İSLAM ANSİKLOPEDİSİ



HÂKİMİYET

Arapça'da "el-Hukm" kelimesi sözlükte yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun isterse bulunmasın belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını ihtiva etmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de de -kelimenin bu anlamı göz önünde bulundurularak- kullanıldığı görülmektedir.

Bu kelimenin Türkçe'de "egemenlik" anlamında kullanılan "hâkimiyet" şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik (sovereignty) anlamıyla Arapça'da da yenidir.

Hâkimiyeti hukukçular ve siyaset bilimcileri genel olarak şu şekillerde tanımlarlar:

J. Bodin'e göre hâkimiyet; "yurttaşlar ve uyruklar üstünde yasayla kısıtlanmamış en yüksek iktidar" (G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, II, 82); J.J. Rousseau'ya göre genel iradenin uygulanması" (İçtimaî Mukavele, İstanbul, 1967, 137); İbn Haldun'a göre sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmaması (Mukaddime, Mısır, (t.y), 188) anlamındadır.

Çağdaş hukukçular ise -ufak tefek farklılıklar bir yana bırakılacak olursa- hâkimiyeti şöyle tarif ederler:

"Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakikî ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan asli en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir." Ya da kısaca; "aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve selahiyeti" şeklinde tanımlanabilir.

Mevdudi ise, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir:

"Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. İdare edilenler de böyle bir kimseye kayıtsız şartsız itâat etmeye mecburdurlar. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiç bir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Fertlere verilmiş bulunan herhangi bir hak var ise, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur... Diğer taraftan hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır..." (İslâm'da Hükümet, çev: A. Genceli, Ankara t.y., s. 421-422).

Mevdûdî'ye göre "bundan daha az kudret ve imkâna 'hâkimiyet' denemez. Ancak böyle bir 'hâkimiyet' bu gün artık farazi bir kavram hâline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet yahut da siyaset ilminde kullanılan terim anlamıyla 'siyasî hâkimiyet (political sovereignty)' dahi kalmamıştır."

Hâkimiyetin nasıl yorumlandığına ve genel çerçevesine bu şekilde kısaca değindikten sonra, İslam'ın ya da Kur'ân-ı Kerîm'in bu konuyu genel çizgileriyle nasıl çerçevelediğine, nasıl yorumladığına bir göz atalım:

1- Kur'ân'a Göre Hâkimiyet

Türleri:

Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kur'ân-ı Kerîm, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder:

"Onlar hâlâ câhiliyenin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz bir kanâate sahip olacak bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olacak kimdir?" (el-Mâide, 5/50).

Başka âyet-i kerimelerden, Allah'ın hükümleri dışında kalan hükümlerin "hevâ, tâğut, dalâlet vb. hükümleri" diye adlandırılmaları İslamî olmayan hükümler arasındaki mahiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır.

Ayette geçen "hüküm" kelimesi yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta her türlü "yargı"yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm'a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm'a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâm'i; ve böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm'ın değer yargıları dışında kalan her türlü değerlendirmeye ad olan "câhilî hakimiyet"in mahiyeti hakkında İbn Kesîr sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der:

"Cenâb-ı Allah, her türlü hayrı kapsayan ve her türlû şerden uzak tutan Allah'ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah'ın şerîatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılâhlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından hareketle ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han'ın hükümlerine göre yönetiyorlardı. Bu Yasak'ı ise Cengiz, yahudi ve hristiyan şerîatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu Yasak'ı (Yasası) soyundan gelenler arasında uyulan bir şerîat olmuştu. Onlar Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp "Yasak" ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüp, az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır' (İbn Kesîr, Tefsîrü'l Kur'âni'l-Azim, Beyrut 1388/1969, II, 67).

Görüldüğü gibi burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mahiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han Yasaları'nı göstermiş; Allah'ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî bir takım sonuçları olmayan bir yorumdan ibaret değildir. Bu konu doğrudan doğruya Allah'ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde bir uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî bir takım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.

2-İslam'ın Hakimiyet Yorumu: İslâm'a göre mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnızca Allah'ındır. Bu konuda bütün müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hûküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. (Şah Veliyullah ed-Dehlevî Hüccetu'llahi'l-Bâliğa, Beyrut (t.y), I, 62); Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O hükmüne hiçbir kimseyi aslâ ortak etmez. (el-Kehf, 18/26)

İslâm'da hakkın ölçüsü ve yegane hak, Allah'ın kitabı ve Rasûlün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı hattâ (Kur'ân ve Sünnet'i) yorumlanışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arzolununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûl'ün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl'ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir. (İbn kayyim el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, Beyrut 1405/1985, I, 38) Çünkü yüce Rabbimiz mü'minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl'ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı da öngörmüş bulunuyor (Bkz. en-Nisâ, 4/65).

Kısacası Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü'minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur (el-Ahzâb, 33/36).

"Allah'ın, Rasûlü Muhammed'e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir: Çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez" diyen İbn Hazm, (el-Muhallâ, Kahire t.y., IX, 362) buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Ve onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet..." (el-Mâide, 5/49) âyetini göstermektedir.

Yüce Rabbimizin hâkimiyetin boyutlarını ya da İslâm'ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah'ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin -bir anlamda da- gerekçelerini kavrayabilmek için "Allah'ın hâkimiyeti"nin çeşitli yönlerine dikkat etmemiz yerinde olacaktır.

a)Allah'ın Kevnî Hâkimiyeti:

Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz göremediğimiz, bildiğimiz bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O'dur. O'ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yaratıklarının Müdebbir'i, Rabbi ve Mâliki'dir.

"Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır" (el-Fâtiha, 1/1).

Sihirbazlar, Hz. Musa'nın mucizelerinin kendi sihirlerini etkisiz hale getirdiğini gördüklerinde bunun ancak "âlemlerin Rabbi"nin işi olabileceğini anlamışlardı:

"Biz âlemlerin Rabbine, Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik, dediler" (el-A'râf, 7/121.122; Tâhâ, 20/70).

Allah'ın âlemlerin Rabbi olması tabiîdir. Çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur:

"Size gökten ve yerden rızık veren Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (el-Fatır, 35/3).

Bu gerçek o kadar açıktır ki, Allah'a başka şeyleri ortak koşanlara bile, "yaratıcı kim?" diye sorulacak olursa, cevapları "Allah" olur:

"Onlara, "Göklerle yeri kim yarattı?' diye soracak olursan, andolsun ki "Onları gücü herşeyden üstün (Azîz), herşeyi bilen (Alîm) yarattı' diyeceklerdir" (ez-Zuhrüf, 9/43).

Bütün yaratıkları gece-gündüz koruyup gözeten yalnız O'dur.

"De ki: "Gece-gündüz sizi Rahman olan Allah'a karşı koruyup gözeten kimdir?" (el-Enbiyâ, 21/42).

Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O'ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O'nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez:

"De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah'tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hala işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah'tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır?" (el-Kasas, 28/71-72).

b) Uhrevî Hâkimiyet:

Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah'ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur'ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın âhirette tecelli edecek olan mutlak hâkimiyetine dâir sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ ettiğinden sadece iki yerdeki işaretlerini kaydetmekle yetineceğiz.

"Kâfir olanlar, kendilerine Kıyâmet gelip çatıncaya, yahut kısır bir günün azâbı gelinceye kadar o Kur'ân'dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah'ındır, onlar arasında O hüküm verir.. " (el-Hacc, 22/55-56).

"O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir Şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bu gün mülk (hâkimiyet ve herşeyin mutlak sahipliği) kimindir?' (diye sorar). Kahhâr ve tek olan Allah'ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur, bu gün, Allah hesabı çarçabuk görendir. " (el-Mü'min, 40/l6-17).

c) Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet:

Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli bir takım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek ya da uzak durmak ve arzulamamak sözkonusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülüktün de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur'ân-ı Kerîm; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu değer yargılarına karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dâir açıklamaların yeraldığı ilâhî mesajdır.

Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak yüce Rabbimize âit olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim:

Haram-helâl kılmak yetkisi yalnız Allâh'ındır:

"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?" (el-A'râf, 7/32).

"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoş ve temiz Şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez" (el-Mâide, 5/87).

Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir:

"Allah bahîra, Sâibe, Vasîle ve Hâm diye birşey meşrû kılmamıştır. Fakat kâfirler yalan yere Allah'a iftirâ etmektedirler" (el-Mâide, 5/103).

Burada sözü geçen "bahîre, sâibe, vâsile ve hâm" câhiliye döneminde çeşitli niteliklerdeki develere verilen adlar olup bunlar hakkında çeşitli hükümler sözkonusu idi. Allah bu tür hayvanlara dâir hüküm ve değer yargılarının kendisine atfedilmesini reddetmekte ve bunu kendisine bir iftira olarak değerlendirmektedir.

İslâm'dan önce çeşitli helâl ve haramlara dâir birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde sözeden buyruklardan (el-En'âm, 6/136-149) sonra yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir:

"De ki: Allah şunu haram kıldı diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer câhillik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme..." (el-Enâm, 6/ 150).

Bundan sonraki âyette de yüce Allah bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıkla maktadır.

d) Kanunî Hakimîyet:

Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir

"Hüküm yalnız Allah'ındır, O kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur" (Yûsuf, 12/40).

Burada "hüküm" kapsamına kanunî ya da hukukî, şer'î hâkimiyetin de girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek ile yalnızca O'na ibâdet etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Nitekim başka âyet- kerimelerde Allah'ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz (eş-Şûrâ, 42/21). Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü'minlerin tavrı dinleyip itâat etmekten ibarettir. (en-Nûr, 24/48-52). Kitab yani Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (en-Nisâ, 4/105). Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmek iddiası ile birlikte; "Allah'ın karşısına dikilen, ayaklanan, onun emirlerine zıt yeni hükümler icad eden her varlık, Allah'tan başka itâat edilmesi istenen her bir şey kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun, isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itâat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının,put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur. (Taberî, Câmiu'l-Beyan, Kahire 1388/1968, III,13). Allah'a iman ile Tâğût'un hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah'ın ve Rasûlü'nun hükmüne yanaşmazlar (en-Nisâ, 4/60-61).

Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine havâle edilmedikçe ve bu hükümleri çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere razı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez (en-Nisâ, 4/65).

Hz. Peygamber'in hüküm vermek yetkisi ile ulû'l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah'ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının, esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tâyin edilmiş olduğundan bağımsız bir teşrî' olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O'nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O'nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.

e) Siyasal Hakimiyet:

Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz "siyasal hâkimiyet"i elinde bulunduran makama "hilâfet" denilmektedir.

Şanı yüce Allah ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır (el-Bakara, 2/30; Fatır, 35/39). Halifelik, başkasının yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah'ın tâyin ettiği halifelerdir. Allah'ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla yüce Allah'ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.

3- Hakimiyet Allah'ın Olmayınca:

İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edileğeldikleri, Kur'ân'ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğûtların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itâat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah'ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isabet olmayacağı yani "sırat-ı mustakîm" üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan bir çok durum da söz konusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:

a) Hâkimiyet Allah'ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar ise kulluk konumunda olurlar.

Kur'ân-ı Kerîm hristiyan ve yahudi din adamlarının Allah'ın dinini değiştirip O'nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini onları "rab olarak" tanımak şeklinde değerlendirirken (et-Tevbe, 9/31); Hz. Peygamber (s.a.s) de bu durumun, din adamlarının Allah'ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi suretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir (Tirmizî, Tefsir (9. sure), 10).

Nitekim Hz. Musa (a.s.) da Firavun'un İsrailoğullarını egemenliği altında tutmasını, onları "kul edinmek" olarak nitelendirmiştir (eş-Şuarâ, 26/22).

b) Allah adına hükmetmeyenler, egemenlikleri altındakileri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar.

"Firavun gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı" (el-Kasas, 28/4).

c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar.

"İşte (Firavun) bu Şekilde kavmini küçümsedi, (hafife aldı); onlar da ona itâat ettiler, çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler" (ez-Zuhrûf,43/54).

d) Allah'ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özellikle çaba harcarlar:

"Firavun; Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum" (el-Kasas, 28/ 38).

4- Allah'ın Hakimiyetini Kabul Etmemek

İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah'ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu kâinat içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak, Allah'ın değer yargıları ile hukukî ve siyasal alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah'ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü'minin tavrı, Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde belirlenmiştir:

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi istediklerini tercih etmek yetkisi yoktur" (el-Ahzâb,, 33/36).

Mü'minler kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar (en-Nisâ, 4/59 ve 65). Allah'ın hükmünü kabul etmemek, O'nun hükmü ile hükmetmemek ise insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar (el-Mâide, 5/44, 45 ve 47).

M. Beşir ERYARSOY