89-Fecr
1- Andolsun tanyerinin
ağarmasına!
2- On geceye,
3- Çifte ve teke.
4-Gitmekte olan geceye.
5- Ki bunlarda akıl sahipleri
için birer yemin déğeri var.
Surenin bu giriş kısmındaki yemin, şeffaf,
cana yakın, hoş olan ruh sahibi yaratıkları ve tabloları içermektedir.
"Andolsun tanyerinin ağarmasına."
Hayatın nefesini kolayca aldığı, sevinç ve
gülümsemenin yayıldığı, ılık ve sevimli bir dostluğun her yeri kapladığı o
ana... Uyuyan varlık aleminin yavaş yavaş uyanmaya başladığı nefesleri ile
sanki birer birer yalvardıkları karanlığın kucağından bir bir ortaya
çıkarken teker teker yakardıkları o ana...
"Ve o geceye". Kur'an'ın ne olduğunu
açıklamadığı bu on gece hakkında değişik rivayetler vardır. Zilhicce'nin
onu, Muharrem'in onu, Ramazan ayının onu denilmiştir. Ama bu şekilde ne
olduğunun belirtilmeden yer alması daha etkili ve daha anlamlıdır. Bu on
gece, ne olduğunu ancak Allah'ın bildiği on gecedir. Ve bunların Allah'ın
katında bir değerleri vardır. Ayetin akışı içerisinde gecelere, özel bir
kişilik havası verilmektedir. Kur'an'ın kıpır kıpır titreyen ifadelerinin
arasından, bizler gecelerin ruh sahibi birer canlı varlık olduklarını, bizim
onlara onların da bizlere sevgi ile bakıştığımızı hisseder gibi oluyoruz.
"Çifte ve teke." Bu üzerine yemin edilen çift
ve tek, bu sevimli ve cana yakın atmosferde, tan yeri vaktinin ve on gecenin
havasında insana namaz ve ibadet esintileri vermektedir. Nitekim Tirmizi'nin
rivayet ettiği bir hadise göre "Namazın tek (vitir) ve çift rekat olanları
vardır." Bu atmosfer içinde en uygun düşen anlam da budur. Çünkü huşu dolu
ibadet ruhu sükunete ermiş varlık aleminin ruhu kucaklaşmakta ve ibadet eden
ruhlar seçkin gecelerin ve parlak sabahların ruhu ile karşılıklı
konuşmaktadır.
"Gitmekte olan geceye."
Gece burada canlı bir yaratıktır (varlıktır).
Kainatın içinde geceleyin gezip dolaşmaktadır. Ve sanki karanlıkta dolaşan
uykusuz bir insan ya da çıktığı uzun yolculuk için gece yürümeyi tercih eden
bir yolcu gibidir. Ne güzel bir ifade ediş! Ne cana yakın bir sahne! Ne
güzel nameler! Ve tanyeri ile, on gece ile, çift ve tek ile ne güzel ahenk!
Bu ifadeler sadece birer sözcük ve ifade
kalıpları değil, aksine birer tanyeri meltemi ve içine güzel koku katılmış
birer çiğdir. Yoksa kalbe dost bir fısıltı mı? Ruha hoş gelen bir sesleniş
ya da vicdana ilhamlar veren bir dokunuş mu?
Bu bir güzelliktir... Sevimli, hoş ve insana
nameler fısıldayan bir güzellik. Bir güzellik ki, şiirsel ve engin
ifadelerin güzelliği bile buna yaklaşamaz. Çünkü bu mükemmel bir şekilde
yoktan var etmenin şaheser güzelliğidir. Ve aynı zamanda gerçeği dile
getirmektedir.
Yukardaki nesneler üzerine yemin edilerek,
neleri ifade etmek üzere söze kuvvet ve güç verildiğine gelince ifadenin
akışı bunu daha sonra açıklamak üzere şu anda gizli tutuyor. Sözkonusu
yeminlerle ifade güçlendirilerek anlatılan, sapıklık bozgunculuk konusudur.
Rabbinin sapıklık edenleri ve bozgunculuk çıkaranları yakalamasıdır.
Allah'ın sapıkları ve bozgunculuk çıkaranları yakalaması gerçektir ve
mutlaka olacaktır. Yüce Allah, bu konuyu pekiştirmek için surenin genel
olarak, gizli dokunuşlarına uygun bir işaret içinde bu çeşit bir yeminle
yemin ediyor ve bunun mutlaka olacağını ifade ediyor.
6- Görmedin mi Rabbin ne
yaptı Ad kavmine?
7- Yüksek sütunlu İrem'e.
8- Ki ülkeler arasında onun
eşi yaratılmamıştı.
9- vadide kayaları oyarak
evler yapan Semud kavmine?
10- ve kazıklar sahibi
Firavun'a.
11-Bunlar ülkelerinde
azmışlardı.
12- Oralarda çok kötülük
etmişlerdi.
13-Bu yüzden Rabbin onların
üzerine azab kırbacını çarptı
14- Çünkü Rabbin her an
gözetlemektedir.
Bu gibi ifadelerde, soru kipi daha çok
uyarıcı ve daha fazla dikkat çekicidir. Burada yüce Allah'ın seslenişi ilkin
Rasulullah'a ve daha sonra da, geçip giden o insan topluluklarının
akıbetlerini görebilen ve düşünebilen herkesedir. Yok olup giden o insan
topluluklarının tümü Kur'an'la ilk kez yüzyüze gelen arapların bildikleri
nesiller ve onlardan kalan kalıntıların varlıklarını belgelediği ve sonraki
nesillerin dillerinde dolaşan hikayelerin tanıttığı insan toplulukları
idiler. "Görmedin mi Rabbin ne yaptı Ad kavmine?" diye fiilin öznesinin
"Rabbin" şeklinde getirilmesi mü'mine gönül huzuru, dostluk ve rahatlık
vermektedir. Özellikle de, Mekke'de yaşayan ve islam davasının ve
Müslümanların karşısına dikilip onları gözetleyen müşriklerin azgınlarının
azgınlıklarına, böbürlenenlerinin zulmüne göğüs gerip katlanan mü'minlere
daha da bir gönül huzuru, dostluk ve rahatlık vermektedir.
Yüce Allah bu kısacık ayetlerde eski tarihin
bildiği ve tanıdığı zalim ve böbürlenenlerin en güçlülerinin akıbetlerini
sergilemiş, bir araya getirmiştir. Önce, ilk Ad kavmi olan İrem diyarında
yaşayan Ad kavminin akıbeti sunulmaktadır. Söylenildiğine göre, bunlar
şehirde veya çölde yaşayan araplardandılar, arap yarımadasının güneyinde
Yemen'le Hazramevt arasında Ahkaf'da, yani kum tepeleri bol olan bir yörede
oturuyorlardı. Bedevi bir hayat sürüyorlardı. Direkler üstüne kurulmuş
çadırları vardı. Kur'an-ı Kerim'de güçlü ve şiddetli olmakla nitelenirler.
Çünkü Ad kabilesi kendi zamanında en güçlü ve ileri kabile idi. O zamanlar,
Ad kabilesi "Ülkeler arasında eşi yaratılmamış" kabile idi.
"Vadide kayaları oyarak evler yapan Semud"
kavmine gelince: Bunlar, arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam
arasında bulunan Hicr diyarında yaşarlardı. Kayaları kesmişler, taşları
yontmuşlar ve köşkler yapmışlardı. Ayrıca dağlarda kayaları yontarak
kendilerine sığınaklar ve mağaralar yapmışlardı.
"Kazıklar sahibi Firavun'a." gelince...
Ayetteki sözü edilen "kazık" büyük bir ihtimal ile, yeryüzüne çakılmış
kazıkları andıran sağlam yapılı piramitlerdir. Burada sözü edilen "Firavun"
ise, Hz. Musa zamanında yaşayan azgın ve zalim Firavundur.
"Ülkelerinde azanlar, orada çok kötülük
edenler" İşte bunlardı. Elbette azgınlığın sonucu bozulma ve alt-üst
olmadır. Çünkü azgınlık, azgınlık edenleri ve azgınlığa kurban olanları aynı
derecede bozar. Öte yandan azgınlık hayatın her noktasında ilişkileri ve
bağları dà bozar, koparır. Ve hayatı, temiz, sağlıklı, yaşatıcı ve yapıcı
çizgisinden çıkararak insanın hiçbir şekilde halifelik görevini doğru-dürüst
biçimde yerine getiremeyeceği bir çizgiye yöneltir.
Azgınlık azgını arzularının esiri yapar.
Çünkü böyle bir kişi, değişmez bir ölçüye boyun eğmez, açık bir sınır
tanımaz. Ve bu yüzden ilk bozulan da kendisi olur. Arkasından kendisine
yeryüzüne halife olarak getirilmiş bir kulun bulunması gereken yerden başka
bir yer seçer. İşte bunun için Firavun'u, azgınlığı bozunca "Ben sizin yüce
Rabbinizim" (Naziat Suresi, 24) demişti ve bu sözle yaratılmış olan kulun
bulunması gereken yeri öteye aşmış ve bu sözü ile şu çirkin iddiayı -ki bu
tam bir bozulmanın ifadesidir- ortaya atmıştı.
Öte yandan azgınlık insanları köleleştirir,
basit duruma düşürür. Ama köleleşen bu insanların içlerinde bitmez tükenmez
bir nefret ve yuttukları kinin ateşi parlamaktadır. Sonuç; kitlelerin
içlerinde insanlık onurunun yok oluşu ve hürriyet ortamından başka yerde
gelişmeyen her türlü bağdan kurtulmuş yaratıcılık yeteneklerinin ortadan
kalkmasıdır. Zorla boyun eğdirilmiş basık ruhlar kokuşur ve bozulur. Artık
böylesi bir ruh, adi şehvet ve hasta mizaç kurtlarının kaynaştığı bir çirkef
yuvası olmuş ve sapıklıkların kol gezdiği bir alan olmuştur. Bir de bununla
birlikte, idrak, kavrama yeteneği kör olmuş, iyilikseverlik, arzu, ümit ve
yüce değerleri gözetme, (yüce değerlere saygı gösterme) ortadan kalkmıştır.
Bundan daha kötü bozukluk düşünülebilir mi hiç?
Bir de azgınlık, ölçüleri, değerleri ve doğru
düşünceleri yıkar, ortadan kaldırır. Çünkü bu sayılanlar hem azgınlığın ve
hem de azgınların varlığı için tehlike demektir. O halde yüce değerleri
düşük göstermeli, doğru ölçülerin yalan olduğunu iddia etmeli ve sağlıklı
düşünce sistemini değiştirip tersine çevirmeli ki insanlar zulmün iğrenç
biçimini kabul etsinler ve onu kabul edilir ve içe sindirilir görsünler...
Bundan daha büyük bir bozukluk düşünülebilir mi acaba?
Bu kimseler, yeryüzünde bozgunculuğu
artırınca elbette bunun tedavisi yeryüzünü bozgunculuktan temizlemek
olacaktır.
"Bu yüzden Rabbin onların üzerine azab
kırbacını çarptı. Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir."
Rabbin onları gözetlemekte ve yaptıklarını
kaydetmekteydi. Yeryüzünde bozgunculuk, çoğalıp artınca yüce Allah da
onların başlarına azap kırbacını indiriverdi. Ayetin ifadesi öyle bir
canlılığa sahip ki, kırbaç zikredilir zikredilmez azabın sızısı duyuluyor.
Ve azabın dökülmesinden söz edilirken, bir azap kırbacı fışkırıyor ve
kaplıyor her yanı. O anda acı ve sızılarla, her yeri kaplayan azgın azap
"ülkelerinde azan ve orada çok kötülük eden" azgınların tepesinde biraraya
gelmekte ve patlamaktadır.
Bir mü'min herhangi bir zamanda ve mekanda
azgınlıkla yüzyüze geldiğinde, bütün bu acı felaketlerin gerisinden onun
kalbine bir gönül huzuru çağlayıp akıyor.
Yüce Allah'ın, "Çünkü Rabbin her an
gözetlemektedir" sözünden ise özel bir gönül huzuru fışkırıp çağlamaktadır.
Senin Rabbin oradadır. Herşeyi gözetlemektedir. Hiçbir şey onun gözünden
kaçmaz. Herşeyi kontrol etmektedir. Hiçbir şey O'nun dikkatinden kaçamaz.
Öyleyse mü'minin kafası huzur içinde olsun. Rahat rahat uyuyabilir. Çünkü
onun Rabbi oradadır. Gözetlemededir. Azgınlığı, kötülüğü ve bozgunculuğu
kontrol etmektedir.
Burada böylece islam çağrısı konusunda yüce
Allah'ın planlamasından bir örnek görmekteyiz. Ancak bu örnek, Huruc
suresinin sergilediği Uhdud kavminin başından geçenlere dair nakledilen
örnekten farklıdır. Kur'an-ı; Kerim mü'minleri bunun ve onun gibi örneklerle
durum ve şartlara göre eğitmiş ve halâ da eğitmeye devam etmektedir. Ve
Kur'an mü'minlerin ruhlarını gerek buna ve gerekse ona karşı aynı derecede
hazırlamaktadır. Bundan gayesi ise, mü'minlerin ruhlarının her iki durumda
da huzur içinde olması,her iki durum benim de başıma gelir diye korkması ve
herşeyi dilediği gibi gerçekleştirsin diye Allah'ın kaderine havale
etmesidir.
"Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir." Senin
Rabbin görür, hesaplar, hesaba çeker ve yapılanlara karşılık verir. Ama
bütün bunları çok ince, bir ölçü uyarınca yapar. Asla hata etmez, zulmetmez,
olayları dış görünüşüne göre değerlendirmez. Fakat herşeyi içyüzüne göre
değerlendirir. İnsana gelince insan böyle değildir. Onun ölçüleri şaşabilir.
Değerlendirmeleri yanlış çıkabilir. İnsan eğer yüce Allah'ın ölçüsü ile
bağlantı kurmamış ise, olayların ancak dış yüzünü görebilir.
15- Rabbin denemek için bir
insana iyilik edip, nimet verdiği zaman o: "Rabbim beni şerefli kıldı " der.
16- Fakat onu sınamak için
rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: "Rabbim bana hor baktı" der.
Allah'ın insanı bir durumdan diğerine
sokarak, vererek ya da mahrum bırakarak, rızkını genişletip ya da daraltarak
sınamasına insanın bakış açısı ve değerlendirmesi budur İşte... Allah
insanoğlunu nimet vererek ve ona ikram ederek dener. Ama insanoğlu verilecek
karşılığa ön hazırlık olmak üzere bunun bir imtihan olduğunu kavrayamaz.
Aksine verilen rızkı ve bahşedilen mertebeyi yüce Allah'ın katında bu ikramı
hak etmiş olduğuna bir delil ve Allah'ın kendisini seçip tercih ettiğine bir
gösterge sayar. Bu bakış açısından hareketle, kendisine verilen belayı
"ceza" yapılan imtihanı da sonuç olarak değerlendirir. Yüce Allah'ın
katındaki şerefi dünya malı ile değerlendirir. Öte yandan yüce Allah
insanoğlunun rızkını daraltmak sureti ile deneyince bu imtihanı da ceza
olarak değerlendirir, bu sınamayı ceza sayar ve rızkının daraltılmasını yüce
Allah'ın katında önemsiz sayıldığı şeklinde yorumlar. Şayet Allah katında
küçümsenmeseydi rızkı daraltılmazdı diye düşünür.
Ama insanoğlu her iki durumda da, bu konuya
yanlış yaklaşıyor ve değerlendirmesi hatalı oluyor. Gerek rızkın bolluğu ve
gerekse darlığı yüce Allah'ın kulunu imtihan etmek içindir. Bununla verilen
nimete karşı şükredip şükretmeyeceğinin, şımarıp şımarmayacağının belli
olması hedeflenmiştir. Çile ve sıkıntı karşısında dayanıp dayanmayacağının
ortaya çıkması amaçlanmıştır. Verilecek karşılık ise kulun davranışları ile
belli olan sonuca göre olacaktır. O halde ne kula verilen dünya malı
karşılıktır ne de verilmeyen... Bir kulun yüce Allah'ın katındaki değerinin
elindeki dünya malı ile kesinlikle bir ilintisi yoktur. Yüce Allah'ın bir
kimseden hoşnut olduğu ya da ona gazap ettiği ona bu dünyada dünya malı
veriyor mu vermiyor mu diye bakılarak çıkarılamaz. Çünkü Allah bu dünyada
iyi kişiye de verir azgına da verir. İyi kişiyi de vermeyip mahrum bırakır
azgını da... Ancak ne var ki asıl üzerinde durulması gereken bunların
ötesidir. yüce Allah'ın verişi de mahrum edişi de sınamak içindir. Önemli
olan bu imtihanın sonucudur.
Ancak şu kadar var ki insanın kalbi imandan
yoksun olunca, ne yüce Allah'ın vermesindeki ve mahrum bırakmasındaki
hedefi, ne de O'nun ölçüsünde asıl nelere değer verdiğini kavrayamaz. Ama
kalbi imanla canlanınca yüceler yücesine bağlanır ve orada nelere değer
verildiğini anlar. Artık onun ölçüsünde basit değerlere yer yoktur ve
imtihanın gerisindeki karşılığa göz diker. İster rızkı daraltılsın ister
genişletilsin onun hedefi imtihanın gerisindeki karşılık olduğundan, onu
elde etmek için çalışır. Her iki durumda da yüce Allah'ın kendisi için
yaptığı plana güveni tamdır. Yüce Allah'ın katındaki değerini bu anlamsız ve
gözle görülen dünya değerlerinden başka değerlerle ölçer ve öğrenir.
MAL SEVGİSİ
Kur'an-ı Kerim Mekke'de, rızkın daraltılması
ve bollaştırılması konusunda Rabblerini böyle değerlendiren bir zümreye
seslenmekteydi. Gerçi bunların benzerleri yeryüzünde daha üstün ve daha
geniş bir alemle bağlarını yitirmiş her cahiliyet sisteminde bulunabilir.
Çünkü onların yeryüzünde insanların değerlerini belirlemede başvurdukları
ölçü buydu. Şöylesine ki onların katında dünya malı ve makam herşey demekti.
Bunların ötesinde başka hiçbir ölçü yoktu. O yüzden mala karşı aşırı bir
düşkünlükleri vardı. Mal tutkuları frenlenmez taşkın bir hırsa dönüşmüştü.
Zaten kendilerine, açgözlülüğü, hırsı, mal düşkünlüğü ve cimriliği veren de
bunlardı. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, onların bu alanda içlerinden
geçenleri açığa çıkarıyor. Rızkların bollaştırılıp genişletilmesinin
gerisindeki imtihana çekilmenin anlamını kavramada hataya düşmelerinin
nedenlerinin İşte,bu açgözlülük ve cimrilik olduğunu belirtiyor.
17- Hayır yetime karşı cömert
davranmıyorsunuz.
18- Yoksulu yedirmek
konusunda birbirinize özendirmiyorsunuz.
19- Size kalan mirası hak
gözetmeden yiyorsunuz.
20- Malı pek çok
seviyorsunuz."
Hayır. Durum imandan uzak insanların dediği
gibi değildir. Rızkın geniş tutulması, yüce Allah'ın katında o kişinin
Şerefli olduğunu göstergesi değildir. Aynı şekilde daraltılması da o insanın
önemsiz olduğu ve ihmal edildiği anlamına asla gelmez. Asıl üzerinde
durulması gereken, sizin bağışlamanın gereklerini yerine getirmemeniz, malın
hakkını vermemenizdir. Çünkü siz babadan yoksun kalmakla koruyucusunu ve
desteğini yitirmiş olan küçücük bir yetime iyilik etmezsiniz. İhtiyacı
olduğu halde kimseden varıp istemeyen yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik
etmezsiniz. Dikkat edilecek olursa, Kur'an-ı Kerim, yoksulun doyurulmasının
teşvik ve tavsiye edilmemesini çirkin ve yadırganacak bir hareket
saymaktadır. Ayrıca islam toplumunda, göreve ve toplumun yararına olan
işlere koşulmasına yönlendirme konusunda dayanışmanın gerekliliğine işaret
etmektedir. islamın ayırıcı özelliği de budur zaten.
Sizler imtihanın anlamını kavramıyorsunuz.
Yetime iyilik ederek, yoksulu doyurma konusunda birbirinizi teşvik ederek
imtihanda başarılı olmaya çalışmıyorsunuz. Tam aksine mirası oburca ve
hırsla yiyorsunuz. Malı öyle çok öyle taşkınca yiyorsunuz ki, artık
gönüllerinizde yoksullara karşı iyilik etmeye ve onları doyurmaya götürecek
ne bir cömertlik ve ne de iyilikseverlik duygusu kalmamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi islam
Mekke'de her türlü yola başvurularak mal toplamaya düşkünlük tablosunun
karşısında buldu kendisini. Doğal olarak bu durum kalplere kuruluk ve
katılık veren bir olgu idi. Yetimlerin güçsüzlüğü, mallarının talan
edilmesini kamçılayan bir durumdu. Hele yetim kalan kız çocuğu ise o zaman
çok değişik şekillerde malları talan ediyorlardı. Bu tefsirimizin birçok
yerinde belirttiğimiz gibi özellikle kendilerine kalan mirasları çeşitli
dümenlerle ellerinden alınıyordu. Nitekim mal tutkunluğu, faiz yolu ile ve
başka araçlarla mal biriktirmek islam öncesi Mekke toplumunun göze batan ana
özelliği idi. Aslında bu durum, günümüze kadar her zaman ve her yerdeki
cahiliyet toplumlarının özelliği olmuştur.
Bu ayetlerde, onların içlerinden geçenlerin
açıklanmasından öte, bu duyguların kınandığını görmekteyiz. "Kella" "Asla.
Hayır dikkat ediniz ha!" kelimesinin ard arda tekrar edilmesinde ve ifadenin
yapısında ve vurgusunda ifadesini bulan caydırma ve engel olma yer
almaktadır. İfade ses tonu ile bizlere onların mala düşkünlüklerinin şiddet
ve katılığını çizmektedir.
"Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz.
Malı pek çok seviyorsunuz."
KIYAMET VE AZAP
Rızkın bol bol verilmesi ve verilmemesi ile
imtihan edilme olgusunu algılamalarının sakatlığı anlatıldıktan sonra,
onların iğrenç iç dünyalarının açığa çıkarıldığı bu noktada, imtihanın ve
sonucunun arkasından gelecek olan ceza günü ve o günün özelliği ile tehdid
gelmektedir. Hem de çok şiddetli ve güçlü bir vurgulama ile yapılmaktadır bu
tehdit.
21- Hayır, yer çarpılıp
paralandığı zaman,
22- Melekler sıra sıra
dizilip, Rabbinin buyruğu gelince,
23- Ki cehennem de o gün
getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ancak artık anlamanın kendisine ne
faydası var?
24- O zaman insan, `Ah keşke
ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim" der.
25- O gün O'nun yapacağı
azabı kimse yapamaz.
26- O'nun vuracağı bağı hiç
kimse vuramaz.
Yeryüzünün bir uçtan bir uca dümdüz edilmesi,
dağlarının kırılarak her yanının aynı seviyeye getirilmesi, kıyamet günü
kainatta olacak değişikliklerden birisidir. Meleklerin sıra sıra dizilip
Rabbinin gelmesi ise bizim bilgi sınırlarımızın ötesinde bir olgudur. Bizler
bu dünyada olduğumuz sürece içyüzünü asla kavrayamayız.
Ancak ifadenin gerisinden azamet ve korkuyu
hissediyoruz. Cehennemin getirilmesi de böyledir. Onu da bu dünyada
olduğumuz sürece kavrayamayız. Biz bu ifadeden, cehennemin orada azap
göreceklere, onların da cehenneme yaklaştırılmalarını anlıyoruz ki bu da
bize yeter. Cehennemin getirilmesinin içyüzü ve bunun nasıl olacağı ise yüce
Allah'ın belirli günü için saklamış olduğu bilinmezlerdendir.
Ancak şu kadarını söylemek mümkündür ki, bu
ayetlerin gerisinden, bölümleri keskin etkisi güçlü namelerinin ardından bir
tablo ortaya çıkıyor. Bu öyle bir tablodur ki, kalpler karşısında korkudan
tir tir titrer, gözler korkudan donakalır. Yeryüzü bir uçtan bir uca dümdüz
edilmiştir. Yüceliğine sınır olmayan ulu Allah tecelli edip görünür. Hesaba
çekmeyi ve gerekli hükmü vermeyi artık kendi üzerine almıştır. Melekler saf
saf dizilmişlerdir. Sonra cehennem getirilir. O da hazır olarak durur.
"İşte o gün insan anlar." O gün, rızkın
daraltılıp bollaştırılmak sureti ile yapılan imtihanın hikmetine ve nedenine
dikkat etmeyen, mirası hak gözetmeden yiyen, malı aşırı bir düşkünlükle
seven, yetime iyilikte bulunmayan, yoksulu doyurmaya kimseyi teşvik etmeyen,
bunun yerine azgınlık eden, bozgunculuk çıkaran ve doğru yoldan geri dönen
insan o gün gerçekleri anlar. Evet o gün anlar. Gerçeği anlar da
gördüklerinden ders Alır. Ama ne yazık ki iş İşten geçmiştir. "Artık
anlamanın kendisine ne faydası var?" Artık öğüt alma zamanı geçmiştir. Öğüt
alma burada ceza ve mükafat yurdunda artık hiçbir kimseye yarar
sağlamayacaktır. Sadece dünya hayatında, amel yurdunda, fırsatların elden
kaçırılmasına yanmaktan başka birşey gelmez şimdi elden...
İnsan bu gerçekle yüzyüze gelince, "Ah, keşke
ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim" der. Keşke
buradaki hayatım için vaktiyle dünyada iyi işler yapsaydım. Hayat adını
almaya layık olan gerçek hayat budur İşte. Hazırlık yapmaya, önden iyi
ameller göndermeye ve kendisi için iyi ameller saklamaya layık olan hayat
budur. Keşke... İçinden açıktan açığa iç yangını fışkıran bir istektir bu.
Zaten ahirette insanın elinden gelen tek şey de budur.
Sonra yüce Allah, bu acı gönül yanıklığından
ve boş temennilerden sonra başlarına gelecek kötü akıbeti anlatıyor:
"O gün O'nun yapacağı azabı kimse yapamaz.
O'nun vuracağı bağı hiçbir kimse vuramaz."
Çünkü O, yüceliğine sınır olmayan, ulu
Allah'tır. O gün hiçbir kimsenin veremeyeceği benzersiz azabı ile azab
edecek olan ve hiçbir kimsenin bağlayamayacağı eşsiz bağı ile bağlayacak
olan ulu Allah'tır O. Allah'ın azabını ve bağını Kur'an-ı Kerim başka birçok
yerlerde, tüm Kur'an'ın içine dağılmış çeşit çeşit sayısız kıyamet sahneleri
içinde açıklar. Burada ise yüce Allah kendi azabını ve bağını kısaca
anlatmaktadır. Çünkü bunları eşsiz olmakla ve insanların ya da tüm
yaratıkların azaplarına ve bağlarına benzersiz olmakla nitelemektedir. Yüce
Allah'ın azabı ve bağlaması, surede daha önce geçen ve Ad, Semud ve Firavun
da simgelenen azgınların azgınlığına ve insanlara azab etmeyi ve onları
zincirlere ve kelepçelere vurmayı da içeren yeryüzünde bozgunculuğu
çoğaltmalarına karşılık olarak verilmektedir. İşte senin Rabbin de ey
Peygamber ve ey mü'minler insanlara azap edenler ve onları bağa vuranları
böyle azaplandıracak ve bağa vuracaktır. Ama Rabbinin azabı ile onların
azabı O'nun bağı ile onların bağı ne kadar da farklıdır! Bu konuda
yaratıkların ellerinden gelen çok basit, yaratma ve emir sahibi olan yüce
Allah'ın yaptıkları ise çok büyüktür. Öyle ise azgınları insanlara
diledikleri gibi işkence yapıp bağ vursunlar. Onlar da birgün gelip
bağlanacaklar ve azap görecekler. Hem de tahminlerin ve tasavvurların
üstünde bir azap ve bağ ile...
Bu korkunç dehşetin, bu her türlü tasavvuru
aşan bağ ve azab ortamında yücelerin yücesinden mü'min olan ruhlara
sesleniliyor.
27- Ey huzura eren nefis!
28- Razı edici ve razı
edilmiş olarak Rabbine dön.
29- İyi kullarım arasına
katıl.
30- Cennetime gir.
İşte mü'min ruhlara böyle sesleniliyor. "Ey"
denilerek şefkat ve yakınlıkla, "Ey ruh" diye seslenilerek ruhaniyet ve
şereflendirme bahşederek, "Ey huzura eren nefis" denilerek övgü ve huzur
bahşetme ile. Bu bağlama ve yakalama, serbestlik ve huzur ortamında şu emir
geliyor: "Rabbine dön". Yeryüzünde bunca gurbet hayatı yaşadıktan ve ana
beşiğinden ayrıldıktan sonra asıl kaynağına dön.
Seninlé Rabbin arasındaki ilişki, tanışıklık
ve münasebetle birlikte Rabbine dön. "Razı edici ve razı edilmiş olarak."
Bütün atmosferi hoşnutluk ve şefkatle dolup taşıran bu meltemle dön Rabbine.
"İyi kullarım arasına gir." Bu yakınlığa ermek için seçkin olan ve
yakınlaştırılan kullarımın arasına gir. "Cennetime gir." Benim rahmetime ve
himayeme gir.
Bu öyle bir şefkattir ki daha ilk seslenişten
itibaren içinden cennet meltemleri esmektedir. "Ey huzura eren nefis"
Rabbine güvenen, onun yoluna güvenen, o yolda Allah'ın kaderine güvenen,
sıkıntıda ve rahatlıkta, rızkı vermede ve daraltmada, Rabbine güvenen ve
O'ndan asla kuşkulanmayan, güvenip de bir daha sapıtmayan, güvenip de bir
daha yolunda tereddüt etmeyen, güvenip de korku ve dehşet gününde korku
duymayan ey huzura eren nefis!
Sonra bu seslenişin arkasından ayetler devam
ediyor ve bütün atmosferi emniyet, hoşnutluk ve gönül huzuru ile dolduruyor
ve bu atmosfere sevginin, yakınlığın ve gönül huzurunun dalgalandığı bir
tablo çevresinde yumuşak ve serin nameler yayıyor.
Dikkat edin bu hoş ve tatlı nefesleri ile
cennettir. Bu ayetlerin arasından uzanıp gelmekte ve üzerinde ulu ve hoş
olan Rahman'ın yüzü ortaya çıkmaktadır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.