43-Zuhruf
1- Ha, Mim.
2- Apaçık Kitab'a
andolsun ki.
3- Düşünüp anlamanız
için onu Arapça bir Kur'an yaptık.
4- O, katımızda
bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, hikmetle doludur.
5- Siz, haddi aşan
kimseler oldunuz diye, sizi Kur an la uyarmaktan vaz mı geçelim?
Sure, "Ha, Mim" harfleri ile başlıyor. Sonra "Apaçık
kitaba andolsun" cümleleri buna bağlanıyor... Yüce Allah apaçık kitaba yemin
ettiği gibi Ha, Mim'e de yemin ediyor. Çünkü "Ha, Mim " apaçık kitapla aynı
türdendir. Ya da apaçık kitap "Ha, Mim"in türündendir. Çünkü bu açık ve
anlaşılır kitap sözlü yapısı açısından bu iki harfin de aralarında yeraldığı
harflerden oluşmuştur. İnsanların konuşurken kullandığı diğer bütün harfler
gibi bu iki harf te yüce yaratıcısının ayetlerinden bir ayettir. İnsanı bu
olağanüstü şekilde yaratan ve ona bu tür seslerle düşüncesini açıklama
yeteneğini veren yüce Allah m bir mucizesidir. Kur'an'dan sözedilirken bu
harflerden de sözedilmesi çok işaretler, çok anlamlar ifade etmektedir.
Yüce Allah, bu Kur'an'ı Araplara bu şekilde
göndermesindeki maksat üzerine "Ha Mim"e ve apaçık kitaba yemin ediyor:
"Düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık:
Şu halde gaye konuştukları ve anladıkları kendi
dilleriyle inen bu kitabla karşılaştıkları zaman etraflıca düşünmeleridir.
Kur'an-ı Kerim, Allah tarafından Arapça diliyle bu şekilde Allah tarafından
vahyedilmiştir. Çünkü Şura suresinde bir ölüde değindiğimiz bir hikmetten
dolayı yüce Allah Arap milletini bu mesajı, bu dini omuzlamak üzere
seçmiştir. Arap milleti ve Arap dili bu dini taşıyıp diğer milletlere
aktarmaya elverişliydi. Allah peygamberlik görevini kime vereceği ve bu
peygamberi hangi bölgeden seçeceğini herkesten iyi bilir.
Ardından yüce Allah bu Kur'an'ın kendi katındaki
saygın yerini, ezeli ve kalıcı ölçüsündeki değerini açıklıyor:
"O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şam yücedir,
hikmetle doludur.. "
Ayette geçen "ana kitap" deyiminin sözlü anlamını
araştırma yönüne gitmeyeceğiz. Nedir ana kitap? Allah katında korunan Levh-i
mahfuz mudur Yoksa Allah'ın ezeli ilmi midir? Bunların ikisinin de
zihnimizde belirlenmiş, sınırlandırılmış bir anlamları yoktur. Sadece
geçerliliği genel olan, gerçeği düşünmemiz için yardımcı olan bir kavramı
algılıyoruz onlardan. Dolayısıyle "O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şanı
yücedir, hikmetle doludur" ayetini okuduğumuz zaman Kur'an-ı Kerim'in yüce
Allah'ın ilminde ve ölçüsünde sahip bulunduğu kalıcı ve değişmez değerini
anlıyoruz. Buda bizim için yeterlidir. Buna göre bu Kur'an'ın " anı yücedir"
"hikmetle doludur." Bu iki sıfat Kur'an'a bir tür akıl, sahibi canlılık
özelliğini veriyor. Gerçekte Kur'an öyledir de. Sanki Kur'an'da bir ruh
vardır. Kendisine dokunan ruhlara karşılık veren, kendine özgü çizgileri ve
özellikleri bulunan bir ruh. İşte Kur'an bu yüceliği ile, bu hikmetliliği
ile insanlığın önüne geçiyor, onlara yol göstericilik yapıyor, yapısı ve
özellikleri doğrultusunda onlara öncülük ediyor. insanlığın hayatında ve
zihninde bu değerleri, düşünceleri ve gerçekleri meydana getiriyor. Bunlar
da O'nun "şanı yücedir..."" hikmetle doludur" sıfatları ile
nitelendirilmesini sağlıyor.
Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanması, Kur'an'ın kendi
dilleri ile inmiş bulunduğu Arap milletinin yüce Allah'ın kendilerine
yönelik büyük lütfunun değerini anlamaları yüce Allah'ın kendilerine
bahşettiği nimetin bilincine varmaları için yeterli bir nedendir. Bu aynı
zamanda Kur'an'dan yüz çevirdiklerinde, onu küçümsediklerinde, ne büyük
oranda ölçüleri çiğneyeceklerini dolayısıyla değersiz bir toplum gibi bir
köşeye atılmayı, ilgisiz bırakılmayı hakkedeceklerini ortaya koyuyor. Bu
yüzden onlara ve bu çirkin davranışlarına karşı çıkılıyor, bu şekilde
ölçüleri çiğnemenin cezası olarak terk edilmekle, bir köşede ilgisiz
bırakılmakla tehdit ediliyorlar.
"Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi
Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?"
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın -büyüklüğüne, yüceliğine
ve buna ihtiyacı ol-mamasına rağmen- insanlık alemi içinde bu topluma önem
vermesi, kendi dilleri ile bir kitap indirmesi, onlara kendi iç alemlerini
anlatması, hayatlarının girift yönlerini ortaya koyması, onlara doğru yolu
göstermesi, önceki toplumların hayat hikayelerini anlatması, yüce Allah'ın
geçmiş toplumlara uyguladığı değişmez yasadan sözetmesi, buna rağmen onların
buna ilgi duymamaları, burun kıvırmaları çok ilginçtir ve ilginç olmaya
devam edecektir.
Bu çirkin savurganlıklarının cezası olarak yüce
Allah'ın gözetiminden ve hesabından uzak bulundurulabileceklerinin, ilgisiz
bırakılabileceklerinin ima edilmesi onlara yönelik üstü kapalı bir
tehdittir.
Bu tehdidin yanında, peygamberlerin
gönderilmelerinden sonra onları yalanlayan toplumlara uygulanan Allah'ın
yasası hatırlatılıyor:
6- Biz, sizden önce
gelenlere nice peygamberler gönderdik.
7- Onlar,
kendilerine gelen Her peygamberi mutlaka alaya alırlardı.
8- Bizde bunlardan
daha güçlü oları o kavimleri helak ettik. Öncekilere dair nice misaller
geçmiştir.
Arap toplumunun en tuhaf özelliği, Allah'ın
varlığını, gökleri ve yeri O'nun yarattığını kabul etmeleri, ancak, Allah'ın
bir olduğuna inanmak ve sadece O'na yönelmek gibi bu kabullenişin doğal
sonuçlarına inanmamalarıydı. Allah'a bir-takım düzmece ilâhı ortak koşmaları
ve yüce Allah'ın yarattığı bazı hayvanları bu düzmece ilâhlara özgü
kılmalarıydı. Öte yandan meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ileri
sürüyor ve Allah'ı bir yana bırakarak melekler adına diktikleri heykellere
ibadet ediyorlardı.
Burada Kur'an-ı Kerim onların kabullendikleri
gerçeği sunuyor ve bu gerçeğin kaçınılmaz sonuçlarını ortaya koyuyor.
Böylece onları bir kenara bıraktıkları öz yaratılışın mantığı ile karşı
karşıya getiriyor. Yüce Allah'ın kendilerinin yararı için yarattığı gemi ve
hayvanlar gibi nimetler karşısında takınılması gereken zorunlu tavra
dikkatlerini çekiyor. Sonra meleklere ilişkin iddiaları üzerine onların
mantıklarının kullanarak onlarla tartışıyor:
9- Andolsun onlara:
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan elbette "Onları, çok üstün, çok
bilen Allah yarattı" diyeceklerdir.
10- O; size yeri
beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar gösterendir.
11- Gökten bir
ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat
verdik. İşte böyle sizde tekrar diriltileceksiniz.
Arapların -Hz. İbrahim'in Allah'ın birliği esasına
dayalı dininin değişmiş, tahrif edilmiş ve çeşitli efsanelere bulaşmış
kalıntısı olduğunu sandığımız- bir inanç sistemleri vardır. Bu inanç
sisteminde, bu evrenin bir yaratıcısının olması ve bu yaratıcının da yüce
Allah olması gibi insanın öz yaratılışının inkar edemediği gerçekler vardı.
Çünkü insanın öz yaratılışının yalın ve net mantığına göre bu evrenin bir
yaratıcısı olmadan bu şekilde meydana gelmiş olması, yine Allah'tan başka
birinin bu evreni yaratmış olması mümkün değildir. Ne var ki Araplar,
insanın öz yaratılışının en yalın şekliyle kabul ettiği bu gerçeğin dış
görünüşüne inanmakla yetiniyorlardı, bu inancın doğal sonuçlarını kabul
etmiyorlardı.
"Andolsun onlara: `Gökleri ve yeri kim yarattı?'
diye sorsun elbette `Onları, çok üstün, çok bilen Allah yarattı'
diyeceklerdir:'
Ayetin orjinalinde geçen "Allah çok üstündür ve
bilendir" anlamına gelen "el -Aziz" ve "el-Alim" sıfatlarının onların
sözleri olmadığı açıktır. Çünkü onlar gökleri ve yeri yaratanın "Allah"
olduğunu kabul ediyorlardı ama islamın gösterdiği Allah'ın sıfatlarım
bilmiyorlardı. İslamın öğrettiği bu aktivite içerikli sıfatlar yüce Allah'ın
hem onların içlerinde, hem hayatlarında, hem evrenin hayatında aktif bir
etkisinin olmasını sağlamıştır. Onlar Allah'ı bu evrenin, dolayısıyle
kendilerinin yaratıcısı olarak biliyorlardı. Ne var ki yine onlar Allah'ı
bir yana bırakarak birtakım düzmece tanrılar ediniyorlardı. Çünkü onlar yüce
Allah'ı şirk düşüncesini ortadan kaldıran sıfatları ile bilmiyorlardı. Bu
yüzden kendi kendileri ilé aptalca bir tutarsızlık içine düşüyorlardı.
Burada Kur'an-ı Kerim, göklerin ve yerin yaratıcısı
olduğunu kabul ettikleri yüce Allah'ın "üstün" ve "bilen" olduğunu onlara
öğretiyor. Onun güçlü, dilediğini yapabilen, herşeyi bilen, herşeyden
haberdar biri olduğunu gösteriyor. Yani Kur'an-ı Kerim önce onların kabul
ettikleri gerçeği dile getiriyor, sonra bu kabullenmenin ardından gelmesi
zorunlu olan adımı attırıyor.
Ardından Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ı sıfatlan ile
tanıtmak ve yaratılıştan ve doğumdan sonra insanlara lütfettiği nimetleri
açıklamak amacı ile onlara bir diğer adım attırıyor:
"O, size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için
yeryüzünde size yollar gösterendir."
Yeryüzünün insanlar için beşik kılınması gerçeğini
her kuşaktan akıllar değişik biçimde algılar. Bu Kur'an'la ilk önce muhatap
olanlar belkide yeryüzünün beşik kılınması gerçeğini yeryüzünün ayaklarının
altında yürümeye, önlerinde ekip biçmeye, kısacası yaşayıp gelişmeye
elverişli oluşu şeklinde algılamışlardı. Ama bugün bizler -şayet
teorilerimiz ve değerlendirmelerimiz doğru ise yeryüzünün yapısına ve uzak
yakın tarihine ilişkin bilgilerimizin düzeyi ölçüsünde bu gerçeği daha geniş
boyutlu ve daha derin algılıyoruz. Bizden sonra gelecek olan kuşaklar da bu
gerçeğe ilişkin olarak bizim algılayamadığımız şeyleri algılayacaklar.
Dolayısıyle bu ayetin ifade ettiği anlamın boyutları daha fazla
genişleyecek, daha fazla derinleşecektir. İnsanların deneyimleri ve bilgi
düzeyleri arttıkça yeni ufuklar açılacak, mesele yeni boyutlar kazanacaktır,
insanın önünde bilinmezliklerin kapısı açılacaktır.
Bugün bizler, yeryüzünün insan türünün yaşama imkanı
bulacağı bir beşik kılınması gerçeğine ilişkin olarak bu gezegenin ardarda
çeşitli evrelerden geçtiğini sonuçta insanların yaşamasına elverişli bir
beşik haline geldiğini biliyoruz. Bu evreler sürecinde yeryüzünün sert, kuru
kayalık yüzeyi tarıma elverişli bir toprağa dönüşmüştür. Hidrojen ve
oksijenin birleşmesi ile yeryüzünde su meydana gelmiştir. Dünyanın kendi
ekseni etrafında dönmesi ile, ısısını dengeleyecek, yaşamaya elverişli
olmasını sağlayacak günler oluşmuştur. Dönüş hızı da üzerindeki canlı ve
cansız varlıkların dengede durmasına, dağılıp saçılmamasına, uzay boşluğuna
uçmamasına elverişli bir hal almıştır.
Yine bir gerçeğe ilişkin olarak yüce Allah'ın bu
gezegene çekim gücü gibi bazı özellikler verdiğini biliyoruz. Bu sayede
yaşamaya elverişli bir hava tabakası korunmuştur. Şayet bu gezegeni saran
hava tabakası gezegenin çekim gücünden kurtulacak olursa yüzeyinde hayatı
sürdürmek mümkün olmayacaktır. Nitekim çekim gücü yeterli olan, dolayısıyle
çevrelerindeki hava tabakası dağılan ay gibi bazı gezegenlerde hayat yoktur.
Yüce yaratıcı bizzat bu çekim gücünü yine yeryüzünün hareketinden
kaynaklanan itim gücünü dengeleyici bir unsur olarak varetmiştir. Böylece
canlı ve cansız varlıklar dağılmaktan, boşluğa uçmaktan korunmuşlardır. Bu
denge unsuru insanların ve diğer canlıların yeryüzünde hareket etmelerine de
imkan hazırlamıştır. Şayet dünyanın çekim gücü olması gereken düzeyden fazla
olsaydı canlı ve cansız varlıklar yere yapışacaklardı, hareket etmeleri
imkansızlaşacaktı veya zorlaşacaktı. Öte yandan dünyaya yönelik hava basıncı
da artacaktı. Bu da insanların yere yapışmalarına neden olacaktı. Veya zaman
zaman bizim sinekleri, böcekleri elimiz değmeden üzerlerine basıncı
yoğunlaştıran bir darbe ile ezdiğimiz gibi bu durumda hava basıncı tüm
canlıları ezecekti. Eğer dünya üzerindeki hava basıncı şimdiki düzeyinden
biraz daha hafiflese, o zaman göğüsler ve damarlar patlayacak içindekileri
dışarı atacaklardır.
Aynı şekilde yeryüzünün beşik kılınması ve içinde
yaşamaya elverişli imkanların bulunması gerçeğine ilişkin olarak, herşeyden
üstün ve herşeyi bilen yüce yaratıcının şu yeryüzüne birbiriyle uyuşan
çeşitli faktörler bahşettiğini biliyoruz. Bunlar hep birlikte insanın
varolmasına, hayatını sürdürmesine yardımcı oluyorlar. Eğer bu faktörlerden
biri ortadan kalkacak olursa insanın yaşaması imkansız hale gelecek veya
zorlaşacaktır. Sözünü ettiğimiz bu uyumlu faktörlerden biri, yeryüzünde
okyanuslardan ve denizlerden oluşan büyük su kitlesinin, yeryüzünde
gerçekleşen çok sayıdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu açığa çıkan gazları
emecek nitelik olması, dolayısıyle dünyanın atmosferini sürekli canlıların
yaşamasına elverişli durumda tutmasıdır. Yine bu uyumlu faktörlerden biri,
bitkilerin, canlıların yaşamak için solunum yoluyla içlerine çektikleri
oksijen ile bitkilerin gerçekleştirdikleri fotosentez olayı sonucu dışarıya
verdikleri oksijeni dengeleyici bir rol üstlenmeleridir. Eğer bu denge
olmasaydı, bir süre sonra canlılar boğulacaklardı.
Böyle, böyle... "O, size yeri beşik kılan ve doğru
gitmeniz için yeryüzünde size yollar gösterendir" gerçeğinin ifade ettiği
birçok anlamı gün geçtikçe görme imkanına kavuşuyoruz. Ve bunlar ilk kez bu
Kur'an'la muhatap olanların algıladıkları anlamlara ekleniyorlar. Hiç
kuşkusuz bunların tümü gökleri ve yeri yaratan üstün iradeli ve herşeyi
bilen yüce Allah'ın gücüne ve bilgisine tanıklık etmektedir. Nereye bakarsa
baksın, neyi düşünürse düşünsün insan kalbine herşeye gücü yeten, herşeyi
yönlendiren ilahi eli göstermektedir. Boşuna yaratılmadığını, başıboş
bırakılmadığını, bu ilahi elin kendisini tuttuğunu, adımlarını attırdığını,
dünya hayatında, bu hayattan tince ve sonra attığı her adımı onun
yönlendirdiğini düşünmesini sağlıyor.
"doğru gitmeniz için.." Çünkü bu evrenin planı ve
evrene egemen olan birbiriyle uyumlu yasalar sistemi insan kalbinin bu
evrenin yaratıcısı ve evrendeki bu ince ve akıllara durgunluk veren düzenin
kurucusu yüce Allah'a doğru yol almasının garantisidir.
SU VE HAYAT
Ardından surenin akışı, yeryüzünün insanın
yaşamasına elverişli hale getirilişinden ve yeryüzünde yaşam sürdürmek için
gerekli imkanların hazırlanmasından sonra ortaya çıkan hayat ve canlılar
alanında onlara bir başka adım attırıyor.
"Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz
onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik. İşte böyle sizde böyle tekrar
diriltileceksiniz."
Gökten inen suyu herkes biliyor, herkes görüyor. Ne
var ki çoğu insan, uzun süre alışmış olmaktan, sık sık tekrarlanmaktan
dolayı bu hayret verici olayı, ürpermeden, uyanmadan bakıp gidiyor. Fakat
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gökten inen suyun damlalarını
sevgiyle, sevinçle, coşkuyla, mutlulukla karşılardı. Çünkü bu damlalar ona
Allah'ın katından geliyorlardı. Çünkü onun diri kalbi, bu yağmur damlaları
içinde yüce Allah'ın canlı sanatını algılıyordu, onun harikalar yaratan
elini görüyordu. Zaten Allah'a bağlı olan ve Allah'ın varlık alemine egemen
kıldığı yasalar sistemi ile iletişim kuran bir kalp bu olayı bu şekilde
algılamalıdır. Çünkü o da bu evrende yürürlükte olan yasalar sisteminin bir
ürünüdür. Yüce Allah'ın gözü her an bu yasaların üzerindedir, her seferinde
ve her damlasında Allah'ın eli işin içindedir. Gökten inen suyun aslının
yeryüzünden yükselen ve gökyüzünde yoğunlaşan buharın olması bu gerçeğin
etkisini yoketmez, sıcaklığını kaybettirmez. Şu yeryüzünü yaratan kimdir?
Kim yeryüzünde suyu varetmiştir? Sıcaklığı yeryüzüne yansıtan kimdir? Suya
sıcaklığın etkisiyle buharlaşma özelliğini kim vermiştir? Buhara yükselme ve
uzayda yoğunlaşma yeteneğini kim bahşetmiştir? Şu evrene, yoğunlaşan buharın
elektrikle yüklenmesini, bu elektriklerin sürtüşüp ayrılmalarım dolayısıyle
yağmurun yağmasını sağlayan diğer özellikleri kim yerleştirmiştir? Sonra
nedir bu elektrik? Elbirliği ile suyun yağmasını sağlayan şu özellikler, şu
sırlar nedir? Bu konularda elde edilen bilgiler şu dehşet verici evrenin
mesajını algılamamızı önleyen bir perdeye dönüşmüştür. Oysa bu bilgi
sayesinde daha duyarlı hale gelmeliydik, kalbimiz daha çok incelmeliydi.
"Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur."
Buna göre yağmur, bir ölçüye, bir plana göre
yağıyor. Ne bütün canlıları boğacak kadar çok, ne de toprağı kurutacak,
dolayısıyle hayatı zorlaştıracak kadar az... Biz akıllara durgunluk veren bu
dengeyi, bu uyumu bizzat gözlemleyebiliyoruz ve bugün yüce Allah'ın dilediği
şekilde hayatın ortaya çıkıp süreklilik kazanması için bunun ne kadar
zorunlu olduğunu anlıyoruz.
"Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik."
Canlıların yaratılışı ve hayatın ortaya çıkışı suya
bağlıdır. Çünkü her canlı varlık canlılığını suya borçludur.
"Siz de böyle tekrar diriltileceksiniz:'
Çünkü hayatı ilk kez meydana getiren, aynı şekilde
bu işlemi tekrarlayacaktır. ilk kez ölü topraktan canlı varlıklar çıkaran
yüce Allah kıyamet günü tekrar bu canlıları topraktan çıkaracaktır. Çünkü
bir şeyi tekrar yapmak ta ilk kez yapmak gibidir. Yüce Allah'a göre bunun
zor bir tarafı yoktur.
Sonra bir kısmını Allah'a bir kısmını da Allah'tan
başkasına ayırdıkları şu hayvanlar, yüce Allah'ın insanlara yönelik bir
nimeti olsun, insanlar gemilere bindikleri gibi onlara da binsinler, böyle
bir nimeti hizmetlerine sunduğu için Allah'a şükretsinler ve nimetine gereği
gibi karşılık versinler diye yaratılmışlardır:
12- Bütün çiftleri
Allah yarattı, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti.
13- Böylece onların
sırtına binip, üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak "Bunu bizim
hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik"
demeniz içindir.
14- "Biz şüphesiz
Rabbimize döneceğiz" deyin.
Bu ayette de işaret edildiği gibi hayatın temeli
canlıların çifter çifter yaratılmış olmasıdır. Çünkü bütün canlılar çifttir.
Hatta ilk önce yaratılan tek hücre hem erkeklik hem de dişilik özelliklerine
sahipti. Daha doğrusu, şayet şu ana kadarki tabii bilimler alanındaki
araştırmaların işaret ettiği gibi negatif elektron ile pozitif protondan
meydana gelen atomu evrenin temeli kabul edecek olursak, sadece canlıların
değil tüm evrenin temelinin çift unsurdan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Her halukârda çift olma durumu hayat mekanizmasında
son derece belirgindir. Gerek insandan, gerekse diğer canlılardan tüm
çiftleri yüce Allah yaratmıştır.
"Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti."
Surenin akışı burada insanlara yüce Allah'ın
kendilerini yeryüzüne halife tayin etmekle, bu amaçla hizmetlerine çeşitli
güç ve enerji kaynaklarını vermekle ne büyük bir lütufta bulunduğunu
hatırlatıyor. Sonra, bu nimete ve bu seçime karşılık bir şükür ifadesi
olarak takınılması zorunlu olan edep tavrına dikkatlerini çekiyor. Hayat
alanındaki her harekette kalplerin yüce Allah a bağlı kalması için nimetle
karşılaştıkları her anda bu nimeti vereni hatırlamalarını sağlıyor:
"Böylece onların sırtına binip, üzerlerine
yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak `Bunu bizim hizmetimize veren
Allah'ın şanı yücedir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik' demeniz içindir."
Biz yüce Allah'ın bize yönelik nimetine benzeri bir nimetle karşılık
veremeyiz. Bu nimetlere karşılık olarak şükretmekten başka bir şey gelmez
elimizden.
Bunun yanısıra bir de, insanların çeşitli nimetlerle
donatıldıkları, bu amaçla birçok güç ve enerji kaynaklarını
kullanabildikleri halifelik görevi esnasında sergiledikleri davranışların,
eylemlerin karşılığını almak üzere bu halifelik görevinden sonra tekrar
Rabb'lerine döneceklerini hatırlamaları da güdülen amaçlardan biridir:
"Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz' deyin:'
Nimetleri bahşeden yüce Allah hakkında takınılması
zorunlu olan edep tavrı budur. Bize bahşettiği herhangi bir nimetinden
yararlandığımızda onu hatırlamamız için yüce Allah buna dikkatimizi çekiyor.
Oysa biz bu sayısız nimetler arasına dalıp dilediğimiz gibi yararlanıyoruz
ama nimetleri vereni unutuyoruz ..
Bu meseleye ilişkin olarak islamın öngördüğü edep
tavrı, halkın terbiyesi ile, vicdanın canlandırılması ile sıkı sıkıya
bağlantılıdır. Çünkü bu, sadece hayvanların sırtına, gemileri üzerlerine
kurulmakla bir anda gelip kaybolan geleneksel bir ifadedir. Sadece dille
söylenen ama kalpte gerçekliği bulunmayan kuru bir söz de değildir. Bu, yüce
Allah'ı gerçek anlamda hissetmek, onunla kulları arasındaki bağın gerçek
mahiyetini kavramak, insanı kuşatan her şeyde, yüce Allah'ın karşılıksız
olarak, sırf onlara yönelik lütfunun, bağışının bir belirtisi olarak
hizmetlerine sunduğu herşeyde onun elini hissetmek için duyguların
canlanması amacına yönelik bir uyarıdır. Çünkü insanlar, yüce Allah'ın
kendilerine yönelik lütfuna hiçbir şekilde karşılık veremezler. Bir de,
kalplerin sürekli sonunda Allah'ın huzurunda hesap vereceklerinin ürpertisi
içinde olmaları amaçlanmaktadır. Bütün duygular, insan kalbinin sürekli
uyanık kalmasının, duyarlı olmasının, Allah'ın gözetimini bir an bile
unutmamasının, unutkanlık, gaflet ve hareketsizlik sonucu
duyarsızlaşmamasının, donuklaşmamasının garantisidir.
MELEKLER HAKKINDA
İFTİRALAR
Bunun ardından surenin akışı, Allah'ın kulları
oldukları halde, Allah'ın kızlarıdır iddiası ile tanrılar edinilen, ibadet
sunulan meleklere ilişkin efsaneyi ele alıyor:
15- Böyle iken
kafirler Allah'a çocuk isnad ettiler. İnsan gerçekten apaçık nankördür,
gerçeği inkar eder.
16- Demek Allah,
yarattıkları arasından kızları kendisine alıp da oğulları size verdi öyle
mi?
17- Fakat Rahman
olan Allah'a isnad ettiği kız evlat kendilerinden biri-ne müjdelenince, o
kimsenin yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup durur.
18- Demek süs içinde
yetiştirilerek mücadele gücü olmayanı mı Allah'a isnad ediyorsunuz?
19- Onlar Rahman'ın
kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı
gördüler? Onların bu şahidlikleri yazılacak ve sorguya çekilecekler.
20- Ve dediler ki
"Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık': Onların
bu hususta bir
bilgileri yoktur. Onlar asılsız tahminlere dayanarak konuşuyorlar.
21- Yoksa bundan
önce onlara bir kitab verdik de ona mı sarılıyorlar?
22- Hayır! Sadece
"Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz"
dediler.
Kur'an-ı Kerim bu asılsız efsaneyi ablukaya alıyor,
onların içlerinde her yönden saldırıya geçerek amansız bir mücadeleye
girişiyor. Onların bütün çıkış yollarını kapatıyor, kaçacak delik
bırakmıyor. Bu operasyon sırasında baştan sona onların mantıkları ile,
onların kaçınılmaz kabul ettikleri bulguları ile ve onların pratik hayatları
ile onlara karşı koyuyor. Bunun yanısıra daha önce geçmiş milletler arasında
kendileri gibi tavır takınan, kendi sözlerine benzer sözler söyleyen
toplumların akıbetlerine de dikkatlerini çekerek cürümlerinin büyüklüğünü
gözlerinin önüne seriyor.
Kur'an-ı Kerim en başta bu efsanenin saçmalığını,
tutarsızlığını ve bu tür sözlerdeki açık küfrü vurgulayarak konuya giriyor:
"Böyle iken kafirler Allah'a çocuk isnad ettiler.
İnsan gerçekten apaçık nankördür, gerçeği inkar eder."
Melekler Allah'ın kullarıdır. Onları Allah'ın
kızları olarak nitelendirmek onları kulluk sıfatından soyutlayıp Allah'a
yakın bir konuma oturtmak anlamına gelir. Oysa melekler de herkes gibi
kuldurlar. Rabb'leri, yaratıcıları olan yüce Allah'la ilişkilerinde kulluğun
dışında bir sıfatla nitelendirilmelerinin hiç bir gerekçesi yoktur. Yüce
Allah'ın yarattığı herkes kuldur ve sadece Allah'a kulluk sunabilirler. Bir
insanın böyle bir iddiada bulunması hiçbir şüpheye yer bırak-mayan apaçık
bir küfürle damgalanmasına neden olur: "İnsan gerçekten nankördür, gerçeği
inkar eder."
Sonra Kur'an-ı Kerim onların mantıklarını ve
geleneklerini kanıt olarak ileri sürüyor. Bu amaçla, melekleri kız olarak
nitelendirip sonra da onları Allah'a vermelerindeki saçmalığı alaycı bir
ifadeyle ortaya koyuyor:
"Demek Allah, yarattıkları arasından kızları
kendisine alıp ta oğulları size verdi öyle mi?"
Madem ki yüce Allah evlad edinmiştir, niye kızları
kendisine, oğulları da onlara ayırmıştır? Kendileri kızlarının olmasından
hoşlanmazken, böyle bir durumda üzülürken Allah'ın kızlarının olduğunu ileri
sürmeleri doğru mudur?
"Fakat Rahman olan Allah'a isnad ettiği kız evlat
kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin yüzü simsiyah kesilir,
öfkesinden yutkunup durur." Kendilerine müjdelendiği zaman öfkelendikleri
bir şeyi Allah'a nisbet etmemek takınılması gereken zorunlu bir edep tavrı
değil miydi? Uygun olanı bu değil miydi? Oysa onlardan birine kız evladın
oldu diye haber verildiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. Öfkeleri
yüzlerinden okunur. Kızar, kız çocuğunun olduğunu gizlemeye çalışırlar.
Kızgınlıktan parçalanacak gibi olurlar. Şu halde süs içinde, nazla, şefkatle
büyüyen kızları Allah'a nispet etmeleri yakışık alıyor mu? Edep tavrına
uyuyor mu? Bilindiği gibi kızlar kavgaya, savaşmaya güç yetiremezlerdi.
Fakat onlar toplum olarak savaşçılardan ve söz ustalarından hoşlanırlardı.
Kur'an-ı Kerim onları kendi mantıklarını kullanarak suçüstü yakalıyor.
Nefret ettikleri şeyleri yüceltip Allah'a dayandırmalarından dolayı onları
utandırıyor. Mutlaka böyle bir şey yapmak zorundaydılarsa hoşlandıkları,
sevindikleri şeyleri seçip Rabb'lerine dayandırsalardı ya.
Sonra Kur'an-ı Kerim onları ve asılsız efsanelerini
bir başka açıdan kuşatıyor. Onlar meleklerin dişi olduklarını ileri
sürüyorlardı. Peki bu iddiaları neye dayanıyordu?
"Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi
saydılar. Acaba meleklerin yaradılışını mı gördüler? Onların bu şahitlikleri
yazılacak ve sorguya çekilecekler."
Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler?
Meleklerin yaratılıyı seyrederken onların dişi olduklarını mı öğrendiler?
Çünkü görmek bir kanıttır, bir iddia sahibinin dayanabileceği bir delildir.
Fakat onlar meleklerin yaratılışını gördüklerini iddia edemezlerdi. Buna
rağmen meleklerin dişi olduklarına tanıklık ediyor, böyle bir iddiada
bulunuyorlardı. Şu halde gözleriyle görmedikleri bir olayda tanıklık etmenin
sonuçlarına katlanmalıydılar: "Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya
çekileceklerdir."
Ardından surenin akışı onların iftiralarını ortaya
koymaya devam ediyor ve bu amaçla ileri sürdükleri bahaneleri, bu olay
çevresinde çıkardıkları tartışmaları dikkatlere sunuyor:
"Ve dediler ki, `Rahman dileseydi biz onlara
tapmazdık: Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar asılsız tahminlere
dayanarak konuşuyorlar."
Dört yandan çürütülmez kanıtlarla kuşatılınca bu
sefer kaçmaya kalkışıyorlar. Bütün efsaneler yıkılıyor. Bu sefer sorumluluğu
Allah'ın iradesine yıkıyorlar. Yüce Allah'ın, kendilerinin meleklere ibadet
etmelerinden hoşnut olduğunu, ileri sürüyorlar. Aksi taktirde meleklere
kulluk sunmalarına imkan vermeyeceğini, kesinlikle onları bu eylemden
alıkoyacağını iddia ediyorlar.
Hiç kuşkusuz bu söz, gerçeği çarpıtmanın ifadesidir.
çünkü varlıklar aleminde meydana gelen herşey yüce Allah'ın iradesi
doğrultusunda meydana geliyor. Bu doğrudur. Ne var ki, insanın doğru yolu ve
sapıklığı seçme gücüne ve yetkisine sahip olması da yüce Allah'ın iradesinin
gereğidir. Yüce Allah'ın iradesi insanın doğru yolu veya sapıklığı seçebilme
yeteneğine sahip olarak yaratılmasını öngörmüşse de insanın doğru yolu
seçmesini emretmiş ve bu yöndeki hoşnutluğunu ifade etmiştir. Öte yandan
küfürden ve sapıklıktan hoşnut olmamıştır.
Onlar Allah'ın iradesini yanlış yorumlamaya
kalkışırlarken gerçeği çarpıtıyorlar. Çünkü onlar yüce Allah'ın onların
meleklere kulluk sunmalarını istediğinden emin değildirler -Hem nasıl emin
olacaklar ki?-. "Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar asılsız
tahminlere dayanarak konuşuyorlar." Asılsız kuruntulara, sanılara
dayanıyorlar.
"Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı
sarılıyorlar?"
Meleklerin dişi olduklarına, Allah'ın kızları
olduklarına ilişkin iddialarında, onlara yönelik kulluk eylemlerinde daha
önce kendilerine gönderilmiş bir kitaba mı dayanıyorlar? Bu kitabın içerdiği
gerçeklere mi sarılıyorlar? Bu kitaptan çıkardıkları kanıtlara mı
dayanıyorlar?!
Kur'an-ı Kerim bu açıdan da kaçış yollarını tıkıyor.
İnançla ilgili meselelerde körü körüne hareket edilmeyeceğini, zann ve
kuruntulara dayanılmayacağını, aksine Allah katından gelen bir kitaptan
beslenileceğini, onun içerdiği gerçekle-re yapışılacağını ima ediyor.
İş bu noktaya gelince Kur'an-ı Kerim, bir görüşe
dayanmayan bu tutarsız efsaneye ilişkin inançlarının ve bir kitaptan
kaynaklanmayan geçersiz ibadeti sürdürmelerinin tek dayanağını ortaya
koyuyor!
"Hayır! Sadece `Biz babalarımızı bu din üzerinde
bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' dediler."
Hiçbir güce dayanmayan tutarsız, çelişkili olmasının
ötesinde insanı gülünç duruma düşüren saçma bir sözdür bu. Düşünmeden,
taşınmadan, bir kanıt, bir delil isteme gereği duymadan sadece taklit
etmenin, papağan gibi söylenenleri tekrar etmenin belirtisidir. Nereye
gidiyoruz? diye sormadan, yoldaki işaretleri bilmeden, nereye sürüklenirse o
tarafa doğru giden hayvan sürüsünü andıran aşağılayıcı bir tablodur bu.
İslam fikir özgürlüğünü, serbest düşünceyi öngören
bir dindir, bu yüzden bu tür aşağılayıcı bir taklitçiliği, günah ve
ihtiraslarla övünmek amacıyla babaları, ataları körü körüne izlemeyi
onaylamaz. Bir dayanak olmalıdır, bir kanıt olmalıdır, düşünüp
değerlendirmek gerekir. Sonra kesin bir inanca, net bir anlayışa dayalı
özgür bir seçim zorunludur.
Bu gezintinin sonunda kendilerininkine benzer sözler
söyleyen, tıpkı onlar gibi başkalarına benzeme, ataları körü körüne taklit
etme, gerçeklerden yüz çevirme, peygamberleri yalanlama, çeşitli mazeret ve
açıklamalara rağmen yanlış tutumlarını sürdürmede ısrar etme yolunu seçen
geçmiş toplumların akıbetleri Sunuluyor:
23- İşte böyle
senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen
zenginleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izlerine uyarız" dediler.
24- "Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu gelişmiş olsam da
yine babalarınızın yolunu mu tutacaksınız?" deyince. Dediler ki: "Doğrusu
biz seninle gönderileni inkar ediyoruz."
25- Biz de onlardan
intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?
"Böylece doğru yola girmekten kaçınanların, burun
kıvıranların karekterlerinin aynı olduğu, sürekli aynı kanıtı ileri
sürdükleri ortaya çıkıyor: "Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de
onların izinde gidiyoruz" veya "onların izlerine uyuyoruz..." Sonra bu
taklitçilikten dolayı kalpleri kilitleniyor, akılları köreliyor. Daha doğru,
daha üstün ve kanıtla kesinleşse bile yeni birşeyi düşünemez oluyor. Sonra
görmek için gözlerini, hissetmek için kalbini, anlamak için aklını açmak
istemeyen bu tiplerin yok olmaları, tarih sahnesinden silinip gitmeleri
kaçınılmaz oluyor.
İşte bu tip insanların kaçınılmaz akıbetleri
Kur'an-ı Kerim, izledikleri yolup nereye varacağını belki görürler diye bu
akıbeti gözlerinin önüne seriyor.
HZ. İBRAHİM'İN SOYU
Kureyşliler, Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun-
soyundan geldiklerini söylüyorlardı. Bu doğrudur. Bunun yanında Hz.
İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı, ama bu doğru
değildir. Çünkü Hz. İbrahim Tevhid mesajını, yani Allah'ın birliği gerçeğini
vargücüyle, hiçbir karşılığa ve kapalılığa yer vermeden, açık ve anlaşılır
bir şekilde duyurmuştu. Öldürülme ve ateşe atılma girişimleri ile karşı
karşıya kaldıktan sonra bu mesaj uğruna babasını ve soydaşlarını
terketmişti. Hayat sistemini, şeriatını bu temele dayalı olarak kurmuştu.
Soyuna bu gerçeğe bağlılığı tavsiye etmişti. Onun getirdiği inanç sisteminde
şirkin gölgesi, silik bir izi bile yoktu.
Surenin bu bölümünde ayetlerin akışı onları bu
tarihsel gerçekle karşı karşıya getiriyor. Amaç savundukları iddialarını bu
gerçeğe bakarak yeniden gözden geçirmelerini sağlamaktır. Sonra Peygamber
efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu görev için seçilişine yönelik
itirazlarını ve bu amaçla sarf ettikleri şu sözleri aktarıyor: "Bu Kur'an
iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" Sonra Kur'an-ı
Kerim onların bu sözlerini ve içerdiği yanlışları yüce Allah'ın hayat için
belirlediği temel değerlerle, onların uydurdukları kendilerini hak ve doğru
yoldan alıkoyan geçici değerlere göre tartışma konusu yapıyor. Bu meseleye
ilişkin gerçeğin vurgulanmasının ardından Allah'ın mesajından yüz
çevirenlerin akıbetlerini onlara haber veriyor. Bundan önce de bu körükörüne
tutumun nedeninin şeytanın vesvesesi olduğunu bildiriyor. Surenin akışı
dersin sonunda Peygamber efendimize yöneliyor; onların yan çizmelerinden,
körükörüne reddetmelerinden dolayı Peygamberimizi teselli ediyor, ona moral
veriyor. Çünkü peygamber körleri doğru yola iletmekle, mesajını sağırlara
duyurmakla yükümlü değildir. Peygamberimiz görse de veya yüce Allah onları
cezalandırmayı peygamberimizden sonraya ertelese de onlar hakkettikleri
karşılığı göreceklerdir. Bunun yanısıra yüce Allah Peygamber efendimize
kendisine vahyedilen kitaba uyması direktifini veriyor. Çünkü bu kitap bütün
peygamberlerin getirip toplumlarına sundukları gerçeği içermektedir. Bütün
peygamberler tevhidi yani Allah'ın birliği gerçeğini getirip insanlara
sunmuşlar: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan
Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?"
Sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasından
bir bölüm sunuluyor. Bununla Arapların peygamberlerine karşı takındıkları
tavır örneklendiriliyor. Sanki aynı itirazları içeren bir fotokopi gibi Arap
müşriklerinin övünüp durdukları değerlerin aynısı ile övünen Firavun'un ve
onun yönetim kadrolarında yeralan elit zümrenin tutumları sunuluyor.
26- Bir zaman
İbrahim babasına ve kavmine demişti ki; "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım."
27- "Ben yalnız beni
yaratana taparım. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir."
28- ve bu tevhid
sözünün ardından kalıcı bir söz yaptı ki, insanlar Allah'a dönsünler.
Kureyş müşriklerinin yüz çevirdiği, kabul etmeye
yanaşmadığı tevhid (yani Allah'ın birliği) çağrısı ataları İbrahim'in
vargücüyle insanlara duyurmaya çalıştığı çağrının kendisidir. Hz. İbrahim
-selâm üzerine olsun- bu çağrı ile babasına ve soydaşlarına karşı çıkmış,
onların çarpık inanç sistemlerine ters düşmüştür. Onların kendi atalarından
devraldıkları inanç sistemlerinin peşine takılmamış, sırf babasının ve
soydaşlarının uyduğunu gördüğü için körükörüne bu inanç sistemine
bağlanmamıştır. Daha doğrusu açık ve kesin ifadelerle onlarla ve inanç
sistemleri ile hiçbir ilişkisinin olmadığını, onlardan ve çarpık
inançlarından uzak olduğunu duyururken onlara şirin görünme, onları memnun
etme çabası içine girmemiştir. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in bu amaçla
sarfettiği sözleri şu şekilde aktarıyor:
"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni
yaratana taparım. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir."
Hz. İbrahim'in sözlerinden ve kendisini yaratan
Allah hariç onların taptıkları diğer düzmece ilahlardan uzak olduğunu
belirtmesinden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'in soydaşları Allah'ın varlığını
temelden inkar etmiyorlardı, sadece O'na birtakım düzmece tanrıları ortak
koşuyor, ondan başkasına kulluk sunuyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrahim onların
kulluk sunduğu düzmece tanrılardan uzak olduğunu belirtiyor ama yüce Allah'ı
bu genellemenin dışında tutuyor ve yüce Allah'ı en başta kulluk sunmayı
gerektiren bir sıfatla nitelendiriyor; O'nun kendisini yoktan varettiğini
vurguluyor. Var eden O olduğuna göre kulluk sunmayı hakkeden O'dur, diyor.
Kendisini yoktan vareden, dünyaya getiren Allah olduğuna göre, O'nun
kesinlikle kendisine doğru yolu göstereceğine ilişkin sarsılmaz inancını
dile getiriyor. Kuşkusuz yüce Allah kendisine doğru yolu göstermek için onu
yaratmıştır. Çünkü onu doğru yola nasıl ileteceğini en iyi O bilir.
"Ve bu tevhid sözünün ardından kalıcı bir söz yaptı
ki insanlar Allah'a dönsünler."
Kuşkusuz Tevhid (Allah'ın birliği) mesajının
yeryüzünde yaygınlık kazanmasında ve soyu kanalı ile kendisinden sonraki
kuşaklara aktarılmasında en büyük pay sahibi Hz. İbrahim'dir. Onun soyundan
gelen peygamberler bu görevi, yani Allah'ın birliği ilkesine dayalı inanç
sistemini insanlara duyurma görevini üstlenmişler. Bu peygamberlerden üçü
evrensel boyutta çığır açıcı peygamberlerdir: Hz. Musa, Hz. İsa ve son
peygamber Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerlerine olsun-... Bugün onlarca
asır sonra büyük dinlere bağlı bir milyarı aşkın insan ataları İbrahim'in
sunduğu ve kendisinden sonra kalıcı bir prensip olarak insanlık hayatına
yerleştirdiği tevhide yani Allah'ın birliği ilkesine boyun eğmektedir. Bu
prensipten sapanlar oluyor. Ancak Hz. İbrahim'in sunduğu tevhid mesajı
kaybolmaz bir kalıcılık, sarsılmaz bir değişmezlik, çarpıklığa, batıla yer
vermeyen bir açıklılık örneği olarak etkinliğini sürdürüyor: "Ki insanlar
Allâh'a dönsünler." Kendilerini yoktan vareden Allah'a dönsünler, O'nu
bilsinler ve sırf O'na kulluk sunsunlar diye. Tek ve değişmez gerçeğe
dönsünler; O'nu kavrasınlar ve kesinlikle O'ndan ayrılmasınlar diye.
Kuşkusuz insanlık Hz. İbrahim'den önce de tevhid
gerçeğini biliyorlardı. Ne var ki insanlığın Nuh, Hud, Salih ve belkide
İdris peygamberin, ayrıca bunların dışında geride tevhid ilkesine inanan,
onu yaşayan ve onun için yaşayan bir kitle bırakmayan, daha nice peygamberin
kanalıyla öğrendiği, tanıdığı bu gerçek ancak Hz. İbrahim'den sonra
yeryüzüne kök salmıştır. İnsanlık bu gerçeği İbrahim peygamberden duyunca,
ondan sonra kesintisiz olarak sürdürmüştür. Ondan sonra gelen peygamberler
zinciri kesintisiz bu görevi yerine getirmiştir. Nihayet İsmail'in soyundan
ve kendisine en çok benzeyen son oğlu, peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- kadar sürmüş-tür. Hz. Muhammed
-salât ve selâm üzerine olsun- tevhid mesajını son, eksiksiz ve evrensel
şekliyle duyurmuştur. Tüm hayatın bu ilke etrafında döndüğünü göstermiştir.
İnsanın her hareketinde, her düşüncesinde tevhidin izinin olmasına imkan
sağlamıştır.
İşte soyundan geldiklerini ileri sürdükleri ataları
İbrahim'den bu yana süren tevhid gerçeğinin hikayesi. İşte İbrahim'in
kendisinden sonra kalıcı bir hayat düsturu olarak bıraktığı tevhid gerçeği.
Ve işte İbrahim'in soyundan birinin kanalıyle bu kuşağa sunulan aynı mesaj.
Peki İbrahim'in soyundan geldiklerini, onun dinine uyduklarını ileri
sürenler bu mesajı nasıl karşılıyorlar?
Kuşkusuz aradan uzun zaman geçti. Yüce Allah peşpeşe
gelen kuşaklarla onların sayılarını arttırdı. Artık kökü eskilere dayanan
bir millet olmuşlardı. Bu yüzden ataları İbrahim'in dinini unutmuşlardı.
Tevhid (yani Allah'ın birliği) gerçeğine yabancı, onun varlığından habersiz
bir toplum haline gelmişlerdi. Bu gerçeği kendilerine getiren peygamberi en
olumsuz, en çirkin bir tavırla karşıladılar. Gökten gelen mesajı tutup
yeryüzü menşeli kriterlerle ölçtüler. Böylece sahip oldukları tüm ölçüler
bozuldu, birbirine karıştı:
29- Doğrusu bunları
da, babalarını da kendilerine hak ve hakikatı açıklayan bir peygamber
gelinceye kadar geçindirdim.
30- Fakat
kendilerine hak gelince. `Bu büyüdür biz onu tanımayız dediler.
31- Ve dediler ki:
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"
32- Rabbinin
rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların
geçimliliklerini Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini
ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp
yığdıklarından daha hayırlıdır.
BU DİN ZENGİNLERİN
DEĞİL
Ayetlerin akışı Hz. İbrahim'e ilişkin açıklamayı
kesiyor ve Kur'an'la muhatap olan Kureyşlilere yöneliyor:
"Doğrusu bunları da, babalarını da kendilerine hak
ve hakikati açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim:'
Sanki Hz. İbrahim'le ilgili açıklamanın kesilmesi
ile şöyle denmek isteniyor: İbrahim konusunu bir kenara bırakalım. Çünkü
bunların İbrahim'le bir bağları, bir ili kileri yok. Bunlara bakalım, çünkü
İbrahim'le aralarında bir benzerlik yoktur. Bunlar ve önceki ataları,
çeşitli nimetlerden yararlandırıldılar, toplum olarak kendilerine uzun süre
yaşama imkanı tanındı. Tâ ki kendilerine ve Kur'an'ın içerdiği hak mesajı
gelene kadar. Kur'an'ın içerdiği hakkı açık ve anlaşılır bir şekilde sunan
ve bu konuda Kapalı bir nokta bırakmayan peygamber gelene kadar... ,
"Fakat kendilerine hak gelince; `bu büyüdür biz onu
tanımayız dediler.
Gerçek ile büyü kesinlikle birarada olmaz. Çünkü
gerçek açıktır, nettir. Ama büyü göz boyayıcılıktır, asılsızdır. Büyünün
saçma olduğunu, batıl olduğunu en başta kendileri bilirlerdi. Öte yandan
Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin bu Kur'an'ın gerçek oldu unu
bilmemeleri imkansızdı. Ne var ki onlar peşlerine takılan kitleleri
kandırıyorlardı ve "Bu Kur an büyüdür diyorlardı. Kelimelerin üstüne basa
basa onu inkar ettiklerini duyuruyor "Biz onu tanımayız" diyorlardı.
Amaçları, halk kitlelerinin kafasına kendilerinin söyledikleri sözlerden
emin oldukları düşüncesini yerleştirmekti. Böylece çeşitli hareketlerle.
işaretlerle onları da peşlerine takmaktı. Kitleleri kandırmak amacı ile bu
tür yollara tüm zorba yönetimlerde başvurulur. Yönetim kadrolarının üst
düzeyinde yer alanlar halk kitlelerinin kendi kontrollerinden çıkıp tevhide
(yani Allah'ın birliği ilkesine) sarılmalarından korkarlar. Çünkü bu durumda
büyüklük taslayanların birer birer haksız yere işgal ettikleri makamlardan
yuvarlanacaklarım, herşeyden yüce ve herşeyden büyük olan Allah'tan başka
kimseye kulluk sunulmayacağını, O'ndan başkasından korkulmayacağını
bilirler.
Ardından Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kendilerine
gerçeği ve aydınlatıcı mesajı sunmak üzere Hz. Muhammed'i -salât ve selâm
üzerine olsun- seçmiş olmasına karşı çıkarlarken nasıl değer ve ölçüleri
birbirlerine karıştırdıklarını anlatıyor:
"Ve dediler ki: `Bu Kur'an iki şehrin birinden bir
büyük adama indirilmeli değil miydi?"
İki şehirden kasıtları Mekke ve Taif'ti. Kuşkusuz
Peygamber efendimiz Kureyş kabilesinin, ardından Haşimoğullarının en seçkin
ailesine mensuptu. Bunlar da Araplar arasında üstün bir konuma sahiptiler.
Ayrıca Peygamberimizin kendisi de peygamber olarak gönderilmeden önce
çevresinde üstün ahlâkı ile tanınırdı. Ancak kabile yapısından kaynaklanan
değerlerle övünen bir ortamda bir kabile lideri, bir aşiret başkanı değildi.
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"
diyerek O'nun peygamberliğine itiraz edenler bunu kastediyorlardı.
Oysa yüce Allah peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir. O, bu göreve en fazla lâyık olduğunu bildiği
kişiyi seçmiştir. Belki de yüce Allah bu dinin, kendi tabiatının dışında bir
dayanağının, kendi gerçekliğinden başka bir gücünün olmasını istememiştir.
Bu yüzden bu görev için, en büyük ayrıcalığı, meziyeti, ahlâkî olan birini
seçmiştir. Bu ise bu dinin tabiatına uygun bir meziyettir. Bu görev için, en
belirgin özelliği her türlü maddi dayanaktan soyutlanmak, maddi değerlere
önem vermemek olan bir kişiyi seçmiştir. Bu da davanın gerçekliğinde önemli
yeri bulunan bir özelliktir. O'nun bir kabile lideri, bir aşiret başkanı,
bir makam sahibi, bir servet sahibi olmasını istememiştir. Gökten inen bu
davaya yeryüzü menşeli tek bir değer karışmasın diye. Her türlü maddi
değerden soyutlanmış kişiliğinin yanısıra davanın tabiatına ters düşen bir
başka etken sözkonusu olmasın diye. Bu davanın özüne ihtiraslar bulaşmasın,
iffetli görünmek isteyenler ondan kaçınmasın diye.
Ne var ki, dünya zevklerine, yeryüzü kaynaklı
değerlere yenik düşen bu toplum, gök menşeli davanın tabiatını kavrayamayan
bu millet, Peygamber efendimizin bu görev için seçilmiş olmasına itiraz
ediyordu.
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama
indirilmeli değil miydi?" Kur'an-ı Kerim onların Allah'ın rahmetine yönelik
bu itirazlarını olumsuz karşılayarak, çirkin bir tutum olarak nitelendirerek
cevap veriyor. Çünkü ilahi rahmet kullarından dilediğini bu görev için
seçer. Bunun yanısıra onların yeryüzü kaynaklı değerler ile gök menşeli
değerleri birbirine karıştırmalarına da tepki gösteriyor ve onların
övündükleri değerlerin gerçek mahiyetlerini ve Allah'ın ölçüsündeki
ağırlıklarını açıklıyor:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya
hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik, birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti,
onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır."
Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Olacak
iş değil! Onlar kim, Rabbinin rahmeti kim? Bir kere onlar kendileri için bir
şey yapabilecek durumda değildirler. Bizim aralarında öngördüğümüz bir
hikmet ve yeryüzünün imarı ve hayat düzeyinin yükselmesi amacıyla
belirlediğimiz bir plan uyarınca bölüştürdüğümüz; kendilerine bahşettiğimiz
şu yeryüzünün basit, değersiz rızıklarını bile elde etme, varetme gücünden
yoksundurlar.
"Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim
ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün
kıldık."
Dünya hayatında geçinmek için gerekli olan rızık
fertlerin yeteneklerine, hayat şartlarına ve toplumsal ilişkilere bağlıdır.
Rızkın fertler ve toplumlar arasındaki dağılım oranı, bütün bu etkenlere
göre değişiklik gösterir. Rızık oranı ortamdan ortama, çağdan çağa ve
toplumdan topluma; düzenleri, ilişkileri ve tüm genel şartları doğrultusunda
değişir. Fakat her zaman geçerli olan ve -kitleleri üretim ve tüketime
yönlendiren ideolojilere göre yönetilen yapay toplumlarda bile- değişmeyen
bir özellik var ki, o da rızık oranının fertten ferde değiştiği gerçeğidir.
Toplumların türlerine ve düzenlerin şekillerine göre
rızık oranlarının farklılığını sağlayan nedenler de değişiklik gösterir.
Fakat fertlerin rızık miktarlarının farklılığı gerçeği hiçbir zaman
değişmez. Hiçbir zaman -yönlendirici ideolojilere göre yönetilen yapay
toplumlarda bile- tüm fertlerin rızık bakımından eşit düzeye gelmeleri
mümkün değildir:
"Kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.
Bütün çağlarda, bütün ortamlarda ve bütün
toplumlarda öngörülen bu farklılığın hikmeti de şudur:
"Birbirlerine iş gördürmeleri için."
Kimi insanlar kimilerine iş gördürsün diye. Hayat
çarkı dönünce zorunlu olarak bazı insanlar bazılarına iş gördürür. Burada
sözkonusu olan iş gördürme, bir sınıfın diğer bir sınıfa, bir ferdin diğer
bir ferde üstünlüğü, egemenliği anlamında değildir. Kesinlikle! Bu anlam
yüce Allah'ın ebedi sözünün düzeyine ulaşamayan basit ve dar bir anlamdır.
Kesinlikle!.. Yüce Allah'ın bu ebedi sözünün ifade ettiği anlam insan
topluluklarına egemen olan beşeri rejimlerin bünyelerinde meydana gelen tüm
değişikliklerden, tüm gelişmelerden daha kalıcıdır. Gelip geçen şartlardan
daha geniş boyutludur... Kuşkusuz bütün insanların bir kısmı bir kısmına iş
görür, hizmet eder. Hayat çarkı tüm insanları kendisi ile birlikte
döndürüyor, her rejimde ve her türlü şartta bazısını bazısının hizmetine
sokar. Bu şartlar rızık elde etmesi ve rızkı bollaştırması için takdir
edilmiştir. Bunun tersi de doğrudur. Birisi mal toplar, topladığı maldan yer
ve ötekini de bundan yararlandırır. Dolayısıyle her biri ötekinin adına iş
görmüş olur, ona hizmet etmiş olur. İşte bunu ötekisine hizmet ettiren,
hayat çarkında ötekini bunun hizmetine sokan rızık oranlarındaki bu
farklılık gerçeğidir. İşçi mühendise ve işverene hizmet eder. Mühendis
işçiye ve işverene hizmet eder. İşveren de mühendise ve işçiye hizmet eder.
Sahip oldukları farklı yetenek ve niteliklerle; iş ve rızık oranı açısından
birbirlerine göre farklı durumda olmalarıyla herbiri yeryüzünde halifelik
görevine hizmet etmektedirler.
Sanırım bazı beşeri ideolojilere mensup kişiler bu
ayeti ileri sürerek islama; toplumsal ve ekonomik düzenine saldırıyorlar.
Yine sanırım bazı müslümanlar bu ayet karşısında olumsuz yönden kafa
sallayıp sanki insanlar arasındaki rızık farklılığını ve bazıları bazılarına
hizmet etsin diye rızıklarının farklı olacağını onaylıyor suçlamalarına
karşı islamı savunma pozisyonuna giriyorlar.
Sanırım artık müslümanların islama karşı açık ve
kesin üstünlük pozisyonunda bir tutum sergilemelerinin zamanı gelmiştir.
Saçma sapan suçlamalar karşısında savunma pozisyonuna girmemelidirler. Çünkü
islam, varlıklar aleminin öz yaratılışına yerleştirilmiş, gökler, yer ve
ikisine egemen olan değişmez ve sarsılmaz yasalar sistemi gibi değişmeyen,
kalıcı ve ebedi gerçekleri dile getirir.
İnsanlık hayatının özü ferdi yeteneklerin, her
ferdin yapabileceği işin ve bu işin sağlamlığının boyutlarının farklılığı
esasına dayanır. Yeryüzündeki halifelik görevi için gerekli olan değişik
roller için bu farklılık zorunludur. Bütün insanlar birbirlerinin fotokopisi
gibi olsalardı yeryüzünde hayat sürdürmek bugünkü şekliyle mümkün olmazdı. O
zaman birçok iş onu yerine getirecek, onu üstlenecek yetenekten yoksun
kalırdı. Oysa hayatı yaratan, onun sürekliliğini ve gelişmesini dileyen
Allah, üstlenilmesi gereken rollerin farklılığı oranında farklı yetenekler,
kapasiteler yaratmıştır. Rollerin farklılığı rızıkların farklılığını
gerektirmiştir. İşte temel kural budur. Her ferdin rızık oranının farklılığı
ise toplumdan topluma, düzenden düzene değişir. Fakat bu durum, hayatın
gelişmesi için zorunlu olan dünya hayatının özü ile uyuşan fıtri kurala ters
düşmez. Bu yüzden uydurma ve zorlayıcı doktrinlere mensup olanlar işçi ve
mühendisin, asker ile komutanın ücretini -doktrinlerini uygulamaya büyük
çaba göstermelerine rağmen eşit düzeyde tutamamışlardır. Yüce Allah'ın şu
sözünde ifadesini bulan ilahi yasa karşısında bozguna uğramışlardır. Bu ayet
hayatın değişmez kanunlarından birini ortaya koymaktadır.
İşte dünya hayatındaki rızık ve geçim meselesinin
özü. Bunun da ötesinde yüce Allah'ın sonsuz rahmeti var:
"Rabbinin rahmeti onların toplayıp yaptıklarından
daha hayırlıdır."
Yüce Allah bunun içïn ona layık olduklarını bildiği
kimseler arasında dilediği kişiyi seçer. Bununla dünya hayatının nimetleri
arasında bir ilişki yoktur. Dünya hayan kaynaklı değer yargıları ile hiçbir
bağı mevcut değildir. Çünkü dünya kaynaklı değer yargıları yüce Allah
katında çok değersizdirler, önemsizdirler. Bu yüzden dünya nimetlerinden hem
iyiler hem de günahkârlar hem salih amel işleyenler hem de kötüler ortaklaşa
yararlanırlar. Fakat yüce Allah'ın rahmetinden sadece seçkinler
yararlanırlar.
DÜNYA HAYATI, ALTIN
VE GÜMÜŞ
Şu dünya nimetleri ve değerleri o kadar basit ve
önemsizdir ki, şayet yüce Allah dilese onları kafirlerin üzerine oluk oluk
akıtır. Fakat yüce Allah bu durumun insanları Allah'a inanmaktan alıkoyan
yanıltıcı, baştan çıkarıcı bir unsur olmasını istemiyor.
33- İnsanlar küfürde
birleşen bir tek ümmet olmayacak olsaydı, Rahman'ı inkar edenlerin evlerinin
tavanları ve üzerine binip çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.
34- Evlerinin
kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları koltukları da hep gümüşten yapardık.
35- ve nice süsler
verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir.
Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine
sığınanlara mahsustur.
Evet, işte böyle eğer insanlar kanmasaydı. Hiç
kuşkusuz yüce Allah onların zayıf noktalarını ve dünya nimetlerinin
kalplerini etkilediğini biliyor. -Büyük ve engin bir rahmete sahip olan
Rahman'ı inkar eden kafirlerin- evlerinin tavanlarını gümüşten,
merdivenlerini altından yapardı. Onlara birçok kapısı bulunan evler,
saraylar verirdi. Oturup yaslanmak için divanlar, süslenip, bezenmek için
değerli süs eşyaları verirdi. Yüce Allah, kendisini inkar edenlere bu kadar
bol ve hesapsız vermekle gümüşün, altının, süs eşyalarının ve dünya
nimetlerinin basitliğini, değersizliğini ortaya koyardı.
"Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından
ibarettir."
Bütün bunlar geçici nimetlerdir. Bu dünyadan öteye
geçmezler. Dünya hayatına yaraşan nimetlerdir bunlar.
"Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın
azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur."
Bunlar Allah'tan korktukları için onun katında
saygınlık kazanan kimselerdir. Bu yüzden yüce Allah onlar için bir daha
değerli ve daha kalıcı nimetler hazırlamaktadır. Daha dayanıklı ve daha
pahalı nimetleri tercih etmektedir onlar için. Onları Rahman'ı inkar
edenlerden ayırmaktadır. Rahman'ı inkar edenlere, hayvanlarınkine benzer
basit nimetler verilmiştir.
Kuşkusuz yüce Allah'ın kimi zaman örnek verdiği mal,
süs eşyası ve yiyecekler gibi dünya hayatının nimetleri bir çok insanı
baştan çıkarır. Dünya nimetlerini günahkârların elinde görüp de iyilerin
ellerinin boş olduğunu gördüklerinde, veya iyilerin geçim sıkıntısı,
meşakkatli bir hayat ve sürekli yoksulluk içinde yaşamalarını sürdürmelerine
karşın günahkârların, kötülerin güçlü, kuvvetli, zengin, debdebeli ve etkin
bir hayat sürdürdüklerini gördüklerinde akılları başlarından gider, daha
çabuk aldanırlar. Yüce Allah bu yanıltıcı durumun insanları derinden
etkilediğini biliyor. Fakat yüce Allah bu değerlerin basitliğini ve
katındaki önemsizliğini onlara gösteriyor; aynı şekilde katında iyiler,
muttakiler için hazırladığı nimetlerin çekiciliğini, kalıcılığını da
gösteriyor. Böylece mü'min kalp yüce Allah'ın iyilere ve kötülere ayırdığı
nimetlerin gerçek değerini anlıyor, yatışıyor.
Yüce Allah'ın dünya nimetlerinden bir şeye sahip
olmayan bir adamı peygamberlik görevi için seçmesine itiraz edenler;
insanları sahip bulundukları başkanlık veya mal-mülk gibi değerlerle
ölçenler, bu ayetler aracılığı ile önem verdikleri değerlerin basit
olduklarını, Allah katında hiçbir değere sahip olmadıklarını görüyorlar.
Bunların en kötü insanlara, Allah'ın en fazla öfkelendiği kişilere
serildiğini, hiçbir zaman Allah'a yakınlığın göstergesi olmadığını, onun
hoşnutluğu anlamına gelmediğini, seçkinliğin ifadesi olmadığını anlıyorlar.
İşte Kur'an meseleleri bu şekilde yerli yerine
koyuyor. Dünya ve ahiretteki rızıkların dağılımına ilişkin Allah'ın
yasalarını bu şekilde gözlerimizin önüne seriyor. Değerlerin gerçek
mahiyetlerini yüce Allah'ın katındaki değişmez şekliyle ortaya koyuyor.
Bütün bunları, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun peygamberliğine
ve onun bu görev için seçilmiş olmasına itiraz edenlere nüfuz sahibi ileri
gelenlerin önerilerine cevap verirken gündeme getiriyor.
Kur'an-ı Kerim değişmeyen, sarsılmayan temel
kuralları, evrensel gerekleri bu şekilde kökleştiriyor. Hayattaki
gelişmeler, düzen değişiklikleri, ideolojik farklılıklar ve değişik ortamlar
bunları etkilemezler. Çünkü hayata egemen olan değişmez kanunlar vardır.
Hayat bu kanunların etkinlik alanında hareket eder. Ama hiçbir zaman bu
kanunların çerçevesinin dışına çıkamaz. Değişmez gerçekleri bir yanâ
bırakarak kendilerini değişken dış görünüşe kaptıranlar, hayatın katı ve
değişmez yönleri ile sürekli gelişen yönlerine ilişkin değişmez ve değişken
kuralları birlikte içeren bu ilahi yasayı anlayamıyorlar. Değişim ve gelişim
kuralının varlıkların biçimini kapsadığı gibi özünü de kapsadığını
sanıyorlar. Bu yüzden sürekli gelişim kuralının, herhangi bir meselede
değişmez bir kuralın olmasına engel olduğunu ileri sürüyorlar; sürekli
evrim, kesintisiz gelişim yasasının dışında değişmez bir yasanın varlığını
inkar ediyorlar. Onların değişmediğine inandıkları tek kanun işte bu sürekli
gelişim kanunudur!
İslam inanç sistemine inanan bizler ise, yüce
Allah'ın vurguladığı şekliyle birbirini zorunlu kılan değişmezlik ve
değişkenliği aynı anda içeren ilahi yasayı doğrulayan kanıtları evrenin her
köşesinde, hayatın her tarafında, bizzat pratik hayatımızla görümüz.
Birbirini gerekli kılan değişmezlik ve değişkenliğin gözümüzün önündeki en
yakın örneği insanlar arasındaki rızık dağılımının farklılığına ilişkin
değişmezlik kuralı ile, düzenlere ve toplumlara göre farklılık gösteren
rızıkların oranlarının ve sebeplerinin değişkenliği kuralıdır. Birbirini
gerekli kılan değişmezlik ile değişkenliğin bunun dışında daha birçok
örnekleri vardır.
İNKARCILARIN DOSTU
ŞEYTAN
Dünya hayatının nimetlerinin önemsizliği, Allah
katındaki Değersizliği, bunun yanında yüce Allah'ın bu nimetlerden
günahkârlara vermesinin onların Allah katında saygın bir konuma sahip
oldukları anlamına gelmediği, onların azaptan kurtulacaklarını göstermediği
ve Rabbinin katındaki ahiret nimetlerinin Allah'tan korkanlar için olduğu
açıklandıktan sonra, ayetlerin akışı, dünya nimetlerini bolca elde ederken,
kör gibi Allah'ın ayetlerini göremeyen ve ahirette Allah'tan korkanlar için
hazırlanan kalıcı nimetleri elde etmelerini sağlayacak Allah'a kulluk
sunmaktan kaçınan bu adamların akıbetlerini gözlerimizin önüne seriyor:
36- Kim Rahman'ın
Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan
artık onun ayrılmaz dostudur.
37- O şeytanlar
bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını
sanırlar.
38- O şeytanın dostu
bize geldiği zaman arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı
arası kadar uzaklık olsaydı" der. Meğer ne kötü arkadaşmış.
39- İkinizde zalim
olduğunuz için bugün pişman olmanız size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü
siz azapta ortaksınız.
Ayetin orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi, gözün
göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak bir
ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi
birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir
kamaşma meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda
ortalığı seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış
olabilir. Burada güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan
kaçınmalarını vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda
onun gözetiminin farkında olmalarını sağlamaktır:
"Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir
şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur."
Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili
olarak bu hususu öngörmüştür: İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun
varlığını unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği
gibi yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü
süslü, çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce
Allah'ın değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre
sebebin ortaya çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah
sonsuz ilmine göre bu şekilde karar vermiştir.
Şeytanlardan bu kötü arkadaşların görevi,
arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu
arkadaşlar kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar:
"O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde
bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar."
Bir arkadaşın arkadaşa yapabileceği en büyük kötülük
budur. Arkadaşın: hedefe ulaştıran biricik yoldan alıkoymasıdır, sonra da
ayılmasına veya sapıklığının farkına varıp tevbe etmesine fırsat
vermemesidir. Tersine, hedefe ulaştıran. doğru ve düz yolda yürüdüğünü
telkin etmesi, böylece can yakıcı akıbete yuvarlatmasıdır en büyük kötülük.
Ayetteki fiillerin "Yesuddünahum" "Yahsabune"
şeklinde geniş zaman kipi ile kullanılmaları, her zaman varolan, herkesin
görebileceği şekilde kesintisiz olarak yapılan bir eylemi tasvir ediyor. Ama
sadece, farkında olmadan bir tuzağa doğru sürüklenen sapıklar bu gerçeği
görmezler.
Ve birden acı akıbetleriyle karşı karşıya
kalışlarını seyrediyoruz. Ne yapacaklarını bilmeyecek durumdadırlar.
"O, şeytanın dostu bize geldiği zaman arkadaşına
`Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı' der.
Meğer ne kötü arkadaşmış."
Ve işte bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir
sürede bu dünyadan ahirete geçiyoruz. Hayat şeriti şaşırtıcı bir şekilde
sarılıyor ve körler (Rahman'ı anmaktan kaçınan, gözleri kamaşan kafirler)
beklemedikleri bir sırada ansızın yolun sonuna geliyorlar. Tam bu sırada
tıpkı bir sarhoşun ayılması gibi ayılıyorlar. Kamaşıp birşey göremez duruma
geldikten sonra şimdi gözlerini açıyorlar. Bu sırada aralarında biri
sapıklığı kendisine süslü, çekici gösteren, doğru yolda olduğunu telkin eden
kötü arkadaşına bakıyor, kendisini yokoluş yoluna doğru sürükleyen ama
sonuçta kurtulacağını kulağına fısıldayan kötü arkadaşına bakıyor ve öfkeyle
şunları söylüyor: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar
uzaklık olsaydı". Keşke hiç karşılaşmasaydık. Aramızda bu kadar çok uzaklık
olsaydı da buluşmasaydık!
Kur'an-ı Kerim, yokedici bir azapla karşı karşıya
kalan arkadaşın öteki arkadaşa söylediği söz üzerine şu değerlendirmede
bulunuyor:
"Meğer ne kötü arkadaşmış."
Sahnenin perdesi hepsinin üzerine inerken her iki
arkadaş için de korkunç bir felaketin ifadesi olan şu sözler kulağımızda
çınlıyor:
"İkiniz de zalim olduğunuz için bugün pişman olmanız
size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız."
Azabı eksiksiz olarak tadacaklar. Ortak olmaları
azabın şiddetini azaltmaz. Ortaklar bu azabı aralarında bölüştürmeyecekleri
için azabın etkisinin azalması sözkonusu değildir.
SAĞIRLARA SEN Mİ
DUYURACAKSIN?
Bu aşamada surenin akışı, onları bir kenara
bırakıyor; bu iç karartıcı, bu sıkıntılı sahnede birbirlerini suçlayarak,
birbirlerine söverek acılar içinde kıvranır durumda kendi hallerine
bırakıyor. Ve hitabı Peygamber efendimize yöneltiyor; bir grup insanın
uğradığı bu iç karartıcı akıbet karşısında onu teselli ediyor;
kendisini dinlemekten kaçınmaları, getirdiği dini
inkar etmeleri karşısında ona destek veriyor; kendisine vahiy yoluyla
bildirilen hak içerikli mesajı duyurmakta ısrarlı olmasını telkin ediyor;
bütün peygamberlerin sunduğu mesajın özünde bu değişmez, bu eski, bu kalıcı
gerçeğin yeraldığını bildiriyor:
40- Ey Muhammed! Sen
mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola
ileteceksin?
41- Eğer biz seni
alıp götürürsek (vefat ettirirsek) onlardan intikam alacağız.
42- Yahut onları
tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz yeter.
43- Sen, sana
vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen, dosdoğru yoldasın. 44- Doğrusu bu
Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız.
45- Senden önce
gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak
tanrılar mı yapmışız?
Bu mesaj, kimi olumsuz tutumlar karşısında Peygamber
efendimizi teselli etmek, hidayet ve sapıklığın mahiyetini açıklamak,
bunları bütünüyle Allah'ın iradesine ve kapsamlı planına bağlamak, her
ikisini de peygamberlerin görev ve yetkilerinin sınırlarının dışına çıkarmak
amacı ile Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Bu tekrardan güdülen bir diğer amaç
da: peygamberlik kurumu ile somutlaşan en yüksek düzeyde insanoğlunun
sınırlı gücünün etkinlik alanı ile sınırsız ilahi gücün etkinlik alanını
birbirinden kesin çizgilerle ayırmaktır. Tevhidin (yani Allah'ın birliğinin)
anlamını en ince, en duyarlı şekliyle ve en latif, en şeffaf yerinde
pekiştirmektir:
"Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut
kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?"
Aslında onlar ne sağırdırlar ne de kördürler. Sadece
sağır ve körler gibi sapıklıkta yüzüyorlar. Hidayete yönelik çağrıya
kulaklarını tıkıyorlar. Doğru yolun işaretlerini görmemek için gözlerini
kapıyorlar. Peygamberin görevi ise dinleyene dinletmektir. Görene
göstermektir. Onlar organlarını devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve
ruhlarının açık pencerelerini tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola
iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde yüzmelerinin sorumluluğu da
peygambere ait değildir. Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği
kadariyle görevini yerine getirmiştir.
Peygamber sınırları belirlenmiş görevini yerine
getirdikten sonra işe yüce Allah el koyuyor:
"Eğer biz seni alıp götürürsek (vefat ettirirsek)
onlardan intikam alacağız."
"Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz.
Bizim onlara gücümüz yeter."
Mesele bu iki şıkkın dışında değerlendirilemez.
Şayet yüce Allah peygamberini katına alacak olsa, onu yalanlayanlardan
intikam almayı üstüne almış olur. Eğer kavmine yönelik tehdit gerçekleşene
kadar yaşamasını öngörmüşse, hiç kuşkusuz yüce Allah tehditleri
gerçekleştirme gücüne sahiptir. Onlar buna engel olacak değillerdir. Her iki
durumda da mesele yüce Allah'ın iradesine ve gücüne dönüktür. Çünkü davanın
sahibi O'dur. Peygamber, sadece O'nun mesajını duyuran bir elçidir.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen,
dosdoğru yoldasın."
Sana vahyedilen kitabın içerdiği prensiplere sarıl,
bu prensipleri ısrarla uygula. Kendi yolunda yürü ve onların şu anda ne
yaptıklarına ve gelecekte ne yapacaklarına aldırma. Güven içinde kendi
yolunda yürü: "Zira sen dosdoğru yoldasın..." Bu yol seni yanıltmaz,
saptırmaz, bu yoldâ yürürsen hedefini kaybetmezsin.
Bu inanç sistemi; büyük evrensel gerçekle
bağlantılıdır. Şu varlıklar aleminin dayandığı yasalar sistemi ile uyum
içindedir. Bu inanç sistemi varlıklara egemen olan evrensel yasalar
sisteminin etkinlik alanının dışına çıkmaz, ondan ayrılmaz. Bu inanç sistemi
kendisine bağlananı, güvenli bir yolculuk sonucu direkt varlıklar aleminin
yaratıcına götürür.
Yüce Allah bu gerçeği vurgulayarak peygamberine
moral veriyor, güven aşılıyor. bu aynı zamanda dosdoğru yoldan sapanların
türlü eziyetleri ile, inatları ile karşılaşsalar bile, peygamberimizden
sonra davet görevini üstlenen davetçilere de bir mesajdır. Onlara da güven
aşılama amacına yöneliktir.
"Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür.
Ondan sorumlu tutulacaksınız."
Bu ayet, şu iki anlama da gelebilir:
Birincisi: Bu Kur'an sana ve kavmine yönelik bir
hatırlatmadır. Kıyamet günü bu hatırlatma esas alınarak sorguya
çekileceksiniz. Bu hatırlatmanın dışında bir gerekçeye de ihtiyaç yoktur.
İkincisi: Bu Kur'an senin ve senin kavminin adını,
şanını yükseltmektedir. Nitekim bu anlam fiilen gerçekleşmiştir.
Bindörtyüz yıldan beri sabahtan akşama kadar
milyonlarca dudak peygamber efendimize salat ve selam okumaktadır, sevilen,
özlem duyulan bir dost gibi adını anmaktadır. Uzun zamandan beri milyonlarca
gönül onun özlemiyle, onun sevgisiyle çırpınmaktadır. Bu durum kıyamet
gününe kadar sürecektir.
Peygamber efendimizin kavmi olan Araplara gelince,
bu Kur'an geldiği zaman dünya onların varlıklarının farkında bile değildi.
Farkında olsalar bile hayat içinde sıradan bir toplum olarak algılanırlardı.
İnsanlık tarihinde en büyük rolü üstlenmeleri bu Kur'an sayesinde olmuştur.
Dünyanın karşısına bu Kur'an'la çıkmış, bununla tanınmışlardı, bu Kur'an'a
sıkı sıkıya sarıldıkları sürece uzun zaman dünyaya hükmetmişlerdi. Fakat bu
Kur'an'dan uzaklaşınca yeryüzü onları tanımaz oldu. Dünya onları küçümsedi.
Daha önce kafilenin önünde giden önderler konumundayken şimdi kafilenin en
gerisine düşmüşlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, ağır bir sorumluluktur. Yüce Allah
dininin taşıyıcıları, paramparça olmuş insanlık kafilesinin öncüleri olarak
seçtiği bir ümmeti emanetin gereğini yerine getirmezse bu sorumluluğundan
dolayı hesaba çekecektir. "Sorumlu tutulacaksınız..."
Bu son anlam daha geniş boyutlu ve daha kapsamlıdır.
Ben de bu ikinci anlama eğilimliyim:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz
Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?"
İlk peygamberden itibaren insanlığa sunulan Allah'ın
biricik dininin değişmez temeli tevhiddir. Peki Rahman'ın dışında tapılacak
tanrılar edinenler bu davranışlarıyla neye dayanıyorlar?
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği burada eşsiz bir tabloda
sunuyor. Bu tabloda Peygamber efendimizin kendisinden önceki peygamberlere
bu meseleyi soruyor: "Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı
yapmışız?" Bu sorunun çevresindeki atmosferde bütün peygamberlerin
verdikleri kesin cevap yankılanıyor. Gerçekten de bu, benzersiz bir
tablodur. Kalpler üzerinde derin etki bırakan, çeşitli işaretler içeren,
anlamlı bir ifade tarzıdır.
Bir kere Peygamber efendimizle, ondan önceki
peygamberler arasında zaman ve mekan açısından uzun mesafeler var. Öte
yandan arada zaman ve mekana ilişkin mesafelerden çok daha uzun olan ölüm ve
hayat mesafesi var. Ancak bu mesafelerin tümü bu kalıcı, bu sürekli gerçek
karşısında; tevhid ilkesi üzerine kurulan tüm dinlerin birliği gerçeği
karşısında ortadan kalkıyorlar. Zaman, mekan, ölüm, hayat ve bunun gibi
değişken dış görünüşe ilişkin mesafeler ortadan kalkınca bu gerçek hemen ön
plana çıkar. Zaman boyunca gelmiş geçmiş bütün ölüler ve diriler
birbirlerini anlayarak birbirlerini tanıyarak bu gerçek etrafında
buluşurlar. İşte şu Kur'an ayetinin oluşturduğu latif ve hayret verici
atmosfer...
Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- ve diğer peygamber kardeşleri açısından Rabbleri ile
aralarında uzak veya yakın diye birşey sözkonusu olamaz. Aralarında her
zaman o dolaysız iletişim vardır. Bu iletişim esnasında bütün engeller
bertaraf edilir, bütün sedler yıkılır. Evrensel gerçek her türlü örtüden
soyutlanmış olarak ortaya çıkar. İnsanın iç aleminin, varlık bütününün,
varlık bütününde yeralan canlı cansız varlıkların gerçek mahiyetleri olanca
çıplaklığı ile ortaya çıkar. Hiçbir şekilde birbirinden kopmayan birlik
gerçeği tecelli eder. Artık zaman engeli, mekan engeli, biçim engeli,
görüntü engeli ortadan kalkmıştır. Bu noktada Peygamber efendimiz soruyor ve
hiç bir engelle karşılaşmaksızın, arada bir perde olmaksızın kendisine cevap
veriliyor. Nitekim peygamberimizin olağanüstü gece yolculuğunda (İsra) ve
göğe yükselişinde -mirac gecesinde- böyle olmuştur.
Doğrusu bu tür konularda, hayatımızda
alışageldiğimiz iletişim biçimleriyle fazlasıyla bağlı kalmamamız gerekiyor.
Çünkü bu alışageldiğimiz iletişim biçimleri genel kanun değildirler. Biz,
varlıklar alemine hükmeden yasanın bir yönünü keşfettiğimiz zaman sadece
varlık bütününün bazı görünümlerini ve bazı etkilerini kavrayabiliriz. çünkü
varlıklar alemini bütünüyle kavramamızı önleyen, bizzat bedensel yapımızdan,
duyu organlarımızdan ve bunların neden olduğu alışkanlıklarımızdan
kaynaklanan engeller vardır. Fakat ruhun bu tür engellerden ve perdelerden
soyutlandığı anda, insanın yalın gerçeği ile herhangi bir varlığın yalın
gerçeği, bir bedenin bir başka bedenle buluşmasından çok daha kolay buluşur.
Peygamber efendimizin kavminin ileri gelenlerinden,
onun peygamberlik görevi için seçilişine karşı çıkanların itirazları ve
dünya hayatının batıl değerleri ile övünmeleri karşısında Peygamber
efendimizi teselli amacı ile yeralan bu ayetlerin akışı içinde, Hz. Musa
-selâm üzerine olsun- Firavun ve kurmaylarının kıssasından bir bölüm
sunuluyor. Bu bölümde Firavun'un tıpkı "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir
büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyen Kureyş müşriklerinin övündüğü
değerlerle övünüyor. Sahip bulunduğu mal ve iktidarla büyüklük kompleksine
kapılıyor ve gururla, kibirle etrafındakilere soruyor: "Ey kavmim Mısır
mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?"
Allah'ın kulu ve peygamberi Musa'ya karşı böbürleniyor, şişiyor. Musa
yeryüzü menşeli makamlardan, dünya malından yoksun olduğu için, Firavun
şunları söylüyor: "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlayamayacak
durumda olan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Sonra Kureyş
müşriklerininkine benzer bir örnek bulunuyor: "Ona altın bilezikler
verilmeli, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil
miydi?"
Sanki birbirlerinin kopyası. Ya da durmadan
tekrarlanan bir plak gibi. Ardından, Hz. Musa'nın kendilerine gösterdiği
olağanüstü mucizelere, başlarına gelen sınama amaçlı musibetlere ve Rabbine
yalvarıp musibetleri geçiştirmesini istemesi için Musa'dan yardım
istemelerine rağmen ezilen, horlanan, aşağılanan, aldatılan kitlelerin nasıl
Firavun'a boyun eğdikleri, dediklerini onayladıkları açıklanıyor.
Sonra, apaçık bir duyuru ile ellerindeki tüm
bahaneler geçersiz kılındıktan sonra ne tür bir akıbete uğradıkları
vurgulanıyor: "Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini
suda boğduk." "Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir
ibret yaptık."
Şu Kureyşliler de onlardan sonra gelmişler, ama
onların akıbetlerinden ders almıyorlar, düşünmüyorlar!
Hz. Musa ve Firavun kıssasının bu bölümünün
sunuluşunda yüce Allah'ın insanlara gönderdiği dinin, bu dinin öngördüğü
hayat sisteminin ve bu dini hayata egemen kılmak için izlenecek yolun
birliği gerçeği ön plana çıkmaktadır. Bunun yanısıra, hak çağrısı karşısında
ileri gelenlerin, tağutların tipik tepkileri, yer
yüzünün basit ve değersiz malı ile övünmeleri, bir
de tarih boyunca ileri gelenler ve tağutlar tarafından küçümsenen, horlanan
halk kitlelerinin karakterleri belirginleşmektedir.
HZ. MUSA, FİRAVUN VE
HAL
46- Andolsun biz
Musa'yı da ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: "Ben
alemlerin Rabbinin elçisiyim" demişti.
47- Onlara
ayetlerimizi getirince, birden bire onlarla alay etmeye koyuldular.
Burada, Hz. Musa ile Firavun arasında gerçekleşen
ilk buluşma anı, bu konuda kıssanın sunuluşu ile amaçlanan esas noktaya bir
hazırlık olsun diye kısa bir giriş şeklinde sunuluyor. -Kıssanın sunuluşu
ile güdülen amaç Firavunun HZ. Musa'nın peygamberliğine itiraz edişinin
gerçekleri ve değer yargıları ile Arap müşriklerinin Hz. Muhammed'in -salât
ve selâm üzerine olsun- peygamberliğine itiraz edişlerinin gerekçéleri ve
değer yargıları arasındaki benzerliği vurgulamaktır-. Bu giriş bölümü aynı
zamanda Hz. Musa'nın sunduğu mesajı gerçek mahiyetini de özetlemektedir:
"Ben alemlerin Rabbi'nin elçisiyim' demiştir." Bu, bütün peygamberlerin
getirdikleri gerçeğin kendisidir. Her peygamber Ben "elçiyim", beni gönderen
"alemlerin Rabb'idir" demişlerdir.
Ayrıca kısa ifadelerle Hz. Musa'nın sunduğu ayetlere
de işaret ediliyor. Bu işaret, adı geçen toplumun bunlara karşı takındığı
tavırla son buluyor: "Birden bire onlarla alay etmeye koyuldular." Büyüklük
taslayan cahillerin her zaman yaptıkları gibi.
Bu işareti, yüce Allah'ın Firavun ve devlet
erkanının başına getirdiği musibetlere yönelik bir işaret izliyor. Bunlar
başka surelerde ayrıntılı olarak anlatılmışlardır:
48- Onlara
gösterdiğimiz her mucize diğerinden daha büyüktü; doğru
yola dönmeleri için
onları azaba uğrattık.
49- Azabı görünce:
"Ey büyücü, bizim için Rabb'ine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi
bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz" dediler.
50- Fakat biz
onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar.
Görüldüğü gibi Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun-
gösterdiği mucizeler onların inanmalarını sağlayamıyor. Üstelik bu ayetler
peşpeşe gösteriliyor ve herbiri diğerinden daha büyük ve daha etkileyicidir.
Hiç kuşkusuz onların bu tutumu yüce Allah'ın birçok surede geçen ve somut
mucizelerin doğru yolu bulmaya yatkın olmayan bir kalbi hidayete
getiremeyeceği, peygamberin sağırlara mesajım işittiremeyeceği, gerçeği
körlere gösteremeyeceği anlamına gelen sözünü doğrulamaktadır.
Burada ilginç olanı Kur'an-ı Kerim'in aktardığı
Firavun ve devlet erkanının şu sözleridir: "Ey büyücü, bizim için Rabbine
dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola
geleceğiz." Musibetle yüzyüze gelmişler. Başlarındaki belayı kaldırması için
Musa'dan yardım istiyorlar, ona yalvarıyorlar. Buna rağmen ona "Ey büyücü"
diyorlar. Aynı şekilde "Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin
hürmetine..." diyorlar. Oysa Musa, onlara ben "alemlerin Rabbinin"
elçisiyim, diyor. Alemlerin Rabbi, sadece onun Rabbi değil. Ne var ki, ne
somut mucize, ne de peygamberin sözleri onların taşlaşmış kalplerine etki
etmiyor. "Artık yola geleceğiz" demelerine rağmen, içlerinde imanın
yumuşaklığından eser yok.
"Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden
dönmeye başladılar."
Şu da var ki, kitleler somut mucizelerden
etkilenebilirler. Gerçek, onların kandırılmış gönüllerine yol bulabilir. Bu
sırada Firavun tacıyla, tahtıyla, saltanatıyla, göz kamaştırıcı süsleri ve
ihtişamı içinde görünüyor. Yüzeysel mantığıyla sıradan halk kitlelerinin
aklını çeliyor. Firavunun mantığı yüzeyseldir ama, baskıcı zorba
yönetimlerde kul-köle haline getirilmiş, kibire, şatafata konan kitlelér
nezdinde geçerli olan bu mantıktır.
51- Firavun kavmine
şöyle seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden
ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
52- "Yoksa ben,
kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha
hayırlı değil miyim?"
53- "Ona altın
bilezikler verilmedi, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler
gelmeli değil miydi?"
54- İşte Firavun bu
şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan
çıkmış bir kavimdi.
Mısır mülkü ve Firavun'un ayaklarının altından akan
nehirler halk kitlelerinin gözleriyle gördükleri ve görkeminden etkilenip
büyüklendikleri şeylerdi. Onlara işaret edilmiş olması kitleleri etki altına
alıp isteneni kabul ettirmek için yeterliydi. Fakat göklerin, yerin ve her
ikisinin arasındaki varlıkların oluşturduğu olağanüstü mülkü -ki Mısır mülkü
bu mülk içinde hiçbir değer ifade etmez- hissetmek için, onunla Mısır'ın
basit ve değersiz mülkünü yerli yerine koymak, gerçek değerlerini vermek
için mü'min kalpler gereklidir.
Görkemli, şatafatlı yıldızlı şeyler,
köleleştirilmiş, tağutların kulu haline getirilmiş, çeşitli entrikalarla
aldatılmış halk kitlelerinin gözünü kamaştırır. Aklını ve kalbini bunların
aldatıcı etkisinden kurtarıp ta uçsuz bucaksız evren mülkünü düşünemez,
olurlar.
Bu yüzden Firavun bu gönüllerin tellerine nasıl
dokunacağını, onları yalın, yaldızlı ve şatafatlı mülküyle baştan
çıkaracağını bilmişti.
"Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz
anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?"
Bununla Hz. Musa'nın bir kral, bir emir, gözle
görülür bir servet ve güç sahibi olmadığını kastediyor. Belki de bununla,
onun kul-köle haline getirilmiş, horlanmış halka, yani İsrailoğullarına
mensup olduğuna işaret ediyor. "Neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan
şu adam" sözüyle de Mısır'dan çıkmadan önce, Musa'nın dilindeki tutukluğu
istismar etmek istiyor. Yoksa Hz. Musa yüce Allah'a dua edip "Ya Rabbi
gönlümü genişlet, görevimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz." (Taha suresi,
25-27) diye yalvarınca yüce Allah duasını kabul etmişti. Dilindeki düğüm
çözülmüş, açık ve meramını anlatabilecek şekilde konuşur olmuştu.
Kuşkusuz kandırılmış, sıradan halk kitlelerine göre,
Mısır'ın mülküne sahip olan, ülkesinde baştan başa nehirler akan Firavun,
gerçek sözü söylemesine, peygamberlik makamında olmasına ve insanı azaptan
kurtulmaya çağırmasına rağmen Musa'dan -selâm üzerine olsun- daha hayırlı
olacaktır(!).
"Ona altın bilezikler verilmeli değil miydi?"
Evet! Şu basit ve değersiz süsleri altından
bilezikleri, bir peygamberin peygamberliğinin doğruluk ölçüsü olarak
görüyorlar. Onlara göre altın bilezikler, yüce Allah'ın saygın peygamberini
desteklemek amacı ile sunduğu birçok mucizeye denktir. Belki de altın
bileziklerle onun krallık tacını giymiş olmasını kastediyor. Çünkü o günkü
gelenekleri böyleydi. Buna göre peygamber mülk ve saltanat sahibi olmalıydı!
"Yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler
gelmeli değil miydi?"
Bu da bir başka itiraz. bir başka açıdan çekiciliği
var bunun. Halk kitleleri bu yanıltıcı itiraza kanıyorlar. Aynı zamanda bu,
ilgi uyandıran, sık sık tekrarlanan ve birçok peygambere karşı kullanılan
bir itirazdır.
Zorbaların, tağutların halk kitlelerinin aklını
çelmesinde, dolayısıyle aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak
birşey yok. Öncelikle zorbalar halk kitlelerini bilgi edinme yollarından
yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu
alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri
gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre
biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları
yönlendirmek çok rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip
dururlar.
Kuskusuz halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah'ın
ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani
yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bunu yapamazlar.
Mü'minleri ise, kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi
onlarla oynamak son derece güçtür. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, halk
kitlelerinin Firavun'u onaylamalarını bu açıdan yorumluyorlar ve şöyle
diyor:
"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da
ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi."
"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da
ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi "
Ve sınama, uyarma, gerçekleri gösterme aşaması sona
eriyor. Artık yüce Allah onların inanmayacaklarını biliyor. Mü'minlere
yönelik baskılar artmış, halk kitleleri, büyüklenen, gurura kapılan
Firavun'a boyun eğmiş, Allah'ın ayetlerinden, gerçeği gösteren belgelerden,
nurdan kaçınmış, gözlerini koparmıştır. Böylece yüce Allah'ın sözü yerine
gelmiş; tehdidin gerçekleşme zamanı gelmiştir:
55- Bizi
öfkelendirince onlardan intikam aldık, böyle hepsini suda boğduk.
56- Böylece onları,
sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yaptık.
Burada yüce Allah intikam alışından, kafirleri yerle
bir edişinden sözediyor; böylece onların bu tutumları karşısında ne kadar
öfkelendiğini, nasıl gazaplandığını gösteriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bizi öfkelendirince" Yani bizi çok kızdırınca: "Onlardan intikam aldık,
böylece hepsini suda boğduk." Yani Firavun'u, saray mensuplarını, ileri
gelenleri ve Firavun'un ordusunu suda boğduk. Bunlar Musa ve kavmini
izlerken suda boğuldular. Yüce Allah onları daha sonra gelecek her zalim
için bir örnek haline getirdi: "Böylece onları sonrakiler için bir örnek
yaptık." Onlardan sonra gelen toplumların ders alacakları bir ibret tablosu
yaptık. Bu toplumları onların kıssalarını öğrenip, kendileri için dersler
çıkarırlar.
Böylece Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun-
kıssasından sunulan bölüm Arapların kendilerine gönderilen saygın
peygamberleri karşısında takındıkları tavrı sergileyen ve aralarında
benzerlik bulunan bu bölümle aynı noktada buluşuyor. Bu yüzden Hz. Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- ve onun çevresinde bulunan mü'minler moral
buluyorlar. Kur'an-ı Kerim bu kıssayı sunmakla bir anlamda Allah'ın
ayetlerinden yüz çeviren müşrikleri sakındırıyor, kendilerinden önce aynı
tavrı takınan toplumların başına gelen akıbetin benzeri bir felaketle onları
uyarıyor...
Kıssanın sunuluşundaki gerçek, kıssadan sunulan
bölüm ile fiili durum ve bu durumla ilgili olarak bu bölümün sunuluşu ile
güdülen amaç arasındaki ahenk aynı noktada buluşuyor. Böylece kıssa,
hikmetlerle dolu ilahi hayat sisteminde bir eğitim aracı işlevini görüyor.
Bunun ardından Arapların meleklere kulluk sunuşları
ve bazı kitap ehli toplulukların İsa Mesihe tapmaları ile ilgili tartışmaya
girişmeleri münasebetiyle surenin akışı Hz. Musa'nın kıssasından alınan bu
bölümden Hz. İsa'nın kıssasından bir bölüme geçiyor. Bu da surenin son
dersini oluşturuyor.
Surenin bu son dersinde, yine onların meleklere
tapmaya ilişkin efsaneleri anlatılıyor. Bununla ilgili olarak onların
çıkardıkları bir tartışma gündeme getiriliyor. Burada onlar dayanaksız, boş
inançlarını savunuyorlar. Fakat amaçları gerçeği bulmak değildir. Asıl
amaçları tartışmak, yalan yanlış düşüncelerde ısrar etmektir!
Onlara: "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz." (Enbiya suresi, 98.2)
denildiği zaman... Hiç kuşkusuz bununla, melekleri temsilen diktikleri,
sonra da bizzat onlara kulluk sundukları putları kastediliyordu. Onlara:
"Allah'tan başkasına kulluk sunan her kişi kulluk sunduğu şeyle birlikte
ateşe girecektir" denildiği zaman... Derhal bazıları Meryemoğlu İsa'yı
-selâm üzerine olsun- örnek veriyordu. -Nitekim O'nu izleyenlerden bazı
sapıklar ona kulluk sunuyordu-. "O da ateşe girecek mi?" diye soruyorlardı.
Bu tamamen tartışmaya yönelik, sadece yanlışta ısrar için yöneltilen bir
soruydu. Sonra şöyle diyorlardı: Ehli kitap, bir insan olan İsa'ya kulluk
sunduğuna göre biz onlardan daha doğru yoldayız. Çünkü biz Allah'ın kızları
olan meleklere tapıyoruz. Hiç kuşkusuz bu, asılsız, saçma bir düşünceydi.
Bu münasebetle surenin akışı, Meryemoğlu İsa'nın
kıssasının bir hükmünü sunuyor. Burada onun gerçek niteliğini, insanlara
sunduğu dininin gerçek mahiyetini, kendisinden önce ve sonra soydaşlarının
içine düştükleri görüş ve inanç ayrılıklarını gözlerimizin önüne seriyor.
Ardından, normal inanç sisteminden uzaklaşan tüm
sapıkları, kıyametin ansızın gelip çatması ile tehdit ediyor. Burada uzun
bir kıyamet sahnesi sunuluyor. Sahne, Allah'tan korkanların (muttakilerin)
ulaştıkları nimeti yansıtan bir sayfa ile suçluların tattıkları elem verici
azaba yansıtan bir sayfayı kapsıyor.
Surenin akışı, onların meleklere ilişkin olarak
dillerine doladıkları efsaneleri çürütüyor, bertaraf ediyor. Yüce Allah'ın
onların yakıştırmalarından uzak olduğunu vurguluyor. Onu bazı sıfatları
aracılığı ile kullarına tanıtıyor. Gökler, yeryüzü, dünya ve ahiret
üzerindeki sınırsız mülkiyetini ve herkesin O'na döneceğini dile getiriyor.
Sure Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yönelik bir direktifle sona eriyor. Burada Peygamber efendimizden
onlardan uzak durması, onlardan yüz çevirmesi, onları ileride görecekleri
azapla başbaşa bırakması isteniyor. Hiç kuşkusuz bu, bunca açıklamaya,
apaçık duyuruya rağmen hâlâ tartışmayı sürdürenlerin, yalan yanlış
düşüncelerde ısrar edenlerin bu tutumlarına yaraşır üstü kapalı bir
tehdittir
57- Meryemoğlu İsa,
bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı.
58- "Bizim
tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışmak için
söylediler. Öyle ya onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine
nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.
60- Eğer biz
dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde melekler yaratırdık da sonra yerinize
geçerlerdi.
61- O kıyametin
kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin,
bana uyun. Doğru yol budur.
62- Şeytan sizi
bundan alıkoymasın. Çünkü g sizin için açık bir düşmandır.
Tarihçi İbn-i İshak Peygamber efendimizin hayatına
ilişkin kitabında şunları anlatır: Bana ulaşan haberlere göre birgün
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mescitte (Kabe'de) Velid
b. Muğire ile birlikte oturuyordu. O sırada Nadr b. Haris de gelip onların
yanına oturdu. Mescitte birden çok Kureyşli de bulunuyordu. Peygamber
efendimiz konuşuyor Nadr b. Haris de ona karşı çıkıyordu. Peygamberimiz onu
susturuncaya kadar konuştu. Sonra da hem ona hem de diğerlerine şu ayeti
okudu: "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem
odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz." (Enbiya suresi, 98) Sonra
peygamberimiz onlardan ayrılıp gitti. Bu sırada Abdullah b. Ze'barî et
Temimî gelip onların yanına oturdu. Velid b. Muğire ona şunları söyledi:
"Vallahi Nadr b. Haris Abdulmuttalib'in oğlu karşısında konuşamadı! Muhammed
bizim ve tanrılarımızın cehennem yakıtı olduğunu ileri sürüyor." Bunun
üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Vallahi onu bulursam tartışırım ve kesinlikle
onu yenerim" dedi. Sonra şunları ekledi: Sorun Muhammed'e Allah'tan başka
tapılan herkes tapanlarla birlikte ateşte midir? Çünkü biz meleklere
tapıyoruz, Yahudiler Üzeyre, Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa'ya tapıyorlar.
Abdullah b. Zeb'ari'nin bu sözleri Velid b. Muğire ve orada bulunanların
hoşuna gitti. Onlara göre Abdullah, Peygamber efendimize karşı iyi bir delil
bulmuştu, onu yenecekti(!) Gidip bu söylenenleri Peygamber efendimize
anlattılar. Peygamberimiz de şöyle dedi: "Allah'tan başka kendisine
tapılmasını isteyen herkes tapanlarla birlikte ateştedir. Yahudi ve
Hristiyanlara gelince onlar sadece şeytana ve ona ibadet etmelerini isteyen
kişilere tapıyorlar." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Daha önce
akıbetlerinin iyi olacağım takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar
cehennemden uzak tutulacaklardır" (Enbiya suresi, 101) Yani İsa, Üzeyr ve
ikisi ile birlikte kafirlerce ibadet edilen, ama yüce Allah'a kulluk sunmaya
devam eden Hahamlar ve papazlar cehennemden uzak tutulacaklar. Çünkü
onlardan sonra gelen sapıklar onları Allah'tan başka Rabbler edinmişler.
Ardından, Hz. İsa'dan sözedilmesi, Allah'ın dışında ona da ibadet edildiği
meselesi, bundan dolayı Velid'in memnun olması orada bulunanlarla birlikte
bunu tartışmada ileri sürülecek susturucu bir kanıt olarak algılaması
üzerine şu ayet iniyor: "Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen
kavmin yaygarayı bastı." Yani senin durumuna gelmeye, keyiflenmeye
başladılar.
Keşşaf'ın yazarı Zemahşeri şöyle der: Peygamber
efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Kureyşlilere "Siz ve Allah'ı bir
yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz" ayetini
okuyunca Kureyşliler korkunç bir moral bozukluğuna uğradılar, çok
öfkelendiler. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari: "Ya Muhammed bu dediğin
sadece bize ve tanrılarımıza mı özgüdür, yoksa bütün milletler i in de mi
geçerlidir?" dedi. Peygamber efendimiz: "Sizin, tanrılarınız ve tüm
milletler için geçerlidir" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari
"Ka'be'nin Rabbine andolsun ki, şimdi seni mat ettim. Sen değil misin
Meryemoğlu İsa'nın peygamber olduğunu ileri süren, onu ve anasını iyilikle
anan? Sen de biliyorsun ki Hristiyanlar ona ve anasına kulluk sunuyorlar.
Üzeyr'e de tapılıyor. Ayrıca meleklere de tapılıyor. Eğer bu saydıklarım
cehenneme gideceklerse, bizim ve tanrılarımızın onlarla birlikte olmasına
razıyız" dedi. Bu sözler üzerine müşrikler neşelendiler, gülmeye başladılar.
Peygamberimiz de sustu. Bunun üzerine yüce Allah "Daha önce akıbetlerinin
iyi olacağını takdir ettiğiniz..." (Enbiya suresi, 98) ayeti ile birlikte
sözkonusu olan bu ayeti de indirdi. Buna göre ayetin anlamı şöyledir:
Abdullah b. Zeb'ari Meryemoğlu İsa'yı örnek göstererek, Hristiyanların O'na
kulluk sunmaları hususunda Hz. Peygamberle tartışmaya girince "senin kavmin"
yani Kureyşliler, bu örnekten dolayı "yaygarayı bastı". Hz. Peygamberin
tartışma sırasında susup cevap verememesinden duydukları memnuniyetin,
sevincin, mutluluğun ifadesi olarak çılgınca bağırdılar, sevinç naraları
attılar. Tıpkı ileri sürülen güçlü bir kanıt karşısında zor durumda kalıp ta
bir çıkış yolu bulunca sevinçten çığlık atan insanlar gibi yaygarayı
bastılar. Ayette geçen Yesiddûne" kelimesi "yesuddûne" şeklinde okuyanlar;
-ki bu durumda "sudûd" mastarından türetilmiş olur- ayete şu anlamı vermiş
olurlar: Senin kavmin bu örnekten dolayı gerçeğin ortaya çıkmasına engel
oluyor, ondan yüz çeviriyorlar... Bazıları da bu kelimenin "sadid"
mastarından türediğini söylemişlerdir. Bu ise, zırh, cübbe demektir. Bu iki
kelime "Ye'kufu" ve "Ye'kifu" gibi iki türlü de çekilebilen fiillerdendi.
"bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?' dediler." Bununla şunu
kastediyorlar: Sana göre bizim tanrılarımız İsa'dan daha hayırlı
değildirler. Şayet İsa da cehennem yakıtı olacaksa, o zaman bizim
tanrılarımızın işi daha kolaydır.
Keşşaf'ın yazarı bu bilgiyi nereden edindiğini
anlatmıyor. Fakat söyledikleri İbn-i İshak'ın anlattıkları ile genellikle
uyuşuyor.
Hem İbn-i İshak'ın hem de Zemahşeri'nin
anlattıklarından, müşriklerin tartışırken kaypakça davrandıkları, gerçeği
bulmak yerine yanlışta ısrar ettikleri, inatçılık yaptıkları anlaşılıyor.
Yine bu anlatılanlardan Kur'an'ın onlara ilişkin (Enbiya suresi, 101) şu
yargısı da somut biçimde ortaya çıkıyor: "Onlar kavgacı bir toplumdur."
Düşmanlıkta aşırı giden, tartışmayı ısrarla sürdürmede uzmanlaşmış bir
toplumdurlar. Çünkü onlar daha baştan itibaren Kur'an-ı Kerim'in ve Hz.
Peygamberin ne demek istediklerini anlamışlardı. Ama sözlerini çarpıtmış,
genellik ifade edişinden yola çıkarak zihinleri bulandırmaya, birtakım
kuşkular ortaya atmaya çalışmışlardı. Buradan hareketle şu inatçı tartışmaya
girmişlerdi. Nitekim, samimiyetten yoksun, yönünü kaybeden, gerçek
karşısında büyüklenen, bir sözcükte, bir ifadede bulunan bir kuşkuya ve
gerçeğe ters düşen bir açığa dayanan herkes bu yola başvurur. Bu yüzden
Peygamber efendimiz amacı gerçeği ortaya çıkarmak olmayan, sadece nasıl
olursa olsun üstünlük sağlamayı hedefleyen tartışmaya girmeyi şiddetle
yasaklamıştır.
İbn-i Cerir diyor ki: Bana Ebu Kureyb, Ahmed b.
Abdurrahman'dan, o da Ubade b. Ubade'den, o da Ca'fer'den, o da Kasım'dan,
Ebu Emame'nin şöyle dediğini anlattı: Birgün Peygamber efendimiz halkın
yanına geldiğinde gördü ki, Kur'an hakkında birbirleri ile çekişiyorlar.
Bunun üzerine, o kadar öfkelendi ki, yüzüne sirke dökülmüş gibi oldu. Sonra
şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabının bir kısmını diğer kısmına karşı kanıt
olarak ileri sürüp tartışmayın. Çünkü bir toplum tartışma yolunu tutmadıkça
doğrudan sapmaz." Sonra şu ayeti okudu:
"Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya,
onlar kavgacı bir toplumdur."
"Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" ayetinin
açıklaması açısından şöyle bir ihtimal de var. Onların meleklere ilişkin
efsanelerini sözkonusu eden ayetlerin akışı içinde bu anlam zihinde
belirebilir. Şöyle ki: Onlar kendilerinin meleklere kulluk sunmalarının,
hristiyanların Meryemoğlu İsa'ya kulluk sunmalarından daha iyi olduğunu
ileri sürüyorlardı. Çünkü -efsanelerine göre- melekler hem yaratılışları,
hem de soyları itibariyle yüce Allah'a daha yakındırlar. Hiç kuşkusuz yüce
Allah onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir. Bu durumda, onların
sözlerinin üzerine bir değerlendirme cümlesi olarak yeralan "Bunu sana ancak
tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı bir toplumdur." ayeti,
daha önce işaret ettiğimiz İbn-i Zeb'ari'nin sözlerine bir cevap niteliğini
kazanır. Aynı şekilde onların hristiyanların Hz. İsa'ya kulluk sunmalarını
örnek göstermelerinin yanlış olduğunu ifade eder. Çünkü hristiyanların bu
davranışı tıpkı kendileri gibi tevhidden, yani Allah'ın birliği gerçeğinden
sapmak için bir gerekçe olamaz. Bu görüş ve eylemlerin tümü de sapıklıktır.
Nitekim bazı tefsirciler de ayeti bu şekilde açıklamışlar. Hiç kuşkusuz bu
da ayetin içeriğine yakın bir anlamdır.
Bunun için şöyle değerlendirme yapılıyor:
"O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve
İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur."
Yoksa doğruluktan sapıp ona kulluk sunan bazı
hristiyanların sandıkları gibi ibadet edilmesi gereken bir tanrı değildir.
O, yüce Allah'ın kendine büyük lütufta bulunduğu bir kuldur. Doğru yoldan
ayrılmış hristiyanların O'na kulluk sunmalarından o sorumlu değildir. Sadece
yüce Allah ona büyük lütufta bulunmuştur; İsrailoğulları için örnek olsun,
ona bakıp, durumlarını düzeltsinler diye..
Ne var ki İsrailoğulları örneği unuttular, bu yüzden
doğru yoldan saptılar.
Surenin akışı buradan hareketle yeniden onların
meleklere ilişkin efsanelerine dönüyor. Meleklerin de tıpkı onlar gibi Allah
tarafından yaratılan varlıklar olduğunu belirtiyor. Şayet yüce Allah
dileseydi melekleri onların yerine yeryüzüne halife tayin ederdi veya bazı
insanları meleklere dönüştürür, onları insanların yerine yeryüzüne halife
tayin ederdi.
"Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde
melekler yaratırdık da sonra yerinize geçerlerdi."
Yaratma konusunda herşey Allah'ın iradesine
bağlıdır. Yüce Allah neyin yaratılmasını dilerse o olur. Yüce Allah'ın
yarattığı hiçbir varlıkla aralarında soy bağı yoktur. Hiç kimsenin,
yaratılan-yaratıcı, kul-Rabb, ibadet eden-ibadet edilen ilişkisi dışında
onunla bir bağı yoktur.
Sonra, ayetlerin akışı Hz. İsa'ya ilişkin bazı
açıklamalarda bulunuyor. Yalanladıkları veya olup olmayacağında kuşku
duydukları kıyameti hatırlatıyor:
"O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O
saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur."
Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kıyametin
kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde.
Nitekim bu ayette ona işaret etmektedir: "O, kıyametin kopacağını gösterir
bir ilimdir:' Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının
yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzı da ayet şöyle okunur: "Ve
innehu le alemun lissati". Yani onun inişi kıyametin belirtisidir,
alâmetidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler.
Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- Peygamber
efendimizin şöyle dediğini anlatır: "Beni elinde tutan Allah'a andolsun ki,
Meryemoğlu İsa'nın adil bir hükümdar olarak gökten inip haçı kırması, domuzu
öldürmesi, cizyeyi kaldırması çok yaklaştı. O zaman mal o kadar bollaşacak
ki, hiç kimse bir başkasından birşey almayı kabul etmeyecektir. Bir tek
secde, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır." (İmam Malik, Buhari,
Müslim ve Ebu Davud)
Cabir -Allah ondan razı olsun- Peygamber Efendimizin
şöyle dedïğini anlatır: "Benim ümmetimden her zaman hak uğruna savaşacak bir
grup bulunacaktır. bunların mücadeleleri kaybolmadan kesintisiz kıyamete
kadar sürecektir. Meryemoğlu İsa gökten inecek ve bu grubun lideri İsa'ya
"Gel, önümüze geçip namazımızı sen kıldır" diyecek. İsa "Hayır, siz
birbirinizin emirisiniz. Bu, yüce Allah'ın bu ümmete yönelik bir lütfudur"
diyecek." (Müslim)
Hz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir
peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kur'an'ın
işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki
kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir
insanın söyleyebileceği bir söz olamaz. "O saatin geleceğinden hiç şüphe
etmeyin, bana uyun. Doğru yol budur:'
Onlar kıyametin kopacağından kuşku duyuyorlardı.
Kur'an onları kesin inanca çağırıyor. Doğru yoldan kaçıyorlardı, Kur'an
onları Peygamberin diliyle kendisine uymaya çağırıyor. Çünkü o, onları
dosdoğru yola, hedefe ulaştıran yola iletir. Bu yolu izleyen kesinlikle
sapmaz.
Bu arada Kur'an-ı Kerim sapıklıklarının, doğru
yoldan kaçmalarının şeytana uymalarından kaynaklandığını açıklıyor. Oysa
peygamber daha çok uyulmaya layıktır:
"Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü o, sizin için
açık bir düşmandır."
Kur'an-ı Kerim sürekli, insanlara ataları Adem'den
bu yana ve cennetteki ilk çatışmadan beri süregelen şeytanla aralarındaki
kesintisiz savaşı hatırlatır. Bir düşmanının olduğunu ve bu düşmanın bilerek
ve planlayarak pusuda beklediğini bildiği ve sık sık uyarıldığı halde
gerekli önlemleri alacağına, üstüne üstlük gidip bu apaçık düşmanı izleyen
insandan daha gafil, daha ahmak biri bulunamaz!
İslam, insanın şu yeryüzündeki hayatı boyunca
şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta
şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler
hazırlamıştır. Yine, bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı
şekilde insan aklının alamayacağı zararları hazırlamıştır. Bu amaçla insanın
içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. Bu çatışma
insanı bambaşka bir insan haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere
sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline
getirir. İnsan için şu yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef
olarak şeytanı yenmeyi, dolayısıyle kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi
gösterir. Bir de yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin
ilkelerini yerleştirmeyi hedef olarak gösterir.
Bu değinmeden sonra surenin akışı yeniden Hz.
İsa'nın gerçek kişiliğini, getirdiği dinin gerçek mahiyetini, soydaşlarının
kendisinden önce nasıl görüş ve inanç ayrılıkları içinde bocaladıklarını,
yine kendisinden sonra ne şekilde gruplara ayrıldıklarını açıklıyor:
63- İsa açık
delilleri getirdiği zaman dedi ki: "Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz
şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten
sakının, bana itaat edin."
64- "Çünkü Allah
benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru bir
yoldur."
65- Ama aralarında
çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında
vay o zulmedenlerin haline!
Hz. İsa gerek yüce Allah'ın kendisi aracılığı ile
gerçekleştirdiği somut mucizelerden, gerekse doğru yola iletici söz ve
direktiflerden oluşan açık ve anlaşılır belgeler getirmişti kavmine. Hz. İsa
soydaşlarına "Size hikmet getirdim" demişti. Kendine hikmet verilen biri,
birçok iyiliklere sahip demektir. Ayağı kaymaktan ve düşmekten korunmuş,
aşırılıktan ve eksikliklerden emin olmuş demektir. Yolda kendine güvenir bir
şekilde ölçülü ve aydınlık bir istikamette adımlarını atar. Bunun yanısıra
Hz. İsa soydaşlarının içine düştükleri bazı görüş ayrılıklarını açıklığa
kavuşturmak için gelmişti. Çünkü soydaşları Hz. İsa'nın getirdiği hayat
sistemi (şeriat) hakkında farklı görüşlere sahiptiler. Bu farklı görüşlere
bağlı olarak gruplara, fraksiyonlara bölünmüşlerdi. Hz. İsa bu grup ve
fraksiyonları Allah tan korkmaya, ve Allah katından getirdiği kitaba uymak
suretiyle ona kulluk sunmaya çağırdı. Bu amaçla hiçbir kapalılığa yer
vermeden, karanlık bir nokta bırakmadan, gerçeği olanca çıplaklığı ile sunma
hususunda hiçbir taviz vermeden katışıksız tevhid mesajını (yani Allah'ın
birliği gerçeğini) açıkça duyurdu: "Allah benim de Rabbim sizin de
Rabbinizdir:' Hz. İsa, kesinlikle "Ben ilahım" dememiştir. Asla "Allah'ın
oğluyum" dememiştir. Kendisinin kulluğu ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın
Rabblığı dışında uzaktan, yakından Rabbi ile aralarında bir başka bağın
varlığına işaret etmemiştir. Onlara: İşte doğru yol budur, dolambaçsız,
zikzaksız yol budur. Bu yolda ayaklar kaymaz, sağa sola sapılmaz demiştir.
Ne var ki ondan sonra gelenler, tıpkı ondan önceki soydaşları gibi gruplara
bölündüler. Bir gerekçeden, yahut bir kuşkudan dolayı değil, tamamen zalim
oluşları nedeniyle bölündüler: "Acı bir günün azabı kaysında vay o
zalimlerin haline!"
Kuşkusuz Hz. İsa'nın dini İsrailoğullarına
yönelikti, onlar için gönderilmişti. İsrailoğulları uzun süreden beri,
kendilerini Roma İmparatorluğunun baskısından, boyunduruğundan kurtarması
için onu bekliyorlardı. bu bekleyiş uzun zaman sürdü. Ama Hz. İsa gelince,
onu tanımadılar, karşı çıktılar. Onu çarmıha germeye kalkıştılar.
Hz. İsa geldiği zaman İsrailoğullarını çeşitli
gruplara, mezheplere bölünmüş durumda buldu. Bunların en önemlisi şu dört
gruptu:
I. SADÛKİLER: Bunlar "saduk"a bağlıydılar. Hz. Davud
ve Süleyman selam üzerlerine olsun- döneminden bu yana kahinlik yetkisi ona
ve ailesine verilmişti. Geleneğe göre kahinin soyu, Musa'nın kardeşi Harun'a
kadar uzanmalıydı. Yahudilerin mabedinin yönetimi onun soyunun elindeydi.
Bunlar görevleri ve meslekleri gereği ibadetlerin şekillerine ve ayinlere
büyük önem verirlerdi. "Bid'at"lara karşıydılar. Bununla beraber çok sefih
bir özel hayatları vardı. Hayatın zevklerinden sorumsuzca yararlanırlardı.
Kıyametin kopacağını da kabul etmezlerdi.
II. FERİSÎLER: Bunlar sadukîlerle sürekli mücadele
ediyorlardı. Onların ayinlere ve ibadet şekillerine fazlasıyla önem
vermelerini, ölümden sonra dirilişi, ve kıyamet gününde hesaplaşmayı inkar
etmelerini yadırgıyorlardı. Ferisîlerin en belirgin özellikleri, mistik ve
tasavvufi bir hayat tarzı seçmeleriydi. Bununla beraber içlerinde
bilgelikleri ile övünenler, büyüklenenler de yok değ,ildi. Hz. İsa onların
bu kibirlerini ve gösterişli sözlerini yererdi. .
III. SAMİRÎLER: Bunlar Yahudi ve Asur karışımı bir
gruptular. Musevi kitapları olarak bilinen eski dönemden kalma beş kitaba
uyuyorlardı. Sonraki dönemlerde bunlara eklenen ve diğer gruplarca kutsal
olarak bilinen öteki kitapları kabul etmezlerdi.
IV. ASİLER veya ESSİNÎLER: Bunlar bazı felsefï
akımların etkisinde kalmışlardı. Diğer yahudi gruplardan kopuk bir hayat
yaşıyorlardı. Nefse eziyet etme, dünya nimetlerinden yararlanmama yolunu
tutmuşlardı. Aynı şekilde cemaatlerinde de sıkı bir düzen kurmuşlardı.
Bunların dışında ferdi düzeyde daha birçok mezhep ve
grup vardı. Roma İmparatorluğunun baskısı altında ezilen, aşağılanan,
horlanan ve herkesin beklediği kurtarıcının eliyle kurtarılmayı bekleyen
İsrailoğulları o sıralarda bir inanç ve gelenek karmaşası içinde
yaşıyorlardı.
Hz. İsa "Allah benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir" şeklinde duyurduğu tevhid, yani Allah'ın ruhsal arınmayı ve
insan kalbine yönelmeyi ayin ve şekillerden öncelikli tutan şeriatı
getirince sadece ibadetlerin dış görünüşüne ve ayinlere önem vermeyi meslek
haline getiren din adamları ona savaş ilan ettiler.
Hz. İsa'nın şu sözü onların durumunu çarpıcı biçimde
ortaya koyuyor: "Onlar ağır yükler hazırlıyor ve insanları bu ağırlıkları
omuzlamaya yöneltiyorlar. Fâkat yardım için parmaklarını bile uzatmıyorlar.
Bütün yaptıklarını insanlar kendilerîne baksınlar diye yapıyorlar.
Sarıklarını gösterişli biçimde sarıyor, cüppelerinin eteklerini uzatıyorlar.
Ziyafetlerde ilk sedire kuruluyor, toplantılarda baş köşedeki yere
oturuyorlar. Sokaklarda kendilerine selam verilmesini, nereyé giderlerse
gitsinler, kendilerine "efendim... efendim..." denilmesini istiyorlar."
Yine Hz. İsa onlara seslenirken şöyle diyor: "Ey kör
kılavuzlar. Sivrisinekten dolayı insanları hesaba çekerken, kendileri deveyi
hamuduyla yutanlar... Siz kadehin ve yemek tabağının dışını temizliyorsunuz
oysa her ikisinin de içi pislik ve artıkla doludur. Yazıklar olsun size ey
riyakar yazıcılar, Ferisîler. Sizler beyaza boyanmış kabirler gibisiniz,
dışı parlak, içi çürük kemik dolu."
İnsan Hz. İsa'ya dayandırılan bu sözleri ve bu
konuya ilişkin olarak yeralan başkalarının sözlerini okuduğu zaman günümüzde
dini meslek edinen din adamlarını düşünüyor. Bu, insanların her yerde
görebildikleri, dini resmi bir meslek haline getiren din adamlarının
değişmez özelliğidir.
Sonra Hz. İsa Rabbine gitti. Ona uyanlar da ondan
sonra bölündüler. Gruplara, fraksiyonlara ayrıldılar. Bazıları onu
tanrılaştırdı. Bazıları da onun Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürdü. Bir
kısmı da Allah'ın üç olduğuna, ve İsa'nın bu üçten biri olduğuna inandı.
Böylece Hz. İsa'nın sunduğu saf tevhid inancı - yani Allah'ın birliği
inancı- kayboldu. Bununla birlikte, Rabblerine sığınmaları, dini tamamen
O'na özgü kılmak -yani sadece O'nun hayat sistemine uymak- suretiyle O'na
kulluk sunmaları için insanlara yönelttiği çağrı da unutulup gitti.
"Aralarında çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa
düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zalimlerin haline!"
Sonra da Arap müşrikleri kalkıyor, Hz. İsa hakkında
ondan sonra ortaya çıkan değişik grupların yaptıklarını, onun hakkında
uydurdukları efsaneleri Peygamber efendimize karşı delil olarak ileri
sürüyorlar.
Surenin akışı zalimlerden söz ediyorken, Hz. İsa'dan
sonra aralarında görüş ve inanç ayrılıkları başgösteren gruplar ile bu
grupların yaptıklarını Peygamber efendimize karşı delil olarak kullanmaya
kalkışan Arap müşrikleri bir araya getiriliyor ve kıyamet günündeki
durumları uzun ve ürpertici bir sahnede tasvir ediliyor. Bu sahne aynı
zamanda kendilerine büyük ikramda bulunulmuş muttakilerin nimetlerle dolu
cennetlerdeki durumlarını da kapsıyor:
66- Onlar illa o
saatin kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına
gelmesini mi bekliyorlar?
67- O gün takva
sahipleri dışında, dost olanlar birbirlerine düşman olurlar.
68- Ey kullarım,
bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.
69- Onlar,
ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarımdı.
70- Siz ve
eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz.
71- Onların önünde
altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, götlerin
hoşlandığı herşey var. ve siz, orada ebedi kalacaksınız.
72- İşte
yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.
73- Orada sizin için
bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz
74- Suçlular,
cehennem azabında ebedi kalacaklardır.
75- Kendilerinden
azab hiç hafiflemeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler. ,
76- Biz onlara
zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler
77- "Ey Malik!
Rabbin bilim işimizi bitirsin" diye seslenirler. Malik de "Siz böyle
kalacaksınız" der.
Sahne kıyametin ansızın kopuvermesiyle başlıyor.
Onlarsa bundan habersizdirler. Kıyametin gelip çattığının farkında
değildirler:
"Onlar illa o saatin kendilerinin hiç farkında
olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?"
Bu sürpriz gelişme tuhaf bir olaya neden oluyor.
Onların dünya hayatında alışageldikleri herşeyi altüst ediyor.
"O gün takva sahipleri dışında, dost olanlar
birbirlerine düşman olurlar."
Dostların düşman haline gelmesini, sevgilerinin
kendisinden kaynaklanıyor. Çünkü onlar dünya hayatında kötülük etrafında
birleşiyorlardı, birbirlerini sapıklığa yöneltiyorlardı. Bugünse
birbirlerini kınıyorlar. Sapıklığın sorumluluğunu, kötülüğün akıbétini
birbirlerinin üzerine atıyorlar. Bugün birbiriyle çekişen düşmanlara
dönüşmüşler. Oysa dostların birbirlerini kurtarması gerekiyordu. "Takva
sahipleri hariç..." Onların sevgisi, dostluğu kalıcıdır. Onlar doğru yolda
birleşmişlerdi, birbirlerine iyiliği tavsiye etmişlerdi. Sonuçta da
kurtulmuşlardır.
Dünyadayken dost olanların ahirette düşman haline
gelip birbirlerini suçladıkları sırada, tüm varlıklar müttakilere yönelik şu
yüce ve onurlandırıcı duyuru ile çınlıyor:
"Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz
üzülmeyeceksiniz." "Onlar, ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş
kullarımdı." "Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz."
Yani sevinciniz, neşeniz yüz hatlarınızdan ve
davranışlarınızdan taşarak, büyük bir mutluluk içinde giriniz cennete.
Sonra -hayal gözüyle- altından kadehler ve
tepsilerle çevrelerinde dolaşıldığını seyrediyoruz. Onlar için canlarının
çektiği herşeyin cennette bulunduğunu görüyoruz. Canın çektiği şeylerin
yanısıra, gözler de gördüklerinden zevk alıyorlar. Onlara yönelik ikram hem
eksiksizdir, hem de göz zevkini okşayacak kadar güzeldir.
"Onların önünde altın tepsiler ve kadehler
dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı herşey var!"
Bu nimetlerin yanısıra, daha büyük ve daha üstün bir
lütuf var ki, o da yüce Allah'ın onlara yönelik onurlandırıcı şu hitabıdır:
"Siz orada ebedi kalacaksınız."
"İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen
cennet budur." "Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan
yersiniz."
Biraz önce birbirlerini suçlayarak çekişirken
bıraktığımız suçlular ne durumdadır acaba?
"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır."
Bu, en zor, en dayanılmaz düzeyde, sürekli bir
azaptır. Bir saniye durmaz, bir an için olsun soğumaz. Kurtulma ümidini
taşıyan tek bir parıltı yok. Uzaktan da olsa tek bir ümit ışığı görünmez.
Her yönden ümitlerini keserek kara kara düşünüyorlar: "
"Kendilerinden azap hiç hafifletilmeyecektir. Onlar
azap içinde ümitsizdirler."
Bunu kendi başlarına getiren onlardır. Kendilerini
bu korkunç akıbete kendileri sürükledi. Onlar zalimdirler, zulme uğramış
değildirler.
"Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim
idiler."
Sonra bu atmosfer içinden derinden gelen bir ses
yankılanıyor. Bu ses karamsarlığın, sıkıntının ve ümitsizliğin tüm
anlamlarını taşıyor.
"Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."
Çok uzaklardan, derinden yükselen bir feryattır bu.
Oradan, cehennemin kapalı kapılarının ardından yükseliyor. Bu yükselen, o
suçlu zalimlerin feryadıdır. Kurtulmak için, yardım istemek için
bağırmıyorlar. Çünkü bu konuda herşeyden ümitlerini kesmişler, tamamen
karamsardırlar. Tek istedikleri yok olmak. Bir an önce yok olup rahat etmek.
Bu şiddetli azap karşısında ölüm onlar için bir arzudur! Bu feryad, sahneye
yoğun bir karamsarlık ve sıkıntı havasını veriyor: Biz bu feryadın ötesinden
azab içinde çırpman, insan gücünü aşan acılarla kıvranan bedenleri görüyor
gibi oluyoruz. İşte bu dayanılmaz azabın acısı ile basıyorlar bu canhıraş
feryadı: "Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."
Fakat daha beter içlerini karartan, kendilerini
aşağılayan bir cevap alıyorlar. Kendilerine önem verilmediğini öğrenmenin
ezikliği içinde kalakalıyorlar: "Malik de "Siz böyle kalacaksınız' der."
Kurtuluş yok, ümit yok... Ölmeniz sözkonusu değil.
İşiniz bitirilmeyecek, böyle kalacaksınız!
Bu iç karartıcı ve sıkıntılı sahnenin ışığında,
haktan hoşnut olmayan, doğru yola girmekten kaçınan, dolayısıyle bu korkunç
akıbeti boylayanlara sesleniliyor. Sakındırma ve şaşkınlık ifade etmeye en
uygun ortamda hem de şahitlerin özü önünde tutumlarının tuhaflığı, hayret
vericiliği dile getiriliyor:
78- Andolsun biz
size hakkı getirdik; fakat sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.
79- Yoksa bir işe mi
karar verdiler? Doğrusu Biz de kararlıyız.
80- Yoksa bizim,
kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarım işitmediğimizi mi sanıyorlar?
Aksine işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar.
Onların Hz. Peygambere uymayışlarının nedeni haktan
hoşnut olmayışlarıdır. Yoksa peygamberin sunduğu mesajını hak içerikli
olduğunu kavramadıklarından veya saygın peygamberin doğruluğundan kuşku
duyduklarından kaynaklanmıyor bu tutumları. Çünkü onun insanlara yalan isnat
ettiğine tanık olmamışlardı. Böyle biri nasıl Allah adına yalan
söyleyebilir? Ona iftira atabilir?
Gerçeğe karşı savaş açanlar, genellikle onun gerçek
olduğunu bilmiyor değildirler. Onlar gerçekten hoşlanmazlar. Çünkü gerçek
onların arzuları ile, heves ve hevesleri ile çatışır. Azgın ihtiraslarının
yoluna dikilir. Onlar da arzularını, azgın ihtiraslarını frenleyemeyecek
kadar zayıftırlar. Fakat hakka ve hak davetçilerine karşı çok cesurdurlar.
Dolayısıyle heva ve hevesleri ve azgın ihtirasları karşısındaki
zayıflıklarından hakka ve hak davetçilerine karşı bir güç, bir cesaret
alıyorlar!
Bu yüzden sınırsız ve caydırıcı güce sahip olan,
onların gizli duygularını ve kurdukları planları bilen yüce Allah onları şu
şekilde tehdit ediyor:
"Yoksa bir işe mi karar verdiler? Doğrusu biz de
kararlıyız."
"Yoksa bizim kendilerinin sırlarını ve gizli
konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aksine işitiriz ve yanlarındaki
elçilerimiz yazmaktadırlar."
Onların yanlışta ısrar edip Hakka karşı olumsuz
tavır takınmalarına karşılık yüce Allah'ın kesin emri ve Hakkın üstün
gelmesine ve desteklenmesine ilişkin iradesi yeralıyor. Onların karanlıkta
buluşup komplolar kurup planlar hazırlamalarına karşılık yüce Allah'ın gizli
açık herşeyi bildiği vurgulanıyor. Zayıf, güçsüz ve yetersiz yaratıklar
herşeyden güçlü, ve herşeyi bilen yaratıcıya karşı çıktığında akıbet önceden
bellidir.
Surenin akışı bu dehşet verici tehditten sonra
onları kendi hallerine bırakarak Peygamber efendimize yöneliyor ve onlara
söylemesi gereken sözü söyledikten sonra, onları bir benzerini az önce
gördükleri akıbetleri ile başbaşa bırakmasını istiyor:
81- De ki: "Eğer
Rahman'ın çocuğu olsaydı O'na tapanlardan ilki ben olurdum."
82- Göklerin ve
yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan
sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
83- Bırak onları,
kendilerine söylenen günlerine kavuşuncaya kadar dal sın, oyalansınlar.
Müşrikler meleklerin Allah'ın kızları olduklarını
ileri sürerek onlara tapıyorlardı. Oysa şayet yüce Allah'ın çocuğu olsaydı
en başta ona kulluk sunması ve bunu bilmesi gereken Allah'ın peygamberi ve
elçisidir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'a yakındır ve Allah'a ibadet sunmakta,
O'nun emrine uymakta gevşeklik göstermez. Şayet onların ileri sürdükleri
gibi Allah'ın bir çocuğu varsa ona gereken saygıyı göstermekte kusur etmez.
Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'tan başkasına kulluk
sunmuyor. bu da başlıbaşına, Allah'ın evladı olduğuna ilişkin iddialarının
dayanaksız, asılsız, delilsiz olduğunun kanıtıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah
bu saçma iddiadan, bu dayanaksız yakıştırmadan uzaktır.
"Göklerin ve yerin Rabbi, Arşın da Rabbi olan Allah
onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir:'
İnsan "Arşın Rabbi" ifadesinin işaret ettiği şu
gökleri, yeri, her ikisini yönlendiren kusursuz düzeni, hareketlerindeki
ahengi, bu kusursuz düzenin arka planda yeralan yüceliği, ululuğu,
egemenliği ve üstünlüğü düşündüğü zaman, müşriklerin ileri sürdüğü türden
tüm iddialar, bütün kuruntular küçülür, basitleşir. O zaman bozulmamış
fıtratının yalın mantığı ile, bütün bunları meydana getiren, onları yoktan
vareden zata, doğan ve üreyen hiçbir yaratığın benzememesi gerektiğini
kavrar. Bu yüzden bunun gibi sözlerin boş, saçma, anlamsız ve rastgele
savrulmuş olduğunu, bunları tartışmaya, üzerinde konuşmaya değmediğini,
önemsenmemesi veya yerilmesi gereken sözler olduğunu anlar.
"Bırak onları, kendilerine söylenen günlerine
kavuşuncaya kadar dalsın, oyalansınlar."
Bir sahnesini az önce gördükleri o günkü akıbetleri
gelip çatana kadar oyalansınlar.
Sonra surenin akışı -onları önemsiz varlıklar gibi
bir kenara bırakıp, kendi hallerine terk ettikten sonra- yüce yaratıcıyı,
gökler, yeryüzü ve yüce arş üzerindeki Rabblığına yaraşır biçimde övmeye,
O'nun bir ve ortaksız olduğunu vurgulamaya koyuluyor:
84- Gökteki ilah da,
yerdeki ilah da O'dur. O, hakimdir, alimdir.
85- Göklerin erin ve
ikisi arasında bulunan herşeyin mülkü kendisine ait olan Allah yücedir!
Kıyametin ilmi de O'nun yanındadır ve siz O'na döndürüleceksiniz.
86- Allah'tan başka
tanrı diye yalvardıkları şeyler, şefaat gücüne ve yetkisine sahip
değillerdir. Ancak bilerek Hakka şahidlik edenler bunun dışındadır.
Burada göklerde ve yeryüzünde egemen olan ilahlığın
teklifi vurgulanıyor. Yüce Allah'ın bu niteliği ile ortaksız olduğu, yaptığı
herşeyin bir hikmete dayandığı belirtiliyor. O'nun ilminin bu uçsuz bucaksız
mülkü kapsadığı anlatılıyor.
Ardından yüce Allah "tebareke" ifadesiyle övülüyor,
yüceliği ile dile getiriliyor. Yani yüce Allah onların asılsız
iddialarından, saçma sapan düşüncelerinden yücedir uludur. O "Göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunanların" Rabbidir. Kıyametin ne zaman
kopacağını sadece O bilir. Herşeyin dönüşü O'nadır, akıbet O'nun katındadır.
O gün, Allah'ın evladı veya ortağı olduğunu ileri
sürdükleri hiç kimse, onlardan biri için aracılık yapamaz. Nitekim bunları
Allah katında aracılar edindiklerini ileri sürüyorlardı. Oysa gerçeği gören
ve ona inananlardan başkası için aracılık yapılmaz. Ayrıca gerçeği görüp
inanan biri, onu inkar eden, ona savaş açan biri için aracılık yapmaz.
Sonra surenin akışı, onları tartışma konusu
yapmadıkları, kesinlikle kuşku duymadıkları fıtratlarının yalın mantığı ile
yüzyüze getiriyor: Evet, onlar kendilerini yaratanın yüce Allah olduğunu
kabul ediyorlardı. Peki o zaman niye bir başkasını ona yönelik ibadetlerine
ortak ediyorlar? Niçin ona ortak koştukları düzmece ilahlardan aracılık
béklentisi içindedirler?
87- Andolsun onlara
"kendilerini kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" Derler. O halde
nasıl haktan çeviriliyorlar?
Bozulmamış fıtratlarının tanıklık ettiği ve bunun
kaçınılmaz mantıksal sonucu olarak kabul ettikleri haktan nasıl yüz
çeviriyorlar?
Surenin sonunda Hz. Peygamberin Rabbine yönelip
onların kafirliklerini, inanmayışlarını şikayet edişi önemsenerek
vurgulanıyor:
88- Resulullah'ın
"Ya Rabbi! Bunlar inanmayan bir kavimdir" demesini de Allah biliyor."
Hiç kuşkusuz bu ayet, Peygamber efendimizin bu
sözünün derinliğinin boyutlarını, nasıl dinlendiğini, nasıl önemsendiğini,
yüce Allah'ın nasıl onunla ilgilendiğini ifade etmektedir.
Yüce Allâh, peygamberinin bu seslenişini -özel bir
ilgiyle- cevaplandırıyor; peygamberini onlardan yüz çevirmeye, onları kendi
hallerine bırakmaya, onlara aldırış etmemeye, önemsememeye yöneltiyor. Ona
güven aşılıyor. Meseleyi selam, hoşgörü ve kalpten gelen bir hoşnutlukla
karşılamasını istiyor. Bununla birlikte haktan yüz çeviren inatçılara üstü
kapalı bir tehdit savuruluyor. Örtülü her şeyin ortaya çıktığı kıyamet
gününde onları bekleyen korkunç akıbet hatırlatılıyor:
89- Ey Muhammed! Sen şimdilik
onlardan yüz çevir ve esenlik dile; yakında bileceklerdir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.