Cihâd Bölümü. 2
Ganimet
Ve Paylaştırılması Babı 5
Kâfirlerin
İstilâsı Babı 8
Müste'men
Babı 9
Dâr-I
İslâm Ve Dâr-I Harb İle İlgili Bir
Tamamlama. 12
Vazifeler Babı 13
Cizye
Hakkında Bir Fasıl 14
Mürted
Bâbı 16
(İslâm
Dînînden Dönen Kimse) 16
Âsiler Babı 19
Boş Ve
Sâhibsiz Arazînin İhyası Bölümü. 20
Sular Hakkında
Bir Fasıl 21
Şirb
Suyu: 21
Şuf'a
Suyu: 22
Kerâhiyyet Ve
İstihsân Bölümü. 23
Yemek,
İçmek, Altın Ve Gümüş Kap Ve Eşya Kullanmak
Ve Bazı Mahzurlu Şeyler Hakkında Bir Fasıl 23
İpek
Elbise Giymek, Altın Ve Gümüş İle Süslenmek Ve
Yüzük Takmak Hakkında Bir Fasıl 25
Kadın
Ve Erkekde Bakılması, Dokunulması Caiz Olan Ve Olmayan Yerler Ve Azl Hakkında
Bir Fasıl 26
Çeşitli
Konular Hakkında Bir Fasıl 28
Küfür
Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler Hakkında Bir Fasıl 34
Yahudi,
Hıristiyan Ve Putperestin Müslüman Olmasi Hakkinda Bir Fasıl 35
Nikâh
Bölümü. 36
Musannif, sonuncusu
Hacc olan dört ibâdet ile Hacca uygun olan udhiyye (kurbân), av ve boğazlanan
hayvanları anlattıkdan sonra, şimdi ibâdetlerin beşincisi olan cihâda âid
hükümleri açıklamaya başlamıştır.
Cihâd önce
başlamak suretiyle farz-ı kifâyedir. Yâni kâfirler bizim ile savaşmasalar bile,
kâfirlerin savaş açıp harbe başlamamız üzerimize vâcib (farz) dir.
Zîrâ Resulü İlah
(S.A.V.), başlangıçta afv ile ve müşriklerden yüz
Müşriklerle savaşa;
haram aylarda olmamak kaydıyle 12 Safer 2 H/623 M gecesi nazil olan Hacc
sûresi'nin 39 ve 40. âyet-i kerîmeleriyle ruhsat verilmiştir. Daha sonra Tevbe
sûresinin 36. âyet-i kerîmesiyle bu kayd kaldırılıp, cihâd emri mutlak olarak
kalmıgtır. çevirmekle emrolunmuştur.
Nitekim bu hususta Allah Teâlâ (C.C.)
«Müşriklere karşı
yumuşak ve iyi davran»
«Allah'a ortak
koşanlardan yüz çevir» ,
buyurmuştur.
Bundan sonra
Resûlüllah (S.A.V.) kâfirleri her çeşit güzel yolla dîne da'vet etmekle eni rol
un m ustu. Meselâ : Allah Teâlâ (C.C.) bununla ilgili olarak:
«Ey Muhammed Rabbinin
yoluna (İslâm'a), hikmet (Kur'ân) le, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde
tartış (mücâdele et).» buyurmuştur.
Sonra eğer başlamak onlardan olursa, Allah Teâlâ' (C.C.) in :
«Haksızlığa
uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere karşı koymaya izin
verilmiştir.» kavliyle savaş emrolunmuştur.
Yâni savunma hususunda onlara izin verilmi§tir. Bundan sonra Allah Teâlâ1
(C.C.) in:
«Haram aylar çılanca,
Allah'a ortak koşanları (puta tapanları) bulduğunuz yerde öldürün.»
kavliyle bazı zamanlarda ibtidâen savaş emrolunmuştur. Ondan sonra mutlak
olarak, zamanların ve mekânların hepsinde (her zaman ve her yerde) savaş ile
emrolunmuştur. Bu hususta Allah Teâlâ (C.C.) şöyle buyurmuştur:
«Fitne kalmaymcaya kadar
onlarla savaşın.»
«Toplu olarak Allah'a
ortak koşanlarla (putperestlerle) savaşın.»
«Allah'a ve âhiret
gününe inanmayanlarla' savaşın».
Bunlardan daha başka âyetlerle de aynı şey emrolunmuştur.
Cihâdın farz-ı kifâye
olmasının vechi şudur: Cihâd farz-ı ayn olarak meşru olmamıştır. Çünkü cihâd
aslında öldürme ve ifsâddır. Bîlâ-İtiş «i'lâyı kelimetullâh» yâni Allah Teâlâ'
(C.C.) m adını yüceltmek ve O'nun dinini kuvvetlendirmek, kullardan feşâdı
defetmek için^neş-rû olmuştur. Bu durumda, eğer insanlardan bir kısmı her zaman
cihâd yaparsa, hepsinden sakıt olur. Zira bir kısmının yapmasiyle mak-sad
hâsıl olmuş, demektir: Cenaze Namazı, cenazeyi defn ve selâma karşılık vermek
gibi. Çünkü bunlardan birini cemâatin bazısı yaptığmda, diğerlerinden farz düşer.
Eğer bazısı cihâda çıkmayıp dâr-ı İslâm'da, cihâda çıkılmamış zaman bulunursa,
üzerlerine lâzım gelen farzı terk ettikleri için, Müslümanların hepsi günahkâr
olurlar. Nitekim, şayet cemâatin hepsi Cenaze Namazını veya defnini veya
selâma karşılık vermeyi terk etmiş olsalar günahkâr olacakları gibi.
Cihâd ancak, çocuk ,
köle, kadın , a'mâ, kötürüm ve eli
kesik kimselere vâcib olmaz. Çünkü bunlar âcizdirler. Teklif ise kudretledir.
Eğet- kâfirler
İslâm'ın sınır bölgelerinden birine hücum ederlerse, o bölgeye yakın olup da
cihâda kadir olanlar üzerine cihâd farz-ı ayın olur.
Nihâye sahibi
Zahîre'deh şöyle nakleder:, Nefîr-i âm (Halîfe -Sultan tarafından savaş için umûmî
seferberlik emri) geldiğinde, cihâd ancak düşmana yakın olanlar üzerine farz-ı
ayn olur. O yakın olanların arkasında olup da düşmandan uzak olanlar üzerine
ise farz-ı kifâyedir. Hattâ, eğer onlara ihtiyâç yoksa, onlar için cihâdı terke
vüs'at (müsaade) vardır. Eğer düşmana yakın olanların cihâda kudretleri olmakla
beraber kâfirlere mukavemetten âciz oldukları için uzak olan Müslümanlara
ihtiyâç varsa veya yakın olanlar mukavemetten âciz olmayıp da üşenip
savaşmazlarsa, bu takdirde onlardan sonra gelen (ya-km) kimselerin üzerine
cihâd farz-ı aynla farz olur. Oruç ve Namaz gibi onlar üzerine cihâdı terke
izin verilmez. Doğudan batıya bütün Müslümanlar üzerine bu şekilde (tedricen)
farz kılınır. Bunun benzeri, ölü üzerine kılınan cenaze namazıdır ki, şayet
bir kimse şehrin bir tarafında ölse, o ölünün techîz işlerini yapmak onun komşuları
ve mahalle halkı üzerine farz olur. Ölüden uzak olan kimselerin o techîz
işletini yapmaları gerekmez. Eğer ölüden uzak olan kimseler;, mahalle halkının
Ölünün hakların! yerine getiremeyeceklerini veya. techîz işlerini yerine
getirmekten âciz olacaklarını bilirlerse, bu işleri yapmak o uzak olan (sonra
gelen) kimselere düşer. Cihâd da böyledir. Bu durumda, kadın kocasından ve
köle efendisinden izinsiz olarak umûmî seferberliğe çıkar. Çünkü maksad ancak
hepsinin çıkmasiyle hâsıl olur. Bu durumda, cihâd onlar üzerine de vâcib olur.
Koca ve efendinin hakkı farz-ı ayında zahir olmaz; Oruç ve Namaz gibi. Fakat
umûmî seferberlikten önce *olan cihâd böyle değildir. Zira onda kadın ve
köleden başkası ile yetinilir. Koca ve efendinin haklarını iptale zaruret
yoktur.
Cu'l mekruhtur. Cu'l:
İşçiye işi için verilen ücrettir. Bununla mu-râd, îmâm (Sultan) in mal
sahiplerine kendi rızâları olmaksızın, ga-zîleri takviye için koyduğu vergidir.
Bu cul
(yâni harb edene verilen ücret), Beyt'ul-Mâl'de bir şey (fey; mal) varfeen
mekruhtur. Bey-tu'1-Mâi'de mal (fey*) bulunmadığı zaman cu'l mekruh olmaz.
Kâfirleri muhasara
ettiğimiz zaman onları İslâm'a da'vet ederiz. Eğer
İslâm'ı kabul etmezlerse, onlan cizyeye da'vet ederiz. Eğer cizyeyi kabul ederlerse bizim için olan can ve
malların korunma hakla onlar için de olur. Onların canlarına ve mallarına da
taarruz edilmez; korunurlar. Bu hüküm umûmî değildir. Çünkü bu, ibâdetler
hakkında sahîh olmaz. Bundan murâd şudur: Onlar cizyeyi kabul etmezden önce
biz onların kanlarına ve mallarına taarruz ederdik; yine, cizyeyi kabul
ettikden sonra ise onlara taarruz edersek veya onlar bize taarruz ederseler,
onlar için bize ve bizim için onlara vâcib olan şey taarruz zamanında
birbirimize vâcib olan şeydir. Bunu ulemânın Hz. A1F-(R.A.) nin şu sözü ile
istidlalleri teyîd eder: Hz. Ali (R.A.) demiştir ki :
«Kâfirlerin cizyeyi
vermeleri ancak kanlan bizim kanımız gibi ve malları bizim malımız gibi olması
içindir.» ,
Kendilerine İslâm'a
da'vet ulaşmamış olan kâfirlere savaş açmayız.
Bir kimse, İslâm
da'veti kendilerine ulaşmazdan önce kâfirlerle savaşırsa, bundan nehyedildiği
için günahkâr olur. Lâkin o savaş ile günahkâr olan kimse, onların kanlarını
ve mallarını ödemez. Çünkü onlar ma'sûm değillerdir.
İslâm da'veti
kendilerine ulaşan kâfirler için İslâm da'vetini yenilemek mendûbdur. Eğer
kabulden yüz çevirirlerse, onlarla (mancınıkla) taş atmak, ateşle yakmak,
suyla boğmak ve ok atmak suretiyle muharebe ederiz. Velev ki beraberlerinde
Müslüman bulunsun yahut Müs-lümanı kendilerine kalkan etsinler. Günahkâr olmak
gerekmesin diye oku, Müslümanın niyetiyle değil, onların niyetiyle atarız. Eğer
oklar Müslümana İsabet ederse, diyet ve keffâret gerekmez.
Ağaçlarını kesmek ve
ekinlerini ifsâd etmekle muharebe ederiz.
(Bunu ahdi bozmaksızın
ve hıyanet etmeksizin yaparız.) Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.), gadr ve gulûldan
menetmiştir. Bunun ikisi de hıyanettir. Lâkin gulûl özellikle ganimette
kullanılır. Gadr ise umûmî olarak sözünde durmamaya şâmil olur.
Mesule; cezalandırmak
ve başkasına ibret kılmak, demektir. Uzuvları kesmek, yüzüne kara sürmek gibi.
Buhârî'nûı şerhinde: «Onları yendikden sonra mesule (işkence) yasaklanmıştır,
zaferden önce me-sülede mahzur yoktun Zira kâfirleri zelil etmek için daha
uygundur» denmiştir.Zeylaî' (Rh.A.) de, «Bu daha iyidir» demiştir. Bunun benzeri
ateşde yakmaktır.
Kâfirlerin mükellef
olmayanlarını: Çocukları, mecnûnları, pîr-i fâni, a'mâ, kötürüm olanları ve
kadınları öldürmeksizin savaşırız. Çünkü hadîs-i şerif de bunları öldürmek
yasaklanmıştır. Ancak, eğer bunlardan biri savaşırsa, o savaşan öldürülür. Ya
da mal sahibi olup kâfirleri mal ile savaşa teşvik ederse veya harb. hususunda
görüş sahibi ise veya hükümdar ise bu takdirde yine öldürülür.
Oğul, kâfir olan
babasını öldürmez. Yâni oğulun, kâfir olan babasını öldürmeye önce başlaması
caiz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Ana - baba ile dünyada
iyi geçin.» buyurmuştur. Öldürmek
için başlamak ma'rûf (iyi geçinmek) değildir. Bir der Baba oğlunun hayâtına
sfebeb olmuştur. Şu halde oğulun, babasının yok edilmesine sebeb olması caiz
olmaz. Musannifin «önce başlamak» sözüne sebeb şudur: Zira, baba oğlunu
öldürmeye kasd eder de bunun defi babanın öldürülmesinden başka yolla mümkün
olmazsa, babasını Öldürmek caiz olur. Çünkü bu öldürme, kendisini korumaktır.
Şayet oğulun Müslüman olan babası onu (oğlunu) öldürmeye kasdederse, ©ğulun
babasını öldürmesi caiz olur. Bu durumda, kâfir olan babası kasdederse, onu
öldürmek daha lâyıktır.
O kâfir olan babayı
oğlundan başka kimse öldürür ve oğlu da onu menetmez.
Mushâf-ı Şerifi ve
karısını, bunlar hakkında düşmandan korkulur-sa savaşan askeri birliklere
çıkarmaz. Çünkü bunları çıkarmakda; Mus-hâfia alay edilmesinden ve kadının
yitirilmesinden, iffet ve namusuna dokunulmasından korkulur.
Eğer barış Müslümanlar
için hayr ise İmâm (İslâm devlet başkam) ehl-i harb ile banş yapar. Eğer barış
Müslümanlar için hayr değil ise barış caiz olmaz. Çünkü banş sûreten ve ma'nen
cihâdı terktir. Velev ki banş, Müslümanlar onlardan mal almak üzere yapılmış
olsun. Zira barış malsız câız olunca, mal ile olmak haydi haydi caizdir. Eğer
o mala ihtiyâcımız var ise caiz olur. Eğer ihtiyâcımız yok ise barış caiz
olmaz. Çünkü bu, sûreten ve ma'nen cihâdı terktir.
Alınan mal, cizyenin
harcandığı yerlere harcanır. Çünkü o, cizye gibi Müslümanların, kuvvetiyle
alınmıştır. Ancak eğer Müslümanlar savaş için küffârm ülkelerine iner (gider)
lerse, bu takdirde, zorla alındığı için, o mal ganimet olur. Bunun hükmü
ma'lûmdur.
Eğer kâfirler
Müslümanları kuşatırlar da Müslümanlardan mal alarak barış yapmak isteseler,
İmâm o barışa razı olmaz. Çünkü bunda Müslümanları hor ve itibarsız kılmak
vardır. Hadîs-i şerifde şöyle vârid olmuştur:
«Ölmek korkusu
olmadıkça, mü'min için kendisini zelîl etmek yoktur. Çünkü ölmeyi defetmek
hangi yolla mümkün olursa vâcibdir.»
Eğer barışı bozmak
hayırlı ise banş (sulh) bozulur. Yâni eğer imâm kâfirler ile barış, yaptıkdan
sonra barışı bozmayı daha uygun görürse, kâfirlere bozma haberi gönderir ve
savaşır. Eğer kâfirler hıyanetle başlarlarsa, onlara barışı bozma haberi
göndermezden Önce savaş yapılır.
' Âsîler ve mürtedler
ile de banş yapılıp onlann davran ıslan beklenir. Yâni onlara tutumlannı
değiştirip önceki hallerine" dönmeleri için mühlet verilir. Zira bu, bir
maslahattan dolayı savaşı terk etmektir. Nitekim bu ehl-i harb hakkında da
caizdir.
Bunlar ile malsız banş
yapılır. Çünkü bunlardan mal almak, onların âsîlîk ve mürtedliklerini kabul
etmektir. Bu ise caiz değildir. Eğer onlardan mal almış isek, o malın geri
verilmesi de caiz olmaz. Zira malı onlara geri vermekde, onlara savaş için
yardım etmek vardır.
Sulhdan sonra da olsa,
onlara silâh, at ve demir satılmaz. Çünkü bu eşyayı onlara satmakda savaş için
yardım etmek vardır.
Müslümanlardan hür bir
erkek ve kadının emânı
sahih olur. Yâni bir kâfirin veya kâfirlerin veya bir kale halkının veya bir
şehir halkının korkusunu gidermek sahîh olur. Hattâ bir Müslümanm onları
öldürmesi caiz olmaz. Eğer banş (sulh) şer ise imânı onu bozar ve emânı veren
kimseyi, -eğer o kimse onlara emân vermenin şer'an yasak olduğunu bilirse,-
cezalandırır. Eğer yasak olduğunu bilmezse cezalandırmaz; ancak tenbîh eder.
Zimmînln emânı sahîh
olmaz. Çünkü zimmi onlar ile beraber itham altındadır. Keza zimmînin
Müslümanlar üzerine velayeti yani onlann işini üzerine alması sahîh olmaz.
Ancak eğer askerin emîri kâfirlere emân vermek için zimmîye emir verirse bu
takdirde caiz olur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Kâfirlerin İçinde olan
bir Müslüman tutuklunun emânı sahih olmaz. Kâfirlerle besaber bulunan bir
Müslüman tacirin de emânı sahîh olmaz. Çünkü onlann ikisi de kâfirlerin elleri
altında tutukludur. Onlardan kâfirler korkmazlar. Emân ise korku mahalline
hastır.
Dâr-ı harbde Müslüman
olup bizim ülkemize göç etmeyen kimsenin emânı da sahîh olmaz. Nitekim bunun
sebebini zikrettik.
Savaştan men edilen
çocuğun, kölenin ve mecnûnun emânı da sahih olmaz. Çocuk eğer emânı bilmezse
mecnûn gibidir, emânı geçersizdir. Eğer bilir ve anlar (âkil) ise -halbuki o
savaştan alıkonmustur-İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre hüküm yine aynıdır. Yani sahîh
olmaz. İmâm Muhammed (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Eğer âkil çocuğa savaş
için izin verilmiş ise, esah olan kavle göre, onun emânı ittifakla sahîh olur.
Fakat köle, şayet savaştan menedi-lirse, İmâm Â'zam' (Rh.A.) a göre, onun emânı
sahîh olmaz. İmâm Muhammed (Rh.A.) ise aksi görüştedir. Eğer ona savaş için
izin verilirse emânı sahîh olur.
İmâm (îslâm devlet
başkanı, halîfe) bir ülkeyi barış (sulh) yolu İle feth ettiğinde, o bansın
gereğini yapar. O barışı imâm ve imânf-dan sonra gelen emirler de
değiştirmezler. O ülkenin arazîsi ülke halkının mülkleri olarak kalır. .
Eğer imâm o ülkeyi
zorla feth etmiş ise, o arazî hakkında muhayyerdir. Dilerse tahmis eder (beşe
böler), sonra onu bizim aramızda taksim eder. Yani ehl-i ganimet arasında
paylaştırır. O arazî bizim mülkümü/ olur. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) m Hayber
arazîsini (ganimet çilere) taksim edip üzerlerine öşr koyduğu gibi. Zira,
Müslüman üzerine ibtidâen harâc koymak caiz olmaz. Yakında bunun açıklaması
gelecektir.
Ya da imâm o beldenin
halkını cizye İle o belde üzerinde bırakır.
Yani dilerse o beldenin halkına lütuf da bulunup Müslümanlara zımıni (tâbi
olarak) olmak üzere kendilerini hür ve arazîlerini mülk bırakır. Canlan için
cizye ve arazîleri için harâc koyar. Nitekim Hz. Ömer (R.A.) Irak'ın köy ve
kasabalarını feth ettiği zaman halkına iyilik edip evlerini ve arazîlerini
ellerinde bırakmış, başlan için cizye, bağları ve arazîleri için harâc koymuş,
onları ganîmetciler arasında taksim etmemiştir.
Fukahâ demişlerdir ki:
Ganîmetcilerin ihtiyaçları varsa, birinci şekil evlâdır. Ganîmetcilerin
ihtiyaçları olmadığı zaman İkincisi evladır. Ta ki; o mallar başka zamanda
zahîre olsun.
Ya da imâm o beldenin
halkını o beldeden sürüp çıkarır ve yerlerine başka bir kavmi yerleştirir.
Eğer kâfir iseler, o yerleştirdiği kavm üzerine harâc koyar. Tuhfe'de de böyle
zikredilmiştir. Yani üzerlerine arazî haracı ve canları için de cizye koyar.
Musannifin «eğer kâfir iseler» sözü, yerleştirilen diğer kavm Müslüman İse,
onlar üzerine ancak öşr konur, demeye işarettir. Zira öşr, ibtidâen Müslümanlar
üzerine konur.
İmâm fethedilen yerin
halkı hakkında da muhayyerdir. Eğer dilerse esirleri öldürür. Zira Resûlüllah
(S.A.V.) esirleri katletmiştir. Çün-kü bu öldürmede şirk maddesinin kesilmesi
vardır. Ya da Müslümanlara fayda sağlamak için onları köle yapar veya
Müslümanlar için zim-mi (tabî) olmak üzere onları hür olarak bırakır. Ancak
Arap müşrikleri ve Mürtedler bırakılmaz. Onla/, ya Müslüman olurlar veya Öldürülürler.
Esirlerini mermi
haramdır. Men : Kâfir olan esiri ondan
bir şey almaksızın bırakmaktır.. Fidâ'lan da haramdır. Fidâ : Esîr olan kâfirden
mal veya Müslüman esîr alıp onun karşılığında kendilerini salıvermektir. Menn'de
İmâm Şafiî (Rh.Â.) ayn görüştedir. Fakat savaş bitmezden önce malla fidâ
caizdir, Müslüman esîre karşılık caiz değildir. Savaştan sonra malla fidâ
bizim bilginlerimize göre caiz olmaz. İmânı A'zam' (Rh.A.) e göre nefisle fidâ
caiz olmaz, İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre caiz olur. Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan iki
rivayet vardır. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre mutlak caiz olur.
Esirleri kendi
yurtlarına geri göndermek de haramdır. Çünkü bunda Müslümanlara karşı onları
güçlendirme vardır.
İslâm ülkelerine nakl
edilmesi güç olan hayvanları sekr (yaralamak) haramdır. Yani şayet imâm, îslâm
ülkesine dönmek istediği zaman, yanlarında hayvanlar olup dâr-ı İslâm'a nakl
edilmesine güç yetiremese,o hayvanlar yaralanmaz. İmâm Mâlik (Rh.A.) bu konuda
ayn görüştedir. O hayvanlar dâr-ı harbde terk de edilmez. İmâm Şafiî (Rh.A.)
ayn görüştedir.
O hayvanlar boğazlanır
ve yakılır. Boğazlamak, bu bir maslahâttan dolayı caizdir ve kâfirleri
kızdırmak maslahatların en kuvvetli-lerindendir. Yakmak ise, kâfirler ondan
faydalanmasın, diyedir. Bu, binalarını yakmak ve ağaçlarını kesmek gibidir.
Hayvan boğazlamadan Önce~yakılmaz. Çünkü ateş ile azabı ancak Rabbisi yapar.
Boğazlandık-dan sonra hayvanların yakılması gibi, silâhlan da yakılır. Demir
gibi yakılamıyan eşya da gömülür.
Ganimeti dâr-ı harbde,
İslâm ülkesine götürmeden önce taksim etmek haramdır. İmâm Şafiî (Rh.A.),
«Kâfirlerin yenilgisi kesin I eştik den sonra caiz olur.» demiştir. Bu bize
göre haramdır. Bu bizce; İslâm ülkesine naklden önce mülk sabit olmadığı
esâsına göredir. İmâm Şâfii'-(Rh.A.) ye göre sabit olur. Bu asıl üzerine bir
çok meseleler bina edilir. Ancak emânet vermek suretiyle olur ve orada vererek
taksim eder.
- Bu şöyle olur:
Beytü'l-mâlde ganimetleri yükletecek yük hayvanı yok İse ganîmetciler arasında
ganimeti, dâr-ı İslâm'a yüklenip götürmek için, emânet yoluyla taksim eder.
Ondan sonra onlardan geri alıp paylaştırır. Eğer taşımaktan kaçınırlarsa misl-İ
ecr ile taşınması için onları zorlar. Es-Siyer'ul-Kebîr'in rivayetinde
böyledir. Çünkü bunda zarar-ı hâssın tahmili ile zarar-ı ânımın defi vardır.
Nitekim bir kimse bir aylığına bir binek hayvanı kiralayıp sahrada bir aylık
müddet geçse veya bir gemi kiralayıp denizin ortasında müddet geçse, onun
üzerine misl-i ecir ile diğer bir ücret akdeder. Es-Siyeru's-Sağîr'in rivayetine
göre, ganîmetcilere zor kullanmaz. Zirâ- ibtidâen kiralama akdi üzere
zorlayamaz. Nitekim bir kimsenin binek hayvanı sahrada Ölse, yanında olan
arkadaşının binek hayvanını kiralamak için zorlamaz. İstişhâd olunan emânet
mes'elesi bunun aksinedir. Çünkü o kiralama binadır, ibtidâ değildir. Bina ise
ondan daha kolaydır.
Taksimden önce,
ganimet alman şeylerin satılması da haramdır. Zira hadîs-i şerîfde bu
yasaklanmıştır. Çünkü dâr-ı İslâm'a getirip sağlama bağlamadan (ihrazdan) önce
mülk olmaz, Nitekim daha önce geçti.
Dâr-ı İslâm'a getirip
sağlama bağladıkdan (İhrazdan) sonra da satılması haramdır, Çünkü satıcının
ganimet egyuamclan naaîbl kasln-likle bilinmez. Şu halde taksimden önce
satılması mümkün değildir.
Savaşçılara hizmette
yardımcı olan ve dâr-ı harbde ganîmetcilere katılmış olan yardımcı kimse,
ganimeti hak etmede savaşçı gibidir. Savaşmayıp çarşı pazarla uğraşanlar
savaşçı gibi değildir. Dâr-ı harbde ölen kimse dahî, temlik bulunmadığı için,
savaşçı gibi değildir.
Dâr-ı İslâm'da ölen
savaşçının payı, -her ne kadar onun payı ortak (müşâO
bulunuyorsa da,- mülk hâsıl olduğu için miras kılınır.
Dâr-ı harbde yiyecek,
yem, odun, yağ ve silâha ihtiyâç olduğu zaman taksim edilmeden helâl olur.
Nitekim İbn Ömer'den (Allah ikisinden de razı olsun) şöyle dediği rivayet
edilmiştir;
«Biz savaşlarımızda
bala ve üzüme rast gelir onu yerdik, onu vermezdik.» Bunu Buharı rivayet
etmiştir. Bu söz, onların muhtâc oldukları şeyden faydalanmak âdetleri
olduğuna delildir. Helâl kılan şey ortadan kalktığı için dâr-ı harbden
çıktıkdan sonra.helâl olmaz. Helâl kılan şey.zarurettir. Çünkü onların hakkı
sağlamlaşmıştır. Hattâ payı miras kılınır. Şu halde onların rızâsı olmaksızın
faydalanmak caiz olmaz.
Ganimetin, yiyecek ile
ve yiyecek benzeri şeyle satılması helâl olmaz. Temevvülü de yani altın ve
gümüş ile satılması da helâl olmaz.
Çünkü ganimete onu
almakla mâlik olunmaz. Tenâvülün mubah olması ancak zaruret içindir. Şu halde
eğer ganîmetcilerin biri ganimeti satsa parasını ganimet malına geri verir.
Dâr-ı harbde
faydalanmak için aldığı şeyden arta kalanı, İslâm ülkesine çıktıkdan sonra
ganimet malına geri verilir. Çünkü hacet ortadan kalkmıştır. Bu, taksimden
öncedir. O kimse zengin ise, taksimden sonra elinde kalan malın eğer aynısı
duruyorsa, aynını tasadduk eder, eğer yitirilip yok olmuşsa, değerini tasadduk
eder. Fakîr ayniyle faydalanır. Eğer yitirilip yok olursa, fakire bir şey
gerekmez.
Ehl-i harbden bir
kimse dâr-ı harbde Müslüman olsa, kendisi ve çocuğu ma'sûm olur. Çünkü çocuğu
babasına uyarak Müslüman olmuştur. Şu halde kendisinin ve çocuklarının
öldürülmeleri ve köle yapılmaları caiz olmaz.
Yine o Müslüman
kimsenin taşınır cinsden olan malı ma'sum (dokunulmaz) olur. Veya bir
dokunulmaz kimseye emânet koyduğu malı da dokunulmaz olur. Gerek o emânet
koyduğu kimse Müslüman olsun ve gerekse zimmî olsun müsavidir. Çünkü o mal
hükmen onun elindedir. Müslüman olmayan büyük çocuğu, karısı ve karısının
hamli (karnındaki çocuğu) dokunulmaz, olur. Zira hami ananın cüz'üdür. Akan
(ev ve tarla gibi mülkü) de ma'sîûm olmaz. Çünkü dâr-ı harb cümlesin-dendir. O
ehl-i darın elindedir. Savaşan kölesi ve harbî ile beraber olan malı, gasb
yoluyla olsun veya emânet olsun bunlara da dokunulmaz.
Atlının veya yayanın
payı için istihkâkda, geçiş vaktine itibâr edilir. Yani dâr-ı harbe girilen
yerin geçilmesi vaktine itibâr edilir.
Bir kimse kâfirlerin
yurduna atlı olduğu halde girse ve atı ölüp olayda yaya olduğu halde hâzır
olsa, o kimse için iki hisse vardır. Atlı olan savaşçı hissesi ki biri atı
için, diğeri de kendisi içindir.
Bir kimse dâr-ı harbe
yaya girse ve girdikden sonra bir at satın alıp olayda atlı olduğu halde hâzır
olsa, o kimse için yaya hissesi vardır. Bir attan başka at için hisse olmaz.
Yani iki at için hisse verilmez. Yükünü çeken at için ve katırı için hisse
verilmez. Köle, çocuk» kadın ve zimmî için de hisse verilmez. Onlar için
bahşiş (r a d h) verilir. R a d h: Az bir şey vermeye
derler. Burada radh ile murâd, imâmın uygun gördüğü miktardır. Onları savaşa
teşvik etmek için verilir. Onlara radh, savaşa başlandığı zaman verilir.
Kadına, yaralı olanları te-dâvî edip onların işlerini gördüğü vakitte verilir.
Kadının durumuna uygun olan şey cihâd olur. Zimmîye, dâr-ı harbde yol
gösterdiği zaman verilir. Çünkü onun yol göstermesi Müslümanlar için
menfaattir. Radh, hisse miktarına erişmez. Çünkü o radha lâyık olanlar, cihâd
işinde askere eşit olmazlar. Ancak zimmînin yol göstermesinde şayet delâletinde
büyük menfaat olursa radh, hisse (sehm) den fazla olur. Çünkü yol gösterme
cihâd işinden değildir. Onu cihâdda müsâvî tutmak gerekmez. Zira onun yol
göstermeye karşılık aldığı şey, ücret menzile-sindedir. Bundan dolayı kazandığı
verilir.
Humus (beşte bir);
yetîm, miskin ve ibn-i sebîl (yolda kalan)" İçindir. Zevi'l-kurbâ
(akfaba) nın fakirleri onlar üzerine takdim olunur. Zevİ'l-kurbâ'nın zengini
onlar üzerine takdim edilmez.
Allah Teâlâ (C.C.) in : "§üPhesiz onuu içindir.» kavündeki Allah Teâlâ' (C.C.) in adim zikr,
teberrük içindir. Yani sözü açmak için teberrüken Allah Teâlâ' (C.C.) in adı
anılmıştır. Yoksa bütün âlem O'nundur ve O bir şeye muhtâc değildir. Uz. Peygamber*
(S.A.V.) in hissesi vefatından sonra düşmüştür. Çünkü Nebt-i Ekrem (S.A.V.) o hisseye risâlet ile müstehakdı. Hz.
Muhammed'-(S.A.V.) den sonra ise artık resul yoktur. Nitekim safî'riin düştüğü
gibi. «Safî» Resûlüllah' (S.A.V.) in kendisi için ganimetten ayırıp, onunla
Müslümanların işlerini gördüğü maldır.
Bir kimse dâr-ı harbe
girip kâfirlerin malım yağma edip alsa, o malın beştebiri (humusu) alınır. Ancak
eğer o kimsenin askeri ve imâmdan izni olmazsa alınmaz. Çünkü humus ancak
ganimet malından alınır. Ganimet malı ise kâfirlerden zorla alınan maldır.
.Zorla alınan mal, ya asker'ile alınır, veya imâmın izni ile alınır. İzin ile
alman asker ile alman hükmündedir. Çünkü izin vermekle ona yardımı iltizâm
etmiştir.
İmâmın tenfîl hakkı
vardır. Tenfîl; savaş vaktinde askeri harbe teşvik için ganimet hissesinden
daha fazla şey vermektir. Meselâ imâm; bir kimse bir kâfir Öldürürse selebi
(soyulup alman eşyası) öldürenindir, der. Selebin anlamı yakında gelecektir.
Bu teşvik, imâm için men-dûbdur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Ey Peygamber! Müminleri
savaşa teşvik et.»
buyurmuştur.
Ya da imâm, her kim ne
alırsa o şey alanındır, der. İmâm şayet bir kâfir öldürse; «bir kimse bir kâfir
öldürürse selebi öldürenindir.» sözündeki nefele
istihsânen müstehak olur. Çünkü nefel kaza babından değildir. Bu ancak
ganimete müstehak olmak bâbındandır. Bundan dolayı sehmen veya radhan ganimete
müstehak olan herkes ona dâhil olur. Bundan dolayı imâm nefel ile suçlanmaz.
İmâm şayet: Ben kâfir Öldürürsem onun selebi benim içindir, derse, imâm nefele
müstehak olmaz. Çünkü kendisine tahsis etmiştir. Şu halde imâm bu surette
suçlanır. Yine imâm şayet: Sizden biriniz bir kâfir öldürürse onun selebi
benimdir, dese; nefele müstehak olmaz. Çünkü kendisini onlardan ayırmıştır.
Selebe müstehak olmak
ancak öldürülen kimse, Öldürülmesi mubah olan biri olduğu zamandır. Hattâ
kâfirlerden kadınları, çocukları ve delileri öldüren nefele müstehak olmaz.
Çünkü tenfîl savaşa teşvîktir. Bu ise savaş yerlerinde gerçekleşir. Hattâ bir
çocuk savaş yapsa, bir Müslüman da onu öldürse, savaş sebebiyle kanı mubah
olduğu için, onun selebini hak eder.
Müslüman, kâfirlerden
bir hastayı ve ücretle tutulan kâfiri ve askerleri içindeki taciri ve
andlaşmayı bozup onlara giden zimmîyi öldürse, o Müslüman onun selebini hak
eder. Çünkü onların bünyeleri savaşa elverişlidir. Veya onlar kendi arzuları
ile savaşmışlardır.
Ya da imâm, bütün asker
için değil de, seriyye
için: «Ben tamâmını veya tamâmından şu kadarım size hediye ettim» der.
Nihâye'de,
es-Siyer'ul-Kebîr'den nakledilmiştirki: İmâm, şayet ordunun hepsine, «Elde
ettiğiniz şey humusdan sonra nefelen eşit şekilde sizin olsun dese» bu
caiz'olmaz. Yine, «Elde ettiğiniz şey sizin olsun» deyip, humus (beştebir) den
sonrası» demese, eğer bu sözü seriyye için söylerse caiz olur. Bunun açıklaması
şudur: Tenfîlden maksûd, Müslümanları savaşa teşvîkdir. Bu ise ancak bazısına
husûsî bir şey vermekle hâsıl olur. Umûmîleştirmekte ise, atlı olanım yayan
olan üzere tafdî-lin iptali vardır. Veya istisna etmediği zaman humusu da iptal
vardır. Ganimetini dâr-ı İslâm'a çıkardıkdan (ihrazdan) sonca kâfirler savaş
için dâr-ı İslâm'a girseler tenfil caiz olmaz. Ancak humus (beştebir) den caiz
olur. Çünkü ganîmeteilerin hakkı, onda dâr-ı İslâm'a İhraz etmekle
sağlamlaşmlştır. Bundan dolayı ganîmetcilerden ölenin payı vârisine geçer. Şu
halde onların hakkını yok etmek caiz olmaz!
Öldürülen kâfirin
selebi: Yanında bulunan giysisi, silâhı ve ke merinde olan malıdır. Hattâ
bineği ve bineği üzerindeki eyer ve âle ve heybesinde bulunan şeyler selebidir.
Bu zikredilen selebi,
eğer imâm tenfîl etmedi ise, askerin hepsim verilebilir. Öldüren kimse ve
başkaları onda eşit hakka sâhibdir
Şayet düşman
savaşçıları (ehl-i harb), ehl-î zimmeti bizim yurdumuzdan dâr-ı harbe
sürseler, ehl-i harb o ehl-i zimmete mâlik olmazlar. Çünkü onlar hürdürler.
Vakıâtu's-Sadn'ş-Şehîd'de böyle zikredilmiştir.
Şayet düşman
savaşçılarının (yani ehl-i harbin) bazısı bazısını esîr etse ve mallarını
alsalar veya bizden dâr-ı harbe bir deve kaçıp onu alsalar veya ehl-i harb
bizim malımız üzerine gâlib olup o malı ihraz edip yurtlarına soksalar, her ne
kadar bizim o malımız mü'min bir köle veya câriye de olsa, ehl-i harb o mala
mâlik olurlar. Kâfî'de ve başkasında, aşağıda gelen mes'elenin şerhinde bunu
zikretmişlerdir.
Mes'ele şudur: «Şayet
bir müste'men yani emân ile bizim yurdumuzda oturan kâfir, mü'min bir köle
satın alıp yurtlarına soksa,,denilen meseledir... ilâh.» Musannifin «onu
yurtlarına soksalar (ihraz etseler) a demesine sebeb şudur : Çünkü ehl-i harb
o aldıkları eşyayı yurtlarına sokup ihraz etmezden önce eşyadan bir şeye mâlik
olmazlar. Hattâ bir tacir ehl-i harbin aldığı eşyadan yurtlarına sokup kazanmadan
önce bir şey satın alsa, sahibi de o şeyi satın alanın, elinde bulsa, bir şey
vermeden alır.
Bizim hâlis hürrümüze,
nıüdebberimize, ümmü veledimize ve mü' kâtebemize mâlik olamazlar. Hattâ ehl-i
harb (yâni düşman askerleri) zikredilenleri bizim yurdumuzdan alıp yurtlarına
sokup ihraz etseler, sonra biz ehl-i harbe üstün geldikde; onlar taksimden önce
ve taksimden sonra bir şeysiz mâliklerinin olurlar.
Bunun açıklaması
şöyledir: İstilâ mülkün sebebi olmaz. Ancak mülk için mahalle mülâki olursa
olur. O mubah maldır. Hür ise mülk için mahal değildir. Yine hürden başka,
müdebber, ümmü veled ve mü-kâtebde de, bir bakımdan hürriyetleri olduğu için
hüküm böyledir.
Bizim yurdumuzdan bir
kaçak köle, gerek o köle Müsİümanın olsun ve gerekse zimmînin olsun onların
yurtlarına girse - «Onların yurtlarına girse» kaydı, İslâm ülkesinde dolaşan
kaçak köleden ihtirazdır böyle bir köleyi ele geçirirlerse ona mâlik olurlar -
Kâfirler, şayet onu tutsalar ve ele geçirseler, o kaçak köleye mâlik olamazlar.
Bunu Hidâye sarihleri söylemişlerdir.
Musannifin «şayet onu
ele geçirseler» sözüne sebeb, İmâmeyn' (Rh. Aleyhımâ) in hilâfına işaret
içindir. Çünkü kâfirler o köleyi ele geçirseler ve ayağına bukağı taksalar,
İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, ona mâlik olurlar. İmâm A'zam (Rh.A.), înıâmeyn'
(Rh.Aleyhimâ) den ayrı görüştedir.
İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ)
in delili şudur : Korumak (ismet) mâlikin hakkı içindir. Çünkü, mal elindedir.
Halbuki burada ismet ortadan kalkmıştır. Bundan dolayı, eğer kâfirler o köleyi
İslâm ülkesinden ele geçirseler, ona mâlik olurlar. Nitekim dafra önce geçti.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şudur: O kölenin, naâlikiyyeti (yedi) bizim ülkemizden çıkmasiyle kendi
nefsi aleyhine aâhir olmuştur. Çünkü itibârının düşmesi, onun üzerinde
efendisinin zilyedliğî tahakkuk etsin, diyedir. Bu ona istifâde için verilen
bir imkândır. Halbuki bu ortadan kalkmıştır. Şu halde kölenin mâlikiyeti nefsi
aleyhine biz-, zat dokunulmaz olarak zahir olmuştur. Öyleyse mülke mahal kalmamıştır.
Gidip gelen köle bunun aksinedir. Çünkü dâr-ı İslâm ehlinin köle üzerinde
mâlikiyeti kâim olduğu için efendinin yed'i köle üzerinde hükmen bakîdir. Şu
halde kâfirlerin köleyi temellükleri efendinin mâlikiyetinin zuhurunu
menetmiştir. Bundan dolayı o gidip gelen köleyi küçük oğluna hibe etse, küçük
oğlan o köleye mâlik olur. Eğer dâr-ı harbe girdikten sonra hibe etse, o küçük
oğlan o köleye mâlik olamaz.
Biz kâfirlere galip gelmekle
onların hür olanlarına, müdebberleri-ne, ümmü veledlerine, mükâteblerine ve
mülklerine mâlik oluruz. Zira şeriat onların ismetlerini, suçlan üzere ceza
için düşürmüştür. Çünkü onlar Allah Teâlâ' (C.C.) in birliğini inkâr edince ve
Allah Teâlâ' (C.C.) a ibâdetten ayrılınca,» Allah-u Teâlâ onları, o İnkârlan
sebebiyle kullarının kullan yapmakla cezalandırmış ve malları rakabelerine
tâbi olmuştur.
Bundan sonra kâfirler
bizim üzerimize gâlib olup mallarımızı al-dikdan sonra şayet biz de onların
üzerlerine galip olsak ve ehl-i ganimet onların bizden aldıkları şeyi alsa,
bizden birimiz malını ganîmet-ciîerin elinde» ganimeti taksimimizden önce
bulursa, karşılıksız (meccânen) alır. Taksimden sonra bulursa, değeriyle
(kıymetiyle) alır. Çünkü tbn Abbâs' (R.A.) dan rivayet edilmiştir ki:
Müşrikler, Müslümanlardan Öte adamın devesini yurtlarına alıp götürdüler Sonra
o deve ganimete düştü- Sski sahibi o deveyi almak istedi.
Bunun üzerine
Resûlüllah (S.A.V.) : «Sen o deveyi ganimetin taksiminden Önce bulursan bir
şey vermeden alırsın, eğer taksimden sonra bulursan dilersen kıymetiyle
alırsın» buyurmuştur.
Bu İki durumun arasını
ayırmanın sebebi şudur: Zira devenin eski sahibi rızâsı yokken mülkünün
kendisinden gitmesiyle zarar görür, ehl-i ganimetten devenin ayn'ı nasibine
düşen kimse de elinden bedava alınmakla zarar görür. Çünkü o kimse o devenin
ayn'ına ganimetten, payına karşılık olmak üzere müstehak olmuştur.
Biz deriz ki; iki
zararın hayırlısı olmak bakanından, mümkün olan miktarı alma hakkı kıymetlidir.
Taksimden önce devede mülk, âmmeye âiddir. Ve âmmeden her ferde, onun yok
olmasıyle kayrılmak miktarı hisse isabet etmez. Şu halde zarar tahakkuk etmiş
olmaz. oTak-Bİmimizden önce» dememizin sebebi, el-Mecma'da ve musannifinin
el-Mecma' şerhinde vâki olan şeyi red içindir. Onda denilmiştir ki: Biz şayet
kâfirler üzerine taksimden Önce gâlib olsaydık, bizden aldıkları eşya sâhibleri
için helâl olur. Ya da kâfirler bizden aldıkları eşyayı taksimlerden sonra
gâlib olsaydık, o eşyayı sâhibleri, eğer dilerse kıymetiyle alırlar. Şerh'de
şöyle denilmiştir: Şayet Müslümanlar kâfirler üzerine gâlib Olsalar ve
mallarını kâfirlerin elinde taksimlerinden önce bulsalar, o mal bir şey
vermeksizin sahiplerinin olur. Eğer taksîm etmelerinden sonra bulsalar, dilerlerse
kıymetiyle alırlar. Çünkü taksimi kâfirlerin taksimi üzere hami etmek bütün
kitaplara muhaliftir. Nitekim basiret sahibi olanlara gizli, değildir,
Eğer bir tacir o malı
dâr-i harbde onlardan satın alıp bizim ülkemize çıkardı ise, mal sahibi malmi
Semeni ile
alır. Çünkü eski mâlik malını eğer özel mülkde buldu ise, imdi eğer zülyed
(mâlikiyet. sahibi) ona sahih muâveze ile mâlik olduysa, o malı, eğer
misliyyâttan ise, ivazın
misli ile ahr. Eğer kıymetleri olan şeylerden ise kıymetiyle alır. Çünkü
mâlikiyet sahibinden bedava almakla zülyede zarar dokunur. Çünkü mâlikiyet
sahibi bedeli (ivazı) o malın karşılığında vermiştir.
Eğer mâlikiyet sahibi
o mala fâsid akd ile veya kâfirler o malı bir Müslümana hibe etmekle bedelsiz
(ivazsız) mâlik oldu ise, eski mâlik o malt
- eğer o mal kıymeti olan şeylerden ise, - kıymeti ile ahr. Eğer mis-liyyâttan
ise almaz. Çünkü o malı misli ile alsa, bu takdirde fayda vermez.
Şayet kâfirler bir
köleyi esîr etseler, onu bir Müslüman satın alıp bizim ülkemize çıkardıkdan
sonra o kölenin gözü çıkarılsa ve o Müslüman, o kölenin gözünü çıkarandan
gözünün diyetini (ersini) alsa, eski mâlik o köleyi, o Müslümanın düşmandan
aldığı semeniySe ahr. Diyetini almaz. Çünkü eski efendinin hakkı, üzerine
müstevli olduğu gözdedir. İstilâ o diyet üzerine vârid olmaz ve o hakkı gözden
meydana gelmez.
Kâfirler bir köleyi
esir edip bir adam o köleyi bin dirheme aldık-dan sonra kâfirler o köleyi
ikinci kez esîr edip dâr-ı harbe sokdukda bir başka adam da o köleyi bin
dirheme alıp bizini ülkemize getirmekle esirliği ve satın alınması tekerrür
etmiş olsa, eski mâlikin o Köleyi ikinci müşteriden alması doğru olmaz. Çünkü
esirlik eski mâlikin mülkü üzere vârid olmamıştır. Belki, mülkü üzere esirliğin
gelmesinden dolayı, birinci müşteri, ikinci müşteriden semeniyle ahr. Ondan
sonra eski mâlik ilk müşteriden iki semeni ile dilerse alır. Çünkü birinci müşteri
üzerine iki semen kâim olmuştur. Onun hakkını korumak için bir şey indirilmez.
Eski efendi o köleyi birinci müşteri ikinci müşteriden almazdan önce almaz.
Yani birinci müşteri gâib olsa yine birinci müşteri hâzır olduğu halde
alamadığına itibâr ile ikinci müşteriden eski mâlik alamaz. Şu halde eğer
birinci müşteri razı olmasa eski mâlik ikinci müşteriden almaz. Çünkü iki semen
ile almanın hakkı ancak birinci müşterinin mülkünün geri dönmesi zımnında eski
mâlik için sabit olur. Şayet mütezammın sabit olmassa zımnında olan şey sabit
olmaz.
Bîr köle mal ile kaçıp
kâfirler onu ve malı ellerine geçirseler, sonra bir adam malı ve köleyi kâfirlerden satın alsa, kölenin mâliki o köleyi
meccânen alır. Çünkü kâfirler o köleye mâlik olmazlar. Malı ise seme-ni île
ahr. Çünkü kâfirler o mala mâlik olurlar.
Emân verilmiş bir
kâfir, Müslüman bir köleyi satın alıp dâr-i harbe götürse, bunda beş mesele
vardır ve hepsinde de köle, jâxâd edilmeden âzâd olur.
Bu beş meselenin biri
şudur: Şüphesiz o köle, iki ülkenin zat olmasını âzâd yerine geçirmek
bakımından, sâdece dâr-ı harbe girmekle âsâd olur.
mesele ki musannif onu
şu sözüyle zikretmiştir: Ya da kafirler o köleyi ele geçirip-ve onu dâr-ı harbe
götürdükden sonra o köle yine onlardan kaçıp îsiâm ülkesine girse, yine âzâd
olur.
Üçüncü meseleyi
musannif şu sözü ile zikretmiştir: Ya da o köle dâr-ı harbde Müslüman olup bize
çıkıp gelse yine âzâd olur.
Dördüncü meseleyi §u
sözü ile zikretmiştir : Ya da biz kâfirler üzerine gâlib olsaydık o köle yine
âzâd olur.
Beşinci meseleyi şu
sözü ile zikretmiştir: Ya da o köle Müslümanların askerine Müslüman olduğu
halde çıkıp gelse, bu beş şeklin hepsinde de o köle âzâd olur. Hiç kimse İçin
mâlik olma hakkı sabit olmaz. Çünkü ba âzâdlar hükmî âzâddır. Gâyetu'l-Beyân
sahibi bunu, Tahâvî şerhinden naklen zikretmiştir.
Müste'men ,
gerek Müslüman, gerek harbi olsun kendi ülkesinden başkasına emân ile giren
kimseye denir.
Bizim tacirimiz
kâfirlerin ülkesinde onların kanlarına ve mallarına taarruz etmez. Çünkü
Müslümanlar verdikleri şartlara göre davranırlar. Emân istemekle onlara
taarruz olunmamak şart kılınmıştır. Bundan sonra taarruz, gadr (yâni hıyanet)
olur.
Tacir, taarruz yoluyla çıkardığı mala haram olarak
mâlik olur.
Mülk olmasına sebeb,
mubah malı istilâ içindir. Haram olması ise, haram olan gadr sebebiyle hâsıl
olduğu içindir. Şu halde zimmetini o haramdan ayırmak için, o aldığı malı tasadduk
eder.
Ancak, eğer onların
hükümdarları o tacirin malını alırsa veya kral o taciri hapsederse veya kraldan başkası onun bilmesiyle tacirin malım
alıp veya hapsedip kral o başkasını menetmezse, o tacirin taarruzu caiz olur.
Çünkü ahdi bozmaya onlar başladılar. İltizâm bu şarta bağlı olur.
Esir olan Müslüman,
tacirin hilâfına dır. Onun için dilediği vakitte taarruz mubahtır. Her ne
kadar Müslüman esîri isteyerek de salıver-seler, gadr sayılmaz. Çünkü esir
müste'men değildir ve onda iltizâm yoktur.
Onların tereleri de
mubah görülmez. Çünkü fere ancak mülk ile helâl olur ve İslâm ülkesine
sokmazdan önce ise mülk olmaz. Nitekim daha önce geçti.
Ancak, esir olan
karısını veya ümmü veledini veya müdebberesini orada bulursa, helâl olur. Çünkü
kâfirler, onlara malili; olmazlar. Ancak onlan harbî cima etmemiş olmalıdır.
Çünkü kâfirler onları cima eylemiş olsa ve mâlik de cima eylese, nesebde şüphe
ve karışıklık meydana gelir.
Esir olan cariyesini
bulsa, her ne kadar harbî onu cima eyle meşe de, onu mutlak surette cima caiz
olmaz. Çünkü kâfirler ona mâlik oldular.
Harbî, müste'meni bir
çeşit tasarruf ile borçlu kîlsa veya müste'men harbiyi borçlu etse veya
ikisinden biri diğerinin malını gasb etse ve ikisi de bizim ülkemize gelip
harbî de müste'men olsa, borç ve gasb-dan ikisinden birine bir şey hükm
olunmaz. Borç (deyn) ile hükm olunmamasının sebebi hükm velayete dayandığı
içindir. Borç (alma veya verme) vaktinde ise asla velayet yoktur. Müste'men
üzerine hükm vaktinde de yoktur. Çünkü müste'men geçen fiillerinde İslâmm bük
müne uymamıştır: Ancak gelecekte uymuştur. Gasb olduğuna hüküm verilmemesine
gelince; o gasb olunan şey, rna'süm olmayan maîa müsadif olduğu için ma'sûm
malı ele geçiren gâsıbm mülkü olduğundandır. Nitekim daha önce geçti.
Keza borç ile gasbı
iki harbî işleyip ikisi de müste'men oldukları halde bizim ülkemize gelseler,
yine böyledir.
Eğer ikisi de Müslüman
oldukları halde gelseler, ikisi arasında borç ile hükm olunur, gasb ile hükm
olunmaz. Borç ile hükm, kendi nzâlanyla olduğu için sahîhdir. Hükm hâlinde
yeîâyet sabittir. Çün kü ikisi de İslâm'a girmekle ahkâmı iltizâm
eylemişlerdir. Gasba gelince; istilânın mubah mal üzere vürûdu (gelmesi)
sebebiyle gâsıb ona mâlik olduğu içindir. Harbînin mülkünde murdarlık yoktur ki
geri vermekle emrolunsun.
Müste'men olan bir
Müslüman dâr-ı -harbde mislini yâni bizim müste'menimizi, isteyerek veya hatâen
Öldürse, kasıdda ve hatâda malından diyetini verir.
Hatâ için keffâret
verir. Keffâretin delili AUah Teâlâ' (C.C.) in :
«Bir mu'mini
yanlışlıkla Öldürenin, bir mü'min köleyi âzâd etme si gerekir.»
kavli şerifidir. Bunu dâr-ı İslâm ve dâr-ı harb ile kayd-lamamıştır. Keffâreti
hatâya tahsisin vechi ise, bize göre kasden öldürmekte keffâret olmadığı
içindir. Diyet ise, bizim ülkemize taşınmakla sabit olan dokunmazlık,
müste'menliğin ânz olmasıyla bâtıl olmadığı iğindir. Kasden öldürmede kısas
olmamasına sebeb; - ki bu zahir rivayettir. - Çünkü kısasın istifası ancak kendini
müdafaa etmişse me nea
mümkün olur. Tek kişi (vâhid), çok kere tek kişiye karşı koyar. Karşı koyma
gücü (menea) asker veya kuvvet de ancak İmâmda ve Müslümanlarda vardır.
Bunların ikisi de dâr-ı harbde yoktur. Şu halde vucûbda fayda yoktur. Öyleyse
hadd gibi vâcib olmaz.
Kasden öldürmede
diyetin malından vâcîb olması âkıleler kasden Öldürmekde diyet vermedikleri
içindir. Nitekim yerinde anlatılmıştır. Hatâda ise âküelerin, iki ülke
biribirine zıt olduğu için sıyânete (korumaya) güçleri olmadığı içindir.
Onların üzerine diyetin vucûbu ise sı-yânete terk etmeleri itibariyledir.
İki esirde, şayet
ikisinden birisi diğerim öldürse yalnız hatâda keffâret verir. Yâni İmâm A'aam'
(Rh.A.) a göre, hatâda diyet yoktur ve kasıtta asla bir şey yoktur. Yine
Müslüman tacir, kâfir bir esiri dâr-ı harbde öldürse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre o Müslüman üzerine bir şey yoktur, ancak hatâda keffâret vardır. İmâmeyn
(Eh.Aleyhimâ) «İki esîrde, hatâda ve
kasıtta katil üzerine diyet vardır. Çünkü ismet (dokunulmazlık) esirlik
arıziyle bâtıl olmaz, istîmân (müste'menlik) arıziyle bâtıl olmadığı gibi»
demişlerdir. Kısasın mümteni' olması (imkansızlığı) müdafaa kuvveti bulunmadığı içindir. Diyet
ise geçen se-bebden dolayı malından vâcib olur.
İmâıtı A'zam' (Rh.A.J
m delili şudur: O kimse esir olmakla kâfirlerin ellerine düştüğü için onlara
tâbi olmuştur. Bundan dolayı onların ikâmeti ile mukîm olur ve seferleri ile
müsâfir olur. Bu sebeble ihraz aslen bâtıl ve bize göç etmeyen Müslüman gibi
olur. Yukarıda geçen sebebden dolayı, keffâret hatâya tahsis edilmiştir. Dâr-ı
harbde İslâm'a gelen Müslümanı bir Müslümânın öldürmesi gibi ki, onun öldürülmesi
ile, hatâda ancak keffâret vâcib olur.
Müste'men olduğu halde
gelip bizim ülkemize giren harbîye, bir yıl oturmaya izin verilmez. O harbîye,
eğer bizim ülkemizde bir yıl veya bir ay ikâmet edersen, üzerine cizye bağlarız,
denilir. Eğer o takdir olunan yıl ve aydan, önce ülkesine dönerse ne a'lâ,
dönmezse, o harbî zimmî olur.
Bil m elisin ki,
harbîye bizim ülkemizde sürekli oturmaya izin ve rilmez. Ancak köle olmakla
veya cizye ile izin verilir. Tâkİ kâfirler için casusluk edip bizim zararımıza
çalışmasın! Ancak az bir ikâmete izin verilir. Çünkü az bir ikâmetin
menedilmesinde ihtiyâç maddelerinin gelmesini kesmek ve ticâretin kapısını
kapamak vardır.
Çok ikâmet ile az
ikâmetin arası bir yıl ile ayrünuştir. Çünkü yıl içerisinde cizye vâcib olan
bir müddettir.
Binâenaleyh, ikâmet
cizye maslahatı için olur. Eğer İmâmın (Devlet Reisi) sözünden sonra yıl tamâm
olmadan önce vatanına dönerse, ona bir şey yoktur. Eğer imâmın sözünden sonra
bir yıl tamamen kalırsa, o kimse zi mm id ir, cizyeyi iltizâm etmiş olur. İmâm
bir ay veya iki ay gibi, bir yıldan az olan müddeti ta'yîn edebilir. Şayet
harbî, imâmın sözünden sonra o ta'yin edi-Ien müddet kadar ikâmet ederse zimmî
olur. Nitekim sebebi zikredildi.
Zimmînin dâr-ı harbe
dönmesine izin verilmez. Zira zimmet akdi bozulmaz. Çünkü zimmet akdi İslâm'dan
haleftir. İslâm ise bozulmaz. Keza halefi de bozulmaz. Keza harbî imâmın müddet
takdirinden önce bizim ülkemizde bir yıl otursa, zimmî olur, dâr-ı harbe
(iönmesine izin verilmez. Zira imâm müddet takdîr etmeyince, mu'teber olan bir
yıldır. Çünkü takdir, özrü denemek içindir. Bir yıl ise özrü denemeye uygundur.
Nitekim cinsî münâsebetten âciz olan kimsenin te'cîlinde bir yıl takdîr
edildiği gibi. Nihâye'de, Mebsût'tan naklen böyle zikredilmiştir.
Lâkin cizye iki
surette, yâni takdirden sonra ve takdirden önce, yıl tamâm oldukdan sonra
konulur. Ancak cizyenin yıl tamâm oldukdan sonra alınması, birinci surette yâni
takdirden sonra olduğu surette şart kılınırsa ve yıldan veya aydan sonra
alırız, denirse, bu takdirde cizye ondan birinci yıl tamâm olunca alınır.
Keza, harbi arazî
satın alıp o harbî üzerine, satın aldığı arazînin haracı konulsa zimmî olur.
Bunda şuna işaret vardır ki harâc arazîsi satın almakla, o harbî üzerine harâc
konuluncaya kadar, harbî zimmî olmaz. Şayet üzerine harâc konulan müşteri zimmî
olduysa, koyma vaktinden itibaren onun üzerine bir yılın cizyesi lâzım gelir.
Bu durumda sene gelecek yıl olur.
Ya da harbiyye olan
kadını bizim ülkemizde bir zimmî nikâh etse, o harbiyye zimmiyye olur. Çünkü
kadın kocasına tâbidir. Bir zimnıiy-yeyi bir harbî erkek nikâh etmekle harbî
zimmî olmaz. Çünkü kadını boşayıp vatanına dönmesi mümkündür.
Bir müste'meb yani
bizim ülkemize emânla gelen harbî, dâr-ı harbe dönse, kanı helâl olur. Çünkü
emâmnı, iptal eylemiştir. Onun dâr-ı İslâm'da olan malı tehlikededir
Eğer dâr-ı harbe dönen
müste'men esîr olsa veya ehl-i harb üzerine thl-i İslâm gâlib olsa da o
müste'men öldürülse, onun ma'sûm olan Müslüman veya ziniraîdeki alacağı düşer.
Çünkü onun üzerine hak is-bâtı, mütâlebe vâsıtasıyledir. Bu da düşmüştür ve
borçlunun hakkı ise âmmenin hakkından önce gelir. Bu suretle borç o kimseye
muh-tas olarak sakıt olur.
O öldürülen
müste'menin bizim ülkemizde bir ma'sûmun yanında olan emâneti ganimet olur.
Çünkü takdîren kendi elindedir. Çünkü emânet konulan kimsenin eli (yed'i) onun
kendi eli gibidir. Şu halde o emânet konulan şey o müste'mene tebâiyet ile
ganimet olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayete göre : Emânet, 'emanetçinin
mülkü olur. Çünkü emânet onun eline en önce geçmiştir. Şu halde ona emanetçi
herkesten ziyâde hak sahibidir. Ebû Yûsuf1 (Rh.A.) a göre; o müste'menin
-koyduğu rehini alan kimse, rehini borç karşılığında alıkor. İmâm Mu-hammed'
(Rh.A.) e göre, o rehin satılır, parası ile borç ödenir, borcdan fazla kalırsa
Beytü'l-Mâlindir. Bunu Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir.
Eğer o dâr-ı harbe
giden müste'men eceliyle ölürse veya ehl-i İslâm kâfirlere gâlib olmaksızın
Öldürülürce verdiği borç ve emâneti vârislerinin olur. Çünkü emânın hükmü
bâtıl olmadığı için bakîdir. Vârisleri onun yerine kâim oldukları için
vârislerine verilir.
Bir harbî bizim
ülkemizde olsa, dâr-ı harb d e karısı ve çocukları olup bir ma'sûm veya zimmî
yanında emânet bırakıp kendisi burada Müslüman
olsa, ehl-i îslâm kâfirler üzerine gâlîb olduğu zaman onun karısı ve çocukları
hepsi ganimettir. Karısının ve büyük çocuklarının ve karısının karnında olanın
ve akarının ganimet olmasına sebeb, aGa-nîmet Babında» zikredilen .sebebdir.
Küçük çocuklarının ganimet olmasının sebebine gelince: Küçük çocuklar babasına
tâbi olup babasının İslâmıyle Müslüman olması, ancak babasının elinde ve
velayeti altında olduğu vakittedir. Dâr-ı İslâm ile dâr-ı harb zıt ve ayrı
olduğu için dâr-ı harbdeki küçük çocuklar babasma tâbi olmuş olmaz ve baba
kendisini dâr-ı İslâm'a getirmekle dâr-ı harbde olan mallarını da kazanmış
olmaz. Şu halde hepsi ganimet olmak üzere bakî kalır. Bu meselede, eğer küçük
çocuk esir olup dâr-ı İslâm'a gelse, ikisi bir ülkede bulunduğu için, babasına
tebâiyetle Müslüman olur. Fakat o çocuk dar-ı İslâm'a getirilmezden önce
ganimet olması, iki ülke ayrı olduğu için bunun hilafıdır - nitekim sebebi
zikredildi - ve dâr-ı harbde hâli üzere ganimettir. Müslüman olması - yerinde
öğrendiğin sebeb-den dolayı - köleliğe aykırı değildir. Bunu Zeylâi (Rh.A.)
zikretmiştir.
Eğer harbî, dâr-ı
harbde Müslüman olup bizim ülkemize gelse ve ehl-i İslâm kâfirler üzerine gâlib
olsa, onun küçük çocuğu hür Müslü-mandır. Çünkü o dâr-ı harbde Müslüman olunca
iki ülkenin birleşmesinden dolayı küçük çocuğu ona tâbi olur. Onun ma'sûm olan
Müslü-manda veya zimmîde olan emâneti de ona âiddir. Çünkü o emânet sahîh ve
muhterem olarak elindedir. Sanki o kendi elinde gibidir. Ondan başkası, yâni
büyük çocukları, karısı, akan ve harbî elinde olan emâneti ganimettir.
Bir harbî dâr-ı harbde
Müslüman olsa ve onun dâr-ı harbde Müslüman vârisleri bulunsa ve bir Müslüman
onu öldürse o katil üzerine bir şey lâzım gelmez. Ancak hatâda kef taret lâzım
getir. Kasıtta bir şey lâzım gelmez. Bunu vechi daha önce öğrenilmiştir.
İmâm (Devlet Başkam)
velîsi olmayan Müslümanın diyetini alır. Dâr-ı İslâm'da 3M(üslüman olan
müste'menin de diyetini alır. Hatâen Öldürmede, öldüren kimsenin âkılesindçn
alır. Çünkü o kimse ma'sûm bir nefsi öldürmüştür. İmdi hatâen öldürme hakkında
vârid olan nassr lar onu kapsar.
«İmâm diyetini ahr»
sözünün ma'nâsı: Beytü'1-Mâle koymak içindir. Çünkü imâm Müslümanlar için
nazır nasb olunmuştur. Bu da menfaatini gözetmektendir.
Şayet öldürmek kasden
(âmden) olsa, imâm kısas yapmak ve sulh yoluyla diyet almak arasında
muhayyerdir. Çünkü kasden Öldürmenin gereği kısâsdır ve imâmın velayeti
nazarîdir. Ona bakar, hangisini daha uygun görürse onu yapar. Zahir olan
şudurki, bu surette diyet kı-sâsdan daha faydalıdır. Onun için afvetmez. Çünkü
hak, âmmenindir. Bedelsiz âmmenin hakkını düşürmek menfaat kollamaktan
değildir.
Burada dâr-ı harbin
dâr-ı İslâm olması ve aksi açıklanacaktır. İçinde İslâm'ın hükümleri
uygulanmakla dâr-ı harb, dâr-ı İslâm olur. Cuma ve Bayram namazları kılınması
gibi. Her ne kadar o dâr-ı harbde aslî kâfir bakî kalıp dâr-ı İslama bitişik olmasa da, yâni
dâr-ı harble dâr-ı İslâm arasında ehl-i harbe âid diğer bir şehir, bulunmakla
bitişik olmasa da dâr-ı İslâm olur.
Şu uç şeyle de dâr-ı
İslam, dâr-ı harb olur;
Musannif birincisini
«Orada şirk ahkâmı uygulanması...» sözüyle zikretmiştir. .
İkincisini «DâVı
İslâm'ın dâr-ı harbe, ilcisi arasında Müslümanlar için bir şehir bulunmamak
suretiyle bitişik olması» sözüyle zikretmiştir.
Üçüncüsünü «O şehirde
nefsi üzere emân-ı evvel ile emi» olucu bir Müslüman veya bir zinımî kalmamakla
olur.» sözüyle zikretmiştir. Sî-yer-i Kebîrde böyle zikredilmiştir. Bu,
Ebû-Hanîfe' (Rh.A.) ye göredir.
îmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ)
e göre, şayet o dâr-ı İslâm'da ahkâm-ı şirk uygulansa, o ülke dâr-ı harb olur.
Gerek dâr-ı harbe bitişik olsun ve gerekse ayrı olsun. Gerek orada Müslüman
veya emân-ı evvel ile emîn olan zımmî bulunsun ve gerekse bulunmasın müsâvîdir.
VezâU, vazifenin
çoğuludur. Vazife, insan için her gün yemekten veya nzıktan mukadder olan
şeydir. Burada murâd, öşr ve harâcdır. Vazife adı verilmesi mecazdır. Varacağı
netice itibariyle bir şeyin adlandırılması kabîlindendir. ;
öşriyye olan arazî,
Arabın arzıdır. Boyca o, Uzeyb'den Yemen'deki en son taş ile Mihre adındaki köy
arasıdır Genişliği ise,' Yebrîn ve Re-rael-i âlic arası ile Şam sınırına
kadardır.
Halkı gönüllü (tav'an)
İslâm'ı kabul eden arazî de öşriyyedir. Zira Müslümanı zilletten korumak için
harâc ile başlanmaz. Çünkü onda cizye ma'nâaı vardır, öşrde ise ibâdet
ma'n&sı vardır.
Veya zada feth olunup
arazîsi gaziler arasında taksim edilen yerler öşriyyedîr. Şayet Devlet Reisi
gaziler arasında taksim edip üzerine haf&c koysa, eğer harâc suyu ile
«ulanıyorsa câia olur, Attâbî' (Rh.A.) nin el-Câmiu's-Sağîr'mde böyle
zikredilmiştir.
Basra arazîsi de
öşriyyedir. Zira Sahabe* (R.Anhüm) nin Öşriyye olduğuna İcmâı vardır. Kıyâs ise
harâciyye olmasıdır. Çünkü kahren feth olunup arazîsi halkına bırakılmıştır.
Basra, Irak'ın arazîsi cüm-lesindendir. Lâkin bu onların icmâı ile
terkedilmiştir,
Mfislümanm bostanı
veya duvarı olan bağı da Öşrivyedir. Zira Müs-lümanın üzerine tavzifin
başlangıcında Öşr daha uygundur. Çünkü öşrde ibâdet ma'nâsı vardır. Bir de, o
daha hafîfdir, zira öşr hâricin nefsine (yâni çıkan ürünün kendisine) tealluk
eder:
HarÂcf olan araz!,
Irak'ın çevresidir. Bu Irak çevresi (yâni Arab Irâlcı) genişliğine, Uzeyb ile
Halvân akabesine kadar olan aradır. Boyca, Sa'lebiyye'den - bazısı, Ales'den
demiştir - Abâdân'a kadar olan aradır.
Zorla feth edilip
halkı, üzerinde bırakılan arazî veya halkı ile imâmın (Devlet Reisi)
uzlaştıkları arazî harâciyyedir. Zira tavzif ile başlayıp kâfire harâc koymak
ihtiyâca daha uygundur.
Ya da imâm kâfirleri
sürgün edip, onların yerlerine başka kâfirleri nakletse arzları harâciyyedir.
Nitekim bilirsin ki, harâc, ancak nakledilen kavm kâfir olurlarsa, konur.
Şayet kavm Müslüman olurlarsa, onların üzerine öşr konur.
İmâmın (Devlet Reisi)
izniyle zimmînin ıhyâ ettiği ölü arâzt de haracıdır. Çünkü o ilkin kâfire
verilmiştir. Veya zimmî Müslümanlar ile beraber ehl-i harbe karşı savaştığı
için imâmın zîmmîye ganimetten bahşiş (radh) olmak üzere verdiği arz da
haracıdır.
Müslümamn ıhyâ ettiği
arz yakınlık ile itibâr olunur. Eğer o Müslüman m ıhyâ ettiği arz harâcî
arazîye yakın ise harâcîdir. Öşriyye olan arza yakın ise o da öşriyyedir.
Öşriyye ve harâcî yy e
olan arazîden her biri, eğer Öşr suyu ile sulanıyorsa öşr alınır. Ancak öşr
suyu ile sulanan kâfirin arzından Öşr alınmaz. Bu takdirde ondan harâc alınır.
Eğer harâc suyu ile sulanırsa harâc alınır. .
El-Câmiu's-Sağîr'de
deniliyor ki: Öşr ve harâc ikisi de nâmiye arza bağlıdır. Nâmiye arzın neması
o arzın suyuyladır. Şu halde sulama öşr suyu ile yahut harâc suyu ile itibâr
olunur, ,
Zeylaî (Rh.A,)
demiştir ki,: Musannifin bu ayırımından muradı Müslüman hakkındadır. Kâfir
hakkında ise hangi su ile sularsa sula-sıri onun üzerine harâc vâcib olur. Zira
kâfire ibtidâen öşr konmaz. îb-tidâ hâlindeki tafsilât burada bil icmâ mümkün
değildir. Kâfirde hı-lâf ancak beka hâlinde olurki: Kâfir öşriyye arzına mâlik
olduğu vakitte onun üzerine harâc mı vâcib olur, yoksa öşr mü? mes'elesinde
ortaya çıkar.
Bundan sonra musannif
suyu zikredince, suyu açıklamayı nıurâd edip şöyle demiştir: Öşriyye arzında
olan yağmur suyu, kuyu suyu ve pınar suyu öşrîdir. Acemin kazdığı nehirlerin
suyu jöşrîdir. Harâciyye arzındaki kuyu ve pınar suyu da harâcîdir. Muhît'te
böyle zikredilmiştir. Şayet Müslüman veya zimmî arzı bir defasında öşr suyu
ile ve diğer bir defasında harâc suyu ile sulasa, Müslüman öşre ve kafir de
haraca lâyık olur. MFrâc'ud-Dirâye'de böyle zikredilmiştir.
Hacend ilinin nehri
Seyhun, haracıdır. Tirmiz ilinin nehri Ceyhun, Bağdâd ilinin nehri Dicle, Küfe
ilinin nehri Fırat İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, harâcîdir. İmâm Muhammed'
(Rh.A.) e göre öşrîdir.
Harâc iki çeşittir:
Bunlardan biri harâc-i mukâseme'dir. Bunda vâcib olan; yerden çıkanın beşte
biri ve benzeri cüzleridir. İkincisi ha-râc-ı vazifedir. Bunda vâcib olan
yerden istifâde imkânına bağlı zimmette bir §eydir. Nitekim Hz. Ömer (R.A.)
suyun ulaştığı her bir cerib (dönüm) için bunu koymuştur. Cerîb : Kirbâs zirâi
ile altmış kere altmış zirâ'dir. Kirbâs (bez) zirâi yedi kabzadır. Mesaha
zirâi yedi kabza ve dikine bir parmak uzunudur. Hesabcılara göre, yirmi dört
parmaktır. Bir parmak ölçüsü, karınları birbirine eklenmiş olduğu halde altı
arpadır.
Bazıları demişlerdir
ki: Bu zikredilen, Irak'ın çevresinin cerîhidir. Irak'ın çevre yerlerinden
başkasında cerib, onların katında mu'tâd olandır.
Buğdaydan veya
arpadan, her bîr cerib için bir sâ' ve bir dirhem harâc konur. Yaş mahsûlün her
bir cerîbi için beş dirhem harâc konur. Bağın ve hurmanın birbirine bitişik
olduğu halde, bir cerîbi İçin beş dirhemin katı konur (ki on dirhem oiur).
Za'ferân ve bostana —
Bostan, bir arzdır ki onu duvar çevrelemiştir, içinde çeşitli hurmalar,
ağaçlar, üzümler vardır ve ağaçların arasında zirâat mümkündür. Eğer ağaçlar
birikirine sarılmış olup orada zirâat mümkün olmasa, o yer bağdır. — taşıyacağı
kadar vergi konur. Çünkü onda Hz. Ömer* (R.A.) in tavzîfi (koyduğu vergi
miktarı) yoktur. Hz. Ömer (R.A.) bu hususta tâkata itibâr etmiştir. Şu halde
biz de tavzif olmayan arzda tâkata îtibâr ederiz. Fakîhİer, tavzif olmayan
arzda, arzdan çıkan mahsûlün yarısı, takatin sonudur, bundan fazla olmaz,
demişlerdir. Çünkü tansîf insafın sonudur. Eğer o arz vazifeyi taşımazsa bil
icma eksiltilir. İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, taşırsa artırılraaz. Bu İmâm
A'zam* (Rh.A.) dan da rivayet edilmiştir. İmâm Muhaznmed' (Rh.A.) e göre,
noksana itibârla artırılır.
Ebû Yûsuf (Rh.A.) un
delili şudur: Harâc-ı Tavzif (vergi haracı) şer'an mukadderdir ve bu hususta
Sahabeye (Allah onların hepsinden râ-zi olsun) tabî olmak vâcibdir. Çünkü
miktarlar ancak tevkîfî (delile bağlı) olarak bilinir, takdir ziyâdeyi meneder.
Çünkü noksan icmâen caizdir. Binâenaleyh takdir faydadan hâlî olmasın diye
ziyâde aletta1-yin men edilir.
Harâc konan arzın suyu
kesilse veya su arza gâlib olsa yâni arzı su kaplasa harâc yoktur. Çünkü harâcda mu'teber olan takdirî nemadır - ki
zirâatten temekkündür - o da yok olmuştur.
Ya da ekilen şeye bir
âfet isabet etse yine harâc olmaz. Zira asıl helak olunca, asla bağlı olan şey
de bâtıl olur.
Fukahâ: «Harâc seneden
ancak arazîyi ikinci defa ekmek mümkün olacak kadar zaman kalmazsa bâtıl olur.
Eğer ikinci defa ekmek mümkün olacak kadar zaman kalırsa harâc düşmez.»
demişlerdir.
Arzın mâliki arzı boş
bıraktı ise harâc vâcib olur. Çünkü ziraata imkân vardı. Mâlik onu elden
kaçırdı. Eğer arzın mâliki Müslüman olsa harâc bakî kalır. Çünkü onda meûnet
(rizık) ma'nâsı vardır. Meûnet beka hâlinde İtibâr olunur. Şu halde meûnetin
Müslüjnan üzerine bırakılması mümkün olur.
Ya da arzı, ehl-i
harâcdan Müslüman satın aha, zikrettiğimiz se-bebden dolayı, harâc bakî kalır.
Sahabenin (Allah Teâlâ (C.C.) onların hepsinden razı olsun), harâc arazîsi
satın alıp haracım ödedikleri sahîh olmuştur:
Harâcî arzının
mahsûlünde öşr yoktur. Çünkü ResûlüUah (S.A.V.):
«Öşr ve harâc bir
Müslümanın aranda bir araya gelmez.» buyurmuştur.
Bir de; âdil ve zâlim
hiçbir* hükümdardan Öşr ve haracı bir araya getirmemiştir. Onların icmâ'ı
hüccet bakımından yeter.
Öşr, çıkan mahsûlün
tekerriîrüyle tekrarlanır: Çünkü öşr her çıkan mahsûlde vâcib olmakla tahakkuk
eder. Muvazzaf har&cda değil. Zira muvazzaf harâc çıkan mahsûlün bir yılda
tekerrürüyle tekrarlanmaz. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) onu mükerreren muvazzaf
kılmamıştır.
Musannifin haracı,
muvazzaf ile kaydına sebeb : Mukâseme haracı çıkan mahsûlün tekerrürü ile
tekrarlandığı içindir.
Vakf arazîsinde,
çocukların» delilerin, mükâteb, me'zun ve borçlu-lann arazîsinde, eğer o arazî
öşriyye. ise öşr, harâciyye ise harâc vâcib olur. Zira öşrün sebebi, çıkan
mahsûlün hakîkatıyle üreyen yerdir. Haracın sebebi ise, temekkün (yâni mümkün
olmak suretiyle) üreyen yerdir. Sahibine itibâr yoktur.
Cizye iki
çeşittir. Birincisi sulh ve rızâ ile konulan cizyedir. Bu cizye, üzerinde
ittifak vâki olan şeye göre takdir edilir. İkinci çeşit ise, imâm (Devlet
Reisi) kâfirlere gâlib geldiği zaman koyduğu cizyedir.
Sulh ile konulan cizye
takdir edilmez. Yani onun için şâri'den bir takdir (miktar tâyini) yoktur.
Belki sulh her ne şeyin üzerine vâki oldu ise ta'yîn olunur. Fazla ve eksik ile
değiştirilmez.
Mağlûb olmalarından
veya mülkleri üzerine bırakılmalarından sonra konulan cizye, Kitabî, Mecûsî ve
Acem! putperestler üzerine - ki zenginliği, onbin dirhem ve daha fazlaya mâlik
olmakla zahir olur - her yü İçin kirksekiz dirhem takdir edilir. Ondan her bir
ayda yedi vezin dört dirhem alınır. «Yedi vezin (vezni seb'a) on dirhemi yedi
miskâl olandır ve her miskâli yirmi dört kırattır. Şu halde bir dirhem ondört
kırat olur.»
Zikredilen kâfirlerin
ikîyüz dirhemden onbin dirheme kadara mâlik olan mutavassıtlarına yani orta
karar zenginlerine kırksekiz dirhemin yansı yâni 24 dirhem takdir edilir ki,
her ayda iki dirhem alınmış olur.
İkiyüz dirheme mâlik
olmayıp, lâkin kazanmaya kadir olan fakirleri üzerine, kırksekiz dirhemin
dorttebirî takdir edilir. Yani onlki dirhem alınıp her ayda bir dirhem olur.
Putperest Arap üzerine
cizye takdir edilmez. Eğer eh M İslâm onların üzerine gâlib olsa, onların
kanlan ve çocukları ganimettir. Mürtede de cizye takdir edilmez. Putperest ile
mürtedden ancak tslâm kabul edilir. İslâm'a gelmezlerse öldürülür. Çünkü bu
ikisinin küfürleri çok çirkindir.
.
Anıttın
putperestliğinin çok çirkin olmasına seheh; çünkü Resûlül-Inh (S. A. V.) onların
arasında yetişti, ve Kur'ân-ı Kerîm onların MıgM-lan ü/ere nazil oldu ve
onların üzerine nnı'cize daha çok /ahir oldu. Buna rağmen imâna gelmedikleri
için küfürleri çok çirkindir. Mürlediu küfrünün çok çirkin olmasına gelince;
çünkü o İslâm'a hidâyet olundukları sonra ve İslâm'ın gü/.elliklerini
öğrendikten soma Rahhisiııi (veya sâdece İslâm dinini) inkâr ettiği için küfrü
çok çirkin olmuştur.
İnsanlar arasına karışmayan
ve çalışıp kazanmayan râhlb (keşiş) üzerine de cizye konulmaz. İmâm Muhammed
(Rh.A.), İmâm A'zam'-(Rh.A.) dan rivayet edip : Râhib eğer işe kadir olursa,
onun üzerine cizye konulur, demiştir. İmam Ehû Yûsuf (Rh.A.) un sözü budur.
Çocuk, kadın, köle,
a'mâ, kötürünı ve işi ve kazancı olmayan fakir üzerine de cizye konulmaz.
Cizye, ölmekle ve
İslâm'a girmekle düşer. Çünkü cezanın dünyâda şer'î olması şerri defetmek
içindir. Şüphesiz ölüm ve İslâm ile şer savul-mu§ olur.
Cizye tekrar ile
mütedâhil olur. Yani şayet /.immîden iki yıl geçinceye kadar alınmasa, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre düşer, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre düşmez. Bu Şafiî*
(Rh.A.) nin de sözüdür.
Dâr-ı İslâm'da bîa ve
keti ise (içilişe ve havra) ve bey t-i nâr (ateş-gede) yeniden- yapılmaz.
Onların ibâdet ettikleri yerlere, kenîsetu'1-ye-hûd ve kenisetu'n-nasârâ denir.
Her ne kadar kenîse (havra) deyimi kullanılması Yahudilerin ibâdet ettikleri
yer için ve bia (kilise) deyimi kullanılması "Hıristiyanların ibâdet
ettikleri yer için gâlib ise de, aslında mutlak olarak «bia» denir. Savmea
(manastır), içinde yalnız kalmak içindir ki bîa yerindedir, Evde olan namaz
yeri bunun aksinedir. Çünkü o meskene tâbidir.
Zimmînin, yıkılmış
olan kenîselerini yeniden yapması caizdir. Yani onlar yıkılmış olan kenîsenin
yerine Önceki bina kadar kenîse blnâ edebilirler. Bu kadan ondan menedilmez.
Belki başka bir yere nakilden menedilir. Çünkü nakil yeniden yapmaktır.
Şayet bir zimnıî şehir
içinde bir ev satın almak istese, o evi ona satmak uygun değildir. Eğer satın
almış olsa, Müslümana satması için o zimnıî zorlanır. Bazısı demişlerdir, ki:
«Zimmînin şehir içinde ev satın alması caizdir ve satması için zor kullanılmaz,
Ancak, eğer çok olursa zor kullanılır.» Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Zimmî kıyafetinde,
bineğinde ve silâhında ehl-i İslâm'dan ayırd edilir. Ata binmesi ve silâh
kullanması caiz değildir. Kestîc izhâr eder. K e s t i c : Parmak kalınlığında
yünden veya kıldan bir kaba iptir ki zimmî onu beline bağlar. Bu zünnârdan
başkadır. Çünkü zünnâr ibrişimdendir.
Zimmî, palan gibi bir
eyer üzerine biner. Zimmilerin karıları da, Müslümanların hanımlarından yolda
ve hamamda ayırd edilir. Zimmî-lerin evleri üzerine alâmet konur ki onlar için
istiğfar edilmesin.
Eğer bize karşı harlı
etmek için bir yere gâlîh olurlarsa veya dâr-i harbe dâhil olurlarsa zimminin
ahdi bozulur, hattâ öldürülmeye müs-tehak olur. Çünkü zimmî kavmi, bize karşı
harbî olmuşlardır. Şu halde harbînin şerrini defetmek için olan zimmet akdi
faydadan ârî olur.
Zimmî dâr-ı harbe
kavuşması sebebiyle, ölümüne hükmedilmekde mürted hükmündedir. Lâkin eğer esîr
olursa köle edinilir. Daha önce geçen sebebden dolayı mürted öldürülür. Yakında
açıklaması gelecektir. Ancak geri dönüp Müslüman olursa öldürülmez.
Eğer zimmî cizyeden
kaçınırsa veya bir Müslüman kadın ile zina ederse veya Müslümanı Öldürürse,
veya Nebî' (S.A.V.) e söverse ahdi bozulmaz, îmânı Şâfü (Rh.A.),
«Peygamberimize söverse ahd bozulur. Çünkü zimmet ahdi emân ifâde etmekle
îmândan haleftir. En kuvvetli aslı bozan şey, daha aşağı olan halefi haydi
haydi bozar» demiştir.
Bizim delilimiz şudur
ki: Öldürmenin kendisiyle nihayet bulduğu şey, cizyenin iltizâmı ve kabulüdür,
edası değildir ve iltizâm bakîdir. Şu halde kıtal düşmüştür. Hidâye'de ve Kâfî'de
böyle zikredilmiştir.
Beri derim kî: Bunda
işkâl vardır. Çünkü cizyeden kaçınmanın ma'nâsı cizyeyi edâ etmemeyi
açıklamaktır. Sanki o, bu günden sonra ben cizye vermem, demiş olur. Zahir olan
şudur ki: Şüphesiz bu ma'-nâ, iltizâmın bekasına aykırıdır yani uymaz. Meğer
ki, imtina ile cizyenin te'hîr ve edasında taallül (kaçınma) istenmiş ola.
Bunun ihtimâlden uzaklığı ise gizli değildir.
Nebi' (S.A.V.) e
sövmek küfürdür. Mukârln küfür zimmet akdini menetmez. Şu halde küfr-i arız
nasıl meneder? Bununla beraber defetmek ref'etmekten daha kolaydır. Nitekim
bir Yahûdî, BesûlüUah*- (S.A.V.) a «Ölüm üzerine olsun» dedi. Bunun üzerine Ashâb-ı Kiram «Biz bu Yahûdîyi öldürürüz))
dediler. Bunun üzerine ResûKUIah (S.A.V.) «Hayır!» dedi. Bu hadisi şerifi İmâm
Btt-hâri (Rh.A.) ve İmâm Ahmed (Rh.A.) rivayet etmişlerdir.
Bu hüküm, Hz.
Muhammed/ (S.A.V.) e kâfir sövdüğü zamandır. Fakat Eesûl-i Ekrem' (S.A.V.) e
veya Peygamberler (salavâtullâhi aleyhim eemain) den birine bir Müslüman
sövse, o kimse hadden (ceza olmak üzere) öldürülür ve onun tövbesi asla kabul
edilmez. Gerek tövbesi, ele geçtikten ve şehâdetten sonra olsun ve gerek
kendiliğinden tövbe ederek geldikten sonra olsun müsavidir. Zındık gibi
öldürülür. Çünkü bu öldürme hadden vâcibdir. Tövbe ile düşmez ve aksi de
tasavvur olunmaz. Çünkü bu ceza kul hakkı ile ilgili bir cezadır. Diğer kul haklan
gibi tövbe ile düşmez, Kazf haddi tövbe ile düşmediği gibi.
Allah Teâlâ' (C,C.) ya
sövse, sonra tövbe etse bunun aksidir. Çünkü o, Allah Teâlâ' (C.C) ura hakkıdır.
Bir de; Nebî-i Ekrem (S.A.V.) beşerdir. Beşer bir cinsdir, ona âr ulaşıp
dokunur. Ancak Allah Teâlâ'-(C.C.) nın ikramda bulunduğu kimse müstesna. Bârı
Teâlâ İse bütün ayıplardan arı durudur.
İrtidâd da bunun
aksinedir. Çünkü mürted olmak bir ma'nâdır ki, mürted onunla ayrılır. Bir de:
Bankasının hakkı olduğu içindir. Biz deriz ki: Şayet sarhoş olduğu halde ona
sövse, afvedilmez. Zikredilen gibi hadden öldürülür. Bu söz'Ebû Bekr Sıddîk'
(R.A.) m mezhebidir ve İmâm A'zam (Rh.A.), Sevri (Rh.A.), ehli Küfe ve İmâm
Mâlik (Rh.-A.) ve Ashabının meşhur olan mezhebidir. Hattâbİ (Rh.A.) : «Ben, Peygambere
söven kimse Müslüman olursa öldürülmesinin vâcib olmasında İhtilâf eden,
Müslümanlardan bir kimse bilmiyorum» demiştir.
İbn Suhnûıı ei-Mâlikî
(Rh.A,) de demiş ki: Mâliki âlimleri icmâ eylediler ki: Şüphesiz Nebi' (S.A.V.)
e söven kimse kâfirdir ve hükmü onu öldürmektir Bir kimse onun azabında ve
küfründe şüphe etse kâfir olur. Fetâvâ-i Bezzâziyye'de böyle zikredilmiştir.
Bu konuda yazılmış olan, «Es Seyf el Meslul» adlı Uitapda bu mesele tamâmıyle
anlatılmıştır.
Tağleb kabilesinin
baliğ ve bâliğâ olanından bizim zekatımızın kati alınır. Çünkü Hz. Ömer (R.A.)
Sahabenin huzurunda onlar ile mezkûr vech üzere anlaşma yapmıştır. Fakat
çocuklarından alınmaz. Çünkü sulh kat kat sadaka üzeredir. Sadaka ise
çocuklara vâcib olmaz. Kadın, çocuklar gibi değildir.- Çünkü o ehl-İ vucûbdur.
Tağlebinin kölesinden,
kendisi için cizye ve arazîsi için harâc alınır. Kureyş kabilesinin köleleri
menzilesindedir. Çünkü onlardan cizye ve haraç alınır.
Resûlüllah. (S.A.V.)
şöyle buyurmuştur:
«Bir kavmin kölesi
onlardandır.» Bu hadîs ile sadaka hakkında amel edilir.
Bu hükümde Hâşinn'nin
kölesi Hâşimî gibidir. Çünkü, muharremât şüpheli şeyleri ile sabit olur. Cizye
ve harâc, Tağlebînin malı ve ehl-i harbin hediyesi ve harbsiz onlardan alınan
şey, bizim masraflarımıza harcanır: Hududlan tahkim ve taş köprü bina etmek
gibi. Yine köprü yapmak gibi ki bu, hudud tahkimi ve taş köprünün hilafıdır,
gemileri birbirine bağlamak gibi. Alimlerin, kadıların, valilerin ihtiyaçları
gibi ve savaşçıların ve çocuklarının rızkı gibi masraflara harcanır.
Bir kimse yılın
yansında ölse, atadan mahrum olur. Bizim zamanımızda ehl-i atâ; kâdî, müftî ve
müderrisdir. Ata onlar İçin dîvânda yazılan şeydir. Bunlardan birisi yılın
yansında ölse onun için atadan bir şey yoktur. Çünkü atâ bağıştır, almadan önce
mâlik olmaz.
El-Umdc'de
zikredilmiştir ki: Mescidin imâmı şayet gelirini alıp yil tamâm olmazdan önce
gitse, yılın bir kısmının geliri ondan geri alınmaz. İtibâr hasâd vaktinedif.
İmâm hasad vaktinde mescidde cemâate imamlık yaptıysa gelire (ücrete) müstehak
olur. Şu halde ücret, cizye gibi ve kâdînin yılın içinde ölmesi gibi olur.
Sadru'l-İslâm Tâhİr b.
Mahmûd' (Rh.A.) un « F e v â i d » inde zikredilmiştir ki: Bir kasabada
mescidin imamına vakfedilmiş bir arazî olup mahsul kemâle erdiği vakit o
arazînin geliri imâma harcansın. diye şart olundu İse, imâm geliri mahsul
kemâle erdiğinde alıp o kasabadan gitse, yıldan geri kalanın hissesi imâmdan
geri alınmaz. Bu mesele rızkı alıp ölen kâdînin benzeridir. Eğer imâm fakîr
ise, imâmın yıldan geri kalan şeyi yemesi helâl olur. Medreselerde ilim öğrenen
öğrenciler hakkında da hüküm böyledir.
Muhit sahibinin « F e v â i d » inde zikredilmiştir ki: İmâm ile müezzinin ikisi için vakf olsa ve alacaklarını almayıp
ölseler, onlann o vakfdan paylan düşer. Çünkü bağış anlamındadır. Kâdî de
böyledir. Bazısı: «Düşmez, çünkü ücret gibidir» demiştir.
Allah korusun, bir kimse
mürted olsa (yani İslâm dîninden çıksa) ona tslâm sunulur ve şüphesi giderilir.
Eğer mühlet isterse üç gün hapsedilir. «Mutlaka, yani mühlet istemese de
hapsedilir,» diyen de vardır.
Eğer İslâm'dan başka
her dinden yüz çevirmekle veya girdiği dîni bırakmakla tövbe ederse ne alâ.
Eğer tövbe etmezse öldürülür. Çünkü Resûiüllah (S.A.V.):
«Bir kimse dinini
değiştirirse, siz onu öldürünüz.» buyurmuştur. Bu hadîsi tmâm Ahmed (Rh.A.) ve
Buhârî (Rh.A.) ve başkaları rivayet etmişlerdir,
tslâm arz olunmazdan
önce öldürülmesi mekruhtur. Burada kerahetin ma'nâsı mendûbu terktir.. Öldüren
kimseye bir şey gerekmez. Çünkü küfür Öldürmeyi mubah kılar. Da'vet ulaştıkdan
sonra tslâmı arzetmek lâzım değildir. Her ne kadar dâr-ı harbe girse de mürted,
köle edinilmez. Çünkü mürted de ancak tslâm veya kılıç meşrudur. Çünkü Allah
Tealâ (C.C.) :
«Onlarla Müslüman oluneaya
kadar savaşırsınız.»
buyurmuştur. Nitekim Sahabe (Allah onlardan razı olsun) Hz. Ebû Bekr (R.A.)
zamanında bunun üzerinde icmâ etmişlerdir. Bir de; köle edinmek İslâm'a bir
vâsıta ile yaklaşmak içindir. Mürtedi köle yapmak ise yaklaşma vâsıtası olmaz.
Nitekim sebebi daha önce geçti.
İslâm'dan çıkan kadın
(mürtedde), mürted erkeğin aksidir. Şayet nıürted kadın dâr-ı harbe girse, o
mürted kadın köle yapılır. Çünkü mürted d en in öldürülmesi meşru değildir.
Kâfirin küfrü üzere bırakılması ancak cizye ile veya köle yapmakla caizdir.
Kadınların üzerine ise cizye olmaz. Şu halde mürteddenin küfrü üzere kölelikle
bırakılması, bir şeysiz bırakılmasından Müslümanlar için daha faydalıdır.
Küfür bir millettir.
Şafiî (Rh.A.) buna muhaliftir. Yahudi Hıristiyan olsa veya Hıristiyan Yahudi
olsa hâli üzere bırakılır. Eski dînine dönmesi için zorlanmaz.
Karı - kocadan birinin
mürted olması, İmâm A'zani (Rh.A.) ve Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, nikâh için
fesindir, talâk değildir. İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre, kocanın mürted
olması, yüz çevirmesine kıyâsen talâktır.
Mürtedin malından
mülkü mevkii £ en zail olur. Eğer o mürted İslâm'a gelirse, o mal kendisine
geri döner.
O mürted irtidâdi
hâlinde ölür. veya Öldürülürse veya dâr-ı harbe varırsa ve kâdî dâr-ı harbe
ulaştığına hükmederse, o mürtedin müdeb; beri ve ümmü veledi azâd olur ve
üzerinde olan borç (deyn) hâil olur. Çünkü dâr-ı harbe ulaşmakla ölü'
hükmündedir. Müeccel borç ise borçlunun ölmesiyle hâil olur. Müslüman iken
kazandığı Müslüman vâri-sinindir.
Eğer; «Kâfir Müslümana
vâris olmaz, Müslüman kâfire nasıl vâris olur?» denilirse, cevâbında biz deriz
ki: Mürtedin, dîninden dön-dükden sonra olan kazancında'mülkü bakîdir. Nitekim
bilirsin ki, mürtedin malı mevkûfdur. Şu halde onun Müslüman iken kazandığı vârisine
geçer. Çünkü o mal onun dîninden dönmesinden önce mevcûd olduğu için istinadı
mümkündür. Dîninden dönmesi hâlindeki kazancında istyıâd mümkün olmaz.'Çünkü dîninden
dönmesinden önce kesb yoktur. Kazancın İslâm'dan dönmekten önce mevcûd olması
istinadın şartındandır. Öyleyse Müslüman Müslümandan vâris olmuş olur.
İslâm'dan dönmesi
hâlinde olan kazancı ganimettir. İslâm hâli ile İslâm'dan dönme (riddet)
hâlinden her bir hâlin borcu o hâlin kazancından ödenir. Yani îslâmî hâlinde
olanı İslâmî hâlindeki kazancından ve riddeti hâlinde olan borcu da riddeti
hâlinde olan kazancından ödenir.
Mürtedin talâkı sahih
olur. Çünkü nikâh, İslâm'dan dönmekle fesh olunca kadın mu'tedde olur. Eğer o
mu'tedde kadını boşarsa talâk vâki olur.
Keza. koca ile kan
beraber mürted olsalar da koca karısını boşasa, sonra ikisi de beraber İslâm'a
girse nikâh fesh olmaz ve talâk vâki olur.
Mürtedin çocuk hâsıl
etmesi yani cariyesini gebe bırakması da sahih olur. Çünkü mürtedin cariyesi
şayet çocuk doğursa ve o da çocu-ğumdur, diye iddia etse, o çocuğun nesebi
sabit olur ve vârisleriyle beraber vâris olur. Câriye de ümmü veledi olur.
Mürtedin hayvan
boğazlaması caiz olmaz. Çünkü mürtedin dîni yoktur.
Mürtedin malda
ortaklığı da mevkuf kılınır. Çünkü ortaklık dinde eşitlik gerektirir. Mürtedin
ise dinî yoktur. Şu halde mevkuf olur. Lâkin mürtedin geri dönme ihtimali
vardır.
Mürtedin sattığı,
satın aldığı, bağışladığı, kiraya verdiği, müdeb-ber eylediği kölesi» kitabete
kestiği kölesi ve vasiyeti mevkuf olur.
Çünkü bunlar mukarrer
mülk iktiza" eder.
Eğer mürted, Müslüman
olursa kurtulur ve tasarrufları sahîh olur. Eğer öldürülür veya ölürse veya
dâr-ı harbe girdiğine ve ulaştığına kâdî hükmederse bu hükümlerden her biri
bâtıl olur. Eğer dâr-ı harbe ulaştığına hükmedilmeden önce gelirse, sanki o
mürted olmamış gibidir. Hattâ müdebberi ve ümmü veledi azâd olmaz, ve vârisi
harcadığı ve yok ettiği malı öder. Çünkü kâdînin hükmü bu ahkâmın bâtıl olması
için şarttır. Zira mürtedin dâr-ı harbe ulaşması ile ölü hükmünde olması
ictihâd götürür (müetehedun fîhtir). Çünkü Şafiî (Rh.A.) muhaliftir. Şu halde o
içtihadın sağlamlaşması için kâdînin hükmü lâzımdır. Eğer mürted kâdînin
hükmünden sonra ve malı vârisinin elinde iken Müslüman olup gelirse o malı
alır. Çünkü vârisin o malda ona halef olması mürtedin dâr-ı harbe ulaşmasıyle
Ölü hükmünde olmasından dolayı o maldan müstağni olduğu içindir. Şayet
Müslüman olup dönse o mala muhtâc olur. Eğer vâris o malı mülkünden yok ettiyse
Müslüman olup gelen mürted o yok olan malın kıymetini alamaz. Çünkü mubah mal
yok edilmesiyle ödenmesi gerekmez.
Müslüman olan mürted,
mürtedliği hâlinde terkettiği İslâm'daki ibâdetlerini kaza eder. Şemsu'l-Eimme
el-Hulvânî (Rh.A.) demiştir ki:
Müslüman olan
mürtedin, İslâm'da terk ettiği ibâdetleri kaza etmesi gerekir. Çünkü namaz ve
orucu terk etmek ma'siyettir ve ma'siyet rid-detten sonra bakî kalır. Bunu
Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
İbâdetlerden İslâm'da
edâ ettiği bâtıl olur ve kaza edilmez. Ancak lıacci kaza edilir.-Çünkü mürteci
İslâm'dan dönmekle sanki kâfir olarak devam etmiş de zengin iken Müslüman olmuş
gibidir. Binâenaleyh zengin ise ona hacc farzdır. Diğer ibâdetleri kaza etmesi
gerekmez. Hulâ-sa'da böyle zikredilmiştir.
Üzerine kısas, hadd
veya diyet vâcib olan bir Müslümana mal veya bir şey isabet etse, ondan sonra o
Müslüman Allah korusun - mürted olsa,
veya mal ona dâr-ı İslâm'da mürted olduğu halde isabet etse, ondan sonra dâr-ı
harbe ulaşsa ve bir zaman Müslümanlara karşı savaşsa, ondan sonra Müslüman
olup dâr-ı İslâm'a gelse, elde ettiği malın bütünü alınır. Eğer o malı, mürted
olduğu halde dâr-ı harbe ulaştık-dan sonra elde etse, Müslüman olduğunda o
maldan bir şey alınmaz. Belki o malın bütünü ondan sâkıtdır. Çünkü o mal dâr-ı
harb'da harbî iken isabet etmiştir. Harbî ise, Müslümanlara muhârib olduğu
halde elde ettiği şeyle, Müslüman oldukdan sonra muaheze olunmaz. Bunu Kâdîhân
(Rh.A.) zikretmiştir.
Bir kadına kocasının
mürted olduğu haber verilse, o kadının iddet-ten sonra başkası île evlenmesi
caiz olur. Nitekim kocasının Ölümü veya boşadığı haber verildiği zaman caiz
olduğu gibi.
İslâm dîninden çıkan
kadın (mürtedde) Öldürülmez. İmâm Şâfİî
(Rh.A.) ajyı görüştedir. Eğer bir kimse o mürteddeyi öldürse, gerek o mürtedde
hürre olsun ve gerekse câriye olsun bir şey ödemez. Niiıâye _ sahibi Mebsût'da
da böyle demiştir.
O mürtedde İslâm'a
gelinceye kadar hapsedilir. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) in hakkını ikrardan sonra yerine getirmekten
kaçınmıştır. Şu
halde hapis ile onu
ifâya zorlanır. Nitekim kulların haklarında hapisle zorlandığı gibi. Gerek o
mürtedde hürre olsun ve gerek câriye olsun. Cariyeyi efendisi zorlar. İslâm
üzere teşvîkde mübalağa için her gün dövülür diye rivayet edilmiştir..
İslâm'dan dönen
kadının tasarrufu ve iki haldeki kazana vârisleri için geçerlidir. Yani îslâmî
hâlinde ve riddetinde olan kazancı vârisleri için geçerlidir.
Bir mürtedin cariyesi
çocuk doğursa, gerek o câriye Müslüman olsun ve gerekse Hıristiyan olsun, eğer
mürted o çocuğu iddia etse, yani çocuk benimdir diye ikrar etse, o çocuk
Müslüman kadından doğdu ise, babası öldüğü veya dâr-ı harbe gittiği takdirde
mutlak surette hür ve ona vâris olur. Yani gerek irtidâd ile doğum arasında
altı aydan daha az olsun ve gerek daha çok olsun müsavidir. Çünkü çocuk ana -
.babaniH din yönünden hayırlısına tâbi olur. Şu halde Müslüman olan anasına
tâbi olup Müslüman olur. Müslüman ise mürtede vâris olur.
Keza mürtedin
Hıristiyan olan cariyesi çocuk doğursa ve d mürted de bu çocuk bendendir dese,
çocuk hür olduğu halde mürtedin oğludur, ona vâris olur. Ancak Hıristiyan
câriye o çocuğu mürtedin mürted olduğu günden itibaren altı ayda veya altı
aydan daha fazlasında doğursa i§ değişir. Çünkü, altı aydan daha azında
doğurursa, ulûk (döllenme) İslâm hâlinde olur. O çocuk mürtede vâris olur. Eğer
altı aydan daha çokda doğurursa ulûk mürtedin tohumundan olur. Yine mürtede
tâbi olur. Çünkü mürted İslâm'a çocuğun anasından daha yakındır. Zira mürted
İslâm dînine girmeye zorlanır. Onun hâlinden zahir olan Müslüman olmasıdır.
Şayet mürted olursa vâris olmaz. Çünkü mürted mürtede vâris olamaz.
Mürted malı ile
beraber dâr-ı harbe ulaşsa ve Müslümanlar dâr-> harbde ona gâlib gelse, o
mürtedin malı ganimettir. Kendisi ganimet olmaz. Çünkü mürted köle yapılmaz. Ya
İslâm-ı kabul eder veya öldürülür. Malının ganîmet olması caiz olur. Kendisi
ganimet olmaz. Ara-bın müşrik olanları gibi Müslüman olmazsa öldürülür.
Mürted malsız dâr-ı
harbe ulaşsa ve Kâdî dâr-ı harbe ulaştığına hükmetse ve dâr-ı İslâm'a geri
döndükden sonra ikinci defa dâr-ı harbe malı ile kaçsa, ehl-i İslâm onun
üzerine gâlib olduğu zaman malı, ga-nîmetciler arasında taksim edilmezden önce
vârisinindir. Çünkü birinci ulaşmada vâris olmak caiz değildir. İkincide
kâdînin dâr-ı harbe kaçtığına hükmetmekle vârislerine geçmiştir. Şu halde vâris
eskiden mâlik olur. Şayet mürted dâr-ı harbe ulaştıkda mürtedin kölesi o mürtedin
oğlunun mülkü olduğuna hükmedilse, mürtedin oğlu da o köleyi mükâteb yapsa,
mürted de Müslüman olup gelse, o kitabetin bedeli ve velayet hakkı babasımndır.
Çünkü kitabetin bâtıl olmasına sebeb yoktur. Zira o kitabet geçerli bir delîl
ile nafiz olmuştur. Binaenaleyh, halefi olan vâris tarafından vekü gibidir ve
onda akd olan hukuk müvekkile râcî olur. Velâ hakkı da kendisinden âzâd vâki
olan kimse içindir.
Bir mürted bir adamı
hatâen öldürüp dâr-ı harbe kaçsa veya katil olan mürted dâr-ı harbe kaçmadan
önce öldürülse, mürtedin öldürdüğü adamın diyeti mürtedin İslâm î hâlindeki
kazandığı malından verilir. Zira âkıleleri mürted için bir şey vermezler.
Çünkü onlara yardım borç değildir. Diyet Müslüman iken kazandığı malından
verilir. Çünkü onda tasarrufu geçerlidir. Riddette kazandığı malından
verilmez. Çünkü onda tasarrufu mevkuftur.
Bir Müsİümanın eli
kasden kesilse, eli kesilen Müslüman - Allah korusun - mürted olup bu durumda o
kesikden dolayı Ölse, veya ölmeyip dâr-ı harbe kaçsa ve kaçtığına da
hükmedilse, sonra dâr-ı harbden Müslüman olduğu halde gelip o kesikten dolayı
ölse, kesen kimse diyetin yansını Öder. Kesen kimse kendi malından eli
kesilenin vârisine öder. Çünkü kesmek, ma'sûm bir mahalde vâki olmuş, sirayet
ise gayri ma'sûm mahalle hulul etmiştir. İmdi kesmeye itibâr olunup sirayete
itibâr olunmamıştır. Şu, halde diyetin yarısı kesen kimsenin kendi malından
vâcib olur. Çünkü kesen kimsenin âkıleleri, kasden öldürmekte diyeti
yüklenmezler. Nitekim daha Önce geçti. İrtidâd şüphesinden dolayı kısas da
vâcib olmaz.
Eğer eli kesilen
Müslüman mürted oldukda, dâr-ı harbe kaçmayıp dâr-ı İslâm'da Müslüman olup ölse,
eli kesen kimse diyetin tamâmını öder. Çünkü ölen kimse kesme ve sirayet
vaktinde ma'sûmdur. İmânı Muhammed (Rh.A.) ile İmânı Züfer' (Rh.A.) e göre
diyetin yine yansı vâcib olur.
Bir mükâteb mürted
olup dâr-ı harbe kaçsa ve biraz mal kazanıp malı İle beraber yakalandıkda
İslâraı kabulden yüz çeviise ve öldürül-se, onun kitabetinin bedeli efendisinin
ve geri kalanı vârisinin olur.
Çünkü mükâteb
kazandığı şeye kitabetle mâlik olur. Mürted olmak kitabette te'sîr etmez. Keza
kazandığı şey de te'sîr etmez.
Kan ve koca ikisi de
mürted olup dâr-ı harbe kaçsalar ve kadın dâr-ı harbde hâmile olsa ye bir çocuk
doğursa, ondan sonra o çocuk-dan da bir çocuk hâsıl olsa ve Müslümanlar dâr-ı
harbe galib olup karı İle kocayı ve çocuğu ve çocuğun hepsini elde etseler, iki
çocuk yani kan kocanın çocuğu ve onların çocukları ganimettir. Yani bu iki
çocuk köle olurlar. Çünkü îslâm dîninden dönen kadın köle yapılır. Çocuk ise
anaya tabidir. Yine çocuğun çocuğu da ona tâbi olur.
Birinci çocuk İslâm
dînine girmeye zorlanır. Çocuğun çocuğuna zor kullanılmaz. Çünkü çocuklar dînde
babalarına tabidirler. Şu halde babası İslâmı kabule zorlandığı gibi çocuk da
zorlanır.
Bazdan demiştir ki:
İkisi de İslâm dînini kabule zorlanırlar. Yani çocuğu ve çocuğun çocuğu ikisi
de İslâm'ı kabule zorlanırlar. Bu, İmâm Hasan* (RhJV.) m İmâm A'zam' (Rh.A.)
dan rivayetidir. Çocuğun çocuğu dedesine tebâiyetle İslâmı kabule zorlanır.
İslâm'ın kurtuluş yolu
olduğuna akıl erdiren çocuğun mürted olması şahindir. İslâmı da sahilidir.
Kâfir olanı anasına ve babasına vâris olmaz. O çocuk İslâm dinine girmeye
zorlanır. Eğer kabulden kaçınırsa öldürülmez. Bu, İmam A'zam (Rh.A.) ve İmam
Muhammed'-(Rh.A.) e göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «Çocuğun mürted olması
mu'teber değildir, İslâm'ı muteberdir,» demiştir. İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şafiî (Rh.A.) «Mürted olması da, İslama
girmesi de mu'teber değildir» demişlerdir.
Biz deriz ki: Hz. Ali
(R.A.) çocukluğunda Müslüman oldu. Nebî-ı Ekrem (S.A.V.) onun Müslüman olmasını
sahîh gördü ve Hz. Ali (R.A.) bununla övünürdü. Hattâ şöyle derdi:
«Bıyığı henüz
terlememiş, erginlik çağına ermemiş bir çocuk iken İslâm'a girmekte sîzi
geçtim.»
Bâğîler İmâma (Devlet
Reisi) itâattan çıkan Müslüman bir topluluktur.
Devlet Reisi bunları itâata dönnıeleri için da'vet eder ve şüphelerini giderir.
Eğer bunlar bir yer
edinip o yere topl antlı la rsa, Önce bizim onlara savaş açmamız helâl olur.
İmâm ŞâÜî (Rh.A.) bunu kabul etmemiştir. Çünkü Müslümamn öldürülmesi ibtidâen
caiz değildir.
Bizim delilimiz şudur:
Hüküm delile dayanır ve o delil onların askerlenip toplanmalarıdır. Eğer İmâm
(Devlet Reisi) onların başlamasını, sabredip beklerse, çok defa onların
kötülüklerini savmak mümkün olmaz. Yaralanmış olanları Öldürülür. İmâm Şafiî
(Rh.A.) bunu da kabul etmemiştir. Eğer onların kalabalık toplulukları varsa
kaçanlarım tâkib eder. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunu da benimsememiştir. Eğer
toplulukları yoksa, zikrettiğimiz şeyleri yapmaz. Çünkü öldürmenin caiz olması
onlardan korkulduğu içindir. Bu takdirde, kalabalık olmadığı için korku olmaz.
Şu halde .âsiyi - Müslüman olduğu için - korku olmayınca öldürmek de caiz
olmaz. Zürriyetleri de esîr edilmez. Tövbe edinceye
kadar mallan hapsedilir. Çünkü İslâm nefsi ve malı ma'sûm kılar. Haps ise
onların kötülüğünü savmak içindir. İmâm (Devlet Reisi) onların silâhlarım ve
binek hayvanlarım ihtiyâç duyulunca kullanır. Çünkü İmâmın (Devlet Reisi)
ihtiyâç duyulunca âdilin malını kullanması caizdir. Âsînin malını kullanması
ise daha evlâdır.
Âsî kendisi gibi bîr
âsîyi öldürmekle, üzerlerine gâlib gelindikde bir şey lâzım gelmez. Çünkü
imâmın velayeti onlardan kesilmiştir.
Âsîler bir şehre gâlib
gelip zaptetseler, o şehir halkından bir kimse kendi gibi şehir halkından bir
kimseyi kasden Öldürse, ehl-i adi o şehre gâlib olduklarında, âsîler o gâlib
oldukları şehirde hükümlerini İcra edemedikleri zaman, katil kendi gibisini
öldürmek sebebiyle öldürülür.
Çünkü bu takdirde
imâmın (Devlet Reisinin) velayeti o şehirden kesilmiş değildir. Şu halde
ahkâmını icra edip o katili kısâsen öldürür. Fakat âsîler o şehirde hükümlerini
uygularlarsa öldürülmez.
Bir âdil bir âsîyi
veya bir âsî bir âdili Öldürse o âdil veya âsî öldürmenin haklılığını iddia
ederek yâni katil: «Ben maktulü hak üzere öldürdüm ve ben şimdi haklıyım».diye
iddia etse, katil gerek âdil olsun ve gerek âsî olsun hakkıyyet iddiâsıyle
maktule vâris olur.
Birincisine gelince,
yani âdil âsîyi öldürüp ve mahm telef etse, âdil o İtlaf ile günahkâr olmaz ve
ödemez. Çünkü muharebe, ismeti (dokunulmazlığı) ortadan kaldırır.
Biz âsîler ile savaşa
Allah Teâlâ' (C.C.) nın ; «Âsî olanla
savaşın...» âyet-i kerîmesi İle emrolunduk. Şu halde onların öldürülmesi,
ehl-i harbin öldürülmesi gibi bihakkındır. Öyleyse mirâsdan mahrum olmak gerekmez.
Nitekim bir kimse, murisi üzerine kısas lâzım gelmekle onu öldür-dük4e taahrûm
olmadığı gibi. Çünkü mirâsdan mahrum olmak yasaklanmış katlin cezasıdır. Mubah
olan öldürmek ile mirâsdan uzak olmaz.
İkincisine, yani
âsînin âdili öldürmesinde vâris olmasına gelince âsi âdili öldürse bize göre
günahkâr olur ve bir şey Ödemez. Ehl-1
harbin te'vîli gibi kuvvet (asker) eklendiği vakit, tâsid te'vÜ ödemenin defi
hakkında sahih menzilesine indirilir. Fâsid te'vil ile Ödemek (kefalet) vâcib
olmayınca, mirâsdan mahrum olmak da vâcib olmaz ve miras karabet ile hak
edilir.
Âsi» öldürmenin bâtıl
olduğunu ikrar ederek âdili öldürse, vâris olamaz. Çünkü âsî, öldürmenin haksız
olduğunu İkrar edince, diyeti ödemesi vâcib olur ve mirâsdan mahrum olması da
gerekir.
Ehli fitneye silâh
satmak mekruhtur. Çünkü ma'siyete yardım etmektir. Eğer silâhı alanın onlardan
olduğunu bilmezse mekruh değildir. Çünkü asıl olan» silâhın satılmasında
kerahet olmamasıdır. Bu hükmü değiştirecek bir §ey de yoktur.
Mecmau'i-Fetâvâ'da
denmiştir ki: Ebû Hanîfe' (Rh.A.) ye göre:
Şayet insanlar Müslümanlardan
bir imâmın (Devlet Reisinin) emrinde toplansalar; hem kendileri ve hem yollar
emîn olsa; diğer bazı Müslümanlar o cemaatin imamına isyan etseler, Müslümanlar
için uygun olan, yardıma güçleri yettiği takdirde imâma yardım etmeleridir.
Eğer yardım edemezlerse, bu durumda her Müslümanm üzerine vâcib olan, fitneden
uzak durup kendi evinde oturmaşıdır.
Musannif, bazı
bâblarında, boş ve sahipsiz arazînin ihyâsı zikredilen Cihâd Bölümünü
açıklamasını bitirince, arkasından boş ve sahipsiz arazînin ihyâsı bölümünü
getirmiştir.
Mevât, lügat yönünden
«ölmüş hayvana» derler. Burada müsteâf-dır (mecazdır). Mecaz alınıp kullanılan
ma'nâsi: Dâr-ı İslâm'da mülk edinilmemiş arazidir. Ya da maliki bilinmeyen arazidir
veya suyu kesilmekle zirâati zor olan arazidir. Ya da üzerine su galebe
etmesiyle zî-râati güç olan arzdır. Veya zikredilenlerin benzeri olan arzdır.
Nitekim suyu çekilip çorak olsa arz-ı mevâttır. Yâni o boş arazî, ma'mûr (bayındır)
arazîden uzaktır, öyleki, onun en uzak yerinden ses işitilmez.
Ebû HanüV (Rh.A.) ye
göre, İmâmın (Devlet Reisinin) izni ile o arazîyi shyâ eden kimse o araziye
mâlik olur. İmâraeyn' (Rh.Aleyhiraâ) e göre, İmâmın İzni olmadan da mâlik olur.
Velev ki; o boş araziyi ıfayâ eden zimm! olsun. ,
Arazîyi tahcîr eden
(yâni taştan işaret koyan) mâlik olmaz. Tah-clr, cîm'İn fethiyle hacer veya
cimin sükûniyle hacıdandır. Bununla adlandırılmasına sebeb şudur: Çünkü bu işi
yapanlar o boş arazinin çevresine taşlar koymakla işaretlerlerdi. Ya da o
arazinin ihyasından, başkasını menetmek için taşlan işaretlerlerdi. O işaret
konulan arz evvelce olduğu gibi kimsenin mülkü olmaksızın kalır. Sahih olan da
budur. Sonra işaret koymak bazan taşdan başka şeyle de olur. Meselâ, kuru otu,
dikeni ve çalı çırpıyı biçim boş arazînin çevresine dizmek ve üzerine toprak
koymak gibi.
«Su bentleri tamâm
olmaksızın.» Bu söz tehaccürün mülk İfâde etmediğini belirtmektedir. Yani,
şayet o tahcîr. ettiği (tag ile işaretlediği) boş arazîye mâlik olmayıp taş ile işaretlemiş olsa ve işâretledikden
sonra o arazîyi üç yıl terk etse, İmâm (Devlet Reisi) o arazîyi başka birine
verebilir. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) :
«Muhaccir için üç
yıldan sonra hak yoktur.» demiştir.
Fakîhler demişlerdir
ki: Bu zikredilen şey diyanet yönündendir. Amma muhaccirden başka bir kimse, o
tahrîr olunan arâ2îyi üç yıl geçmeden ıhyâ etse ihyayı gerçekleştirdiği için
arazîye mâlik olur. Tah-cîr eden yani işaretleyen kimse mâlik olmaz.
Bîr yerden su çekilip
yeri açılmış olsa ve suyun o yere geri dönmesi de imkânsız olsa, o açılmış
olan arz, eğer bîr nıa'mûr arazînin hârîmi değilse, boş ve sâhibsizdir. Eğer
suyun o açılmış olan yere geri dönmesi mümkün olursa onun ihyâsı caiz değildir.
Çünkü onda Müslümanların hakkı vardır.
Bir kimse bir miktar
boş ve sâhibsiz arazî ıhyâ etse, ondan sonra onun dört tarafını aynı şekilde
birbirinin ardınca ıhyâ ederek kuş a t salar, evvelâ ıhyâ eden kimsenin yolu -
İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edildiği üzere - kuşatanların dördüncüsünün
arandadır. Çünkü ıhyâ eden kimse, kuşatanlardan birincisine, ikincisine ve
üçüncüsüne ses çıkarmasa, geri kalan onun için yol olur. O geri kalanı
dördüncüsü ıhyâ etse, birinci ıhyâ edenin yolunu ma'nâ itibariyle ıhyâ eder. Bu
durumda birinci ıhyâ edenin orada yolu olur.
Bir kimse arz-ı
mevâtta, İmâmın (Devlet Reisi) izni ile bir kuyu kazsa. o kimse için o kuyunun
etrafı hayvan istirahatı için mülk olur. Bu kuyuya (atan)
denir ki çevresinde deve çöker ve su içer.
Nâdih kuyusu ise, deve
ve benzerlerinin yürümesiyle suyu çıkarılandır.
Esah olan kavle göre,
her tarafdan kırk zira' (20 metre) hurimi (çevresi) vardır. Musannifin, «esah
olan kavle göre» deniesi, bazılarının; «Dört tarafının toplamı kırk
zira-'dır.» dediği sözden sakınmak içindir.
Pınarın harîmi her
tarafdan beşyüz zira* (250 m.) dır. Çünkü Re-sûiüllah (S.A.V.) :
«Pınarın harîmi beşyüz
zirâ'dir» buyurmuştur.
Bir de; zirâat için
çıkarılan pınarın suyunun akması için, içinde suyun toplandığı bir havuz ve
içinden suyun tarlaya aktığı bir yer lâzımdır. Bundan dolayı pınarın etrafı
fazlaca takdir olunmuştur. Beşyüz zira1 ile takdir tevkif iledir ve esah olan
pınar etrafı her ta raf d an beşyüz zirâ'dir.
O harîmde başkasının
pınar kuyusu kazması menedihniştir. Çünkü o harûn zaruretten dolayı sahibinin mülkü
olmuştur. Ondan istifâde etmek mecburiyetindedir. Binâenaleyh o kuyu
sahibinden başkası, kuyu sahibinin harîminde tasarrufda bulunmakla başkasının
mülküne tecâvüz etmiş olur. Eğer bir başkası kuyu sahibinin harîmini kaz-sa,
birinci kuyu sahibi İçin o kuyuyu kapattırmak hakkı vardır. Fakat eksileni
ödettirmek yoktur. Lâkin kazdığın m süpürüntüsünü kaldırmak için eksileni
alır. Çünkü o başka kimsenin kazmakla işlediği suçun izâlesi onunla olur.
Nitekim bir kimse başkasının, evine süpürüntü attıkda süpürüntünün kaldırılması
için alındığı gibi. Bazıları, «Eksiğini ödettikden sonra kendisi süpürüntüyü
kaldırır,» demiştir. Nitekim bir kimse başkasının duvarını yıktıkda ödettiği
gibi. Sahîh olan da bu sözdür.
Eğer ikincisi (yâni
kuyuyu birinciden sonra kazan) İmâmın (Devlet Reisi) emri ile birincinin
harîmlnden başka fakat ona yakın bir yerde kuyu kazsa da birinci kuyunun suyu
kaybolsa ve suyun kaybolması ikinci kuyunun kazılmasından dolayı olduğu
bilinse ikinciye bir şey lâzım gelmez. Çünkü yaptığı işte bîff hakka tecâvüz
etmiş değildir. Yerin altında olan su bir kimsenin mülkü değildir. Şu halde ilk
kazanın kuyusunun suyunun ikinci kuyuya geçmesi hususunda ikinci ile çekişip
ona düşmanlık etmesi doğru olmaz. Nitekim bir tacirin bir dükkânı olsa ve bir
başka kimse de onun yanında onun ticâreti gibi ticâret için bir dükkân açsa,
birinci tacirin alışverişi, ikinci tacirin ticâreti sebebiyle azalsa, birinci
tacirin ikinci tacire muhâsama etmesi caiz olmadığı gibi. KâfS'de böyle
zikredilmiştir.
O birinci kuyunun
harîmine bitişik harîmin arkasında kuyu kazan kimsenin, birinci kuyu tarafından, birinci daha önce
mülk edindiği için - birinci kuyunun harîm inden başka üç tarafdan harîmi
vardır.
Eğer ikinci kazan
kimse kuyusunun elört tarafını genişletmek isterse, birinci kuyunun harîminden
uzak kazar.
Kanal (su kanalı) için
harim, kanala elverişli olduğu miktardır. Kanal, yerin altında suyun aktığı
yerdir (mecrayıdır). Mecranın harî-mi, zabtı mümkün olan bir şeyle takdir
edilmemiştir. İmâm Muham-med* (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki; «Suyun
mecrası, harîme müs-tehak oîmakda kuyu rnenzilesindedir.» Bazdan demişlerdir
ki: «Bu zikredilen, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göredir. İmâm A'zam' (Rh.A.)a
göre, yerin yüzünde görülmedikçe yerin altında su için harim yoktur.»
Nehir için harim ancak
hüccetle vardır. Yani bir kimsenin başkasının arazîsinde nehiri olsa - İmâm
A'zam* (Rh,A.) a göre • o nehir için harîm yoktur. Ancak harîm olmak üzere
beyyine ikâme ederse vardır. tmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) demişlerdir ki: Şayet o
nehirin ancak hüccetle harîmi varsa, nehir sahibinin üzerinde yürüdüğü ve
üzerine çamur koyduğu nehir barajı (müsennât) onundur.
Bir adamın nehri İle
diğer bir adamın arazisi arasında olan ve bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan
baraj (müsennât), yani ikisinden biri İçin, üzerinde diktiği ağaç ve koyduğu
çamur bulunmayan bu baraj, arazi sahibine âiddir. Fakat ikisinden birinin onun
üzerinde dikili ağacı veya emeği varsa, bu takdirde orayı işgal eden evlâdır.
Çünkü o kimse mülkiyet sahibidir.
Ma'lûm olsunki su iki
çeşittir. Biri şirb diğeri şnf a suyudur. İkisinin arasındaki fark kitaplarda,
karıştırılmıştır. Burada musannif ikisinin arasını ayırıp önce şirbi ve
ahkâmını, ondan sonra şurayı ve ahkâmını açıklamıştır.
Şlrbİn ma*nâsı, su
hîssesidir. Mülk edinilmemiş olan derelerin suyunda herkes ortaktır. Meselâ
Dicle nehrinin suyu ve benzeri gibi. Menfaatlerinin genel olması; kanal açmak
ve değirmen bina etmek gibidir. Şayet o kanal açmak kendi toprağında olursa
caizdir. Eğer bendinden başkasının toprağında olursa caiz değildir. Ammeye
zarar vermeden kazar. Çünkü su aslında mubahtır. Lâkin âmmeye zarar verirse, o
kimse için kanal açmak ve değirmen bina etmek câlz olmaz. Çünkü âmmeden zararın
savulması vâcibdir. Zarara misâl: Nehrin bir tarafı yarılmış olsa, suyu halk
tarafına meyletmekle köyleri ve arazîyi su basmasıdır.
Bit kimsenin arazîsi
yok iken, yalnız şirbe ortaklık da'vâsı istihsâ-nen sahih olur. Çünkü müddeî
bazan şirbe, arâzîsiz miras yoluyla mâlik olur. Bazan da araz! satılır, §irb
onun için bakî kalur. Bu makbul bir şeydir.
Halkın birbirleriyle
husûmet eyledikleri şirbde, şirb halkın arzları mikdâriyle taksim edilir. Yani
kavmin aralarında bir nehir olup ve şirbde birbirleriyle anlaşamasalar ve
şirbin aslının keyfiyeti de aralarında bilinmemiş olsa, o şirb kavmin
aralarında yerlerinin mlkdârına göre taksim edilir. Çünkü maksûd olan arzın
sulanmasıyle intifâidır. Şu halde intifa* kadânyle taksim edülr. Fakat yol
taksimi bunun afcsilir. Çünkü maksûd yoldan geçmektir. Ve yoldan geçmek
hususunda, geniş olan evin yolu ile dar olan evin yolu bir şekildedir.
Nehrin yukarısında
olan kimse, kavmin rızâları olmaksızın nehre set çekmekten menedîlir. Her ne
kadar set çekmedikçe nehirden nasib almak mümkün olmasa da. Yâni onlardan
yukarıda olan kimse nehre set çekmedikçe sudan nasîb almak mümkün olmasa da
onlardan izinsiz nehre set çekmesi caiz değildir. Çünkü nehre set çekmekde
diğerlerinin haklarını iptal yardır. Eğer kamv-, yukarıdaki payım alıncaya
kadar set çekmeğe razı olsa veya her adam nöbetinde set çekmek üzere sözleşse,
set çekmek caizdir. Çünkü hak onlara âiddir. Nehrin aslından kol çıkarıp kanal
aç m ak d an kavimden her bîri menediHr, ve ortağından izinsiz o nehir üzerine
değirmen veya su dolabı veya ağaç köprü kuramaz. Çünkü bunda nehrin kenarını
yarmak ve müşterek olan yeri bina ile işgal vardır. Ancak nehre ve suya zarar
vermeksizin kendi mülkünde değirmen kurarsa menedilmez. Çünkü o değirmeni
kuran kimse kendi mülkünde tasarruf etmiştir. Kendinden başkasının hakkına
zarar vermemiştir.
Bir kimse kendi
arzında olan nehrin ağzım genişletemez. Çünkü nehrin temel tarafım yarar ve hakkı olan mikdardan fazla su almış olur.
Su günler ile de
taksim edilmez. Taksim kivâ ile caiz olur. Kivâ; kâfin kesriyle ve fethiyle
kevvenin çoğuludur. Bazan tekilinde kâf Ötü-re olur ve urvenîn çoğulu urâ gibi
küvâ şeklinde gelir. Bu kevve, evin rûzinesi ma'nâsındadir. Burada, tarlalara
ve arklara su akması için ağaçta delinen delik için istiare olunmuştur.
Menedilmesinin sebebi şudur : Kadîm kıdemi üzere terk edilir.
Şirb sahibi, nehirden
nasibi, olmayan diğer arzına şirbi sevk et-mekden menediimiştir. Çünkü ahdin
tekâdümü ile o diğer arzın hakkı olmak üzere delildir. Yani o diğer arzın
sahibi ihtimaldir ki ahdin tekâdümü ile diğer arz için şirbde hakkı olduğunu
iddia etsin.
Şirb hakkı rnîrâs olur
ve faydalanılması vasiyet edilir. Suyun kendisi vasiyet edilmez, satılmaz,
kiralanmaz, hibe edilmez, tasadduk edilmez ve mehir kılınmaz, hur bedeli, sulh
bedeli de yapılmaz. Fark şudur : Vârisler ölünün yerine geçen kimselerdir.
Ölünün hukukunda ve emlâkinde onun yerine geçerler. Yine temliki caiz olmayan
muâvezât (değiş - tokuş) ve teberruât (bağışlar) gibi şeyde ölünün yerine kâim
olmaları da caizdir. Diyet ve kısas gibi. Çünkü bunlar mîras ile temellük
olunurlar. Keza şirb ve vasiyet mirasın kardeşidir, miras ile temellük
olunurlar. Satmak, kiraya vermek, hibe, sadaka ve suyun kendisini vasiyet ve bunlara benzeyenler buna
muhaliftir. ŞÖyleki: Garar (meçhul alışveriş) olduğu, veya bilinmediği ve onda
şimdi mülk bulunmadığı veya şirb karar bulmuş bir mal olmadığı için caiz olmaz.
Eğer bir kimse arazî
olmadan, şirb üzere bir kadın ile evlense o nikâh caizdir. Fakat o kadına şirb
hakkı yoktur. Çünkü o şirbin, arâ-zîsiz muâveze akdi ile temliki muhtemel olmaz
ve o kadın için mehr-i misil vâcib olur. Çünkü mehr aşın şekilde
bilinmemektedir. Şu halde tesmiyesi sahih değildir.
Arzını nehrin suyu ile
doldurduğu için komşusunun arzı su çekse veya arzını su bassa zararı ödemez.
Çünkü o am dolduran kimse, kuyu kazan ve taş koyan kimse gibi hakka tecâvüz
etmemiş sadece sebeb olmuştur. Çünkü onun bu işi kendi arzında yapması
mubahtır. Zararı ödemez.
Fakîhler demişlerdir
ki: Zararı ödememek, âdeten yeri taşıyacağı su ile suladığı zamandır. Eğer
âdeten yerini, taşıyamayacağı muhtemel olmayan su ile sulasa zararı öder. Çünkü
o kimse suyu tak d î ren komşusunun yerine akıtmıştır. Kâfî'de böyle
zikredilmiştir.
Keza bir rivayette,
başkasının şirbinden yerini sulayan kimse de zararı ödemez. Bu «Asi'» in
rivayetidir. Diğer bir rivayette zararı ödeç. Bu, Fahru'l-İslâm' (Rh.A.) in
tercih ettiğidir. Bunu Kâfî de zikretmiştir.
Mülk olmayan bir
nehrin kazılması Beytül-mâlden olur. Çünkü Beytü'1-mâl
kamunun ihtiyacını karşılar. Eğer Beytül-mâlde bir şey bulunmazsa nehri kazmak
halka düşer. İmâm (Devlet Reisi) nehri kazmaya halkı zorlayabilir. Çünkü İmâm
nazır ta'yin edilmiştir o nehrin kazılmasını terkde genel zarar vardır.
Memlûk olan nehrin
kazılıp yarılması sahiplerine düşer. Suyu taksim altına giren memlûk nehir, ya
umûmîdir veya özeldir. İkisi arasındaki fark şudur : Sahibi kazıp yarmakla şu
fa ya müstehak olan nehir -nitekim yakında babında açıklaması gelecektir -
özeldir. Sahibi kazıp yarmakla şuf'aya müstehak olmayan nehir de umumîdir. Bu
ikisinin kazılıp yarılması sahibine âiddir. Beytü'1-mâle âid değildir. Çünkü
menfaat hassaten onlara âiddir. Şu halde nehri kazıp yarmanın masrafı da
öyledir.. Çünkü masraf istifadeye göredir.
Musannif şirb ve ahkâmım
açıklamayı bitirince, şuf'a suyu ve ahkâmını açıklamaya başlayıp şöyle dedi:
Şuf'a insanoğlunun ve hayvanların hissesidir. İnsanoğlu ve hayvanlardan her
biri için şuf'a hakkı vardır. Kap ve
mahfaza ile ele geçirilip ayrılmış olmayan suyun hepsinde insanlar yalnız,
yâni şirbde ortaklıkları olmaksızın, şuî'ada ortak-dirlar. Çünkü onda asıl olan
ResûlüIIah' (S.A.V.) İn :
«İnsanlar şu üç şeyde
ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte» kavli şerifidir.
Bu hadîs-i şerif,
şirbi ve şuf'ayı içine alır. Ondan sonra icmâ-ı ümmet ile suyun, su taksim
edilen yerlere (savaklara) girmesinden sonra şirb tahsîs olunup şuf a suyu bakî
kalmıştır. Bir de; kuyu ve kuyu benzeri olanlar İhraz için konulmamıştır.
Mubah olan ise ihrâzsız temellük olunmaz. Meselâ geyik denilen hayvanın bir
kimsenin arazîsinde yerleşmesi gibi.
O kap içinde elde
edilmemiş su ki onda insanlar yalnız şuf'ada ortaktırlar, o mülk olmuş
nehirlerde, kuyuda, havuzda ve kanaldadır.
Şuf a hayvanların
içtiği suya da şâmil olunca ve ortaklığı kabul, zikredilen sulardan hayvanların
sulanması cevazım gerektirince musannif : «Lâkin,. eğer hayvanların
çokluğundan dolayı nehrin tahribinden korkulursa, hayvanların sahibi
hayvanlarını başkasının nehrinden sulayamaz.» sözüyle istidrâk eylemiştir.
Başkasının nehrinden
arazîsini ve ağacını sulamak da caiz olmaz. Başkasının kanalından ve kuyusundan
sulamak da caiz olmaz. Ancak sahibinin izni ile caiz olur. Esah olan kavilde,
evinin avlusunda olan ağacını ve sebzesini, testileri (kova) ile taşıyarak
sular. Belh İmamlarının bazıları: «Bu sulama ancak nehir sahibinin izni İle
caiz olur,» demişlerdir.
Şuf ayı isteyen, eğer
suyu bulamayıp ancak bir şahsın mülkünde bulursa o şahıs suyu tahliye eder,
yani o talibe onu alması için izin verir veya o talibe suyu çıkarır. Yani kuyu
veya pınar veya havuz veya nehir bir adamın mülkünde olduğu zaman, şayet bu
suyun yakınında başka bir su bulursa şuf'ayı isteyen kimseyi mülküne girmekten
menedebilir.
Eğer yakınında başka
su yoksa, nehir sahibine: «Ya guf'ayı İsteyen kimseye verirsin yahut
bırakırsın, kendi alır» denir.
Musannifin, «bir
şahsın mülkünde» demesinin sebebi şudur: Çfin-fü kuyu sahibi kuyuyu boş ve
sâhibsiz arazide (arz-i mevâtta) kazsa, o
kimse suyu alanı menedemez. Çünkü arz-ı raevât müşterektir. Kazmak, müşterek
hakkı ıhyâ içindir. Şu halde şuf'ada ortaklığı kesmez.
Eğer suyun sahibi suyu
bırakmaktan ve onu çıkarmaktan kaçınırsa ve suyu isteyen kimse de, kendisinin
ve hayvanının ölmesinden kor-karsa su sahibi ile silâhla çarpışır. Çünkü su
sahibi, şuf ayı isteyenin hakkını menetmekle - ki o şut'adır - talibi telef
etmeyi kasdetmiştir. Halbuki kuyudaki su mülk edinilmiş, olmayıp mubahtır.
Kap içinde veya kap
benzeri olan eşyada elde edilip ayrılmış olan sudan menederse silâhsız kavga
eder. Belki değnek ve değnek gibi eşya İle dövüşür. Çünkü su sahibi suç
işlemiştir. Şu halde o dövüşmek su sahibi için cezalandırma (ta'zîr) yerine
geçmiştir. Açlık sırasında yiyecek isteyen kimse gibi. Çünkü açlığım gidermek
için yiyecek isteyen kimse silâhsız didişir.
Musannif, beş ibâdeti
ve onlarla ilgili olan şeyleri açıklamayı bitirince, onları bu bölüm ile
ta'kîb etti.,Çünkü bu bölümün meselelerinin bazısı beş ibâdete tezâd ile ve
bazısı da aynı cinsden olma suretiyle tenâsüb göstermiştir.
Kerâhet-i tahrîmiyye
ile mekruh olan şey, İmânı Muhammed'-(Rh.A.) e göre, haramdır. Kesin nass
bulunmadığı için haram lafzı kullanılmamıştır. İmâm Muhammedi (Rh.A.),
kitaplarında «kerahet» i kullandığı zaman bununla haramı murâd eder. İmâm
A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kerâhet-i tahrîmiyye harama
daha yakındır. Kerâhet-i tahrîmiyye ile mekruh olan şeyin harama nisbeti, vacibin
farza nisbeti gibidir. Kerâhet-i teıızîhiyye ile mekruh olan ise helâle daha
yakındır.
Ölmeyi defedecek kadar
yemek farz kılınmıştır.
Namazı ayakta edaya kadir olacak kadar ve orucu edâ edecek kadar yemek
ınüste-habdır. Kuvveti artması için doyuncaya kadar yemek mubahtır. Doymanın
üzerinde yemek haramdır. Ancak eğer yarınki orucuna kuvvet kazanmak kasdı için
doydukdan sonra yerse veya konuğunun utanmasını savmak için doyumluktan fazla,
yerse haram değildir.
Etâmn eti ve sütü
mekruhtur. E t ân, ehli eşeğin dişisidir. Süt etten çıkar. Şu halde onun
gibidir. Yaban eşeği bunun aksinedir. Çünkü yaban eşeğinin eti ve sütü
helâldir.
Musannif, ehlî eşek
için haramdır, dememiştir. Çünkü ehlî eşekde İmâm Mâlik' (Rh.A.) in hilafı
vardır.
Keza İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre, atın da eti ve sütü mekruhtur.
Bazıları: «Kerâhet-i
tahrîmiyye ile mekruhtur.» Bazıları da; «Kerâ-het-i tenzîhiyye ile mekruhtur»
demişlerdir. İmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) bu meselede ayrı görüştedir.
Devenin sidiği
haramdır.
Erkek ve kadın için,
altın ve'gümüş çanaktan yemek, içmek, yağlanmak ve buhurlahmak haramdır.
Bazıları demiştir ki: Haram olan yağlanmak şekli, altın ve gümüş çanağı alıp ve
yağı onunla başı üzerine dökmektir. Eğer o altın ve gümüş çanağın içine elini
sokup ve yağı alıp ondan sonra başı üzerine elinden dökse bu surette kerahet-i
tahrîmiyye ile mekruh olmaz. I^ihâye'de Zahîre'den nakl İle böyle
zik-redilmiştir. Buna şöyle itiraz edilmiştir: Şüphesiz bu delîl ile altın ve gümüş
sahandan yemeği kaşık ile alıp ondan sonra yese mekruh olmamak gerekir ve yine
böylece eliyle alıp eliyle yese, uygun olan mekruh olmamaktır. Ondan sonra
denilmiştir ki: Lâkin uygun olan; altın ve gümüş sahanı kullanma kapısı
açılmasın diye bu rivayetle fetva vermektir.
Ben derim ki: Bu
ihtilâfın kaynağı Meşayıhın ibaresinin ma'nâ-sından gaflettir ve onların ne
demek istediklerini anlamamaktır. Birincisi, yani Meşâyihin ibaresinin
ma'nâsmdan gaflet şudur ki: Me§âylhin; «altın kaptan» sözündeki (Min) lafzı İbtİdfiİyyedir. İkincisi, yani onlann ne demek
İstediklerini anlamamak şudur ki: Meşayihin demek istediği; haram olan eşyadan
yapılan kapların kullanılması ancak, eğer İnsanlar arasında bilindiği üzere
kullanmak için yapılan kaplarda kullanırsa haram olur. Çünkü altından ve
gümüşten, yemek yemek için yapılmış büyük kapların kullanılması haram
değildir. Ancak ondan eliyle veya kaşıkla yerse, onun kullanılması haram olur.
Çünkü o büyük kaplar insanların örfünde, yemenin başlangıcı ondan eliyle veya kaşıkla
olmak için konulmuştur. Eğer adam o altın ve gümüşden yapılan büyük kaplardan
yemeği alsa ve mubah bir yere koyup oradan yese kullanmanın başlangıcı o altın
ve gümüş kaplardan olmadığı için haram değildir.
Keza yağlanmak için
altın ve gümüşten yapılan küçük kaplar ve bunun benzerinin kullanılması, ancak
adam kabı alıp ve yağı başı üzere ondan döktüğü zaman haram olur. Çünkü o
kaplar ancak ondan o şekilde yağlanmak İçin yapılmıştır. Şayet adam elini o
küçük kaba sokup ve yağı alıp başı üzere dökse, kullanma ilkin o kaplardan
olmadığı için haram olmaz. Şu halde zahir oldu ki: Meşayihin muradı, müteâref
(âdet) olan kullanmanın başlangıcının o haram olan şeyden olmasıdır. Yakında
gelecek gümüşlenmiş çanak ve gümüşlenmiş serîr (karyola, divân) jneselesi
Meşâyihin«Gümüş konulan yerinden sakınarak» sözlerinin mülâhazasiyle beraber
bizim zikrettiğimiz şeyi te'yîd eder. İmdi gerisini sen düşün!
Keza altından ve
gümüşten kaşıklar ile yemek ve onlardan yapılan miller ile sürme çekmek ve
bunlara benzer olan âdetler haramdır.
Kurşundan, sırçadan,
billurdan ve akik (siyah taş) den yapılan kaplardan yemek helâldir. Gümüşlenmiş
kapdan yemek de helâldir.
Erkeğin gümüşlenmiş
serîr (yani karyola veya divân) üzerine oturması, eğer gümüş konulan yerinden
sakınarak oturursa helâl olar. Zira
gümüş kapdan yemek ve
içmek, gümüşlü serîr üzerine, gümüşlü eyer üzerine oturmak ve bunun benzeri
şeyler kullanmak; ancak yerken ve içerken gümüş, ağız yerine gelmezse ye elin
tuttuğu yerde gümüş olmazsa ve serîr üzerine oturacak yerde gümüş olmazsa,
yani gümüş yerinden sakınırsa helâl olur. Bu takdirde o adam bu kaplan mezkûr
şekil üzere kullanmış olmaz. Fakat elin, ağızın ve oturağın yeri altın ve gümüşten
hâlî olmasa, bu takdirde helâl olmaz.
Yine, altın ile veya
gümüş İle yaldızlanan sandalyenin kullanılma-sı helâl olmaz. Bunîann hepsi İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göredir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre hepsi mekruhtur, tmâm
Muhammed' (Rh.A.) İn sözü İmâm A'zam (Rh.A,) ile beraber rivayet edilir. Ebû
Yûsuf (Rh.A.) ile de rivayet edilir. Bu ihtilâf hâlis olan altın ve gümüştedir.
Fakat kanşık olursa onun kullanılmasında bilittifak mahzur yoktur.
Rivayet edilmiştir ki:
Bu mesele yani yaldızlanmış kap, serîr ve eyer, tmâm Ebû Ca'fer ed-Devânikî'
(RüJL; nin meclisinde olmuş, tmâm A'zam (Rh.A.) ve o asrın imamları o rneclisde
bulunuyorlannış. îmâmlar mekruh olur, demişler. İmâm A'zam (Rh,A.) susuyormuş.
İmâm A'zam (Rh.A.) hazretlerine siz ne buyurursunuz, diye sormuşlar. O da
«Eğer ağzım gümüşlü yere korsa mekruh olur; koymazsa -mekruh olmaz,» diye
cevap vermiş. İmâm A'zam' (Rh.A.) a senin delilin nedir? diye sorulmuş. İmâm
A'zam (Rh.A.) : Söyle bana, adamın parmağında gümüş yüzük olsa da, o adam
avucundan su içse mekruh olur m|i? demiş. İmamların hepsi duraklamışlar. Ebû
Ca'fer (Rh.A.), İmâm A'zam' (Rh.A.) m cevâbına hayret etmiş. Bu cevâb da
zikrettiğimiz şeyi te'yîd eder.
Kâfirin - isterse
Mecûsi olsun - ben bu eti Müslümandan veya Kitâ-bîo^u satın aldım demesi kabul
edilip o etin yenmesi helâl olur. Ama Mecftsîden satın aldım demesi kabul edilmeyip
o etin yenmesi haram olur,
Kenz sahibi kitabında;
«Helâl ve haramda kâfirin sözü makbul olur» demiştir. Zeylai (Rh.A.); «Bu
yanlıştır. Çünkü helâl ve haram diyanettendir. Kâfirin sözü ise diyanette
kabul edilmez. Ancak zaruret İçin, özellikle muamelâtta kabul edilir,»
demiştir.
Ben derim ki: Kenz
sahibi yanılmış değildir. Çünkü helâl ye haram üe muradı, muamelât konusunda
hâsıl olan şeydir. Zeylaf (Rh.A.> nin sandığı gibi mutlak helâl ye haram
değildir. Detfl şudur; Kenz sâ-hİbl, Kâft'de, kâfirin helâl ve haramda sözü
makbul olur deyip hattâ eğer o adamın bir Mecûsi işçisi veya bir Mecûsi
hizmetçisi olsa, o kâttr^ hizmetçiyi et satın almak için gönderse, o Mecûsi
hizmetçi de ben bu" eti bir Yahüdîden veya Hıristiyandan veya Müslümandan
satın aldım dese, o adam için etin yenmesi caiz olur. Eğer satın alma
zikredilenlerden başkasından olursa, o etin yenmesi caiz olmaz.
Ondan sonra demiştir
ki: Bunun aslı şudur; Şüphesiz kâfirin haberi muamelâtta bi'1-icmâ makbuldür.
Çünkü akıldan ve'yalana mâni dinden sâdır olmuştur. O kâfirin haberini kabul
etmek zarureti, muamelâtın çokluğundan dolayı ve kâfir genellikle ehl-İ
şehâdetten olduğu içindir. İmdi, Zeylaî' (Rh.A.) nin muradının bizim
zikrettiğimiz şey olduğu anlaşılmıştır.
Tuhaftır ki; Zeylaî
(Rh.A.), Kenz sahibine bu nuaz. ra Kâîi'nin sözünün hulâsasını nafcletmisiiv.
İmdi " ZeylaT (RhA.) ye itiraz yerine, helâl ve hatâmla muamelât zımnında
hâsıl olan şeyi mu-râd etti demesi ve Kâti'nin sözünü onun üzerine karine
kılması lâzım gelirdi îmdi gerisini sen düşün!
Bir tek kimsenin sözü
- gerekse o kimse kâfir olsun veya kadın olsun veya fasık olsun veya köle
olsun - muamelâtta kabul edilir. Çünkü bu zikredilen kimseler insanların
cinsleri arasında çoktur. Şu halde eğer.zâid olan şart, şart kıhnsa güçlüğe yol
açardı. Güçlüğü savmak için mutlaka q f erdin sözü kabul edilir.
Bu zikredilen
kimselerin her birinin sözü tevkil (vekil etme) de de kabul edilir. -«Ben şu
şeyin satışında falan kimsenin vekiliyim» diye haber vermek gibi. Öyleki, o
tevkili haber, veren kimseden satın almak caiz olur,
Kölenin ve çocuğun
hediyede ve' İzinde sözü kabul edilir. Nitekim çocuk hediye ile gelse ve «şu
hediyeyi sana falan kimse gönderdi.» dese, o hediyyenin ondan kabulü helal
olur. Veya köle i<\ten ticârete me'zû-num» dese, sözü kabul edilir.
Bir tek kimsenin haber
vermesinde, diyânât-ı mahzada adalet şart kılınmıştır. Suyun pis olmasından
haber vermek gibi. Eğer salih bir HÜMüman - gerekse köle olsun - suyun pis
olduğunu haber verse, sözü kabul edilir, ve suyu soruşturan kimse teyemmüm
eder. Ve suyun pia olduğunu haber veren kimse fâsik veya mestur (hâli
-bilinmeyen) bir kimse olsa, suyu soruşturan kimse arattırır ve kendisinin
zann-ı galibi üe amel eder. Evjâ olan o suyu dökmektir. Teyemmüm, haber veren
kimsenin 'doğru olması ihtimâli gâlib olduğu
zamandır. Abdest almak ve hem de teyemmüm etmek ise haber veren kimsenin
yalancı olması ihtimâli gâlib olduğu zamandır.
Bir adam içinde münker
bulunan bir düğün yemeği (velîme) ne da'vet edilse ve o adam orada münker
işlendiğini bilse, o da'vete gitmez. Eğer
o adam velîmede münker olduğunu bilmese veya adam oraya vardıktan sonra ortaya
çıksa, şayet o adam insanların uyduğu kimse olup bu takdirde o münkerin menfine
kadir olsa, menetmesi gerekir. Eğer men'ine kadir olmazsa o velîmeden mutlaka
çıkar. Eğer o adam insanların uyduğu (muktedâyı nâs) bir kimse değil ise,
oturup düğün yemeğinden yese caiz olur. Çünkü onun da'vete İcabeti sünnettir.
KesûlüSIah (S.A.V.) :
«Her khn da'vete
icabet etmezse, Ebıs'l-Kâsim'a (Yâni Resûlüllah'a) âsî olmuştun; buyurmuştur
Kendinden başkasında olan bid'atm kendisine yakın olmasından dolayı da'vet
terkedüraea. Yüksek sesle başkasının ağlamasından dolayı Cenaze Namazı terk
edilmediği gibi.
Erkeğin ipek elbise
giymesi caiz değildir.
Ancak dört parmak miktarı genİşUğtade giymesi caiz olur. Fakat İmâmeyn'
(Rh.Aleyhimâ) e göre, harb vaktinde ipek elbise giymek helâl olur.
Erkek İpekten yastık
ve döşek kullanır. Erkeğin, dlrazîsi (uzunluğu veya boyu) ipek ve argacı
ipekden başka şey olan libâsı giymesi caizdir. Çünkü Sahâbe-i güzîn
(Rıdvânu'llâhi aleyhim ecmaîn) hazz giyerlerdi - ki o ipek (ve yün) ile
dokunmuş bir kumaştır. Çünkü libâs ancak dokunmak ile libâs olur. - Nitekim
malûmdur ki, ibret, illetin iki cüz'tinün son cüz'ündedir. Dokunmak ise argaç
ile olur. Şu halde muteber olan argaçtır, dirâzî değildir. Erkek, arğâcı İpek
olup dirâzîsi başka şey olan libâsı ancak zaruretten dolayı harbde giyer.
Harbden başka yerde giymek zaruret olmadığı İçin mekruhtur.
Erkek altın veya gümüş
İle süslenmez. Ancak gümüşten yüzük
gümüşten kuşak, ve
gümüşten kümem ztneti ile süslenir. Altın ile süslenmez.
Yüzük kaşının deliğine
sokulmuş altın çivi ile süslenebilir, çünkü
o çivi tâbidir. Erkek
onu takmış olmaz. ,
Kadın için,
zikredilenlerin hepsi helâldir. Çünkü Sahabeyi güzin-den nice kimse ~ ki Hz.
Ali (R.A.) onlardan biridir - rivayet etmişlerdir ki: Nebiyyi Muhterem
(S.A.V.), mübarek iki elinin biri ile ipek ve diğeri ile altın alıp:
Bu iki şey benim
ümmetimin erkekleri için haramdır ve kadınları için helâldir.» buyurmuştur.
Erkeğin demirden veya
tunçdan yüzük takınması caiz olmaz. Demirin caiz olmamasının sebebi şudur:
Çünkü Besûlüllah (S.A.V.) bir adamda demir bir yüzük görüp;
«Bana ne olduki ehl-i
nârın, süsünü senin üzerinde görüyorum.»
buyurdu, ve o adama o
demir yüzüğü çıkarmasını emretti. O adam da parmağından o demir yüzüğü çıkarıp
attı. Tunç yüzüğün caiz olmadığına gelince; çünkü Resutüllah (S.A.V.) bir
adamda tunç yüzük gördü ve:
«Bana ne oldu ki,
sende putların kokusunu buluyorum.» buyurdu ve o adama o tunç yüzüğü
çıkarmasını emretti. O adam da o yüzüğü çıkarıp attı.
Hacer (taş) ve yeşb
(yağmur taşı) de ihtilâf edilmiştir. El-Câmiu's-Sagîr sahibi kitabında «Yüzük
takınmak ancak gümüş ile caizdir.» demiştir.
Hidâye sahibi:
«EMJâmiuVSagîr sahibinin bu sözü hacer, demir ve tunçtan yüzük tatananm haram
olduğuna nasstır. Kâfi sahibi ona muvafakat etmiş ve bu söz üzerine:
«İnsanlardan balcısı yeşb ta'bîr edilen taşı ıtlak eder.» sözünü
eklemiştir. Şemsu'l-Eimme es-SerahsS' (Rh.A.) de Kâft sahibine meyletmiştir.
Çünkü o şöyle demiştir:
«Esah olan kavi şudur
ki; yeşb, akîk (yüzük taşı) gibidir. Çünkü Resû-lüllah aldkden yüzük takındılar
ve buyurdular ki:
«Sİz akîkden yüzük
takının. Çünkü akik mübarek bir taştır.»
Ben derim ki: Hidâye
sahibi ve Kâfi sahibi üzerine şu suâl vârid olur: Biz «yüzük takınmak ancak
gümüş ile caizdir.» ibaresinin onların zikrettiği §ey üzerine nass olmasını
kabul etmiyoruz. Nasıl kabul edelim M; Kadîhân (Rh.A.), eî-Câmiu's-Sağîr
şerhinde şöyle demiştir: Kitabın lafzının zahiri yeşb denilen taşdan yüzük
takmanın kerahetini gerektirir. Esah olan kavi şudur ki: O yeşb denen taşdan
yüzük takmakta mahzur yoktur. Çünkü yeşb; altın, demir ve tunç değildir.
Nebt-i Ekrem' (S.A.V.) den, akîkden yüzük taktığı rivayet edilmiştir. Kâdîhân
(Rü.A.) Fetâvâ'sında demiştir ki: Lâfzın zahiri yeşb denilen taşdan yüzük
takmanın kerahetini iktizâ eder. Sahih olan kavi, yeşbden. yüzük takmakta
mahzur olmamasıdır. Çünkü taş, altından, demirden ve tunçtan değildir. Belki o
yeşb bir taştır. BesûlüUah' (S.A.V.) m akik taşlı yüzük taktığı rivayet
edilmiştir» Lafzın zahirinin nass olması kabul* edilse, lâkin mezkûr lafız - ki
«yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» sözüdür, - te'vîl ile tahsisin
ihtimâline aykırı olmaz. Nitekim Usûl-u Fıkhda takrîr olunmuştur. Binaenaleyh
«Yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» sözündeki kasr ile altına izafetle
kasr murâd etmek muhtemel olur. İmdi bu ihtimâl o sözün zikri sırasında akla
ge-lendirki hattâ iki taş (hacerân) altın ve gümüş murâd olunmaz. Kabul edelim
ki, mezkûr söz, taş (hacer) m nefyi hakkında açıktır. Lâkin Re-sûlüilah'
(S.A.V.) m, taş olan akikten yüzük taktıkları ve : «Siz akikten yüzük takın,
zira mübarek bir taştır.» buyurdukları sabit olunca, taştan yüzük yapmak
Resûlüllah' (S.A.V.) in kavli ve fiili ile caiz olmuş olur.
Şu halde
el-Câmiu's-Sağir'in; «Yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» ibaresi buna
nasıl karşı olabilir?
Sözün kısası,
erkeklerin gümüş yüzük takınmaları hadis-i şerif İle helâldi];. Altın, demir ve
tunç yüzük taşımaları yine hadis-i şerif ile haramdır. Taştan yüzük takmalar*
Şemsu'l-Eİmmç es-Seralısî' (Rh.A.) cin ihtiyarı üzere helâldir.
İmâm Kadîhân (Rh.A.),
Besûltillah' (S.A.V.) in kavlinden ve fiilinden bu ma'nâyı çıkarmıştı*. Çünkü
akik taşının helâl olması bu iki ha-dîs-i şerîfile sabit olunca, diğer taşların
helâl olması da bu İki hadîs-i şerîf ile sabit olmuştur. Zira taş ile taş
arasında fark yoktur.
Hidâye sahibi ve Kâfi
sahibinin ihtiyarları üzere taştan yüzük takınmak haramdır. Bunu,
el-Câmiu's-Sağîr'in, altına izafetle kasr mu-râd olunmak ihtimâli olan
ibaresinin zahirinden almışlardır. Bu İM kaynağın arasında olan fark gizli
değildir.
Kadı (hâkim) den
başkasının yüzüğü terk etmesi evlâdır. Çünkü kâdî, yüzüğe ihtiyâcı olduğu İçin
yüzük takınır. Kâdîden başkası ona muhtâc olmaz.
Erkek oynayan dişini
ancak gümüş ile bağlar. Yani
bir kimsenin dişi oynamış olsa, o dişi gümüş ile bağlayabilir. İmâm Muham-med'
(Rh.A.) e göre, altm ile bağlamamda da mahzur yoktur.
Küçük oğlana altın ve
ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü ipek libas giymenin erkekler hakkında haram
olması sabit olunca, giydirmek de haram olmuştur- Şarab gibi, ki içmesi haram
olduğu gibi içirmesi de haramdır.
.
Erkeğin abdest ve
sümkürmek ve bunların benzeri ihtiyaçlar için bez parçass ktsllanmas* caizdir.
Çünkü Müslümanlar bütün şehirlerde abdest için mendiller, sümkürmek ve ter
silmek İçin bez parçalan kullanırlar. Müslümanların "güzel gördükleri şey
Allah Teâlâ (C.C.) katında da güzeldir. Eğer erkek zikredilen mendilleri ve
bezleri ihtiyâcı olmadan taşısa, ba'ğdaş.kurup oturmak ve dayanarak oturmak
gibi mekruh olur. Bağdaş kurup oturmak ve dayanarak oturmak, ihtiyâç duyulduğunda
mekruh değillerdir. Hâcetsiz yani Özürsüz mekruhtur.
Retm de caizdir. R e t
m : Hatırlamak için parmağa bağlanan bir iptir. Yani bir şeyi hatırına getirmek
için bağlanır. Retrri hakkında şair göyle demiştir: .
«Bizim İsteklerimiz
onların kalbi e rinde olmayınca Retm bağlamanın sana bir faydası yoktur.»
Erkek erkeğe
bakabilir. Ancak avretine bakamaz. Erkeğin avreti göbeğinin altından dizinin
altına kadavdır. Diz avrettir, göbek avret
değildir. Sonra dizde
avretin hükmü uylukda avretin hükmünden daha hafîfdir. Uylukda avretin hükmü
ise sev'ette yâni göbek ile uyluk arasında olan avretin hükmünden daha
hafîfdir. Hattâ dizin açılmasında erkek hoş karşılanmaz. Uyluğun açılmasında
erkek azarlanır. Sev'-etin (yani ayıp yerin) açılmasında, eğer erkek isrâr
ederse dövülür.
Kadının kadına ve
erkeğe bakması, erkeğin erkeğe bakması gibidir. Hattâ kadın için, erkek ve
kadından, erkeğin erkeğe bakması caiz olan yerine bakması, eğer kadın şehvetten
emîn olursa caiz olur. Çünkü avret olmayan şeyde kadınlar ve erkekler muhtelif
değildir.
Erkek, zevcesinin ve
haram olmayan cariyesinin fercine bakabilir.
Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) : «Cariyenden
ve zevcenden başkasına gözünü yum (bakma).» buyurmuştur.
Musannifin, cariyeyi
helâl iie kaydmn sebeb şudur i Çünkü câriye o erkeğe, Mecûsiyye ve Müşrike
câriye gibi haranı olsa, veya bakılan kadın, bakanın anası veya süt kız kardeşi
veya kendi kızı olsa, onların fercine bakmak helâl olmaz.
Erkek, zevcesinin ve
cariyesinin fercine mutlak surette yani şehvetle ve şehvetsiz bakabilir.
Erkek, mahreminin
yüzüne, başına, göğsüne, inciğine ve pazusuna bakabilir. Çünkü izin istemeden
birbirilerinin yanına girebilirler. Kadın âdeten evinde eski ve iş elbisesi
içindedir. Eğer zikredilen yerlere bakmak haram olsa, güçlüğe yol açardı. ;
Eğer bakan şehvetinden
emin olursa başkasının cariyesine de bakabilir. Çünkü başkasının cariyesinin
hükmü mahreminin hükmü gibidir. Çünkij onları iş elbisesi içinde
görme.zarureti vardır. Bu söz başkasının müdebberesi, iimmü veledi ve
mükâtebesi olan cariyeleri de kapsar.
Şayet erkek
şehvetinden emîn değilse, başkasının cariyesi gibi, mahreminin sırtına, karnına
ve uyluğuna bakamaz. Çünkü arka ve karın uyluğun açılmasında zaruret yoktur.
Yukarıda zikredilen yüz, baş, göğüs ve incik ve pazunun açılmasında zaruret
bulunduğu için bunun aksinedir.
Yolculuk ve görüşmede
tutma ve dokunmaya ihtiyâç olduğu için, mahreminin ve başkasının cariyesinin
bakmak helâl olası yerine dokunmak da helâldir.
Cariyenin bakılması
caiz olan uzvuna erkeğin dokunması, eğer o cariyeyi satın almak isterse, her ne
kadar kendi şehvetinden korksa da zaruret için caiz olur.
Kendisine iştihâ
(istek) duyulan yani misli mîicâmaat olunan câriye bir tek izâr ile satışa arz
olunma?. Bir tek izâr ile murâd, göbek ile diz aralığını örten giysidir. Çünkü
o cariyenin1 sırtı ve karnı avrettir. Bundan bâliğarun hâli ma'lûm olur.
Erkek yabancı kadının
ancak yüzüne ve avuçlarına bakabilir. Çünkü yüz ve avuca bakmada erkekler ile
muameleye o kadının almak ve vermek bakımından ve bunların benzeri haceti için
zaruret vardır.
Keza seyyide
(Hanımefendi) kadın da zikredilen yabancı kadın gibidir. Yani seyyidenin erkek
kölesi, Hanımefendinin ancak yüzüne ye ellerine
bakabilir, ayaklarına bakamaz.
Eğer erkek yabancı
kadına ve köle Hanını efendisine bakmada şehvetten korkarsa, kadının yüzüne
bakmaz, ancak hacet için bakar. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse bir yabancı
kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa, kıyamet gününde onun gözlerine kurşun
dökülür.» buyurmuştur.
Şayet bir kimse
şehvetten korkarsa, haramdan sakınmak için, ihtiyâç olmadan yabancı kadının
yüzüne bakması caiz olmaz. İhtiyâca misâl : Kâdînin o kadın üzere hükmü ve
şahidin şehâdeti gibi. Kâdi ve şâhid yabancı kadının yüzüne baksa, bu takdirde
caiz olur. Her ne kadar şehvetten korksa da kaza ve şehâdeti edâ ile
insanların haklarını ihyaya ihtiyâç olduğu için. caiz olur. Lâkin uygun olan,
bakmakla o kadına hüküm veya şehâdeti edâ kasd etmektir. Yoksa şehveti kaza
etmeyi kasdetmek değUdir.
Bir kimse bir kadım
nikahlamak istese, her ne kadar o zaman şehvet duymaktan korksa <la, o
kadına bakması caiz olur. çüiikü ResûlüUah' (S.A.V.) in Muğtre* (R.A.) ye
şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Sen bir kadınla
evlenmek istediğin zaman o kadını gör. Çünkü görmek ikinizin kaynaşmanıza daha
uygundur.»
Bir erkek bir kadını
tedavi etse, zaruret miktarı o kadının hastalık yerine bakabilir. Uygun olan,
erkek tabibin, tedavi etmeyi bir başka kadına öğretmesidir. Çünkü cinsin cinse
bakması daha hafîfdir.
Görülmezini ki,
Öldükden sonra kadın kadını yıkar, erkek yıkamaz.
Erkeklik uzvu kesik
(mecbûb), yumurtaları çıkarılmış (hadım) ve muhannes (kadımınsı erkek), yabancı
kadına bakmakta erkek gibidir.
Hasiyy (yani
yumurtaları çıkarılıp hadım olan) ise Hz. Âişe' (R.An-hâ) nin şu sözünden
dolayıdır :
«Hasıyy olan erkek
gibidir. Hasıyy olmazdan önce haram olan şey helâl olmaz.»
Bazıları demiştir ki:
Hasıyy: Cima' yönünden insanların en şid-detlisidir. Çünkü onun âletine inzal
İle gevşeklik gelmez. Mecbûb (yani erkeklik uzvu kesik olan) ise sürtüştürüp
inzal olur. Eğer suyu kurumuş mecbûb olursa, bizim Şeyhlerimiz onun hakkında,
kadınlar aracına karışıp görüşmesine izin vermişlerdir. Esah olan kavle göre,
mec-bûbun kadınlar arasına karışıp, görüşmesi helâl olmaz.
Erkek, cariyesinin
izni olmadan menisini azleder. A z I: Kadını cima* edip inzal yakın olduğu zaman
çıkarıp dışarı akıtmaktır.
Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), cariyenin efendisi için : .
«Eğer dilersen ondan
azledebilirsin» buyurmuştur.
Karısından ancak onun izni
ile azledebilir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) hür kadından azli, onun
izni olmadıkça, yasak etmiştir.
Erkek, bir cariyeye
satın almak ile veya hibe, vasiyet, miras, hulT ve sulh bedeli gibi satın
almanın benzeri bir şey ile mâlik olsa, gerekse o câriye bakire olsun veya bir
kadından satın alınsın veya köleden satın alınsın yahut kadının mahreminden
veya çocuğun malından satın alınmış olsun alan kimsenin cima etmesi ve
dokunmak, Öpmek, iercine bakmak gibi cimâın mukaddimeleri haram olur.
Cariyenin satıcısı olan köle başkasının kölesi ise hüküm zahirdir. Eğer satın
alan kimse cariyeyi kendi kölesinden satın alsa, yine hüküm zikredilen gibidir.
Şu şartla ki; O köle İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre borca batmış olduğu halde onun
izin verdiği kölesi olmalıdır.
İmâmeyn* (Rh.Aleyhimâ)
e göre izin vermesi icâbetmez. Çünkü Ebû Hanîfe' (Rh.A.) nin kaidesindendir ki,
şayet köle borca batmışsa, efendisi onun kazandığı şeye mâlik olmaz. İmâmeyıı'
(Rh.Aleyhimâ) e göre mâlik olur. Eğer mükâtebinden satıh alsa, hüküm yine
böyledir. Çünkü mükâtebin efendisi onun kazandıklarına mâlik olmaz. Çocuğun
maundan satm alması, çocuğun babası veya vasisinin satmasıyla olur.
Şayet o kimse, o
cariyeyi küçük çocuğunun malından satın alsa hüküm yine böyledir. Bunu
Gâyetu*l-Beyân sahibi zikretmiştir. Bazıları, «cimâın mukaddimeleri haram
olmaz.» demişlerdir. Çünkü cimâ'nın haram olması ancak iki meninin karışmaması
ve nesebin şüpheli olmaması içindir. Devâî (cimâın mukaddimeleri) de bu
yoktur. Bu söz reddedilmiş ve denmiştir ki: Cima başkasının mülkünde vâki
olması ihtimâlinden dolayı da haramdır. Meselâ, satış sırasında câriye hâmile
olup ve satıcı çocuğu da'vâ edip geri alsa, alıcının cimâı başkasının mülküne
müsadif olduğu zahir olur. Bu ma'nâ ise devâîde (cimâın mukaddimelerinde)
mevcûddur. Şu halde devâî haramdır.
Hattâ mâlik istibrâ
etmedikçe, yani o cariyenin rahminin başkasının menisinden temiz olduğunu
bilmedikçe, cimâı haramdır. İstibrâ hayz gören cariyede bir hayzla ve zıddında
yani küçük kızda ve âyisede ve hayzı kesilmişde bir ay beklemekle olur.
Çünkü ay (şehr),
iddette hayz yerine geçer. Keza istibrâ d a dahî böyledir. Şayet ay esnasında hayızlı olursa, eyyamla olan istibrâ bâtıl
olur. Çünkü maksûdun bedel ile husulünden önce asıl üzere kadir olmak, bedeli
bâtıl kılar. Aylarla iddet bekleyen kadının hayz görmesi gibi. Şayet câriye
hayz görenlerden olur da, temizlik müddeti uzamakla bayzı ortadan kalkarsa o
cariyeyi, hâmile olmadığı belli oluncaya kadar terk eder. Ondan sonra o cariyeyi
mâlik cima edebilir. Zahir rivayete göre burada, müddet takdiri yoktur. Lâkin
İmâm Muhammed (Rh.A.) sahibi o cariyeden iki ay beş gün uzak durur» demiştir.
Fetva da İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözü üzeredir. Çünkü bu müddet cariyelerde,
nikâhla tevehhüm olunan gebeliği bilmeye yarayınca; ni-kâhdan daha aşağı olan
milk-i yemîn (satın almak) ile tevehhüm edi-len gebeliği bilmeye haydi haydi
yarar. Kâfî'dc böyle zikredilmiştir.
Hâmile olan câriye
çocuğu doğurmakla berî olur. Bu bâbda asıl olan Resûlüllah' (S.A.V.) in, Evtâs
denen yerin esirlerinde, yani gaza sırasında esir olan cariyeler hakkındaki şu
kavl-i şerifidir:
«Ey Ashâb, siz biliniz
ki: Hâmile olan esir alınmış cariyeler çocuklarını doğuruncaya kadar cima
olunmaz. Hamli bilinmeyen esir cariyeler de bir hayz ile istibrâ oluncaya
kadar cima olunmaz.»
Hadîs-i şerif, esir
olan câriye hakkında vârid olmuştur. Lâkin istib-rânın sebebi mülkün ve
mâlikiyetin (yedin) hudûsüdür. Çünkü o hu-dûs mansûsun aleyhde mevcuttur.
İstibrâ, mâlikin menisi başkasının-kine karışmasın diye, rahmin temizliğinin
bilinmesi içindir. Çünkü cariyenin rahminin berâeti bilinmezden önce mâlik
cariyeyi cima etse, cariyenin doğurduğu çocuk mâlikden midir, yoksa başkasından
mıdır bilinmez. Şu halde menileri karışmaktan ve neseblerî şüpheli olmaktan ve
çocukları helâkdan korumak için rahmin temiz olmasının bilinmesi vâcib
olmuştur. Çünkü şüpheli olursa çocuk iddia edilmez, o çocuğun terbiyesini
veren kimse de bulunmadığı için çocuk helak olur. Bu, çuğlun (gebelik) hakikati
veya tevehhümü katındadır. Lâkin tevehhüm gizli bir İştir. Hüküm zahire göre
verilmiştir. O da mülkün yenft lenmesidir. Eğer efendinin cima etmediği ma'lûm
olursa - nitekim sayılan islerde olduğu gibi •< hükmün hikmeti cinsinde
gözetilir. Yoksa ferd ferd her birinde gözetilmez.
Eğer efendinin cima
etmediği bilinse, rahmin şuğlü, meninin karışması ve nesebin şüpheli olması
lâzım gelmesin diye nasıl tevehhüm olunur?
diye sorulursa biz cevâbında deriz ki: Gebeliğin câriye sahibinden olması
lâzım değildir, başkasından olması da caizdir.. Keza teveh-hüm bekârda dahî
sabittir. Çünkü gebelik kızlık bozulmadan da tasavvur edilebilir. Kâfî'de
böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: Bu
cevâba dahî suâl vârid olur. ŞÖyleki: Şuğl, şayet efendiden başkasından olsa,
zinadan olur. Takarrür etmiştir ki, zina eden kadının nikâhı ve cimâı, îmânı
A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre istibrâsız caizdir. Şu halde
zinadan şuglün tevenhü-mü nasü İstibrâ icâb eder? Bu sorunun defi şöyle mümkün
olur: Şugl efendiden başkasından olursa, zinadan olması icâb etmez. Çünkü efendinin
o cariyeyi başkası ile evlendirmesi caizdir. Nitekim yakında açıklaması
gelecektir.
Sadr'üş-Şerîa (Rh.A.)
Fukahâ'nın; «Hükmün hikmeti cinsinde gözetilir, ferd ferd hepsinde
gözetilmez,» dedikleri söze; «Hükmün hikmeti ferd ferd hepsinde gözetilmez.
Lâkin belli türlerde gözetilir,» demekle itirâ2 etmiştir.
Şayet câriye bekâr
olsa veya çocuğunun nesebi kendisinden sabit olmayacak kimseden satın alınsa
meselâ çocuğun nesebi başkasından sabit olsa şöyle ki; efendi cariyesini bir
erkek ile evlendirip câriye o erkekden hâmile olup ondan sonra adam cariyeyi
boşayıp ve iddeti bit-tikden sonra o cariyeyi bir başka" adama satsa, bu
durumda uygun olan, alıcıya istibrânın vâcib olmaması gerekirdi. Çünkü hami
(cenîn) in, nesebi sabittir. Binâenaleyh menilerin karışması ve neseblerin
şüpheli olması lâzım gelmez.
Bu itiraza şöyle cevâb
verilmiştir : îstibrâ - bilindiği gibi - Evtâs'ın esirlerinde ancak hadis-i
şerif ile sabit olmuştur. Aşikârdır ki; Evlâs'-m esirleri bekârdan» esîr
kadından, hür kadından ve benzerlerinden hâli değildir. Bununla beraber
Resûlüllah (S.A.V.), genel bir hüküm veç-miştir. Sadece hikmete mahsûs
değildir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) şarabın haram oluşunda hikmeti şu
âyetiyle açıklamış ve:
«Şüphesiz şeytan (içki
ve kumar yüzünden) aranıza düşmanlık sokmak istiyor...»
buyurmuştur. îmdi bir kimsenin : «Ben şarabı öyle İçerim ki düşmanlık vâki
olmaz ve beni namazdan alıkoymaz» demesi mümkün değildir. Maslahat şarabın
haram kılınmasında gâlib olunca, bu takdirde şeriat onu umûm üzere haram
kılmıştır. Çünkü tah-sîsde olan şey, hikmet ortadan kalkması bakımından,
yanılmaktan ve insanların baş kaldırmasından gizli kalmayan şeydir. îmdi hüküm
esîr-de umûm üzere sabit olunca, keza kıyâsen, mülkün diğer sebeblerinde de
sabit olmuştur. Çünkü bu takdirde sebeb (illet). malûmdur. Ondan sonra hüküm
icmâ' ile te'yîd edilmiştir. Cariyenin satıldığı vakitte olan hayzı,
yetmemiştir. Çünkü o cariyeye vâcib olan bir hayzdır. Hayz, kâmil olan hayzm
adıdır. Eksik olanın değil. Mülkden sonra ve teslim almazdan önce vâki olan
hayz yetmez. Çünkü o hayz illetinden önce bulunmuş olur. O da mülk ve sâhiîi
olmanın her ikisidir. Şu halde ikisinden biri mu'teber, olmaz.
Ya da fuzûlînin
satışında, satıştan sonra ve icazetten önce vâki olsa, her ne kadar o câriye
müşterinin elinde ise de, bir hayz yetmez. Veya fâsid satın almada, teslim
aldıkdan sonra sahi han satın almazdan önce vâki olan hayz da yetmez.
Zikredilen hayzlar yetmediği gibi, keza doğurmak dahî yetmez, yani doğurmak
mülkün sebebinden son-. ra ve teslim almakdan önce hâsıl olmuştur. Çünkü illet
yoktur. Nitekim daha önce geçti.
Teslim aldıkdan sonra
bir hayz yeter. O hayızlı kimse, Mecûsî kadın veya Mükâtebe olsa, ondan sonra
o Mecûsî kadın Müslüman olup ve Mükâtebe Kitabetten âciz olsa, yani bir adam
bir Mecûsî câriye satın alsa veya bir Müslüman câriye satın alıp istibrâdan
önce o cariyeyi mükâtebe etse, ondan sonra Mükâtebe kitabeti hâlinde hayızlı
olsa veya Mecûsî câriye Mecûsî iken hayızlı olsa, ondan sonra Mükâtebe
Kitabetten âciz olsa ve Mecûsî kadın îslâmı kabul etse, zikredilen o bir defa
hayz, istibrâ nâmına kâfîdir. Çünkü o hayz, sebebinden sonra bulunmuştur.
Cimâın haram olması bir manîden dolayıdır, nitekim hayz halinde böyledir.
Bir adam kendi me'zûn
kölesinden onun yanında hayz görmüş bir câriye satın alırsa yanında eğer o
köleyi deyni istiğrak etmedi ise, o hayz istibrâ İçin yeter. Çünkü o câriye
efendinin mülküne ve sâhibliği-ne satın alma vaktinden itibaren girmiştir. Eğer
o köleyi borç (deyn) istiğrak etti ise, İmâm A'zanı* (Rh.A.) a göre, o hayz
yetmez. îmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) bunda ayrı görüştedir.
Ortak olan cariyeden
ortağının payını satın almakla istibrâ vâcib olur. Çünkü sebeb o vakitte tamâm
olmuştur. Hüküm ise illetin tamâmına muzâf olur.
Kaçak cariyenin geri
dönmesinde ve gasb olunan cariyenin ve hizmet için kiralanan cariyenin geri
verilmesinde ve rehin konulan cariyenin serbest bırakılmasında, mülkün
yenilenmesi bulunmadığı için, istibrâ vâcib olmaz.
Bu istibrânın
düşürülmesi için hileye, İmâm Ebu Yûsuf (Rh.A.) a göre, ruhsat verilmiştir,
İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. Eğer o tuhr içinde satıcının cariyeyi
cima etmediği ma'lûm olursa, fetva Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözü ile verilir. Eğer
satıcının cariyeyi cima ettiği bilinirse, fetva İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözü
ile verilir.
İstibrâyı düşürmenin
hilesi, eğer müşterinin nikâhı altında hür kadın yoksa, o cariyeyi satın
almazdan Önce tezevvüc etmektir. Nikâhı altında hür kadın var ise cariyeyi
nikâh etmek caiz olmaz. Nitekim yakında Nikâh Bölümünde gelecektir.
O cariyeyi tezevvüc
ettikden sonra satın almaktır. Çünkü nikâhla istibrâ vâcib olmaz. Ondan sonra
zevcesini satın alsa nikâh bâtıl olur. Cima helâl olur ve istibrâ düşer.
Fetâvâyı Suğvâ'da
beyan edildiğine göre : Zahîrüd'dın (Rh.A.) demiştir ki: Bazı Meşâyihin
istibrâ kitabında gördüm ki, onlar cariyenin cimâ'mı müşteri için helâl
kılmamıştır, ancak şu suretle ki, eğer cariyeyi tezevvüc etse ve cima etse,
ondan sonra satın.alsa helâl saydı. Çünkü bu takdirde cariyeye kendinden olan
iddeti beklerken mâlik, olmuştur. Ama müşteri cariyeyi cima etmezden önce
satın alsa, hemen nikâh bâtıl olur. Mülk sabit olunca nikâh yoktur. Binâenaleyh
sebebi tahakkuk ettiği için istibrâ vâcib olur. O da mülk-i yemin ile .cimâın
helâl olmasını yeni olarak meydana çıkarmaktır.
Fetâvâ sahibi demiştir
ki: Bu söylenen şey Kitâbda zikredilmemiştir. Bu dakîk (ince, nâzik) ve güzel
bir mes'eledir. Fetâvây-ı Suğra'mn sö-. zü burada sona erer.
Eğer müşterinin nikâhı
altında hür kadın var ise bu takdirde hile, satıcı cariyesini satmazdan önce
evlendirmektir. Veya müşteri cariyeyi teslim almazdan önce, kendisine itimâd
edilir bir kimse ile evlendirmektir. Yani cariyeyi boşayacağına güvenilir bir
kimse ile evlendirmektir. Ondan sonra müşterinin o cariyeyi satıcıdan satın
alması ve sahih olmasıdır. Ondan sonra birinci kocanın o cariyeyi boşamasıdır,
İstibrâ vâcib olmaz.
Çünkü müşteri başkasının nikâhlısını satın almıştır. Cinsî münâsebet de helâl
olmaz. Şu halde istibrâ yoktur. Şayet koca o cariyeyi duhûlden önce boşasa
müşteriye helâl olurdu. Bu takdirde mülkün yenilenmesi bulunmamıştır; Şu halde
istibrâ da yoktur. . >
Veya müşterinin, o
cariyeyi teslim almazdan önce güvendiği bir kimse ile evlendirmesidir, ve
teslim alıp kocanın o cariyeyi boşamasıdır. Çünkü bu takdirde istibrâ kabzdan
sonra vâcib olur ve cinsî münâsebet helâl olmaz. Kocanın boşamasından sonra
helâl olduğu zaman, mülkün yenilenmesi yoktur. Binâenaleyh «Kocası boşar» sözü
de yukarıya bağlıdır.
Bir adam şehvetle,
cinsî münâsebet mukaddimelerinden birini, nî-kâhen bir araya gelmeleri caiz
olmayan iki câriyesiyle yapsa - gerek o cariyeler iki kardeş olsunlar ve
gerekse nikâhen bir araya gelmeleri caiz olmayan iki kadın olsunlar - o adama
ikisinden biri ile cinsî münâsebet haram olmuştur ve ikisinden birini
kendisine haram kıhncaya kadar cima mukaddimeleri (yani öpmek, okşamak gibi
cinsî ilişkiye çağıran şeyler) de haram olur. Yani iki cariyesi olan kimse,
meselâ ikisinden birini şehvetle öpse, o adamdan başka" bir kimse diğer
cariyenin fercine mülk-i yemin ile veya nikâh ile mâlik oluncaya veya o adam
diğerini azâd edinceye kadar, şüphesiz o adam o cariyelerin ikisinden biri ile
cima edemez, ikisinden birini şehvetle öpemez ve şehvetle yapı-şamaz. Bunda
asıl, Allah Teâlâ' (C.C.) nın:
«Size analarınız ve kızlarınız...
h«râm kılındı.» âyetinde olan, üzerine «iki kız kardeşi bir arada almanız.» kavlî şerifidir.
Ondan sonra onların tahrîmlerinden murâd bi'1-icmâ şehveti kaza ve şehveti
kazanın se-bebleri hakkında tahrîmleridir.
Erkeğin erkeği bir tek
i zât ile öpmesi ve kucaklaması mekruhtur. Eğer erkeğin üzerinde gömlek veya
cübbe olursa, onun öpmesi ve kucaklaması mekruh olmaz. Atâ'dan nakledildiğine
göre :
İbn Abbâs' (Rh.A.) a
kucaklaşmak (muânaka) dan soruldu. İbn Abbâs (R.A.) dedi ki: Muânaka edenlerin
ilki Hz. İbrahim halîlu'r-Eah-mân'dır. O kucaklaşma Mekke'de vâki olmuştur.
Mekke'ye Zü'1-Kameyn geldi. Ebtah denen yere ulaştığı zaman, Zü'I-Karneyn'e, bu
beldede Hz. İbrahim halil ur-Rahmâıı vardır, dediler. Bunun üzerine
Zü'1-Karneyn; benim, içinde İbrahim halîlu'r-Kahmân olan bir beldede hayvana
binmem uygun değildir, dedi. Zü'1-Karneyn atından indi ve İbrahim
Aley-his-salâtu ve's-selâma yaya gitti. Hz. İbrahim Zü'1-Karneyn'e selâm verdi
ve onu kucakladı ve muânaka eden kimselerin ilki oldu.
Muânakadan nehiyde ve
caiz görülmesinde bir çok hadîs-i şerîf vâ-rid olmuştur. Şeyh Ebû Mansûr
el-Mâturîdî (Rh.A.), ikisi arasını bulup demiştir ki: Mekruh olan rnuânaka
şehvet veçhiyle olan muânakadır. İkram ve ağırlamak veçhiyle olan muânaka ise
caizdir.
Şeyh İmâm Şemsü'd-Dîn
es-Serahsî (Rh.A.) ve Müteahhirînden bazısı teberıük için âlimin veya ehl-i
takvanın elini Öpmeye izin vermişlerdir.
Eğer erkeğin üzerinde
gömlek veya cübbe olursa, onun Öpmesi ve kucaklaması, takolaşmasi (musâfanası)
gibidir. Çünkü tokalaşmak mekruh değildir. Zira Enes İbra Mâlik' (R.A.) dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz ResûlüUah' (S.A.V.) e,'«Bizim bazılarımızın
bazılarımız için eğilmesi caiz midir?» dedik, ResûlüUah, «Hayır!» buyurdu.
«Bazımızın bazımızı kucaklaması caiz midir?» dedik. Resûlüllah, «Hayır!» buyurdu.
Yine; «Bazımızın bazımızla tokalaşması caiz midir?» dedik ResûlüUah, «Evet!»
buyurdu.
Hâlis azirenin
satılması mekruhtur. Azire, insan tersidir. Sahih kavilde toprak ile veya
azireye gâlib kül ile karıştırılmış olduğu halde, hayvan tersinin satılması
gibi, satılması sahîh olur. Nitekim sahih kavle göre, hayvan tersinin
satılması sahilidir. Azirenin karıştırılmış ola-myle faydalanmak sahîh kavilde
caizdir. Hidâye'de âahî böyledir. Zey-laî (Rh.A.) demiştir ki: «Sahîh olan,
İmâm A'zanV (Rh.A.) a göre, hâlis insan tersi ile faydalanmak caizdir.»
Alacaklı olan
Müslümanm borçlu olan kâfirin şarap parasından borcu alması caizdir. Müslüman
bunun aksinedir. Yani bir Müslüma-nın bir kâfirden alacağı olsa, borçlu olan
kâfirin şarabı satması ve alacaklı Müslümanm o parayı borcu için alması
caizdir. Eğer şarabı satan borçlu, Müslüman olsa, o şarap parasının borç için
alınması caiz olmaz. Çünkü şarabın satışı bâtıldır. Parası Müslifmana
haramdır:
Mushaf-ı şerifin
süslenmesi caizdir.
Çünkü bunda Mushafa ta'zîm vardır. Aşrlenmesi ve noktalanması da caizdir. Çünkü
kırâetler ve âyetler tevkifidir. Onda reye yol yoktur. Şu halde aşrlenmesi ile
âyet hıfz olunur ve nokta ile i'râb.hıfz olunur. Çünkü Kür'ân'ı ezberlenmemiş
olan Acemî onu ancak nokta ile okuyabilir. İbn Mes'ud' (R.A.) dan, Resûlüllah
(S.A.V.) in «Kur'ân'ı tecrîd ediniz.»
dediği rivayet edilmiştir. Bu onların zamân-ı şeriflerinde idi. Çünkü onlar
Resûlüllah' (S.A.V.) dan, ona indirildiği biçimde naklederlerdi. Okumak onlara
kolay idi. Onlar noktalan i'râb hıfzına ve_ ta'şîri âyetlerin ezberlenmesini
bozacağını sanırlardı. Bizim zamanımızda olan Acemî (yani Arab olmayan kimse)
ise onlar gibi değildir. Şu halde noktalamak ve aşirlemek güzel bulunup
beğenilir. Bun-clan dolayı sûre adlarını ve âyetlerin sayısını yazmakta mahzur
yoktur. Her ne kadar sonradan ortaya çıkmış ise de güzel bulunup beğenilmiştir
ve nice şey vardır ki zaman ve mekânın değişmesiyle değişir. Nitekim İmâm
Temurtâşî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Zimmînin mescide
girmesi caizdir.
Mekruh değildir. İmâm Mâlik (Rh.A.) ve İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, mekruhtur.
Hasta olan zimmînin ziyaretine gitmek de caizdir.
Hayvanların hayalarını
çıkarmak, eşeği kısrağa çekmek ve hastaya şırınga (hukne) yapmak, câriye, ümmü
veled ve mükâtebem'n mah-remsiz yolculuk yapması caizdir. Çünkü bunları bineğe
bindirirken uzuvlarını tutmak, mahremi tutmak ve dokunmak gibidir. Kâfî'de denmiştir
ki: Bu mesele Sahabe zamanında ehl-i salâh çok olduğu için caiz olmuştu.. Bizim
zamanımızâa ise ehl-i fesâd çok olduğu için caiz değildir. Nih.âye'de de
Şeyhu'l-İslâm' (Rh.A.) a nisbetle böyle zikredilmiştir.
Amcanın, kardeşin,
ananın ve sokakta bulunan ma'sûmun mü-rebbîsinin, himayelerinde olan çocuk
için, o çocuğa lâzım olan şeyi satın ahvermesi caizdir. Bunun aslı şudur:
Küçük çocuk için olan tasarruflar üç çeşittir.
Birinci çeşit, sırf
faydadır. Elinde küçük çocuk olan kimse, o küçüğü o hâlis faydaya mâlik kılar.
Gerekse o kimse, küçüğün velîsi olsun, gerekse olmasın. Meselâ hibe ve
sadakanın kabulü gibi. Eğer küçük çocuk mümeyyiz olursa bizzat kendisi mâlik
olur.
İkinci çeşit, sırf
zarardır. I'tâk ve talâk gibi. Küçük çocuk ve onun elinde olduğu kimse o talâk
ve itâka mâlik olmaz.
Üçüncü çeşit, fayda
île zarar arasında mütereddiddir. Tefecilik (is-tirbâh) için satmak ve kira
gibi ki buna ancak küçük çocuğun babası ve dedesi mâlik olur ve onların
vasileri mâlik olur. Her ne kadar o küçük çocuk babasının ve dedesinin
ellerinde değil ise de. Çünkü o çocuğa velî olmaları, hükmüyle
mutasarrıftırlar. Küçük çocuğun kendi ellerinde olması şart kılınmamıştır.
Kâfi'de böyle zikredilmiştir.
Küçük çocuk için süt
ana kiralamak birinci çeşittendir. Bunda dördüncü bir çeşit daha vardır ki
nikâh etmektir. Nikâh etmek asabe-nin hepsinden ve asabe olmadığı vakitte
zevü-erhâmdan caiz olur. Nikâh bölümünde inşâallâh açıklaması gelecektir,
O küçük çocuğu yalnız
anasının, başkasına kiralaması caizdir. Zikredilen kimseler bu kiralamaya
mâlik olamazlar. Çünkü ana onu istihdam etmekle karşılıksız (bedelsiz) onun
menfaatlerini yok etmeye mâlik olur. Bu mesele el-Câmiu's-Sağîr'in rivayetidir.
Tahâvî şerhinde denmiştir ki: Küçük çocuğun malında velilik babanındır ve
babanın vasisinindir. Ondan sonra vasînjft vasisinindir. İmdi eğer baba vefat
etse ve bir kimseyi vasî eylemese velayet dedesintndir. Ondan sonra o vasinin
vasisinindir. Eğer bunlardan biri yoksa velayet kâdînindir ve kâdînin ta'yîn
ettiği kimsenindir. Bu zikredilen velîlerin hepsi için küçük oğlan ve kızın
malında rna'rûf ile ticâret velayetleri vardır. Onların, nefs ve malın
hepsinde kiraya vermek velayeti vardır. Onların menkûlât ve akârattaki
satışları ve kiraya vermeleri kıymetinin misli ile olursa veya insanların
aldana geldikleri miktarın benzerî kıymetinden daha az olursa caiz olur. Eğer
çok aldanma ile olursa caiz olmaz ve küçük çocuğun idrâkinden sonra icazet
üzere tevakkuf olunmaz. Çünkü bu bir akddir ki onun için icazet veren yoktur.
Zikredilen kimselerin ' küçük çocuk için kiralamaları ve satın almaları da
böyledir. Eğer ma'-rûf miktar üzere olursa velîler için geçerli olur. Küçük
oğlan ve kıza olmaz. Eğer küçük oğlan ve kız kira müddetinde, müddet bitmezden
önce idrâk ederse hüküm böyledir. Eğer kiraya
vermek nefs üzere olursa o küçük çocuk için muhayyerlik vardır. Dilerse
icâreyi iptal eder, dilerse hoş görür ve eğer icâre, emlâki üzere olursa o
küçük çocuk için muhayyerlik yoktur.
Muhit sahibi Fevâid'inde
: Şayet baba veya dede veya kâdî küçük çocuğu işlerden bir işde icar eyleseler,
bu icar ancak ecr-i misi ile olursa caiz olur, denilmiştir. Hattâ onlardan
biri o küçük çocuğu ecr-i mislinden daha az ile kiraya verse caiz olmaz. Sahih
olan kavi şudur ki daha az ücret ile de olsa icâre caiz olur.
Şemsu'l-Eimme (Rh.A.),
«Vekâlet Bölümü» nde şöyle demiştir: Baba küçük çocuğunu ödünç verebilir. Küçük
çocuğun malını ödünç veremez. Yine demiştir ki: Bunun yorumu; şayet bu ödünç
verme zanaat öğrenmek için olursa, onu ustaya verir ve o küçük çocuk ustasına
hizmet eder. Fakat bunun aksi olursa caiz olmaz, El-Fusûl el-İmâdiyye'-de böyle
zikredilmiştir.
Sıkılmış üzüm
şırasını, şarab yapan kimseye satmak caizdir. Çünkü ma'siyet ayniyle kâim
olmaz. Belki değişmesinden sonra olur. Ehl-i fitneye silâh satmak bunun
aksinedir. Nitekim daha önce geçti.
Zimmînin şarabını
ücretle götürmek caiz ölür. İmâmeyn (Rh.Aley-himâ) aksi görüştedir.
Kentlerde ve
köylerimizde Meçûsîye, Beyt-i nâr (ateş-gede); Yahû-dî ve Nasârâya Havra ve
Kilise edinmeleri için ev kiraya vermek câîz değildir.
Musannif
«köylerimizde» demiştir, çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.) in, zikredilen şeyi çevre
yerlerde (sevâdda) caiz gördüğü nakledilmiştir. Fukahâ demişlerdir ki: İmâm
A'zam' (Rh.A.) m sevâd ile muradı Küfe çevresi (sevâdı) dir. Çünkü halkının
çoğu ehl-i zimmettir. Fakat bizim ülkemizin çevresinde İslâm alâmetleri
zahirdir. Şehir gibi orada da oturamazlar. Sahîh olan söz de budur. Kâfî'de
böyle zikredilmiştir.
Mekke-i Mükerreme'nin
evlerinin binasını satmak bi'1-icmâ caizdir.
Çünkü Mekke'nin evleri
bina edenin mülküdür. Görülmezini ki, bir kimse vakî arazîsi üzerine bina
yapsa satılması caiz olur. İmdi Mekke-i Mükerreme'nin evleri de böyledir.
Mekke'nin arazîsinin
satılmasında ihtilâf edilmiştir. Ebû Yûsuf ve Muhammed (Rh.Âleyhimâ), arazînin
satılmasına cevaz vermişlerdir. Bu söz İmâm A'zam' (Rh.A.) dan iki rivayetin
biridir.
Kölenin kaçmaması ve
karşı gelmemesi için ayağına bukağı takmak caizdir. Boğazına halka ve zincir
takmak caiz değildir. Çünkü bu zâlimlerin âdetidir.
Künye adlı kitabda
denmiştir ki: Boğazına bukağı koymak yani kölenin boğazına demir halka takmakda
- zamanımızda çok kere kaçtıkları için - özellikle Hintlilerde mahzur yoktur.
Kölenin tacir olduğu
halde hedîyyesini kabul ve da'vetine icabet ve hayvanını ödünç almak caiz
olmuştur. Kıyâsen hepsi caiz olmamak idi. Çüntfü hediyye teberrudur. Köle ise
teberru ehli değildir. Lâkin is-tihsânen, zaruret için az bir şeyde cevaz
verilmiştir. Çünkü o köle o az bir teberrudan. kurtulamaz. Meselâ ziyafet gibi
ki, ona yol hazırlığı yapan kimseler gelip toplanırlar ve nice âmillerin
kalblerini çeker. İmdi bunlar ticâretin zarûretlerindendir. Bir kimse bir şeye
mâlik olsa, ~ o şeyin zarûrâtmdan olana da mâlik olur.
Köleye elbise
giydirmek, altın ve gümüş hedîyye etmek, zaruret bulunmadığı için mekruh
olmuştur.
Hadım kullanmak da
mekruhtur. Zira onda insanları hadım istihdamına teşvik vardır. Çünkü hadımın
kadınlar arasına karışması uygun görülmez.
Bakkaldan dilediği
şeyi almak için bakkala borç para vermek mekruhtur. Çünkü bu borç (ödünç)
menfaat çeken borçtur. Halbuki bu yasak edilmiştir. Uygun olan şudur ki-:
Bakkala bir miktar para emânet koyup dilediği şeyi parça parça bakkaldan
almaktır. Çünkü bu borç değildir. Hattâ kaybedilse veya yitirilse, bakkaldan
bir şey alamaz.
Satranç ve tavla île
oynamak ve her oyun, yani nefsin arzu ettiği oyunlar mekruhtur. Çünkü
îtesûiüllah (S.A.V.) :
«Âdem oğlunun her
oyunu haramdır. Ancak üç oyun haranı değildir : Karısı üe oynaşmak, atını
ta'lîm etmek ve yayı Âle ok atışmak.»
buyurmuştur.
İmâm Şafiî (Rh.A.),
kumarsız ve vâcib olan şeylerin korunup gözetilmesini bozmaksızın, satranç İle
oynamayı mubah görmüştür Çünkü satrançta aklı keskinleştirmek vardır. Bunun
üzerine hüccet bizim rivayet ettiğimiz hadîs-i şeriftir.
Ok atyp yanşmakda, at
ve deve yarışı yapmakda mahzur yoktur.
Eğer ikisinden biri
diğerine,* sen beni geçersen sana şu kadar şey veririm ve eğer ben seni
geçersem benim için bir şey lâzım değildir, demekle bir taraftan mal şart
kılındı ise mahzur yoktur. Çünkü Resûlül-lah (S.A.V.) :
«Yarışma ancak devede
olur veya ok atmada olur veya atta olur.»
buyurmuştur.
İkisinden biri
diğerine; «Eğer senin atın geçerse ben sana şu kadar vereyim ve eğer benimki
geçerse sen bana bu kadar şey ver» demekle yarışma haramdır.
Ancak o ikiye üçüncü
bir kimse katılıp bu ikisi ona; «Eğer sen bizim ikimizi geçersen malın ikisi
de senin olsun ve eğer biz seni geçersek senin bize bir şey vermen gerekmez.»
demekle haram olmaz. Lâkin o ikisinden hangisini geçerse şart kılınan malı o
alır. Keza Fıkıh okumak için bahse girişmek de böyledir. Hangisi doğruyu
bilirse malın ona verileceği şart kıhmrsa sahilidir. Eğer malı ikisinden her
biri için şart kılarlarsa, yarışmada caiz olmadığı gibi, burada da caiz olmaz.
Dua eden kimsenin: .
«Senden arşının şeref
kürsîsi hakkına istiyorum.»
demesi mekruhtur.
(Ma'kad) lâfzı iki ibare ile rivayet edilir: Birinci rivayet (Akd) dan (ma'kad)
şeklinde ve ikinci rivayet (Kuûd) dandır. Ma'nâsı, Allah Teâlâ (C.C.) üzerine
muhal olduğu için, ikinci rivayetin kerahetinde şüphe yoktur. Yine böylece
birinci rivayet de mekruhtur. Çünkü o Allah Teâlâ' (C.C.) nın izzetinin arşa
müteallik olduğu vehmini verir. Halbuki arş hadîstir. (Sonradan meydana gelmedir.)
Buna göre arşa müteallik olan da bizzarûre hadîs olur. Allah Teâlâ' (C.C.) nın
izzeti ise kadîmdir. Ondan ezelen ve ebeden ayrılmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) :
«Bu duada mahzur yoktur.» demiştir. Fakîh Ebu'1-Leys (Rh.A.) de: Mahzur
Qlmamayı tercih etmiştir. Çünkü rivayet edilmiştir ki: .
«Allahım ben Senden
arşının şeref noktası, kitabının rahmetinin sonu, yüce kudretin ve tam
kelimelerin hakkı için istiyorum.» duası, Resûlüllah' (S.A.V.) in duasından
idi. Belki bu iki duanın caiz olmasındaki sır, izzeti arşı sıfat kılmak caiz
olmasıdır. Çünkü arş, Kur'ân'da mecd ile ve kerem ile mevsûftur. Keza izzet Ue
de nıevsûftur. Bir kimseye gizli değildir ki şüphesiz, her ne kadar Allah
Teâlâ (C.C.) arşdan müstağni ise de, o heybet ve keraâl-i kudret yeridir.
Yine duâ eden kimsenin
«Fülânm hakkı için» demesi mekruhtur.
Keza, Peygamberlerin
hakkı için veya Velîlerin veya Resullerin hakkı için veya Beyt'in ve Meş'ar-ı
Haram hakkı için demesi mek-rûhtur.Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) üzerinde halk için
hak yoktur. Allah Teâlâ (C.C.) dilediği kimseyi, üzerine vâcib olmaksızın
rahmetine muh-tas kılar.
Eğer bir adam
başkasına «Allah hakkı için veya Allah için şöyle yapasın» dese, her ne kadar o
şeyi yapmak evlâ ise de, o şeyi yapmak şer'an onun üzerine vâcib olmaz.
Bir şehirde olan
insanın ve hayvanın azığını alıp o şehrin halkına zarar yerecek kadar habsetmek
mekrûtftur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.):
«Alıp getiren (câlib)
merzûktur ve muhtekir (karaborsacı) mel'" undur.» buyurmuştur. Çünkü o
azıkda kamunun hakkı vardır ve o azığı satmakdan kaçınmakda da o belde
halkının haklarını ibtâl olduğu için ihtikâr mekruh olmuştur. Şu halde kâdînin,
o muhtekirin kendisinin ve .ehlinin azığından fazlasını satması için emir
vermesi vâcib olur. Eğer satmazsa kâdî o muhtekiri cezalandırır. Sahih kavi
şudur ki, eğer satmakdan kaçınırsa, kâdî onu - İmamların ittifakı üzere -
satar.
O azığı hapsetmenin
müddeti kırk gündür. Bazısı «Bir aydır» demistir. Bu müddet muhtekirin dünyâda
cezalandırılmış olması hakkındadır. Lâkin müddet her ne kadar az olsa da
günahkâr olur.
Kendi arazîsinin
ürününü ve başka kentten kendisinin getirdiği ürünü satması ihtikâr değildir.
Çünkü bu kendisinin hâlis hakkıdır.
Ona kamu hakkı tealluk
etmez.
Kâdî fiat koyma/,
ancak eğer satıcılar maiın kıymetinden çok fazla aşırı fiatla satarlarsa, ehl-i
reye (Bilirkişi) danışarak fiat koyar.
Güvercin kuşlarını
tutup alıkoymak, eğer insanlara zarar verirse mekruhtur. Bunu Kâdîhân (Rh.A.)
zikretmiştir. El-Künye'de zikredilmiştir ki: Bir kimsenin mülkünde
güvercinleri olup dam üzerine çıkar, Müslümanların gizli hallerine muttali'
olduğu halde o güvercinleri uçursa ve bu güvercinleri uçurmakla insanların
camlarmı kırarsa, o kimse cezalanır ve şiddetle menedilir. Eğer bu işi
bırakmazsa, o güvercinleri muhtesib (kolcu) keser.
Müslüman olan kimseye,
tırnakların! Cuma günü kesmek müste-habdir. Kâdîhân (Rh.A.) der ki: Bir adam
tırnaklarını kesmek ve başının tıraşı için Cum'a gününü vakit ta'yîn etse,
Fukahâ demişlerdir ki; O kimse tırnaklarını kesmeyi ve traş olmayı Cuma'dan
başka günde caiz görüp, o güne aşın bir geciktirme ile ertelese mekruh olur.
Çünkü tırnakları uzun olan kimsenin rızkı dar olur. Eğer haddi tecâvüz etmeyip
Cumayx seçmekle teberrüken ertelerse müstehab olur. Çünkü Hz. Âise (R.Anhâ)
Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in şöyle dediğini rivayet etmiştir :
«Bir kimse
tırnaklarını Cuma günü keserse, Allah Teâlâ o kim-şeyi diğer Cumaya kadar ve
Cumadan da üç gün fazla belâdan emîn kılar.»
Bir Müslüman, her
haftada bir kere etek traşi olup ve bedenini yıkanmakla temizlenmesi
müstehabdır. El-Kunye'de denmiştir ki: Ef-dal olan, her haftada
tırnaklanın'kesip ve bıyığım kırkıp ve bedenini yıkamakla temizlenmektir. Eğer
her haftada yapamazsa on beş günde bir kere yapmak gerekir. Kırk günden sonra
terkinde özr olmaz. Şu halde efdal olan, her haftada ve ortası onbeş gündedir.
En, uzağı kırk gündedir. Kırk günden
fazlasında özür olmaz. Vaîde (azab tehdidine) müstehak olur.
Muhît'de
zikredilmiştir ki : -Ömer 1). el-Hattâb
(R.A.) hazretleri:
Eğer düşman arazîsinde
tırnaklarınızı uzatırsanız, şüphesiz uzun tırnaklar silâhtır, diye yazmış. Her
ne kadar tırnakları kesmek temizlik-den ise de, mücâhidin dâr-ı harbde tırnak
uzatması mendûbdur. Çünkü eğer mücâhidin elinden silâh düşerse ve ona düşman
yakın olursa, bazan mücâhid tırnakları ile düşmanı savmaya kadir olur.
Tırnakları dâr-ı harbde uzatmak, bıyığı kırkmamanın benzeridir, ki sünnettir ve
gâzî hakkında dâr-ı harbde uzatması, düşmanın gözüne çok heybetli görünmek
için mendûbdur.
Bîr adam namaz ilmini
veya ibâdetlerle ilgili olan şeyleri insanlara öğretmek için öğrense ve diğer
bir adam da onlar ile amel etmek için Öğrense, birinci adam ikinciden efdaldir.
Çünkü halka öğretmenin faydası daha çoktur. Haberlerde vârid olmuştur: Bir
saat ilim müzâkeresi bir geceyi (nafile ibâdetle) ıhyâ etmekten efdaldir.
Fetâvây* Kâdîhân'-da böyle zikredilmiştir. Yine adı geçen Fetâvâ'da denmiştir
ki: Bîr adam ana - babasının izni olmadan ilim öğrenmeye çıksa bunda mahzur
yoktur. O kimse ana - babasına âsî olmuş olmaz. Bazıları demiştir ki: Ana -
babasının izni olmadan ilim Öğrenmeye çıkması sakallı adam olursadır. Eğer
tüysüz genç olursa, çıkmaktan menedilmesi gerekir. Kâdıhân* (Rh.A.) in ilim ile
muradı şer'î ilimdir ve şeriatta kendisiyle faydalanılan ilimdir. îlm-i kelâm
ve ,onun benzeri değildir. Nitekim İmâm Şafiî (Rh.A.) : «Allah Teâlâ' (C.C.)
nın bir kulunu kebâirin en büyüğüne atması, ilm-i kelâma atmasından hayırlıdır»
demiştir. On-larm zamanında kullanılan ilm~i kelâmın hâli böyle olduysa,
felâsife-nin hezeyanları ile karışık, yaldızlı, boş ve faydasız şeylerin arasında
viran olan kelâmı ne sanırsın!
Yine Kâdîhân (Rh.A.)
demiştir, kî: Bir adam, fülân kimsenin kötülük (münker) işlediğini bilse, bu
hâli onun babasına yazıp bildirse caiz
midir? Fukahâ demişlerdir ki: Eğer babasına yazılsa, babası o kimseyi o münkerden
menedeceği ve men'ine kadir olacağı bilinirse, onun için babasına yazılsa helâl
olur. Eğer babasının menetmeye kadir olduğu bilinmezse, ikisi arasında
düşmanlık vâki olmasın diye, yazmak caiz değildir. Yine iki adam arasında ve
sultân ile tabası ve hizmetçileri arasında da böyledir. Emr bi'1-ma'rûf ancak,
eğer onların ada-ını dinleyecekleri bilinirse vâcib olur.
Şayet bir adam oruç
tutar, namaz kılar da eliyle ve diliyle de halka zarar verirse, onun kötülüğünü
söylemek gıybet olmaz. Eğer onun azarlanması ve menedilmesi için Sultâna ihbar
edilse, ihbar eden günahkâr olmaz. Bir adam bir Müslüman kardeşinin
kötülüklerini, Önem vererek ansa bu gıybet olmaz. Ancak öfke ile anıp sövmeyi
murâd ederse gıybet olur.
Hafız'EbüTLeys'
(Rh.A.) den şöyle dediği hikâye edilmiştir: Ben uç şeyin hakkında fetva verir idim, onlardan döndüm. Birincisi şudur:
«Muallimin Kur'ân öğretmek üzere ücret alması helâl olmaz.» İkincisi; «Âlim
olan kimsenin sultânın yanına girmesi uygun olmaz.» Üçüncüsü de, «Köy halkı
ona bir şeyler toplamaya kalkıştıkları için, âlim olan kimsenin köylere çıkıp
gezmesi ve onlara hatırlatması uygun değildir» diye fetva verir idim. Bu üç
fetvanın hepsinden döndüm, demiştir.
Akrabayı ziyaret
(sıla-ı rahm), gerekse bir selâmla ve tahiyyâtla ve hediyye ile de olsa,
vâcibdir. Bir kimsenin akrabasına yakınlık göstermedi onlara ihsan edip
lütufla muamele etmesi ve onlar ile oturup konuşması ve yakınlarını, günden
güne ziyaret etmesi vâcibdir. Çünkü baları ziyaret, ülfet ve sevgiyi artırır.
Belki akrabasını her Cuma veya ayda bir ziyaret eder.
Her kabile ve aşiret
kendilerinden başka kimse üzerine hak izhâr etmekte, yardımlaşıp ve azıklaşmada
bîr tek el gibi olur ve bazısı bazısının hacetini reddetmez. Çünkü reddetmek
insanlar arasında ilgi ve ilişkiyi keser.
Hadîs-i şerüde vârıd
olmuştur ki: «Akrabayı ziyaret (sıla-ı rahm) ömrü uzatır.»
Diğer bir hadîsde,
«Akraba ile ilgiyi kesen kavm üzerine melâike inmez.» Bazı hadîslerde de vârid
olmuştur ki: «Şüphesiz Allah Teâlâ (C.C.) hazretleri rahmini sıla eden kimseye
sıla eder ve rahmini (yani akraba ile ilgisini) kesen kimseden de ilgisini
keser.» AUahu a'lem.
Zahire'de şöyle
denmiştir : îmânın
sıfatını insanlara öğretmek, ehl-i sünnet ve cemâatin özelliklerini açıklamak
en önemli işlerdendir. Eski bilginlerin (Allah onlara rahmet eylesin) bu konuda
tasnifleri vardır. İmânın sıfatının özeti: Allah Teâlâ' (C.C.) nm bana
emrettiği şeyi ben kabul ettim, bana yasak ettiği şeyden de kaçındım demektir.
Şayet bir kimse bu söze kalbiyle inanıp Ve dili ile de ikrar ederse onun îmânı
sahih olur ve mü'm in olur. Hepsine inanmış olur.
Yine Zahîre'de
denmiştir ki: Şayet bir adanı: «Benim îmânım sa~ hîh midir, yoksa değil midir
bilmiyorum?» dese, hatâ etmiş olur. Ancak, eğer o şüpheyi gidermeyi murâd
ederse hatâ etmez, «İyi ve güzel bir şey için, ben bilmem bu şeye bir kimse
rağbet eder mi, yoksa etmez mi?» diyen kimse gibi.
Bir kimse îmânından
şüphe etse ve «Ben mü'minim inşâallâhu Teâlâ» dese, kâfirdir. Ancak, eğer
te'vîL edip; «Dünyâdan mü'min olduğum halde çıkarmıyım, bilmiyorum?» dese bu
takdirde küfür olmaz.
Muhilde denmiştir ki:
Bir kimse, küfür olduğunu bilmekle beraber, küfür olan lafzı söylese, eğer
inanaraktan telaffuz etti ise, kâfir oİur. Eğer inanmadan veya o lafzın küfür
olduğunu bümeyip söyledi ise ve fakat
lafzı kendi isteği ile söyledi ise, Âmme-i Ulemâya göre, kâfir olur.
Bilgisizlik (cehl) ile özürlü olmaz. Eğer o lafzı telaffuzu kasd etmeyip bir
başka lafız söylemek isterken dilinden küfür olan lafız çıktıysa, meselâ eğer,
«Hak şudur ki, Sen Allah'sın ve biz Sen'in kullarınız» demek isterken dilinden
bu sözün aksi çıksa, kâfir olmaz.
el-Ecnâs'da, İmâm
Muhammed' (Rh.A.) den nassan şöyle rivayet edilmiştir: Bir kimse «Yedim» demek
isteyip «Küfrettim» dese, o kimse kâfir olmaz. Fukahâ demişlerdir ki:-Bu söz
onunla Allah Teâlâ (C.C.) arasındaki niyyet üzere mahmuldür. Fakat kâdî onu
tasdîk etmez.
Bîr kimse küfrü içinde
gizler yahut da kâfir olmak isterse o kimse kâfirdir. Bir kimse kendi isteyerek
diliyle küfür etse, halbuki kalbi îmân ile mutmain olsa kâfir olur. Kalbindeki
ona fayda vermez. Çünkü kâfir, sözüyle bilinir. Şayet kâfir olduğunu söylerse,
bizim nezdi-mizde de Allah Teâlâ (C.C.) nezdinde de kâfir olur. Muhît'te böyle
zikredilmiştir.
Siyeru'l-Ecnâs'da
şöyle denmiştir : Bir kimse başkasına küfr ile emretmek için azmetse,
azmetmesiyle kâfir olur. Bir kimse kelime-i küfrü söylese ve bir başka kimse de
ona gülse, gülen kimse kâfir olur. Ancak, eğer o başkasının gülmesi güldürücü
söz olmakla zarurî olursa, bu takdirde gülen kâfir olmaz. Şayet bir kimse
kelime-i küfrü ko-nuşsa ve bir topluluk da o konuşanın sözünü kabul etse, o
topluluğun hepsi kâfir olur.
Kendi nefsinin küfrüne
rızâ ittifakla küfürdür. Fakat başkasının küfrüne rızâda ihtilâf edilmiştir.
Şeyhu'l-İslâm IJâher-zâde (Rh.A.) Siyer şerhinde zikretmiştir ki: Başkasının
küfrüne rızâ - ancak küfre icazet verir veya onu beğenirse - küfür olur. Amma
böyle değil de ve tabi-atiyle şerir ve eziyet veren kimsenin küfr üzere
ölmesini veya öldürülmesini, hatta Allah Teâlâ (C.C.) ondan intikam alsın diye
severse, bu takdirde küfür olmaz .
Bir kimse Allah Teâlâ'
(C.C.) nın :
«Rabbimiz! Mallarını
yok et, kalblerini sık; çünkü onlar inanmazlar..»
kavli şerifini iyice düşünse, bizim iddia ettiğimiz şeyin doğruluğunu anlar. Bu
kıyâs üzere, şayet bir kimse bir zâlime beddua edip : «Allah Teâlâ seni küfür
üzere öldürsün ve Allah senden îmânı alsın» dese ve bunun benzeri söz ile
beddua etse; o kimse o zâlimin zulmü ve halka ezası Ü2ere Allah Teâlâ* (C.C.)
nuı ona intikamını murâd eylese, bu beddua onu yapan kimseye zarar vermez.
Zahire sahibi demiştir
ki: İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den edilen rivayetten Öğrendik ki; başkasının
küfrüne rızâ küfürdür.
Yine bir kimsenin
hatırına küfür icâb eden şeyler gelse, eğer bun-iarı kötü görerek söylerse,
bunlar ona zarar vermez. Bu hâlis îmândır.
Bh kimse helâlin haram
olduğuna veya haramın helâl olduğuna inansa kâfir olur. Eğer helâl olduğuna
inandığı şey haram liaynihî (kendiliğinden) ise kâfir olur. Eğer haram
ligayrihî (hafâmhğı başkasından) ise, her ne kadar helâl olduğuna inansa da
kâfir olmaz. Ancak o şeyin harâmlığı kesin delîl ile sabit olursa kâfir olur.
Eğer o şeyin harâmlığı bir kimsenin ihtiyariyle olursa kâfir olmaz. Şüphesiz
bu konuda söz «Fetâvâ» da yeteri kadar söylenmiştir. Talibe gereken ona
müracaat etmektir.
Müslümana yaraşan,
sabahta ve akşamda şu duaya sarılmaktır. Çünkü bu duâ küfürden korunmaya
sebebdir. Bu dua Peygamberimiz' (S.A.V.) in duâsıdır:
«Allahümme innî eûzü
bike min en üşrike bike şey'en ve ene a'le-mü vestağfiruke limâ lâ a'lemü
inneke ente allâmü'l guyûb.»
«Allah'ım, şüphesiz
ben, bildiğim halde, Sana bir şeyi ortak koş-makdan Sana sığınır ve bilmediğim
şey için Sen'den afv dilerim. Şüphesiz Sen gaybları hakkıyle bilensin.»
Sonra bir meselede
küfrü gerektiren sebebler olsa ve onu meneden tek bir sebeb bulunsa, âlim o
meneden sebebe meyi eder. O sebebleri tek sebebe tercih etmez. Çünkü tercih
delillerin çokluğu ile olmaz. Bir de şu
ihtimâl için ki, konuşan kimse küfrü gerektirmeyen .sebeb murâd eylemiş
olabilir.
Sonra Kâdîhân'ın
Fetâvâ'sında yazılmış olan meselelerdendir ki; Ye's hâlinde tövbesi makbuldür.
Yâni ümidini kesmiş kimsenin Ye's îmânı makbul değildir. Çünkü kâfir yabancı
(ecnebi) dir. İptidâen Allah Teâlâ' (C.C.) yi bilen ve tanıyan değildir. îmân
ve irfan yönünden mübtedîdir. Fâsık ise bilendir ve hâli beka hâlidir. Beka ise
ibtidâdan daha kolaydır. Fâsıkın tövbesinin kabulüne mutlak delîl Allah Teâlâ
(C.C.) nm :
«Kullarının tevbesini
kabul eden O'dur.»
kavl-i şerifinin ıtlâ-kıdır.
Fetâvâ'da
zikredilmiştir ki; bir kimse tevhidi ikrar edip risâleti inkâr etse ve o kimse
«Lâilâhe illallah» dese, Müslüman olmaz. Şayet «Lâüâhe illallah» ile beraber
«Muhammed'un-Resûlüllah» deseydi, Müslüman olurdu. Yine önce «Muhammed'un
ResûlüHah» Veya «Ben İslâm'a girdim» dese yine Müslüman olur.
Yahûdî ve Nasârâya
gelince; Şayet bunlar bugün; «Lâ ilahe
illallah Muhammed'un Resûlüllah» deseler, Müslüman ol-duklarına hükmedilmez.
Çünkü onlar derler, şayet ondan bunun açıklanmasını istersen, «Hz.
Muhammed Allah'ın size resulüdür» derler. Şu halde bulunduğu dinden beri
olduğunu kelime-i şehâdete eklemedikee bu onun îmânına delâlet etmez.
Şayet Nasrânî «Ben
Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim,
Hıristiyanlıktan da beri olduğumu açıklarım» deyip Hıristiyanlıkdan da teberri
etse, bu sözle Yahudiliğe girmesi caiz olduğu için tslâmına hükmedilmez. Çünkü
bunu Yahûdî dahî söyler. Eğer İslâm dînine girdim sözünü eklerse, ihtimâl
ortadan kalkıp Müslüman olduğuna hükmedilir. Yine şayet, ben Müslümanım dese
Müslüman olınaz. Çünkü bunun ma'nâsı «Ben hakka inkıyâd ederim (teslimim)»
demektir ve her dinin sahibi inancına göre kendisini öyle kıyâs eder. İmâm
A'zam' (Rh.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Eğer bir Nasrânî veya Yahudi:
«Ben Müslümanım» dese veya «Müslüman oldum» dese, ne demek istediği sorulur.
Eğer, ben bu söz üe Hıristiyan dinini ve Yahûdî dinini terk edip İslâm dinine
girmeyi murâd ederim derse, o kimse Müslümandır. Eğer, ben hak dinde
Müslümanım, derse, böyle demekle Müslüman olmaz. Eğer sorulmadan cemâatle
namaz kılarsa Müslüman olur. Eğer sorulmazdan önce veya cemâatle namaz
kılmazdan önce ölürse Müslüman olmaz., Eğer
'putperest:
derse Müslüman olur.
Çünkü putperest bu iki şeyi birden inkâr eder. Binâenaleyh, hangisine şehâdet
ederse İslâm'a girer.
Bir Müslüman ve bir
Nasrânl, bir şeyi satın almada çekişse de, o şey Müslümana satılır, Nasrânjye,
satılmaz, denilse, Nasrânî «ben Müslümanım» dese, böyle demekle Müslüman olmaz.
Ancak eğer Nasrânî «ben de senin gibi Müslümanım» derse, Müslüman olur.
Fukahâ demişlerdir ki:
Uygun olan onun Müslüman olmasıdır. Çünkü sözü, başkasının sözüne cevâb olarak
çıkarmıştır.
İmâm A'zam' (Rh.A.)
dan bir rivayete göre : Nasrânî «Ben Müslümanım» demekle Müslüman olur.
İki Nasrânî bir
Nasrânî için, «Bu Nasrânî Müslüman oldu» diye şehâdet etseler v« Nasrânî
Müslüman olduğunu inkâr etse, o iki Nas-rânînın şehâdetieri makbul olmaz. Yine
Müslümanlardan bir erkek ve iki kadın şehâdet etseler, şehâdetieri makbul
olmaz. O Nasrânî dini üzere bırakılır. Bütün ehl-i küfür bunda müsavidir. Eğer
iki Nasrânî bir Hıristiyan kadın için «Bu kadın Müslüman oldu» diye şehâdet
etseler caiz olur. O Nasrânî kadın Müslüman olmaya mecbur edilir. Bunların
hepsi İmâm A'zam' (Rh.A.) in sözüne göredir.
Nevâdir adlı kitâbda
şöyle denmiştir: «Bir erkek ile iki kadının İslâm üzere şehâdetleri kabul
edilir. İki Nasrânînin de bir Nasrânî için, «Şüphesiz bu Nasrânî Müslüman
oldu.» diye şehâdetleri kabul edilir.»
Musannif, kerahet ve
İstihsâmn açıklamasını bitirince, nikâhın hükümlerini' açıklamaya başladı.
Çünkü nikâh bazı kere güzel bulunup beğenilir, bazı kere de kerih görülür.
Lügat yönünden nikâhın
ma'nâsında ihtilâf edilmiştir. Muhit sahibi ve ona tâbi olan Kâfi sahibi ve
diğer muhakkikin nikâhın lûğavî ma'nâsını, zam ve cem (eklemek ve toplamak)
olmak üzere ihtiyar eylemişlerdir. $air demiştir ki:
«Şüphesiz İd kabirler,
bekârları, kadınları, dul karılan ve yetimleri toplar.»
Yani kadını kendi
nefsine zam ve cem eder ma'nâsınadır. Nikâha, nikâh denmesinin sebebi; onda
şer'an iki zevcin, yani koca ile kannın biri diğerini kendisine, ya cinsî
münâsebet yönünden veya akd yönünden katıp eklediği için bir kapının iki
kanadı ve ve bir çift mest gibi olduğundandır.
Şer'an nikâhın
ma'nâsi: Mut'a mülkü için konulmuş akddir. Yani erkeğin kadından
faydalanmasının helâl olmasıdır. Bu muta mülkü, satmak (bey1) den ihtirazdır.
Çünkü her ne kadar bazı suretlerde mülk-ü yemin, mülk-ü mut'aya tâbi olduysa
da, satma (bey1) mülkü yemîn için konulmuş akiddir.
Binâenaleyh bizim
sözümüzde «fî mahallihâ» yani «yerinde» lafzının eklenmesine hacet yoktur.
Nitekim Nihâye'de köle ve hayvan satmaktan (bey'den) ihtirâzen ziyâde
edilmiştir. Çünkü köleler ve hayvanların temliki mülkü mut'aya - ki cinsî
münâsebettir - sebeb değildir.
Akd île murâd, masdar
ile hâsıl olan akddir. Yoksa konuşanın fiili ile olan masdarî ma'nâ değildir.
Bu akd, şer'î tasarrufun icrası olan İcâb ve kabulün irtibatıdır. Belki akd
bağlanmış cüzlerdir. Yani icâb ve kabuldür. Meselâ; «Tezvîc ettimn, «Tezevvüc
ettim» gibi. «Sattım ve satın aldım» sözleri de böyledir. Zira Sâri' bazı
mürekkebât-ı ihbâriyye-yi inşâ
kılmıştır. ŞÖyleki: Şayet inşâ bulunsa üzerine şer'î hüküm terettüb eder ve
şer'î ma'nâ onunla beraber bulunur. Meselâ «Evlendirdim ve evlendim» denilse,
şer'î bir ma'nâ bulunmuş olur, o da nikâhtır. Onun üzerine şer'î bir hüküm
terettüb eder, O şer'î hüküm mut'a mülküdür. Keza «Sattım ve satın aldım»
denilse, şer'î bir'ma'nâ bulunur. O da alış veriştir. Üzerine şer'î bir hüküm
olan mülkü yemîn terettüb eder. înşâî lafız ile nıa'nâsı arasında alâka
kuvvetli olduğu için ma'nâ o inşâî lafızdan ayrılmaz. Çünkü inşâ bir ma'nânın
lâfızla icadıdır ki o ma'nâ vücûdda lafzla beraberdir. İnşâî lafızlar
ma'nâlannın isimleriyle-adlandırılmıştır. Şöyleki: Bey' ve nikâh zikredilmiş
ve bu ikisi ile icâb ve kabul murâd edilmiştir. Bundan dolayı burada akde,
nikâh ıtlak olmuştur. Halbuki akd şer'an nikâh için konulmuştur. Sanki nikâh
bir ma'nâ için konulmuş bir akddir ki, o ma'nâ üzere mut'a mülkü terettüb eder.
Şüphesiz burada dört illet vardır
a) Fâiliyet:
Akdi yapanlar, b) Maddiyet: îcâb ve kabul, c) Sûri' yet: İrtibat, d) Gâiyyet:
İstifâde.
İmdi, bu sözler,
Sadru/ŞvŞerîa' (Rh.A.) nın söylediklerinin tahkikidir. Her ne kadar ibaresi
ifâdeden noksan ise de Ü2erine vârid olan şey bu tahkikle savulmuş olur.
Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) önce nikâhı, «mut'a mülkü için konulmuş bir akddir»
sözüyle tefsir etmiştir. İkinci olarak: Nikâhın zikredilen irtibatla beraber
icâb ve kabul olduğunu açıklamıştır. Bundan lâzım geldiki icâb ve kabul
irtibatla beraber nikâhın ma'hâsı ola. Sonra,
«Şüphesiz şeriat,
hükmî bağ ile bağlı, hissen mevcûd olan îcâb ve kabul ile hükmedip ondan şer'î
bir ma'nâ hâsıl olur ki müşterinin mülkü onun eseri olur. İşte bu ma'nâ
satışdır.» sözünden, îcâb ve kabulün ma'nâsı heyetiyle beraber nikâh olması-
anlaşılır. Halbuki ikisi arasında zıddiyet vardır,
«İşte bu ma'nâ
bey'dir. Bu ma'nâ ile murâd, bu şer'î bağ ile beraber icâb ve kabulden meydana
gelmiş toplam (mecmu') dır.» sözünün mefhûmu, bey' ve nikâhın ikisi birleşmiş
olmalarıdır. Yoksa ikisinden birinin diğerinin ma'nâsında olmak değildir. Bu
da birbirine zıt olan iki şeye zıddır. Zıddiyeti ortadan kaldırmanın vechi,
bizim takrir ettiğimiz sözden zahirdir. Sen gerisini etraflıca düşün!
Nikâh yani evlenmek,
i'tidâl hâlinde sünnettir. Yani cimâa kuvvetli istek İle cimâ'dan gevşeklik
arasında sünnettir. Kuvvetli istek hâlinde vâcib olur. Haksızlık korkusundan
dolayı mekruh olur. Yani karı -kocalık haklarını gözetmeme korkusu bulunursa
mekruh olur.
Nikâh, îcâb ve kabul
ile meydana gelir. Yani gerçekleşmiş olur. îcâb ile murâd, iki âkiddeıı ilk
konuşanın sözüdür. Buna îcâb denmesinin sebebi; buna kabul bitiştiği zaman-
akdi icâbettiği yahut karşı tarafa ka-bûl muhayyerliği isbât ettiği içindir.
Scâb ve kabul, lügatin
aslında mazi için konulmuşlardır. Yâni geçmiş zamanda meydana gelen şeyden
haber vermek için konulmuş sözlerdir. Bunun şart kılınmasına sebeb : Çünkü
alış - veriş şer'î bir tasarruf yapmaktır. Nikâh da böyledir. Şer'î tasarruf
ise ancak şeriatla bilinir. Şeriat, lûgaten maziden haber vermek için konulan
lafızları tahakkuk ve sübûta delâlet etsin diye inşâda kullanmıştır. Bu
takdirde ihtiyâcı görmeye daha elverişli olur. Hâzırda yazışmakla nikâh
mün'akid olmadığına bunda işaret vardır. Çünkü bir kimse bir şey üzerine bir
kadına «Kendini bana tezvîç eyle.» diye yazsa ve kadın da o şey üzerine
erkeğin yazdığı sözün ardına «Kendimi sana tezvîc ettim.» diye yazsa nikâh
münâkid olmaz. Mi'râcu'd-Dirâye'de böyle zikredilmiştir,
Meselâ «Tezvîc ettim»
lafzı gibi. Yani eğer bu lafız kadından sâdır olursa, «kendimi tezvîc ettim»
ma'nâsmadır. Veya «Kızımı tezvîc ettim» ma'nâsmadır. Veya «Müvekkilimi
evlendirdim (tezvîc ettim)» mâ'-nâsınadır. Ve bunun benzerleri gibi.
Erk ek don sâdır
olursa «Tezevvüc (aidim) ettim.» lafzı gibi. Biri mâ-zî için ve diğeri istikbâl
için konulmuş olan iki lafız ile dâhi nikâh mün'akid olur. Yani emir sığası
için koaulan lafız istikbâl ile konulmuştur. İstikbâle misâl «Beni tezvîc
eyle» gibi. Mâzîye misâl: «Tezvîc eyledim» lafzı gibi. «Konulmuş olan iki lafız
ile» sözü, îcâb ve kabul üzere att' olmasında istikbâl için konulan îcâb ve
kabulden olmadığına işaret içindir. Çünkü Hidâye sahibi demiştir ki: Nikâh
îcâb ve kabul ile mün'akid olur. İki lafızlaki, o iki lafız ile mâzî anlatılır.
Yine : Nikâh iki lafız ile mün'akid olur kî, ikisinin biriyle mâzî anlatılır ve
diğeri ile gelecek anlatılır. Biri mazi ve diğeri müstakbel olan, iki lafız
icâb kabul olmadığına tenbîh için «İki lafız ile mün'akid olur.» kelimelerini
tekrarlamıştır.
Belki «Beni tezvîc
eyle» sözü tevkildir ve «Tezvîc eyledim» sözü hükmen icâb ve kabuldür. Çünkü
bir kişi nikâhda iki tarafa velî olur. Satış (bey1) bunun aksinedir. Nitekim
yakında yerinde gelecektir.
Vikaye sahibi île Kenz
sahibi zannetmişlerdir ki: Hidâye'nin, saniyen «iki lafız ile mün'akid olur»
sözü gereksizdir. Şuna binâen ki; mâzî
ve müstakbel için konulan lafız îcâb ve kabuldür, İradi ikisi de ihtisar
kasdetmişlerdir. Vikaye sahibi: «Nikâh, ikisinin de lafızları mâzî olan îcâb
ve kabul ile yapılır.» demiştir.
«Tezvîc eyledim ve
tezevvüc eyledim» gibi. Veya o lafzın biri mâzî ve biri müstakbel (gelecek
zaman) dır. Meselâ : «Beni tezvîc eyle ve tezvîc eyledim» demesi gibi.
Kenz sahibi: «Nifcâh,
ikisi de mâzî için konulan veya ikisinden biri mâzî için, diğeri istikbâl için
konulan lafızlar ile yapılır. İmdi gelecek zaman için konulan lafzı, îcâb ve
kabulden saymışlardır. Bu ise kitaplara aykırıdır.»
Tuhaftır ki, Zeylaî
(Rh.A.) bundan sonra şöyle demiştir: Bu ma1-nâ, ikisinden biri mâzî olup diğeri
gelecek zaman olduğu vakitte dahî mevcuttur. Meselâ, ikisinden biri : «Beni
tezvîc eyle» deyip, diğeri de «Seni tezvîc eyledim» demek gibi. Çünkü «beni
tezvîc eyle» sözü, vekîl etmek (tevkil) dir ve başkasının yerine geçirmek
(inâbet) tir. «Seni tezvîc eyledim» sözü, onun emrini yerine getirmektir. İmdi
bununla nikâh kıyılmış olur. Çünkü musannif, «beni tezvîc eyle» lafzını akdin
yarısî. kabul etmiş ve şârih de bu hususta ona uymuştur. Ondan sonra, «beni
tezvîc eyle» lafzını tevkil ve inâbet yapmıştır.
Bundan daha tuhaftır
ki, Hidâye sahibi, bu ince fikir üzere uyarmış İken, bu faziletli zevat bunu
nasıl anlamadılar.
«Doğruyu ilham eden
Allah'a hamd olsun. Dönülecek ve geri gidilecek olan O'dur.» ,
İstikbâlden, müzârîye
delâlet eden sözler de kasd edilebilir. Nitekim Mi'râcu'd-Dirâye'de, Şeyh
Hamîdü'd-Din' (Rh.A.) den şöyle dediği nakledilmiştir:
Müstakbel ve mâzî ile nikâhın kıyılmasının benzeri, erkeğin «Ben seni tezevvüc
ederim» yani seninle evlenirim, demesi, kadının da, «Ben kendimi sana tezvîc
eyledim» demesidir. Bununla nikâh sahîh olur. Her ne kadar iki âkidin her biri
zikredilen lafızların ma'nâ-sım bilmeseler de nikâh sahîh olur.
Fetâvâyı Zahiri yy
e'de denmiştir ki: Bir erkek bir kadını Arabi lafız ile veya ma'uâsım
bilmediği bir lafızla tezevvüc etse, veya kadın o lafızla kendisini tezvîc
etse, eğer ikisi de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bilirlerse, her ne kadar o
lafzın anlamını bilmeseler de, bütün ulemâya göre nikâh sahîh olur. Eğer ikisi
de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bilmezler ise, uygun olan nikâhın kıyılmış
olmasıdır. İmdi bu bilmemek meselesi; talâk, ıtâk, nikâh, tedbîr, hul' ve
hukûkdan ibra, bey' ve temlik meselelerinin hepsinde carîdir. İmdi talâk, ıtâk
ve tedbîr hükümde vâkidir. İmâm Muhammed (Rh.A.) onu «Asi»m ıtâk bahsinde
zikretmiştir. Talâk ve ıtâkda cevâb bilinince, uygun olanı nikâhın dahî onun
gibi olmasıdır. Çünkü lafzın kavramını bilmek ancak kasd için itibâr edilir.
Ciddîsi ve şakası müsâvî olan şeyde bilmek şart kılınmamıştır. Satış (bey1) ve
satışa benzeyen bunun aksidir.
Nikâh, iki âkidin
Fârisî dili ile «Verdin mi ve aldın mı?» sözlerinden sonra «mîm» siz, «verdi ve
aldı» sözleriyle kıyılmış olur. Yani, kadına : «Kendini fülân kimseye karılığa
^zevceliğe) verdin mi?» denilse, kadın da (mîm) siz «verdi» dese, ondan sonra
erkeğe «Kabul eder misin?» denilse, erkek de «mîm» siz, «Kabul etti» dese,
nikâh sahîh olur. Böyle demekle örf câri olduğu için nikâh kıyılmış olur.
el-Mudmarât adlı eserde zikredilmiştir ki: İhtiyaten «mîm» ile «verdim» ve
«kabul ettim» demek gerekir.
Nccmüddîn Nesefî' (Rh.A.)
den rivayet edilmiştir ki: Nesefî (Rh.-A.) uygun olan kadını isteyenin,
«Kendini zevceliğe verir misin?» demesi ve kadının da «Kendimi zevceliğe
verdim.» demesi gerekir, dermiş. Çünkü nikâhın, «zevceliğe» lafzını
zikretmeden kıyılmış olmasında Ulemânın ihtilâfı vardır. Şu halde, meselede oy
birliği olsun diye «zevceliğe veya karılığa» lafzını zikretmeli; gerekir.
Zahire'de böyle zikredilmiştir.
Satmak ve satın almak
gibi. Yâni satıcıya «Satar mısın?» denilse, satıcı da «sattı» dese, ondan
sonra, alıcıya «satın alır mısın?» denilse, alıcı da «satın aldı» dese, her ne
kadar (mîm) ile «Sattım ve satın aldım» demediler ise Üe Örf carî olduğu için
bey' (satış) sahîh olur.
Şahitlerin huzurunda
«Biz karı kocayız» demeleriyle nikâh kıyılmış (mün'akid) olmaz. Keza şâhidler huzurunda bir adam bir kadın için «bu
kadın benim karım (zevcem) dır», dese ve kadın da «bu benim kocam (zevcim) dır»
dese, nikâh olmaz. İmâm Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: Uygun olan cevâbın tafsil
üzere olmasıdır. Eğer erkek geçmiş bir akdi ikrar etse, halbuki ikisi arasında
akd olmasa, bu nikâh olmaz. Eğer kadın, erkeğin kocası olduğunu ikrar etse ve
erkek de o kadının karısı olduğunu ikrar etse, bu nikâh olur. İkisinin bu
sözleri ile ikrarları ikisi arasında yeni nikâhın inşâsı olur. Aslı olmayan
akdi ikrar etmeleri bunun aksinedir. Çünkü o hâlis yalandır.
Teâtî üe de nikâh
mün'akid olmaz. Teâtî: İki taraf îcâb ve kabulden bir şey zikretmeyip belki
mehrden bir miktar üzere anlaşsalar, koca veya vekîli o miktarı gönderip kadın
veya vekili de o miktân alıp kendini teslim etse, nikâh kayılmış olmaz.
Bununla nikâhın
kıyılmış olmamasına seheb, tereleri hiçe saymaktan korumak hususunda titizlik
içindir. Ferçlerin sânına ihtiram için teâtî ile nikâh caiz değildir.
Bu teâtî ile, satış
mün'akid olur.'Çünkü satışda bu ma'nâ yoktur. Bundan dolayı bazıları demiştir
ki: Âdi ve değersiz satışda mün'akid olur, değerli satışda mün'akid olmaz. Yani
teati ile alış - veriş ufak tefek işlerde caiz olur. Kıymetli mallarda olmaz.
Nikâh ancak, nikâh
lafzı ile ve, tezvîc ile ve temlîk-i ayn için konulan lafız ile sahîh olur.
Hibe, temlik, sadaka, satmak ve satın almak gibi. Şu halde nikâh, icâre (kiraya
verme) lafzı ile ve iare (ödünç verme) lafzı ile sahîh olmaz. Çünkü bu ikisi,
halde menfaati temlik için-. dir. İstikbalde değil. Vasiyet lafzı ile de sahîh
olmaz. Çünkü vasiyet ölümden sonra malın temliki içindir.
Gâyetu'İ-Beyân'da
şöyle denmiştir : Bunun sahih olmaması, vasiyet ölümden sonra diye kayd
olunduğu vakittedir. Amma : «Ben kızım fülâneyi senin için şimdi şâhidler
huzurunda vasiyet eyledim» dese ve kızı alacak erkek de^ «kabul ettim» dese,
nikâh olur.
Tatârhâniyye'de
denmiştir ki: Eğer mehr zikrederse temlik için konulan lafzın hepsiyle nikâh
kıyılmış olur. Yani eğer vasiyet eden kimse, mehr zikretti ise, mehr-i müsemmâ
yâcib olur. Eğer mehr zikretmezse niyet ile mün'akid olur. Yani eğer mehr
zikretmediyse mehr-i misi niyet ile vâcib.olur.
İki âkidin her birinin
diğerinin sözünü işitmesi şarttır. Çünkü birbirlerinin sözünü işitmezlerse iki
tarafın rızâları anlaşılmaz. Bu takdirde nikâh kıyılmış olmaz. Daha önce
bildirmiştir ki; nikâh hâzırda yazı ile kıyılmış olmaz. Şu halde birbirlerinin
sözlerini işitmeleri gerekir.
Hür mükellef iki
erkeğin, yani âkil, baliğ iki hürrün veya bir hür mükellef erkek ile iki hür
mükellef kadının, beraberce iki âkidin sözlerini işittikleri halde hâzır
olmaları şarttır.
Bazıları demiştir ki:
İki şahidin hâzır olması şarttır. İki âkidin sözlerini işitmeleri şart
değildir. Sahîh olan kavi, işitmeleridir. Şu halde nikâh iki sağırın huzurunda
kıyılmış olmaz. İki âkidin sözlerini anlamayan, meselâ iki Hindlinin hâzır
olmasıyle de nikâh kıyılmış olmaz. İki sarhoşun huzuru ile, söylenenleri
anlarsa nikâh kıyılmış olur. Velev ki ayıldıktan sonra hatırlamasınlar.
İki şahidin biri
işitse ve diğerine söz tekrariandıkda diğeri işitip, önceki şâhid tekrarlanan
sözü işitınese nikâh sahîh olmaz. Ancak îmanı Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir
rivayette, meclis bîr olursa İstihsânen sahih olur.
Eğer iki şahidin biri sağır
olsa, sağır olmayan şâhid ona işidincc-ye kadar tekrar etse caiz olmaz.
Şayet iki şahidin biri
kocanın sözünü işitse ve diğer şâhid karının sözünü işitse, ondan sonra
tekrariandıkda kocamn sözünü işiten şâhid karnım sözünü ve karının sözünü
işiten şâhid de kocamn sözünü îşit-se. âlimlerin çoğuna göre, caiz ol/naz. Ebü
Suhey! (Rh.A), meclis bir olursa caiz görmüştür.
Musannifin, «iki
âkidin sözü» demesi, Vikâye'nin «zevceynin lafzı» demesinden evlâdır. Çünkü
Vikâye'nin sözü karı - kocanın (zevceynin) vekillerini kapsamaz. O iki şahidin
şâhidlikleri, gerek kâfirin nikâhı için olsun ve gerek Müslümanın nikâhı için
olsun müsavidir,
İki şahidin, Müslüman
kadının nikâhı için Müslüman olmaları şarttır. Çünkü kâfirin Müslüman için
şahitlik etmesi caiz değildir. Gerekse o şâhidler fâsık olslın veya hadd-i
kazf cezası yemiş olsunlar veya a'mâ veya karı -kocanın oğullan veya karı -
kocadan birinin iki oğlu olsunlar, caizdir. Çünkü bunların her biri ehl-i
velayettir. Şu halde tahammül yönünden ehl-i şehâdet olurlar.
Ancak şehâdetin edâsının semeresi elden gider, o semerenin kaçmasına da önem
verilmez.
Amma, da'vâcı onların
yakını olursa, yâni kan - kocanın oğullariy-le veya ikisinden birinin iki oğlu
ile, nikâh sabit olmaz. Çünkü yakının (akrabanın) yakma şâhidliği caiz
değildir. Aleyhine şâhidlik ederse caiz olur.
Şayet karı - koca
(zevceyn), kocanın iki oğullan huzurunda nikâh-Iansalar, eğer adam da'vâ ederse
onların şâhidlikleri kabul edilmez. Eğer karı da'vâ ederse şâhidlikleri kabul
edilir. Eğer karının iki oğullarının yanında nikâhlansalar, da'vâcı kadın
olursa oğullarının şâhidlikleri kabul edilmez. Eğer koca dava ederse,
şahitlikleri kabul edilir.
Nitekim Müslümamn,
Zimmiyye kadını iki Zinımî huzurunda - her ne kadar Müslüman inkâr ettikde o
Zimmîlerin şahitlikleri makbul olmazsa da - nikâhı sahîhdir. Çünkü kâfirin
Müslüman aleyhine şâhidliği kabul edilmez. Da'vâcı Müslüman olursa kabul
edilir.
Küçük bir kızın
babası, bir başka kişiye, küçük kızını nikâh etmek için emretse, o kişi de onu
bir erkek veya iki kadın huzurunda nikâh etse, eğer küçük kızın babası o
meclisde hâzır bulunursa nikâh sahih olur. Bulunmazsa sahîh olınaz. Çünkü baba
orada hâzır bulununca, ve-kîlin sözü ona intikâl eder. ve hükmen baba âkid
olur. Vekil o erkek ile beraber veya iki kadın ile beraber iki şâhid olmuş
olur. Meselâ baba gibi ki, bâliğa olan kızını bir erkeğin huzurunda evlendirse,
eğer o meclisde o bâliğa hâzır ise nikâh sahîh olur ve eğer hâzır olmazsa
nikâh sahîh olmaz. İmdi bâliğa sanki âkid ve baba ve o hâzır olan erkek iki
şâhid olurlar.
Erkeğin aslını - ne
kadar yukarı giderse gitsin - tezevvüc etmesi haramdır. Ve ne kadar aşağı
giderse gitsin fer'ini de tezevvüc etmesi haramdır.
Yine erkeğe, kız
kardeşini ye kız kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin tezevvüc
etmesi haramdır.
Teyzesini ve halasım
ve erkek kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin, hangi yönden olursa
olsun tezevvüc etmek haramdır. Fakat amcanın ve halanın, dayının ve teyzenin
kızlarım, tezevvüc yani almak helâldir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Bunlardan başkası
size. helâl kılındı.»
buyurmuştur. Bunlar muharremâtta
(haramlar arasında) zikredilmiş değillerdir.
Cinsî münâsebette
bulunduğu karısının kızı ve cinsî münâsebette bulunmasa bile, karısının anası
ile evlenmek haramdır. Çünkü, tekar-rur etmiş bir kaidedir ki, annelerle cima
etmek kızlarım haram kılar. Kızları nikâh etmek, anneleri haram kılar.
Aslının ne kadar
yukarı giderse gitsin, ve fer'inin ne kadar aşağı giderse gitsin karısını almak
haramdır. Yukarıda zikredilenler ndâ (süt emme) yönünden de haramdır. Yani
asıldan ve fer'den ve başkalarından zikredilen haramlar, ndâ yönünden olsa da
evlenmek haramdır.
Bu bir kaç kısma şâmil
olur. Meselâ : Kızkardeşinin kızı gibi ki ne-seben kız kardeşinin süt kızma ve
süt kız kardeşinin neseben kızma ve üüt kız kardeşinin süt kızına şâmildir.
Zina ettiği kadının
aslını da, ne kadar yukarı giderse gitsin, tezev-vüc edemez, yani evlenmesi
haramdır. Yine erkeğin şehvet ile hailsiz dokunduğu kadinm aslı da haramdır.
Erkeğe şehvetle dokunan kadının aslı ve erkeğin zekerine (erkeklik organına)
bakan kadının aslı da haramdır.
Erkeğin şehvetle,
tercinin dâhiline baktığı kadının aslı da haramdır. Gerekse o erkeğin bakması
camdan olsun ve gerekse kadının içinde bulunduğu sudan olsun aslı haram olur.
Keza zikredilen
kadınların fürûlan da haramdır. Çünkü bize göre, hürmet-i müsâhere zina ile
sabit olur. İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı görüştedir. Fakat kadının ferci dâhiline
bakmak aynadan veya kadının içinde olmadığı sudan yansıma ile olursa o kadının
usûlü ve fürûu haram olmaz. Yâni, erkek kadının ferci dâhiline camdan veya
kadının içinde olduğu sudan bakarsa o kadının aslı ve f'er'i bakana haram
olur. Fakat bakan kimse, kadının ferci dâhiline aynadan veya sudan yansıması
ile bakarsa o kadının aslı ve fer'i bakan kimseye haram olmaz. Kâdinân' (Rh.A.)
in «Fetâvâ» sın da ve «Hulâsa» da böyle zikredilmiştir.
Erkek, karısının
anasını Öpse, şehvet ile öpmediği zahir olmadıkça,' karısı o adama haram olur.
Erkek karısının anasına dokunsa, şehvet ile
dokunduğu bilinmedikçe haram olmaz. Çünkü kadınları öpmek çok kere şehvet ile olur. Sarılmak da öpmek
menzilesindedir. Kâdîhân'- (Rh.A.) in
«Fetâvâ»sında böyle zikredilmiştir.
Dokuz yaşından eksik
olan kız müştehât değildir. Zira dokuz yaşında olan kız hazan müştehât olur ve
bazan müştehât olmaz. Çünkü dokuz yaşında olan kız bedenin büyüklüğü ve
küçüklüğü ile çeşitli olur. Fakat dokuz yaşma varmadan Önce müştehât
olmaz. Fetva bu-nunladır.
Erkeğin zina ettiği
kadının aslı ve benzerleri ile evlenmesi haram olduğu gibi, nikâhda ve iddette
iki kadının cem'i, gerekse o iddet bâ-yin talâkdan olsun haramdır. Bunda İmâm
Şafiî (Rh.A.) ayrı görüştedir.
Yine cima yönünden
mülkü yemin ile iki kadının - ki her hangisi erkek olarak düşünülse diğeri .o
erkeğe helâl olmaz - arasım cenı'etmek yani nikâhı altında bulundurmak
haramdır. Diğer bir ifâde ile o iki kadını bir akd ile veya her birini bir akd
ile nikâhı altında toplamak veya birini diğerinin iddetinde cem' etmek
haramdır. Gerek o iddet, bâ-yiu talâkdan olsun ve gerek ricl talâkdan olsun
müsavidir. Yine iki memlûke câriye ki ikisinden biri erkek farz edilince,
diğeri ona haram olsa, onların ikisi arasını cima yoluyla cem' haramdır. Çünkü
bu şekilde cem etmek, rahim ile ilgiyi (akrabalık bağını) kesmeye götürür.
Çünkü kumalar atasında düşmanlık âdettir.
Bir kadın ile o
kadının Önceki kocasının kızını nikâhı altında toplaması caizdir. Yani kadının
Önceki kocasının başka -karısından hâsıl olan kızı ile bir arada nikâhına almak
caiz olur. Zira kadın ile o kızın arasında neseben ve rtdâen yakınlık yoktur.
Çünkü kocanın kızı erkek farz edilse kocanın oğlu olur. Bu ise haramdır. Fakat
diğer kadın, erkek farz edilse o kadına haram olmaz.
Eğer erkek, cima
ettiği cariyenin kızkardeşini ni katılasa, nikâh sahih olur. Çünkü nikâh ehlinden
sâdır olmuş mahalline izafe edilmiştir. Lâkin nikâh edilenle cima edilenden
birini, kendisine haram kılmadıkça, hiçbiri ile cinsî münâsebette bulunamaz.
Çünkü menkûha (nikahlı) yi cima etse, ikisinin arasını .hakîkaten cima yönünden
cem' etmiş olur. Eğer memlûke (câriye) yi cima ederse hükmen cima etmek
suretiyle ikisinin arasını cemetmiş olur. Çünkü nikâhlı olan hükmen cima
edilmiştir. Şayet memlûke olan câriye, satış ve teslim ile hibe gibi ve i'tâk
ve kitabet gibi sebeblerden bir sebeb- ile erkeğin kendisine haram olsa
menkûhamn cimâı helâl olur. Şayet menkûhayı yânf nikâhlı karısını cimâ'dan önce
boşasa memlûkenin yâni câviyenin ci-mâ'ı helâl olur. Eğer memlûke yâni câriye
cima edilmiş değil ise, ne hakîkaten ve ne hükmen çimâ yönünden cem' olmadığı
için menkûhayı yani nikâhlı kadını cima eder. Eğer erkek iki kız kardeşi iki
akd ile tezevvüc etse.- musannifin iki akd diye kaydına sebeb ; ikisini bir akd
ile tezevvüc edip, iki kız kardeşin arasını c^metmesidir - nikâh bâ^ tıl olur.
İkisi de mehrden bir şeye müstehık olmazlar.
Birinciyi unutsa. Bu
kayda sebeb şudur ki, birinciyi bilirken akd yapsa ikinci nikâh bâtıl olur. O
erkek ile o iki kız kardeşlerin araları ayırılır. Çünkü ikisinden birinin
nikâhı yakînen bâtıl olur ve evleviyet bulunmadığı
için bâtıl olan hangisi olduğunu ta'yine imkân yoktur. Tercih edilecek bir şey
bulunmadıkça tercih bâtıldır. Fayda olmadığı için cehaletle tenfîze de imkân
yoktur. Çünkü, kazayı hacetten başka, ikisinden biriyle faydalanmak mümkün
olmaz. Kocanın, karıya nafaka ve giyim sağlamakda zararı olduğu için ve kadının
muallâka gibi olmasından dolayı terelerde araştırma caiz olmaz. Muallaka:
Kocası kendisinden yüz çevirmiş olan kadındır. Şu halde ayırmak gerektiği
belli olmuştur:
Eğer bu ayırüan iki
kadın mehr isteyip, «Biz önceliği (evveliyye-ti) bilmeyiz,» deseler, onlara
mehrden bir şey verilmez. Ancak iki kadın anlaşırlarsa verilir. Çünkü hak
meçhule (bilinmeyen) içindir.' Şu halde öncelik da'vâsı lâzımdır. Veya kâdînin
onlar hakkında hüküm vermesi için anlaşırlar. Anlaşmanın şekli şöyledir: tki
kadın kâdî huzurunda, «Bizim kocamızda bir mehr hakkımız vardır. Bu hak bizden
öteye geçmez. Yarım mehr almaya ikimiz razı olduk» derler. Bu takdirde kâdî
hüküm verir.
, .
Şayet iki kadının her
biri beyyinesiz öncelik da'vâ ederse, ve koca duhûldan sonra aynldıysa, ikisi
için iki mehrin tamâmı vardır. Çünkü mehr
duhûl ile- müstekar (yerleşmiş) olmuştur. O mehrden bir şey düşmez.
Eğer koca duhûldan
önce ayırıldı ise, mehr-i m üsı:m mâlarının eşitliği katında iki kadın için
mehrin yansı gerekir. Çünkü sonuncu nikâh bâtıldır, mehri gerektirmez.
Birinci nikâh
şahindir. Birinci kadın, cinsî münâsebetten önce ayrılmıştır. Şu halde mehrin
yarısı vâcib olur. Hangisi için olduğu ma'-lûm değildir. Şu halde mehrin yarısı
ikisi arasında yarı yarıya bölüştürülür.
Eğer o iki kadın
mehr-i müsemmâlarmda anlaşamazlarsa, şayet ikisinin de mehr-i müsemmâlanmn
mikdân bilinirse, ikisinden her biri için mehr-i müsemmâsuun dörttebirİ
gerekir. Eğer mehr-i müsem-mâları bilinmezse her biri için iki müsemmânın az
olanının yarısı verilir. Çünkü bu yüzde yüz malûmdur. Eğer o iki kadının
mehrleri tesmiye olunmazsa, ikisi için mut'a-ı vahide (bir mut'a) vardır. Bu,
yarım mehrin yerini tutar. Yine ikisinin bir arada nikâh edilmesi haram olanlardan
diğer muharremler de dahî hüküm zikredilen gibidir;
Bir hak Peygamberi,
kabul edip kitâbiyye olan kadının nikâhı sa-hîh olur. Sâbienin zikrine hacet
yoktur. Çünkü sâbie, eğer kitabiye ise Peygamberi ikrar eder. Bunu söylemek
boşuna olur. Eğer sâbie, kitabiye değil ise yakında onun açıklaması
gelecektir.
Hac veya umre için
ihrama girmiş olan kadının nikâh», gerekse o nikâh bir ihrâmlı erkek için
olsun, şahindir. Çünkü ihram nikâhın sıhhatini menetnıez.
Bir cariyeyi nikâh
etmek, gerek câriye kitâbiyye gerekse o erkek Küı- kadın nikâh etmeye kudretli
olsun, şahindir. İmâm Şafiî (Rh.A.) ikisinde de ayrı görüştedir. Çünkü İmâm
Şafiî (Rh.A.), hür Müslüman için, kitâbiyye olan cariyeyi tezevvüc etmeyi caiz
görmez. Câriye Müslüman olursa, hür kadın ile evlenmeye gücü olmamak şartı ile
cevaz verir.
Hür kadına gücü yetmek
demek, mehriııi ve nafakasını vermeye gücü yetmekle hür kadının nikâhına kadir
olmaktır.
Câriye üzerine hür kadının
nikâhı şahindir. Fakat hür kadın üzerine cariyenin nikâhı, her ne kadar
cariyenin nikâhı hür kadının idde-tinde olsa da, akde mâni olan nikâhın eseri
bakî kaldığı için, sahih değildir.
Hür erkek için, hür
kadınlardan ve cariyelerden ancak dört kadının nikâhı şahindir. Yani hür
erkeğin dörtten fazla kadını nikâhında bulundurması caiz olmaz. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.) :
«Hoşunuza giden
kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.»
âyet-i kerîmesinde açıklamıştır. Şu hâlde aded üzerine tah-sîs, o adam için
daha fazlayı meneder.. İmâm Şâfü' (Rh.A.) ye göre, o kimse ancak bir câriye
daha teeevvüc edebilir.
Köle için hür
kadınlardan ve cariyelerden dördün yansı caizdir. Zinadan hâmile olan kadının,
nikâhı caizdir. Yani onunla evlenmek caizdir. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın:
{(Bunlardan başkası
size helâl kılındı.»
kavl-i şerifi altına girer. Lâkin o kadının çocuğunu doğurmazdan Önce cima
olunması caiz değildir. Çünkü bu, o kadını cima eden kimsenin menisi ile
başkasının ekimi sulanmasın diyedir.
Yoksa zânînin menisine saygı için değildir. Bu hüküm, kadını tezevvüc eden
kimse zânîden başkası olduğu vakittedir. Eğer o kadını tezevvüc ecien kimse
zânînin kendisi olsa, hepsine göre, nikâh sahih olur. Hepsine göre, o kadın
nafakaya müstehak olur. Bütün Fukahâya göre, o kadınla cinsî münâsebette
bulunmak o erkeğe helâl olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Mülkü yemin ile cima
olunmuş cariyenin efendisi onu cima etmekle nikâhı caiz olur. Musannifin,
«mülkü yemîn ile cima olunmuş cariyenin nikâhı» sözüne ümmü veled de dâhil
olur. Ümmü veledin hamli belli olmadıkça nikâh caiz olur. Çünkü cariyenin
döşeği zayıftır. Bunun için cariyenin çocuğu efendisinin sâdece inkârı ile
reddedilmiş olur. Efendinin kendi suyunu (menisini) koruması için o cariyeyi
istibrâ etmesi (temize çıkarması) müstehabdır. Zina ile cima edilmiş olan kadının
nikâhı caizdir. Hattâ bir erkek bir kadını zina eder görse de onu kendisi
tezevvüc etse caiz olur. İmdi o erkeğin o kadını cima etmesi caizdir. İmâm
Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. «Yâni o adamın o kadını cima etmesi caiz
değildir.»
Nikâhı haram kılınmış
olan kadına (muharreme) eklenmiş kadının nikâhı da caiz olur. Bir erkek şayet,
kendisi için haram kılınmış olmakla veya koca sahibi veya putperest olmakla
ikisinden birinin nikâhı helâl olmayan iki kadm ile evlense, o erkek için
diğer kadının nikâhı helâl olur. Helâl olan kadının nikâhı sahîh olur ve
diğerinin nikâhı bâtıl olur. Çünkü iptal eden şey ikisinden birindedir. Şu
halde diğer kadın kalır.
Satış (bey') bunun
aksinedir. Çünkü satılmış olan şeyden başkası şayet satılmış olan şeye (mebî'a)
eklense, satılmış olandan başkasının kabulü satılmış olanın kabulü^, için şart
olur. Şu halde şart fâsiddir. Halbuki fâsîd şart ile satış fâsid olur. Nikâh bunun
aksidir.
Mehrden tesmiye olunan
şeyin hepsi o eklenen kadın içindir. İmâmeyn (Rh.Aleyhimâ), «İkisinin mehr-î
misli üzere taksim edilir,» demişlerdir. Şu halde katılana isabet edeni ona
vermek gerekir, diğerine isabet edeni vermek gerekmez.
Efendinin cariyesini
ve kölenin hanımefendisini nikâh etmesi caiz olmaz. Yani efendinin kendi
-cariyesini nikâh etmesi sahîh olmaz. Gerek o câriye müdebbere, ümmü veled,
mükâtebe veya ortak olsun sahîh olmaz. Kölenin de hamm-efendisini nikâh
etmesi, ikisinin butlanı üzere icrnâ' bulunduğu için sahîh olmaz.
Mecûsiyyenin ve
putperestin nikâhı da sahîh olmaz. Çünkü ınecûsiyye veya putperest kadın
müşriklerdendir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ (C.C.) :«İnanmalarına kadar, Allah'a
eş koşan kadınlarla evlenmeyin.»
buyurmuştur.
Kitabı olmayan ve
yıldıza ibâdet eden sâbieyi de nikâh etmek sa-hîh olmaz. Sâbie'nin
açıklamasında meşâyih ihtilâf etmişlerdir. İmâ-meyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre,
sâbîe puta tapanlardır. Onlar yıldızlara ibâdet ederler. İmâm Ebû'Hanîfe'
(Rh.A,) ye göre, onlar putlara tapıcı değillerdir. Çünkü onların yıldızlara
ta'zîm etmeleri ancak Müslüma-îım Ka'be'ye ta'zîmi gibidir. Eğer Sâbie İmâm
A'zam' (Rh.A.) m teisîr ettiği gibi ise, bi'l-icmâ nikâhı sahîh olur. Çünkü
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Sâbie ehl-i kitâbdir. Bu takdirde yukarıda geçen
şeye dâhil olur. Eğer İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) in teisîr ettiği gibi ise,
bi'1-İcmâ nikahlan sahîh olmaz. Çünkü İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, onlar müşriklerdir.
Bundan dolayı zikredilen şey burada kayd olunmuştur. Keza zikredilen
mecûsiyye, ve senîyye (putperest) ve sâbie'nin mülkü ye-mîn ile cimâları da
caiz olmaz. Çünkü nikâh onların elmaları üzere mahmuldür. Veya biz deriz ki,
nikâh nefy yerinde yâkîdir. Şu halde ci-mâa şâmil olur. Bunu Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir.
Hür erkek için
dördüncü kadının iddeti içinde beşinci kadını ve köle olan erkek için ikinci
kadının iddeti içinde üçüncü kadım nikâh etmek caiz olmaz. Yani eğer hür
erkek, nikâhında olan dört kadının birini bâyin talâk ile boşasa, o boyadığı
kadının iddeti bitinceye kadar, diğer dördüncü kadım tezevvüc* etmek o hür
erkek için caiz olmaz. Bunda İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı göçüştedir. Bunun benzeri,
bir kız karr deşin iddeti içinde diğer kız kardeşin nikâhının cevazıdır.
Karnındaki çocuğun
nesebi zevcinden sabit olan bir hâmile har-biyye kadının nikâhı caiz olmaz.
Dâr-ı harbde hâmile iken esir edilen harbiyye gibi. Yani kocasından dâr-ı
harbde hamlinin nesebi sabit olan bir hâmile harbiyye kadın esîr edilse, esîr
eden kimsenin o harbiyyeyi, çocuğu doğurmadıkca tezevvüc etmesi caiz olmaz.
İmdi o harbiyyenin hamlinin nesebi dâr-ı harbde sabit olmuştur. Nitekim bizim
ülkemizde şâbit olduğu gibi. Şu halde bu ibare kailin «esîr eden kimsenin hâmili
gibi» sözünden daha güzeldir. Çünkü bu ibareden akla gelen, esîr edildikden sonra hamilin husulüdür. Bu ise bâtıldır.
Çünkü bu takdirde neseb sabit olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinden sabit
olan bir hâmile cariyenin nikâhı, o efendi bu cariyenin hamli bendedir diye,
iddia etmekle caiz olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinin tezvîc eylediği
başka kimseden sabit olan bir hâmile cariyenin nikâhı da caiz olmaz. Şüphesiz
bu hamlin efendide olduğu gibi nesebi sabittir.
Mut'a nikâhı da caiz
değildir. Mut'a nikâhı: Bîr erkeğin
bir kadın için, maldan şu kadar şeyle şu kadar müddette ben senden faydalanayım,
demesidîr.
.
Muvakkat nikâh da caiz
olmaz. Yani bu muvakkat nikâh, bir erkeğin bir kadım iki şahidin şehâdetiyle o
güne dek tezevvüc eylemesi gibidir.
Bir kadın bir erkeğin
kendisini tezevvüc ettiğim iddia edip ve iki şâhiu de o erkeğin o kadını
tezevvüc ettiğine şâhidlik edip ve karısı olduğuna hükmedilse, halbuki o erkek
o kadım tezevvüc etmemiş olsa, o erkeğin o kadını cima etmesi helâl olur. O
kadın için bu meselenin aksinde nefsini teınkîn dahî vardır. İmdi bu «aksinde»
sözü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâm EM Yûsuf (Rh.A.) un ilk sözü de budur.
Ebû Yûsuf (Rh.A.) un ikinci kavline göre ki, İmânı Muhammed* (Rh.A.) in kavli
de budur, o erkek için cimâa cevaz yoktur Bu söz İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin de
sözüdür. Çünkü kâdî hüccette yanılmıştır. Zira şâhidler yalancıdır. Nitekim
şâhidlerin köle veya kâfir olduğu belli olsa, hüküm budur.
İmâm Ebû Hanîfe'
(Rh.A.) nin delüi şu rivayettir : Bir adam bir kadın üzerine delil getirip Hz.
Ali' (R.A.) nin (Allah Teâlâ (C.C.) onun yüzünü ağartsın) huzurunda, bu kadın o
adamın karışıdır, diye iki kişi şâhidlik ettiler. Hz. Ali (R.A.) de şâhidlerin
şahâdetiyle hüküm verdi. O kadın Hz. Ali' (R.A.) ye; «Eğer bu adamdan benim
için kurtuluş yok ise, beni ona tezvîc edin (evlendirin),» dedi. Hz. Ali (R.A.)
de «Senin iki şahidin seni evlendirdiler (tezvîc ettiler).» dedi. Eğer nikâh
kıyılmış olmasaydı, o kadının istediği şeyi Hz. Ali (R.A.) yapardı.
Şart ile nikâhın
bağlanması sahih olmaz. Yani bir adam kızı için : «Eğer sen şu eve girersen,
ben seni fülân kimseye tezvîc ettim (evlendirdim).)) deyip ve fülân da, «Ben
de o kızı tezevvüc ettim» demesi gibi. Çünkü, her ne kadar nikâh sahîh olursa
da, ta'lîk sahîh olmaz. Nitekim tekarrur etti ki, şart ile bağlamak (ta'lîk)
sırf ıskatlara mah-sûsdur, talâk ve ıtâk gibi bunlarla yemin edilir. Iskatlar
bunlardan öteye geçmez. Nikâh bunlardan değildir.
Nikâhı gelecekte bir
emre izafe etmek sahîh olmaz. Meselâ bir adamın Muharrem ayında; ben onu
Saferde fülâna tezvîc ettim, deyip ve fülân da ben onu kabul ettim, demesi gibi
ki, nikâh sahîh" olmaz. Yani şart bâtıl olur, nikâh bâtıl olmaz. Ancak o
şart mevcutsa bâtıl olmaz.
Mecmûu'n-Nevâzil adlı
kitâbdan İmâdiyye'de nakledilmiş ki: Şimdi ma'lûnı olan bir şart ile nikâhı
bağlamak caiz olur, ve bu ta'lik değil, hakîki nikâh olur. O bağlama, *bir
kimsenin diğer bir kimseye, sen kızını bana tezvîc eyle demesiyle olur. Diğeri
de, ben o kızı fülân kimseye bundan önce tezvîc ettim, der, kızı isteyen de o
sözü tasdik etmezse, imdi kızın babası, eğer ben bu kızı bundan önce fülân
kimseye tezvîc etmedim ise ben bu kızı sana tezvîc ettim, demesi ve o kimsenin
de kabul ettim, demesiyle olur. Halbuki o babanın bundan önce o kızı tezvîc
etmediği anlaşılsa, bu nikâh kıyılmış olur. Çünkü mevcut şarta nikâhı bağlamak,
gerçekleştirmektir. O nikâh tamamlanmış olur. Bunun tahkiki «Büyü'
Bölümü» nün sonunda gelecektir.