyükleri böyle birisinin öldürüleceğini söylemişlerdir" der.
ـ19ـ وعن عوف بن مالك، وخالد بن الوليد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قا: ]قَضَى
رسولُ اللّه # في السَّلَبِ للْقَاتِلِ وَلَمْ يُخَمِّسِ السّلَبَ[. أخرجه أبو
داود .
19. (1119)-
Avf İbnu Mâlik ve Hâlid İbnu Mâlik (radıyallahu anhümâ) şunu söylemişlerdir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selebin kâtile ait olduğuna hükmetti,
selebi ganimet malına katarak beşli taksime (humus) tâbi kılmadı." [Ebu
Dâvud, Cihad 149, (2721).]
ـ20ـ وعن عبداللّه بن أبى أوفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنّهُ قيلَ لهُ: ]هَلْ
كُنتُمْ تُخَمِّسُونَ الطَّعَامَ عَلى عَهْدِ رسول اللّه #؟ فقَالَ: أصَبْنَا
طََعاماً يَوْمَ خَيْبَرَ فكَاَنَ الرَّجُلُ يَجِئُ فيَأخُذُ مِنْهُ قَدْرَ مَا
يَكْفِيهِ ثُمَّ يَنْصَرِفُ[. أخرجه أبو داود .
20. (1120)-
Abdullah İbnu Ebî Evfâ (radıyallahu anh)'nın anlattığına göre, kendisine:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, gıda maddelerini humus
taksimine tâbi tutar mıydınız?" diye sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Hayber günü yiyecek maddeleri de ele
geçirdik, kişi gelir, ihtiyacı kadar alır, sonra giderdi." [Ebu Dâvud, Cihad
138, (2704).]
ـ21ـ وعن ابن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ جَيْشاً غَنِمُوا في زَمَنِ رسول اللّه # طَعَاماً
وَعَسًَ فَلَمْ يُؤخَذْ مِنْهُ الخُمُسُ[. أخرجه أبو داود .
21. (1121)-
Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir ordu ganimet olarak yiyecek maddesi
ve bal ele geçirdi. Ancak bundan humus alınmadı." [Ebu Dâvud, Cihad 137,
(2701).]
ـ22ـ وعن عمرو بن عَبسَة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]صَلَّى بِنَا رسول اللّه #
إلى بَعِيرٍ مِنَ المَغْنَمِ فَلَمَّا صَلَّى أخذَ وَبَرَةً مِنْ جَنْبِ
الْبَعِيرِ. ثُمَّ قَالَ: َ يَحِلُّ لِى مِنْ غَنَائِمِكُمْ مِثْلُ هذِهِ إَّ
الخُمُسَ، وَالخُمُسُ مَرْدُودٌ فِيكُمْ[. أخرجه أبو داود، وأخرجه النسائى من
رواية عبادة بن الصامت بنحوه .
22. (1122)-
Amr İbnu Abese (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kıble istikametinde (sütre olarak) bir ganimet devesi bulunduğu
halde gerisinde bize namaz kıldırdı. Namaz kılınca, hayvanın yan kısmından
bir tutam yün aldı (elinde tutup göstererek): "Ganimetinizden humus dışında
şu kadarı bile bana helâl değildir. Humus da size iâde edilecek (sizin
maslahatlarınızda harcanacak)tır" dedi." [Ebu Dâvud, Cihad 161, (2755).]
AÇIKLAMA:
Peygamber, ganimeti istediği gibi tasarruf
edemez. Humus dışında herhangi birşey alamaz humus da şahsına ait değildir.
Kur'ân-ı Kerim'in belirttiği şekilde humusu (beşte biri) de Müslümanlara
harcamak zorundadır. Âyet şöyle der: "Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri
(humusu) Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve
yolcularındır" (Enfal 41). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, burada
belirtilen hissesi humsu'lhumstur, yani beşte birin beşte biri. Âyette geçen
"Allah'ın, Peygamber'in" ifadesi, iki ayrı hisseye değil, tek hisseye
delâlet eder, âlimler böyle anlamıştır. Humsu'lhums Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra, onun yerine geçen imama aittir
.ـ23ـ
وعن جُبير بن مُطْعم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتَيْتُ أنَا وَعُثْمَانُ بنُ
عَفَّانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ رسول اللّه # نُكَلِّمُهُ فِيمَا يُقْسَمُ مِنَ
الخُمُس في بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطّلِبِ فقُلْتُ يَارَسُولَ اللّه
قَسَمْتَ “خْوَانِنَا بَنِى المُطّلِبِ وَلَمْ تُعْطِنَا شَيْئاً،
وَقَرَابَتنَا وَقَرَابَتُهُمْ وَاحِدَةٌ. فقَالَ # إنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ
وَبَنُو المُطّلِبِ شَئٌ وَاحِدٌ،وَلَمْ يَقْسِمْ لِبَنِى
عَبْدِ شَمْسٍ وََ لِبَنِى نَوْفَلٍ، وكَانَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
يَقْسِمُ الخُمُسَ نَحْوُ قِسْمِ النَّبىِّ # غَيْرَ أنَّهُ لَمْ يَكُنْ
يُعْطِى قُرْبى رسولِ اللّه # مَا كانَ رسولُ اللّه # يُعْطِيهِمْ، وَكانَ
عُمَرُ يُعْطِيهِمْ مِنْهُ، وَعُثْمَانُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود
والنسائى، وهذا لفظ أبى داود .
23. (1123)-
Cübeyr İbnu Mut'im (radıyallahu anh) anlatıyor: "Humustan Benî Hâşim ve Benî
Muttalib'e ayrılan pay hakkında konuşmak üzere Osman İbnu Affân
(radıyallahu anh) ile birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gittik.
Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim, kardeşlerimiz olan
Benî Muttâlib'e verdin, bize hiçbir şey vermedin. Halbuki bizim de onların
da (size) yakınlığı birdir" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Benî Muttalib ile Benî Haşim tek bir
şeydirler!" buyurdular.
Cübeyr der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ne Benî Abdu Şems'e, ne de Benî Nevfel'e: (Benî Hâşim ve Benî
Muttalib'e verdiği halde humustan) pay ayırmadı. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) de humusu aynen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi taksim etti.
Ancak O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yakınlarına, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın onlara verdiği kadar vermedi. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) de onlara humustan verdi. Sonra da Osman (radıyallahu anh)
verdi." [Buharî, Humus 17, Menâkıb 2, Megâzî, 38; Ebu Dâvud, Harac 20 ,
(2978, 2979, 2980); Nesâî, Fey 1, (7, 130, 131).]
AÇIKLAMA:
1. Cübeyr İbnu Mut'im İbni Adiyy İbni Nevfel
İbni Abdi Menâf İbni Kusay el-Kureşî en-Nevfelî görüldüğü üzere
Abdimenâfoğulları'ndandır, yani Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birkaç göbek yukarıda birleşmektedirler.
2. Cübeyr'in itirazı, humustan pay alamamış
olmalarıyla ilgilidir. Ebu Dâvûd'un bir rivayeti şu açıklamayı kaydeder:
"(humustan pay alacaklar meyanında zikri geçen beş kalemden birini teşkil
eden) zevi'lkurbâ payına Benî Hâşim ve Benî Muttalib'i dahil edip Benî
Nevfel ve Benî Abdi Şems'i terketmesi üzerine ben ve Osman İbnu Affân,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gittik..." Cübeyr ve Muttalib
eşittirler, çünkü hepsi de Abdi Menâf'ın oğullarıdır. Bu sebeple Cübeyr
(radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e: "Bizim de
onların da (Abdi Menâf'a nisbette) size yakınlığı birdir" demiştir. İbnu
İshak'ın bu mesele ile ilgili rivayeti şöyledir: "Dedi ki: "Ey Allah'ın
Resûlü, mensubu bulunduğumuz Hâşimoğullarını anladık, size olan yakınlıkları
sebebiyle Allah'ın onlara lutfetmiş olduğu fazileti inkâr etmiyoruz. Ama,
Benî Muttalibli kardeşlerimizin imtiyazı nedir ki onlara (humustan) verip
bizi terkettin?"
Bazı rivayetlerde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu suâle: "Benî Muttalib'le Benî Hâşim tek şeydir" derken
ellerinin parmaklarını kenetleyerek "şöyle" diyerek göstermiştir. İbnu
İshâk'ın mezkur rivayetinde cevap biraz daha açık ve müdellel olarak
verilmiştir: "Biz (Benî Hâşim) ve Benî Muttalib câhiliyede de, İslâm'da da
hiç ayrılmadık, biz ve onlar aynı şeyiz!" ve parmaklarını kenetledi."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hânedânı olan Hâşimoğulları ile, Muttaliboğulları
arasındaki yakınlık nereden geliyordu? Buhârî, İbnu İshâk'tan naklen, Abdu
Menâf'ın oğulları olan bu dört kardeşten üçünün yani Abdü Şems, Hâşim ve
Muttalib'in aynı zamanda annelerinin Atike adında bir kadın olduğunu,
dolayısıyla annebaba bir kardeş olduklarını, Nevfel'in annesinin ayrı
olduğunu -ki Vâkide adında bir kadındır- belirtir. Cübeyr hânedânının (Benî
Nevfel'in) ayrılmasını bu izah etse bile, Hz. Osman'ın
bağlı olduğu Abdi Şemsoğullarının ayrılmasını izah etmez. Çünkü, görüldüğü
gibi, Abdi Menaf'ın Hâşim ve Muttalib gibi anneleri de bir olan oğullarıdır.
Meseleyi tavzih sadedinde, İbnu Hacer, "Haşim
ile Muttalib arasında evlatlarına sirâyet etmiş olan (mahiyeti fazla
bilinmeyen) bir kaynaşma (i'tilâf) olabileceğine dikkat çeker. Buna delil
olarak iki durum zikreder:
1- ez-Zübeyr İbnu Bekkâr, en-Neseb'de
zikretmiştir ki: "Hâşim ve el Muttalib'e: "el-Bedrân", Abdu Şems ve
Nevfel'e: "el-Ebherân" denilirmiş.
2- Keza, aradaki bu i'tilaf sebebiyle olacak
ki Müslümanlar hakkında Kureyşliler, Mekke'de boykot akdi yaptıkları zaman,
Benî Muttalib'i Benî Hâşim'e dâhil edip bir mütâlaa ettiler, fakat Benî
Nevfel ve Benî Abdi Şems'i dahil etmediler. Asıl sebebi mübhem kalan bu
kaynaşma sebebiyle olacak. Benî Muttalib ve Benî Hâşim'e mensup olanların
kâfiri de, Müslümanı da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında
yer alarak, İslâm'ın çetin devresi olan Mekke döneminde sonuna kadar himaye
ettiler. Müslüman olanlar Allah ve Resûlü'nün emri gereği, kâfir olanları da
aşiret ve akrabalık gayretiyle bunu yaparken Nevfel ve Abdi Şemsoğulları Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in karşısında olan diğer Kureyş
kabilesinin yanında yer aldılar.
Bazı Şâfiî âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevi'lkurbâ olarak Benî Hâşim ve Benî Muttalib'i tesbit
etmesinde mi'yar olarak, akrabalık ve nusret'i (yardım) esas aldığını ifade
ederek Abdi Şems ve Nevfeloğulları'nda "yardım" şartı bulunmadığı için
zevi'lkurba'nın dışında tutulduğunu söylemişlerdir.
Bazı Şâfiiler de zevi'lkurbâ payına istihkakın
sadece karâbet olduğunu söyleyip, Abdi Şems ve Nevfeloğulları'nın mahrum
bırakılışını Benî Hâşim'den ayrılıp onlarla savaşmalarıyla izah etmiştir.
Şâfiî hazretleri: "Humsu'lhums, zevi'lkurbâ arasında taksim edilir, fakir ve
zengin tefriki de yapılmaz, ancak erkeğe iki, kadına bir hisse verilir"
demiştir.
3- Herşeye rağmen şunu söyleyebiliriz:
Âlimler, Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından zevi'lkurbâ olarak
Benî Haşim ve Benî Muttalib'in seçiminde söylediğimiz karineleri yeterli
açıklık ve kesinlikte bulmadıkları için, bu sünnetin yorumunda farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir:
* İmam Şâfiî'ye ve ona uyanlara göre, bu hadis
humustan zevi'lkurbâ'ya ayrılması gereken payın sadece Benî Hâşim ve Benî
Muttalib'e ait olduğuna delildir.
* Ömer İbnu Abdilaziz: "Zevi'lkurbâ sâdece
Benî Hâşim'dir" demiştir. Zeyd İbnu Erkâm'la Kûfîlerin bir kısmı da bu
görüştedir.
* "Bu hadis, Benî Muttalib'in de Benî Hâşim'e
ilhak edileceğine delildir" diyen olmuştur.
* Bazıları "Zevi'lkurbâ Kureyş'in tamamıdır,
ancak imam, onlardan dilediğine verir" demiştir.
* Bazıları: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara ihtiyaçları sebebiyle vermiş olmalı" demiş ise de bu yorum
ziyadesiyle zayıf bulunmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
iki âile mensuplarının hepsine verirken, diğerlerinin hiçbirine vermemiştir.
İbnu Hacer: "Bu hadis, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, kavmine mensup diğerleri arasında sâdece mezkur
âilelere vermesinin onların nusretleri (yani Mekke devresindeki yardımları)
ve İslâm için mâruz kaldıkları (sıkıntılar) sebebiyle olduğu hususunda
zâhir ve açıktır" der.
4- Âlimler, zevi'lkurbâ hissesini taksim
şeklinde de bazı farklı yorumlar yapmışlardır:
* Hadis, taksimin nasıl yapılacağı hususunda
tafsilat vermiyor, zâhire göre hisse sâhiplerine eşit pay ayrılacaktır. Bu
durumda "miras taksimi üzere (erkeklere iki, kadınlara tek hisse) yapılır"
diyenler delilsiz kalmaktadırlar.
* Çoğunluk, zevi'lkurbâ payının taksiminde
hepsine tamim edilmesi görüşündedir. Ancak Şâfiî ve Ahmed "yetimlerin fakir
olanlarına hususiyet ve öncelik tanınmalıdır" demişlerdir.
Mâlik, îtanın hepsine şâmil kılınması
gereğini söylerken, Ebu Hanife iki sınıftan fakir olanlara hususiyet
tanımıştır.
Şâfiî, görüşüne şu delili ileri sürer:
"Onların hepsine zekât yasaklandığına göre, paydan da hepsine verilmelidir.
Esasen onlara ihtiyaç cihetiyle değil, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
yakınlıkları cihetiyle ikrâm ve teşrif olsun diye verilmiştir, ama yetimlere
ihtiyaçlarını gidermek için verilir.
5- Son olarak şunu da belirtelim ki, İbnu
Abbâs (radıyallahu anh)'tan, Nesâî'de gelen bir rivayete göre, Hz. Ömer
(radıyallahu anh), mezkûr hisseyi herkese eşit şekilde vermeyip, ihtiyaç
sâhiplerinin ihtiyaçlarını görme şeklinde bir tatbikatı denemek ister ve
fakat bu düşünce zevi'lkurbâ arasında memnuniyetsizlik hâsıl eder: "Ömer,
bize yetimlerimizi evlendirmeyi, ailelerimize hizmetçi temin etmeyi,
borçlularımızın borçlarını ödemeyi teklif etti. Biz itiraz ettik ve
hisselerimizi nakid olarak teslim etmesini taleb ettik" der. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) isteklerine uyar.
Hattâbî, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da bunu ödemeye devam ettiğini
belirtir. Ancak müte-akiben kaydedeceğimiz rivayet, bunun Hz. Ömer'le sona
erdiğini ifade eder. Hz. Ebu Bekir'in ödediği hususunda rivayetler
ihtilâflıdır. Bu durum sonradan ulemânın, bu hakkın sübûtu hususunda ihtilaf
etmelerine sebep olmuştur. Sözgelimi Mâlik ve Şâfiî hazretleri "bu hak
sabittir" derken, ashab-ı re'y reddetmiş ve humsu üç kısma bölmüştür.
Bazıları da: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) Benî Muttalib'e yakınlıktan dolayı yardım için vermiştir. Nitekim
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
إِنَّا َنَفْتَرِقُ فِى جَاهِلِيَّةٍ وََ إِسَْمٍ
"Biz ne cahiliyede ne de İslâm' da
birbirimizden ayrılmamışız" buyurmuştur. Bu hadise göre, onlara veriş sebebi
yardımları içindir. Yardım kesildiğine göre, atiyyenin de kesilmesi gerekir"
demiştir.
ـ24ـ وعن عبدالرحمن بن أبى ليلى قال: ]سَمِعْتُ عَلِيّاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
يَقُولُ: اجْتَمَعْتُ أنَا وَالْعَبَّاسُ وَفَاطِمَةُ وَزَيْدُ بنُ حَارِثَةَ
عِنْدَ النَّبىِّ # فقُلْتُ يَا رسُولَ اللّه؟ إنْ رَأيْتُ أنْ تُوَلِّيناَ
حَقَّنَا مِنْ هَذَا الخمُسِ في كِتَابِ اللّهِ تعالى فاقْسِمْهُ في حَيَاتِكَ
كَىْ َ يُنَازِعَنَا أحَدٌ بَعْدَكَ ففَعَلَ فَقَسَمْتُهُ حَيَاةَ رسولِ اللّه
# ثُمَّ وَِيَةَ أبِى بَكْر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حَتَّى كانَ آخَرُ سِنِّى
عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فَأتَاهُ مَالٌ كَثِيرٌ فَعَزَلَ حَقَّنَا ثُمَّ
أرْسَلَ إلىَّ فقُلْتُ بِنَا عَنْهُ الْعَامَ غِنَى، وَبِالْمُسْلِمِينَ
إلَيْهِ حَاجَةٌ فَارْدُدْهُ عَلَيْهِمْ. فَلَقِيتُ الْعَبَّاسَ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ بَعْدَ خُرُوجِى مِنْ عِنْدِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَأخْبَرْتُهُ
فقَالَ: لَقَدْ حَرَمْتَنَا الغَدَاةَ شَيْئاً َ يُرَدُّ عَلَيْنَا أبداً،
وَكَانَ رَجًُ دَاهِياً[. أخرجه أبو داود.»الداهى« من الرجال: الفطن الجيد
الرأى .
24. (1124)-
Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ anlatıyor: "Ali (radıyallahu anh)'yi dinledim,
demişti ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında ben, Abbâs,
Fatıma ve Zeyd İbnu Hârise toplanmıştık. Ben şunu söyledim:
"Ey Allah'ın Resûlü, Aziz ve Celîl olan
Allah'ın kitabında zikri geçen şu humustaki hakkımızın taksimine beni
vazifelendirseniz de hayatınızda bu işi ben bir yapsam! Tâ ki sonradan
kimse bu hususta bizimle ihtilâfa düşmese!"
Ali (radıyallahu anh) devamla der ki:
"Resûlullah bu isteğimi yerine getirdi. Hayatı boyunca ben taksim ettim.
Sonra buna, Hz. Ebu Bekir de beni vazifelendirdi. Aynı iş, Hz. Ömer
(radıyallahu anh) devrinin son senesine kadar bende devam etti. O yıl
(fetihlerden dolayı) bol mal gelmişti. Bizim hakkımızı yine ayırdı ve bana
gönderdi. Ben:
"Bu sene ihtiyacımız yok, Müslümanların
ihtiyacı var, onlara ver!" dedim. O da bu hisseyi Müslümanlara dağıttı.
Artık, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den sonra kimse beni bu işe çağırmadı.
(Zaten o sene) Hz. Ömer'in yanından çıktıktan
sonra Abbâs (radıyallahu anh)'a rastladığımda (hayıflanarak) bana:
"Ey Ali, dün bize öyle bir şeyi haram ettin
ki, bundan sonra artık kimse bunu bize vermez!" demişti. (Meğer ne kadar
doğru söylemişmiş. Dediği aynen çıktı). O ne dahi insan imiş!" [Ebu Dâvud,
Harâc 20, (2983-2984).]
ـ25ـ وعن قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا غَزَا
بِنَفْسِهِ يَكُونُ لُهُ سَهْمُ صَفِىٍّ يَأخُذُهُ مِنْ حَيْثُ شَاءَ: عَبْداً
أوْ أمَةً أوْ فَرَساً يَخْتَارُهُ قَبْلَ الخُمُس؛ وَكانَتْ صَفِيَّةُ رَضِىَ
اللّهُ عَنْها مِنْ ذلِكَ السَّهْمِ، وَكانَ إذَا لَمْ يَغْزُ بِنَفْسِهِ
ضُرِبَ لَهُ بِسَهْمٍ وَلَمْ يَخْتَرْ[. أخرجه أبو داود .
25. (1125)-
Katâde (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
gazveye bizzat iştirak edince, onun sehm-i safiyy denen riyaset hissesi
olurdu. Bu hisseyi, taksimden önce köle, câriye, at gibi ganimete dahil
mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu hissedendi.
Gazveye bizzat iştirak etmediği takdirde bu hisse gıyabında ayrılırdı, ancak
bu durumda seçme hakkı yoktu (ne ayrılmışsa onu kabul ederdi.)" [Ebu
Dâvud, Harâc 21, (2993).]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
sonra kaldırılmış olan bu safiyy payı ile alakalı açıklamayı 1078. hadiste
sunduk, oraya bakılsın.
ـ26ـ وعن مالك بن أوس بن الحدثَان قال: ]أرْسَل إلىَّ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ فَجِئْتُهُ حِينَ تَعالى النَّهَارُ فَوَجَدْتُهُ
في بَيْتِهِ جَالِساً عَلى سَرِيرٍ مُفْضِياً إلى رِمَالِهِ)ـ1( مُتَّكِئاً
عَلى وِسَادَةٍ مِنْ أدَمٍ)ـ2( فَقَالَ يَامَالُ)ـ3( إنَّهُ قَدْ دَفَّ أهْلُ
أبْيَاتٍ مِنْ قَوْمِكَ، وقَدْ أمَرْتُ فِيهمْ بِرضْخٍ فَخُذْهُ فَاقْسِمْهُ
بَيْنَهُمْ. فقُلْتُ لَوْ أمَرْتَ بِهذَا غَيْرِى؟ فقَالَ خُذْهُ يَا مَالُ
فَجَاءَ يَرْفَأ)ـ4( مَوْلَى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ يَا أمِيرَ
المُؤمِنِينَ: هَلْ لَكَ في عُثْمَانَ وَعَبْدِ الرَّحْمنِ بنِ عَوْفٍ
وَالزُّبَيْرِ وَسَعْدٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم؟ فقَالَ: نَعَمْ. فأذِنَ لَهُمْ
فَدَخَلُوا فَسَلَّمُوا وَجَلسُوا. ثُمَّ جَاءَ فقَالَ: هَلْ لَك في عَبَّاسٍ
وَعلَىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قالَ نَعَمْ: فَأذِنَ لَهُمَا فَدَخََ
فَسلّما. فقَالَ الْعَبَّاسُ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ: اقْضِ بَينِى وَبَيْنَ
هذا، وَهُمَا يَخْتَصِمَانِ. فقَالَ الْقَوْمُ: أجلْ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ:؟
اقْضِ بَيْنَهُمْ وَأرِحْهُمْ. فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: اتَّئِدُوا
أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘رْضُ؛
أتَعْلَمُونَ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ: َ تُورثُ مَا تَركْنَا صَدَقَةٌ؟
قَالُوا نَعَمْ. ثُمَّ أقْبَلَ عَلى العْبَّاسِ وَعلىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما
فقَالَ: أنْشُدُكُمَا بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّمَاءُ وَا‘رْضُ
أتَعلَمَانِ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ: َ نُورثُ مَا تَرَكْنَاهُ صَدَقَةٌ؟
قَاَ نَعَمْ فقَالَ عُمَرُ: إنَّ اللّهَ تَعالى كانَ خَصَّ رسولَهُ #
بِخَاصَّةٍ لَمْ يَخُصَّ بِهَا أحَداً غَيْرَهُ. فقَالَ: مَا أفَاءَ اللّهُ
عَلى رَسُولِهِ مِنْ أهْلِ الْقُرَى فلِلّهِ وَلِلرَّسُولِ؛ فقَسَّمَ رسولُ
اللّه # بَيْنَكُمْ أمْوَالَ بَنِى النَّضِيرِ فَوَاللّهِ مَا
______________
)ـ1( رمال السرير: بكسر الراء ما ينسج من سعف النخل.
)ـ2( الوسادة: المخدة، وأدم: هنا الجلد.)ـ3( مرخم مالك. )ـ4(يرفأ: بفتح
التحتانية وسكون الراء بعدها فاء مشبعة بغير همز وقد تهمز كان من موالي عمر
أدرك الجاهالية و تعرف له صحبة.
اسْتَأثَرَ عَلَيْكُمْ وََ أخذَهَا دُونَكُمْ حَتَّى بَقَى هذَا المَالُ،
فكَانَ # يَأخُدُ مِنْهُ نَفَقَتَهُ سَنَةً ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بقىَ أسْوَةَ
المَالِ[ .
26. (1126)-
Mâlik İbnu Evs İbni Hadesân (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh) bana haber gönderdi. Ben de gün yükseldiği zaman ona
gittim. Kendisini evinde bir sedirin üzerinde, deri yüzlü bir yastığa
dayanmış vaziyette oturmuş buldum. Sedirin örgü ipleri adalelerine gömülmüş
durumdaydı. Bana:
"Ey Mâlik, seni şunun için çağırdım: Senin
kavminden bir kaç hâne halkı peş peşe geldiler (ihtiyaç arzettiler). Ben de
kendilerine biraz bağışta bulunulmasını söyledim. İşte ! Al bunu aralarında
dağıtıver!" dedi. Ben:
"Bu işi benden başkasına söyleseniz daha iyi
olur!" dedim. Ancak o ısrarla:
"Ey Mâlik al şunu!" dedi. Az sonra Hz. Ömer'in
azadlısı (kapıcı) Yerfe' geldi ve:
"Ey mü'minlerin emîri! Osmân, Abdurrahmân İbnu
Avf, Zübeyr ve Sa'd (radıyallahu anhüm)'ın girmelerine izin veriyor musunuz?
(sizi görmek istiyorlar!) dedi. O da:
"Evet, buyursunlar!" diyerek izin verdi. onlar
da girip selam vererek oturdular.
Az sonra Yerfe' tekrar gelip:
"Abbas'la Ali (radıyallahu anhümâ) için de
izin var mı?" dedi. Hz. Ömer, onlara da izin verdi. Girdiler, selamı verip
oturdular. Abbâs (radıyallahu anh) söz alarak:
"Ey mü'minlerin emîri! Benimle Ali arasında
hükmet!" dedi.
Bunlar bir meselede ihtilâfa düşmüş,
birbirlerini dâva ediyorlardı. Oradaki cemaat de:
"Evet ey mü'minlerin emîri, aralarında hükmet,
onları rahatlat!" dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) (önceden gelenlere
yönelerek):
"Şöyle bir sâkin olun!" deyip devam etti:
"Arzı ve semayı ayakta tutan Allah aşkına
soruyorum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle şöyle söylediğini
biliyor musunuz? "Bize mirascı olunmaz, ne bırakmışsak o sadakadır."
"Evet!" dediler. Sonra da Hz. Abbâs ve Hz.
Ali'ye yönelerek:
"Arz ve sema izniyle ayakta duran Zât'ın
aşkına size soruyorum, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bize mirascı
olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır" dediğini biliyor musunuz?"
O ikisi de:
"Evet!" dediler. Hz. Ömer de:
"Allahu Teâla hazretleri, Resûlü'ne
(aleyhissalâtu vesselâm) bazı imtiyazlar bahşetmiştir, bunları ondan başka
kimseye vermemiştir. Söz gelimi, beldeler ahâlisinden Allah'ın fey kıldığı
şeyler (hassaten) Allah ve Resûlü'ne aittir. Allah Resûlü (aleyhissalâtu
vesselâm) Benî Nadir'in mallarını aranızda taksim etti. Allah'a kasem olsun,
o işte, kendisini size tercih etmedi, sizi bırakıp, onu kendisi almadı.
(Nitekim, onu aranızda dağıttı.) Sâdece şu mal (kendisine) kaldı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bundan (ailesinin) yıllık nafakasını alır,
mütebâkisini beytü'lmale koyardı" dedi." [Buhârî, Ferâiz 3, Humus 1, Cidâd
80, Meğâzî 14, Tefsir, Haşr 3, Nafakat 3, İ'tisam 5; Müslim, 48, (1757);
Tirmizî, Siyer 44, (1619); Ebu Dâvud Harac 19, (2963, 2964, 2965, 2967);
Nesâî, Fey 1, (7, 136, 137).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, Hz. Ali ile Hz. Abbâs
arasındaki ihtilâf mevzuu nedir? açık olarak belli değil. Bu husus,
rivayetin başka vecihlerinde tasrih edilmiştir. Buharî'nin bu rivayetinde:
"...onlar Allahu Teâlâ'nın Benî Nadir'den Resûlü'ne fey kıldığı mallar
hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi" denir. Hattâ, Müslim'in rivayetinde Hz.
Abbas (radıyallahu anh), Hz. Ali'yi galiz tâbirler kullanarak, Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e şikâyet eder: "Ey mü'minlerin emîri, benimle şu yanılgân,
günahkâr, haksız ve hâin arasında hükmet!" der.
2- Müteakip hadis de aynı vak'ayı anlattığı ve
bu rivayeti de aydınlatıcı mahiyette olduğu için, onu da kaydedip gerekli
bazı açıklamaları en sonda sunacağız.
ـ27ـ وفي رواية: ]ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بَقى مُجْعَلَ مَالِ اللّهِ تَعالى؛ ثُمَّ
قَالَ: أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘َرْضُ
أتَعْلَمُونَ ذلِكَ؟ قَالُوا نَعَمْ؛ ثُمَّ نَشَدَ
عَبَّاساً وَعَلِيّاً بِمثْلِ مَا نَشَدَ بِهِ الْقَوْمَ فَقَاَ نَعَمْ. قَالَ
فَلَمّا تُوُفِّىَ رسولُ اللّه # قَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: أنَا
وَلىُّ رَسُولِ اللّه # فَجِئْتُمَا تَطْلُبُ أنْتَ مِيرَاثَكَ مِنِ ابْنِ
أخِيكَ، وَيَطْلُبُ هذَا مِيرَاثٍ امْرَأتِهِ مِنْ أبِيهَا. فقَالَ أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قالَ رسولُ اللّه #: َ نُورَثُ مَا تَرَكْنَا صَدَقَةٌ
ثُمَّ اتَّفَقْتُمَا ثُمَّ تُوُفِّىَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأنَا
وَلِىُّ رسولِ اللّه # وَوَلِىُّ أبى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَوَلَيتُهَا
ثُمَّ جِئْتَنِى أنْتَ وَهذا وَأنْتُمَا جَمِيعٌ وَأمْرُكُمَا وَاحدٌ.
فَقُلْتُمَا ادْفَعْهَا إلَيْنَا، فقُلْتُ: إنْ شِئْتُمَا دَفَعْتُهَا
إلَيْكُمَا عَلى أنَّ عَلَيْكُمَا عَهْدَ اللّهِ أنْ تَعْمََ فِيهَا بِالَّذِى
كانَ يَعْمَلُ فِيهَا رسولُ اللّه # فَأخَذْتُمَاهَا بذَلِكَ؛ أكَذلِكَ؟ قاَ
نَعَمْ. قالَ: ثُمَّ جِئْتُمَانِى قْضِىَ بَيْنَكُمَا؟ َ وَاللّهِ َ أقْضِىَ
بَيْنَكُمَا بِغَيْرِ ذلِكَ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ فَإنْ عَجَزْتُمَا
عَنْهَا فَرُدَّاهَا إلىَّ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين.»دَفَّ« يقال دفت
دافة من ا‘عراب إذا جاءوا إلى المصر. »وَالرَّضْخُ« العطاء القليل
»وَاتَّئدُوا« أمر بالتأنى والتثبت في ا‘مر. »وَالرَّهْطُ« الجماعةُ من الرجال
دون العشرة. »والفَئُ« ما أخذ من كافر بقتال. »اسْتِئْثَارُ« استبداد بالشئ
وانفراد به .
27. (1127)-
(Yukarıdaki vak'a ile alâkalı olan) bir rivayet şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (yıllık ihtiyacını aldıktan sonra) geri kalanı
Allah'ın malı kılar (Beytu'lmâle koyar) idi." Ömer (radıyallahu anh) sonra
(cemaate yönelerek) dedi ki:
"Arz ve semânın izniyle ayakta durduğu Zât
aşkına sizden soruyorum, bunu biliyor musunuz?"
Onlar: "Evet!" dediler. Sonra Hz. Ömer teker
teker, Hz. Abbâs ve Hz. Ali'ye yönelerek, öbür cemaate yaptığı gibi, aynı
şekilde yemin vererek bu hususu bilip bilmediklerini sordu. Her ikisi de:
"Evet, biliyoruz!" dediler. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu anh) sözüne devam
etti:"
(Hatırlayın! Siz,) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vefat edince, Ebu Bekir'e bu meseleyi götürdünüz. O, size: "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın velisiyim, ikiniz bana ihtilâfınızı
getirdiniz, sen ey Abbâs, kardeşin oğlunun mirasını taleb ediyorsun, sen de
ey Ali, hanımın Fâtıma'nın babasından olan mirasını taleb ediyorsun" dedi
ve devamla: "Ebu Bekir (radıyallahu anh) size, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şu sözünü hatırlattı: "Bize vâris olunmaz. Her ne bıraktı isek
sadakadır." Siz ikiniz (onu ithamda) ittifak ettiniz. (Allah biliyor o, bu
tatbikatta doğru, iyi, isabetli ve hakka uygun hareket ediyordu. Sonra Ebu
Bekir (radıyallahu anh) vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve
Ebu Bekir'in velisi ben oldum, böylece o malın sorumluluğu bana geçti. Allah
biliyor, bu işte ben de doğru, iyi, isâbetli ve hakka uygun hareket
ediyorum. Şimdi (ey Abbâs!) sen ve Ali bana geldiniz. Meseleniz aynı mesele.
Bana: "(Benî Nadir'den kalan fey malını) bize ver!" diyorsunuz. Ben de şu
cevabı veriyorum: "Dilerseniz, bir şartla o malı size vereyim. O şart da
şudur: "Bu malı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Ebu Bekir ve
sorumluluğunu aldığım günden beri ben) nasıl kullandı isek sizin de öyle
kullanacağınıza dâir Allah'a söz vermenizdir. Onu bu şartla aldınız mı?
Tamam mı?" Onlar: "Evet!" dediler. Hz. Ömer de: "Sonra siz bana aranızda
(başka şekilde) hükmedeyim diye (mi)? geldiniz. Hayır, vallahi aranızda,
kıyamet kopuncaya kadar, bundan başka bir hüküm veremem. Bu şartı yerine
getirmede âciz kalırsanız, malı bana iade ediverin" dedi. (Kaynaklar önceki
rivayette kaydedilenlerdir.)
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bazı vecihlerini Buhârî
Kitâbu'l-Ferâiz'de: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bize vâris
olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır" hadisi babı" başlığını taşıyan babta
kaydeder. Hadis, görüldüğü üzere, Buhârî'nin muhtelif bölümlerinde farklı
vecihleriyle kaydedildiği gibi, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî'de de
farklı vecihleriyle kaydedilmiştir.
2- Hâdisenin kısaca özeti şudur: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)' ın amcası Abbâs'la Hz. Ali (radıyallahu anhümâ),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın terekesi sayılan Benî Nadir
Yahudilerinden kalan
fey malı hususunda ihtilâfa düşerek Halife Hz. Ömer'e müracaat ederler. Hz.
Ömer, onlara aynı meseleden dâvâcı olarak daha önce, Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh)'e de müracaat ettiklerini hatırlatarak, Hz. Ebu Bekir'in
kendilerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kimse bize vâris
olamaz, bıraktıklarımız sadakadır" meâlindeki hadisini hatırlatarak onlara
bu maldan hak tanımadığını hatırlatır ve kendisinin de aynı kanaatte
olduğunu ifade der. Bu malın tasarrufunu şartlı olarak kendilerine
bırakabileceğini söyler.
3- Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) adı geçen (Benû Nadir, Hayber, Fedek) fey
mallarından hissesine düşeni, sağlığında kendisinin ve ailesinin ihtiyaçları
için harcamış, artan malı Müslümanların maslahatı, at, silah alımı gibi
umumî hizmetlerde harcamış idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat
edince önce kızı Fatıma (radıyallahu anhâ), Halife Hz. Ebu Bekir'e gelerek
bu malları tevârüs usûlünce temellük etmek istemiş ise de, Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh): "Bize tevârüs olunmaz, bıraktığımız her şey sadakadır"
meâlindeki hadisi hatırlatarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bıraktığı mallara miras muamelesi yapılamayacağını söyler. Bunun üzerine,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan altı ay kadar sonra vefat edecek
olan Hz. Fâtıma, Hz. Ebu Bekir'e küser ve ölünceye kadar barışmaz.
4- Bu malların bazı rivayetlere göre taksimi,
bazı rivayetlere göre de velâyeti (idaresi) için Hz. Abbas ve Hz. Ali, önce
Halife Hz. Ebu Bekir'e, sonra da Halife Hz. Ömer'e çıkarlar. Her ikisi de,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mezkûr hadisini hatırlatarak ve
kendilerince de bilinmekte olduğunu anlayarak isteklerine müsbet cevap
vermezler ve reddederler.
5- Hadiste birkaç müşkil:
Hadis, pekçok vecihten rivayet edilmiştir ve
herbir vechinde bazı farklılıklar mevcuttur ve bir kısım müşkiller ortaya
koymaktadır.
a) Bazı vecihlerde Hz.Abbas'ın, Hz.Ali'ye
sarfettiği galiz tâbirler. Hatadan, günahtan mâsum olma keyfiyeti Ehl-i
Sünnet nazarında sâdece peygamberlere has ise de, yine Ehl-i Sünnet, pekçok
âyet ve hadislere dayanarak Ashâb'a karşı edeble mükelleftir. Ashâb
arasında birçok siyasî ve sâir ihtilaflar olsa bile birbirlerini galiz
tâbirlerle tavsif etmelerine pek rastlanmaz. Hz. Abbas'ın, yeğeni olan Hz.
Ali için sarfettiği bu sözler, pek nâdir istisnalardandır. Acaba Hz. Abbâs
bunu söylemiş midir? Yoksa râvilerden birinin vehmi midir? Şârihlerden
bazıları bunu reddederek Hz. Abbas'tan, Hz. Ali'ye karşı bu sözlerin sâdır
olmayacağını söylemiş ve hatta rivayet esnasında olanı hazfetmiştir. Gerçeği
Allah bilir.
Rivayetten bunları hazfetmeyi uygun bulan
Mâzirî, Hz. Abbâs'ın gerçekten söylemiş olma ihtimali karşısında şöyle bir
izah sunar: "En münâsibi, Hz. Abbâs'ın oğlu durumunda olan Hz. Ali
(radıyallahu anhümâ)'ye, nazı geçtiği için bu kelimeleri (lâtife ve şaka
yoluyla) söylemiş olduğunu kabul etmektedir. Maksadı, itikadınca hatalı
olan yeğenini bu davranışından vazgeçirmektir. Mezkur vasıflarla, o
davranışlara hatâen değil, âmden, kasden girenler tavsif edilebilir." Mâzirî
devamla şu mânada açıklamada bulunur: "Bu te'vil şarttır, çünkü Hz. Abbas,
bu hakâretleri Halife Hz. Ömer ile Hz. Osman, Zübeyr, Abdurrahman İbnu Avf
ve Sa'd (radıyallahu anhüm) gibi, büyük zatların huzurunda sarfetmiş ve
bunlardan hiçbiri de reddetme hususunda müdahalede bulunmamışlardır. Halbuki
bu zatlar münkeri red ve yalanı tekzib hususunda aşırı titiz insanlardır.
Hz. Ali gibi faziletlerle dolu bir zat hakkında bu sözlerin itham maksadıyla
söylenmediğini bildikleri için, müdâhale ihtiyacını duymadılar."
Rivayete göre, bu malın tasarrufu, Hz. Ali'nin
elinde idi. Hz. Abbâs'ı ondan men etti ve bu hususta ona baskın çıktı, bu
sebeple Hz.Ali'yi şikâyet etmiştir.
b) Hadiste gözüken ikinci bir müşkil, aynı
mesele üzerinde iki ayrı şikâyetin vukûu. Şöyle ki: Rivâyetten sarih olarak
anlaşıldığına göre, Hz. Abbâs'la Hz. Ali, önce Hz. Ebu Bekir'e giderler. Hz.
Ebu Bekir onları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bıraktıklarına vâris
olunamayacağı hususundaki hadisi onların da bildiğini görüyor. Onlar bunu
bile bile, Hz. Ebu Bekir'in vefatından sonra Hz. Ömer'e, -hilâfetinin ikinci
senesinde- başvururlar, Hz. Ömer, onlara, daha önce de Hz. Ebu Bekir'e
çıktıklarını hatırlatarak taleblerini reddeder.
Burada müşkil şudur: Bunlar, bu mala vâris
olunamayacağını bildikleri halde niye Hz. Ebu Bekir'e ve sonra da Hz. Ömer
(radıyallahu anhümâ)'e mürâcaat ettiler?
İbnu Hacer şöyle cevaplar: "Gerek bu iki
sâhâbi ve gerekse bunlardan önce Hz. Fatıma, "Bize vâris olunmaz" yasağının
bırakılan her mala şâmil olmayıp, bâzılarına mahsus olduğuna
inanıyorlardı..."
Hz. Ömer'e ikinci defa çıkışlarıyla ilgili
olarak Dârakutnî'nin bir rivayetine atıf yaparak şu açıklamayı el-Kâdî
İsmâil'den nakleder: "Hz. Abbâs ve Hz. Ali'nin ihtilâfları mezkur malların
velayeti (tasarruf yetkisi) ve (nasıl, nerelere) sarfedileceği hususunda
idi." Ancak İbnu Hacer bunu makul bulmaz. Nesâî'deki rivayetin, bu malın
kendilerine pay edilmesi için müracaat ettiklerinde, te'vile hacet
bırakmayacak kadar sarâhat olduğunu belirtir.
6- Hz. Ömer, arkadan gelen nesillerce,
temellük ifade edecek bir taksimden kaçınmıştır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve bir müddet de kendisi tarafından
tasarruf edildiği şekilde tasarruf etmeleri kaydıyla velâyeti, yani bu
malları kaideye uygun şekilde kullanma yetkisini onlara bırakmıştır.
7- Bu malların akibeti:
İbnu Hacer, ihtilâf konusu bu emlâkin
akibeti ile ilgili şu bilgiyi kaydeder: "Hz. Ali'nin elinde idi... sonra
Hasan ve Hüseyin'e geçti, sonra Ali İbnu'l-Hüseyin ve Hasan İbnu Hasan'a,
sonra Zeyd İbnu Hasan'ın eline geçti... Sonra Abdullah İbnu Hasan'ın eline
geçti. İdâreyi Abbâsoğulları ele geçirinceye kadar böyle devam etti.
Abbasiler başa gelince el koydular.
El-Kâdî İsmail şu bilgiyi vermiştir: Bu
mülkten Hz. Abbâs'ın vazgeçmesi Hz. Osman zamanında olmuştur.
İbnu Hacer, "ikinci asrın başına kadar,
halifeden, velâyet yetkisi alanlarca, mahsulatın Medine ahalisinden muhtaç
olanlara harcamak suretiyle tasarrufa devam edildiğini, daha sonra ahvalin
değiştiğini" söyler.
8- Hadisten çıkarılan hükümler:Bu hadisten
çıkarılan hükümlerden bazıları şunlardır:
1- Bir kabilenin idâresini, içlerinden büyük
olanın üzerine alması gerekir. Çünkü, herkesin halini en iyi o bilir.
2- İmam, şerif kimseye ismiyle hitab
edebilir, ismini terhimle de söyleyebilir.
3- İmamdan, kişi velayet hakkını
isteyebilir, ancak bunu rıfkla yapmalıdır.
4- Büyüklerin kapıcı tutmasının cevâzı,
imamın yanında oturma, hâkimin infazı sırasında şefaat, verdiği hükmün
esbab-ı mucibesini hâkimin açıklaması gibi hususların caiz olduğu rivayette
gözükmektedir.
5- İmam vakfa nezaret etmek üzere, kendi
yerine bir başkasını kayyim yapabilir. Kayyimliğe iki kişiyi tayin edebilir
ve hatta gerekiyorsa daha fazla kayyim de tutabilir.
6- Aşırı zâhid geçinenlerin iddiası aksine,
evde yıllık erzakın depolanması câizdir, bu tevekküle mani değildir.
7- Akar sahibi olunabilir, bunlar
işletilebilir. Akar dışında da nemalanacak mal edinilebilir; ticâret, zirâat
vs. gibi.
8- Bir meselede yeni bir delil ikame edildiği
takdirde imam onu esas alır ve muktezasına göre amel eder.
9- Hâkimin ilmiyle amel etmesi câizdir.
10- Tâbi olanlar, büyükte bir tutukluk
görürlerse, büyük, sözle onlara açılmayınca, tâbiler büyüğün yanında sükût
etmelidirler.
11- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
fey'den ganimetin humsundan, kendi ihtiyacı ile ailesinin ihtiyacından
fazla bir şey tutmuyordu. Bu miktardan fazlasında, taksim ederek dağıtma
veya atiyyede bulunma hususlarına yetki sahibi idi.
12- Fakih ve âlimlerin, başkalarınca bilinen
bazı şeyleri bilmemeleri ayıp değildir.
ـ28ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أُتِىَ النَّبىُّ # بِمَالٍ مِنَ
الْبَحْرَيْنِ فقَالَ انْثُرُوهُ في المَسْجِدِ، وكانَ أكْثرَ مَال أُتى بِهِ
رسولُ اللّه #، فَخَرَجَ رسولُ اللّه # إلى الصََّةِ وَلَمْ يَلْتَفِتْ
إلَيْهِ. فَلَمَّا قَضَى الصََّةَ جَاءَ فَجَلَسَ إلَيْهِ فَمَا كانَ يَرَى
أحَداً إَّ أعْطَاهُ فَجَاءَ الْعَبَّاسُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَالَ: يَا
رسوُلَ اللّه أعْطِنِى فإنِّى فَادَيْتُ نَفْسِى وَفَادَيْتُ عَقِيً. فقَالَ:
خذْ فَحَثَى في ثَوْبِهِ ثُمَّ ذهَبَ يُقِلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ فقَالَ
يَارسُولَ اللّه: مُرْ بَعْضُهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ. فقَالَ: َ. قَالَ:
فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قال َ. قاَلَ: فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ ذَهَبَ
يُقلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ. فقَالَ: مُرْ بَعْضَهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ .
قَالَ: َ. قَالَ فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قَالَ: َ. فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ
احْتَمَلَهُ فَألْقَاهُ عَلى كاهِلِهِ، ثُمَّ انطَلَقَ فمََا زَالَ رسول اللّه
#
يُتْبِعُهُ بَصَرَهُ حَتَّى خَفِىَ عَلَيْهِ عَجَباً مِنْ حِرْصِهِ. فَمَا
قَامَ رسولُ اللّه # وَثَمَّ مِنْهُ دِرْهُمٌ[. أخرجه البخارى .
28. (1128)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
Bahreyn'den bir mal getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunu mescide dökün" dedi. Bu mal (şimdiye
kadar) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelenlerin en çok olanı idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza gitti ve mala hiç nazar etmedi.
Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu.
Derken amcası Abbâs (radıyallahu anh) geldi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü, bana da ver. Zîra ben hem
kendimin, hem de Akil'in (esaretten kurtuluş) fidyesini verdim!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Al!" dedi.
Bunun üzerine o da torbasını iyice doldurdu.
Sonra onu sırtlamaya çalıştı, ancak muvaffak olamadı.
"Ey Allah'ın Resûlü, birilerine söyle de
sırtıma kaldırıversin" dedi ise de: "Hayır" cevabını aldı. Bunun üzerine;
Abbâs:
"Öyleyse sen sırtıma kaldırıver!" dedi. Yine:
"Hayır!" cevabını aldı. Bunun üzerine Abbâs, torbadan bir miktarını döktü,
tekrar sırtlamaya çalıştı, yine kaldıramadı. Ve:
"Birilerine söyle sırtıma kaldırıversin!"
dedi. "Hayır!" cevabını alınca, yine: "Öyleyse sen kaldırıver" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna da "Hayır!" deyince Abbâs bir
miktar daha boşalttı, sonra kaldırıp omuzuna koyup çekip gitti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Abbâs
(radıyallahu anh)'taki para hırsına taaccübünden, bize görünmez oluncaya
kadar gözleriyle onu takip etmişti.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek
dirhem kalmayıncaya kadar oradan ayrılmadı." [Buhârî, Salât 42, Cizye 4,
Cihâd 172).]
AÇIKLAMA:
1- Başka kaynaklarda, Bahreyn'den gelen bu
malın, Medine'ye taşradan gelen ilk haraç malı olduğu, vâli Alâ İbnu Hadramî
tarafından gönderildiği, 100 bin dirhem miktarında bulunduğu belirtilmiştir.
2- Hz. Abbâs (radıyallahu anh)'ın bahsettiği
Akîl, Ebu Tâlib'in oğludur. Fidye, Bedir Harbi'yle ilgilidir. Bedir Savaşı
sırasında Akîl ve Abbâs (radıyallahu anhümâ) müşrikler cephesinde savaşa
katılmışlar ve her ikisi de esir edilmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), o devrin bankerleri arasında yer alan amcası Abbas'tan- "param
yok!" demesine rağmen savaşa çıkarken sakladığı yeri ve karısına sır olarak
söylediği bazı sözleri de bir mucize olarak hatırlatıp, parasının olduğunu
belirterek- kendi kurtuluş fidyesini almakla kalmamış, yeğeni Akîl'in -ve
İbnu İshâk'ın belirttiğine göre- esirler arasında yer alan el-Hâris İbnu
Nevfel İbnu Hâris İbni Abdilmuttalib'in fidyesini de ondan almıştı.
3- Hadisten çıkarılan bazı hükümler:
* Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın para karşısındaki tutumu gözükmektedir: Hiç para tutmamak.
Bekletmenin câiz, tasarrufun da kendi yetkisinde olduğu halde, gelen harâc
mallarını anında ihtiyaç sahiplerine bol bol dağıtmıştır. Üstelik mal az da
olsa çok da olsa iltifat etmemiş, gönül bağlamamıştır.
* İmam, mal-ı mesâlîh'i (harcama yetkisi
kendinde olanı) lâyık olanlara hemen vermeli, harcaması gereken yerlere
bekletmeden harcamalıdır.
* Müslümanların müştereken hakları bulunan
zekât, sadaka, harac, sadaka-i fıtr gibi malların mescide konması caizdir.
* Mallar, mescidin namaz, cemaat gibi, asıl
yapılış gayelerini engellemeyecek şekilde konması gerekir.
* Keza, herkesin istifadesine açık olan içme
suyu gibi başka şeylerin de mescide konması caizdir.
* Mescide, adı geçen mallar depolamak
maksadıyla değil, dağıtmak maksadıyla konabilir.
ـ29ـ وعن عوف بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ رسول اللّه # إذَا
أتَاهُ الْفَئُ قَسَّمَهُ في يَوْمِهِ فأعْطى اŒهِلَ حَظَّيْنِ، وَأعْطَى
الْعَزَبَ حَظّاً[. أخرجه أبو داود.»اŒهِلُ« بالمد وكسر الهاء: المزوج وهو ضد
العزب.
29. (1129)-
Avf İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a fey malı gelince, hemen gününde dağıtırdı. Evliye iki hisse,
bekâra bir hisse verirdi." [Ebu Dâvud Harâc 14, (2953).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın fey malını nasıl dağıttığı hususunda açıklık getirmektedir. İki
prensip dikkat çekiyor:
a) Fey'in bekletilmeyip, hemen dağıtılması.
b) Fey'in dağıtımında eşitliğe değil, ihtiyaç
durumuna riâyet edilmesi. Zîra, ilk nazarda evlinin bekârdan daha çok
ihtiyaç içinde olacağı kabul edilir.
2- Fey malı deyince ulemâ umumiyetle
Müslümanların savaşmaksızın, gayrı müslimlerden aldıkları her çeşit
vergileri anlamışlardır: Cizye, gümrük, harâc, İslâm diyarında izinle
ticaret yapanlardan alınan öşür vs.
3- Fey'in masrafı (harcama yerleri) hususunda
farklı görüşler ileri sürülmüştür:
* Fakir, zengin bütün Müslümanların hakkıdır.
* Savaşan askerlere verilecek atiyyeye ve
çocukların nafakasına, İslâm'ın ve Müslümanların salâhına olduğuna dair
imamın hükmettiği herşeye buradan harcanır.
4- Fey'in taksim tarzı da münâkaşa edilmiştr:
* Hz. Ebu Bekir'e göre eşit şekilde dağıtılır.
Hz. Ali ve Atâ da bu görüştedir. Şâfiî'nin tercihi de budur.
* Hz. Ömer, Hz. Osman bazı durumlarda tafdile
yani bir kısmına az, bir kısmına çok verilmesi gerektiğine hükmetmiştir.
İmam Mâlik bu görüşü tercih etmiştir.
Kûfîler (Hanefîler), "Bu mesele imamın
yetkisine bırakılmıştır, dilerse eşitliğe riayet eder, dilerse tafdile yer
verir" demiştir.
Bu görüşlerin herbirini te'yid eden rivayet
mevcuttur.
Sadedine olduğumuz rivayet, fey'in eşit değil,
ihtiyaç durumuna göre dağıtılması gereğini ifade eder.
ـ30ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يُعْطى
أزْوَاجَهُ مِنْ خَيْبَرَ كُلَّ سَنَةٍ
مِائَةَ وَسْقٍ ثَمَانِينَ وسْقاً مِنْ تَمْرٍ وَعِشْرِينَ مِنْ شَعِيرٍ.
فَلَمَّا وُلِّىَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَسَّمَهَا حِينَ أجْلى
الْيَهُودَ مِنْهَا فَخَيَّرَ أزْوَاجَ النَّبىِّ # بَيْنَ أنْ يُقْطِعَ
لَهُنَّ مِنَ المَاءِ وَا‘رْضِ أوْ يُمْضِىَ لَهُنَّ ا‘وْسَاقَ: فَمِنْهُنَّ
مَن اخْتَارَ ا‘رْضَ وَالمَاءَ، وَمنْهُنَّ عَائِشةُ وَحَفْصَةُ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما، وَاخْتَارَ بَعْضُهُنَّ الْوَسَقَ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
30. (1130)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hayber mahsulünden her sene zevcelerine yüz vask
veriyordu. Bunun seksen vaskı hurma, yirmi vaskı arpa idi. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) halife olunca, Hayber'den Yahudileri çıkardığı zaman orayı
taksim etti ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerini muhayyer
bıraktı. Dileyene arâzi ve (sulama) suyu verecek, dileyene de eskiden olduğu
şekilde belli miktardaki vaskı verecekti. Bazıları arâzi ve suyu tercih etti
-ki Hz. Aişe ve Hafsa (radıyallahu anhümâ) bu gruptandı- bir kısmı da
kendilerine hurma verilmesini tercih etti." [Buhârî, Hars 8, 9, 11, İcâre
22, Şirket 11, Şurut 5, Meğâzî 40; Müslim, Musâkât 1, (1551); Ebu Davud,
Harâc 24, (3008); İbnu Mâce, Rühûn 14, (2467).]
ـ31ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه # غَزَا نَبِىٌّ
مِنَ ا‘نْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ السََّمُ. فَقَالَ لِقَوْمِهِ َ يَتْبَعْنِى
رَجُلٌ مَلكَ بُضْعَ امْرَأةٍ وَهُوَ يُرِيدُ أنْ يَبْنِىَ بِهَا، وَلَمَّا
يَبْنِ بِهَا وََ أحَدٌ بَنَى بُيُوتاً وَلَمْ يَرْفَعْ سُقُوفَهَا، وََ رَجُلٌ
اشْتَرى غَنَماً أوْ خَلِفَاتٍ وَهُوَ يَنْتَظِرُ وََدَهَا. فَغَزا فَدَنَا
مِنَ الْقَرْيَةِ صََةَ الْعَصرِ أوْ قَرِيباً مِنْ ذلِكَ. فقَالَ لِلشَّمْسِ
إنَّكِ مَأمُورَةٌ وَأنَا مَأمُورٌ: اللَّهُمَّ احْبِسْهَا عَلَيْنَا
فَحُبِسَتْ حَتَّى فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ فَجَمَعَ الْغَنَائِمَ فَجَاءَتْ:
يَعنِى النَّارُ لِتَأكُلَهَا فَلَمْ تَطْعَمْهَا. فَقَالَ: إنَّ فِيكُمْ
غُلُوً فَلْيُبَايِعْنِى مِنْ
كُلِّ قَبِيلَةٍ رَجُلٌ. فَلَزِقَتْ يَدُ رَجُلٍ بِيَدِهِ؟ فقَالَ: فِيكُمُ
الْغُلُلُ فَلْتُبَايِعْنِى قَبِيلَتُكَ فلَزِقَتْ يَدُ رَجُلَيْنِ أوْ ثََثَةٍ
بِيَدِهِ فقَالَ فِيكُمُ الْغُلُولُ. فَجَاءُوا بِمِثْلِ رَأسِ بَقَرَةٍ مِنَ
الذَّهَبِ فَوَضَعَهَا فَجَاءَتِ النَّارُ فَأكلتْهَا. فَلَمْ تُحَلَّ
الْغَنَائمُ ‘حَدٍ قَبْلَنَا. ثُمَّ أحَلَّ اللّهُ تَعالى لَنَا الْغَنَائمَ
لَمَّا رَأى مِنْ عَجْزنَا وَضَعْفِنَا فَأحَلَّهَا لَنَا[ .
31. (1131)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Peygamberlerden (aleyhimüsselam) biri,
gazveye çıktı da kavmine: "Nikâhla bağlanıp, gerdeğe girmek istediği halde
henüz gerdek yapmadığı kadını olan benimle gelmesin, keza bina yapıp henüz
çatısı atılmamış inşaatı olan da gelmesin, keza gebe koyun veya develer
satın alıp doğurmalarını bekleyeniniz varsa o da gelmesin" dedi.
Gazveye çıktı. Derken tam ikindi namazı
sırasında veya buna yakın bir zamanda (fethedeceği) beldeye yaklaştı.
Güneş'e: "Sen bir memursun, ancak ben de bir memurum" dedi ve Allah'a
yönelerek: "Ey Rabbim, şu güneşi bize durdur (da namazımız geçmesin!)" diye
dua etti. Güneş, o yerlerin fethini Allah müyesser kılıncaya kadar
durduruldu. Sonra elde edilen ganimetleri topladılar. Toplanan ganimetleri
yemek üzere ateş geldi. Fakat ateş tatmadı bile. Bunun üzerine Peygamber:
"İçinizde ganimetten çalan bir hırsız var,
her kabileden bir kişi bana biat etsin!" dedi. Bu suretle ona biat etmeye
başladılar. Derken bir adamın eli peygamerin eline yapışıp kaldı."Hırsız bu
kabilede. Kabilenin her ferdi bana teker teker biat etsin!" dedi.
Biat etmeye başladılar. İki veya üç kişinin
eli O'nun eline yapıştı kaldı. "Ganimet hırsızı sizde" dedi.
Öküz başı kadar iri bir altın getirdiler.
Ganimet yığınının içine o da atıldı. Ateş gelip ganimeti yedi.
Bilesiniz, bizden önce hiçbir ümmete ganimet
helal kılınmamıştır. Ganimetleri Allah sadece bize helâl kıldı. Bu da,
bizde gördüğü aczimiz ve za'fımız sebebiyledir. [Buhârî, Humus 8, Nikâh 58;
Müslim, Cihad 32.]
AÇIKLAMA:
1. İbnu Hacer'in sunduğu bilgilere göre burada
zikri geçen peygamber Yûşa aleyhisselam'dır, fethettiği yer de Filistin'deki
Eriha kasabasıdır. Bu tafsilat Hâkim'in Ka'bu'l-Ahbâr'dan kaydettiği bir
rivayette gelmiştir. Mamafih, Ahmed İbnu Hanbel'in merfu bir rivayetinde,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Güneş'in Yûşa aleyhisselam için
durdurulduğunu haber vermiştir.
إِنَّ الشَّمْسَ لَمْ تُحْبَسْ لِبَشرٍ إَِّ لِيُوشَعَ
بْنِ نُونِ لَيَالَى سَارَ إلى بَيْتِ الْمَقْدِسِ
Hz. Davud (aleyhisselam) ile Hz. Süleyman
(aleyhisselam) için de güneşin durdurulduğuna dair rivayet mevcut ise de,
muhaddisler bunların zayıflığına dikkat çekerler. Hz. Musa için de fecrin
doğması geciktirilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın duasıyla da
Güneş'in batmasına birkaç sefer Cenab-ı Hakk'ın gecikme halkettiği muteber
rivayetlerde gelmiştir. Esmâ Bintu Ümeys (radıyallahu anhâ)'in rivayetine
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Hz. Ali efendimizin
dizleri üzerinde uyurken, ikindi namazının vakti çıkar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın duası üzerine Güneş geri çıkar. Aleyhisselam
Efendimiz namazlarını kılarlar, sonra tekrar batar.
İbnu Hacer bunun pek bâhir bir mucize olduğunu
belirttikten sonra, bu rivayeti mevzu addetmiş olan İbnu'l-Cevzî ile İbnu
Teymiyye'nin hata ettiklerini belirtir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
duasıyla, Hendek Harbi sırasında da -ikindi namazını kılması için-
Güneş'in te'hirine dair rivayet mevcuttur.
Bu sadedde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la ilgili üçüncü bir rivayet daha var: Mirac mucizesini
anlatırken Kureyşliler'e, kervanlarını gördüğünü, Güneş'in doğmasıyla
birlikte geleceğini söyler. Güneş için Allah'a dua eder ve kervanın gelişine
kadar Güneş'in doğması durdurulur.
Şu halde bu büyük mucizenin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayatında üç sefer vukûu mevzubahistir.
2- Bu rivayette "inşaatına başlanıp çatısı
atılmayan binası olan" tâbiri geçer ise de "Nesâî'de gelen bir rivayette:
"Bina yapıp da içine oturmayan.." tâbiri geçer. İnşaatına başlayıp da
çatısını atmadan veya başladığı nikâhın zifâfını yapmadan cihada çıkmanın
yasaklanması, gönlün bu işlere takılıp kalacağı içindir. Her ne kadar çatısı
atılan binaya, gerdeği yapılan evliliğe de gönül takılıp kalacak ise de,
yarım hâli kadar şiddetli olmayacaktır. Aradaki ciddî derece farkı sebebiyle
ikinci durumda cihâda katılmaya ruhsat verilmiştir.
3- Rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), daha ziyâde ganimetle ilgili bilgi vermek istemektedir:
* Ganimet, önceki ümmetlere haramdır.
Düşmandan elde edilen ganimetlerin hiçbirinden istifâde edilmemektedir.
Ganimet, bir yere yığıldıktan sonra, kazanılan zaferin şükrânı olarak bir
nevi kurban kılınmakta idi. Gökten inen ateşin bunu yakması, kurbanın kabûl
edildiğine delil oluyordu. Rivayette, ganimete çalıntı girmesi sebebiyle
ihlâs çıktığı için, ateş yakmamıştır. Said İbnu Müseyyeb'in rivâyeti, bu
ateşin insanlar tarafından yakılmayıp gökten indiği hususunda sarihtir:
وَكَانُوا إِذَا غَنَمَُوا غَنِيمَةً بَعَث اللّهُ عَلَيْهَا النَّارَ
فَتَأْكُلُهَا
"O zamanlar, insanlar bir ganimet elde edince,
Allah ateş gönderirdi, o da ganimeti yerdi."
* Hadiste, "yaktı" yerine "yedi", "tattı" gibi
değişik tâbirler kullanılmıştır. Bunda mübâlağa kasdı olduğu gibi, hâdisenin
normal bir "yakma" olmadığını belirtmek kasdı da düşünülebilir.
4- Hadis, Ümmet-i Muhammed'e bahşedilen bir
hususiyetin, ganimetin helâl kılınması olduğunu belirtir. Bu ilk defa Bedir
Harbi'nde teşrî edilmiştir. O zafer üzerine gelen âyet-i kerime:
فَكُلُوا مِمَّا غنِمْتُمْ حََ ً طَيِّبًا
"Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl
olarak yiyin.." (Enfal 69).
Ancak yeri gelmişken şunu da belirtelim ki,
Müslümanlar'ın ilk ele geçirdikleri ganimet, Bedir Savaşı'ndan iki ay kadar
önce gerçekleştirilen Abdullah İbnu Cahş'ın seriyyesinde elde edilen
ganimettir. Abdullah (radıyallahu anh)'ı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), hepsi muhâcir 12 kişilik bir birlikle Nahle cihetine göndermişti.
İbnu Sa'd bu seriyyede elde edilen ganimetin "hums"u alınan ilk ganimet
olduğunu belirtir ve: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ganimeti
hemen taksim etmeyip, sakladığına ve Bedir ganimetiyle birlikte taksim
ettiğine dair rivayet var" der.
Şu halde, ilk ganimetin Abdullah İbnu Cahş
Seriyyesi'nin ganimeti olması ile, ganimetle ilgili âyetin Bedir Savaşı
vesilesiyle gelmiş olması arasındaki teâruz giderilmiş olmaktadır: "O ilk
olmasına rağmen, Bedir Gazvesi'yle ilgili olarak gelen âyetin ahkâmına göre,
humus esası üzerine taksim edilmiş olmaktadır.
Ümmet-i Muhammed'e ganimetin helâl kılınması,
gulûlün gizlenip yüze vurulmaması, cihadın kabul edilmeme fezâhetinin
örtülmesi, nebilerinin Allah indindeki şerefinden ileri gelen İlâhî
lütuflardır. Bu lütuflara karşı Rabbimize hamdediyoruz.
5- Hadis, evlilik, inşaat, hayvan yavrusu
beklemek gibi, dünya "zinet"lerinin kişinin kalbini ciddî surette meşgul
edip tûl-i emel denen ebedî yaşayacakmış düşüncesine atıp, ciddî şekilde
âhirete yönelmeye engel olduğunu belîğ bir şekilde ifade etmektedir. İnsanı
bu vartaya atan dünyalıkların bu üç şeyden ibaret olmadığını, başka şeylerin
de aynı ölçüde menfi câzibe sahibi olabileceğini, hadisin Saîd
İbnu'l-Müseyyeb rivayetinde gelen şu ziyade ifade etmektedir:
اَوْلَهُ حَاجَةٌ فِى الرُّجُوعِ
"...veya geri dönme ihtiyacı içinde olan kimse de (benimle gelmesin)."
6- Hadis, ciddî ve mühim işlerin, kalbi sâkin,
irâdesi sağlam kimselere verilmesi gereğine irşâd etmektedir. Çünkü,
meşguliyeti, takıntısı olan kimsenin azmi zayıf, şevki az olur. Elbette ki
kalbin alâkası ikiye, üçe bölündü mü, diğer organların faaliyeti zayıflar
ve verim düşer.
7- Hadis, sefîhlerin fiilleri sebebiyle bir
cemaatin cezaya mâruz kalacağına delil olmaktadır.
8- Aslolan zâhire göre hükmetmek ise de, bu
rivayet, peygamberlerin, bâzan bâtınî duruma göre de hüküm verebileceklerini
göstermektedir.
ـ32ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قَامَ فِينَا رسول اللّه # ذَاتَ يَوْمٍ
فَذَكَر الْغُلُولَ وَعَظّمَهُ وَعَظَّمَ أمْرَهُ حَتَّى قال: َ ألْفِيَنَّ
أحَدَكُمْ يَجئُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى رَقَبَتِهِ بَعِيرُ لَهُ رُغَاءً
فَذَكَرَ جَمِيعَ الْكُرَاعِ وَالمَتَاعِ، فَيَقُولُ يَارسول اللّه أغِثْنِى
فَأقُولُ َ أمْلِكُ لَكَ شَيْئاً قَدْ أبْلَغْتُكَ[. أخرجه الشيخان .
32. (1132)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün kalkıp gulûl'ü (yani ganimet malından çalma) hatırlattı,
bunun kötülüğünü, günahının büyüklüğünü belirtti ve bu meyanda şunları
söyledi:
"Sakın sizden birini, kıyamet günü, boynunda
böğürmesi olan bir deve olduğu halde bana gelmiş: "Ey Allah'ın Resûlü, bana
yardım et!" diye yalvarıyor ve kendimi de cevaben: "Senin için hiçbir şey
yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" der bulmayayım..." Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu tarzda hayvanları ve diğer ganimet mallarını
teker teker zikretti." [Buharî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24, (1831).]
AÇIKLAMA:
1- Gulûl: Hıyânet demektir. Ancak, daha ziyade
ganimet malında yapılan hıyânete, hırsızlığa ıstılah olmuştur. Bunun büyük
günahlardan olduğu hususunda ulemâ icma etmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bir kısım başka hadisleri nazar-ı dikkate
alınınca, devlet malından, kanunsuz olarak alınan her şey "gulûl"dür.
Tirmizî'nin bir rivayetinde, Hz. Muâz'ı Yemen'e gönderirken ona yaptığı
talimat meyanında şöyle buyurmuştur: "Benim iznim olmadıkça hiçbir şeye
dokunmayacaksın. Zira bu, gulûl'dür. Kim gulûlde bulunursa kıyamet günü
çaldığı şeyle birlikte gelir..." Keza Rıhu'lhamra hadisinde, kıyametin 15
alâmetinden biri olarak emânetin (devlet malının, memurlar tarafından) helâl
addedilmesi zikredilir. Şu halde devlet malı bu meselede ganimet
mesâbesindedir, kanunsuz tasarruf, gulûldür.
2- Sadedinde olduğumuz hadis-i şerifte
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demek istemiştir: "Sakın
ganimetten (ve devlet malından) çalıp da bunun günâhından gelecek azablar
sebebiyle kıyamet günü benden şefâat taleb etmeyin. Ben bunun günah olduğunu
tebliğ etmiş bulunduğum için bu çeşit günahlarınıza hiçbir şefaatte
bulunmam.
"Bir başka hadiste:
إِيَّاكُمْ وَالْغُلُول فإنَّهُ عار علَى أهْلهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
"Ganimet hırsızlığından kaçının. Çünkü o,
kıyamet günü, işleyene büyük bir ar olacaktır."
3- Hadisin aslı uzundur, ganimetten
çalınabilecek birçok hayvan ve mal fiilen zikredilerek açık bir şekilde,
hırsızın kıyamet günündeki perişan hali tasvir edilmiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) muhatap üzerinde daha müessir olmak için tekrarlı
uzun tasvirden kaçınmamıştır. Şöyle devam eder:
"... Sakın sizden birinizi, kıyamet günü
boynunda kişnemekte olan bir at olduğu halde bana gelerek: "Ey Allah'ın
Resûlü!, beni kurtar!" derken ben de kendimi: "Sana hiçbir şey yapamam, ben
sana tebliğ etmiştim" diye cevap verirken bulmayayım!
Sakın sizden birinizi kıyamet günü boynunda
meleyişi olan bir koyun olduğu halde bana gelip: "Ey Allah'ın Resûlü, beni
kurtar!" derken, kendimi de: "Sana hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ
etmiştim" diye cevap verir bulmayayım!
Sakın sizden birinizi, kıyamet günü, boynunda
çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek: "Ey Allah'ın Resulü, beni
kurtar!" derken kendimi de: "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ
etmiştim" diye cevap verir bulmayayım.
Sakın sizden birini, kıyamet günü boynunda
dalgalanan giyecekler olduğu halde gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, beni
kurtar!" derken, kendimi de: "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ
etmiştim!" diye cevap verir bulmayayım.
Sakın sizden birini kıyamet günü, boynunda
(altın, gümüş gibi) cansız mal olduğu halde gelip: "Ey Allah'ın Resûlü, beni
kurtar" derken, kendimi de: "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ
etmiştim" diye cevap verir bulmayayım."
4- Bazı âlimler, bu hadisin
وَمَنْ يَغْلُلَ يَأْتِ بِمَاغَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
meâlen: "Kim hainlik eder (ganimet ve âmmeye
âit hâsılattan bir şey aşırır) ise, kıyamet günü hainlik ettiği o şey(in
günahını)i yüklenerek gelir" (Âl-i İmran 161) âyetini tefsir ettiğini
söylemiştir.
Âyette yüklenilecek şey günah mı, bizzat o mal
mı mübhem ise de bizzat malın kendisi olması daha zâhirdir. Burada: "Altın,
gümüş gibi ağırlıkça, meselâ deveden çok hafif olduğu halde, kıymetçe ondan
çok fazla olan eşyaların taşınması aynı cezayı vermez" gibi bir itiraz
yersizdir, zîra, hadis ve âyet, bu çirkin amelde bulunanların kıyamet günü
teşhir edilerek, o büyük kalabalık içinde rezil ve rüsvay olabileceğini
ifade etmektedir, ceza ağırlık, veya hafiflikle değil, rüsvay edilmek
suretiyle verilecektir.
5- Ganimet taksim edilmezden önce çalan
kimsenin, çalıntıyı taksimden önce iade etmesi gerekir, bu hususta icma var.
Taksimden sonraya kalınca, Sevrî, Evzâî, el-Leys ve İmam Mâlik'e göre beşte
birini imama verip, geri kalanını tasadduk etmelidir.
Şâfiî hazretleri: "Mülkü ise tasaddukla
yükümlü olmaz; mülkü değilse, başkasının malıyla tasadduk etmesi câiz olmaz,
doğru olanı, tıpkı yitmiş mal gibi, tamamını imama teslim etmesidir" der.
6- Ganimetten çalan kimsenin cezası hususunda
âlimler ihtilâf etmiştir. Cumhur: "İmamın uygun bulacağı bir ta'zir cezası
verilir" demiştir. Ebu Hanife, Şâfiî ve Mâlik hazretleri hep bu
görüştedirler. Bunlara göre, bu mal imha edilmez. Ancak Hasan-ı Basrî, Ahmed
İbnu Hanbel, İshâk, Mekhûl ve Evzâî'ye göre bütün eşyası yakılmalıdır. Hasan
Basrî, hayvan ve Mushaf'ın yakılmaması gerektiğini belirtmiştir.
7- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
ganimetten bir ayakkabı bağı, bir iğne bile çalan kimsenin şehid
olamayacağını açık bir dille mükerreren ifade etmiştir.
NOT: Gulûlde bulunan kimsenin eşyalarının
yakılması meselesi 1137. hadiste gelecek.
ـ33ـ عن سَمُرَة بنِ جُندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #
مَن كَتَمَ غَاًّ فإنَّهُ مِثْلُهُ[ .
33. (1133)-
Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şöyle söylediğini haber verdi: "Kim ganimet hırsızını gizlerse bu da onun
gibi olur." [Ebu Dâvud, Cihâd 146, (2716).]
AÇIKLAMA:
Ganimetten çalmanın ciddiyetini ortaya koyan
bir rivayet dahi budur. Zîra bu hadisle, gören kişiye ihbar etme mesuliyeti
yüklenmektedir. "Bu da onun gibidir" ifadesi, gizleyen kimsenin günahta ve
cezada hırsıza ortak olacağını belirtmektedir.
ـ34ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ
اللّه # إذَا أصَابَ غَنِىمَةً أمَرَ بًِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَنَادَى في
النَّاسِ فَيَجِيئُونَ بِغَنَائمِهمْ فَيُخَمِّسُهُ وَيَقْسِمُهُ. فَجَاءَ
رَجُلٌ يَوْماً بَعْدَ النِّدَاءِ بِزِمَامٍ مِنْ شَعَرٍ. فَقَالَ يَارسولَ
اللّهِ هذَا كانَ فِيمَا أصَبْنَاهُ مِنَ الْغَنِيمَةِ. فقَالَ أسَمِعْتَ بًَِ
يُنَادِى ثَثاً؟
قَال فَما مَنَعَكَ أنْ تَجِئَ بِهِ؟ فَاعْتَذَرَ إلَيْهِ. فقَالَ: كََّ،
أنْتَ تَجِئُ بهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَلَنْ أقْبَلَهُ عَنْكَ[. أخرجهما أبو
داود .
34. (1134)-
Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir ganimet ele geçirilince, Hz. Bilâl (radıyallahu
anh)'e emrederdi, o da halka yüksek sesle duyulur, askerler de ganimet
olarak ne ele geçirmişse getirip teslim ederdi. Peygamberimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) de önce beşte birini (humus) alır, geri kalanı taksim ederdi.
Bir gün, (Bilâl'in) çağırmasından sonra bir
adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve:
"Ey Allah'ın Resûlü, ganimet olarak biz de
bunu ele geçirmiştik!" dedi.
"Sen, dedi, üç kere bağırdığı vakit Bilâl'i
işitmedin mi? O zaman niye getirmedin?
"Adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
(gecikmenin sebebiyle ilgili olarak kabul görmeyen) özürler beyan etti.
Ancak neticede şu cevabı aldı:
"Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet
günü sen bununla birlikte geleceksin." [Ebu Dâvûd, Cihâd 144, (2712).]
AÇIKLAMA:
Tîbî: "Aslında ganimetten çalan kimsenin de
tevbe etme hakkı vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
davranışı, gulûlün tevbesi mümkün olmayan bir günah, veya telâfisi,
helâllaşılması imkânsız bir zulüm olduğu mânasını taşımaz. Bundan maksad
tağliz'dir" der.
Tağlîz, yasağı ifadede sertliğe kaçmak,
meselenin ciddiyetini duyurucu ağır bir üslûba ve metoda başvurmaktır.
Mirkat'ın kaydına göre, bâzı âlimler de şunu
söylemişlerdir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu malı ondan kabul
etmedi, zîra bu malda, ganimete hak kazanmış olan bütün askerlerin hissesi
vardı. Onlar dağılmış olunca sonradan getirilen maldaki hisselerini onlara
ulaştırmak imkânsız hale gelmişti. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), malı gâsıbın elinde bıraktı, tâ ki günahı üzerinde kalsın."
ـ35ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ عَلى ثَقَلِ النَّبىِّ # رَجُلٌ
يُقَالُ لَهُ كَرْ كَرَةُ فمَاتَ. فقَالَ رسول اللّهِ # هُوَ في النَّارِ.
فَذَهَبُوا يَنْظُرُونَ إلَيْهِ فَوَجَدُوا عَبَاءَةً قَدْ غلَّهَا[. أخرجه
البخارى .
35. (1135)-
Yine Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ağırlıklarının başını bekleyen Kerkere denen bir
zât vardı, derken vefat etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"O
cehennemdedir!" buyurdu. Bu söz üzerine adamı görmeye gittiler. üzerinde,
ganimetten çalınmış bir aba buldular." [Buhârî, Cihâd 190; İbnu Mâce, Cihâd
34, (2849).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ganimetten çalınan şey, değerce
düşük veya azıcık bir şey de olsa hırsızın feci âkibete maruz kalacağını
gösteren hadislerden biridir. Metinde geçen ve ağırlık diye tercüme
ettiğimiz sakal, iyâl (bakımı üzerinde olanlar) mânasına geldiği gibi,
"taşınması zor olan ağır eşyalar" mânasına da gelir. Rivayette adı geçen
Kerkere'nin Resûllulah (aleyhissalâtu vesselâm)'a savaş sırasında seyislik
yapan Nûbi (Sûdanlı) siyâhî bir kimse olduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a Yemâme'nin şefi Hevze İbnu Ali el-Hanefî tarafından hediye
edildiği, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onu âzad ettiği belirtilir.
Yine Buhârî'de ve Müslim'de gelen bir başka
rivayet, Mid'am isminde bir kölenin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
atını tımar ederken maruz kaldığı kör bir ok sebebiyle hayatını kaybettiği;
görenler: "Ne mutlu, şehid oldu" deyince Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın müdahale ederek: "Hayır, Hayber günü ganimetten çaldığı bir
bürgü, üzerinde ateş olmuş yakmaktadır" dediğini belirtir.
Bu hadis, ganimetten çok değil, az da çalınsa
haram olduğunu ifade etmektedir.
ـ36ـ وعن زيد بن خالد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]تُوُفِّى رَجُلٌ مِنْ
أصْحَابِ رسولِ اللّه # يَوْمَ خَيْبَرَ؛ فَذُكِرَ لِرَسُولِ اللّهِ # فقَالَ:
صَلُّوا عَلى صَاحِبِكُمْ فَتَغَيَّرَتْ وُجُوهُ النَّاسِ لذلِكَ. فقَالَ: إنَّ
صَاحِبَكُمْ قَدْ غَلَّ في سَبيلِ اللّهِ تَعالى فَفَتَّشْنَا مَتَاعَهُ
فَوَجَدْنَاهُ قَدْ غَلَّ خَرَزاً من
خَرَزِ يَهُودَ َ يُسَاوِى دِرْهَمَيْنِ[. أخرجه مالك وأبو داود والنسائى .
36. (1136)-
Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hayber Savaşı sırasında
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından biri öldürülmüştü.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber verildi.
"Arkadaşınız üzerine namaz kılın!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözü üzerine, halkın çehresi
değişmiş, (bir soğukluk çökmüştü). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
açıkladı:"Arkadaşınız Allah için cihad sırasında ganimetten çalmıştı!"
Bunun üzerine, maktûlün eşyasını karıştırdık.
Yahudilere ait boncuk kolyelerden iki dirhem bile etmeyen bir kolyeyi çalmış
olduğunu gördük." [Muvatta, Cihâd 23, (2, 458); Ebu Dâvud, Cihâd 143,
(2710), Nesâî, Cenâiz 66, (4, 64); İbnu Mâce, Cihad 34, (2848).]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
namaz kılmaktan imtina etmesini, Zürkânî: "Çünkü imam, büyük günah işleyenin
cenaze namazını kıldırmaz" diye açıklar.
Halkın çehresinin değişmesi adamın suçunu
bilmemekten ileri gelmiştir.
Bu hadis, gulûlün nasıl ciddî bir günah
olduğu, az ile çok olması mânasında fark bulunmadığı hususlarında kesin
hüküm taşıyan rivayetlerden biridir.
ـ37ـ وعن صالح بن محمد بن زائدة قال: ]دَخَلْتُ مَعَ مَسْلَمَةَ أرْضَ الرُّومِ
فأُتِىَ بِرَجُلٍ قَدْ غَلَّ فَسَألَ سَالِماً عَنْ ذلِكَ. فَقَالَ سَمِعْتُ
أبِى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُحَدِّثُ عَنْ أبِيهِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
أنَّ النَّبىَّ # قال: مَنْ غَلَّ فَأحْرِقُوا مَتَاعَهُ وَاضْرِبُوهُ. قَالَ
فَوَجَدْنَا في مَتَاعِهِ مُصْحفاً فَسُئِلَ سَالِمٌ عَنْهُ؟ فقَالَ بيعُوهُ
وَتَصَدَّقُوا بثَمَنِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذى.
37. (1137)-
Sâlih İbnu Muhammed İbni Zâide anlatıyor: "Mesleme (radıyallahu anh) ile
birlikte Rum diyarına girdik. Ganimetten çalan bir adam getirildi. Mesleme,
bu mesele hakkında Sâlim'e sordu. Sâlim şu cevabı verdi:
"Babam'ı (Abdullah İbnu Ömer) (radıyallahu
anhümâ) dinledim, babası Ömer (radıyallahu anh)'den naklen Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözünü rivayet etmişti:
"Kim ganimetten çalarsa, (bütün) eşyasını
yakın, kendisini de dövün."
Salih İbnu Muhammed devamla der ki: "Adamın
eşyası arasında bir Mushaf bulduk. Sâlim'e bunun hakkında da sorduk (yakalım
mı? diye).
"Onu satıp, bedelini tasadduk edin!" buyurdu."
[Tirmizî, Hudûd 28, (1461); Ebu Dâvûd, Cihâd 145, (2713).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ganimet malından hırsızlığı ortaya
çıkarılan kimsenin, ceza olarak bütün eşyalarının yakılması gerektiğini
ifade eder. İbnu Hacer'in belirttiğine göre, -ki 1132 numaralı hadiste
kaydettik- Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye, Mekhûl, Evzâî ve Hasan
Basrî gibi bazı âlimler, ganimet hırsızına verilecek ceza meselesinde bu
hadisin zâhirini esas alarak, bütün mallarının yakılmasına hükmetmişlerdir.
Sadece Hasan Basrî hazretleri eşyaları arasında Kur'an ve hayvanı varsa
bunların yakılmaması gerektiğini söylemiştir.
Cumhûr bu meselede, hadisin senedindeki
zayıflığı ve hadise olan muhalif rivayetleri nazar-ı dikkate alarak bu
hadisle amel etmemiştir. Buhârî Târih'inde: "Ganimet hırsızının hayvanının
yakılması meselesinde bu hadisle (bazıları) amel etmişlerdir. Ama bu hadis
bâtıldır, muteber bir aslı yoktur" demiştir.
Tirmizî, Buhârî'den bu hadis hakkında sorunca
şu cevabı aldığını kaydeder: "...Ganimet hırsızıyla ilgili birden fazla
(makbûl) hadis rivâyet edilmiştir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hiçbirinde malının yakılmasını emretmez."
Tahâvî: "Bu hadis, bilfarz sahih olsa mezkur
hüküm, muhtemelen verilecek cezanın mal cinsinden olması durumuyla
alâkalıdır" der. Çünkü, Cumhur'a göre böyle bir hırsızın cezası esas
itibâriyle, imama bırakılmıştır, imam dilediği ve uygun gördüğü cezayı
verir.
ـ38ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ النَّبىَّ #
وَأبَا بَكْر وَعُمَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما حَرَّقُوا مَتَاعَ الْغَالِّ
وَضَرَبُوهُ وَمَنعُوهُ سَهْمَهُ[.
38. (1138)-
Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhümâ), ganimet
hırsızının mallarını yaktılar ve kendisini de dövdüler." [Ebu Dâvud, Cihâd
145, (2715).]
ـ39ـ وعن عاصم بن كليب عن أبيه عن رجل من ا‘نصار قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رسولِ
اللّه # في سَفَرٍ فأصَابَ النَّاسَ حَاجَةٌ شَدِيدَةٌ وَجَهْدٌ فأصَابُوا
غَنَماً فَانْتَهَبُوهَا فإنَّ قُدُورَنَا لَتَغْلِى إذْ جَاءنَا رسولُ اللّهِ
# يَمْشِى فأكْفَأ الْقُدُورَ بِقَوْسِهِ ثُمَّ جَعَلَ يُرَمِّلُ اللَّحْمَ
بِالتُّرَابِ. ثُمَّ قَالَ: إنَّ النُّهْبَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنْ
المَيْتَةِ أوْ إنَّ المَيْتَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنَ النُّهْبَةِ: الشَّكُّ
مِنْ هَنَّادٍ الرَّاوِى[. أخرجهما أبو داود .
39. (1139)-
Âsım İbnu Küleyb (rahimehullah) babası (Küleyb)'den o da ensârî birinden
naklederek anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
bir sefere çıkmıştık. Sefer sırasında şiddetli bir kıtlık ve sıkıntıya maruz
kaldık. Derken, bir ganimet ele geçirdik. Askerler, onu hemen
yağmalayıverdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yaya olarak (teftiş
maksadıyla) yanımıza geldiğinde tencerelerimiz kaynamaya başlamıştı bile.
Yayı ile tencereleri deviriverdi. Etleri de toprağa buladı. (Hepsini böylece
yenmeyecek hale getirdikten) sonra şu açıklamayı yaptı:
"Yağma malı, lâşeden daha helâl değildir" veya
(şöyle demişti): "Lâşe, yağma malından daha helâl değildir."
(Rivâyetin sonundaki) şek râvilerden Hennâd'a
aittir." [Ebu Dâvud, Cihâd 138, (2705).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın haramlar ve yasaklarla ilgili disiplin ve ahkâmın tatbikatına
güzel bir örnek görmekteyiz: İslâm dini, ahkâmın tatbikatında, haramlara
riayette lâübâliliğe yer vermemektedir. Askerî sefer sırasında bile, çekilen
açlık ve sıkıntı ne kadar fazla olursa olsun, yağma yapmaya cevaz yoktur.
Hadiste geçen nehb; intihab, yağmadır, yani ganimet malının, kaidesine göre
taksim edilmezden önce, temellük ve tasarrufudur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), yasağı
ihlâl eden emr-i vâkiyi hiçbir mülâhaza ile safhasındalar..." gibi,
müsâmahaya fetva verdirecek mülâhazalar mümkündü. Resûlullah (aleyhissalâtu
kabul etmiyor. Tencereleri devirmekle yetinmeyip, etleri iyice kuma, toprağa
bulayarak yenilmez hâle getiriyor. "Askerler çok acıktı", "israf olmasın",
"ahkâmın, yasağın künhünü daha öğrenme vesselâm) böyle bir gevşekliğe
kesinlikle cevaz vermeyip "yağma malı lâşe gibidir" diyerek, lâşe nasıl pis
ve haramsa bu da öylece pistir ve haramdır dersini veriyor.
2- Rivâyet, burada zikredilen şekliyle ilk
nazarda munkatı gibi gözükmektedir, zîra senette ismi belli olmayan
"Ensar'dan bir kimse" yer almaktadır. Ancak Küleyb'in (Küleyb İbnu Şihâb
el-Cermî) sahâbî olduğu gözözüne alınınca, bu inkıta hadisin sıhhatine tesir
etmez. Zîra sahâbenin sahâbeden yaptığı irsâl makbuldür, sıhhatı bozmaz.
Ayrıca, Buhârî, Müslim ve Tirmizî'de muhtelif vecihlerden gelen başka başka
müsned rivayetler bu hadisi takviye eder ve bazı mübhem noktalarına da
açıklık getirir: Râfi İbnu Hadîc (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilen
bir vechine göre, vak'a Zü'l-Huleyfe'de cereyan eder; ganimet olarak pek çok
deve ve davar ele geçirilir, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) en
arkalardadır. Askerlerin önde bulunanları, açlık sebebiyle, acele edip ele
geçirilen hayvanlardan bazılarını kesip hemen pişirmeye başlarlar.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yetişince tencereleri devirmelerini
emreder.
Bu rivayetlerde, etlerin imha edilmesi ile
ilgili bir emrin verilip verilmediği sarih değildir.
Şârihler, hadisle ilgili bir-iki noktada
ihtilâf ederler:
1- Tencereleri niçin devirtti?
2- Etler imha edildi mi, edilmedi mi?
Birinci soruyla ilgili olarak Kadı İyaz şu
açıklamayı yapmıştır: "Burası dâr-ı harp değil, dâr-ı İslâm'dır. Yani
Zü'l-Huleyfe'de vak'anın geçtiği yerde ganimet malından müştereken yemek
helâl değildir. Ganimet artık, taksimden sonra helâl olabilirdi. Halbuki
ganimet malının müştereken yenmesi, sâdece dâru'lharpte caizdir. Ayrıca
bunun sebebi, hayvanları kesenlerin, îtidalle hareket edip, ihtiyaca uygun
miktarda kesmemiş olmaları, dolayısıyla işin içine yağmalama girmiş olması
da olabilir." Kadı İyaz, bu ihtimali, sadedinde olduğumuz rivayete atıf
yaparak, daha kuvvetli bulur, zîra Asım İbnu Küleyb'in rivayetinde "yağma"
işi sarih olarak ifade edilmektedir.
İbnu Hacer şöyle noktalar: "Bu rivayet
gösteriyor ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yağmaya kaçan
acelecilikleri sebebiyle öyle muamelede bulundu, gayesi yağmacıları
maksadlarının zıddıyla cezalandırmaktı, tıpkı kâtilin mirastan mahrum
kılınması gibi."
İkinci mesele ile alâkalı olarak Nevevî şöyle
demiştir: "Tencerenin devrilmesi ile ilgili emirden maksad, onlara ceza
olarak yemeğin suyunu itlâf etmektir. Ete gelince, o itlâf edilmemiştir.
Etlerin toplanıp ganimete dahil edilmiş olduğuna hükmedilebilir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, malların ziyan edilmemesi ile ilgili emirleri
gözönüne alınırsa, tencereleri devirtmekle etleri itlâf etmeyi emrettiği
düşünülemez. Üstelik bu mal, gâzilerin hepsine ait bir maldır. Ayrıca,
emirsiz pişirme suçu, ganimette hakkı olanların hepsi tarafından da işlenmiş
değildir, zîra (arkadan gelenler gibi) bazıları eti pişirmeye tevessül
etmemişti. Aralarında humsa hak kazananlar da vardı." Nevevî devamla:
"Şâyet: "Kazanlardaki etlerin ganimete katıldığına dair sarâhat,
rivayetlerde mevcut değildir" denecek olsa cevabımız şudur: "Rivayetlerde
etin yakıldığı veya itlâf edildiğine dair de sarahat gelmemiştir, öyle ise
bu mübhem durumun kaidelere uygun şekilde te'vili gerekir" der.
İbnu Hacer, Nevevî'nin bu görüşüne katılmaz ve
sadedinde olduğumuz Ebu Dâvud'daki rivâyetin aleyhine delil teşkil ettiğini
söyler. Tencerelerdeki suyun değil, etlerin de itlâf edildiğine dair olan
kanaatini te'yid eden açıklama yapar, başka mütâlaalar kaydeder.
Not: 1145 numaralı hadisin açıklaması bu bahsi
tamamlayacaktır.
ـ40ـ وعن الصعب بن جثّامة قال: ]قال رسولُ اللّه #: حِمى إَّ للّهِ تَعالى
وَلِرَسُولِه[. أخرجه البخاري وأبو داود.
40. (1140)-
Sa'b İbnu Cessâme anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Koruluk ittihazı sâdece Allah ve Resûlü'ne ait (bir hak)dır." [Buhârî,
Şirb 11, Cihâd 146; Ebu Dâvud, Harâc 39, (3083, 3084).]
ـ41ـ وفي رواية قال: ]وَبَلَغَنَا أنَّ النَّبىَّ # حَمى النَّقِيعَ، وَأنَّ
عُمَرَ حَمى السَّرفَ وَالرَّبَذَةَ[ .
41. (1141)-
Bir rivayette, Şihâbu'z-Zührî şöyle demiştir: "Bize ulaşan habere göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Nakîi, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de
Seref ve Rebeze'yi himâ ilân etmişlerdir." [Buhârî, Şirb 11].
AÇIKLAMA:
1- Korunan arâzi veya koruluk diye tercüme
ettiğimiz kelimenin aslı himâ'dır. Himâ, lügat olarak, halktan korunan,
halkın girmesine ve hayvanlarını otlatmasına izin verilmeyen otlu arâziye
denir. Istılah olarak devlete ait hayvanların otlatılması için ayrılan, bu
sebeple halka ait hayvanların otlatılması yasaklanmış olan arâziye denir.
2- Hadisin vürûduyla ilgili olarak şu açıklama
yapılır: Cahiliye devrinde, Arapların ileri gelenlerinden (eşraf) birisi,
nüfûzu altındaki arâzi dahilinde bir tarafa gidince, konakladığı yerde bir
köpek havlatırdı. Böylece, köpeğin sesinin duyulduğu mıntıka onun korusu
olur, artık bu mıntıkaya kimse yaklaşamaz, hayvanını yayamazdı. Ancak
eşraftan olan bu adam, himâsının dahilinde ve haricinde istediği tasarrufta
bulunurdu. Bu suistimalin sonunda birçok huzursuzluklar ve savaşlar
olmuştur. Arap târihinde Besûs Harbi diye geçen meşhur bir harb de bu yüzden
çıkmıştı.
3- Her hususta insanlığa ıslahat ve adalet
getiren Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), bu suistimali de önlemek
üzere, herhangi bir arâziden istifadeye yasak koyma hakkının Allah ve
Resûlü'ne ait olduğunu ilan etmiştir. Yani böylece, arâziye yasak koyma
hakkı sâdece devlete tanınmış oluyor, devlet dışında hiç kimse, keyfine
göre, himâ tesis etme yetkisine sâhip olmuyordu.
4- İmam Şâfiî hazretleri, bu hadisin iki ayrı
mânaya muhtemel olduğunu söyler:
a) Hiçbir Müslüman, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın te'sis ettiği himâ dışında yeni bir himâ te'sis etme yetkisine
sâhip değildir.
b)Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
üzerine himâ koyduğu arazi örneğinde hima yapılabilir, başka şekilde olamaz.
Birinci mânâ esas alınınca hadîsten Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra hiçbir devlet adamı hima te'sîs edemez
hükmü çıkar.
İkinci mâna esas alınınca, devlet adamlarından
sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yerini alanlar yani
halifeler himâ te'sis edebilir başkası edemez. Şâfiî ulemâ umumiyetle ikinci
mânayı tercih etmişlerdir. Zîra, tatbikat da ikinciye muvafıktır. Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra Hz. Ömer de himâ te'sis
etmiştir.
Hemen belirtelim ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Nâki mıntıkasını himâ ilân etmişti. Burasının Medine'ye yirmi
fersah mesafede, genişliği bir mil, uzunluğu sekiz mil çeken bir arâzi
olduğu belirtilir. Hz. Ömer de hilâfeti sırasında Müzeyne diyarında
Nakîu'lhadâmet denen bir yeri himâ ilan etmiş idi. Bazı kaynaklar Hz.
Ömer'in Seref ve Rebeze'de de birer koruluk te'sis ettiğini belirtir. Seref
(Şeref veya Şerif de denmiştir) Medine'ye otuz altı mil mesafede bir
yerdir. Rebeze, Medine'ye altı mil mesafede bir yerdir. Rebeze, Medine'ye üç
konaklık mesafede, Mekke yolu üzerinde Zât-ı Irk'a yakın bir köydür. Yüce
sahâbî Ebu Zerr Gıfârî (radıyallahu anh) hazretlerinin ikâmet ettirildiği
yer olup, orada vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz.
Ömer te'sis ettikleri himâ' ları hazineye ve mücahidlere mahsus at, deve
gibi hayvanları otlatmada kullanmışlardır.
5- İmam-ı A'zam hazretlerine göre arâzi-i
mevâtın ihyası devletin izniyle câizdir (Bak: 105. hadis). Şu halde
istifâdesi herkese açık olan devlet arâzisi (şimdilerde hazine arâzisi
diyoruz) üzerindeki, hususîleştirme işleri, İmam-ı A'zam'a göre devletin
izniyle mümkündür, o halde böyle bir izin istihsal edilmeden, devlet reisi
dışında kimse himâ te'sis edemez.
ـ42ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُلُّ قِسْمٍ قُسمَ في
الجاَهِلِيَّةِ فَهُوَ عَلى مَا
قُسمَ، وَكُلُّ قِسْمٍ أدْرَكَهُ ا“سَْمُ فَهُوَ عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[. أخرجه
أبو داود موقوفاً .
42. (1142)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) buyurmuştur ki: "Cahiliye devrinde taksim
edilmiş olan her mal, taksim edildiği şekil üzeredir. İslâm döneminde
yapılan taksimat, İslâm'ın taksim esasına göredir." [Ebu Dâvud, Ferâiz 11,
(2914); İbnu Mace, Rühûn 21, (2485).]
AÇIKLAMA:
İslâm dini mirasda şöyle bir hüküm
getirmiştir: Farklı dinlere mensup olan kimseler birbirlerine varis
olamazlar. Sözgelimi, Hıristiyan bir babanın evlâdı Müslüman olsa, babasının
ölümü halinde oğlu ona vâris olamaz. Bu meselede İslâm dışı dinler arasında
ayırım yapılmaz, hepsi bir tutulur. Kaide:
اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ "Küfür
tek bir millettir" diye ifade edilir. İslâm dışı dinler arasında gözönüne
alınan tek fark, Hıristiyan ve Yahudilerle ilglidir: Kadınlarıyla evlenilir,
kestikleri yenilir. Bu da bizzat sünnetle sâbittir. Sadedinde olduğumuz
hadis, bir kimse Müslüman olmadan önce, miras taksimine iştirak etmişse
aldığına hak kazandığını, şâyet, taksimden önce Müslüman oldu ise, artık,
kâfir olan yakınlarının miraslarına iştirak edemeyeceklerini belirtiyor.
Kendisinden miras isabet eden kâfir bir yakını
ölen kimse, mirasa hak kazanmış olduğu bir durumda miras henüz paylaşılmamış
iken Müslüman olsa cumhur-i ulemâ, bu mirastan da pay alamayacağına
hükmetmiştir. Ancak, Ömer İbnu'l-Hattab, Osman İbnu Affân, Abdullah İbnu
Mes'ud, Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhüm ecmain) bu durumda miras
alacağını söylemiştir. Ayrıca Câbir İbnu Zeyd, Hasan Basrî, Mekhûl, Katâde,
Humeyd, İyâs İbnu Mu'âviye, İshâk İbnu Râhuye -iki rivayetinin- birinde
Ahmed İbnu Hanbel gibi diğer bir kısım selef de bu görüştedir. Ancak,
başta üç büyük imam olmak üzere fukahânın kâhir çoğunluğu vâris
olamayacağına hükmetmiştir.
Bu mevzu ile alakalı daha geniş bilgiyi,
َيَرِثُ المُؤْمِنُ الْكَافِرَ وََ الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ
hadisinin açıklamasında sunacağız (Bak: 4707
numaralı hadis.)
ـ43ـ ولمالك مرسً عن ثور بن زََيد الدِّئْلى قال: ]بَلَغَنِى أنَّ رسولَ اللّه
قالَ: أيُّمَا دارٍ أوْ أرْض
قُسِّمَتْ في الجَاهِلِيةِ فهى عَلى قِسْمِ الجاَهِلِيَّةِ، وَأيُّمَا دَارٍ
أوْ أرْضٍ أدْرَكَهَا ا“سَْمُ وَلَمْ تُقَسِّمْ فَهى عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[ .
43. (1143)-
İmam Mâlik, Sevr İbnu Zeyd ed-Dîlî'den mürsel olarak rivayet ettiğine göre
ed-Dîlî demiştir ki: "Bana Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediği ulaştı: "Hangi ev veya arâzi, cahiliye devrinde taksim edilmiş
ise, artık o, cahiliye taksimi üzerinedir. Ancak hangi ev veya arâzi, taksim
edilmeden İslâm'a girmiş ise, artık onun taksimi İslâm'a göre yapılır."
[Muvatta, Akdiye 35, (2, 746)].
AÇIKLAMA:
1- Cahiliye'den murad Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın peygamberliğinden önceki dönemdir. Anak,
"Fetih'ten önceki dönemdir" diyen de olmuştur. Zîra Hz. İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) bi'setten sonra, Müslümanlar'ın Mekke'de yaşadıkları
muhasara ve boykot sırasında doğduğu halde, babasıyla ilgili bir hatırasını
anlatırken şöyle demiştir:
سَمِعْتُ ابِى يَقُولُ فِى الْجَاهِلِيَّةِ اسْقِنِى كَأْسًا دِهَاقًا
"Cahiliye döneminde babamın: "Bana
dolu bir kadeh ver" dediğini işittim."
Ebu'l-Velid el-Bâci der ki: "Hadisi iki çeşit
anlamak mümkündür:
1) Taksimi cahiliye devrinde yapılmış olan
mal. Bu mâna daha zâhirdir, daha muvafıktır.
2) Şu da muhtemeldir: Cahiliye döneminde
hisseyi hak etmiştir, ancak, taksim yapılmadığı için henüz temellük
etmemiştir. Sözgelimi biri ölmüştür ve yakınları henüz Müslüman olmadan
malına varis olmuşlardır."
Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
İslâm'dan önce, cereyan eden fiillerini reddetmemeyi prensip kılmak istemiş,
vukû bulduğu şekilde icrayı esas almıştır. Nitekim câhiliye devrinin fâsid
nikâhlarını reddetmemiş, bu akidlerle hâsıl olan mülkiyeti sahih
addetmiştir.
Bu hadis, câhiliye devrinde cereyan eden arâzi
ve ev taksimlerinin de muteber addedileceğini, İslâm'dan sonraki taksimatın
İslâm'a göre yapılacağını belirtmektedir.
ـ44ـ وعن نافع عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ عَبْداً لَهُ أبَقَ
فَلَحِقَ بِأرْضِ الرُّومِ فَظَهَرَ
عَلَيْهِمْ خَالِدُ بنُ الْوَلِيدِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَرَدَّهُ إلَيْهِ،
وَأنَّ فَرَساً لَهُ غَارَ فَظَهَرُوا عَلَيْهِمْ فَرَدَّهُ إلَيْهِ[. أخرجه
البخارى، وهذا لفظه، ومالك وأبو داود.وفي رواية: في الفَرَسِ عَلى عَهْدِ رسولِ
اللّه #.وفي رواية في الموطأ: في الْعَبْدِ وَالْفَرَسِ فَرُدَّا عَلَيْهِ،
وَذلِكَ قَبْلَ أنْ تُصِيبَهُمَا المقَاسِمُ.وقال أبو داود: في العَبْدِ
فَرَدَّهُ عَلَيْهِ رسولُ اللّه # وَلَمْ يُقْسَمْ.ومعنى »غَارَ« أى هرب .
44. (1144)-
Nâfi', İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den anlatıyor: "İbnu Ömer'in bir
kölesi kaçarak Rum diyarına geçti. Bilâhare, Hâlid İbnu'l-Velîd (radıyallahu
anh) Rumlara galebe çaldı. (Esirler arasında, kaçan bu köle de vardı) Hâlid
köleyi İbnu Ömer'e iâde etti. Onun kaybolan bir atı vardı. (Askerler) onu da
ele geçirdiler. Hâlid atı da İbnu Ömer'e iâde etti" (Bu rivayetin lâfzı
Buhârî'nin rivayetine uygundur.)
Bir rivayette: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) zamanında kaçan bir at mevzubahistir."
Muvatta'nın bir rivayetinde, düşman tarafından
ganimet edildikten sonra ele geçirilen bir köle ve at mevzubahistir.
Bunlar, taksimden önce eski sahibine iâde edilebilirler.
Ebu Dâvud, köleyi mevzubahis eder ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in taksime tâbi tutmadan eski sâhibine
iade ettiğini belirtir. [Buhârî, Cihâd 187; Muvattâ, Cihâd 17, (2, 452); Ebu
Dâvud, Cihâd 135, (2698, 2699); İbnu Mâce, Cihâd 15, (2748).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, kâfirlerce ele geçirilip
ganimet yapılan bir malın tekrar Müslümanlar tarafından yakalandığı
görülmektedir. Hatta rivayet, bu malın eski sahibine iade edildiğini ifade
etmektedir.
2- İbnu Ömer'in kölesinin Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)' den sonra (Yermük Harbi sırasında) kaçtığında
ihtilaf yok ise de atının kaçtığı devir ihtilâflıdır. Bazı rivayetlerde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zamanında kaçıp düşmanın eline
geçtiği, tekrar ele geçirilince bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından İbnu Ömer'e iâde edildiği belirtilir.
3- Düşmanca ganimet edilen bir Müslüman'ın
malı ele geçirildiği takdirde eski sahibine mi verilmeli, yoksa diğer
ganimet mallarına mı katılmalı? Bu husus münakaşa edilmiştir:
a) İmam Şâfiî ve bir cemaat: Ehl-i harp
Müslümanların malından zorla bir şey almış ise, bu ele geçirildiği
takdirde, eski sahibi bu malı alma hakkına sâhiptir, hatta taksimden sonra
farkına varmış bile olsa, onu alabilir" der.
b) Hz. Ali (radıyallahu anh), Zührî, Amr İbnu
Dînâr ve Hasan Basrî' ye göre böyle bir mal hiçbir zaman eski sâhibine
verilemez, artık o ganimet malıdır, ganimette hissesi olanlara taksim
edilir.
3) Hz. Ömer, Süleyman İbnu Rebîa, Atâ, Leys,
Mâlik, Ahmed ve başkalarından yapılan bir rivayete göre malın sahibi
taksimden önce malını görmüşse buna hak sahibidir, taksimden sonra görmüş
ise artık hakkını kaybetmiştir.
4- Ebu Hanife ve Sevrî de İmam Mâlik gibi
düşünür, ancak bir istisna koyarlar: "Kaçan köleye, eski sahibi, mutlak
olarak ehaktır, taksimden önce de sonra da bulsa alır" derler.
ـ45ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنَّا نُصِيبُ في مغَازِينَا
الْعَسَلَ وَالْعِنَبَ فَنَأكُلُه وََ نَرْفَعُهُ[. أخرجه البخارى .
45. (1145)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Biz gazvelerimiz sırasında, bal
ve kuru üzüm elde ederdik ve bunları (taksim edilmek üzere, diğer ganimet
mallarının yanına) kaldırmaz, yerdik." [Buhârî, Humus 20].
AÇIKLAMA:
1- Buhârî bu hadisi, "Harb yerinde ele
geçirilen yiyecek maddesi babı" adını verdiği bir babta kaydeder. Maksadı,
"yiyecek maddesinin, askerler arasında taksimi vacib midir, yoksa askerler
tarafından yenmesi mübah mıdır?" meselesine dikkat çekmektedir. Buhârî,
metod olarak, münakaşalı meselelere böyle mübhem başlıklarla dikkat çeker.
Cumhur, yiyecek maddelerinden, taksim
yapılmazdan önce almanın caiz olduğuna hükmetmiştir. Her çeşit gıda
maddelerinin yenmesi mûtaddır. Hatta hayvan yemi de bu hükme girer.
Taksimden önce veya sonra olmuş, imamın izni olmuş olmamış, hüküm aynıdır.
2- Sadedinde olduğumuz rivayet dâru'lharb'de
giyecek az olacağı için, zaruret sebebiyle, gıda maddelerinin yenmesinin
mubah olduğunu ifade eder. Cumhur, peşin bir zaruret olmasa bile, almayı
tecviz etmiştir. Hatta ulemâ, harp halinde, ganimet hayvanlarına binmenin,
ganimet giysilerini giymenin, ganimet silahlarını kullanmanın câiz
olduğunda ittifak etmiştir. Bu cevazlar, harbin bitimiyle kalkar. Evzâî bu
söylenen ruhsatlara imamın iznini şart koşar ve: "Asker, şahsî ihtiyacı
biter bitmez ganimete âit at ve silahı derhal imâma teslim eder, harp
dışında da kullanmaz, işi bitince teslim için savaşın bitmesini beklemez, tâ
ki (elinde iken) bir zarara uğramasınlar" der. Evzâî bu hükümde Ebu Dâvud'da
gelen şu hadise dayanır:
مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اْŒخِرِ فََ يَأْخُذْ دَابَّةً مِنَ
الْمَغْنَمِ فَيَرْكَبُهَا حَتَّى إِذَا اَعْجَفَهَا رَدَّهَا إِلَى
الْمَغَانِمِ
"Allah'a ve ahiret gününe inanan, ganimetten
bir hayvan alıp, bine bine iyice zayıflattıktan sonra iade etmesin."
Giyecek için aynı şekilde merfu rivayet
gelmiştir. İmam Ebu Yusuf bu yasağı, binecek ve giyeceği olanlarla ilgili
bulmuştur.
İmam Mâlik, yiyecek almanın mübah olduğu
hükmünden hareketle, "hayvan da kesilebilir" demiştir. İmam Şâfiî bunu
"zaruret varsa" diye kayıtlar.
3- Hadiste geçen "...kaldırmazdık" tâbirinin,
"...biriktirmek üzere kaldırmazdık..", "...ganimet mallarının sorumlusuna,
veya "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e götürmezdik" gibi mânalar
ifade ettiğine dikkat çekilmiş ve bu ifadenin gerisinde şu cümlenin takdiren
varlığı kabul edilmiştir: "... yemek için, daha önceden verilmiş olan izinle
iktifa ederek, yeni bir izin taleb etmezdik."
ـ46ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]أُتِىَ النَّبىُّ # بظَبْيَةٍ)ـ1(
فِيها خرَزٌ فَقَسَّمَهَا لِلْحُرَّةِ وَا‘مَةِ. قالتْ وكَانَ يَقْسِمُ
لِلْحُرِّ وَالْعَبْدِ[. أخرجه أبو داود.
______________)ـ1(
الظبية: جراب صغير عليه شعير. وقيل هي شبه الخريطة والكيس.
46. (1146)-
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a içerisinde boncuk bulunan bir dağarcık getirildi. Boncukları
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hür ve câriye kadınlar arasında
dağıttı." Hz. Aişe devamla der ki: "Babam da (boncuğu) hür- köle ayırımı
yapmadan kadınlara dağıtırdı." [Ebu Dâvud, Harâc 14, (1952).]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hakları olduğu için değil, sadece kadınlar tarafından kullanıldığı için
boncukları hürköle ayırımı yapmadan kadınlara dağıtmıştır.
2- Hz. Aişe'nin ikinci cümlesinde metinde,
أَبِى "babam" kelimesi düşmüştür.
Aslında olduğu için tercümeye koyduk. Hz. Aişe'nin, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın boncuklarını hür- ve köle ayrımı yapmadan
kadınlara dağıttığını söyledikten sonra: "Babam da hür köle ayrımı yapmadan
dağıtırdı" şeklinde, neyi dağıttığını belirtmeyen bir ifâdeye yer vermesi,
normalde, zihne boncuk ve benzeri şeyleri dağıttığı fikrini getirmektedir.
Ancak, bu ıtlaktan hareketle şöyle anlaşılabileceğine de dikkat çekilmiştir:
"Babam da fey'den hürköle herkese dağıtırdı." Aliyyü'l-Kârî bu ifadeyi açık
bir şekilde şöyle anlar: "Yani hür ve köle, herkese ihtiyacı kadarını
fey'den verirdi." Ancak "köle" ve "cariye"den maksadın âzad edilmiş
olanlarla, efendisiyle, hürriyetine kavuşmak üzere, mükâtebe akdi yapmış
olanların olduğu, zîra gerçek câriye ve kölelerin mülk edinme yetkilerinin
bulunmadığı, nafakalarının da efendilerinin sorumluluğunda olduğu
belirtilmiştir.
ـ47ـ وعن المِسْور بن مَخْرَمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُُما. ]أنَّ عَمْرَو بنَ
عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخْبَرَهُ: أنَّ رسولَ اللّه # بََعَثَ أبَا
عُبَيْدَةَ إلى الْبَحْرَيْنِ يأتى بِجِزْيتِهَا فَلَمَّا قَدِمَ بِالمَالِ
سَمِعَتِ ا‘نْصَارُ بِقُدومِهِ فَوَافَوْا صََةَ الْفَجْرِ مَعَ رسولِ اللّهِ #
فَلَمَّا انْصَرَفَ تَعَرَّضُوا لَهُ فَتَبَسَّمَ ثُمَّ قالَ: أظُنُّكُمْ
سَمِعْتُمْ أنَّ أبَا عُبَيْدَةَ قَدِمَ بِشَئ؟ فقَالُوا أجَلْ. فقَالَ:
أبْشِرُوا وَأمِّلُوا مَا يَسُرُّكُمْ. فَوَاللّهِ مَا الْفَقْرَ أخْشى
عَلَىْكُمْ، وَلكِنْ أخْشى عَلَيْكُمْ
أنْ تُبْسَطَ عَلَيْكُمْ الدُّنْيَا كَما بُسِطَتْ عَلى مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ
فَتَنَافَسُوا فِيهَا فَتُهْلِكَكُمْ كَمَا أهْلَكَتْهُمْ[. أخرجه الشيخان
والترمذى .
47. (1147)-
El-Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ)'ye Amr İbnu Avf (radıyallahu
anh) şunu anlatmıştır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Ubeyde
(radıyallahu anh)'yi Bahreyn'e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı.
Mallarla dönünce Ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le kıldılar. Namaz bitince, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın etrafını sardılar. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tebessüm buyurdular ve:
"Öyle zannediyorum, Ebu Ubeyde'nin birşeyler
getirdiğini işittiniz" dedi. Hep birlikte:
"Evet!" dediler. Bunun üzerine şunları
söyledi:
"Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid
edin. Allah'a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size
dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti
de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular.
Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum."
[Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Megâzî 11; Müslim, Zühd 6, (2961); Tirmizî,
Kıyâmet 29, (2464).]
AÇIKLAMA:
1- Bahreyn halkı cizye ödemek üzere Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile sulh yapmış, başlarına da el-Alâ
İbnu'l-Hadramî'yi vali tayin etmişti. Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh (radıyallahu
anh) ise, rivayetten de anlaşılacağı üzere sadece cizyeyi Medine'ye getirmek
üzere gönderilmişti.
2- Hadiste dikkatimizi çeken husus, cemaatin
dünya malına heves izhar ettiği bir fırsatta, dünyalığın zararlarına dikkat
çekmiş olmasıdır. Daha önce (1128. hadis) açıklandığı üzere, o gün
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu maldan herkese bol bol verecektir.
Ancak, mal ve zenginliğin tehlikesine karşı uyanık olmak gereğini
belirttikten sonra...
3- Tîbî der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in: "Sizler için fakirlikten korkmuyorum" diyerek, fakirliği
öncelikle zikretmesi, müşfik bir babanın ölüm anında en ziyade çocuğunun
maddî durumuna ihtimam göstermesi sebebiyledir. Böylece Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ashabına haber vermiştir ki, kendilerine karşı bir
baba gibi müşfik olmasına rağmen, mal meselesinde, onlara babanın
davranışının aksine bir tavır takınmaktadır. Şöyle ki, kendisi babaların
aksine ashabı için fakirlikten korkmuyor, aksine, babaların matlûbu olan
zenginlikten korkuyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın temennî ettiği
fakirlik, sahâbenin içinde bulunduğu mal azlığıdır, mutlak fakirlikdir diyen
de olsa da esas olan sahâbenin o sıralardaki hâlidir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadiste, zenginliğin getireceği zararın, fakirliğin getireceği zarardan
fazla olduğuna dikkat çekmektedir. Zîra çoğunlukla, zenginlik âhireti de
heba eden zararlar getirmektedir. Zîra kulluktan uzaklaştıran gaflet
halleri, sefahetler, kötü alışkanlıklar umumiyetle zenginliğin eseridir.
Fakirliğin zararı ekseri durumda dünyaya aittir. Yani ekseriyetle zenginlik
dine, fakirlik dünyaya zararlı olmaktadır.
Âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan sonra zenginleyen Müslümanların maruz kaldıkları dünyevî ve
uhrevî fitneleri görünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
hadisini, istikbali haber veren mühim mucizelerden biri olarak
değerlendirmişlerdir.
5- Hadisten çıkarılan bazı hükümler:
1- Dünyanın maddî zenginliklerine kavuşan
kimseler, zenginliğin getireceği zararlara karşı uyanık olmalı, tedbirler
almalıdır. Dünyevî süslere kapılıp tatmin bulanlar, onların kötü âkibetinden
ve getireceği fitnenin şerrinden emniyette olamazlar. Bunu bilmeli, dünyalık
için başkalarıyla boğuşmaya yer vermemelidir.
2- Fakirlik, zenginlikten efdaldir, çünkü
dünyevî fitne zenginlikle gelir. Zenginlik, nefsi helâke götüren fitneye
düşme ihtimalini getirir, bu tehlikeden fakir daha çok emniyettedir.
Şunu bu vesile ile belirtmede fayda var: Bu ve
benzeri hadisler zenginliği reddetmez. Zenginliğin getireceği ferahlıklara
dikkat çeker. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Veren el alan elden
üstündür", "Kuvvetli Müslüman Allah'a daha sevgilidir..." gibi hadisleriyle
"veren" ve "kuvvetli" olmayı tavsiye eder. Bu da zenginlikle daha ziyade
imkân dahiline girer. Öyle ise, burada esas olan zenginliğin zararına
dikkatleri çekmektir.
Elbette zengin ve sefih olmaktansa fakir ve
abd olmak daha hayırlıdır. Hem zengin hem abd olmak ise en hayırlıdır.
ـ48ـ وعن ثعلبة بن أبى مالك: ]أنَّ عُمَرَ بن الخطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ:
قسََمَ مُُرُوطاً بَيْنَ نِسَاءِ أهْلِ المَدَينَةِ فَبَقِىَ منْهَا مِرْطٌ
جَيِّدٌ. فقَالَ لَهُ بَعْضُ مَنْ عِنْدَهُ: يا أمِيرَ المُؤمِنِينَ؟ أعْطِ
هذَا ابْنةَ رسولِ اللّه # الَّتِى عِنْدَكَ، يُرِيدُونَ أمَّ كُلْثُومٍ بِنْتَ
عَلىٍّ فقَالَ أمُّ سَلِيطٍ أحَقُّ بِهِ فإنَّهَا مِمَّنْ بَايَعَ رسولَ اللّه
# وَكَانَتْ تَزْفِرُ لَنَا الْقِرَبَ يَوْمَ أحُدٍ[. أخرجه البخارى.»المِرْطُ«
كساء من خزّ أو صوف يُؤتَزَرُ بهِ. وقوله: »تزْفِرُ لنا الْقِرَبَ« أى تخيطها .
48. (1148)-
Sa'lebe İbnu Ebî Malik anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh), bir
kısım bürgüyü Medineli kadınlar arasında taksim etmişti, geriye güzel bir
bürgü kaldı. Yanındakilerden bazıları kendisine: "Ey müminlerin emîri, bunu
da senin yanında bulunan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızına ver"
dediler. Bununla, Hz. Ali (radıyallahu anh)'in kızı Ümmü Gülsüm'ü
kastediyorlardı. Hz. Ömer onlara:
"Ümmü Selît, buna daha çok hak sâhibidir. Zîra
o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biat etmişti ve Uhud Savaşı'nda
bize kırbalarla su taşıyordu" dedi. [Buhârî, Megâzî 22, Cihâd 66.]
AÇIKLAMA:
1- Ümmü Selît, Ebu Saîdi'l-Hudrî'nin
annesidir. Ebû Selit ile evli idi. Ancak hicretten önce Ebû Selît'in vefatı
üzerine Mâlik İbnu Sinân el-Hudrî ile ikinci evliliğini yapmış ve Ebu Saîd'i
dünyaya getirmiştir. Kadın, Hayber ve Huneyn'e de katılmıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hakkında: "Uhud'da başımı sağa da sola da çevirsem
hep onun, benim için mukâtele ettiğini görüyordum" diyerek kahramanlığını
övmüştür (radıyallahu anhâ).
2- Ümmü Gülsüm, Hz. Ömer (radıyallahu
anhümâ)'in zevcesi idi. Annesi, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in
muhterem kerimeleri Fâtımatu'z-Zehra (radıyallahu anhâ) olması sebebiyle,
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı" diye anılmıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında doğmuş idi ve Fatıma vâlidemizin en
küçük kızı idi.
Bu Muttalib ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dedesi
Abdülmuttalib'i karıştırmamalı. Bu, Abdülmuttalib'in amcasıdır.