TASAVVUFUN
GENELİYLE İLGİLİ SORULAR
- Sağlam bir tasavvuf çizgisinde
hangi özellikler bulunmalıdır?
- Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla
sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine
karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda
bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını
tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:
a- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,
b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibadet hayatı (salih amel),
c- Düzgün bir muamelat,
d- Muhammedî bir ahlak.
Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:
a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufî bilginin konusu ma'rifetullah'tır,
c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü
tecrübîdir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir.
İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.
f- Tasavvufî eğitim tarikat denilen özel yollarla kat'edilir.
el-Lüma' müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle
bir ölçü koyar:
1- Haramlardan kaçınmak,
2- Farzları ifa etmek,
3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.
- Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?
- Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu
vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat,
manevi makamlar, seyr u sülûk ve adab gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise
tasavvufun ma'rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma'nevî eğitim
sayesinde ahlak ve takva açısından yükselişi ve Allah'a yaklaşması sonucu
kainattaki bazı ilahî sırlara aid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim
Kur'an'daki: "Allah'tan korkun Allah size öğretsin."
(el-Bakara.2/282)
ayeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme
vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki: "Kulum bana
nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli,
yürüyen ayağı... olurum"(Buhari,
Rikak, 38) ibareleri, kulluk ve nafile
ibadet ile insanın kainattaki ilahî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını
anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların
fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah'tır. Ancak insanlar
gözlerindeki dünya ve masiva perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir
başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah'tır.
Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O'dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibadetlerle
Hakk'ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur'an'da
Allah'ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim
"Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah
attı." (el-Enfal, 8/17)
buyrulur. "Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.''
(Hilyetü'l-evliya, X, 15)
hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.
Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufi hayat ve tasavvufi düşünce olmak
üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de
birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufi
hayattır.
- "Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir" deniyor.
Tefsir İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahabi ile; fıkıh
yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir.
Ama Peygamberimiz, ve hulefa-i raşidin döneminde tasavvufun isminden bile
bahsedilmemiştir, ne dersiniz?
- Evet tasavvuf, İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir,
hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası
itibarıyla öyledir. Çünkü İslam'ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî
bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur'an'da bahsi geçen takva,
zikir, huşu, tevbe ve rıza gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini
Kur'an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zahidlerdir, sûfîlerdir.
Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbanîliktir ama;
tasavvuf öz ve muhteva itibarıyla o gün de vardı.
- Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurafeler karışarak bozulduğu
görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir
tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?
- Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek
istenmektedir. Aslında İslamî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar
gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin
seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslam
dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan
nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal
müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip
görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu
müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini
yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi
kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hala parlak
hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve
çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.
Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid'at ve hurafeler
aslında İslam toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslamî
çevrelerde görülen bir takım bid'at ve hurafelerin temel sebebi bilgi
eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok
önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı
ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman
hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid'atin tek sebebi vardır o da
cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev
sayan tarikatler hurafelerle mücadele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda
başta Nakşbendiyye'nin Halidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve
medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi
başlatmışlardır.
Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne
olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet,
hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahabîler, tarihî
şahsiyetler, mezheb imamları ve süfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini
anlatan rivayetler, demektir. Kur'an'da geçmiş peygamberiere ve ümmetlerine
aid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin
bulunması "kıssacılık" diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır.
Kıssacılara "kussâs" denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz
ve irşadda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sofîler başlangıçtan beri
bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahabîler ve ilk devir süfîlerinin
kıssa ve menakıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir
meslek haline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman
zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hatta zamanla işin özünü ve
nasihat değerini ihmal eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp
nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür
olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir
mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan
menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan
gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın
kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş
hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle
bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcad edilen
süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir
takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde
menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir
kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı
şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak
da yanlıştır. Bugün Batı'da -ruh hastalıklarının tedavisinde süfî
menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır.
Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini
göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile danenin birbirine karışmamasıdır.
Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman
ana hedefi birbirine karıştırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre
kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı
olabileceğinde şüphe yoktur.
İslamî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf
muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün
müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da
yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî
bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç
göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları
söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klasikleri denilen
Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü'l-kulûb, el-Lüma', et-Taarruf ve Keşfu'l-mahcûb
gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klasik eserlerden
yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan
seyr u sülûk boyutu, işi tezgahtarlığa vardırmayan liyakatli ve şerîata
merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim
edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç
içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslamın hukuk sistemi bile henüz
bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya
konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken
bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak
haksızlık olur diye düşünüyorum.
- Bazıları "Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır." diyorlar.
İslam literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar
mısınız?
- Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok
müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik
yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış
olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece
Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahudî
mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir
takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin
insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa
bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yasasın insanın bu tür ihtiyaç ve
temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi
boyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir.
İslam'da bulunan ibadet ve muamelata aid bir takım ahkam ve kuralların
Hristiyanlık ve Yahüdîlikteki adab ve ahkama benzemesi, nasıl bunların
oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi
düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış
olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların
belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması mesela bir
Japon'un İslam tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak
özellikten kaynaklanmaktadır.
Bir ilmin İslamî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra
muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında
hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu
sırasıyla ele alacak olursak:
a- Tasavvufun adının genellikle ashab-ı suffenin "suffe" sinden, "safvet"ten
ve "sûf" kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslamî
menşelidir. Tasavvufun kökü olarak "Sofia" kelimesinden bahsedilmişse de,
gerek süfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hatta bir
takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden
geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen "sûf" kökünden
geldiği görüşünü benimsemişlerdir.
b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf,
eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbanîlik,
mücahede gibi esaslar ye üsve-i hasene - model şahsiyet - ilkesiyle bir
yaşama biçimidir. Kur'an'da 250'den fazla yerde geçen zikir lafzı ve bu
konudaki emirler, "nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini" haber
veren ayet (eş-Şems, 91/9);
safvete ermiş kalb-i selim
(eş-Şuara, 26/88-89) ve rabbanîlik
(Alü İmran, 3/79)
riyazat ve mücahede konusundaki ilahî emir ve nebevi tavsiyeler aslında
tasavvufi hayatın Kur'an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.
c- Sûfîlerin kendilerini şer'i açıdan hangi noktada gördükleri
mes'elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşayıh, ilimlerinin şerîata
bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: "Tasavvuf bir evdir,
kapısı şeriattır," Seriy Sakatî: "Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters
bir batın ilminden bahsetmez." ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: "Bizim yolumuzun
temeli şu yedi şeydir. Allah'ın kitabına sarılmak, Rasûlü'nün sünnetine
uymak, helal lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak,
tevbe ve hukuka riayet" der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür.
Mes'eleye bu açıdan bakıldığında da görülen süfîlerin İslamî bir yapı içinde
olduklarıdır.
- Tasavvufu ayrı bir din gözüyle bakanlar var. Bu konudaki fikriniz
nedir?
- Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslamî bir ilim
olduğunu göstermek için kafidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü
savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım
istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar,
ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmane bir tavır
içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir
istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak
isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında
gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci
grupta yer alan ve müteşerri tasavvufun temel esaslarını bilmeyen kişilere,
müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini
tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî'yi, bir Gazzalî'yi, bir İmam-ı Rabbanî'yi ve
diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet
ederiz.
Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı
yaptıkları mücadele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru
olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbanî
döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslam, Hristiyanlık ve
Hinduizm'den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir
mücadele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbanî hazretleridir. Kendisine
"ikinci bin yılının yenileyicisi" anlamına - Müceddid-i elf-i sanî -
denilmesinin sebebi bu mücadelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve
peygamber aşıkı, İslam hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir
başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır
yanı yoktur.
- İslam'ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz
ifadesi değil midir?
- Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa
tarikat ve Risale-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslam ülkelerindeki
tanzîm-i cihad gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş
olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde bulunan İslamî cemaat
ve fırkalar bir arayış içindedirler, İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibi
dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen
insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu
cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet planına göre
birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar
halindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir
motivasyondur. Allah Teala: "Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede
olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr."
(el-Bakara, 2/148)
buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah,
onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet
dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekıne göre
hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca
ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslam toplumunun inşasına katkıda
bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücadeleye güç
olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücadele edebilecek bir kıvama
gelen İslamî topluluklar zaten çekişmez.
- Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri
nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
- Bütün bilim dallannda ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da
zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın
temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik
anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına
oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır.
Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra
tarîkata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı
belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyakatine
bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler
sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.
Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan
biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve sadece hilafet
alanlara irşad imkanı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler
kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek
şikayetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat
makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk asitane tabir edilen
merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı.
ikinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve
tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu
gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim
düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil
olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi
gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki
otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikayetleri, yöneticileri
bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya
yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan "Meclis-i
meşayıh"ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata
geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve
tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar
vaz'edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.
- Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?
- Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi evrad ve ezkârıyla,
riyazat ve mücahedesiyle, seyr u sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî
olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve
sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve
yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten
bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek
kendi boyası ile boyaması sözkonusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış
şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu
etkidir. Türkçe'deki: "Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan" sözü
bu etkileşimi gösterir.
Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülûk ve tarikatıyla ferdî
olarak yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir
mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu
gibi tasavvufi terbiyede de üstada ihtiyaç vardır. Bu konuda şeyh ve mürşide
aid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilecek.
İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk
yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi
bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha
farklıdır.
- Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları keramete, bazıları
nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının
farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?
- Bugünkü müslümanların haline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek
nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülerin bakıp
tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf
elbette, bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka
ifade ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun
bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı
asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız
Yunus ne diyor:
Dervişlik olaydı taç ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.
Tasavvuf insanlara önce kendini, sonra Rabbini tanıma (ma'rifet) yolunu
gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve
müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda
sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim
aracı olarak yerine göre musikîden de nazardan da istifade etmişlerdir.
Bugün modern pedagojide insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmasının
önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki
duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit
edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulak aracılığı
ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere "Elest
bezmi"nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için, hangi aracı bulurlarsa
kullanmışlardır. Aslında amaç olarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerametin,
ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen musikî, ve ilahînin bir kıymet-i
harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbanîliktir. Rabbanîlik
söz konusu olunca da sadece bilgininde çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel
ihlasla, ihlas ihsan ve îsar ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu
konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur.
Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.
- Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitab ettiği
bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?
- Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitab ettiği bir ortamda
tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak İslamî
ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame
etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış "sırf tasavvuf"
diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer
İslamî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir.
Bunlardan sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur.
Zaten süfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere
aid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivayet
edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: "Fıkıhsız bir tasavvuf
zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fasıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf,
zahir ve batın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir." Ahmed Rifai der
ki: "Tarikat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarikattır. Aralarındaki fark
lafızlardan ibarettir." (bk.
el-Burhânü'l-müeyyed, Ma'rifet Yolu, s. 134.)