SEYR U SÜLÛK
İLE İLGİLİ MESELELER
- İrşad ve tebliğ
nedir? Mübelliğ kime denir?
- İrşad, da'vet ve tebliğ kelimelerini birlikte değerlendirmek gerekir.
Davete konu olma açısından insanlık, ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olmak
üzere ikiye ayrılır. Ümmet-i icabet kavramı Hz. Peygamber'in davetini
tanıyıp ona bağlanmış olanlar hakkında kullanılır. Ümmet-i davet ise henüz
İslamla müşerref olmamış kimseler hakkında kullanılan bir kavramdır. Davet
ve tebliğ ise ümmet-i davete yapılan çağrılar hakkında kullanılır. Davet,
İslamî gerçeklere çağrıdır. Tebliğ, Allah'ın emirlerini Allah'ın kullarına
duyurmaktır. Tebliğ yapan kişiye mübelliğ denilir. Nitekim Kur'an'daki:
"Sana düşen sadece tebliğdir," (Âlü İmran, 3/20)
"Rabbının yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır (davet et)!"
(en-Nahl,16/125) ayetleri bu anlamları
teyid etmektedir. Kur'an'da rüşd ve reşed kalıplarında kullanılan irşad ise
dünyevî ve uhrevî istikamet vermek, yol göstermek anlamınadır. Bu itibarla
irşadın muhatabı müminler, davetin muhatabı genellikle müslüman olmayan
topluluk ve kişiler, tebliğin muhatabı ise hem müminler, hem de mümin
olmayanlardır. Mübelliğ, insanlara dünya ve ahırete yönelik yanlışlıklarını
tamir ve tashih imkanı sağlar. Sûfilerin yaptığı hizmet daha çok irşad
faaliyeti olarak adlandırılır. Sofiler irşad hizmetinin yanısıra bazan
gayr-ı müslim topluluklarda tebliğ görevi de üstlenirler. Bunlardan başka
İslam toplumlarında kötülüğün yayılmasını önlemek, hayrın yaygınlaşmasını
sağlamak amacıyla "hisbe" adı verilen emr bilma'rüf ve nehy anilmünker
görevi yapan bir teşkilat daha vardır. Bu teşkilat devletin kontrolündeki
polis örgütü niteliğindedir. Tebliğ, davet ve irşad, farz-ı kifaye
hükmündedir. (Mürşid ve özellikleri için ayrıca bk Şeyh-Mürşid Meseleleri)
- Seyr u sülûk ne demektir?
- Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad
seyr u sülûktür. Lügatte seyr gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır.
Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr,
cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, kulun fanî varlığınıdan
Hakk'ın varlığına yönelmektir. Sülûk, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk'a
vuslata hazırlayan ahlakî eğitimdir. Bir başka ifadeyle seyr u sülûk,
tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar
geçeceği sahaların adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da
vusul; yani Hakk'a vuslattır. Hakk'a vuslat Allah'ı görüyormuşçasına kulluk
(ihsan) şuûruna ermek, daima Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilahiyye)
bilincini yakalamak, O'na teslim olup O'ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin
gerçek failinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup
gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk'ı hakim
kılmaktır.
- Tasavvuf erbabında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli
olduğu ve intisab edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?
- Tasavvuf erbabının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki
gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan
gayret duygusudur. Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve
insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve
tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasmı arzu
etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülûk, dînî hayatı bir model şahsiyet
etrafında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde
gerçekleştirdiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır.
Tasavvufta seyr u sülûkte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata
girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin
kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan
tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemaat arasında bulunan
böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazladır. Kulluk görevleri
gereği gibi yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek başına yetmez.
Bayezid'in müridlerine: "Bayezid'in derisine girseniz onun ahlakıyla
ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?" sözü bu anlamadır.
Seyr u sülük ve intisab, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi
değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman
selameti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya
ermektir, îbadet ve muamelatta ihsan ve ihlasta devamlılıktır. İnsan bunları
hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Süfîler bu
duyguları seyr u sülûk ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı
davranıyorlar.
- İntisab edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir?
İntisab eden kişi, zayıf da olsa, bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur
mu?
- Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerinin söz ve
sohbetlerinde intisab edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü
olduğunu gösteren ifadelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülûk ehlini
istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere
rastlanabilir. Sadece intisab etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek
doğru değildir. Allah'ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber
olmak "Kişi sevdiğiyle beraberdir." ilkesine göre manevi kazanç sağlar.
Nitekim Buharî'nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah, kendisi için bir
araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hatta dünyevi bir amaçla o
zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar
olduğunu belirtmektedir.(Buharî, Deavât, 66)
Bu hadis iyiler ve zikir ehli arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını
belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik
etmektedir. Tasavvuf erbabının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile
birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.
- "Dervişler öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlar"
deniliyor. Hatta bu söz Bahaeddin Nakşbend'e atfediliyor. Ne dersiniz?
-Ölüm kişinin amel ve dünya ilişkisini kesen bir vakıadır. Ölümden sonra
amelin sona erdiği kitap ve sünnetle sabittir. Ancak, nasıl müminlerin
cennette, kafirlerin cehennemde ebedî olarak kalmaları niyyetlerine göre
verilmiş bir karşılık ise, sülûke girmiş olan kimsenin sağlam bir niyyetle
girdiği yolun ve amellerindeki devamlılığın afvına medar olması da
niyyetlerine mukabildir. Müminlerin birbirleri hakkında hüsn-i
şehadetlerinin afv-ı ilahîye medar olduğu hadis-i şerifle sabittir. Nitekim
hayırla yad edilen ve hakkında hüsn-i şehadette bulunulan bir cenazenin
ardından Allah Rasülü üç defa "vacib oldu" buyurdu. Daha sonra şerle anılan
bir kimse hakkında da aynı şeyleri söyleyince kendisinden bunun hikmeti
soruldu. Allah Rasülü: "Hayırla yadettiğinize cennet, şerle yad ettiğinize
cehennem vacib oldu." buyurdu. Ardından üç defa: "Sizler yeryüzünde Allah'ın
şahidlerisiniz." dedi (bk. Müslim, Cenaiz, 60).
Sülûkün amacı kulluk, sonucu da Allah nasîb etmişse cennettir. Kabirde
sülûkün tamamlanması ile ilgili bu söz, tasavvuf yolunda mürşid ile mürid
arasındaki vefa ve sevgi duygusunun hüsn-i şehadete medar olacağını, bunun
da ahirette işe yarayacağını göstermektedir. Bu hadis-i şeriften, vefatında
müridin çevresinde toplanan mürşid ve ihvanın yapacağı bir tezkiyenin terfî-i
derecat olacağı, seyr u sülûkünü tamamlamış olanların ecri derecesine
ulaşacağı anlaşılmaktadır. Herhalde sözün söyleniş maksadı bu olmalıdır.
- Şer'i açıdan yaşantısı düzgün olmayan, amelleri eksik bazı kimseler
tarikata bağlanıyor ve Peygamberimiz'i gördüklerini iddia ediyorlar. Bu
nasıl olur?
- Tarikat ve tasavvuf, şeriatı daha iyi yaşamaya yarayan hir eğitim
sürecidir. Bu yüzden tarikata ilk giren herkesin her bakımdan mükemmel
olmasını beklememek gerekir. Zaten bir mürşide intisab eden kimselerden
gerçek anlamda istifade ile kemale erip "velî" olabilenlerin sayısı
mahduddur. Diğerleri o şemsiyenin altında hiç olmazsa "şakî" olmaktan
kurtulmak için bulunurlar. Böyle bir mürşide intisab etmemiş olsa çok daha
kötü işler yapması muhtemel olan bu kişiler, bu sayede kendilerini korumuş
olurlar. Allah Rasülü'nün ashabına bakılacak olursa orada da durumun aynı
olduğu görülecektir. Bütün sahabilerin manevi kemali eşit değildir. Yıllar
yılı Sevgili Peygamberimiz'in yanında bulunmuş Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve
Ali ile, adları bile duyulmamış sahabiler bir değildir. İçlerinde içki içen,
zina eden ve namaz konusunda tenbellikleri olanlar da vardır. Ama
faziletleri Efendimiz'i görmek ve ona teslim olup inanmaktı. Bu itibarla
bugün tasavvuf erbabı arasında şer'i bakımdan kusurlu insanların bulunmasını
tabii karşılamak gerekir. Tabii olmayan bu hallerini beğenip bunu bir
fazilet sananların durumudur. Ayrıca kalb ve ona bağlı olan sevgi, ile kusur
ayrı ayrı şeylerdir. Kişi ibadet hayatı açısından kusurlu olur ama,
gerçekten çok engin bir sevgi ile Allah Rasülü'ne bağlı bir aşık olabilir.
Bu aşkı sebebiyle onu rüyasında görebilir. Ama onun böyle bir rüya görmesi
fazilet için yeterli değildir. Çünkü fazilet, ihlaslı amel ve takvadadır.
Kimin ihlaslı, kimin takva ehli olduğunu tam olarak bilebilecek yalnız Allah
Teala'dır. Ayrıca Gazzali gibi bir kısım sofiler, "mükaşefe halinde
meleklerin peygamberlerin ruhlarının görülebileceğini" belirtirler.
(bk. Gazzali el-Münkızü mine'd-dalal, 50)
- Tarikatta seyr u sülûke girmiş birisinin televizyon seyretmesi ve
televizyona çıkması doğru mudur?
- Televizyon çağdaş bir iletişim ve etkileme aracıdır. Gücü herkesçe
bilinmektedir. Maalesef bugün önemli ölçüde şerr yollarda kullanılmaktadır.
Ama kötülük televizyonun bizzat kendisinden değil, programlarından
kaynaklanıyor. Tasavvufi telakkîye göre kalb ve zihni en meşgul eden şey,
gözle görülen şeylerdir. Kalbin zikre yoğunlaşabilmesi için "nazar
ber-kadem" yani bakışları ayak ucuna yoğunlaştırıp sağa sola bakınmamak
tavsiye edilmiştir. Bunun amacı kalbi meşgul edecek şeylerin göz aracılığı
ile kalb ve zihne girmesini önlemektir. Bu bakımdan da seyr u sülûke girmiş
bir kimsenin televizyon seyretmeyi azaltması elbette yararlıdır. Televizyona
çıkmak meselesine gelince, televizyona çıkan bir tarik mensubu herhalde
ümmete yararlı şeyler söylemek üzere çıkacaktır. Eğer öyleyse mesele yok.
Ama başka amaçlarla ve malayani için çıkacaksa elbette zararlıdır. Burada
önemli olan program, söylenen söz ve verilen mesajdır.
- "Şu tarikata gireceğim fakat şu adam olmasa" demek geçerli bir
ma'zeret midir?
- Tasavvuf ve tarikat, bir gönül ve sevgi işidir. Kalb ısınmadan
bağlılık olmaz. Tabii burada ısınmadan murad kalbin birinci derecede mürşide
ısınmasıdır. Mürşide kalbî olarak ısındıktan sonra çevresinde hoşlanmadığı
insanların bulunması ma'zeret olmamalıdır. "Gülü seven dikenine katlanır"
derler. Mürşide olan sevgi, çevresindekinden nefrete engel olmalıdır. Çünkü
insanların hoşlanmadığımız taraflarına katlanmak da manevi bir görevdir.
Bilmek gerekir ki bu alemde celal tecellîsiyle cemal tecellîleri daima
birliktedir. Bakınız Niyazî Mısrî ne güzel söylemiş:
Cemali zahir olsa tîz celali yakalar ânı
Görürsün bir gül açılsa yamnda hâr olur peydâ
Bir takım kimselerin varlığından rahatsız olmak, manevi eğitim ve
sabırla aşılması gereken bir eksikliktir. Çünkü seven, sevdiğinin
sevdiklerini sevmek, en azından onlara katlanmak borcundadır. Bu tür
soğukluk ve sevgisizliğin neden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü
çoğu zaman bu tür şeyler nefsten kaynaklanır. Soğukluk nefsten
kaynaklanınca, onu aşmaya çalışmak gerekir. Ancak bu soğukluk, o kişide
bulunan şer'î kusur ve hatalardan kaynaklanıyorsa o zaman işi dedikoduya
vardırmadan kendisine veya mürşide duyurmak gerekir. Böylece kişinin içi
rahat olur, görevini yerine getirmiş olur.
- Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?
- Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler
önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve
tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlannda bu pek mümkün görünmüyor.
Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u
sülûke girerken önce ilmihal öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz
ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zahidane hayatı yaşamak
zordur. Türkçe'de kişinin gündelik hayatta lazım olan bilgilere "İlmihal"
adının verilmesi tesadüf değildir. Bu isim dînî bilgilerin maneviyat ve hal
ile beslenmesi lüzümunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali
birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek
gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslam tasavvufunu yaşamak
kolaylaşır.
- Letaif nedir? Letaifin çalışmasında özel bir yöntem var mı?
- Letaif kelimesi latifenin çoğuludur. İnsanın maddî kalb ile alakası
bulunan, ruh ve nefs gibi manevi varlığı için kullanılan cevheridir.
"Latif," esma-i hüsnadandır. Lütufkar anlamına geldiği gibi, ince, cismi
olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: "Gözler O'nu idrak
edemez. O gözleri idrak eder. Latif'dir. Habîr'dir."
(el-En'am, 6/103) ayetindeki "Latif' bu
anlama, yani gözle görülmeyen ama herşeyden haberdar olan anlamındadır.
"Latife" de aynı kökten olup gözle görülmeyen anlamı taşır. Nakşbendiyye'de
ruhun altı latîfesi vardır. Bunlardan biri halk (yaratılış) alemine, beşi
emr alemine aiddir. Emr alemine aid olanlar: "Kalb, ruh, sırr, hafi,
ahfa"dır. Bunlara letaif-i hamse denir. Halk aleminden olan ise "nefs-i
nâtıka"dır. Seyr u sülûk sırasında önce emr aleminden olan letaif-i hamsenin
sırasıyla zikre iştiraki sağlanır. Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfa denilen bu
latifeler çalışmaya başlayınca sıra nefs-i natıkaya gelir. Bunların çalışma
şeklini tarif edecek olan kimseler irşada mezun olanlardır. Bunların
çalışmasında en önemli unsur salikin bunların zikrinde o bölgeye
yoğunlaşabilmesi ve dış dünya ile irtibatını kesip kendi içine dönmesidir.
Letaif bu yoğunlaşmaya bağlı olarak erken veya geç çalışmaya başlar. Ancak
amaç letaifin çalıştırılması değildir. Belki huzûr-ı kalbe, şerh-i sadra;
yani insanın göğsünün îman ve itminan ile genişlemesine vasıtadır. Emr
alemine aid olan letaifin mahalli sadır; yani göğüs kafesidir. Burada sol
memenin iki parmak altında "kalb", onun tam simetriği olan sağ memenin iki
parmak altında "ruh", sol memenin iki parmak üstünde "sırr", onun
simetriğinde sağda "hafî" ve hepsinin üstünde orta noktada "ahfa" yer alır.
Bu mahallerde vücudun kan ve sinir hareketiyle hafî olarak yapılan zikre
katılır hale gelmesi, letaifin çalışması ve dolayısıyla şerh-i sadrın
gerçekleşmesi demektir. Şerh-i sadır ile beden zakir hale gelince insanın
ihsana ermesi kolaylaşır. Çünkü hedef ihsan ve vuslat-ı ilahiyyedir. Tabiî
bu noktaya gelinceye kadar başka yapılacak görevler ve aşılacak merhaleler
de vardır. Ancak soru sadece letaifi sorduğu için bu kadarla iktifa
ediyoruz.
- Avamdan bazı müridlerin letaifleri aleni çalışıyor. Buna mukabil
ilmiye sınıfından olanların çalışmıyor. Sebebi nedir?
- Letaifin avamdan bazılarında alenî olarak çalışıyor olması, tek başına
bir üstünlük sebebi değildir. Sadece kalbin zikir yeteneğini gösterir. Bu
istidadın ibadet, ihlas ve güzel ahlak ile birleşmesi kişide kemal yolunu
açar. İlmiyye sınıfından kimselerin letaifinin diğerlerine göre daha geç
çalışması kendileri için bir nakîsa olarak değerlendirilmemelidir. Zeka gibi
kalbin de yetenekleri şahıslara göre değişir. Ancak zekası gelişmiş ve zihnî
kabiliyetleri öne çıkmış bir insandan kalbî faaliyetlerinin de aynı boyutta
olması beklenerek yanlış yargıya varılıyor. Avamdan olan kişi sadece kalbine
yoğunlaştığı ve teslimiyyeti de fazla olduğu için belki daha çabuk yol
almaktadır, îlmiyyeden olan kişi, iyi bir biçimde kalbine yoğunlaşabilse o
da sür'atle yol alır. İlim ve teslimiyyete dayalı sülûk, erdiricilik
bakımından diğerinden geri değil, daha ileridir. Fakat yoğunlaşma ve
teslimiyyet her zaman aynı oranda mümkün olamamaktadır. Nitekim ilim
ehlinden kişilerin teslimiyet ve yoğunlaşma sayesinde avamla kıyaslanmayacak
bir sür'atte yol aldıklarının örnekleri tasavvuf tarihinde pek çoktur.
- İlmiye sınıfı tarikatlara itiraz ediyor veya soğuk bakıyor. Avam
hemen teslim oluyor ve mesafe kat'ediyor? Sebeb ve hikmeti ne olabilir?
- İlmiyye sınıfının tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını
söyleyemeyiz. Evet, erbab-ı ilim arasında tasavvuf ve tarikatlara karşı
çıkanlar vardır. Ancak bunlardan her birinin tasavvufa karşı çıkış sebebi
farklıdır:
a- Bir grup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle
birlikte tasavvuf gruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile
varlık ve alem konusundaki vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi farklı
düşünceler sebebiyle tasavvufa karşı çıkmakta; bazı grup ya da kişilerde
gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.
b- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve
kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. "Benim bu
kadar ilmim ve şu kadar eserim var, halk niçin benim değil de falan şeyh
efendinin etrafında toplanıyor", diye düşünmektedirler.
Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Mes'eleye
kalbî hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhî bir derinlik
gerektirdiğini farkederek öğrenmekle, yaşamak ve hazz almanın başka başka
şeyler olduğunun farkına varmaktadır. Tasavvuf konusunda yanlış yargıların
oluşmasında iki tarafın da kusuru vardır. Sûfiler yollarında bulunabilecek
eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım
sûfiyye gruplannda gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirmeyi
bırakmalıdır. İki grup da kendini diğerinin alternatifi olarak görmekten vaz
geçmelidir.
Yönelişleri kalbî hayat öncelikli avamdan insanlar, herhangi bir iddia
sahibi olmadıkları için daha kolay teslim oluyor ve daha çabuk tevbeye
yöneliyorlar. İlim ehli kişiler ve din hizmetlileri ise: "Nasıl olsa biz bir
dînî hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini yaptık, okuduk ve okutuyoruz"
düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağa lüzum görmemektedirler.
- Tasavvufta zulmanî perdelerden nûranî perdelere; gafletten zikre
ermek için ne yapmak gerekir? Gönüldeki manevi temizlik nasıl yapılır?
- Tasavvufta "hicab" adıyla anılan ve kulun Allah ile yakınlığına engel
olan perdeler genellikle zulmanî ve nûranî hicab olmak üzere iki adla
anılır. Zulmanî hicab, beden kaynaklı; tenle ilgili maddî perdelere denir.
Nûranî hicab ise ruh kaynaklı hicabdır. İnsan ruhu "Ben Adem'in
yaratılışını tamamladığım zaman ona rûhumdan üfündüm."
(el-Hicr, 15/29) ayet-i kerimesinin
ifadesine göre ilahî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra
maddî ve zulmanî bir hicab ile perdelenmiştir. insanın hamurunda "anasır-ı
erbaa" denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır.
Bunlardan toprakla su, zulmanî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana
gelen insan vücüdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta
zulmanî hicab sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyazat ve mücahede ile
inceltilmesi gerekir.
Mücahede ve riyazat, bedenin ruhî ihtiyaçların önüne geçen taleplerini
önlemede insana bağışıklık ve irade gücü kazandırır. Çünkü bedenin zulmanî
perdeleri tensel ihtiyaçların iradî kontrolü ile incelir. Bu sayede ruhun
beden üzerindeki etkisi artarak zulmanî perdelerin ruhanî perdelere
dönüşmesi sağlanır. Farzların yanısıra yapılan nafile ibadet ve zikirler,
ruhanî perdelerin incelmesini ve böylece ilahî vuslatın gerçekleşmesini;
kulun "Allah'ı görürmüşcesine kulluk şuûruna ermesi" ni sağlar. Kalb zakir
hale gelince gaflet asgarî seviyeye düşer. "Maıyyet-i ilahiyye"
gerçekleştiği için gönüldeki manevî temizlik tahakkuk eder. Kulun gönlünde
"ilahî emirlere ta'zim ve yaratıklara şefkat duygusu" yerleşir.
- Herhangi bir tarikatta gördüğümüz yanlış bir tavrı "Şüphelilerden
kaçınmak" ilkesi çerçevesinde terk mi edeceğiz, yoksa kabul mü?
- Tarikata girmeden önce mürşid aramak ve gönlün ısınacağı bir mürşid ve
şer'î ölçüleri kollayan bir tarikat bulmaya özen göstermek ilk görevdir.
Önemli olan bu aşamada, karar vermeden önce istişare ve istiharelerle bir
gönül doygunluğuna ermektir. Eğer başlangıçtaki araştırma faslı sağlam
olursa bundan sonra vesvese az olur ve yanlış yollara girme endişesi olmaz.
Ancak bununla birlikte daha önce de temas ettiğimiz gibi, haramları helal,
helalleri haram sayan ve farzları bile işlemekten geri duran bir şeyhin bu
tür hata ve kusurları elbette ondan uzaklaşmayı ve yenisini aramayı gerekli
kılar. Ama insanlar ve gruplar arasında farz ve haram gibi kat'î olarak
bilinen şer'î ahkamın dışında sosyal hayatla ilgili konularda farklı düşünce
ve tavırların bulunması tabiidir. Bunları cemaattan uzaklaşma sebebi haline
getirmek uygun olmaz. Ayrıca kusur arama saplantısından kurtulmak gerekir.
Zaten sevgi olan ortamda kusur aranmaz. Kusur aramaya başlayan kişilerde
sevgi azalmış demektir. Böyle olunca da mürşidinden istifadesi zorlaşır,
hatta imkansızlaşır. Böyle zamanlarda gitmek, kalmaktan her iki taraf için,
daha iyidir.
- Dört hak mezhebin imamlarının tasavvufla ilişkisi ne idi? Onların
bu husustaki görüşlerinden bahseder misiniz? Bîr de bu konuda "Numan'ın son
iki yılı olmasaydı helak olmuştu!" sözü var. Bundan maksad nedir?
- Tasavvufu bir zühd, manevi bir eğitim, rabbanîlik ve ihsan manasına
aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında görmek mümkün değildir.
Çünkü mezhep imamları ve hadis uleması hep belli bir zühdi hayatın
içindedirler. Dünya tamaı, şöhret ve şehvet onların sür'atle kaçıp
uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. İmam-ı Azam'ın kadılığı kabul etmeyişi,
ticarî hayatta helal kazanç tutkusu, İmam Malik'in Hz. Peygamber sevgisi,
İmam Şafiî'nin zahid ve sûfîlere karşı takdirkar ifadeleri, İmam Ahmed'in
Kitabu'z-zühd yazacak kadar zahidlik tutkusu, hep bu özelliklerinden
dolayıdır. Nitekim İmam Gazzalî İhyau ulumi'd-din adlı eserinin başında
ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların zühd ve takva hayatlarına da
temas etmektedir. Tasavvufu tarikat ve şeyhe intisab ile seyr u sülûk
manasında düşündüğümüz zaman dört imam devrinde henüz bu manada bir sistem
gelişmemişti.
İmam-ı Azam'a atfen menakıb kitaplarında geçen ve Ca'fer-i Sadık'ı
tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliği anlatmak üzere
rivayet edilen: "Son iki yılım olmasaydı Nu'man helak olmuştu." sözü
kendisinin ilme güvenmek gibi bir hataya düşeceğini; ancak Hz. Ca'fer'i
tanıdıktan sonra işin zühd ve takva boyutunun da farkına vararak bu vartayı
atlattığını ifade etmektedir. Bilindiği gibi Ca'fer-i Sadık ehl-i beyt
imamlarından ve tasavvuf ricalindendir.