ـ1ـ عن بريدة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسول اللّه # إذَا أمَّرَ
ا‘مِيرَ عَلى جَيْشٍ أوْ سَرِيَّةٍ أوْصَاهُ في خَاصَّتِهِ بَتَقوى اللّهِ
تَعالى وَمَنْ مَعَهُ مِنَ المُسْلمِينَ خَيراً، ثُمَّ قالَ: اغْزُوا بِسْمِ
اللّهِ في سَبيلِ اللّهِ، قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللّهِ، اغْزُوا وََ
تَغُلُّوا وََ تَغْدُرُوا وََ تُمَثِّلُوا وََ تَقْتُلُوا وَلِيداً. فَإذَا
لََقيتَ عَدُوَّكَ مِنَ المُشْرِكِينَ فادْعُهُمْ إلى ثَثِ خَِلٍ، فَإنْ
أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ: ادْعُهُمْ إلى ا“سَْمِ، فإنْ
أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُم، ثُمَّ ادْعُهُمْ إلى
التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إلى دَارِ المُهَاجِرِينَ، وَأخْبِرْهُمْ إنَّهُمْ
إنْ فَعَلُوا ذلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ، وَعَلَيْهِمْ مَا
عَلَيْهِمْ، فإنْ أبَوْ أنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فأخْبِرْهُمْ أنَّهُمْ
يَكُونُونَ كَأعْرابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِى عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللّهِ تعالى
الَّذى يَجْرِى عَلى الْمُؤمِنِينَ وََ يَكُونَ لَهُمْ في الْغَنِيمَةِ
وَالْفَئِ شَئٌ إَّ أنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ وَإنْ هُمْ أبَوْا
فَسَلْهُمُ الْجِزْيَةَ، فإنْ هُمْ أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وكُفَّ
عَنْهُمْ. فإنْ أبَوْا فَاسْتَعنْ بِاللّهِ تعالى عَلَيْهِمْ وَقَاتِلْهُمْ،
وَإذَا حَاصَرْتَ أهْلَ حِصْنٍ فَأرَادُوكَ أنْ تَجْعَلَ لَهُمْ ذِمَّةَ اللّهِ
تعالى وَذِمَّةَ نَبِيِّهِ فََ تَفْعَلْ، وَلَكِنْ اجْعَلْ لَهُمْ ذِمَّتَك
وَذِمَّة أصْحَابِكَ، فَإنَّكُمْ إنْ تَخْفُرُوا ذِمَّتَكُمْ وَذِمَّة
أصْحَابِكُمْ أهْوَنُ مِنْ أنْ تَخْفَرُوا ذِمَّة اللّهِ تعالى وَذِمَّة رسولهِ
#. وَإذَا
حَاصَرْتَ أهْلَ حِصْنٍ وَأرَادُوكَ أنْ تُنْزِلَهُمْ عَلى حُكْمِ اللّهِ تعالى
فََ تُنزِلْهُمْ عَلى حُكْمِ اللّهِ تعالى، وَلَكِنْ أنزِلْهُمْ عَلى حُكْمِكَ،
فإنَّكَ َ تَدْرِى أتُصِيبُ فِيهِمْ حُكْمَ اللّهِ تَعالى أمْ َ[. أخرجه مسلم
وأبو داود والترمذى .
1. (1045)-
Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği zaman, -hassaten
komutana- Allah'a karşı muttaki olmasını, beraberindeki Müslümanlara da
hayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi: "Allah'ın adıyla ve Allah'ın
rızası için savaşın. Allah'ı inkâr eden kâfirlerle çarpışın. Gazâ edin
fakat ganimete hıyanet etmeyin, haksızlıkda bulunmayın, ölülerin vücudlarına
sataşıp burun ve kulaklarını kesmeyin, (önünüze çıkan) çocukları öldürmeyin!
Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç
şeyden birine çağır: Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan bunu kabul
et ve artık dokunma!
Önce İslâm'a dâvet et. İcâbet ederlerse hemen
kabul et ve elini onlardan çek. Sonra onları yurtlarından muhâcirler
diyarına hicrete dâvet et. Ve onlara haber ver ki, eğer bunu yapacak
olurlarsa Muhacirler'e va'dedilen bütün mükâfaat ve vecibeler aynen onlara
da terettüp edecektir. Hicretten imtina edecek olurlarsa bilsinler ki,
Müslüman bedevîler hükmündedirler ve Allah'ın mü'minler üzerine câri olan
hükmü onlara icra edilecektir; ganimet ve fey'den kendilerine hiçbir pay
ayrılmayacaktır. Müslümanlarla birlikte cihâda katılırlarsa o hâriç, (o
zaman ganimete iştirak ederler.)
Bu şartlarda Müslüman olma teklifini kabul
etmezlerse, onlardan cizye iste, müsbet cevap verirlerse hemen kabul et
ve onları serbest bırak.
Bundan da imtina ederlerse, onlara karşı
Allah'tan yardım dile ve onlarla savaş. Bu durumda bir kale ahâlisini
muhâsara ettiğinde onlar senden Allah ve Resûlü'nün ahd ve emânını talep
ederlerse kabul etme; onlar için, kendine ve ashâbına ait bir emân tanı.
Zira sizin kendi ahdinizi veya arkadaşlarınızın ahdini bozmanız, Allah'ın ve
Resûlü'nün ahdini bozmaktan ehvendir.
Eğer bir kale ahalisini kuşattığında onlar,
senden Allah'ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse sakın onlara Allah'ın
hükmünü tatbik etme, lâkin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allah'ın onlar
hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin." [Müslim, Cihâd 3,
(1731); Tirmizî, Siyer 48, (1617), Diyât, 14, (1408); Ebu Dâvud, Cihâd 90,
(2612, 2613).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, yola çıkarılan ordu ile alâkalı bazı
mühim esasları tesbit etmektedir:
1. Komutana ve askerlere verilecek talimat:
Birçok rivayetlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, askerleri yola
vurmazdan önce bazı nasihatlarda bulunduğunu, bu meyanda düşmana karşı
nasıl davranmaları gerektiğini ana hatlarıya hatırlatmaktadır.
a) Komutana hususi tavsiye: Öncelikle takva
yani Allah'tan korkmak hatırlatılmaktadır. Aslında takva herkes için
gerekli olmakla birlikte, betahsis komutana hatırlatılmasında, şârih Tîbî şu
inceliği tesbit eder: Komutan, kendi kendine daha titiz, daha şiddetli
davranmalı, emri altındaki Müslümanlara karşı suhuletle ve merhametle
muâmele etmelidir. Nitekim hadiste:
يَسِّرُوا وََتُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وََتُنَفِّرُوا
"Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin
nefret ettirmeyin" buyrulmuştur.
b) Hepsine müşterek talimat: Cihadı Allah için
ve Allah adına yapmak. Bunun gerçekleşmesi için Allah'ın koyduğu prensiplere
uymak; ganimetten çalmamak, çocukları öldürmemek, başka rivayetlerde
kadınlar, muhârib olmayan yaşlılar, din adamları da zikredilir. Ölülere
müsle'de bulunmamak. "Müsle" ölünün burnunu, kulağını kesmek, gözünü oymak,
ciğerini sökmek gibi, hakaket olsun diye yapılan kötü muamelelerdir. Dinimiz
bunları yasaklıyor.
* Başka rivayetlerde komutana itaat,
arkadaşlarıyla iyi geçinmek, savaş sırasında geri kaçmayıp sabretmek, sebat
etmek gibi başka teferruatlar da zikredilir.
* Düşmana saldırmazdan önce İslâm'ı teklif
etmek,
kabul etmezlerse cizye teklif etmek, en son durumda savaşa karar vermek.
* Karşılaşılan insanların Müslüman olup
olmadıklarını tahkik ve meselâ ezan sesi duyulan bir köye saldırmamak,
ganimet için saldırmamak, herhangi bir anlaşma yapıldığı takdirde verilen
sözde durup, ahdini bozmamak... vs. orduya verilen müşterek tâlimat arasında
yer alan hususlardır. Hadislerde gelen bu paraleldeki örneklere dayanarak
fukaha, "İmamın (veya ona bedel ordu çıkaran başkomutanın), kumandan ve
emrindeki diğer askerlere, yola çıkmazdan önce hitab ederek,
Allah'tan korkmalarını, emirleri altındakilere
iyi muamele etmelerini tavsiye etmesi, harp esnasındaki vazifelerini ve
kendilerine nelerin haram, helâl mekruh veya müstehab olduğunu bildirmesi
gerekir" demişlerdir.
2- Hadiste geçen, "muhâcirler diyarına hicrete
dâvet" meselesi, Müslüman olan yeni kabileler için cârî idi. "Bunu yapacak
olurlarsa Muhacirler'e vaadedilen bütün mükâfaat ve vecibeler aynen onlara
da terettüp edecektir" sözü, onlar hicret ettikleri takdirde "Muhacir"
statatüsüne girecekler demektir. Gerek "sevap" yönüyle ve gerekse "fey'e
iştiraki hak etme" yönüyle Muhâcirler avantajlı idi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Muhacirler'e, cihada çıkış anından itibaren -imam
her ne vakit emretmişse- düşmanın karşısında yeterli sayıda kimsenin
bulunup bulunmamasına bakmadan, infak ederdi. Halbuki muhâcir olmayanlar
böyle değildi. Zira, düşmanın karşısında, yeterli miktarda asker olursa,
muhâcir olmayanların çıkması vâcib değildi. Şu halde hadiste geçen
"Muhacirler'e terettüp eden vecibe"den maksad budur, yani gazveye çıkma
vecibesi.
Hicretten imtina etmeleri halinde "Müslüman
bedevîler hükmünde" olmaları, "dâr-ı küfürde değil, kendi bölgelerinde
kalan bedevîler hükmünde olmaları" demektir. Çünkü Müslüman olup da dâr-ı
küfürde kalanlara Allah ve Resûlü'nün hiç bir zimmeti olmayacağı, onların
imanlarının bile makbul olmayacağı ayetlerle bildirilmiştir. (Nisa 89, 97;
En fal 72). Hicret etmeyenlere bu hadiste
كَاَعْرَابِ المسلمين "Müslüman
bedevîleri gibidir" denmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayet böylelerine,
"Allah'ın mü' minler üzerine câri olan (namaz, zekat... gibi ibâdete giren
farzlar, kısas, diyet gibi cezâî hükümler) hükmünün icra edileceğini
bildirir. Tirmizî'nin rivâyetinde
اَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِى عَلَيْهِمْ مَا
يَجْرِى عَلَى اَْعْرَابِ denir. Yani
"Bedevîlere icra edilen ahkâm" tatbik edilir tabirine yer verilir.
3- Muhâsara edilen kale ahalisinin emân talebi
üzerine yapılacak antlaşmayı Allah ve Resûlü adına değil, kendi adınıza
yapın, tenbihi de dikkat çekicidir. Nevevî, bu nehyin (yasaklamanın)
"tenzihî" bir yasak olduğunu belirtir. Yani mutlaka uyulması gereken kesin
bir emir olmayıp "kendi adınıza yaparsanız daha iyi, daha isabetli olur"
mânasında bir tavsiye olduğunu söyler. "Çünkü, der, bazı ahvalde, bu
zimmetin hakkını bilmeyenler, yapılan ahdi bozuyorlar, hususan bedevîler ve
askerlerin ekserisi, ahdin hürmetini ihlâl ediyorlar." Buradan anlaşılıyor
ki ihlâle uğrayacağı kaçınılmaz olan anlaşmayı Allah adına yapmanın
mesuliyeti büyüktür. Allah ve Resûlü adına yapılan anlaşmalara mutlak riâyet
gerekir. Aksi halde kaçınmak evlâdır.
4- Şârihler, bu hadisin, son paragrafında
geçen "...Sakın onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme, lakin kendi hükmünü
tatbik et. Zira Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini
bilemezsin..."
cümlesinden hareket eden bâzı alimler: "Bu hadiste, bir mesele üzerine
farklı hüküm getiren müctehidlerden her biri musib (doğruyu bulmuş)
değildir, içlerinden sâdece bir tanesi musibtir, o da nefsülemirde Allah'ın
verdiği hükme muvâfık olandır" görüşüne delil bulunduğunu söylemiştir.
Ancak, "Her müçtehid musibdir" diyenler şu cevabı vermişlerdir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Allah'ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip
etmeyeceğini bilemezsin" sözünün mânası: "Sen, bu konuda bana bir vahyin
inip inmediğinden emin olamazsın, halbuki kendi hükmünde kesin olabilirsin"
demektir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Sa'd İbnu Muâz
(radıyallahu anh)'ın Benî Kureyza Yahudileri üzerine hakemliğiyle ilgili
olan Ebu Saîd rivayetinde: "Onlar hakkında Allah'ın hükmüyle hükmettin"
demişti. Bu mâna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra
ortadan kalkmıştır. Öyle ise, her müctehid musibdir" Aliyyü'l-Kârî,
Mu'tezile ve bir kısım Ehl-i Sünnetin böyle hükmettiğini belirtir.
5- İmam Mâlik, Evzâî ve diğer bazı fakihler,
bu hadise dayanarak, "Cizye, Arap olsun, acem olsun, kitâbî olsun, Mecûsi
veya bir başka dine mensup olsun bütün gayr-i müslimlerden alınır"
demişlerdir.
İmam Âzam'a göre, cizye, Arab'ın müşrikleri
ile Mecusileri müstesna olmak üzere bütün kâfirlerden alınır.
İmam Şâfiî'ye göre, Arap olsun, acem olsun
yalnız Ehl-i Kitap ile Mecûsilerden alınır.
ـ2ـ وعن عبداللّه بن عون قال: ]كَتَبْتُ إلى نَافِعٍ أسألُهُ عَنْ الدُّعَاءِ
قَبْلَ الْقِتَالِ، فقَالَ: إنَّمَا كانَ ذلكَ في أوَّلِ ا“سَْمِ، وَقَدْ
أغَارَ رسول اللّه #
عَلى بَنِى المُصْطَلِقِ وَهُمْ غَارُّونَ وَأنْعَامُهُمْ تُسْقَى عَلى الماءِ
فََقَتَلَ مُقَاتِلَتَهُمْ وَسَبَى ذَرَارِيَّهُمْ وَأصَابَ يَوْمَئِذٍ
جُوَيْرِيَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها. حَدثنى بذلك عبداللّه بن عمر رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما وكان في ذلك الجيش[. أخرجه الشيخان وأبو داود. ومعنى »غَارُّونَ« أى
غافلون .
2. (1046)-
Abdullah İbnu Avn anlatıyor: "Nâfi'ye yazarak savaştan önce (müşrikleri
İslâm'a) davet etme hususunda sordum. Şu cevabı verdi: "Bu İslâm'ın başında
idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Müstalik'e ani baskın yaptı.
Adamları gâfildi, hayvanları su kenarında sulanmakta idi. Savaşabilecekleri
öldürdü, kadın ve çocuklarını da esir etti. O gün Cüveyriye (radıyallahu
anhâ) validemizi esir almıştı.
Bunu bana Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) rivayet etti. Abdullah bu orduya asker olarak katılmıştı." [Buharî,
Itk 13; Müslim, Cihâd 1, (1730); Ebu Dâvud, Cihâd 100, (2633).]
AÇIKLAMA:
Nâfi, İbnu Ömer'in yetiştirdiği büyük
muhaddislerdendir, azatlısıdır. Bu rivayet önceki hadiste yer alan mühim bir
prensibe muhalefet etmektedir. Düşmanla karşılaşınca önce İslâm'a dâvet.
Nâfi'nin İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den işittiğine göre Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bu prensibi sonradan uygulamamıştır. En güzel örnek
Benî Mustalik Gazvesi'dir. Burada, gaflet anlarında âni baskın yapılmıştır.
Başta Nâfi olmak üzere bazı âlimler, bu rivayetten hareketle, İslâm dâvasını
işitmiş olan kâfirlere, İslâm'a davet etmeksizin, savaş açmanın câiz
olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüş, bu mevzu üzerine ileri sürülen üç farklı
görüşün en sahihi kabul edilmiştir. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Kâfire haber vermek, mutlak olarak vacib
değildir.
2- Mutlak olarak vâcibtir.
3- İslâm dâveti ulaşmayanlara duyurmak vacib
ise de, ulaşanlara duyurmak vacib değildir, ancak dâvet edilmesi yine de
müstehabdır. İlim adamlarının çoğunlukla bu görüşü benimsediği belirtilir.
Bunu te'yid eden sahîh rivayetler mevcuttur.
ـ3ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا بَعَثَ
أحَداً مِنْ أصْحَابِهِ في بَعْضِ أمْرِهِ قالَ: بَشِّرُوا وََ تُنَفِّرُوا،
وَيَسِّرُوا وََ تُعَسِّرُوا[. أخرجه مسلم .
3. (1047)-
Ebu Mûsa (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ashâbından birini herhangi bir iş için gönderince şu tenbihte bulunurdu;
"Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın." [Müslim,
Cihâd, (1732).]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, bir vazife ile gönderilen herkese,
suhûletli davranması için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tenbihte
bulunduğunu açıkca ifade etmektedir. Yine Müslim'in rivayetine göre Ebu
Musa'ya ve Hz. Muâz'ı Ebu Bürde ile Yemen'e gönderirken onlara da aynı
tenbihi yapmış ilâveten "geçimli olun, ihtilâflı, geçimsiz olmayın"
demiştir.
Nevevî der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu kelimelerde bir şeyle onun zıddını cemedip birleştirmiştir.
Zira bu iki zıd ayrı ayrı vakitlerde yapılır. Şayet sâdece birini söyleyip
mesela: "Kolaylık gösterin" demiş olsaydı, bir veya bir kaç kere kolaylıkta
bulunup, çoğu işlerinde zorluk çıkaran kimse bu söze uyduğunu
söyleyebilirdi. "Zorlaştırmayın" da demiş olunca, her çeşit durumda bütün
çeşitleriyle zorlaştırmayı nefyetmiş olmaktadır. Asıl istenen de budur."
Hadiste şu hükümler de görülmektedir:
1- Allah'ın fazlından, sevâbının
büyüklüğünden, ihsanının bolluğundan, rahmetinin genişliğinden bahsederek
hep müjdeleyici olmalı, tebşir edici şeyleri hiç zikretmeden sadece
korkutucu ve tehdid edici şeylerden bahsederek ürkütmemeli, nefret
ettirmemeli.
2- Yeni Müslüman olanların gönlünü kazanmaya
gayret edip, onlara karşı sertlikten kaçınmalıdır.
3- Keza çocuklardan bülûğa erme çağına
yaklaşanlara, büluğa yeni erenlere, herhangi bir günahtan tevbe edip rücû
edenlere mülayim ve mültefit olmalı, bunları ibadet ve mükellefiyetlere
tedricî olarak yavaş yavaş, azar azar alıştırmalıdır. Nitekim teklife giren
bütün İslâmî emirler tedricen gelmiştir. Buna dâhil edilmek istenen gence
veya girmek arzu eden yabancıya kolaylık gösterilirse, bu ona hafif gelir ve
kendiliğinden yavaş yavaş artırır. Ama aksine işin başında zorluk çıkarılır
veya yapabileceği hususunda tereddüde düşürülürse, bu vaziyette girse bile,
korkulur ki şevkle devam edemez, amellerinden zevk alamaz ve tamamen
bırakır.
4- Valilere, memurlara, halka rıfkla,
merhametle davranmaları emredilmelidir.
5- Bir işte, idârede, hizmette vs. de müşterek
vazife almış olanlar iyi geçinmeli, ihtilâftan kaçınmalıdırlar. Çünkü
mühim, gayr-ı mühim bütün işler ittifak olursa başarılır ve netice alınır.
İhtilâfın girdiği yerde maksad elden kaçar.
6. İmam (devlet reisi), tâyin ettiği memurları
Hz. Muaz ve Ebu Musa (radıyallahu anhümâ) gibi fevkalâde fâzıl ve sâlih
kişiler bile olsalar hayır tavsiyede bulunmalıdır. Zira "Öğüt, mü'minlere
fayda verir." (Zâriyât 55).
ـ4ـ وعن سمرة بن جندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: اقْتُلُوا
شُيُوخَ الْمُشْرِكِينَ وَاسْتَبْقُوا شَرْخَهُمْ، يَعْنِى مَنْ لَمْ
يَنْبُتْ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
4. (1048)-
Semure İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Müşriklerin yaşlılarını öldürün, fakat
tıfıllarına (şerh) yani henüz tüyü çıkmayanlara dokunmayın." [Ebu Dâvud,
Cihâd 121, (2670); Tirmizî, Siyer 28, (1583).
AÇIKLAMA:
Hadisin aslında geçen şeyh yaşlı demektir. Bu
kelimenin muhtelif kullanışları var. Pir-i fâni mânasına da gelir. Ancak
şârihler, bu hadiste eli kılınç tutan yaşlı erkek mânasında kullanıldığını
belirtirler.
Şerh kelimesi de genç mânasına da kullanılır
ise de burada henüz tüyü bitmeyen yani büluğa ermeyen çocuk demektir.
Dilimizde biraz âmiyâne de olsa "tıfıl" kelimesini bu mânada kullanırız.
Tüyün çıkması, büluğa ermenin maddî alâmeti kabul edilmiştir. Bazı ihtilâflı
durumlarda bu, mi'yar olarak alınmıştır. Benû Kureyza Yahudileri,
ihânetleri sonucu olarak, hakemleri Sa'd İbnu Muaz tarafından
çocukların dışında kalanların öldürülmesine
hükmedilince, çocukların tesbiti şüpheli durumlarda tüy kontrolüyle
yapılmıştır.
Başka hadislerde, savaşta savaşamayacak
durumda olan yaşlıların ve kadınların öldürülmesi sarih olarak
yasaklanmıştır.
َ تَقْتُلُوا شَيْخًا فَانِيًا Bu
yasakla yukarıdaki hadis arasında bir tezad mevzubahis değildir.
ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]وُجِدَتِ امْرَأةٌ مَقْتُولَةٌ
في بَعْضِ مَغَازِى رسولِ اللّه #، فَنَهَى رسولُ اللّه # عَنْ قَتْلِ
النِّسَاءِ وَالصِّبْيَانِ[. أخرجه الستة إ النسائى .
5. (1049)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulundu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine kadınları ve çocukları
öldürmeyi yasakladı." [Buharî, Cihâd 147, 148; Müslim, Cihâd 24, (1744);
Muvatta 3, (2, 447); Tirmizî, Cihâd 19, (1569); Ebu Dâvud, Cihâd 34, (1667);
İbnu Mâce, 30, (2841).]
AÇIKLAMA:
Kadın ve çocuğun öldürülmesini yasaklayan
muhtelif rivayetler mevcuttur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zaman
zaman öldürülmüş kadınlara rastladıkça yasağı tekrarlamış ve hatırlatmıştır.
İbnu Hacer'in şerhte kaydettiği bir rivayete göre, Taif'de öldürülmüş bir
kadın gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben kadınları öldürmeyi yasaklamadım mı, bunu
kim öldürdü?" diye sorarak meselenin üzerine gider. Bir adam atılarak
açıklar:
"Ben ya Resûlullah. Ben onu tutup bineğimin
arkasına almıştım. Beni aşağı düşürüp öldürmeye teşebbüs etti, ben de
öldürdüm." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının gömülmesini emreder.
İmam Malik ve Evzâî hazretleri, Resûlullah 'ın
bu husustaki hassasiyetine binâen şu hükme varırlar: "Kadın ve çocuğun
(savaşta) öldürülmesi hiçbir surette câiz değildir, öyle ki, ehl-i harb,
kadın ve çocukları kendilerine kalkan yapıp gerisinde siperlenseler veya bir
kaleye veya gemiye girip beraberlerinde çocukları ve kadınları alıp perde
olarak tutsalar onlara öldürücü atış yapmak veya sığınaklarını yakmak caiz
olmaz."
İmam Şâfiî ve Kûfîler (Hanefî ulemâsı):
"Kadın savaşçı (olarak askerlere karışmış) ise öldürülmeleri câizdir"
demişlerdir.
Mâlikîlerden İbnu Habîb: "Kadının savaşa
katılması öldürülmesine kasdetmek için yeterli değildir, bizzat öldürme
işine mübâşeret etmiş ve buna kasdetmiş olması şarttır" der. Mürahik çocuğun
durumu da aynıdır.
İbnu Battâl'ın nakline göre, bütün ulemâ,
kadın ve çocuğu öldürmeye kasdetmenin câiz olmadığında ittifak etmişlerdir.
Kadın için: "Zayıf olmaları sebebiyle", çocuklar için de: "Küfre düşmekte
kâsır olmaları sebebiyle" derler ve ilâve ederler: "Her ikisinden de
istifâde etme imkânı vardır..."
ـ6ـ وعن النعمان بن مُقَرِّنْ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]غَزَوْتُ مَعَ رسُولِ
اللّه # غَزَوَاتٍ، فَكَانَ إذَا طَلَعَ الْفَجْرُ أمْسَكَ عَنِ الْقِتَالِ
حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ، وَإذَا طَلَعَتْ قَاتَلَ حَتَّى إذَا انْتَصَفَ
النَّهَارُ أمْسَكَ حَتَّى تَزُولَ الشَّمْسُ، فَإذَا زَالَتْ قَاتَلَ حَتَّى
الْعَصْرِ ثُمَّ أمْسَكَ حَتَّى يُصَلِّى الْعَصْرَ ثُمَّ قَاتَلَ؛ وَكانَ
يَقُولُ: عنْدَ هذِهِ ا‘وْقَاتِ تَهِيجُ رِيَاحُ النَّصْرِ وَيَدْعُو
المُؤمِنِينَ لِجُيُوشِهِمْ في صَلَوَاتِهِمْ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
6. (1050)-
Nu'mân İbnu Mukarrin (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birçok gazvelere katıldım. (Şunu gördüm): Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), şafak sökünce, güneş doğuncaya kadar mukâteleyi
durdururdu. Güneş doğunca öğle vaktine kadar tekrar mukâteleye geçerdi. Tam
öğle vaktinde mukâteleyi durdurur, güneş batıya meyledinceye kadar ara
verirdi. Meyledince, ikindi vaktine kadar mukâtele eder, ikindi vaktinde
ikindi namazını kılıncaya kadar ara verir, sonra tekrar mukateleye geçerdi.
(Ashab) derdi ki: "Bu vakitte (yani güneşin zevali vaktinde) yardım
rüzgârları eser, mü'minler namazlarında orduları için dua ederler."
[Tirmizî, Siyer 46, (1612); Ebu Dâvud, Cihâd 111, (2655); Buharî, Cizye 1.]
AÇIKLAMA:
Nu'man İbnu Mukarrin (Nu'mân İbnu Amr İbni
Mukarrin el-Müzenî) (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e Müzeyne kabilesinden 400 kişilik bir heyetle gelip Müslüman
olanlardandır. Basra ve sonra da Kûfe'de yaşamıştır. Nehâvend ordusunda Hz.
Ömer (radıyallahu anh)'in âmili idi, fetih günü şehid olmuştur (radıyallahu
anh).
Bu rivayet Buhârî'de kısmen, Ebu Dâvud'da
muhtasar olarak yer alır. İbnu Hacer, rivâyette inkıta olduğunu belirtir.
Rivâyete dikkat edilince Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz vakitlerinde kâfirlerle mukâteleden
kaçındığı görülmektedir. Zira o vakitlerde ibadetle meşguliyet esastır.
Rivâyetin sonundaki: "Bu vakitlerde yardım rüzgârları eser..." cümlesi ilk
nazarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü gibi gözükmekte ise
de, şârihler, bunu Ashab'ın söylediğini tasrih ederler. Nitekim Tirmizî'nin
rivâyetinde
وَكَانَ يَقُولُ şeklinde değil,
وَكَانَ يَقُالُ şeklinde, yani:
"Denilirdi ki:..." diye gelmiştir.
Şârihler, ikindi namazından sonraki vaktin,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından bilhassa arandığını
belirtirler. "Çünkü, derler, bazı peygamberlere Cenab-ı Hakk'ın nusret ve
yardımı hep ikindiden sonra gelmiştir. Buna delil olarak şu hadis
gösterilir:
عَنِ
النَّبِىِّ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: غَزَا نَبِىُّ مِنَ
اْ‘َنْبِيَاءِ فَدَنَا مِنَ الْقَرْيَةِ صََةَ الْعَصْرِ اَوْ قَرِيبًا مِنْ
ذَلِكَ فَقَالَ لِلشَّمْسِ إِنَّكَ مَأْمُورَة وَأَنَا مَأْمُُورٌ اَللَّهُمَّ
اَحْبِسْهَا عَلَيْنَا فَحُبسَتْ حَتَّ حتَّى فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ
Ebu Hüreyre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Gazveye çıkan peygamberlerden
biri, ikindi vakti sırasında veya ikindiye yakın bir zamanda fethedeceği
köye yaklaştı. Güneşe: "Ey güneş nasıl sen bir memursan, ben de bir memurum"
dedi ve Allah'a yönelerek: "Ey Rabbim, güneşi durdur, vakit çıkmadan
gazvemizi tamamlayalım" diye dua etti. Güneş durduruldu. Allah'ın yardımı
ile köy fethedildi."
Rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın diğer vakitlerdeki savaşma keyfiyeti
قَاتل (savaştı) diye mâzi ile ifade
edilirken, ikindi vaktindeki savaşının
يقَاتل (savaşır) diye muzârı ile
ifâde edilmiş olmasını, şârih Tîbî, ikindi vaktinin taşıdığı bu hususiyet ve
sırda arar ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendi için bu vakti
hâssaten aradığına dikkat çeker.
İkindi sırasında esen rüzgâr da Müslümanlar
tarafından yardım rüzgârı olarak değerlendirilmiştir. Çünkü, Cenab-ı Hakk,
Müslümanlara Hendek Savaşı sırasında rüzgârla yardım etmiş, Ahzâb'ın
(müttefik orduların) dağılıp gitmeleri rüzgârla sağlanmıştı.
Rivayette son olarak -Ashâb'ın sözü olarak-
bir hususa daha yer verilmektedir: Mü'minlerin gazaya çıkan orduları için
duaları. Buna -kunut duası şeklinde- namazın içinde yer verildiği gibi,
namazın arkasından yapılan dualar esnasında da yer verilmiştir. Günümüzde
bile İslâm ordularının zaferi için dua yapılır. Anlaşılacağı üzere bu güzel
âdet, menşeini Ashab'tan almaktadır.
ـ7ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # يُغِيرُ عِنْدَ
صََةِ الصُّبْحِ، وَكانَ يَسْتَمِعُ فَإذَا سَمِعَ أذاناً أمْسَكَ وَإَّ
أغَارَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .
7. (1051)-
Hz. Enes (radıyallahu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sabah
vakti baskın yapardı. (Yaklaştığı yerleşim bölgesine) kulak kabartır, (ezan
okunup okunmadığını kontrol eder) ezan sesi işitecek olursa durur, işitmezse
saldırıya geçerdi." [Müslim, Salât 9, (382). Tirmizî, (Siyer 48, (1618); Ebu
Dâvud, Cihâd 100, (2634).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in gazveye çıktığı vakit, yerleşim bölgelerine geceleyin
yaklaşmayı tercih ettiğini göstermektedir. Sabaha doğru yaklaşmışsa ezan
vaktini bekler, ezan okunup okunmadığını kontrol eder, şâyet ezan sesi
duyarsa baskın yapmaz, duymayacak olursa baskın yapardı. Arapça'da
اَغَارَ "aniden basmak" mânasına
gelir. Askerî hareketlerde başarının sırrı, büyük ölçüde, ani baskına
dayanır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gazvelerde askerî
prensiplere âzamî ölçüde riayetkâr olmuştur. Düşmanın tertib almasına imkân
tanımadan âni basabilmek için istihbârat meselesine ziyade ehemmiyet
verdiğini, "Harb bir hiledir" diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla,
kendi hazırlığını gizlediğini belirtmiştik (Bak 1037 hadis). Bu davranışın
düşmanı gafil avlamaya, âni baskın yapmaya matuf olduğu açıktır.
Önceki rivayetle bunun arasındaki farklılığı
ezan işitme durumuyla izah edebiliriz: "Ezan işitince mü'minlerin olduğu da
anlaşıldığı için, yanlışlıkla onlara zarar gelmemesi için, güneş doğuncaya
kadar saldırıya geçmezdi." Şüphesiz bu davranış müşrik ve Müslümanların
karışık olduğu yerlerle ilgili. Müslümanların bulunmadığı kesinlikle bilinen
hedefler, bu hadiste ifâde edildiği üzere fecr vaktinden sonra âni baskına
mâruz bırakılması normaldir.
2- Alimler bu rivâyetten şu hükümleri
çıkarmışlardır:
a) Ezan İslâm'ın şiâr ve alemidir. Bir beldede
bunun terki câiz değildir. Bir belde halkı elbirliği terkettiği takdirde
sultanın onlarla savaşması gerekir (İmam Muhammed'in fetvası).
b) İslâm kendilerine ulaşmış olanlara, İslâm'a
girme dâveti yapılmadan âni baskın yapılabilir. (Bak. 1045. hadis).
c) Delile dayanarak hüküm vermek câizdir,
çünkü Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sâdece ezan işitmiş olmakla
kıtâlden vazgeçmiştir.
d) Kan dökme meselesinde ihtiyatta en muvafık
olan (ahvat) ile amel esastır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
aralarında Müslüman bulunabilir ihtimaliyle baskını terkediyor, ezanı
bekliyor. Ayrıca, Tirmizî'nin rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın "Allahu ekber, eşhedu enlailahe illallah" sözünü işitmesiyle
baskından vazgeçtiği belirtilir. Bu sesin, İslâm'a delalet etmeme ihtimaline
rağmen baskından vazgeçilmesi ahvat'la amele delil olmaktadır.
e) Tekbir Müslümanlara has bir şiârdır.
f) Tekbirin işitilmesiyle, bir köy halkı
hakkında "Müslümandır" diye hükmedilebilir.
ـ8ـ وعن عصام المزنى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولَ اللّه # إذَا
بَعَثَ جَيشاً أوْ سَرِيَّةً يَقُولُ لَهُمْ: إذَا رَأيْتُمْ مَسْجِداً أوْ
سَمِعْتُمْ مُوذِّناً فََ تَقْتُلُوا أحداً[. أخرجه أبو داود والترمذى .
8. (1052)-
İsâm el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir ordu veya seriyye yola çıkardığı zaman, askerlere şunu
tenbihlerdi: "Bir mecsid görür veya müezzini işitirseniz, orada kimseyi
öldürmeyin." [Ebu Dâvud, Cihâd 100, (2635); Tirmizî, Siyer 2, (1549).]
AÇIKLAMA:
Şârihler bu hadisi şöyle anlarlar: "Bir yerde
Müslüman olduğuna delalet eden herhangi bir alâmete rastlarsanız, mü'mini
kâfirden tefrik edinceye kadar kimseyi öldürmeyin."
ـ9ـ وعن الحارث بن مسلم بن الحارث عن أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال:
]بَعَثَنَا رسولُ اللّه # في سَرِيَّةٍ فَلَمَّا بَلَغْنَا المَغَارَ
اسْتَحْثَثْتُ فَرَسِى فَسَبَقْتُ أصْحَابِى فَتَلَقَّانِى أهْلُ الحَىِّ
بِالرَّنِينِ. فَقُلْتُ لَهُمْ قُولُوا: َ إلهَ إَّ اللّهُ تُحْرَزُوا
فَقَالُواهَا: فََمَنِى أصْحَابِى وَقَالُوا حَرَمْتَنَا الْغَنِيمَةَ،
فَلَمَّا قَدِمْنَا عَلى رسولِ اللّه # أخْبَرُوهُ بِالَّذِى صَنَعْتُ
فَدَعَانِى فَحَسَّنَ لِى مَا صَنَعْتُ؛ ثُمَّ قَالَ لِى: أمَّا إنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ كَتَبَ لَكَ بِكُلِّ إنْسَانٍ مِنْهُمْ كَذَا وَكذَا مِنَ ا‘جْرِ،
وَقَالَ: أمَّا إنِّى سَأكْتُبُ لَكَ بِالْوَصَاةِ بَعْدِى ففَعَلَ وَخَتَمَ
عَلَيْهِ وَدَفَعَهُ إلىَّّ[. أخرجه أبو داود .
9. (1053)-
El-Hâris İbnu Müslim İbni'l-Hâris babasından [Müslim İbnü'l-Hâris
(radıyallahu anh)]'den naklediyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi
bir seriyye ile gazveye gönderdi. Baskın mahalline vardığımız zaman, atımı
hızlandırdım ve arkadaşlarımı geçtim. Köy halkı beni imdât çığlıklarıyla
karşıladı. Ben onlara: Lâilâhe illallah deyip kendinizi koruyun dedim. Öyle
yaptılar. Arkadaşlarım beni bu davranışım sebebiyle "Ganimeti bize haram
ettin" diyerek ayıpladılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına
dönünce, yaptığımı ona haber verdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
beni çağırttı. Yanına varınca davranışımdan dolayı takdir etti ve: "Bilesin,
Allah (celle celaluhu) senin için, o kurtardığın insanlardan her birisi
sebebiyle şu şu kadar sevab yazmıştır" buyurdu. Sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sana kendimden sonra bir tavsiye yazacağım"
dedi ve yazıp, üzerini mühürleyip bana verdi." [Ebu Dâvud Edeb 110, (5080).]
ـ10ـ وعن جندب بن مكيث رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَعَثَ رسولُ اللّه #
سَريَّةً فَكُنْتُ فِيهِمْ فَأمَرَهُمْ أنْ يَشُنُّوا الْغَارَةَ عَلى بَنِى
المُلَوَّحِ فَخَرَجْنَا حَتّى كُنَّا بِالْكَدِىدِ لَقِينَا الحَارِثَ بْنَ
الْبَرْصَاءِ الليْثِىَّ فَأَخَذْنَاهُ فقَالَ: إنَّمَا جِئْتُ أُرِىدُ ا“سْمَ،
وَإنَّما خَرَجْتُ
إلى رسول اللّه #. فَقُلْنَا: إنْ تَكُ مُسْلِماً فَلَنْ يَضُرَّكَ رَبْطُنَا
يَوْماً وَلَيْلَةً، وَإنْ تَكُ غَيْرَ ذلِكَ نَسْتَرْثِتْ مِنْكَ
فَشَدَدْنَاهُ وَثَاقاً[. أخرجه أبو داود .
10. (1054)-
Cündeb İbnu Mekîs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) benim de katıldığım bir seriyye gönderdi. Orduya Benu'l-Mülevvah
kabilesine baskın yapılması talimâtını verdi. Yola çıktık. Kedîd nâm mevkiye
geldiğimiz zaman el-Hâris İbnu'l-Bersâ el-Leysî ile karşılaştık. Onu
yakaladık. Bize:
"- Ben Müslüman olmak arzusuyla geliyordum.
Memleketten de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gitmek düşüncesiyle
ayrılmıştım" dedi. Kendisine:
"- Eğer Müslümansan bizim sana bir gün bir
gecelik bağımız zarar vermez, dediğin gibi değilsen sana karşı tedbirimizi
tam yapmış oluruz" dedik ve bağlarını daha bir sıkıladık." [Ebu Dâvud,
İmâret 137, (1896).]
ـ11ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَعَثَ رسول اللّه # بَعْثاً إلى
بَنِى لِحْيَانَ ثُمَّ قَالَ: لِيَنْبَعِثْ مِنْ كُلِّ رَجُلَيْنِ أَحَدُهُمَا
وَا‘جْرُ بَيْنَهُمَا[ .
11. (1055)-
Ebû Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Benî Lihyan kabilesine bir askerî birlik gönder(meye karar ver)mişti: "Her
iki kişiden biri atılsın, sevapta ortak olacaklar" buyurdu. [Müslim, İmâret,
1896.]
ـ12ـ وفي رواية ]ثُمَّ قَالَ لِلْقَاعِدِ أيُّكُمْ خَلَفَ الخَارِجَ في أهْلِهِ
وَمَالِهِ بِخَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ نِصْفِ أجْرِ الخَارِِجِ[. أخرجه مسلم وأبو
داود .
12. (1056)-
Ebu Said (radıyallahu anh)'in bu rivâyeti bir başk vecihte şöyledir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Lihyân'a bir müfreze gönderdi.
(Bunu tertiplerken) şöyle demişti: "Her iki kişiden biri (orduya katılmak
üzere) çıksın!"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sonra
oturanlara: "Sizden kim, gidenin ailesine ve malına iyi şekilde nezâret
eder, hâmi olursa, ona gidenin sevabının yarısı eksiksiz verilir" buyurdu.
[Ebu Dâvud, Cihâd 21, (2510).]
AÇIKLAMA:
Herhangi bir cihada bir beldedeki bütün
erkeklerin katılması gerekmeyebilir. Böyle hallerde akrabalık, komşuluk gibi
aralarında yakınlık bulunanlar anlaşmalı olarak bazıları cihâda giderken
bazıları geride kalır ve bu kalan, gidenin ailesine ve malına hayırlı
şekilde himâyede bulunur, yardımcı olursa, gidenin sevabına aynen ortak
olacağı belirtilmektedir. Hadiste geçen: "Her iki kişiden biri" demek, "Her
kabileden yarısı" demektir.
Birinci rivâyette "ortaklık" mevzubahis olduğu
halde, ikinci rivayette "gidenin sevabının yarısı" denmekte, arada bir
tearuz gözükmektedir. Ancak şârihler: "Sevab ortadan bölününce her iki
tarafa da eşit pay düşeceğinden arada gözüken ihtilaf kalkar, teâruz kalmaz"
demişlerdir.
ـ13ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنْتُ في سَرِيَّةٍ فَحَاصَ
النَّاسُ حَيْصَة فَكُنْتُ فِيمَنْ حَاصَ، فَلَمَّا نَفَرْنَا قُلْنَا كَيْفَ
نَصْنَعُ وَقَدْ فَرَرْنَا مِنَ الزَّحْفِ وَبُؤْنَا بِالْغَضَبِ؟ فَقُلْنَا
نَدْخُلُ المَدِينَةَ فََ يَرَانَا أحَدٌ. فَلَمَّا دَخَلْنَا المَدِينَةَ
قُلْنَا: لَوْ عَرَضْنَا أنْفُسَنَا عَلى رَسُولِ اللّه #، فإنْ كاَنَ لَنَا
تَوْبَةٌ أقَمْنَا، وَإنْ كانَ غَيْرُ ذلِكَ ذَهَبْنَا. فَأتَيْنَاهُ فَقُلْنَا
نَحْنُ الْفَرَّارُونَ. فَأقْبَلَ عَلَيْنَا وَقالَ: َ. بَلْ أنْتُمُ
الْعَكَّارُونَ فَدَنَوْنَا فَقَبَّلْنَا يَدَهُ. فَقَالَ: أنَافِئَةُ
المُسْلمِينَ[. أخرجه أبو داود والترمذى.»حَاصَ النَّاسُ حَيْصَةً« أى جالوا
جولة يريدون الفرار. »وَالْعَكَّارُونَ« أى الكرارون إلى الحرب، والعطافون
نحوها.
13. (1057)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ben bir seriyyeye katılmıştım.
Askerler (bir ara) bir firarda bulundu, ben de onlar arasında idim.
Oradan uzaklaşınca: "Şimdi ne yapacağız, cihaddan kaçtık, Allah'ın gazabıyla
dönüyoruz" diye müzâkere ettik. Sonunda: "Medine'ye girelim, bizi kimse
görmez" diye düşündük.
Ancak Medine'ye varınca: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip, kendimizi arzederek, bizim için bir tevbe
imkânı varsa onu yerine getirsek, yoksa geri gitsek" diye kararlaştırdık.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğrayıp "Biz firarileriz!" dedik. Bize
yaklaşarak:
"- Hayır siz, firârîler değil, savaşa tekrar
dönmek üzere manevra yapmış kişilersiniz" buyurdu. Kendisine yaklaştık,
mübarek ellerinden öptük. Bize: "Ben Müslümanların ilticâgâhıyım" dedi."
[Ebu Dâvud, Cihâd 106 (2647); Tirmizî, Cihâd 36, (1716)].
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, cepheden kaçtıktan sonra kusurunu
idrak edip, itirafta bulunan, pişmanlık izhar eden bir grup askere
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın davranışını göstermektedir. Onların:
"Firârîleriz" şeklindeki tavsiflerini reddedip: Siz "akkârûn"sunuz demesi
düşünülmeye değer bir aksülameldir. Biz bu tâbiri "manevracılar" diye
tercümeyi uygun bulduk. Çünkü akkâr, bizzat Tirmizî tarafından: "Harpten
kaçmayı düşünmeyip, imama yardım etmek için imamın yanına gelen" diye
açıklanır. Bazı şârihler de: "Bir şeyden yüz çevirdikten ayrıldıktan sonra
tekrar ona gitmek" diye açıklarlar. Bu mâna, savaşa tatbik edilince "tekrar
dönmek üzere, mukâteleyi terketmek" olur. Bu ise, teknik tâbiriyle
"manevra"dır. Düşmana kaçıyor intibâını vererek mevzilerinden -kovalamak ve
tâkip etmek üzere- çıkmalarını sağlamak, daha uygun mevkilerde savaşa çekmek
gibi maksadlarla başvurulan bir tabye (taktik)dir.
Hadisin sonunda, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın "Ben Müslümanların ilticâgâhıyım" sözü var. Burada ilticagâh
diye çevirdiğimiz kelime
فئة dir. Bu lügat olarak, ordunun
gerisinde bulunup, korku veya hezimet halinde iltica edeceği ihtiyat birliğe
denmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisini"fie" olarak
tanıtınca, ibâreyi "Ben Müslümanların korku, hezimet gibi durumlarda
sığınacağı ihtiyat kuvveti mesâbesindeyim" yani "ilticagâhıyım" diye anlamak
muvâfık düşer.
Şimdi bu açıklamadan sonra, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözündeki mânayı kelimenin kalıplarından
çıkararak, gerçek mefhumuna şöyle oturtabiliriz: "Sizler cepheyi terkederek
"savaştan kaçma" cürmü işleyen kimseler değilsiniz, bilakis siz, manevra
gereği geri çekilip, askerî bir kaide olan "ihtiyat birliğine katılma"
prensibine uygun hareket eden manevracılar durumundasınız."
Begavî'ye göre, kaydedilen bu mânada söylenmiş
olan
بَلْ أنتمُ الْعَكَّارُونَ وَأنَا فِئَتِكُمْ
sözünde, kendini savaş kaçkını zanneden
sahabelerin mazur addediliş sebebi mevcuttur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, savaştan
kaçmayı büyük günah ilân ederken iki şart tahtında olan kaçmayı istisna
kılmıştır:
1- Tekrar geri dönmek üzere çekilmek.
2- İhtiyat birliğine iltica etmek. Ayet meâlen
şöyle: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa
katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'dan bir
gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür."
(Enfal 16). Bu âyetin
إَّ متحرفَا لقتالٍ او متحيِّزاً الى فِئَةٍ
ibâresinde
فئة tâbiri aynen geçmektedir. Şu
halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "Ben mü'minlerin fiesiyim"
diyerek bu âyete atıf yapmış, kendisine gelenlerin mazur addediliş sebebini
de beyan etmiştir.625 ve 626 numaralı hadislerin açıklamasında etraflıca
belirtildiği üzere, Müslümanlara, bidayette, bizzat âyet-i kerimenin (Enfal
65) nassı ile, "20 kişinin 200 kişiye karşı sabırla ceng etmesi, geri
çekilmemesi" emredilmişti. Bu, sonradan hafifletilerek, "100 kişinin 200
kişi karşısında sabredip dayanması" (Enfal 66) emredildi. İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ)'ın bu âyetler vesilesiyle sunduğu açıklama, sadedinde
olduğumuz hadisin anlaşılmasında faydalı olacaktır. Der ki: "Üç kişiden
kaçan Müslüman (Enfal sûresinin 16. ayetinde tehdid edilen) firarî sayılmaz,
ancak iki kişiden kaçan firarî sayılır." Bagavî der ki: İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) bu sözüyle "Şayet bir Müslüman iki kâfirin önünde,
-savaşa tekrar dönmek veya ihtiyat kuvvetine sığınmak maksadıyla olmaksızın-
kaçacak olursa Cenab-ı Hakk'ın âyet-i kerimede beyan buyurduğu ağır cezaya
müstehak olur." Bu ceza, az yukarıda kaydettiğimiz üzere, "Allah'dan bir
gazaba uğramak, döneceği yer cehennem olmak"tır.
Bagavî, devamla der ki: "Müslümanın her biri
karşısındaki düşmanın sayısı ikiden fazla olursa, bu durumda kaçana itab
yoktur. İki kişinin önünden kaçan kimseye, kaçış sırasında imâ ile namaz
kılma ruhsatı da yoktur. Çünkü o, tıpkı yol kesici gibi âsidir, yaptığı iş
büyük günahtır (kebâir'den)."
ـ14ـ وعن نجدة ابن عامر الحرورى ]أنَّهُ كَتَبَ إلى ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما يَسْأَلُهُ عَنْ خَمْسِ خِصَالٍ: أمَّا بَعْدُ فَأخْبرْنِى
هَلْ كانَ رسول اللّه # يَغْزُو بِالنِّسَاءِ؛ وَهَلْ كانَ يَضْرِبُ لَهُنَّ
سَهْماً؛ وَهَلْ كانَ يَقْتُلُ الصِّبْيَانَ؛ وَمَتى يَنْقِضِى يُتْمُ
الْيَتِيم؛ وعَنِ الخُمُسِ لِمَنْ هُوَ؟ فقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما: لَوَْ أنْ أكْتُمَ عِلْمًا لمَا كَتَبْتُ إلَيْهِ فَكَتَبَ إلَيْهِ
ابْنُ عبَّاسٍ: كَتَبْتَ تَسْألنِى هَلْ كاَنَ رَسولُ اللّه # يَغْزُو
بِالنِّسَاءِ؟ وَقَدْ كانَ يَغْزُو بِهنَّ فَيُدَاوِينَ الجَرْحَى،
وَيُحْذَيْنَ مِنَ الْغَنِيمَةِ، وَأمَّا بِسَهْمٍ فَلَمْ يَضْرِبْ لَهُنَّ،
وَإنَّ رَسول اللّه # لَمْ يَكُنْ يَقْتُلُ الصِّبْيَانَ فَ تَقْتُلْهُمْ؛
وَكَتَبْتَ تَسْألُنِى مَتَى يَنْقَضِى يُتْمُ الْيَتِيمِ: فَلَعَمْرِى إنَّ
الرَّجُلَ لَتَنْبُتُ لِحْيَتُهُ وَإنّهُ لَضَعِيفُ ا‘خْذِ لِنَفْسِهِ، فإذَا
كانَ آخِذاً لِنَفْسِهِ مِنْ صَالِحٍ مَا يَأخُذُ النَّاسُ فقَدْ ذَهَبَ عَنْهُ
الْيُتْمُ؛ وَكَبَتْتَ تَسْألُنِى عَنِ الخَمُسِ لِمَنْ هُوَ، وَأنَا أقُولُ
هُوَ لَنَا فَأبى عَلَيْنَا قَوْمُنَا ذلِكَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .
14. (1058)-
Necdet İbnu Âmir el-Harûrî'den rivâyet edildiğine göre, İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'a yazarak beş haslet hakkında sormuştur.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazveye
çıkarken kadınları da alır mıydı?
* Kadınlara ganimetten pay ayırır mıydı?
* Savaş sırasında çocukları öldürür müydü?
* Yetimin yetimliği ne zaman kalkar?
* Hums (ganimetin beşte biri) kimler içindi?
(Râvilerden Yezîd İbnu Hürmüz der ki:) İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ), (mektubu yazarken şöyle) dedi: "Bir ilmi gizleme
durumuna düşmüş olmasaydım asla cevap vermezdim." Sonra şu cevabı yazdı:
"Bana yazıp "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gazveye kadınları da
götürüp götürmediğini" sordun. Evet, kadınları gazveye götürürdü. Onlar
yaralıları tedavi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten bir şeyler verilirdi.
Hisseye gelince, kadınlara belli bir hisse ayrılmazdı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) gazve sırasında çocukları öldürmezdi. Öyle ise
onları sen de öldürme.
Yine sen bana yazıp: "Yetimin yetimliği ne
zaman kalkar?" diye soruyorsun. Kasem olsun kişi vardır, sakalı çıktığı
(büluğa erdiği) halde hakkını almaktan hâlâ acizdir.Öyle ise kendisi için,
başkalarının aldığının iyisinden alan kimseden yetimlik kalkar.
Yine sen bana yazıp "humstan kimlere
verileceğini" soruyorsun. Ben: "Bu bize âittir" demiştim. Ancak kavmimiz
bunu bize vermekten imtina etti." [Müslim, Cihad 137, (1812); Tirmizî, Siyer
8, (1556); Ebu Dâvud, Cihâd 152, (2727, 2728).]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a mektup
yazarak bazı sorular yönelten Necdet İbnu Âmir el-Harûrî, Hâricî mezhebine
mensup bid'at sâhibi birisidir. Bu sebeple İbnu Abbâs ondan
hoşlanmamaktadır. Aslında onun mektubuna cevap vermek istemiyor, ama, ilmî
bazı şeyler sorulduğu için, ilmi ketm etmenin mesuliyetinden korkarak
istemeye istemeye cevap veriyor.
2- İbnu Abbâs'ın cevabından kadınların, bazı
geri hizmetlerde vazife alabileceği anlaşılmaktadır. Ancak, onların gazveye
olan bu iştirakleri, ganîmet taksiminde "pay"a iştirak hakkı tanımıyor,
bahşiş ve atiyye nevinden radh denen ve -belli bir miktar ve nisbeti
olmaksızın- komutanın takdirine bağlı bir ihsan veriliyor. Ebu Hanîfe,
Sevrî, Leys, Şâfiî ve birçok cemâhir bu görüşte ittifak etmiştir. Evzâî
hazretleri: "Mukatele eder, yaraları tedavi ederse kadın da "pay"a iştirak
eder" demiştir. İmam Malik: "Kadına atiyye de verilmez" demiştir. Ancak bu
iki görüş de merduddur, çünkü sadedinde olduğumuz sahih hadise muhaliftir.
3- Savaş sırasında ehl-i harbin çocukları,
savaşa iştirak etmemiş oldukları takdirde öldürülmeleri haramdır. Şafiî
hazretleri ile Kûfîler, savaşa iştirak edenlerin öldürüleceğini söylerler.
Mâlik ve Evzâî hazretleri yasağın mutlak olduğunu söylemiş ise de kıtâle
fiilen mübâşeret edecek olursa kadınlarda olduğu gibi onların öldürülmesi de
câiz görülmüştür. Ulemâ bu hususta ihtilâf etmez. Hadisin Müslim'de yer alan
bir vechinde "Çocukları sen de öldürme" cümlesinden sonra şu ziyade yer
alır: "Ancak, Hızır, çocuğu öldürürken çocuk hakkında onun bildiğini sen de
bilirsen o hâriç." Burada, Kur'ân-ı Kerim'de geçen Hızır kıssasına atıf
yapılır. Kıssada Hızır, zâhiren masum görünen bir çocuğu, -kıssanın sonunda
geçen "onu ben kendi fikrimle yapmadım" ibaresinden de anlaşılacağı üzere-
Allah'ın emriyle öldürmüştür. Şu halde "Sana da böyle İlahî bir emir
gelmedikçe öldürme" demiş olmaktadır. Peygamberlerden başkası böyle bir
emir alamayacağına göre, çocuk öldürmek kesinlikle yasaklanmış olmaktadır.
4- Yetimliğin sona ermesi ile ilgili soruda,
"Yetim çocuk ne zaman malı ve şahsı ile ilgili hususlarda müstakillen karar
ve tasarruf yetkisine sahip olur?" denmektedir. Bilindiği üzere, bütün
çocuklar rüşdüne ermedikçe hukukî ehliyetten mahrumdurlar. Alışveriş akdi
yapamazlar, cezâî ehliyetleri yoktur veya nâkıstır. Bu mesele yetim
çocuklarda daha ziyade gündemdedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
َ يُتْمَ بَعْدَ الحُلْم "Rüyadan
(büluğ) sonra yetimlik yoktur" hadisini esas alan Şâfiî, Mâlik ve bir kısım
cemâhîr-i ulemaya göre, büluğla yetimin şahsından yetimlik kalkar.
Ancak bazı alimler sâdece büluğ veya yaşın
ilerlemesi ile yetimliğin kalkmayacağı kanaatindedir. Bunlar, çocuğun dini
ve malı hususunda rüşdün zuhur etmesi şartını koşarlar. Ebu Hanife "25
yaşına basınca, malı zabtedemeyecek durumda bile olsa, ondan çocukluk hükmü
kalkar, reşid olur, malında tasarruf eder, binâenaleyh bu yaşta malının
teslim edilmesi vacibtir" der. Ancak İmam Mâlik ve bir kısım cemâhir-i
ulemâ, kendinde tebzir (malı israf) hakim olan büyükten, yaşı ne olursa
olsun hacr'in kalkmayacağı görüşündedir.
5- Hadiste geçen beşte bir'den (hums) murad,
Nevevî'nin belirttiğine göre humsu'lhums'tur, yani ganimetin devlet
tasarrufuna kalan beşte birin beşte biridir.
Ayet-i kerimede bu, zi'lkurba'ya (Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yakın akrabalarına) tahsis edilmiştir (Enfal
41). Ancak bu meselede ulema ihtilâf etmiştir. Şâfiî hazretleri, İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'la aynı kanaattedir: Fey ve ganimetin beşte birinin
beşte biri, zi'lkurbâ'ya aittir. Zi'l-Kurba ise, Şâfiî ve ekserî ulemâya
göre Benî Hâşim ve Beni'l-Muttalib'dir.İbnu Abbâs hazretlerinin: "Kavmimiz
bunu (humsu'lhumsu) bize vermekten imtina etti" sözü, "İdaredeki Emevîler,
bu hakkı bize tanımaya yanaşmadılar, onlar bu payı amme hizmetlerinde
harcıyorlar" demektir.
Ebu Dâvud'un Sünen'inde gelen rivayette,
Hâricî Necdet bu sualleri İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a Abdullah İbnu
Zübeyr fitnesi zamanında sormuştur. Bu hâdise, hicretten 60 küsur yıl sonra
cereyan etmiştir.
Şafiî hazretleri: "İbnu Abbas, "Kavmimiz bunu
bize vermekten imtina etti" sözüyle Sahâbe'den sonra gelenleri kastedmiş
olabilir ki bunlar da Hz. Muâviye'nin oğlu Yezid'dir" der.
ـ15ـ وعن أم عطية رَضِىَ اللّهُ عَنْها. قالتْ: ]غَزَوْتُ مَعَ رسول اللّه #
سَبْعَ غَزَوَاتٍ أخْلُفُهُمْ فِي رِحَالِِهِمْ: أصْنَعُ لَهُمُ الطَّعاَمَ،
وَأُدَاوِى الْجَرْحَى، وَأقُومُ عَلى المَرْضى[. أخرجه مسلم .
15. (1059)-
Ümmü Atiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride
kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedavi eder, hastalara bakardım."
[Müslim, Cihâd 142, (1812).]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet de kadınların, geri hizmetler
görmek üzere savaşa katılabileceğini göstermektedir. Ümmü Atiyye "geride
kaldığını" ifade ediyor. Yani bizzat düşmanla mukâtele yapmak üzere ileri
hatta katılmıyor. Mutfak, temizlik, tedavi, tamir, hayvan bakımı gibi,
orduya terettüp eden "geri hizmetler" veya "destek hizmetleri" îfa ediyor.
Gazveye katılmada Ümmü Atiyye münferid bir örnek değildir. Hz. Enes'ten
gelen bir rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gazvelere,
Ensar'dan bir grup kadınla çıktığını belirtir.
Ancak başka rivayetler nazara alınacak olursa
kadınların savaşta silahlı mücâdeleye iştirak ettikleri de görülür. Bizzat
Müslim'in bir rivayetinde Hz. Enes'in muhterem vâlideleri Ümmü Süleym
(radıyallahu anhâ) hatun, Hüneyn Savaşı'nda hançer taşımıştır. Hançeri
gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"- Bu hançer de ne?" diye sorar. Ümmü Süleym
(radıyallahu anhâ):
"- Şu müşriklerden biri yaklaşacak olursa
bununla karnını deşmek için yanıma aldım!" açıklamasında bulunur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu cevab karşısında sâdece güler. "Niye silah
alıyorsun, kadınlara yasaktır?" gibi bir müdâhalede bulunmaz. Allah'ın
sıyrılmış kılıncı ünvanıyla meşhur yüce sahâbî Hâlid İbnu Velîd komutasında
cereyan eden Yermuk Harbi'nde kadınların Bizanslılara karşı bilfiil
çarpıştıkları târihen sâbittir. Öyle ki Fütuhu'l-Büldan ve el-Kâmil
fi't-Tarih gibi tarihî kaynaklar kadınların bu savaşını "pek şiddetli" diye
tavsif ederler.
Bazı âlimlerimiz kadınların savaşa katılma
keyfiyetinin sonradan neshedildiğini söylemiştir. Ancak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra (hicrî 13) cereyan eden 100
kadarı Bedrî olmak üzere bin kadar sahâbinin katıldığı bu savaşta kadınların
yer almış olması, keza Kıbrıs'ın fethinde, Hz. Enes'in teyzesi Ümmü Harâm
(radıyallahu anhâ)'ın bulunması
gibi muahhar örnekler nesh meselesini ihtiyatla karşılamamız için
yeterlidir. Ne var ki, Müslümanların sayıca çoğalması, askerliğin
muvazzaf, sistemli bir mahiyet kazanması gibi durumlar, kadınların askere
alınmasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmış olabilir. Günümüz şartlarında
da ihtiyaç yoktur. Ama, İslâm'ın bu meseledeki sözü nedir? denecek olursa,
red cevabında kesin ve aceleci olmamak gerektiğini söyleyebiliriz. Öyle ise:
"Cihadda asl olan erkeklerin yapmasıdır. İhtiyaç halinde kadına da başvurma
kapısı açıktır" diyebiliriz.
ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ] بَعَثَنَا رسولُ اللّه #
فقَالَ: إنْ وَجَدْتُمْ فَُناً
وَفَُناً )رَجُلَيْنِ مِنْ قُرَيْشٍ( فَأحْرِقُوهُمَا بِالنَّارِ. فَلَمَّا
أرَدْنَا الخُرُوجَ قَالَ: كُنْتُ أمَرْتُكُمْ أنْ تُحْرِقُوا فَُناً وَفَُناً،
وَإنَّ النَّارَ َ يَعَذِّبُ بِهَا إَّ اللّهُ تَعالى، فَإنْ وَجَدْتُمُوهُمَا
فَاقْتُلُوهمَا[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى .
16. (1060)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bizi (bir tecziye vazifesi ile Mekke'ye) gönderdi ve (Kureyş'ten
iki kişinin ismini vererek) : "Falanca ve falancayı yakalayabilirseniz
onları ateşte yakın" dedi. (Hazırlıkları bitirip) tam Medine'den
ayrılacağımız sırada (bizi çağırtarak): "Ben size falan ve falanı yakmanızı
emretmiştim. (Sonra düşündüm ki) ateşle yakma cezasını vermek Allah'a
aittir. Onları yakalarsanız öldürün." [Buhârî, Cihâd 149; Ebu Dâud, Cihâd
122,(2674); Tirmizî, Siyer 20, (1571).]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer, bu seriyyeye Hamza İbnu Amr'ın
komutanlık yaptığını, öldürülmesine karar verilen iki kişiden birinin Hebbâr
İbnu'l-Esved, diğerinin de Nâfî İbnu Abdi Kays olduğunu belirtir. Bunların
suçu, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ebu'l-As'la nikahlı olan
kızı Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in, Medine'ye müteveccihen Mekke'den
ayrıldığı sırada yolda önünü kesip, tartaklamaları ve bunun sonucu olarak
düşük yapmasıdır.
Said İbnu Mansur'un tahricinde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiştir: "Ben (yakma suretiyle ceza
vermekten) Allah'a karşı haya duydum, Allah'ın cezasıyla cezalandırmak hiç
kimseye yakışmaz."
2- Cezalandırma heyeti Hebbâr'ı yakalayamazlar
Hebbâr, Mekke fethinden sonra Ci'râne'de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı bularak Müslüman olur. Anlatıldığına göre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına girdiği görülünce, bir adam üzerine
atılmak üzere kalkar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Otur" diye
işaret buyurur. Hebbâr, kelime-i şehâdet getirerek Müslümanlığını ilan eder.
Ve: "Senden diyar diyar kaçtım. Acemlerin memleketine gidecektim. Sonra
hatırladım ki, sana karşı câhillik edenlere karşı affın, müsâmahan,
iltifatın büyüktür. Ey Allah'ın Resûlü! Biz ehl-i şirk idik, Allah seninle
hidâyet verdi, seninle bizi felâketten kurtardı. Benim cehâletimi, benden
size ulaşan kötülükleri de bağışla! Ben yaptığım kötülükleri ikrar, günahımı
itiraf ediyorum!" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"- Allah sana İslâm'ı nasib etmekle iyilikte
bulunmuş. İslâm daha önce yapılan (kötülük)leri örter" diye cevap vererek
affettiğini ilân eder.
Üsdü'l-Gâbe'de kaydedildiği üzere, Hebbâr
(radıyallahu anh) Medine'ye gelince ona laf atarak hakâret edenler olur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şikâyet eder: "Öyle yapanlara sen de
(aynı şekilde) sebbederek cevap ver!" buyurur.
3- Nâfi İbnu Abdi Kays'ın âkibeti hakkında
bilgiye rastlanmaz. İbnu Hacer, Müslüman olmadan ölmüş olabileceği ihtimâli
üzerinde durur.
4- Yakma suretiyle tecziye meselesine gelince,
bu hususta selef ihtilâf etmiştir. Hz. Ömer, İbnu Abbâs ve Ömer İbnu
Abdilaziz (radıyallahu anhüm) başta birçokları, suç ne olursa olsun; küfür,
mukâtele, kısas vs. kerih addederler. Hz. Ali, Hâlid İbnu'l-Velîd başta
diğer bazıları da câiz addederler. Şârih Mühellib mevzu hakkında şu bilgiyi
verir: "Bu hadisteki yasaklama, tahrim ifâde etmez, bilakis Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın tevâzu maksadıyla rücû ettiğini ifade
etmektedir. Yakarak cezalandırmanın cevâzına sahâbelerden bâzılarının
tatbikatı delâlet eder: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ureynelilerin
gözlerini kızgın demirle oydurmuştur.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), asileri Ashab'ın huzurunda (Medine
musalahasında) yaktırmıştır. (Hz. Ali bir kısım Hâricileri yaktırmıştır.)
Hâlid İbnu'l-Velîd, mürtedlerden bazılarını yaktırmıştır. Medine âlimlerinin
çoğu, kale ve gemilerin, içindekileriyle birlikte yakılmasını tecviz
etmiştir. Sevrî ve Evzâî bu görüştedirler."
Ancak İbnu'l-Münîr ve diğer bazıları buna
itiraz ederek demişlerdir ki: "Bu zikredilen örneklerde cevâza delil yoktur.
Şöyle ki: "Ureynelilerle ilgili haber, bir kısastır (Ureyneliler, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çobanlarının gözlerini oymuşlardı),
veya mensuhtur. Sahâbelerden bazılarının tecviz etmesi de delil olamaz, zira
diğer bir kısım sahâbelerin yasaklamalarına muhaliftir. Kale ve gemilerin
yakılma izni, düşmana zafer kazanmanın başka yolu kalmaması şartıyla
kayıtlıdır. Ayrıca, bâzı âlimler bu cevâzı da, "kale ve gemide kadın ve
çocuk yoksa" şartına bağlamışlardır, cevaz mutlak değildir." Bu babtaki
hadis ise, pek açıktır, tahrim mevcuttur. Önce verilen "yakılma" emri
neshedilmektedir. Nesh vak'ası, vahiyle olmuştur veya şahsî ictihadıyla
olmuştur, farketmez."
5- Hadisten çıkartılan bazı hükümler:
a) Bu hadiste bir meseleye içtihad ederek
karar verdikten sonra ondan dönmenin caiz olduğu gözükmektedir.
b) Hüküm verirken, iltibası önlemek için
delilin zikredilmesi müstehabtır.
c) Hudud ve benzeri suçların peşine düşmek
gerekir, zira, fazla zamanın geçmesi, hakedenden cezayı kaldırmaz.
d) Bit, pire gibi canlıları da ateşle öldürmek
mekruhtur.
e) Sünnet, sünetle neshedilir, bu hususta
ittifak var.
f) Bir hükmün, daha amel edilmeden veya amel
etme imkânı bulmazdan önce neshi caizdir.
ـ17ـ وعن عروة قال: ]حدّثنى أسامة بن زيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. أنَّ رسول
اللّه # كانَ عَهدَ إلَيْهِ قَالَ اغْزُ عَلى أبْنَى صَبَاحاً وَحرِّقْ. قِيلَ
‘بى مِسْهَرٍ: أُبْنَى؟ قال: نعَمْ نَحْنُ أعْلَمُ هِىَ يُبْنَى فَلَسْطِينَ[.
أخرجه أبو داود.»ابْنَى وَيُبْنى« اسم موضع بين عسقن والرملة من أرض فلسطين .
17. (1061)-
Urve, Hz. Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'den naklen anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Übnâ'ya sabahleyin baskın yap ve
yak" dedi." Ebu Müshir'e soruldu. Übnâ nedir?
"- Evet, haklısınız dedi, bunu biz daha iyi
biliriz. O, (bildiğimiz) Filistin'deki Yübnâ'dır." Übnâ veya Yübnâ,
Filistin'de, Askalân ile Ramle arasında bir yerin adıdır." [Ebu Dâvud, Cihâd
90, (2616).]
AÇIKLAMA:
Buradaki yakma emri, ağaçların, ekinin,
evlerin yakılmasına şâmildir. Baskının sabahleyin yapılması, gâfil
yakalanmaları içindir.
ـ18ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قال رسول اللّه #: إذَا
قَاتَلَ أحدُكُمْ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ[. أخرجه الشيخان .
18. (1062)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Sizden iki kişi kavga edecek olursa, yüze
vurmaktan kaçınsınlar" buyurdu." [Buharî, Itk 20; Müslim Birr 117, (2613).]
AÇIKLAMA:
1- Yüze vurmayı yasaklayan bu hadis,
kitaplarda muhtelif şekillerde yer alır: Burada "Birbirinizle kavga ederken"
dendiği halde, başka rivayetlerde "kölenizi döverseniz...", "hizmetçinizi
döverseniz...", "biriniz kardeşiyle dövüşürse...", "...yüze tokat vurmasın",
"...yüze vurmaktan sakınsın" gibi ifadelere yer verilmiştir. Dövüşmek
قَاتَلَ ile ifade edilmiştir.
Dövmek
ضَرَبَ ile ifade edilmiştir.
Mamafih, bâzı şârihler
قَاتَلَ tâbirini de
ضَرَبَ gibi anlamak gereğine dikkat
çekerler.
İster dövüşmek, ister dövmek, her hal u kârda
"yüze vurmaktan sakınmak" emredilmekedir. Başka hadisler nazar-ı dikkate
alınınca ister "hadd", ister "ta'zir" ve isterse "te'dib"
maksadıyla olsun, bütün vurmalarda yüzden sakınmak esastır. Bir hadis şöyle
اِرْمُوا وَاتَّقُوا الْوَجْهَ "(Zina
yapanlara) taş atın, ancak başa atmaktan kaçının."
2- Yüze vurmak niçin yasak?
Ulema yüze vurmanın niçin yasaklanmış
olabileceği sorusunu sormuş ve cevap aramıştır. Nevevî'nin kaydettiğine göre
bâzı âlimler: "Yüze vurmak yasaklanmıştır, çünkü yüz latif bir organdır,
insandaki güzellikler onda toplanmıştır. İnanın, dış âlemi algıladığı
uzuvların (dil, göz, kulak, burun gibi) çoğu yüzde toplanmıştır. Vurma ile
bunlardan bazısının veya tamamının zarar görmesinden korkulur. Zira bu
organlar, herhangi bir darbeden zarar görecek şekilde açıkta ve
korunmasızdırlar. Darbelerden bunlardan birinin umumiyetle zarar gördüğü de
bilinmektedir."
Bu mâkul, güzel bir açıklama ise de, bizzat
rivayetlerde gelen bir açıklama bir başka sebep beyan etmektedir: Müslim'in
bir rivayetine göre,
فَإنَّ اللّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلى صُورَتِهِ
"... zira Cenab-ı Hakk Âdem'i kendi sureti
üzere yarattı." Burada "kendi" diye tercüme ettiğimiz zamir kime delalet
ediyor. Bu noktada ihtilâf edilmiştir. Çoğunluğa göre, bu dövüleni gösterir.
Bu durumda mâna şöyle olur: "Kölenin yüzüne vurmayın, zira Allah Âdem'i onun
suretinde yaratmıştır." Bazı âlimler bu zamirle Allah'ın kastedildiğini
söylemiştir, delilleri de, hadisin bazı vechinde ".. Allah' Âdem'i Rahmân
suretinde yaratmıştır" denmiş olmasıdır. Bu te'vile göre mâna şöyle olur:
"Kölenin yüzüne vurmayın, zira Allah, Âdem'i, Rahman sureti üzere
yaratmıştır."
Bu te'vilde Allah'ı mahlûkata benzetme
mevzubahis olacağı için, bazı âlimler, bu vechin adem-i sıhhatine
hükmederek te'vili redederler. Mazirî: "Bu ziyâdenin sıhhatine hükmedilecek
olsa mânayı: "Allah, Âdem'i, Bârî Teâlâ'ya layık vech üzere yaratmıştır"
diye tevil gerekir demiştir.
İbnu Hacer, bu vechin sıhhatli tarikten
geldiğini, bir kalemde reddedilemeyeceğini belirttikten sonra bu mânayı daha
sarih olarak ifade eden bir başka vecih daha kaydeder:
مَنْ قَاتَلَ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ فَإنَّ صُورَةَ وَجْهِ ا“نْسَانِ عَلى
صُورَةِ وَجْهِ الرَّحْمنِ
Ebu Hüreyre'den yapılan bu rivayette
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır: "Kim (bir
kardeşiyle) dövüşürse yüze vurmaktan sakınsın. Zira insan yüzünün sureti
Allah'ın yüzünün suretinde yaratılmıştır."
Hadis muhtelif vecihlerden gelmekte, sıhhati
hususunda fazla tereddüde mahal kalmamaktadır. Hadisin mânasını zâhiri
üzere kabul etmek mümkün olmayacağına göre, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in
itikad esaslarına muvâfık düşecek bir mânaya te'vil etmek gerekecektir.
Bunun en muvafık bir te'vilini Bediüzzaman yapar. Der ki: "Şu mezkur hadis-i
şerîfin çok maksadından birisi şudur ki: İnsan ism-i Rahman'ı tamamıyla
gösterir bir surettedir." Müteâkiben açıklandığı üzere Cenâb-ı Hakk'ın
isimleri kainatta tecelli etmektedir, Rahmân ismi de. Her mevcudatta farklı
derecelerde Allah'ın isimlerini okumak mümkün. İşte insan yüzü, Rahmân
ismini en mükemmel, en eksiksiz şekilde gösteren bir ayna durumundadır.
Yüzde Rahman ismi âzamî derece bir tecelliye mazhar olmuştur. Şu halde, bu
ismin hürmetine onun aynası durumunda olan yüze vurulmamalıdır." Bizce bu
ikinci te'vil daha muteber gözükmektedir. Zira, recm gibi ölüm cezasına
mahkûm edilen birinin bile yüzüne vurma yasağını, yüzdeki organlardan
birinin sakatlanma ihtimali ile izah mânasız kalır. Ama her iki te'vilin de
bir vechi, haklı olduğu yeri var.
ـ19ـ وعن ابن يعلى قال: ]غَزَوْنَا مَعَ عَبْدِالرَّحْمنِ بْنِ خَالِدِ بْنِ
الْوَلِيدِ: فَأُتِىَ بِأرْبَعَةِ أعَْجٍ مِنَ الْعَدُوِّ فَأمَرَ بِهِمْ
فَقُتِلُوا صَبْراً بِالنَّبْلِ، فَبَلَغَ ذلِكَ أبَا أيُّوبَ ا‘نْصَارِىَّ
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ: سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَنْهى عَنْ قَتْلِ
الصَّبْرِ، فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ لَوْ كَانَتْ دَجَاجَةٌ مَا
صَبَرْتُهَا، فَبَلَغَ ذلِكَ عَبْدَالرَّحْمنِ فَأعْتَقَ أرْبَعَ رِقَابٍ[.
أخرجه أبو داود .
19. (1063)-
İbnu Ya'lâ anlatıyor: "Abdurrahman İbnu Hâlid İbnu Velîd ile birlikte
gazveye çıktık. Bize, düşmandan, ızbandut gibi dört tanesini yakalayıp
getirdiler.Derhal öldürülmelerini emretti ve hemen ok atılarak öldürüldüler.
Bu haber Ebu Eyyub el-Ensârî (radıyallahu anh)'ye ulaştı. O şunu söyledi:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi
kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e kasem olsun, (değil insan) bir tavuk
bile olsa onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız." Ebu Eyyub'un bu sözü
Abdurrahmân'a ulaşınca dört köle âzad etti." [Ebu Dâvud, Cihâd 129, (2687).]
ـ20ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قال رسول اللّه # أعَفُّ
النَّاسِ قِتْلَةً أهْلُ ا“يمَانِ[، أخرجه أبو داود .
20. (1064)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Öldürme hususunda insanların en iffetlisi iman
ehlidir." [Ebu Dâvud, Cihâd 120, (2666).]
AÇIKLAMA:
Öldürmede iffetli olmak, öldürürken merhametli
davranmak, belli kaidelere riayet etmek, işkence yapmamak, müsle
yapmamakdır. Dinin bu hususta koyduğu yasaklar mevcuttur. Bu hadiste
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "Mezkur yasaklara uygun, en ahlâkî
öldürme tarzı ile ölüm cezası veren insanlardır" buyurmaktadır. Günümüzde de
esirlere yapılacak muamele ve öldürme cezalarıyla ilgili bir kısım yasaklar
konmuş ise de yeterince bunlara uyulduğu görülmez. Roma'da tatbik edilen
acıktırılmış vahşî hayvanlara atarak öldürmekten, ayaklarından taş bağlayıp
denize atmaya, açlığa terkederek öldürmeye; beton dökerek öldürmekten
işkencelerle öldürmeye kadar pek çok öldürme çeşidi İslâm' da
yasaklanmıştır. Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öldürmenin de
nezâheti bulunduğunu, bu nezâhete en ziyade iman sâhiplerinin riayet
ettiğini ifade etmiş olmaktadır. Zira iman sahipleri, kâfirlerin hilafına,
bütün mahlûkâta karşı, kâfir bile olsa, yaradandan ötürü şefkat ve merhamet
duyar. Öldüreceği canlının, herşeyden önce, Allah'ın mahluku olduğunu,
Allah'ın rızası için öldürdüğünü, bu rızanın da dinin koyduğu çerçeve dışına
çıkmamakta olduğunu bilir, bu çerçeveye uyar.
ـ21ـ وَعَنْ عَبدِاللّهِ بْنِ يَزِيدٍ اَنْصَارِىّ رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ:
]نَهى رَسُولُ اللّه # عَنِ النُّهى وَالمُثْلَةِ[ أخرجه البخاري .
21. (1065)-
Abdullah İbnu Yezid el-Ensârî (radıyallahu anh) der ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) nühbâ (arsızlıkla alma) ve müsle'yi yasakladı."
[Buharî, Mezâlim 30, Zebâih 25.]
AÇIKLAMA:
Nühbâ, nehb'den gelir. Nehb, kapmak,
yağmalamak mânasına gelir. Şârihler, bunu "Başkasının malını, gözü önünde
arsızlıkla, rızası olmadan almak" diye açıklarlar. Esasen, söylendiği gibi
arsızlıkla alınan mala da nühbâ denmiştir. Şârihler bu yasağın ganimet
malına da şâmil olduğunu, komutanın taksiminden önce eşitliğe riayet etmeden
kapıp alınacak bir malın da nühbâ sayılacağını belirtirler. Müsle de, ölünün
kulak ve burnunu koparmak, gözünü oymak, karnını deşmek , ciğerini sökmek
gibi, ölüye kötü muamelede bulunmaktır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çeşitli
fırsatlarda bu yasakları tekrarla hatırlatmıştır.
ـ22ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال: ]كَانَ الْمُشْرِكُونَ عَلى
مَنْزِلَتَيْنِ مِنَ النبى #
وَالْمُؤمِنِينَ. كَانُوا مُشْرِكِى أهْلِ حَرْبٍ يُقَاتِلُهُمْ
وَيُقَاتِلُونَهُ، وَمُشْرِكى أهْلِ عَهْدٍ َ يُقَاتِلُهُمْ وََ
يُقَاتِلُونَهُ، فكَانَ إذَا هَاجَرَتِ الْمَرأةُ مِنْ أهْلِ الحَرْبِ لَمْ
تُخْطَبْ حَتَّى تَحِيضَ وَتَطْهُرَ، فَإذَا طَهُرَتْ حَلَّ لَهَا النِّكاحُ،
فإنْ هَاجَرَ زَوْجُهَا قَبْلَ أنْ تَنْكِحَ رُدَّتْ إلَيْهِ. فإنْ هَاجَرَ
مِنْهُمْ عَبْدٌ أوْ أمَةٌ فَهُمَا حُرَّانِ، لَهُمَا مَا لِلْمُهَاجِرِينَ
ثُمَّ ذَكَرَ مِنْ أهْلِ الْعَهْدِ مِثْلَ حَدِيثِ مُجَاهِدٍ رَحِمَهُ اللّهُ؛
فَإنْ هَاجَرَ عَبْدٌ أوْ أمَةٌ لِلْمُشْرِكِينَ مِنْ أهلِ الْعَهْدِ لَمْ
يُرَدُّوا وَرُدَّتْ أثمَانُهُمْ، قَالَ وَكانَتْ قُرَيْبَةُ بِنْتُ أبِى
أمَيَّةَ تَحْتَ عُمَرَ بْنِ الخَطَّابِ فَطَلَّقَهَا فَتَزَوَّجَهَا
مُعَاوِيَةُ بْنُ أبِى سُفْيَانَ، وَكَانَتْ أمُّ الحَكَمِ تَحْتَ عِيَاضِ بْنِ
غُنْمٍ الْفِهْرِىِّ فَطَلَّقَهَا فَتَزَوَّجَهَا عَبْدُاللّهِ ابْنُ عُثْمَانَ
الثَّقَفِىُّ[. أخرجه البخارى .
22. (1066)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Müşrikler, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ve mü'minler karşısında iki kısımdı. Ehl-i harb
olan müşrikler, ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendileriyle savaş
halinde idi. Bir de ehl-i ahd yani aralarında antlaşma yapılmış olan
müşrikler vardı. Onlarla savaşılmıyordu. Onlar da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a karşı savaşmıyorlardı. Ehl-i harb' ten bir kadın hicretle
geldiği zaman, hayız olup temizleninceye kadar evlenmek üzere
istetilmiyordu. Temizlenince onun nikâhlanması helâl oluyordu. Şayet
nikâhtan önce, kadının kocası da hicret ederek gelecek olsa, kadın kendisine
veriliyordu. Ehl-i harbten bir köle veya câriye hicret edecek olsa bunlar
hür olur ve Muhâcirler'in bütün haklarını elde ederler."
Sonra İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ),
-Mücâhid'in rivâyetinde olduğu şekilde- Ehl-i ahd'la ilgili olarak rivâyete
devam etti: "...kendileriyle antlaşma yapılmış müşriklere ait bir köle veya
câriye hicret edecek olsa, bunlar da iâde edilmezlerdi, ancak değerleri ne
ise o ödenirdi." İbnu Abbâs devamla der ki: "Kureybe Bintu Ebî Umeyye Hz.
Ömer'in yanında idi, boşadı. Kadınla, Muâviye İbnu Ebî Süfyân evlendi.
Ümmü'l-Hakem Bintü Ebî Süfyan da Iyâz İbnu Ganem el-Fıhrî'nin nikâhı altında
idi. O da bunu boşadı. Ümmü'l-Hakem'le de Abdullah İbnu Osmân es-Sakafî
evlendi." [Buharî, Talâk 19.]
AÇIKLAMA:
1- Hanefîler, bu hadisin zâhiriyle amel
ederek, hicretle dar-ı harpten gelen kadının bir hayız müddetinden sonra
nikâh edilebileceğini söylemiştir. Ancak Cumhur, hicret etmesi ve Müslüman
olmasıyla birlikte hür sayıldığı için, esirlerin hilâfına, üç temizlik
müddetinin beklenmesi, ondan sonra nikâhlanması gerekeceğine
hükmetmişlerdir. Bu mesele âlimler arasında ihtilâflı bir mevzudur.
Bu meselede İbnu Abbas (radıyallahu anh): "Bir
Hıristiyan kadın, kocasından bir müddet önce Müslüman olsa artık kocasına
haram olur" demiştir. Bu hükme sevkeden âyet-i kerime şöyle buyurmuştur: "Ey
iman edenler! Mü'min kadınlar, hicret ederek size gelirlerse onları deneyin,
hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir.
Onların mü'min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, kâfirlere geri çevirmeyin.
Bu kadınlar, o kâfirlere (eski kocalarına) helâl değildir. Onlar da bunlara
helâl olmazlar. Kâfirlerin bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin. Bu
kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde
bir engel yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, onlara verdiğiniz
mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mü'min kadınlara verdikleri
mehirleri istesinler..." (Mümtahine 10).
İhtilâf, kocanın, iddet içerisinde Müslüman
olmasından doğmaktadır. Atâ, bu durumda "kadın yeni bir nikâh ve yeni bir
mehirle eski kocasına dönmek isterse dönebilir" demiştir. Bu görüş bu
meselede esas olmuştur. Hicretle gelen mü'min kadına, iddeti içerisinde
evlenme teklifi yapılamayacağı prensibi esas alınınca İbnu Abbâs'la Atâ'nın
görüşleri birleşmiş olmaktadır. Kûfe uleması (Hanefîler) bu durumda
"kocasına Müslüman olması teklif edilir" şartını koyarlar.
2- Hadiste ismi geçen Kureybe Bintu Ebî
Ümeyye, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcesi olan Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ)'nin kızkardeşidir. Hz.Ömer müşrike kadınları mü'minlere
haram kılan âyet (Mümtehine 10) nâzil olduğu zaman Mekke'de iken evlenmiş
olduğu ve henüz Müslüman olmayan iki hanımını boşar. Bunlardan biri
Kureybe'dir. Kureybe'nin Müslüman oluşu hakkında gelen ihtilâflı rivayetler
ve bunların İbnu Hacer tarafından te'lifine müteallik teferruata burada yer
vermeyeceğiz. İkinci hanım da Ümmü Gülsüm Bintu Amr'dır, bu Abdullah'ın
annesidir. Bununla Ebu Cehm İbnu Huzeyfe evlenir. Ebu Süfyan da, Ebu Cehm de
henüz müşriktir.
3- Şunu bilmek gerekir: Mezkur âyet, Hudeybiye
Sulhü üzerine nâzil olmuştur. Sulh anlaşmasının maddeleri arasında,
Mekkelilerden Müslüman olup da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
iltica eden çıkacak olursa, bunların Mekkelilere iade edilmesi de vardı. Bu
maddeye göre mülteci Müslüman erkekler iade edilmişti. Kadın mültecilerin
de iadesi sulh anlaşmasında var mıydı, yok muydu bu husus, rivayetlerde
münakaşalı ise de, yukarıda zikri geçen âyet, kadınların iadesini yasaklamış
ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da iâde etmemiştir. Antlaşmaya
kadınların iâdesinin de dahil edilmiş olduğu kanaatinde olduğu anlaşılan
İbnu Kesir, tefsirinde mezkur âyetin sünneti tahsis ettiğini ve hatta
Kur'ân'la sünnetin tahsisine bu âyetin en güzel örnek teşkil ettiğini
belirtir. Seleften bâzısı, tahsise değil, neshe örnek olduğunu, bu âyetin
ilgili sünneti neshettiğini söylemiştir.
Ayet-i kerimenin emri üzerine, müşriklere
iade edilmeyen mülteci kadınlardan bilhassa Ümmü Gülsüm Bintu Ukbe İbni Ebî
Muayt ismen zikredilir. Çünkü bunu geri almak için iki erkek kardeşi
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a müracat ederler. Ancak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), âyet-i kerimenin nehyi sebebiyle iade etmez.
Bu sulh anlaşmasından sonra iltica eden
kadınlar iâde edilmemiş ise de, kocalarına mehri ödenmiştir. Kölelerin de
bedeli ödenmiştir. Bu ödemelerin "sulh" sebebiyle olduğu bilhassa
belirtilir. İbnu Kesir'in kaydettiği rivayetlere göre, âyetin emrine
mü'minler harfiyyen uyup, boşadıkları kadınlara mehirlerini ödedikleri
halde, müşriklerden boşanan Müslüman kadınlara müşrikler mehirlerini
ödememişlerdir. Bu durumdan mağdur olanlara âyet-i kerimenin emriyle
(Mümtahine 11), hazineden (ganimetten) ödeme yapılmıştır.
4- Ayet-i kerime, bu çeşit mülteci kadınların,
gerçekten mü'min olup olmadıkları,yani imanları gereği mi bu iltica ve
muhâcereti gerçekleştirdikleri hususunda emin olmak için imtihan
edilmelerini emreder. Hatta sûre, Mümtahine ismini de buradan alır. Acaba bu
imtihanın keyfiyeti nedir? Nasıl cereyan etmiştir, çünkü iman dâhilî, kalbî
ve enfüsî bir keyfiyettir, bunun hâricen görülmesi mümkün değildir,
anlaşılması ise oldukça zordur.
Rivayetler bu sualimizi cevaplayacak açıklığa
sahiptir:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) imtihan
vazifesini Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e vermiştir.
2- Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu kadınlara
-İbnu Abbâs, Mücâhid, İkrime ve Katâde'den gelen rivayetlere göre- Allah
adına yemin vererek şu hususları taleb etmiş ve sormuştur:
* Kocasına olan buğzu sebebiyle mi hicret
etti?
* Bir yerden bir başka yere gitmek arzusuyla
mı hicret etti?
* Dünyevî bir arzu ile mi hicret etti?
* Allah ve Resûlü'nün sevgisiyle mi hicret
etti?
* Allah'ın bir ve Hz. Muhammed'in kulu ve
elçisi olduğuna şehâdet.
* Bir kimseye aşk sebebiyle mi hicret etti?
* Kocası ile olan geçimsizlik sebebiyle mi,
İslâm'a ve Müslümanlara olan muhabbet sebebiyle mi hicret etti?
Allah adına verilen yeminle alınan cevaplar,
iman lehine olursa kabul edilip reddedilmedikleri, aksi takdirde kocalarına
iade edildikleri belirtilir.
İbnu Kesir, imtihan âyetinde geçen: "Onların
mü'min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, kâfirlere geri çevirmeyin"
ibâresinden hareketle: "İmana yakînî şekilde ıttıla peyda etmenin mümkün
olduğuna bu âyette delil vardır" der.
3- Bu âyet, evlenme meselelerinde mühim bir
değişiklik getirerek o güne kadar serbest olan müşriklerle evlenmeyi
yasaklamıştır: Ne erkek, ne kadın, herhangi bir Müslüman, müşrik biri ile
evlenemez, haramdır. Bu âyetten önce Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in kızı Zeyneb (radıyallahu anhâ) bile müşrik olan Ebu'l-As'ın
nikâhında kalabilmiş ve Bedir esirleri arasında bulunan Ebu'l-As, Zeyneb'in
-annesi Hatice tarafından hediye edilmiş- kolyesi ile esaretten kurtarılmaya
çalışmıştı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "kızı Zeyneb (radıyallahu anhâ)'i
Medine'ye göndermesi" şartı ile Ebu'l-Âs'ı -kolyeyi iade ederek ve başka
bir maddî talebde de bulunmaksızın- serbest bırakmıştı. Zeyneb (radıyallahu
anhâ) Medine'ye gelmiş, hicrî sekizinci senenin başlarında kocası Müslüman
oluncaya kadar ayrı yaşamış, Müslüman olunca Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yeni bir nikah ve mehre luzüm görmeden iade etmişti. Mamafih
nikahı yenilediği de söylenmiştir. Bu âyetten önceki tatbikatta,
Müslümanlarla müşrikler arasındaki evlenme rahatlığını belirtmek için yine
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan misal göstermek gerekirse, Ebu'l-Âs
örneği zikredilebilir. Bir ara müşrikler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a kötülük olsun diye, dindaşları olan Ebu'l-Âs'a Zeyneb
(radıyallahu anhâ)'i boşamasını söylerler, Ebu'l-Âs reddedince, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ebu'l-Âs'a teşekkür eder.
Bu ifâde, yapılan anlaşma şartlarına "Allah'ın hükmü böyledir"
diyerek "hareket etme" demektir. Böylece komutanlara, standart bir
anlaşma prensipleri vazedilmemiş olmakla, zemine, zamana, şartlara
göre istediği, uygun bulduğu çerçevede anlaşma yapma şartları koyma
serbestisi tanınmış olmaktadır.