İSLAM ANSİKLOPEDİSİ



FURKÂN SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi. Mekkî surelerdendir. Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür. Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır. "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir.

Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır. Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır. Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir.

Sure, bütünü itibariyle Resulullah (s.a.s.)'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur. Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz. Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir.

Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:

I. Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor. Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:

"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2).

Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:

"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3).

Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:

"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler. Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5).

İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz. Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:

"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8).

Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor.

Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor. Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:

"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar. Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık. Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14).

Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor. Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor.

I. Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:

"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi. Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz. Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20).

II. Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur. Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler. O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir. O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26).

Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir. Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (a.s.), Nuh (a.s.)'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki daha da sapıktır yolları" (44).

III. Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:

"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"

IV. Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar. Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75).

Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor.

Halit ERBOĞA