KIYAS
Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey
arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan
bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass
bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimi.
K.Y.S kökünden, "kâse" ve "kâyese" dili geçmişin mastarı. Müctehid
tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve
Sünnet'e dayandırılır. Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya
hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır. (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab,
Beyrut 1374/1955, "kıyas" maddesi; Nesefi, el-Menâr Fi Usûli'l-Fıkh,
İstanbul 1326, s.22; Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdiru't-Teşrii'l-İslâmi, Küveyt
1970, s.21, Sadru'ş-Şeria'nın Tenkihu'l-Usûl'ünden naklen).
İmam Şafiî (ö 204/819) kıyas hakkında şöyle der:
'Her hadise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu
gösteren bir delâlet vardır. Meselenin açık hükmü varsa ona uymak gerekir.
Eğer belirli bir hüküm yoksa, meselenin hak olan hükmüne götüren yolun
delili ictihad ile aranır, ictihad ise kıyastan ibarettir' (Şâfiî, er-Risâle,
Kahire 1940, s.477).
Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur:
Nass'a dayanan bir meselenin hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti
taşıyan ve nass ile belirtilmemiş bulunan mesele için de sâbit kılmaktan
ibarettir.
Aşağıdaki örnekler kıyasın anlaşılmasına
yardımcı olur. Hz. Peygamber: "Hâkim, öf keli iken iki kişi arasında hüküm
vermesin " (Buhârî, Ahkâm, 13) buyurmuştur. Buna kıyas yapılarak,
Mecelle'nin 1812. maddesinde; "Hâkim gam ve gussa (keder) ve açlık ve
galebe-i nevm (uykulu) gibi sıhhat-ı tefekküre (sağlıklı düşünmeye) engel
olabilecek bir ârıza ile zihni müşevves (karışık) olduğu halde hükme tesaddî
(teşebbüs) etmemelidir" denilmiştir. Hadiste geçen "öfke hâli" ile, Mecelle
maddesindeki "üzüntü, keder, açlık ve şiddetli uyku halleri" arasındaki
ortak illet, bu gibi hallerin sağlıklı karar vermeye engel teşkil etme
ihtimalidir (Mahmud Es'ad, Telhîsu Usûli'l-Fıkh, İzmir 1313, s.12)
"Kur'ân'da iki kız kardeşi bir nikâh altında
toplamak yasaklanmıştır."
(en-Nisâ, 4/23). Hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Kadın, halası ve teyzesiyle bir nikâh altında toplanamaz" (Buhârî, Nikâh,
27). Bunlara kıyas yapılarak; biri erkek farz edildiğinde diğeriyle
evlenmesi caiz olmayacak derecede mahrem hısım olan iki kadının bir nikâh
altında toplanamayacağı esası benimsenmiştir. Çünkü bütün bunlar,
akrabalığın hiçe sayılmasına ve sılâ-i rahmin kesilmesine yol açmaktadır
(Hallaf, a.g.e., s. 24).
İslam hukukunda Kitap, Sünnet ve İcmâ'dan sonra
dördüncü aslî delil kıyas'tır. Ancak kıyas, ilk üç aslî delil gibi kesin
bilgi ifade etmez. O, vücub
değil, cevaz ifade eder. Buna göre kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm
isbat etmeyip, üç delilden biriyle sabit olan ve delili gizli bulunan hükmü
ortaya çıkarır. Yani kıyas, bir çeşit ictihad olduğu için kendi başına bir
hüküm bildirmez, nass (âyet-hadis) veya icmâ' ile bildirilen hükmü yeni
mese-leye nakleder. Kısaca zannî olmakla birlikte kıyasın hükmü
nakletme(tadiye) dir (Abdülkadir Şener, Kıyas İstihsan İstislah, Ankara
1974, s.70; es-Serahsî, Usûl, vrk. 98/a, 178/a'dan naklen; M. Es'ad, a.g.e.,
s.11).
Kur'ân-ı Kerîm'de benzer olayların,
benzer hükümlere tabi tutulduğunu bildiren âyetler vardır. Ezcümle:
"Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin uğradıkları âkıbetlerin nasıl
olduğuna bakmazlar mı? Allah onları helâk etmiştir. Kâfirler için de aynı
âkıbet vardır" (Muhammed, 47/10). Şu iki âyette de birbirine benzemeyen
olayların, hükmünün de farklı olduğu bildirilir. "Yoksa kötülük işleyenler,
hayatlarında ve ölümlerinde, tam eşit olarak, iman edip salih ameller
işleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı sanırlar? Ne kötü hüküm
veriyorlar" (el-Câsiye, 45/21). "Yoksa Biz, iman edip salih ameller
işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk, çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa
Allah'tan hakkıyla korkanları, günahkârlar gibi mi tutacağız" (Sâd, 38/28).
Hz. Peygamber de, benzer olaylarda
akıl metodunun kullanılmasını şu uygulamasıyla göstermiştir. Rivayet
edildiğine göre Hz. Ömer (ö. 23/643), Rasûlüllah (s.a.s)'e gelerek; "Ya
Rasûlüllah, bugün büyük bir iş yaptım, oruçlu olduğum halde karımı öptüm"
demiş; Hz. Peygamber; "Oruçlu iken su ile mazmaza (ağıza su alıp çalkalamak
ve sonra suyu dışarı atmak) yapsan ne lâzım gelirdi?" buyurmuş, Hz. Ömer de;
"Bir şey gerekmezdi" diye cevap vermiş; bunun üzerine Hz. Peygamber, "O
halde orucuna devam et" (Ebû Dâvud, Savm, 33; Dârimî, Savm, 21) buyurmuştur.
Bu duruma göre, mazmazanın orucu bozmadığı bilinince, aynı nitelikte olan
öpmenin de orucu bozmaması, kıyas metoduyla aklın ulaştığı bir sonuçtur.
Böylece, Hz. Peygamber ümmetine, mantık yoluyla, benzer problemleri çözme
yolunu göstermiştir. O'nun bu metodu kullandığına dair birçok haber
nakledilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen
ictihad, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek ve daha sonra
sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vb. adlar altında,
âyet ve hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir.
İmam Şâfiî'nin (ö.204/819) yakın
arkadaşlarından el-Müzenî (ö.264/877) kıyas hakkında şöyle demiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.s)'in asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün
hükümlerde kıyasları kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin
de bâtıl olduğunda ittifak (icmâ') etmişlerdir. Buna göre, kimsenin kıyası
inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü kıyas, olayları birbirine benzetme ve sonuç
olarak ayni hükme bağlama metodudur" (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fikh,
s.220).
Kıyasın Delil (Huccet) Oluşu;
Kıyas, temelde akıl ve mantık metodu
olduğu halde, bazı hukukçuların çoğunluktan ayrı görüş öne sürdükleri
görülür. İslâm hukukçularının kıyas hakkındaki görüşleri üçe ayrılır:
a) Kıyasa büyük bir önem vererek onu
huccet kabul edenler. Ebû Hanîfe (ö.150/767), imam Şafii (ö.204/ 819), imam
Mâlik (ö.179/795) ve bunları izleyenler örnek verilebilir.
b) Kıyası yetersiz görerek, ona ancak
zorunlu hallerde başvuranlar. Buna, Ahmed b. Hanbel (ö.241/855) örnek
gösterilebilir.
c) Kıyası tamamen reddedenler. Zâhirîler ve
Şiiler bu gruba girer.
Ayet ve hadislerin sınırlı, hayat olaylarının
ise sonsuz olduğu ve her olayın bir hükme bağlanması gerektiği gözönüne
alınırsa, bu yeni meseleleri çözmek için kıyasa başvurmaktan başka bir çare
olmadığı anlaşılır. Kıyas, bir delil kabul edilmediği takdirde bir çok yeni
meseleyi çözmek mümkün olmaz. Nitekim Hz. Ömer, Kadı Ebû Musa el-Eş'arî'ye
(ö.44/664) yazdığı ünlü mektubunda; "birbirine benzer şeyleri iyice tanı ve
ona göre meseleleri kıyas et." (es-Serahsı, el-Mebsût, Kahire 1324-1331,
XVI, 62, 63; İbn Kayyim, İ'lâmü'l Muvakkı'in, Delhî 1313-1314, I, 30)
diyerek, kıyasın bir delil olduğunu ifade etmiştir. Ebû Hanîfe'nin üstadı,
Hammad b. Ebı Süleyman'ın (ö 120/738) kendisinden fıkıh ilmi aldığı İbrahim
en-Nehaî (ö.95/714); "Ben bir hadisi ezberliyorum, sonra da ona yüz şeyi
kıyas ediyorum" (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983,
s.52) demiştir.
Kıyası delil olarak kabul eden çoğunluk
hukukçular Kur'ân ve Sünnete dayanır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Ey iman
edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan yöneticilere
(ulü'l-emr) itaat edin. Eğer bu şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve
Peygamber'e inanıyorsanız, onu Allah'a ve Peygamber'e havale edin" (en-Nisa,
4/59). Bir şeyi Allah'a ve Peygamber'e havale etmek, Kitap ve Sünnetin
amaçlarını tam olarak bilmekle olur. Bu da Kur'an ve Sünnetin illetine
dayanır ki, o da kıyastır. Kur'ân, birtakım hükümlerin illetine yer verir.
Nitekim, kısas'ın hikmeti zikredilirken; "Kısasta sizin için hayat vardır"
(el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in, oğulluğu Zeyd bin
Hârise'den boşanmış olan Zeyneb (r.anhâ) ile evlenişinin sebebi şöyle
açıklanır: "Mademki, Zeyd, Zeyneb'le ilişiğini kesti, onu seninle
evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu
esleriyle evlenmeleri hususunda mü'minlere bir zorluk olmasın" (el-Ahzâb,
33/37).
Sünnet de hükümlerin illetine işaret etmiş ve
bir kısım hükümlerin illetlerini açıklamıştır. Meselâ; başkasının evine
izinsiz girmeyi yasaklayan âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler,
kendi evlerinizden başka evlere, sahiplerine seslenip selâm vermeden
girmeyiniz. Eğer düşünürseniz, bu sizin için daha iyidir" (en-Nûr, 24/28,
29). Hz. Peygamber burada, başkasının evine girerken izin istemenin
illetini; "İzin ancak göz için emredilmiştir" hadisiyle açıklamıştır
(Buhârî, Diyât, 23; Libâs, 75).
Hükümlerde kıyasın sübûtu üzerinde ashab-ı
kiramın ittifakı (icmâ') vardır. Meselâ; Hz. Ebû Bekr (ö. 13/634), miras
konusunda, ölenin babası bulunmayınca, babanın babasını (dede), baba
hükmünde saymıştır. Çünkü, dedede babalık anlamı vardır. İbn Abbas
(ö.68/687) da dedeyi oğlun oğluna kıyas etmiştir (Ebû Zehra, a.g.e., 223,
224). Bazı sahabîler Ebû Bekr'e (r.a) bey'at ederken, namaz imamlığı ile
Devlet başkanlığını (hilâfet, imâmet-i âmme) Kıyas ederek şöyle demişlerdi:
"Peygamber (s.a.s) O'nu din işimizde imam tayin etmiştir. Öyleyse biz O'nu,
dünya işimizde niçin imanı tanımayalım ?" (es-Serahsı, Usûl, Kahire
1372-1373, II, 131, 132; İbn Kayyim, İ'lâm, Kahire 1325, 1326, I, 253).
Kıyası Kabul Etmeyenler ve Delilleri:
Kıyası kabul edip etmemenin temelinde hükümlerin
illeti problemi yatar. Kıyası kabul edenlere göre, şer'i hükümlerin
illetleri, akıl ile kavranabilen anlamları ve bir kısım amaçları vardır. Bir
illet ve amaçlar, hakkında nass bulunmayan konularda da gerçekleşirse,
nass'ın hükmü bu benzer meselede de sabit olur. Kıyası tanımayanlara göre
Kıyas, İslâmî bir huccet değildir; nass'ların illetleri bilinemeyeceği için,
hüküm onların dışındaki konuları kapsamına almaz.
Rey ictihadını, Kıyası, sahabe ve tâbiûn
fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerin başında zâhirîler gelir.
Bunların önemli temsilcileri İbrahim en-Nazzânî (ö. 231/845), Mu'tezile'den
Ca'fer b. Harb (ö.236/850), Ca'fer b. Mübeş-Şîr (ö.234/848), Muhammed b.
Abdillah el-İskâfî (ö.240/854) ile ehl-i sünnetten Dâvud b. Alî ez-Zâhiri
(ö.270/883) dir.
Üçüncü hicrî asırda doğuda Hanbelî mezhebinin
yerini tutmuş bulunan Zâhiriye mezhebi daha sonra Endülüs'e intikal
etmiştir. Buradaki temsilcileri Münzir b. Saîd el-Bellûtî (ö.355/966), oğlu
Saîd b. Münzir (ö.403/1012), İbn Hazm'ın hocası Mes'ûd b. Süleyman (ö.
420/1029) ve ibn Hazm (ö. 456/1063) dır (Şah Veliyyullah, Huccetullah, Mısır
1966, I, 319, 340, II, 62; Ebû Zehra, İbn Alazm, Kahire, t.y., s.267-274).
Zâhirîlerin hüküm kaynakları şunlardır: Âyet ve
hadisin nass'ı, Hz. Peygamber'den sahih olarak bize gelmiş fiil ve ikrar,
hakkında hiç bir ihtilaf bulunmadığı kesin olarak bilinen icmâ ile bu nass
veya icmâa dönen delil (İbn Hazm, el-İhkâm, Nşr., Ahmed Muhammed Şakir,
Mısır, t.y., s.931).
Kıyası reddedenlerin dayandığı deliller:
a) Âyet ve hadislerin nass'ları, hâdiselerin
hükümlerini farz, sünnet, mendub, haram, helal veya mübah olarak
belirlemiştir. Farz, sünnet, haram veya mekruh kılınmayan her şey mübahtır
(bk. el-Bakara, 2/29; el-Mâide, 5/101). Bu yüzden Kıyas ve reye dinde yer
yoktur.
b) Şu âyetleri de delil getirirler: "Ey iman
edenler, Allah ve O'nun elçisinin önüne geçmeyin..." (el-Hucurât, 49/1).
"Allâh'ın indirdiği ile aralarında hükmet" (el-Mâide, 5/49). "Biz, Kitap'ta
hiçbir şeyi eksik bırakmadık " (el-En'âm, 6/38). "Her şeyi açıklamak için
sana Kitab'ı indirdik" (en-Nahl, 16/89)."Hakkında bilgi sahibi olmadığın
şeyin ardına düşme" (el-isrâ, 17/36) (es-Serahsî, Usûl, Beyrut ty., II, 119
vd.).
Bu âyetler dikkatlice incelendiğinde, Kıyas'ın
aleyhine bir sonuca varılamaz. Çünkü ilk âyette yasaklanan husus, Allah'a ve
Peygamberine itaatsizliktir. İkinci âyette, Allâh'ın indirdiği Kitap ile
hükmedilmesi istenmektedir. Kur'ân'da açıklanmamış olan meselelerin ictihad
yoluyla çözümlenmesi gerekir ki, kıyas da bu yollardan birisidir. Üçüncü
âyette "Kitap"tan maksat ilâhı ilimdir. Diğer yandan Kur'ân'ın her şeyi
açıklamak için indirilişi, genel ve küllî prensipler koymak içindir.
Hakkında bilgi sahibi olmadığımız sevin ardıma düşmeyi yasaklayan son âyet
ise inançla ilgilidir (Yunus, 10/209; el-Hucurât, 49/12). Çünkü, amelî
konularda gâlib zanla hüküm verilebilir. Şer'î nass'lardan çoğunun delâleti
zannî olup, bunlardan çıkarılan hükümler ictihada dayanmaktadır Abdulvehhab
Hallâf, Mesadir, Kuveyt 1970, s.35 vd.).
c) Sünnet; Hz. Peygamber'in böyle dediği
nakledilmiştir: "Bu ümmet bir süre Allah'ın Kitabı ile amel eder, bir süre
O'nun elçisinin sünnetiyle, bir süre de rey ile amel eder. Rey ile amel
ettiği zaman onlar hem kendileri sapar, hem de başkalarını sapıtırlar"
(Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, Feyzu'l-Kadir ile birlikte, Mısır 1938, III,
256).
Bu hadis, kıyası reddetmek için yeterli
değildir. Çünkü, İbnü's-Sübkî (ö.771/1369), hadîsin bazı râvilerinin, İbn
Maîn tarafından tekzib edildiğini ileri sürerek, bu hadisin delil
olamayacağını söylemiştir (Hallâf, a.g.e., s.38). Ebû Zür'a da (ö.282/895),
bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürmüştür (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, Mısır
1938, III, 256).
d) Hz. Ömer'in; "Kıyas'tan sakınınız" (Dârimî,
Sünen, Dımaşk 1349, I, 66) sözünü, O'nun kadılarını ictihad ve kıyasla hüküm
vermeye teşvik etmesi karşısında, amaca uygun bir şekilde anlamak gerekir.
Nitekim yine Ömer (r.a) bu sözünü böyle açıklamıştır: "Rey sahiplerinden
sakınınız, çünkü onlar dinin düşmanlarıdır Hadisleri öğrenip ezberlemekten
âciz kaldıkları için rey ile söz söylerler ve böylece hem kendileri
saparlar, hem de başkalarını saptırırlar" (es-Serahsî, a.g.e., II, 121). Bu
duruma göre Hz. Ömer, Alî ve İbn Abbas gibi sahabelerden rivâyet edilen
kıyas aleyhindeki sözleri, meselelerin hükümlerini Kitap ve Sünnet'te
araştırmaksızın yapılan kişisel görüş ve kıyaslarla ilgili olarak
değerlendirmek gerekir. Çünkü rey ve kıyasa çokça başvuruları lrak ekolünün
oluşmasında büyük etkisi olan Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Ömer
(ö.23/643) ve Hz. Alî b. Ebî Tâlib (ö.40/660) kıyas ehli idiler. Diğer
yandan Irak yöresine ilim yayan İbn Mes'ud'un, hemen hemen hiçbir meselede
Hz. Ömer'e muhalefet etmediği nakledilir (İbn Kayyim, İ'lam, I, 16, 17, 20,
21).
Sonuç olarak, kıyası tanımayan zâhirîler,
nass'ların illetini dikkate almadıkları için çeşitli hükümlerde çelişkilere
düşmüşlerdir. Sözgelimi onlar, nass bulunduğu için insan idrarının pis
olduğunu; domuz bevlinin ise, hakkında nass bulunmadığı için temiz olduğunu,
yine aynı sebeple köpeğin salyasının pis ve bevilinin temiz olduğunu kabul
etmişlerdir. Eğer onlar nass'ların metni yanında, ruhu üzerinde de
düşünselerdi bu çeşit çelişkilere düşmezlerdi (kbû Zehra, a.g.e., s.227).
Kıyasın Rükünleri:
Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin
hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan
meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince, buradan dört rukün
ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve illet.
a) Asl (el-asl): Fer'in kıyas edildiği hükmün
dayandığı delile, başka bir deyimle, hakkında doğrudan hüküm bulunan konuya
"asl" denir. Bu asl; nass (âyet-hadis) veya icmâ olmaktadır. Çünkü icmâ'ın
senedi, yani hukukî dayanağı da genel olarak nass'tır. Meselâ; âkıl, bâliğ
ve reşîd bir kızın kendi malı üzerinde tam velâyet hakkına sahip olduğu icmâ
ile sabittir. Buna kıyas yapılarak, böyle bir kız, evlenme konusunda da
serbest olup, rızası dışında zorla evlendirilemez (Ebû Zehra, a.g.e.,
s.228-229). Kıyasla sabit olan bir hükmün, yeni bir kıyas için ası olup
olamayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır. Çoğunluğa göre;
kıyas, başka bir kıyas için asl olamaz. Çünkü, ikinci kıyasın illeti ile,
birinci kıyasın illeti aynı ise, kıyas ilk asl'a dayalı olarak yapılmış
sayılır. İlletler farklı ise, ikinci kıyas geçersiz olur.
Mâlikîlere göre ise, kıyas üzerine kıyas
geçerlidir. Mâlikî hukukçu Hafîd ibn Rüşd (ö.520/1126) bu konuda şöyle der:
"Fer', hükmü bilinince asl olur ve ondan elde edilen başka bir illet
dolayısıyla yeni bir mesele ona kıyas yapılabilir. İkinciye, hükmü sabit
oluncaya kadar "fer"' adı verilir. Bu ikinci meselenin de hükmü sâbit
olunca, ortak illet göz önüne alınarak, başka bir mesele de buna kıyas
yapılabilir. Kısaca; Kitap, Sünnet ve İcmâ' delillerinden birisine kıyas
mümkün olmazsa, bunlara dayanan kıyas üzerine de kıyas yapılabilir. Bu
konuda İmam Mâlik (ö.179/795) ve arkadaşları görüş birliği içindedir" (Ebû
Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, ty, s.220-221).
b) Fer': Bu, asl'a kıyas yapılarak hükmü
belirlemek istenen meseledir. Fer'in kıyas konusu olabilmesi için iki şart
vardır:
1) Fer'in hükmünün nass veya icmâ ile
belirtilmiş olmaması gerekir. Çünkü hakkında nass bulunan bir konuda kıyasa
ihtiyaç kalmaz. Ancak bazı Hanefî ve Mâlikî hukukçuların, âhâd haber (tek
ravinin naklettiği hadis) ve zannî delillerden ibaret nass'lar bulunduğu
halde kıyasa başvurdukları olmuştur. Bu, aslında âhâd haberi zayıf sayma
veya kıyas yaparken zannî delili tahsis etme esasına dayanır.
2) Asıl hükmün illeti ile fer'in illetinin ortak
olması gerekir. Meselâ; şarabın yasaklanma illeti sarhoş etme özelliği
olunca, sarhoş edici her içkinin şarap hükmünde sayılması kıyasa dayanır.
Eğer bir şey sarhoş edici özelliğe sahip olmadığı halde, kişinin bünyesinden
kaynaklanan bir sebepten dolayı aklın gitmesine sebep oluyorsa, o şeyin
kullanılması haram olmaz. Çünkü illette ortaklık yoktur. Şeker hastasına
bazı gıdaların zarar vermesi hatta onu komaya sokması buna örnek
verilebilir. Burada, genelleme yoluna gidilmeksizin, yalnız bu kimseye
mahsus yasaklama olabilir.
c) Hüküm: Hakkında nass veya icmâ bulunan
şeydir. Bunun kıyas yoluyla asl'dan fer'a geçmesi için iki şartın bulunması
gerekir.
1) Hüküm, şer'i ve ameli olmalıdır. Kıyas,
yalnız ameli hükümlerde olur. Çünkü fıkhın genel olarak konusu bu
hükümlerdir.
2) Hükmün anlamının akıl ile kavranabilir
nitelikte olması gerekir. Yani onun meşru oluş sebebini akıl kavramalı veya
âyet ya da hadis bu sebebe işaret etmiş bulunmalıdır. Meselâ; içki, kumar,
murdar hayvan eti, hırsızlık gibi yasakların hikmetini akıl kavrar. Fakat
teyemmüm, namazın rek'atlerinin sayısı veya namazın kılınma iekli gibi
illeti akılla bilinemeyen hükümlerde kıyas söz konusu olmaz.
Buna göre İslâm hukukçuları hükümleri; taabbûdî
ve manası akıl ile kavranabilen hükümler olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
Meselâ; hacla ilgili ibadetler taabbûdî olup, bunların illetini bilme imkânı
bulunmaz. Şüphesiz bunların hikmet ve faydaları vardır. Mânası akılla
kavranabilen hükümlerde ise illetleri insan aklı kavrar ve bunlarda kıyas
cereyan eder.
Ebû Hanife'ye göre dini nasslardaki hükümlerin
hepsinin anlamı akılca kavranabilir ve illetleri anlaşılabilir, ancak
taabbudi olduğuna dair delil bulunanlar bundan müstesnadır (Zehra, a.g.e.,
s.233, 234).
d) İllet: Sözlükte; mevcut durumu değiştiren
şeye "illet" denir. Hastalığa da illet denmiştir, çünkü, kişi bedeninde
değişiklik meydana gelmiştir. Bir hukuk terimi olarak illet, mevcut durum ve
hükmü değiştirmeye, mübah olan bir şeyi yasaklamaya veya yasak olan bir şeyi
mübah kılmaya sebep olan şeydir. İllet aynı zamanda âyet ve hadislerin mânâ
ve gayesidir. Fıkıh usûlünde şer'i illetlere "kıyas", "delil' ve "nazar" adı
da verilir.
İlletle, sebep ve hikmet birbirinden farklı
terimlerdir. Bir hükmün illeti o hükmün bağlı olduğu ve kendisine bina
edildiği şeydir. Hükmün bağlı olduğu şey akıl ile kavranabiliyorsa buna
illet, akıl tarafından kavranamıyorsa buna da sebep adı verilir. Meselâ;
vaktin girmesi, namazın farz olması için bir sebeptir, illet değildir. Çünkü
namazın niçin o vakitte farz kılınmış olduğunu akıl anlayamaz.
Bu duruma göre her illet sebep
olabilir, fakat her sebep illet olamaz. Şâfiîlerin çoğu sebebe dayanarak
kıyas yapılabileceğini söylerken, Hanefi ve Mâlikîler kıyasın yalnız ortak
illete dayanarak yapılabileceği görüşünü benimserler. Tercih edilen görüş de
budur (el-Âmidî, el-İhkâm, Mısır 1914, IV, 86; İbn Hâcib, el-Muhtasar,
İstanbul, 1307-1310, IV, 417; A. Hallaf, Masâdir, Küveyt, 1970, s.50).
Hikmet; şer'i bir hükmün meşrû
kılınışında gözetilmiş olan maslahattır. Hikmetle illet farklı terimlerdir.
Meselâ; Ramazanda hasta veya yolcu olan kimseye oruç tutmama ruhsatı
verilmiştir. Bu ruhsatın hikmeti güçlüğü kaldırmak, illeti ise yolculuk veya
hastalıktır. Bu yüzden yolculuk veya hastalık hali bulununca, oruç tutmak
güçlük meydana getirmese bile, kişi bu ruhsattan yararlanabilir (bk.
el-Bakara, 2/183-184). Yine bir gayri menkulde, ortak veya bitişik komşulara
tanınan "şüf'a hakkı (ön alım hakkı)"nın hikmeti, onları zarara uğratmamak,
illeti ise, ortaklık veya bitişik komşu bulunmaktır (bk. Ali Şafak,
Hadislerde ve Mukayeseli Hukukta şüf'a Hakkı, Erzincan 1981). Usulcülerin
çoğu kıyasta illeti esas alırken, bazı Mâlikîler ve Hanbelî usulcülerin
çoğu, özellikle İbn Teymiyye (ö.728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyim
el-Cevziyye (ö.751/1350) illet yerine hikmeti (uygun vasıf) esas
almışlardır. Bu görüşü benimseyen Hanbelîlere göre, birbirine benzeyen
meseleler arasındaki asıl bağ, şer'î hikmettir (Ebu Zehra, İbn Hanbel,
Kahire 1367, s.277, 278).
İlletin şartlarına gelince beş
tanedir.
1) Açık bir vasıf olmak. İllet, bir
şeyi sabit kılmak için elverişli olmalıdır. Meselâ; bir çocuğun nesebinin
sabit olması için illet, nikâh akdinin bulunması veya nesebin ikrarıdır.
Yine küçük yaşta bulunma (sığâr), mal üzerinde başkasının velâyet hakkının
illetidir. Bu açık vasıf, küçüğün evlenme konusunda da, velâyet altında
olduğunu isbata elverişli bir illettir.
Eğer illet gizli bir şey ise, ona
delâlet eden açık bir beyin bulunması gerekir. Meselâ; akitler karşılıklı
rızaya dayanan borçlandırıcı fiillerin esasını teşkil eder. Âyette şöyle
buyurulur: "Karşılıklı rızanıza dayanan bir ticaretle birbirinizin mallarını
yemeniz müstesnadır" (en-Nisâ, 4/29). Rıza gizli bir şey olduğu için bunun
akit sırasında sözlü veya yazın olarak ifade edilmesi, şahit gerektiren
durumlarda bunun da eklenmesi gerekir (bk. el-Bakara, 2/282).
2) İllet sabit olmalı, şahıs, belde
ve çevreye göre değişmemelidir. Meselâ; şuf'a hakkına sahip olabilmek için
ortaklık veya komşuluk illet olarak aranır. Şüf'a hakkına sahip olmanın
hikmeti olan "zararı önleme" ise yeni müşterinin durumuna göre değişebilir.
Bu yüzden, yeni müşterinin zararsız bir kimse olduğu ileri sürülerek şüf'a
hakkı düşürülemez. Yine bazı yolculuklarda güçlük bulunmadığı öne sürülerek,
seferilik ruhsatları kaldırılamaz.
3) İlletle hüküm arasında uygun bir
bağlantı bulunmalıdır. Meselâ; sarhoş edicilik, şarabın haram kılınışına
uygun bir vasıftır. Yine, mirasçının bir an önce mirasa konmak için mûrisini
öldürmesini engellemek için, bu fiili işleyen katili mirastan mahrum etmek
uygun bir illettir.
4) İlletin sirayet edici nitelikte
olması gerekir. Yani illet, ait olduğu hükme ait kalmamalıdır. Sözgelimi;
yolculuk orucun tutulmayıp kazaya bırakılabilmesi için, oruca mahsus bir
illettir. Buna kıyas yapılarak yolcunun namazını da kazaya bırakabileceği
sonucuna varılamaz. Çünkü yolcunun namazını kısaltarak kılabileceği
konusunda başka nass'lar vardır (bk. en Nisâ, 4/101; Buhârî, Salât, 1;
Müslim, Müsâfirîn, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 45).
5) Vasfın geçersiz olduğunu
gösteren bir delil bulunmamalıdır. Bu da illetin tamamen nasslara aykırı
olmasıyla ortaya çıkar. Meselâ; Endülüslü bir fakihin, Halîfe için oruç
keffâreti olarak, köle azadı yerine altmış gün oruç tutması gerektiğini
söylerken ileri sürdüğü sebep geçerli değildir. Çünkü hadiste (Buharı, Savm,
30) ilk sırada köle azadı zikredildiği için, gücü yetenin bununla yükümlü
tutulması asıldır (A. Hallâf, a.g.e., s.50, 51, 52; M.Ebû Zehra,
Usûlü'l-Fıkh, Kahire tş, s.239-241).
Hükümlere esas teşkil eden
illetlerin, aşağıdaki üç yolla elde edildiği tesbit edilmiştir: illetler;
nasslar, icmâ ve ser'î hükümlerin tamamı göz önüne alınarak belirlenir.
1) Nass ile sabit olan illete,
içkinin sarhoş etme (iskâr) özelliği örnek verilebilir. Bu, Kur'ân ve
Sünnet'le sabittir. Kur'an'da; "Ey iman edenler sarhoş iken namaza
yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) buyurulur. Bu âyet, şarap yasağından önce
indirilmiş olup, sarhoşluğun namazla bağdaşmayacağını belirtir. Bu, daha
sonraki yasağın illetine bir işarettir. Şarap yasağının illetinin sarhoş
etme özelliği olduğu şu hadiste ifade edilir. "Sarhoşluk veren her şey
hamr'dır ve her hamr da haramdır" (Müslim, Eşribe, 75). Evlere girerken izin
istenmesinin illeti de bir hadiste şöyle belirtilmiştir: "izin ancak göz
için emredilmiştir" (Buhârı, Diyat, 23, Libâs, 75).
2) İcmâ ile sâbit olan illete
şunlar örnek verilebilir: Oğlunun malı ve şahsı üzerinde, babanın velâyet
hakkına sahip olduğu icmâ ile sâbittir ve bunun illeti babalıktır. Çoğunluk
İslâm hukukçularına göre dede de buna kıyas yapılarak küçük torunu üzerinde
velâyet hakkına sahip görülmüştür. Yine, anne tarafından olan hısımlığı
yüzünden, ana-baba bir kardeş mirasta, baba bir kardeşe takdim edilir. Buna
kıyas yapılarak öz amcanın oğlu, baba bir kardeşin oğluna tercih edilir (M.
Ebû Zehra, a.g.e., s.244, 245).
3) İlleti açıklayan bir âyet, hadis
veya icmâ bulunmazsa, bu, ictihad yoluyla belirlenir.
Meselâ; bir bedevî gelip, Hz. Peygamber'e,
Ramazan orucu tutmakta iken karısıyla cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş;
O da, bunun için; a) Bir köle azat etmesini, b)Buna imkân bulamazsa ardı
ardına iki ay oruç tutmasını, c) Buna da gücü yetmezse, altmış yoksulu
doyurmasını emretmiştir (Buharî, Savm, 30) Burada yasağın illeti açık
değildir. Bu illet; adamın karısıyla Ramazan günü cinsel ilişkide bulunması
mıdır? Yoksa, yalnız orucu bozması mıdır? Burada kendi eşiyle cinsel
ilişkide bulunması aslında haram değildir, ancak onun bu fiili için bir ceza
öngörülmüştür. Çünkü bu fiil, Ramazan orucuna karşı bir saygısızlık teşkil
etmektedir. O halde orucu bozan her fiil, yukarıdaki fiile eşittir. Buna
kıyas yapılarak, Ramazanda orucu kasten bozmaya sebep olan her davranış için
keffâret gerektiği sonucuna varılmıştır.
Kıyasın Kısımları.
Kıyas kuvvet bakımından ikiye ayrılır:
1) Celî (açık) kıyas: Burada illet, fer'ide
asıldakinden daha kuvvetli ve açık olup, asl ile fer' arasındaki fark
kaldırılmış bulunur. Meselâ; Kur'ân'da ceza bakımından zina eden câriyeye,
zina eden hür kadına verilen cezanın yarısı takdir edilmiştir. Bu da elli
değnek vurmaktan ibarettir (bk. en-Nisâ, 4/25; en-Nûr, 24/2). Buna kıyas
yapılarak zina eden köleye de elli değnek ceza takdir edilmiş olup, bunlar
arasındaki cinsiyet ayrılığına itibar edilmemiştir. Buna "kıyas-ı evlâ"da
denir. Meselâ; Kur'ân'da ana-babaya öf bile demek yasaklanmıştır (el-İsrâ,
17/22). Buna kıyas yapılarak ana ve babayı dövmek öncelikle yasaklanmış
demektir.
2) Hafî (gizli) kıyas: Burada asl ile fer'
arasındaki farkın kaldırıldığı zannî olarak bilinir. Meselâ; demir cinsinden
bir şeyle kasten adam öldürmenin cezası kısastır (bk. el-Bakara, 2/178, 179;
el-Mâide, 5/45). Katı bir cisimle kasten adam öldürmenin cezası da buna
kıyas edilmiştir. Hanefiler hafi kıyasa "istihsan" adını vermişlerdir.
Kıyas ve Nasslar:
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, illet,
aynı durumda bulunan bütün meselelere sirâyet edeceğinden, kıyas genel ve
kapsamlı olup bazı nasslarla çatışabilir. Bu konuda üç görüş vardır:
1) Nass bulunan konuda, kesinlikle kıyasa yer
yoktur. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.
2) Kıyas, kat'î (kesin) delillerle çatışmaz; ancak
zannî delillerle çatışabilir. Hanefi ve Mâlikîlerin görüşü budur.
3) Şer'î nass'a aykırı, bir kıyas bulunamaz.
Şer'î nasslarla çatışan kıyaslar fâsittir. Bu görüş de, İbn Teymiyye
(ö.728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye'ye (ö.751/1350) aittir.
Hanefîlere göre, kıyas zannî; bir delildir. Bu
yüzden kıyasla, kat'î bir delil olan âmm (genel) lafızlar tahsis edilmez.
Ancak âmm, şer'î bir delil ile bir defa tahsis edilmişse, artık delâlet
bakımından zannî delil sayılacağından, ikinci olarak kıyas ile de tahsis
edilebilir. Meselâ; "...Bunlardan başkası size helal kılındı."
(en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz.
Peygamber'in ittifakla kabul edilen "Bir kadın, erkek kardeşinin kızı ve kız
kardeşinin kızı üzerine nikâh edilmez" (Buhârî, Nikâh, 27: Müslim, Nikâh,
37, 39) hadisi ile tahsis edilmiştir. Böylece tahsis edilmiş olan bu âyet,
zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir (Ebû Zehra, a.g.e., s.254,
255).
Kıyasın Haber-i Âhadla Çatışması:
İslâm hukukçularının çoğunluğu
kıyasla, âhâd haber çatıştığı takdirde, ahad haberi tercih ederler. Ebû
Hanîfe, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulmaz, derken böyle bir habere
dayanır ve "haber olmasaydı kıyas ile hükmederdik" der. Yine o, namazda
kahkaha ile gülen kimsenin abdesti de bozulur, derken, böyle bir fiilin
abdesti değil, yalnız namazı bozmasını gerektiren kıyası terketmiştir.
Hanefilere göre, bir sahabenin fetvâ
ve sözü bile kıyasa tercih edilebilir. Çünkü O'nun, bu fetvâ veya sözü,
bizzat Hz. Peygamberden işitmiş olması da muhtemeldir (ibn Kayyim, İ'lâm, I,
11; eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, III, 17; Ebu Zehra, a.g.e., s. 256 vd.).
Hamdi DÖNDÜREN