64-Tegabün
1- Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nun dur, hamd O'nadır. O'nun gücü
her şeye yeter.
2- Sizi yaratan
Allah'tır. Bununla beraber kiminiz kâfirdir, kiminiz mü'min. Allah
yaptıklarınızı görmektedir.
3- Gökleri ve yeri
hakka dayalı olarak gerektiği gibi yaratmıştır. Size şékil vermiş ve
şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş O'nadır.
4- Göklerde ve yerde
olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah
kalplerde olara bilendir.
İman esasına dayalı bu evrensel düşünce, Allah'ın
birliğini öngören inanç sisteminin tüm tarihi boyunca mü'minlerin öğrendiği
en geniş boyutlu ve en ince düşüncedir. Kuşkusuz Allah tarafından gönderilen
bütün peygamberler Allah'ın birliği ilkesini getirmiştir; varlıklar alemini
ve tüm yaratıkları O'nun var ettiğini, varlıklar alemindeki her canlıyı
O'nun koruyup gözettiğini anlatmışlar. Biz bundan kuşku duymayız. Çünkü
Kur'an-ı Kerim bütün peygamberler-den ve bütün peygamberlik misyonlarından
bu gerçeği aktarır. Şu halde uydurulmuş ve tahrif edilmiş kitaplarda veya
Kuran'ın tümüne ya da bir kısmına inanmayan bazı kimselerin karşılaştırmalı
dinlere ilişkin yazılarında gördüğümüz görüşlerin hiçbir değeri yoktur.
Allah'ın birliği esasına dayalı inanç sistemlerinden sapmalar, bu inanç
sistemlerinin izleyicileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu da gösteriyor
ki, bunlar katışıksız tevhid inancını veya Allah'ın varlıklar üzerindeki
egemenliğini ve onlarla iletişimini bütünüyle kapsamıyorlar. Hiç kuşkusuz
bu, dinlerin aslından olmayıp sonradan baş gösteren bir sapmadır. Çünkü ilk
peygamberden son peygambere kadar Allah tarafından gönderilen bütün dinler
birdir. Yüce Allah'ın bu temel prensiplerle çelişen bir din göndermesi
mümkün değildir. Fakat, din adına uydurulmuş veya tahrif edilmiş kitaplarda
gördüklerine dayanarak bu tür sözler söyleyenler var.
Şu da var ki, bu gerçeği bu şekilde vurgulamak, yüce
Allah'ın zatına, benzersiz sıfatlarına ve bu sıfatların evren ve insan
hayatı üzerindeki etkilerine ilişkin İslami düşüncenin önceki ilahi
dinlerden kaynaklanan düşüncelerden daha geniş boyutlu, daha ayrıntılı ve
daha doyurucu olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu durum dinin özüne ve
üstlendiği en son görevin mahiyetine uygun düşmektedir. Ayrıca dinin
kendisine hitap etmek, yönlendirmek; tüm gerekleri, ayrıntıları ve sonuçları
ile bu kapsamlı ve eksiksiz düşünceyi kafasına yerleştirmek üzere geldiği
insanın olgunlaşma süreci ile de uyuşmaktadır.
Bu kapsamlı ve eksiksiz düşüncenin bir gereği, insan
kalbinin -yapabileceği oranda- ilahlık gerçeğini ve yüceliğini kavraması,
ilahlığın sonsuz gücünü hissetmesi ve evren içinde bu gücün gözlemlenebilen
etkilerini görmesidir. Yine bu gücü insanın iç alemindeki görülen ve
kavranabilen etkileri ve faaliyetleri aracılığı ile hissetmesidir. Bu ilahi
gücün sınırsız etki alanında, duygunun, aklın ve sezginin yabancısı olmadığı
faaliyetleri arasında yaşamasıdır. Bu gücün büyük küçük, önemli-önemsiz her
şeyi çepeçevre kuşattığını, her şeye egemen olduğunu, her şeyi
yönlendirdiğini, her şeyi koruduğunu, hiçbir şeyin gözünden kaçmadığını
görmesidir.
Yine bu evrensel düşüncenin bir gereği de, insan
kalbinin son derece keskin bir duyarlılık, sürekli bir hazırlık, bir korku,
bir bekleyiş, bir ümit, bir arzu ile yaşamasıdır. Her harekette, içinde
depreşen her duyguda Allah'a bağlı kalarak, O'nun gücünü ve egemenliğini
duyarak, O'nun bilgisini ve gözetimini düşünerek, O'nun ezici gücünü ve
karşı konulmaz üstünlüğünü hissederek, rahmetini ve lütfunu umarak, her
durumda kendisine yakın olduğunu bilerek hayatını sürdürmesidir. '
Son olarak, evrensel İslami düşüncenin bir gereği de
insan kalbinin varlıklar aleminin topyekün yaratıcısına yöneldiğini
hissetmesi ve onlarla birlikte Rabbine yönelmesidir. Varlıklar aleminin
Rabbini övgüyle tesbih ettiğini duyması ve onlara katılmasıdır. Varlıklar
aleminin Allah'ın emri ve hikmeti uyarınca hareket ettiğini görüp Allah'ın
koyduğu yasaya ve şeriata boyun eğmesidir. Bu yüzden İslam düşüncesi, bu
anlamda iman esasına dayalı evrensel bir düşüncedir. Öbür anlamlarda da
İslam düşüncesinin evrenselliği Kur'an-ı Kerimcin birçok yerinde, değişik
konularda, kapsamlı, eksiksiz, kuşatıcı ve ince imani düşüncenin çeşitli
yönlerinin sunuluşunu içeren bölümlerde belirginleşmektedir. Buna en yakın
örnek de bu cüzde yer alan Haşir suresinin son kısmıdır.
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih
eder. Mülk O'nun dur, hamd O'nadır."
Göklerde ve yerde yer alan her şey Rabbine
yönelmiştir. O'nu övgüyle tesbih eder; varlıklar aleminin kalbi mü'mindir,
varlıklar alemindeki her şeyin ruhu mü'mindir, Allah her şeyin sahibidir ve
her şey bu gerçeğin bilincindedir. Yüce Allah zatı itibariyle övgüye
layıktır, yarattığı varlıklardan uludur. Buna rağmen insanoğlu şu koskoca
varlık okyanusunda kalbi kafir, ruhu donmuş, inatçı, isyancı biri olarak
duruyor, Allah'ı tesbih etmiyorsa, dostuna, efendisine yönelmiyorsa anormal
ve kural dışı bir varlık olarak ortada kalır. Varlıklar aleminde yer alan
tüm varlıklar tarafından dışlanmış gibi olur.
"O'nun gücü her şeye yeter."
Çünkü yüce Allah'ın gücü sınırsızdır. Hiçbir şeyle
sınırlandırılamaz, kontrol altına alınamaz. Kur'an bu gerçeği mü'minin
kalbine nakşeder, bu sayede mü'min bu gerçeği öğrenir, tanır, içeriğinden
etkilenir. Rabbine güvenip dayandığı zaman, hiçbir sınır, hiçbir engel
tanımadan dilediğini yapan, dilediğini gerçekleştiren bir güce güvenip
dayandığını bilir.
Yüce Allah'ın gücüne, her şeyin O'nu tesbih edişine,
varlıklar aleminin övgüyle O'na yöneldiğine ilişkin bu anlayış daha kapsamlı
ve daha büyük imani düşüncenin bir yönünü oluşturur.
İkinci uyarıcı mesajla, övgüyle Allah'ı tesbih eden
mü'min varlık okyanusunda bazen mü'min, bazen kafir olan insan kalbinin can
alıcı noktasına dokunuluyor. Kuşkusuz tüm varlıklar içinde sadece insanoğlu
böylesine ilginç, böylesine tuhaf bir tavır takınmaktadır.
"Sizi yaratan Allah'tır. Bununla beraber kiminiz
kafirdir, kiminiz mü'min."
İnsanoğlu Allah'ın iradesi ile, O'nun gücü ile
varolmuştur. Hem küfür hem de imana yönelebilme imkanı kendisine
tanınmıştır. Bu iki yönlü yeteneği ile insanoğlu Allah'ın yarattığı tüm
varlıklardan farklı bir nitelik kazanmıştır. Yine bu yeteneğinin gereği iman
emaneti omuzlarına yüklenmiştir. Kuşku yok ki bu, büyük bir emanet, korkunç
bir sorumluluktur. Bununla beraber yüce Allah insana büyük lütufta bulunarak
eğri ile doğruyu ayırt edebilme ve seçebilme yeteneğini bahşetmiştir. Bunun
yanı sıra davranışlarını değerlendireceği, yönünü tayin edeceği bir ölçüyü
yardımına göndermiştir. Bu ölçü yüce Allah'ın insanlar arasında seçtiği
elçisine indirdiği dindir. Böylece yüce Allah bütün bunlar aracılığı ile
omuzlarına yüklediği emaneti taşımada insana yardımcı olmuştur, O'na hiçbir
şekilde haksızlık etmemiştir.
"Allah yaptıklarınızı görmektedir."
Yüce Allah insanın her yaptığını gözetir. Niyetinin
ve hedefinin gerçek mahiyetini görür. Şu halde insanoğlu bir şey yaparken
kendisini gözetleyen ve her şeyini gören Allah'tan sakınmalıdır.
İnsanın gerçek mahiyetine ve varlık bütünü içindeki
konumuna ilişkin bu anlayış, insanın varlık içindeki konumu, yetenekleri ve
insanın varlıkların yüce yaratıcısı karşısındaki yükümlülükleri ile ilgili
açık, doğru ve tutarlı İslam düşüncesinin bir yönünü oluşturmaktadır.
Üçüncü mesaj, varlıklar aleminin önünde gizli
bulunan temel gerçeğe, köklü hak ilkesine işaret ediyor. Gökler ve yeryüzü
bu gerçeğe dayanmaktadır. Bunun yanı sıra insanın bedensel yapısında
somutlaşan Allah'ın olağanüstü sanatına da işaret ediyor. Ve en sonunda her
şeyin O'nun huzuruna döneceğini vurguluyor.
"Gökleri ve yeri Hakk'a dayalı olarak gerektiği gibi
yaratmıştır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır. Dönüş O'nadır."
Bu ayetin "Gökleri ve yeri Hakk'a dayalı olarak
gerektiği gibi yarattı." şeklindeki başlangıcı, mü'minin bilincine, evrenin
yapısında asıl olanın hak olduğu, hakkın sonradan ortaya çıkmış veya
gereksiz bir şey olmadığı, evren binasının bu temele dayandığı gerçeğini
yerleştiriyor. Gökleri ve yeri yaratan ve her ikisinin hangi temele
dayandıklarını bilen yüce Allah'tır bu gerçeği bu şekilde vurgulayan. Bu
gerçeğin mü'minin duygusunda yer etmesi, ona dininin ve çevresindeki
varlıklar aleminin dayandığı hakka karşı güven bahşeder, bağlılığını
arttırır. Çünkü hakkın üstün gelmesi kaçınılmazdır. Hakkın kalıcılığı
tartışılmazdır ve batılın köpüğü kaybolduktan sonra yerini koruyacak olan
haktır.
Bu ayetin içerdiği ikinci gerçek ise şudur: "Size
şekil vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır." Bu ifade insanın zihninde
kendisinin Allah katında ne kadar saygın bir yere sahip olduğu ve yüce
Allah'ın hem bedensel hem de duygusal şeklini güzel yapmakla kendisine ne
büyük bir lütufta bulunduğu düşüncesini uyandırıyor. Çünkü insan, bedensel
yapısı açısından yeryüzündeki canlıların en mükemmelidir. Yine duygusal
yapısı ve akıl almaz sırlarla dolu ruhsal yetenekleri açısından da
canlıların en gelişmişidir. işte bu yüzden kendisine yeryüzünde halifelik
görevi verilmiştir. Bunun için kendisine oranla son derece geniş olan bu
mülke yerleştirilmiştir.
İnsanın organik yapısının genel mimarisine veya
herhangi bir organının yapısına yönelik araştırıcı bir bakış, "Size şekil
vermiş ve şeklinizi güzel yapmıştır." gerçeğini bütün çıplaklığı ile ve
somut olarak görür. Bu mimaride güzellik ve mükemmellik iç içedir. Güzellik
şekilden şekle farklılık gösterir. Fakat insanın organik yapısının projesi
özü itibariyle güzeldir, eksiksiz bir sanat ürünüdür, insanı yeryüzünde
diğer bütün canlılardan üstün kılan tüm görevlere ve özelliklere
elverişlidir.
"Dönüş O'nadır."
Her şeyin, her meselenin ve her yaratığın dönüşü
O'nadır. Şu evren ve şu insan O'na dönecektir. Çünkü her şey O'nun iradesi
ile varolmuş ve O'na dönecektir. O'ndan gelir O'na döner her şey. Başlangıç
ve sonuç O'dur. Her şeyi başından sonuna kadar kuşatan O'dur. Ama O,
sınırsızdır!
Bu bölümde yer alan dördüncü mesaj ise; her şeyi
çepeçevre kuşatan, insanın gizlisini ve açığını bilen ve göğüslerde saklanan
sırlardan haberdar olan yüce Allah'ın ilminin tasvirine ilişkindir:
"Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi
ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir."
Bu gerçeğin mü'minin kalbine yerleşmesi O'nun
Rabbini gereği gibi tanımasını, gerçek anlamda bilmesini sağlar. iman
esasına dayalı evrensel İslam düşüncesinin bir yönünü zihnine yerleştirir.
Duygularını ve hedeflerini etkiler. Böylece insan, her yönüyle Allah'ın
gözlerinin önünde olduğunun bilincinde olarak yaşar. Çünkü Allah'ın haberdar
olmadığı hiçbir sır yoktur. Vicdanların derinliklerine saklanıp ta O'nun
göremediği herhangi bir niyet söz konusu değildir. O, göğüslerin içini
bilir.
Kuşkusuz, insanın hem kendi varlığının hem de tüm
evrenin varlığının gerçek mahiyetini, yaratıcısı ile olan ilişkisini,
Rabbine karşı takınacağı tavrı kavrayabilmesi ve her hareketinde ve
yönelişinde O'ndan korkup sakınması için bunun gibi üç ayet yeterlidir.
PEYGAMBERLERİN İNSAN
OLMASINA İTİRAZ
Surenin ikinci bölümü, tıpkı Peygamber Efendimizi
yalanlayan, O'nun insan oluşuna itiraz eden, bu yüzden kendilerine sunduğu
açık ve anlaşılır belgeleri inkar eden Mekkeli müşrikler gibi,
peygamberlerini ve onların sunduğu belgeleri yalanlayan, peygamberlerin
insan oluşlarına itiraz eden bu yüzden suçüstü yakalanıp yurtları yerle bir
edilen geçmiş milletlerin acı akıbetlerinden söz ediyor.
5- Daha önce inkar
etmiş olanların haberi size gelmedi mi? Onlar dünyada günahlarının cezasını
çektiler. Ayrıca ahrette de onlar için acı bir azap vardır.
6- Bunun nedeni
onlara elçileri, açık deliller getirdiğinde "Bir insan mı bize yol
gösterecek?" deyip inkar etmeleri, yüz çevirmeleriydi. Allah ta hiçbir şeye
muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmüştür.
Büyük bir ihtimalle burada müşriklere hitap
ediliyor. Allah'ın peygamberlerini yalanlayan geçmiş milletlerin akıbetleri
hatırlatılarak benzeri bir akıbetten sakınmaları isteniyor. Bu ifadenin bir
soru şeklinde yöneltilmesi, daha önce yaptıklarının cezasını çeken
kafirlerin bu durumuna ilişkin haber kendilerine geldiği halde onların
tutumlarını değiştirmemelerini kınama amacına yönelik ola-bilir. Kendilerine
anlatılmakta olan bu habere dikkatlerini çekmek te hedeflenmiş olabilir.
Mekkeli müşrikler, Ad ve Semud oğulları, Lut kavmi gibi geçmişte yok edilen
bazı milletlerin başına gelenleri biliyor, olup bitenleri kuşaktan kuşağa
aktarıyorlardı. Öte yandan onlar Arap yarımadasının kuzeyine ve güneyine
yaptıkları ticaret amaçlı seyahatlerde onların harap olmuş yurtlarının
kalıntıları arasından geçiyorlardı.
Burada Kur'an-ı Kerim geçmiş milletlerin dünyadaki
bilinen akıbetlerine, ahirette kendilerini bekleyen acı sonu da ekliyor.
"Ayrıca ahirette onlar için acı bir azap vardır." Sonra onların başlarına
gelen ve ahirette kendilerini bekleyen azabı hak edişlerinin nedenini
açıklıyor:
"Bunun nedeni, onlara elçileri, açık deliller
getirdiğinde `Bir insan mı bize yol gösterecek?' demeleriydi."
Bu, bizzat Mekkeli müşriklerin de Peygamber
Efendimize yönelttikleri bir itirazdır. Hiç kuşkusuz bu, peygamberliğin
mahiyetini, insanlar için Allah tarafından gönderilen bir hayat sistemi
olduğunu Dolayı siyle pratik olarak bir insan tarafından temsil edilmesi,
yaşanması, o insanın kişiliği ile bu sistemin tercümanı olması, öteki
insanların da güçleri oranında kendilerini ona uydurması gerektiğini, yine
bu şahsın insanlardan farklı bir türe mensup olmaması Dolayı siyle,
insanların hem kendilerine, hem hayatlarına, hem de gündelik yaşamlarına
egemen kılacakları şekilde peygamberliğin pratik bir örneğini görmelerini
zorlaştırmaması gerektiğini bilmemekten kaynaklanan çiğ bir itirazdır. Aynı
şekilde bu itirazın bir diğer kaynağı da insanın mahiyetini, gökten gelen
mesajı algılayıp başkalarına duyuracak kadar üstün bir özelliğe sahip
olduğunu bilmeyişleridir. Aslında müşriklerin önderlikleri gibi gökten gelen
mesajı insanlara duyurmak için meleklere gerek yoktur. Çünkü insanın içine
Allah'ın ruhundan üflenen soluk, insanın Allah'tan gelen mesajı algılamasını
ve yüceler aleminden algıladığı şekliyle gereklerini eksiksiz yerine
getirmesini sağlar. Hiç kuşkusuz bu, insan türünü onurlandıran saygın bir
görevdir. İnsanın Allah katındaki değerini bilmeyenlerden başkası bu görevi
küçümseyemez. Kuşkusuz bu saygınlık ancak insanın içine Allah'ın ruhundan
üflenen soluğun gerçekleşmesi ile mümkündür. Son olarak müşriklerin
peygamberin insan oluşuna karşı takındıkları bu olumsuz tutum inatçılıktan,
insanlar arasından seçilen bir elçiye uymayı kendine yedirememekten, yalancı
bir büyüklük kompleksine kapılmaktan kaynaklanmaktadır. Sanki peygamberin
insan oluşu şu büyüklük taslayan cahillerin değerini düşürmektedir. Çünkü
anlayışlarına göre, kendi cinslerinden olmayan bir peygambere uymaları
normaldi ve bunu küçük düşürücü bir davranış olarak algılamazlardı. Fakat
kendilerinden birine uymaları onlara göre düşüklüktü, değerin eksilmesiydi.
Bu yüzden kendilerine sunulan mesajı inkar ettiler,
peygamberlerden ve onlarla birlikte gönderilen somut belgelerden yüz
çevirdiler. Bu büyüklük kompleksi ve cahillik içlerinde düğümleşti. Böylece
kendileri için şirki, küfrü seçtiler.
"Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi.
Allah zengindir, övülmüştür."
Allah onlara, onların imanlarına ve ita atlarına
muhtaç olmadığını gösterdi. Allah hiçbir konuda onlara veya başkalarına
muhtaç değildir. Aslında O, hiçbir şeye muhtaç değildir:
"Allah zengindir, övülmüştür."
İşte bu, yaptıklarının cezasını çeken geçmiş kafir
milletlerin haberidir. Bu da başlarına gelen ve ahirette kendilerini
bekleyen acı azabın sebebidir. Peki bu yeni türemiş kâfirler buna rağmen
Allah'ın peygamberini nasıl yalanlıyorlar? Acaba böyle bir akıbetle mi
karşılaşmak istiyorlar?
ÖLDÜKTEN SONRA
DİRİLME
Üçüncü bölüm ikinci bölümün devamıdır. Kâfirlerin
ölümden sonra yeniden dirilişi yalanlamalarını anlatıyor. -Öyle anlaşılıyor
ki bu kafirler, Hz. Peygamberin İslama davet ettiği kimselerdir-. Bunun yanı
sıra, ölümden sonra diriliş meselesini iyice pekiştirerek onlara anlatması
ile ilgili olarak peygamberimize yönelik bir direktif de yer alıyor. Ayrıca
kıyamet sahnesi tasvir ediliyor, kıyameti yalanlayanlarla doğrulayanların
akıbetleri anlatılıyor. Müşrikler Allah'a inanmaya, Allah'a ve peygamberine
itaat etmeye çağrılıyorlar ve dünya hayatında başlarına gelen her şeyi
Allah'a döndürméleri isteniyor.
7- İnkar edenler,
diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: "Hayır Rabbime And olsun ki
mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız kesinlikle size haber
verilecektir. Bu Allah'a göre kolaydır."
8-Öyleyse Allah'a,
peygamberine ve indirdiğimiz nur â (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıklarınızı
haber almaktadır.
9- Toplanma günü
(hesap günü) için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o, kimin
aldandığının ortaya çıkacağı gündür. Kim Allah'a inanmış ve yararlı işler
yapmışsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onu, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokar orada ebedi kalırlar. İşte büyük başarı budur.
10- Kafir olup
ayetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar da ateş halkıdır. Orada ebedi
kalacaklardır. Orası gidilecek ne kötü yerdir.
11- Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun
kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.
12- Allah'a itaat
edin, Peygamber'e itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen
apaçık bir duyurmadır.
13- Allah O'dur ki,
O'ndan başka ilah yoktur. Mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
Daha başlar başlamaz ayet-i kerime kafirlerin
ölümden sonra dirilişin olmayacağına ilişkin sözlerini iddia olarak
nitelendiriyor. Dolayı siyle bu iddia anlatılır anlatılmaz yalanlanmaktadır.
Ardından Peygamber Efendimize diriliş meselesini en güçlü ifadelerle
vurgulaması, yani Rabbine yemin ederek meseleyi açıklaması yönünde bir
direktif veriliyor. Zaten Hz. Peygamberin Rabbi adına yemin etmesinden daha
güçlü, daha etkili bir vurgu olamaz:
"De ki: Hayır, Rabbime And olsun ki mutlaka
diriltileceksiniz: ' "Sonra yaptıklarınız kesinlikle size haber
verilecektir."
Şu halde yapılan hiçbir şey göz ardı edilmeyecektir.
Yüce Allah onların neler yaptıklarını onlardan daha iyi bilir, bu yüzden
kıyamet günü dünyadayken yaptıkları şeyleri kesinlikle onlara bir bir
anlatacaktır: "Bu, Allah'a göre kolaydır." Çünkü Allah göklerde ve yerde
olanları bilir, gizli-açık her şeyden, göğüslerin içindeki duygulardan
haberdardır. Ve bu gerçeği vurgulamaya dönük bir hazırlık olarak surenin
başında belirttiği gibi O'nun gücü her şeye yeter.
Bu sağlam ve yeminle pekiştirilmiş ifadenin ışığında
müşrikler Allah'a, peygamberine ve onunla birlikte gönderilen Nur'a inanmaya
çağrılıyorlar. Bu nur Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'in müjdelediği bu
dindir. Gerçekten bu din özü itibariyle bir nurdur, çünkü Allah katından
gelmiştir. Allah ise göklerin ve yerin nurudur. Bu din etkileri bakımından
nurdur. Çünkü kalbi aydınlatır ve kalp artık kendi kendine aydınlık saçar,
içinde gizli bulunan gerçekleri görür.
Allah'a, peygamberine ve peygamberle birlikte
indirilen nura inanmalarını öngören çağrının üzerine yapılan
değerlendirmede, her şeyleriyle Allah'ın gözleri önünde oldukları ve hiçbir
şeylerinin O'na gizli olmadığı vurgulanıyor:
"Allah yaptıklarınızı haber almaktadır."
Bu çağrının ardından ayetlerin akışı, yeniden
gerçekliği en güçlü vurgularla pekiştirilen ölümden sonra diriliş sahnesini
tamamlamaya koyuluyor:
"Toplanma günü için sizi bir araya getirdiği zaman,
işte O, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür."
O günün toplanma günü olarak nitelendirilmesi, her
kuşaktan tüm yaratıkların o günde diriltilecek olmasından kaynaklanır.
Nitekim sayıları ancak Allah tarafından bilinen melekler de o gün hazır
bulunurlar. Şu kadarı var ki Hz. Ebu Zer -Allah ondan razı olsun- kanalı ile
bize ulaşan Peygamber Efendimizin şu sözü olayı bizim anlayışımıza biraz
yaklaştırmaktadır: "Ben sizin görmediklerinizi görür, duymadıklarınızı
duyarım. Gökyüzü ağırlıktan gıcırdadı ve çökecek gibi oldu. Çünkü dört
parmaklık bir yer kalmamıştı ki bir melek Allah'a secde etmek amacıyla oraya
kapanmamış olsun. Allah'a And olsun eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz
kesinlikle az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan zevk almazdınız.
Yüce Allah'a yalvarmak için yüksek tepelere çıkardınız. Ben gördüklerim
karşısında budanan bir ağaç olmayı istedim.(Tirmizi)
İşte her dört parmaklık yerinde bir meleğin yer
aldığı gök, insanların sınırlarını bilemediği şu dehşet verici genişliktir.
Bu genişlik içinde bizim güneşimiz gibi bir güneş uzay boşluğunda yüzen bir
toz zerresi gibi görünür. Bu benzetme acaba meleklerin sayısı ile ilgili
olarak insana bir fikir veriyor mu? işte bu melekler toplanma günü
toplananlar arasında yer alacaklar.
Bu toplanma sahnesi içinde kimin aldandığı ortaya
çıkacak. Ayetin orijinalinde geçen "Tegabun" kelimesi ``Gabin" kökünün iş
deş kipidir ve birbirini aldatmaya çalışmak anlamına gelir. Bu ifade
mü'minlerin nimetler elde ederek başarıya ulaşmaları ile birlikte kafirlerin
bunlardan yoksun kalıp sonunda cehenneme yuvarlanışlarını tasvir ediyor. Hiç
kuşkusuz bunlar birbirlerinden çok uzak, farklı iki paydırlar. Sanki her
şeyde başarılı olmak için kıyasıya bir yarış varmış ve her yarışçı grup
rakibini aldatmaya çalışıyormuş gibi bir durum çıkıyor ortaya. Ve bu yarışta
mü'minler kazanıyor, kafirlerse yeniliyor. Evet olay bu tasvirliliği ve
hareketliliği ile kazanmak için rakibi aldatmayı öngören bir oyun gibidir.
Nitekim ayetin devamı bunu açıklayıcı niteliktedir.
"Kim Allah'a inanmış ve yararlı işler yapmışsa,
Allah onun kötülüklerini örter ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere
sokar, orada ebedi kalırlar. İşte büyük başarı budur."
"Kafir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince
onlar da ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. Orası gidilecek ne kötü
yerdir."
Ayet-i kerime iman etmeleri için onlara yönelttiği
seslenişi tamamlamadan önce imani düşüncenin kadere ve Allah'a inanmanın
kalbin doğru yolu bulmasının üzerideki etkisine ilişkin bir kuralını ifade
ediyor:
"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet
etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her
şeyi bilendir."
Belki de bu gerçek, sadece müşriklerin
çağırıldıkları iman gerçeğinin sunuluşu münasebetiyle burada söz konusu
edilmiştir. Buna göre her şeyin merciinin yüce Allah olduğuna inanmak
gerekir, insanın başına gelen iyi ve kötü şeylerin Allah'ın izniyle olduğuna
inanmak lazım. Bu gerçek bu şekilde algılanmadan iman söz konusu olamaz. Bu
gerçek, hayatın iyi-kötü olayları ile karşı karşıya kalınırken insanın
içinde depreşen duyguların, düşüncelerin imani temelini oluşturur. Aynı
şekilde bu gerçeğin burada söz konusu edilmesinin surenin veya bu ayetin
inişi esnasında mü'minler veya müşrikler arasında baş gösteren bir başka
nedeni de olabilir.
Hangi nedenden dolayı gündeme getirilmiş olursa
olsun bu gerçek, İslam'ın mü'minin vicdanına yerleştirdiği iman esasına
dayalı düşüncenin önemli bir yönünü oluşturur. Bu sayede mü'min her olayda
Allah'ın elini hisseder. Meydana gelen her harekette O'nun elini görür. Bu
yüzden başına gelen zorluklar ya da esenlikler karşısında kalbi sarsılmaz,
dengesini yitirmez. Zorluklara sabreder, genişliğe, esenliğe şükreder. Bazen
bundan daha yüce ufuklara ulaşır ve hem zorluklara hem de esenliğe karşı
şükreder duruma gelir. Çünkü bu durumda esenlikte olduğu gibi zorluklarda da
Allah'ın lütfunu görür. Zorlukları uyarı, günahların örtülmesi, iyilikler
kefesinin ağır basması, kısacası her halükârda kendisi için bir iyilik
olarak algılar.
Buhari ve Müslim'in doğruluğunda görüş birliği
içinde oldukları bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Ne kadar
şaşırtıcıdır mü'minin durumu! Allah'ın verdiği her karar O'nun için
hayırdır. Başına bir zorluk gelirde sabrederse bu, O'nun için iyilik olur.
Yine, genişlik ve esenlik gelir de şükrederse o da iyilik olur kendisi için.
Bu durum mü'minden başkası için söz konusu değildir."
"Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğru yola
götürür."
ilk kuşak bazı tefsirciler, bunun Allah'ın kaderine
inanmak ve başa gelen herhangi bir olay karşısında Allah'ın kaderine teslim
olmak şeklinde yorumlamışlar. İbn Abbas ise "Yani Allah onun kalbini genel
anlamda doğruluğa iletir" der. Gizli ve dolaysız gerçekleri doğrudan
algılayacak şekilde kalbini açar. O'nun eşya ve olayların özü ile iletişim
kurmasını sağlar. Bu noktaya ulaşınca eşya ve olayların kaynağını ve
hedefini görür. Dolayı siyle yatışır, oturur ve huzura kavuşur. Sonra amaca
ulaştırıcı kapsamlı bilgiyi elde eder. Artık hata ve eksikliklerle
kuşatılmış yarım yapalak bakışlara ihtiyaç duymaz.
Aşağıdaki değerlendirme cümlesi de bunu
pekiştirmektedir. "Allah her şeyi bilendir."
Şu halde burada söz konusu olan, Allah'ın
bilgisinden bazı şeylere iletilmedir. Allah doğru yola ilettiğine bu bilgiyi
bahşeder. Fakat bu da imanın gerçek oluşu ile de mümkündür. Bu durumda
önünde perdelerin aralanmasını, sırların açılmasını hakkeder. Ama belli
ölçüde...
İmana gelmesi için kendilerine yöneltilen çağrı
sürdürülüyor ve şimdi de .Allah'a ve peygambere itaat etmeye davet
ediliyorlar.
"Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. Yüz
çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır."
Bundan önce onlara, yüz çevirenlerin ne tür bir
akıbete uğradıkları anlatılmıştı. Burada ise peygamberin mesajı duyurmakla
yükümlü olduğu vurgulanıyor. Buna göre peygamber mesajı açıkça duyurduğu
zaman emaneti yerine ulaştırmış, görevi tamamlamış, bir kanıt ortaya koymuş
demektir. Bundan sonra geriye onlar ve biraz önce kendilerine akıbeti
hatırlatılan isyankârlıkları ve yüz çevirmeleri kalıyor.
Ardından bu bölüm, onların inkar ettikleri,
yalanladıkları Allah'ın birliği gerçeğinin vurgulanması ile son buluyor.
Bunun yanı sıra Allah ile iletişim halindeki mü'minlerin tavrı dile
getiriliyor:
"Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Mü'minler
yalnız Allah'a dayanıp güvensinler."
Allah'ın birliği gerçeği iman düşüncesinin
temelidir. Bu da sadece Allah'a güvenilip dayanılmasını gerektirir. İşte
iman düşüncesinin kalpler üzerindeki etkisi bununla somutlaşır.
Bu ayetle birlikte artık surenin akışı müminlere
hitap etmeye koyuluyor. Dolayı siyle bu ayet surenin geçmiş bölümleri ile
bundan sonra gelecek kısmı arasındaki bağlantıyı sağlıyor. '
Surenin sonunda hitap müminlere yöneltiliyor. Burada
yüce Allah onları eş, çocuk ve mal sınavında uyanık bulunmaya çağırıyor.
Allah'tan korkmalarını, Allah'ın sözünü duyduklarında itaat etmelerini ve
Allah'ın verdiği rızktan hayır amaçlı, yapıcı harcamalarda bulunmalarını
istiyor. Bunun yanı sıra içlerdeki cimrilik duygusundan da sakındırıyor.
Buna karşılık rızklarının kat kat arttırılacağını, günahlarının
bağışlanacağını ve en sonunda kurtuluşa ereceklerini vaad ediyor. Sonunda
ise, yüce Allah'ın görünen ve görünmeyen her şeyi kapsayan ilmi, caydırıcı
gücü, üstünlüğü, karşı konulmaz yüceliği ve hikmeti hatırlatılıyor:
14- Ey inananlar!
Eşlerinizden ve çocuklarımızdan bazıları size düşmandır. Onlardan sakının.
Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.
15- Mallarınız ve
evlatlarınız bir sınav konusudur. Büyük mükafat ise Allah katındadır.
16- O halde
gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi
iyiliğinize olarak mallarınızı Allah yolunda harcayın. Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
17 -Eğer Allah'a
güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar.
Allah şükredenlere karşılık verendir, halimdir.
18- Görünmeyeni ve
görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.
Bu bölümde yer alan ilk ayete ilişkin olarak İbn
Abbas'a dayandırılan bir açıklamaya göre bir adam ona bu ayeti sormuş o da
şu cevabı vermiştir: "Burada söz konusu edilenler Mekke'de Müslüman olmuş
bazı kimselerdi. Bunlar Peygamber Efendimizin yanına gelmek istiyorlardı.
Fakat eşleri ve evlatları onlara müsaade etmiyorlardı. Daha sonra
Peygamberimizin yanına geldiklerinde insanların dini anlayışlarının
derinleştiğini gördüler. Bundan dolayı eşlerini ve evlatlarını cezalandırmak
istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Eğer affeder, hoş
görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Bu hadisi Tirmizi de bir başka kanaldan aktarmış ve hasen ve sahih olduğunu
belirtmiştir. İbn Abbas'ın kölesi İkrime de ona katılmıştır.
Şu kadarı var ki Kur'an ayeti küçük bir olaydan daha
kapsamlı, daha geniş boyutlu ve daha kuşatıcıdır. Çünkü, ikinci ayette yer
alan "Mallarınız ve evlatlarınız bir sınav konusudur" şeklindeki mal ve
evlatlara yönelik uyarı ile eş ve evlatlara yönelik bu uyarı bir de eşlerden
ve evlatlardan insana düşman olanların da bulunabileceğine ilişkin uyarı
insan hayatında derin etkisi bulunan bir gerçeğe işaret ediyor. İnsanın
duygusal yapısı ile hayat sahnesinde birbirine girmiş çok ince ve duyarlı
ilişkilere dokunuyor. Kuşkusuz eşler ve evlatlar insanı oyalayıp O'nu
Allah'ı anmaktan alıkoyabilirler. Yine görevini yapıp Allah yolunda cihad
eden bir mücahidin başına gelen musibetlerle karşılaşacak olursa eşlerine ve
evlatlarına bir zarar gelebilir endişesiyle imanın gerektirdiği yükümlülüğü
yerine getirmede isteksiz davranabilir, bu endişe mü'mini görevlerini eksik
yapmaya itebilir. Allah yolunda savaşa çıkmış bir mücahit birçok zararlara
uğrar, birçok fedakârlıklarda bulunur. Hem kendisi hem de ailesi büyük
zorluklarla karşılaşır. Kendi başına gelen zorluklara katlanabilir de eşinin
ve çocuğunun uğradığı zorluklara katlanamaz. Bu yüzden onları güvencede
tutmak, yer yurt temin etmek, mal mülk toplamak ve geçimlerini sağlamak için
cimrileşir, korkaklaşır. Böylece eş ve çocuklar onun düşmanı niteliğini
kazanırlar. Çünkü onu iyilik yapmaktan alıkoymuş olurlar. İnsan olarak
varoluşunun en üstün hedefini gerçekleştirmesine engel olmuş olurlar. Öte
yandan ondan dolayı başlarına bir şey gelebilir endişesiyle bizzat eş ve
çocuklar onun yoluna dikilip görevini yapmasına engel olabilirler. Veya eş
ve çocuklar onun izlediği yolun dışında bir yol tutmuş olabilirler, bu
durumda o da eş ve çocukları ile Allah için her şeyden soyutlanma arasında
bir tercih yapmada zorlanabilir. işte bunlar birbirinden farklı dereceleri
bulunan düşmanlığın görünümleridir. Mü'minin hayatında bu tür görünümlere
her zaman rastlamak mümkündür.
İşte bu yüzden, mü'minlerin kalplerinde sürekli bir
uyanıklık bulunsun, bu duygulara kapılmasın ve bu etkenlerin etkisinde
kalmasın diye bu girift ve karmaşık durum bizzat onların Allah tarafından
uyarılmalarını gerektirmiştir.
Sonra bu uyarı değişik bir ifadeyle, mal ve evlat
sınavında uyanık olmaya ilişkin bir çağrıyla tekrarlanıyor. Ayetin
orijinalinde geçen "fitne" kelimesi iki anlama gelir:
Birincisi: Yüce Allah sizi mal ve evlat konusunda
sınıyor, şu halde uyanık olun, sakının, sınavda başarılı olabilmeniz için
sürekli hazırlıklı olun, kurtulun ve Allah için her şeyden soyutlanın. Tıpkı
bir kuyumcunun saf altını katma maddelerden ayırmak için onu ateşte erittiği
gibi.
İkincisi: Şu mallar ve evlatlar sizin için baştan
çıkarıcı, çekici şeylerdir. Bu çekicilikleri ile sizi Allah'a karşı gelmeye,
O'na isyan etmeye sürüklerler. Şu halde onların çekiciliğinden sakınınız.
Sizi sürükleyip götürmesinler, Allah'tan uzaklaştırmasınlar.
Kelimenin bu her iki anlamı da kastedilmiş olabilir.
İmam Ahmed Abdullah B. Büreyde'nin şöyle dediğini
anlatır: Babam Büreyde'nin şöyle dediğini duydum: Bir gün Peygamber
Efendimiz minberde halka hitap ediyordu. O sırada torunları Hasan ve Hüseyin
-Allah onlardan razı olsun geldiler. Al gömlekler giyinmişlerdi. Düşe kalka
yürüyorlardı. Peygamber Efendimiz minberden indi ve ikisini kucaklayıp
önünde bir yere oturttu. Sonra şöyle dedi: "Allah ve Peygamberi doğru
söylerler. Kuşkusuz mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer sınav
konusudur. Şu iki yavrumun düşe kalka yürüdüklerini görünce dayanamadım.
Konuşmamı kesip onları ayağa kaldırdım: ' Ehli sünnet imamları ibn Vakid
kanalıyla rivayet ederler. Bu Resulallah'tır, bunlar da kızının oğulları. Şu
halde mesele çok ciddidir ve tehlikelidir. Bu konu, Allah tarafından
uyarılmayı, sakındırılmayı gerektirecek kadar önemlidir. Kalpleri yaratan ve
bu duyguları o kalplere yerleştiren Allah, kendilerini aşırı düzeyde bu
duygulara kapılmaktan alıkoymalarını istiyor. Çünkü bu tatlı bağların insana
ancak bir düşmanın yapabileceği şeyleri yaptığı, onu düşmanın tuzaklarına
benzer badirelere sürüklediği biliniyor.
Bu yüzden ayet-i kerime, mal ve evlat sınavında
uyanık bulunulması gerektiğini vurguladıktan ve bazı eşler ve evlatların
şahsında somutlaşan düşmanlığa dikkat çektikten sonra Allah katındaki kalıcı
nimetlere, güzelliklere işaret ediyor.
Bundan sonra ayet müminlere güçleri ve kapasiteleri
elverdiği oranda Allah'ın buyruklarını duyup itaat etmek suretiyle O'ndan
korkmaları çağrısında bulunuyor:
"O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun.
Dinleyin, itaat edin."
"Gücünüzün yettiği kadar" ifadesinde yüce Allah'ın
kullarına yönelik lütfu, kendisinden korkup itaat etme kapasitelerine
ilişkin bilgisi belirginleşiyor. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur: Size bir şey emrettiğim zaman onu elinizden geldiği kadar
yerine getirin. Bir şeyi yasakladığım zaman da ondan uzak durun."(Buhari ve
Müslim Ebu Hureyre`den rivayet ederler) Çünkü emre uymada bir sınır yoktur.
Bu yüzden elinizden geldiği oranda denilmiştir. Fakat yasağı bölmenin imkanı
yoktur. Bu yüzden eksiksiz uygulanması istenir.
Sonra ayet-i kerime onları Allah yolunda, yapıcı
harcamalarda bulunmaya teşvik ediyor:
"Kendi iyiliğinize olârak mallarınızı Allah yolunda
harcayın."
Şu halde onlar hayır amaçlı bir harcamada
bulunduklarında, bunu kendileri için yapmış olurlar. Burada yüce Allah da
kendileri için hayır amaçlı harcamalarda bulunmalarını istiyor. İfade,
onların hayır amaçlı harcamalarını sanki doğrudan kendi şahısları için
harcamışlar gibi dile getiriyor. Böyle yapacak olurlarsa bunun kendileri
hesabına bir iyilik olacağını belirtiyor.
Bunun yanı sıra ayet-i kerime insanın içindeki
cimrilik duygusunun ayrılmaz bir bela, bir musibet olduğunu gösteriyor.
Kendini bu cimrilikten kurtaran, korunan kimse mutludur, huzurludur. Hiç
kuşkusuz bu musibetten kurtulmak Allah'ın bir lütfudur.
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar
kurtuluşa erenlerdir." Sonra ayetlerin akışı onları hayır amacıyla dağıtmaya
teşvik ediyor, yapıcı harcamaları sevdiriyor. Ve onların bu tür
harcamalarını Allah'a verilmiş bir borç olarak nitelendiriyor. Yüce
Mevla'sına borç verdiği bu fırsatı kim değerlendirmez? Yüce Mevla, borcu
alıyor ve kat kat fazlasını veriyor. Bu sayede borç verenin günahlarını
bağışlıyor. Borç verene teşekkür ediyor. Şayet kişi O'na yönelik şükrünü
gereği gibi yapmaz, kusur ederse de O'na şefkat gösteriyor. Bütün bunları
yapan alemlerin Rabbi olan yüce Allah'tır.
"Eğer Allah'a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin
için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah şükredenlere karşılık verendir,
halimdir."
Allah ne kadar yücedir! Ne kadar kerimdir! Ve ne
kâdar büyüktür! Önce kulunu yaratıyor, sonra onu çeşitli nimetlerle
rızıklandırıyor. Sonra kulundan verdiği rızkların fazlasını istiyor. Kat kat
fazla siyle geri vereceği borç olarak. Sonra... Yaratıp çeşitli nimetler
bahşettiği kuluna teşekkür ediyor! Bu kulu, Mevla'sına, dostuna yönelik
şükründe bir kusur işleyince de şefkat gösteriyor. Aman Allah'ım!.. Ne büyük
lütuf.
Yüce Allah -kendi sıfatları aracılığı ile- bize
nasıl kusurlarımızı ve eksikliklerimizi aşacağımızı, sürekli O'nu görmek,
küçük ve sınırlı gücümüz oranında O'nu izlemeye çalışmak için nasıl yücelere
çıkacağımızı öğretiyor. Nitekim yüce Allah, insanın içine kendi ruhundan bir
soluk üflemiştir. Dolay isiyle, insanı gücünün ve kapasitesinin sınırları
içinde en ideal noktaya ulaşma arzusuna sahip bir varlık olarak yaratmıştır.
Bu yüzden yüce ufuklar sürekli açıktır. İnsan denen bu yaratık elinden
geldiğince olgunlaşsın, derece derece yükselmeye çalışsın, hoşnut olduğu ve
sevdiği niteliklere sahip biri olarak Allah'la buluşsun diye.
Bu ilginç mesajın ardından bu derin etkili gezinti
sona eriyor. Yüce Allah'ın kalpleri gözettiği, gizli açık her şeylerinden
haberdar olduğu sıfatları belirterek sure son buluyor:
"Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet
sahibidir." Her şey O'nun bilgisine açıktır. Onun egemenliğine boyun eğer.
O'nun öngördüğü hikmete göre hareket eder. Böylece insanlar Allah'ın
gözlerinin kendilerini gördüğünün, üzerlerinde egemen olduğunun, O'nun
hikmetinin görünen, görünmeyen her işi yönlendirdiğinin bilinci içinde
yaşamış olurlar. Kalplerin Allah'tan korkması, O'nun için her şeyden
soyutlanması ve O'nun çağrısına koşması için bu düşüncenin yerleşmesi
yeterlidir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.