FIKIH
Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe
vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi
demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve
muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca,
söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye
de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut
1965, 12; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, İstanbul 1982, I,
34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M.
Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen,
Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13).
Kur'an-ı Kerîm'de: "... O kavme ne
oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye)
yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve
keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler"
denilmektedir (el-A 'râf, 7/179; Hûd, l l/91). Tevbe suresinde, "...bir
topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe,
9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.
Resulullah (s.a.s.): "Allah, kimin
için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin)
kılar" (Buhâri, ilim, 10).
Allah Teâlâ (c.c.)'nın imtihan için
beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu,
insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir.
İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak
çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)'dan başka
kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır.
İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir.
Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.
Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh
kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid
ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece
fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise,
kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve
tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. -150/767)'nin fıkhı "kişinin
leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif
olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu
yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu
ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti
içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1.
maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i
ameliyye"yi bilmektir. Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö.
204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış
şer'i, amelî hükümleri bilmektir" (İmam Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503
vd).
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm
hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır. Bu terim,
ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır. Halbuki fıkhın
sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır.
Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu
fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme
gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir. Akıllı ve ergin
kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir.
İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere
"şeriat" denir. Bu kelime, din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikâdi
ve amelî hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat, genellikle amelî
hükümler için kullanılır. Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil
eder. Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî
dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî
hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur. İslâm, geçmiş şeriatların büyük
bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret
günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır. İşte,
fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyılda
bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül
etmektedir. Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin
muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün
bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti.
Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet
yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç
ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri
inmiştir. Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları
cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede
nâzil olmuştur.
İslâm fıkhı, bir takım devirlerden sonra
oluşmuştur:
1 Resulullah'ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl
kaynakları olan Kur'an ve Sünnet ortaya çıkmıştır.
2- Sahabe devri: bu devir, Ahkâmla ilgili ayet
ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve izah edildiği devirdir.
3- Müçtehid imamlar devri: fıkıh meselelerinin
yazılmaya başlanması ve büyük müçtehidlerin ortaya çıktıkları devirdir. Bu
devir, İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devridir.
4- Taklid devri: bu da fıkıh ilminde duraklama
devri sayılır.
İslâm fıkhı, şu özelliklere sahiptir:
a) Hükümlerin esası vahye dayanır. Kitap ve
Sünnet'te açıkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir şahıs veya kurumun
tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müminler için bağlayıcıdır.
Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü'nün emir ve nehiyleridir. Bunların
esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanın görüş birliğiyle yani icma ile
sabit olmuş, artık değiştirilmesi mümkün olmayan kurallardır. Bunlara 'şer'i
şerif', 'şer'î hukuk' veya 'şer'î hükümler' denmiştir.
Beşeri hukuklarda kanun koyucu ve anayasalar her
zaman değiştirilebilir. Kanun koyucular, bazen kral, sultan, şah gibi tek
kişi, bazen bir meclis vs. kalabalık bir grup olabilir.
b) Kur'an ve Sünnet'te açık hüküm bulunmayan,
hakkında İslâm fukahasının icma'ı da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ
ait meselelerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır.
İslâm hukukçularının farklı ictihadlarıyla
çözümlenen bu hükümlerin dayanağı; istihsan, maslahat (kamu yararı), örf,
âdet, sahâbe kavli, önceki şeriatler ve sedd-i zerâyi' (kötülüğe giden yolu
kapama) gibi tali delillerdir. Bu çeşit hükümleri ortaya çıkartan ve şer'i
ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardır. Burada bir yönüyle
kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamların içtihadlarına
inhisar etmektedir. Bir İslâm beldesinde Ulü'l-emr yani üst otorite, içtihad
yapacak güce sahipse, o da bu yasama işine dahil olur. Aksi hâlde, yasama,
mevcut mezhep veya içtihadlar arasında tercih yaparak uygulanır. İslâm
Devleti'nin en üst organının yaptığı düzenlemeler, şer'î esâslar dahilinde
yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur. Ulû'l-emr'in bu faaliyeti özellikle
içtihâdı hükümlerin bağlayıcılık vasfını kazanması için gereklidir. O,
isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli'l-hal ve'l-akd
denilen uzman kişilerden oluşan şûra meclisinin görüşlerini alır (bkz. en-Nisâ,
4/59; Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39).
c) İslâm fıkhının kapsamı insanın kendisi,
toplum ve yaratıcıyla olan münasebetlerini düzenler. Çünkü fıkıh, hem
dünyevî, hem uhrevî niteliğe sahiptir. Hem din, hem devlettir, kıyamete
kadar süreklidir ve bütün insanlığa yöneliktir. Bu hükümlerin özelliği
bütüncül oluşudur. Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir,
birbirinden ayrışmış hayat alanları veya lâik temellerle dini hükümlerin
ayrışmışlığı sözkonusu değildir. Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum
hayatı, herkesi mutlu ve huzurlu kılma düşüncesi, Allah'ın gizli-açık her
şeyi kontrol etmekte olduğu esası bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir.
İslâm, bu anlamda bütün beşerî sistemlerden ayrılmaktadır.
Fıkh'ın yöneldiği mükelleflere ait söz, fiil,
akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: ibadetlere ait hükümler;
temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasındaki
münasebetleri düzenleyen hükümler. Bu konu ile, ilgili olarak, Kur'an-ı
Kerîm'de yüzkırk kadar ayet vardır.
kincisi, muamela hükümleridir. Akit,
hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanların birbirleriyle ve toplumla olan
münasebetlerini düzenleyen hükümler. Bunlar, beşerî hukuktaki umûmî ve
hususî hukuk alanına girmektedir. Bunların gâyesi; ferdin fertle, ferdin
toplumla veya toplumun diğer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir.
Muamelat hükümleri şu dallara
ayrılmaktadır:
Aile hukuku: "el-ahvâlü'ş-şahsiyye"
denilen bu hükümlere Kur'an'da nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir, nesep,
miras gibi terimlerle yer verilmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş
kadar ayet vardır.
Medenî hükümler: Alım-satım, kira,
kefâlet, ortaklık, borçlanma, borcu ödeme gibi fertler arasındaki mâli
ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin hakkını koruyan hükümler, bu
niteliktedir. Bu hususta da Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş ayet vardır.
Ceza hükümleri: Bunlar, mükellefin
işlediği suçlar ve bunlara uygulanacak müeyyidelerle ilgilidir. Amaç, can,
mal, ırz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki
ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır. Bu konuda otuz kadar âyet-i
kerime vardır.
Usûl hukuku: Kaza, dava, isbat yolları
gibi konuları kapsar. Bunlarla ilgili olarak yirmi kadar ayet vardır.
Anayasa hukuku: Devlet nizâmını ve bu
nizâmın işleyiş tarzını belirleyen, yönetenle yönetilenler arasındaki
ilişkileri düzenleyen hükümler olup, "el-Ahkâmü's-Sultaniyye" adıyla
incelenmiştir.
Devletler umumi ve hususî hukuku: Bu
hukuk dalı, İslâm devletinin barış ve savaş zamanlarında diğer devletlerle
olan münasebetlerini, müslüman ve zimmet ehli vatandaşların haklarını
düzenler. Bu konu ile ilgili olarak yirmibeş ayet vardır.
İktisat ve maliye hukukuna dair on
ayet vardır. Bu ayetler, İslam devleti'nin gelir kaynakları ile harcama
yerlerini gösterir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk
1984, I, 15 vd; M. Ebû Zehra. Usulü'l-Fıkh, s.96 vd).
Bu prensipler, fertle devlet
arasındaki mâlı ilişkileri düzenler. Bir İslâm ülkesindeki mallar şu
kısımlara ayrılır:
1- Genel ve özel devlet malları:
gânimetler, öşür, gümrük, haraç, katı ve sıvı madenler, tabii kaynaklar. 2-
Toplum malları: Zekât, sadakalar, adak ve krediler. 3- Aile malları:
nafakalar, miras ve vasiyetler. 4- Fert malları: ticaret, kira ve şirket
gelirleri ile diğer meşrû gelirler, mâli cezalar; keffâretler, diyet ve
fidyeler.
d) İslâmî amelî hükümler, helâl ve haram olarak
dinî bir vasıfla nitelenir. Beşerî hukukta, böyle bir değerlendirme
sözkonusu değildir. İslâm'da muâmelelerin hükümleri, dünyevî ve uhrevı diye
ikiye ayrıldığı için, dünyevî olan fiil veya tasarrufun dış görünüşüne
dayanır.
Mahkeme kararları (kazâı hüküm) bu gruba girer.
Çünkü hâkim, gücünün yettiği şekilde hüküm verir. O'nun hükmü bâtılı hak,
hakkı bâtıl kılmaz. Yani gerçekte haramı helâl, helâlı haram yapmaz. Diğer
yandan kaza, fetvanın aksine bağlayıcıdır. Uhrevî hüküm ise, bir şeyin
gerçeğine dayanır. Bununla kişi ve Allah arasında amel edilir. Buna diyânı
hüküm denir. Hükmün bu yönü, fetva ile ilgilidir. Fetva, sorulan dinî bir
meselenin şer'î hükmünü bağlayıcı olmamak üzere haber vermek demektir.
Hükümler arasında böyle bir ayrımın yapılması şu hadise dayanır:
"Ben, ancak bir beşerim. Siz bana
muhakeme ile başvuruyorsunuz. Taraflardan birisi davada delillerini
diğerinden daha iyi açıklayabilir. Ben de dinlediğim ifadelere göre, onun
lehine hüküm verebilirim. Kime bir müslümanın hakkını verirsem, bu, (onun
elinde) ateşten bir parçadır; onu alsın veya terketsin" (Kütübi Sitte, Mâlik
ve Ahmed b. Hanbel'de yer almaktadır).
Bu ayırımın faydası şudur: Boşama,
yemin, borç, ibrâ, ikrâh vb. konularda hâkimin görevi müftününkinden
farklıdır. Hâkim, olayların dış görünüşüne göre hüküm verir. Eğer bu iki yön
çatışırsa, iç görünüşe göre fetva verir. Meselâ: Bir kimse, borçlusuna
bildirmeksizin, onu borçtan ibrâ etse, sonra da mahkemeye başvurup,
alacağını talep etse, hâkim, borcun ödenmesine hüküm verir. Fetvaya göre
ise, ibrâ ettiği için artık bu alacağını talep edemez (ez-Zühaylî, a.g.e.,
I, 2 1 -22) .
d) Fıkhın, bu günkü devletler umumi
hukukuna tekabül eder bölümüne 'siyer' denir.
e) Usul-i Fıkıh, fıkıh metodolojisi ve
fıkıh nazariyesidir. Delillerin istinbat
usulünü ele alır.
Hamdi DÖNDÜREN