Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

 

 

 

Ricat  Babı 2

İlâ   Babı 4

(Karısına Yaklaşmamak Yemini) 4

Hul'   Babı 6

Zlhâr  BABI. 9

Liân Babı 12

(Karı - Koca Lânetleşmesî) 12

Cimâa  Kadir Olmayan   (Innîn)  Ve  Benzeri Kimseler   Babı 14

İddet Babı 16

İddetin Hükümlerinden Bazıları Şunlardır: 16

Yas   Tutma   (İhdâd)   Hakkında Bir   Fasıl 18

Nesebin   Sübûtu   Bâbı 19

Hıdâne     Babı 22

(Çocuk   Bakımı) 22

Nafaka   Babı 24

Âzâd   Bölümü. 30

(Kölelikten   Kurtulma) 30

Kölenin Bir  Kısmının Âzâdı   Babı 34

 

 

 


Ricat  Babı

 

Ric'at, mevcûd akdin iddet içinde devamını istemektir [1] Yâni kadın iddette bulunduğu müddetçe nikâhın olduğu vech üzere bırakıl­masıdır. Zira nikâh iddette kâimdir Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):

«Onları (kendilerine ric'at ile) iyilikle tutun» [2] buyurmuştur.

Çünkü imsak (tutmak), kâim olan nikâhın dâim olmasını istemek­ten ibarettir. Sona erenin iadesinden ibaret değildir. îmdi ric'atin şer'iy-yeti ve iddetin kalışının şartiyyeti üzere delâlet eder. Zira devam ettir­mek istemek ancak iddet kalıcı olduğu müddetçe gerçekleşir. Çünkü mülk iddette bakîdir, iddetin bitmesinden sonra yok olur.

Daha önce geçtiği üzere: «Ben sana müracaat ettim» demekle, ve­ya kadın ile cima etmek ve daha başka müsâheret hürmeti icâb eden bir şey ile; yârii inzâlsiz şehvetle dokunmakla ve bunun benzeri, mese­lâ Öpmek ve i ercinin dâhiline bakmak gibi şeyler ile ric'at edilmiş olur. Bunu İmâm Şafiî (Rh.A.) benimsemiştir. Çünkü Şafiî' (Rh.A.) ye göre, ric'at ancak söz ile olur. Ona göre, söz ile ric'atten önce cima caiz olmaz. Ricat, üçten azında bir talâkda ve İki talâkda sahih olur. Bu hür kadındadır. Cariyede iki, hür kadında üç gibidir. Bu konu daha önce defalarca geçmişti.

Her ne kadar kadın ric'atten yüz çevirse de ric'at sahih olur. Çünkü kadını tutmak ile emir mutlaktır. Bütün takdirleri kapsar. Yâni itaati ve itaatsizliği içine alır.

Kocanın kadına ric'ati bildirmesi mendûbdur. Çünkü koca ric'ati kadına bildirmezse, çok defa kadın günâha girebilir. Zira kadın kocası kendisine müracaat etmedi zannı ile evlenmiş olur. İddeti de bitmiştir. İkinci koca onunla cima etmiş ve kadın âsî olmuştur. Kadına ric'ati bil­dirmeyi terketmekle onu günâha sokan kocası da günahkâr olur. Lâkin bununla beraber ric'ati bildirmese de ric'at sahih olur. Çünkü ric'at kâimi dâim kılmak istemektir. İnşâ değildir. Koca ric'atiyle kendi hâ-' üs hakkında tasarruf etmiş olur. İnsanın kendi hakkındaki tasarrufu başkasının bilmesine bağlı değildir.

Eğer, «Kadın ric'ati bilmeyince nasıl âsî olur?» diye sorulacak olur­sa, cevaben denir ki: Şayet kadın sormaksızın evlense, tedbirli davran­mayı terk etmiş olur. Şu halde suç işlemiş olur. Çünkü kusur kadın ta­rafından gelmiştir.

Ric'ata şâlıîd göstermek de, ric'ati kadına bildirmek gibi mendûb-dur. Şâhid göstermekle erkek suçianmakdan kurtulur. Çünkü insanlar o kadını mutlak olarak boşanmış bilirler. Erkeğin kadın ile beraber bir arada oturması ile itham olunur* Eğer şâhid gösterilmese de ric'at sa-hîhdir.

Eğer ric'ati kasd etmezse, kadından izinsiz, onun yanına girmemesi de mendûbdür. Yâni kadının yanma girmesini, kadın hazırlansın diye seslenmekle, öksürmekle veya pabuç sesi ile bildirir. Tâ ki bakması he­lâl olmayan yere gözü ilişmiş olmasın. Çünkü kadın bir nevi boşanmış* tır.

Koca iddetten sonra, iddet içinde ric'at iddia etse, eğer kadın ko­cayı tasdik ederse ric'at sahih olur. Çünkü nikâh karı - kocanın birbir* terini tasdikleri ile sabit olur. Şu halde ric'atla haydi haydi sabit olur.

Eğer kocanın ric'at iddiasını kadın yalanlarsa ric'at olmaz. Çünkü koca da'vftcıdır. Onun beyyinesi de yoktur. Ö anda nikâh yapmaya da mâlik değildir. Zira kadın inkarcıdır. İmdi söz inkarcının sözüdür. Ka­dının yemîn etmesi de gerekmez. Nitekim Kitâbu'd-Da'vâ'da gelecektir ki, rk'at yemin istenmeyen şeylerdendir. Nitekim «Ben sana müracaat ettim» sözünde ric'at olmadığı gibi. Yâni «Ben sana müracaat ettim» deyip bununla inşâ murâd ederse, kadın kocasına cevâp vererek «Benim iddetim geçti» derse, ric'at sahîh olmaz. Çünkü bu ric'at iddetin bitmesi hâline tesadüf etmiştir.

Şu vâkidir ki, kadın ihbarda güvenilir kişidir. Sözünün kabul edil­mesi gerekir. Kadın haber verince, bu haber iddetin geçtiğine delâlet eder, İddetin bitme ahvâlinin en yakım kocanın «Ben sana müracaat ettim» sözünün hâlidir. İmdi söz iddetin bitmesine yakın olup ric'at sa­hîh olmaz. Fakat kadın sussa, ondan sonra iddetin bittiğini haber ver­se, bu birincinin aksinedir. Çünkü onda ahvâlin en yakını susma hâli­dir. Şu halde susmaya dönülür.

Bir cariyenin kocasında olduğu gibi ki ö cariyenin kocası iddet bit­tikten sonra kadına ric'at ettiğini bildirdikde cariyenin efendisi o ko­cayı tasdik edip câriye yalanlasa, şüphesiz söz cariyenindir, çünkü ric'atin sıhhati akdin kıyamı üzere bina edilmiştir, İddette ise söz be­ka ve bitme yönünden karınındır. îmdi üzerine bina edilen şey de onun gibidir.

Veya câriye «Benim iddetim geçti.» dedikde kocası ve cariyenin efendisi inkâr etseler, şüphesiz göz cariyeye âiddir. Çünkü câriye kendi durumunu daha iyi bilir.

Şayet kadın iddette, üçüncü hayızdan on günde tenüzlense, iddet bitmiş olur. Her ne kadar kadın gusl etmese de, hattâ hayz kesildikden sonra, yıkanmak mümkün olup ve namaz için tahrime edecek kadar vakit kalsa, o kadar zaman^geçince kadının temizliğine hükmedilir. Çünkü hayz on günden fazla olmaz. Binâenaleyh sadece kan kesilmek­le kadının hayzdan çıktığına kesinlikle hükmederiz. İddet geçmiştir ve ric'at de kesilmiştir.

On günden daha az zamanda hayzdan temizlenme, iddet son bul­muş olmaz. Kadın gusl etmedikçe veya bir namaz vakti geçmedikçe ve­ya teyemmüm ile bir farz veya nafile namaz kılmadıkça, iddet sona er­miş olmaz. Çünkü hayz on günden daha az zamanda kesilecek olsa, ka­nın dönmesi muhtemel olur. Kadının hayzdan çıktığına kesin bilgi hâsıl olmaz. Bu durumda o kadın hayızh sayılır. Çünkü on günden az olursa, yıkanma müddeti hayzdandır. Yıkanma kanın kesilmesini te'kid eder. Namaz vaktinin geçmesi de böyledir. Çünkü namazın vaktinin geçmesi ile namaz zimmetinde borç olur. Bu ise teiniz kadınların hükümlerin-dendir. Zira namaz ancak hayzdan temizlenen kadına burç olur. Şayet temiz oldukdan sonra suya kadir olmasa ve günleri de on günden az olsa, bu sebeble teyemmüm edip namaz kılsa, bu durumda ric'at sona ermiş. olur. Çünkü namazım teyemmüm ile caiz görmekle biz onun te­mizliğine hükmetmiş oluruz.

Kadın, el ve ayak gibi tam bir uzvunu yıkamayı unulsa, koca mü­racaatçı olur. Meselâ parmak gibi bir tam uzuvdan azını unutsa, koca müracaat edemez. Bu istihsâlidir. Tam uzuvda kıyâs ric'atin kalmama­sıdır. Çünkü kadın bedeninin çoğunu yıkamıştır. Bir tam uzuvdan azın­da kıyâs, ric'at hakkı baki kalmakdır. Çünkü cünüblük ve hayzın hük mü bölünme kabul etmeyen şeylerdendir. İstihsâlim vcchi şudur, fark da odur: Bir tam uzuvdan aşağısı az olduğu için su ona ulaştıkdan son­ra çabucak kurur. Bu nedenle suyun ona ulaşmadığı kesinlikle bilin­mez. Bundan dolayı ric'at sona erer. Ric'at ve evlenmede ihtiyatı, ele al­mak bakımından tezevvüc helâl olmaz, dedik. Tam uzuv böyle değildir. Çünkü tam bir uzuv çabucak kuruyamaz ve âdeten ondan gafil olun­maz. Böylelikle bu ikisi birbirinden ayrılırlar.

Bir kimsenin hâmile karısı olup onu cinıâ ettiğini inkâr ederek bo-ş^sa, ardından o kadına müracaat etse, kadın hamilelik müddetinin en azında veya çoğunda bir çocuk doğ ursa, ric'at sahih olur. Yâni bir er­kek hâmile karısını boşayıp ve kadın ile cimâyı inkâr etse, ondan son­ra o kadına müracaat etse, sonra nikâh vaktinden- itibaren hamilelik müddetinden daha azında o kadın çocuk doğursa, adamın ric'ati sahih olur. Onun cimâyı inkârına itibâr edilmez. Çünkü şeriat çocuğu nikâh­tan kabul etmekle, adamı yalanlamıştır. Bu ibare Vîkâye ve Kenz'in ibaresinden daha güzeldir. Çünkü müsamahadan hâlidir. Bunu Sad-ru'ş-Şcrîa (Rh.A.) zikretmiştir*

Bir adamın karısı hami müddetinden daha az veya çok zamanda çocuk doğurup ve talâkdan önce, kadınla cimâmı inkâr ederek boşasa, o adamın ric'ata hakkı vardır. Yâni hami müddetinin azında doğuran karısını cima ettiğini inkârda bulunarak boşasa, müracaat etmesi caiz olur. İnkârına itibar yoktur. Çünkü, yukarıda geçtiği veehle şeriat onu yalanlamıştır.   *

Eğer o adam o kadınla sahih halvet ile başbaşa kalıp ciıuâı inkâr ederse, o kadına ric'atı sahîh olmaz. Çünkü, o cima ettiğini inkâr etmiş, fakat şeriat onu yalanlanmamıştır. Bu durumda o inkârı kencli üzerine hüccet olur.

Eğer koca kadınla beraber sahih halvet yapıp, ommlıı cima ettiğini îhjtâr ettîkden sonra boşarsa; bakılır, şayet boşar da müracaat eder ve kadın iki yıldan daha az zamanda çocuk doğursa, ric'at sahili olur. Çün­kü kadın talâk vaktinden itibaren iki yıldan daha az zamanda çocuk doğurursa, o çocuğun nesebi sabit olur. Çünkü kadın iddetin bittiğini ikrar etmemiştir. Çocuk kadının karnında bu müddet zarfında kalabi­lir. Şu halde, kocayı talâkdan Önce cima etmiş saymak gerekir. Yoksa talâkdan sonra değil. Çünkü kocası eğer talâkdan önce cima etmiş ol­masa, talâkın kendisi ile mülk zail olup talâkdan sonra cima haram olur. İmdi Müslümanın fiilini haramdan korumak gerekir. Şayet talâk­dan Önce cima etmiş sayılırsa, ric'at sahih olur.

Bir kimse karısına «Çocuk doğurduğun zaman boşsun» dese, o da bir çocuk doğurup sonra başka batından bir çocuk doğursa bu ric'attir. İki batın ile murâd: İki doğumun arasında altı ay veya daha çok za­man olmasıdır. Eğer altı aydan daha az olursa bir batından olur.

Ric'atin sübûtuna sebeb; çünkü kadın birinci doğum ile boşan-mışdır. Bundan sonra ikinci doğum kocanın ric'atİne delâlet eder. Tâ ki cima helâl olsun. Ama iki doğum bîr batından olursa, ric'at sabit ol­maz. Çünkü ikinci çocuğun ulûku (ana rahminde kalması) birinci do­ğumdan öncedir.

Koca karısına «Sen her doğurdukça boşsun» dese de, kadın da üç batında üç çocuk doğursa, üç talâk vâki olur. İkinci ve üçüncü çocuk ric'attir. Çünkü kadın birinci çocuk ile boşanmış ve iddet sahibi olmuş­tur. İkinci çocuk ile koca birinci talâk için müracaatçı olur. Çünkü Müslümanın işini iyiye ve doğruluğa hami etmek için iddette vuku bu­lan bir cimâdan ulûk hâsıl olduğu kabul edilir.

Kadın ikinci çocuk ile ikinci ^ez boşanmış olur. Çünkü yemin, «her - dıkça» sözcüğü ile' akd edilmiş ve üçüncü çocuk ile koca ikinci talâkda müracaatçı olmuştur. Nitekim sebebi daha önce geçti. Kadın üçüncü çocuk ile üç talâkla boşanmış olur. Kadın iddetini hayzlarla bekler. Çünkü kadın hayz görenlerden olmakla talâk vaktinden itiba­ren hâmile değildir.

Boşama çeşitlerinden biri olan ric'î talâk, nikâhın aslı kaldığı için chnâi haram kılmaz. Nitekim daha önce geçti. Hattâ koca kadı» ile cima etse, ukr (yâni mehr) a borçlu olmaz. Ukr,, şüphe ile olan cimâın ücretidir. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Kadının cimâı haramdır, ukru öder» demiştir.

Rjc'î talâk ile boşanmış olan kadın, koca ona ric'ate istektensin diye süslenir. Koca kadına ric'at ettiğine dâir şâhid göstermedikçe ka­dın ile beraber yolculuk yapamaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C);

«Onları evlerinden çıkarmayın» [3] buyurmuştur. Bu âyct-i kerime, Allah Teâlâ' (C.C.) nm:

«Kadınları boyadığınız zaman...» [4] k^vl-i şerifinin gelini (şiyâkı) ndeıı dolayı, ric'i talâkdan iddet dolduran kadınlar hakkında nazil ol­muştur.

Talâkın s^rîh (açık) olanı bi'1-icmâ' ric'îdir. Koca üç talâksız bâî-nen boşadığı karısını iddette ve iddetten sonca nikâh eder. Çünkü ma-halliyetin helâlliği bakîdir. Zira helâlliğin ortadan kalkması üç talâka bağlıdır. Helâlliğin zevali üç talâkdan önce yok olur. İddette başkası­nın menedilmesi, nesebe şüphe karışacağmdandır. Halbuki kocanın hakkında neseb şüphesi yoktur.

Koca, eğer kadın hür ise, üç talâk ile boşanmış olanı iddette nikâh edemez. Eğer kadın câriye ise iki talâk ile boşanmış oldukda iddet için­de nikâh edemez. Hattâ hür olsun, câriye olsun kocadan başkası onu nikâh edip cima etmedikçe evlenemez. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.}:

«Eğer erkek, karısını (üçüncü defa) boşarsa ondan sonra kadın baş­ka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona (birinci kocasına) helâl ol-nıaz.» [5] buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmedeki talâkdan murâd, üç kez boşamaktır.

Cariyede iki talâk, hür kadında üç gibidir. Çünkü kölelik, mahaüi-yetin helâlliğini yarıya bölücüdür. Ayette olan nikâh, akde hamledilmistir. Cimâ'ın lüzumu meşhur hadîs ile sabittir. Kilâb üzere ziyâde bu hadîs ile caiz olur. O da useyle (balcjk) hadîsidir. [6] Bu konu usûl kitablarında tahkik olunmuştur. Allah Teâlâ' (C.C.) nın yardımı ve O'nun başarılı kilmasiyle Mirkât Şerhinde ve Telvîh haşiyelerinde biz bunu fazlasiyle açıkladık.

Velev.ki o cima eden başka erkek, mürâhik (bulûğa yaklaşan oğ­lan) olsun, yâni baliğ olmasın. Çünkü mürâhik tahlilde (helâl yapmak­ta) bâiiğ gibidir. Zira şart olan erkeklik organının ferce girmesidir, inzal değildir. Girdirmek ise mürâhikda vardır. Sahih nikâhla cima et­medikçe ve ikinci kocanın iddeti geçmedikçe, birinciye dönemez. Efen­disinin cariyesini cimâı muhallil (helâl yapıcı) değildir. Yâni efendisi cariyesini cima ederse hülle  [7] yapmış olmaz   Çünkü, nikâh mülkü nassan ta'yin edilmiştir. Hülle yapmak şartiyle ikinci kocaya nikahla­mak mekrûhdur. Velev ki kadın, ilk kocaya bununla helâl olsun.

İkinci koca kadına «Ben senin ile hülle etmek için evlendim.», veya kadın veya kadının vekîÜ «Ben sana hülle olmak için vardım.» demekle nikahlanmak mekrûhdur. Fakat eğer ikinci koca ve kadın kalblerhıde hülleyi gizleseler, Amme-i Meşâyihe göre mekruh olmaz.

İkinci koca üç talâkın aşağısını ibtâl eder. Nitekim bir talâk ve iki talâk, üçün hükmünü ibtâl ettiği gibi. Yâni hür bir kadın bir boşama ile veya iki boşama İle boşanmış olsa ve iddeti de geçmiş olsa ve başka koca ile evlenip ondan sonra birinci kocasına gelse üç boşama ile geri döner. îkinci koca hürmet-i hafîfeden üçden aşağısının hükmünü ib­tâl eder. Nitekim hürmet-i galîzadan üçün hükmünü ibtâl ettiği gibi. Bu İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. İmânı Mu ha mm cd (Rh.A.), İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şâür (Rh.A.) ye göre, ikinci koca üçten aşağısını ibtâl etmez. Bu konu dahî adı geçen iki kitâbda yeteri kadar anlatılmıştır.

Üç talâk ile boşanmış olan kadın birinci kocadan ve ikinci kocadan iki iddetin geçtiğini haber verse; müddet de iki iddetin geçmesine yete­cek kadar olsa; ^-yakında iddetin geçmesinin açıklaması iddet babının sonunda gelecektir ki, iddetin geçmesi hayzla olursa ve tasdik edilenin en azı İmâm A'zam* (Rh.A.) a göre iki ay ve İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre otuz dokuz gün olacaktır— birinci koca eğer kadının doğru söyle­diğini zannederse, onu tasdik etmesi caiz olur. Çünkü, bu ya muamelât­tandır zira cima sırasında bud' kıymeti hâizdir. Veya helâllik teallûk et­tiği için diyânattandır. Bunların ikisinde de (gerek muamelâtta ge-t rekse diyânatta) bir kişinin sözü makbuldür. [8]

 

İlâ   Babı

(Karısına Yaklaşmamak Yemini)

 

İlâ lügat yönünden mutlak yemin anlamındadır. Şer'an; îlâ müd­detinde kadın ile cinsî münâsebette bulunmamaya yemindir. [9] Bu ilânın hükmü —eğer koca yeminini yerine getirirse— bir bâîn talâktır ve eğer yeminini bozarsa keffâret ve cezadır.                         

İlânın en az müddeti hür kadın için dört aydır. Câriye için iki ay­dır. En çok müddetinde sınır yoktur. Koca iki ay müddetin daha azma yemin etse, îlâ yoktur, yâni koca karısına «Vallahi ben bana iki ay veya üç ay yaklaşmam» demekle îlâ olmaz.

Kğer koca, «Vallahi ben sana yaklaşmam» veya «Ben sana dürt ay yaklaşmam» dese, birinci yemin sürekli ve ikinci muvakkat yâni sürek­sizdir. Veya koca «Eğer ben sana yakınlık edersem bana haccetmek borç olsun.» veya buna benzer bir şey söylese:. Meselâ: «Oruç tutmak veya sadaka vermek bana borç olsun.» veya «Eğer ben sana yaklaşır­sam sen boşsun»' veya «Eğer ben sana yakın olursam kölem hür olsunu dese, eğer îiâ müddetinde kadına yaklaşırsa, yâni kadınla cinsî münâ­sebette bulunuşa yeminini bozmuş olur. Şayet Allah' (C.C.) in adı ile yaptığı yeminde, yeminini bozarsa keffâret yâcib olur. Allah' (C.C.) dan başkasında yaptığı yeminde ceza vâcib olur ve îlâ da düşer. Eğer kadı­na yaklaşmazsa bir talâk ile bâîn olur. Ve muvakkat yemîn düşer. Çün­kü yemîn dört ay süreli olursa ve kadına da yaklaşmazsa bir talâk ile bâîn olur; yemîn de düşer. Hattâ koca onu nikâh eylese de bundan sonra dört ay yaklaşmasa kadın bâîn olmaz.

Müebbed olan yemîn düşmez. Musannif bunu açıklayıp; «Eğer ko­ca müebbed yeminde kadım ikinci ve üçüncü kez .nikâh etse ve müd­detleri de cünasız geçirse, son ikisi ile kadın bâîn olur.» demiştir. Yâni müebbed yemîn düşmez.        

Şayet koça kadım ikinci kez nikâh etse ve dört ay kadına yaklaş­masa (yâni cinsî münâsebette bulunmasa) kadın ikinci kez bâîn olur. Ondan sonra yine nikâh edip dört ay yaklaşmasa üçüncü kez bâîn olur.

Eğer koca o kadını diğer kocadan sonra _y ine nikâh etse, kadın boş olmaz. Çünkü ilâ kalmamıştır. Şayet koca o kadın ile cima etse, eğer yemîn kadının talâkından başka şey ile yapılmışsa, yemîn bakî olmakla keffârei verir. Eğer talâkı ile yapılmış ise yemîn bakî kalmaz. Nitekim bilirsin ki, üçün tencîzi ta'lîkı ibtâl eder.

Kocanın kadına «Vallahi, ben sana iki ay yaklaşmam ve bu iki ay­dan sonra iki a" daha yaklaşmam.» demesi ilâdır. Çünkü koca iki sözün arasını toplamayı bildiren harfle ceın' etmiştir ve sözünü çoğul lâfzı ile cem' etmiş gibi olmuştur, tmdi müddet gerçekleşmiştir.

Kocanın karısına bir gün sonra; «Vallahi, ben sana iki ay yaklaş­mam ve bu iki aydan sonra iki ay daha yaklaşmam.» demesi ile îlâ ol­maz. Çünkü koca ilk iki ay ile son iki ayın arasını böyle ayırınca ilâ müddeti tamâm olmuş olmaz. O da dört aydır. Keza kocanın karısına;

Vallahi ben sana bir yılda ancak bir gün yaklaşırım.» demesi ile Uâ olmaz. Çünkü müstesna belirsjz bir gündür. Yemîn eden kocanın han­gi gün dilerse o günü müstesna kılmak hakkı vardır. Kocanın yılın günlerinden geçen her günü müstesna kılmağa hakkı vardır. Keza; «Vallâh ben sana bu yılda yaklaşmam, ancak bir gün sana yaklaşırım.» demesi ile îlâ etmiş olmaz. Çünkü kadına yaklaşacağı günlerin hepsini istisna etmiştir. Binâenaleyh ilelebed kadının yasaklanmış olması ta­savvur edilmez. Eğer koca kadına bir gün yaklaştıkda yıldan dört ay veya daha fazla geri kalsa, istisna düşüp müddet bakî kaldığı için îîâ etmiş olur. Çünkü istisna edilen %gün geçince yemîn edene kadın ile cima etmek ancak keffâret ile mümkün oiur.

Keza, yemîn eden kimse Basra'da iken karısı Kûfe'de olduğu halde, .Vallahi ben Kûîe'ye girmem.» demesi îlâ olmaz. Çünkü, bir şey lâzım gelmeksizin kadını Kûfe'den çıkarıp cima etmesi mümkündür.

Kic'î talâk ile boşanmış olan kadın îlâ hakkında, ikisi arasında ka­rı - kocalık bulunduğu için zevce gibidir. Nitekim daha Önce geçti.

Bâîn talâk ile boşanmış olan kadın îlâ hakkında zevce gibi değil­dir. İlâdan sonra nikâh ettiği yabancı kadın da Uâ hakkında zevce gi­bi değildir. Çünkü îlâ bu ikisi hakkında tasavvur olunmaz. Zira ilânın mahalli nass-ı kerîm ile o kocanın kadınlarıdır. Mubâne veya yabancı olan kadın ise onlardan değildir. Binâenaleyh, talâk icâb eden îlâ mün'akid, olmaz. Hattâ koca ilâdan sonra mübâne veya yabancı ile ev-lense îlâ etmiş olmaz. Bunun tahkiki şudur: İlâ, talâk zamanın geç­mesine ta'lîk menzîlesindedir. Şu halde ancak mülkde veya mülke mu-zâf olarak sahîh olur. Nitekim daha önce geçmişti ki; «Eğer ben senin ife evlenirsem, vallahi sana yaklaşmam.» sözünde olduğu gibi. Halbuki mülk bulunmamıştır. Eğer yemîn eden kimse o kadın ile nikâhdan sonra cima etse, yemininden dolayı keffâret verir. Çünkü yemîn, onu bozdukda keffâretin vücûbu hakkında mün'akiddir.                       

îlâ yapan kimse kendisinin veya kadının hastalığından dolayı ve­ya kadının küçük, olmasından yâhûd fercinin bitişik olmasından veya ikisi arasında dört aylık mesafe olmasından dolayı cimâdan âciz olsa, kocanın ilâdan dönmesi, «Ben îlâdarl kadına döndüm» demesi ile olur. Koca âciz iken, eğer ilânın müddeti geçse, bu sözden sonra kadın bo­şanmış olmaz.

Eğer koca îlâ müddetinde cimâa kadir olursa onun ilâdan dönme­si cima etmektir. Çünkü dil ile ilâdan dönmek cima ile dönmenin hale­fidir. Şayet bedel ile amaç hâsıl olmazdan önce asi üzere kadir olsa, bedel bâtıl olur. Meselâ; teyemmümlü olan kimsenin suyu gördükde teyemmümü bâtıl olduğu gibi.

Kocanın karısına «Sen bana'haramsın» demesi, eğer tahrîmi niyet ederse veya bir şeye niyet etmezse ilâdır. Çünkü bu söz mücmel (kısa) dir. Mücmeli açıklamak mücmel söyleyene düşer. Eğer koca «Ben bu söz ile kadım haram kılmayı niyet ettim.» veya «Bunun ile ben bir şey murâd eylemedim.» derse, yemîn olur ve bu söz Üe îlâ etmiş olur. Çün­kü helâlin haranı kılınması yemindir. Eğer zıhâra niyet ederse zıhâr olur. Çünkü zıhârda hürmet vardır. Eğer zıhâra niyet etti ise zıhâr sahih olur. Çünkü kocanın sözü ona da muhtemeldir. İmâm Afuham-med' (Rh.A.) e göre, zıhârın rüknü bulunmadığı için zıhâr olmaz. O rükn helâl kılınmış olanı haram kılınmış olana benzetmektir. Eğer ya­lana yemîn etti ise geçersiz olur. Çünkü koca helâl kılınmış olanı ha­ram kılınan ile nitelemiştir. İmdi gerçekten yalan olur. Şayet koca ya­lana niyet etse, tasdik edilir. Koca talâka niyet etse, boşama bâîndir. Üç talâka niyet etti ise talâk üçtür. Bu mes'ele kinayeler konusunda geçmişti. Fetva; her ne kadar niyet etmedi ise de, talâk olmasıdır. O adam örf en niyet etmiş sayılır. Bundan dolayı bu söz ile, yâni, «Sen bana haramsın!» sözü İle ancak erkeklere yemîn ettirilir. Fukahâ bu­nun için demişlerdir ki; eğer talâkdan başkasına niyet etse kazaen tas-dîk edilmez. Şayet bir adamın dört karısı olsa, mesele yine bunun gibi olsa, dörtten her birinin üzerine bir bâîn talâk vâki<olur.

Bazıları demiştir ki: Dört kadından biri boşanmış olur. Kocanın, hangisini kasdettiğini açıklaması gerekir. Bu söz daha açık ve Fıkha daha lâyıktır. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Yine, bir kimsenin «Her helâl olan bana haramdır!» . veya «Sağ elimde her ne varsa bana haramdır!» demesi de böyledir. Yâni her ne kadar o kimse talâka niyet etmedi ise de, fetvaya göre bu talâktır. E-ğer, «Benim sol elimde her ne varsa!» dese, talâk vâki olmaz. Çünkü bu söz insanların âdeti değildir. Eğer «Her ne ki elimde tutarım, ha­ramdır!» dese, talâk olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir. [10]

 

Hul'   Babı

 

Hul' (hı) mn ötüresiyle ve üstünüyle lügat yönünden mutlak su­rette izâle (gidermek) anlamınadır. (Hı) nm Ötüresiyle şer'an, izâle-i mahsûsa (yâni bir çeşit giderme) demektir. [11]

Hul', ekseriyetle (hul') sözcüğü ile mal vererek uikalıdan ayrılmak­tır. «Ekseriyetle hul' sözcüğü ile» denmesinin sebebi; çünkü hul' ba'zan alış - veriş ve emsali ile de yapılır. Nitekim yakında açıklaması gele­cektir.

İhtiyâç duyulduğunda, ınehı- için elverişli olan şeyle bu hul'u yap-makda mahzur yoktur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.): «Kadının (serbest boşanması için) fidye vermesinde ikisine de gü­nâh yoktur.» [12] buyurmuştur. Bir de; kıymeti olan bir mala karşılık teşkil eden şeyin kıymetsiz bir şeye bedel olması evleviyyette kalır. Lâ­kin hur bedeli için elverişli olan şeyin, nikalıda mehr olması vâcib de­ğildir. On dirhemden aşağısı gibi. (Çünkü on dirhemden aşağısı huT bedeline elverişli olur, mehre elverişli olmaz.)

Bu hul' diğer akdler gibi icâb ve kabule muhtâc olur. Hul1 koca tarafından yemindir. Çünkü hul' kadının malı kabulü şartı ile talâkın talikidir. Hattâ kocanın dönmesi karının kabulünden önce sahih Ol­maz. Nitekim yeminden dönmesi sahîh olmadığı gibi.

Karının kabulünden önce kocanın meclisden kalknıasiylc hul' bâ­tıl olmaz. Nitekim yeminde kocanın kalkmasiyle bâtıl olmadığı gibi. Belki kadın meclisden sonra kabul etse de hul' sahîh olur. .

Hul' kadının o meclisinde hâzır olmasına bağlı değildir.. Nitekim yemin kadının meclisde hâzır olmasına bağlı olmadığı gibi. Belki hul' kadının bilmesine bağlı olur. Şayet kadına hul' haberi yetişse, kendi meclisinde onun için kabul hakkı vardır.

Hul'un bir şarta veya bir vaktç bağlanması caizdir. Nitekim yemin­de caiz olduğu gibi.

Koca için muhayyerlik şartı câî? değildir. Nitekim yeminde caiz ol­madığı gibi. Hul' kadın tarafında satış gibidir. Çünkü hul' değiş-tokug (muâvaza) tur. Çünkü kan nefsini teslim almak için mal verir. Hattâ ahkâm tersine dönmüştür. Yâni kocanın hul'u kabulünden önce kadı­nın geri dönmesi caizdir ve kadının öğrendiği meclisden kalkması Ue hul' bâtıl olur ve kocanın hul'u şarta ve vakte bağlaması caiz değildir. Kadın için muhayyerlik şartı caizdir. Nitekim muâvaza ahkâmında ol-auğu gibi.

Âzâd hususunda köle tarafı, talâk hususunda kadının tarafı gibi­dir. Binâenaleyh, atak, köle tarafından muâvaza ve efendi tarafından yemin olur. O âzâd olmayı kölenin kabulü şartına ta'lîk (bağlamak) et­mektir. Binâenaleyh muâvaza ahkâmı köle tarafında müterettib olur, efendi tarafında olmaz.

Hul' bazan alış-veriş, talâk ve mübâree sözleri ile olur. Mubâree, kendi hakkında bert olmak anlamınadir. Yâni koca kadına, «Ben seni bin akçaya hul' ettim!a, «Seni biri akçaya sattım!», «Talâkını bin ak­çaya sattım.» der, yâhûd kadın; «Ben kendimi bin akçaya satın al­dım!», yâhûd «Talâkımı senden bin akçaya satın aldım!» demekle olur. Veya kocanın kadına, «Ben seni bin akçaya boşadım!» veya «Seni bin akçaya mubâraat (senden ayrıldım) eyledim!» demesiyle, ka-dının da «Kabul ettim!» sözüyle olur.

Bazaıı hul' Farsça söz ile de olur. Nitekim erkek karısına; «Ken­dini benden satın aldın mı?» dedikde, kadın da «Satın-aldım!» dese, koca da, «Sattım!» dese, kadın bâîn talâk ile boş olur. Yâni kadına bir bâîn talâk vâki olur. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.

Hul' ile ve mal karşılığı talâk ile bâîn bir taîâjk meydana gelir. Mal karşılığı talâk «Ben seni şu kadar mala karşılık boşadım!» veya «Şu kadar mal ile sen boşsun!» demesidir. Veya kadının kocasına; «Beni şu kadar mala karşılık boşa!» dedikde, koca da «O kadar mala karşılık seni boşadım!» demesidir. tkisi arasında fark şudur: Mala karşılık bo-şamak, ahkâmda hul' menzil esindedir. Ancak şu kadar fark var ki: Hul' bedeli bâtıl olsa, talâk bâîn olarak kalır. Talâkın bedeli bâtıl olsa, ta­lâk ric'î kalır. Muhit'd e böyle zikredilmiştir. Yakında metinde gelecek­tir.

Hul' ve mal karşılığı talâk ile bir talâk-ı bâîn meydana gelir, de­miştik. Çünkü kadın malı ancak kendisini kurtarmak İçin teslim eder. Bu ise ayrılmak (beynûnet) ile olur.

Hul'un talâka ve talâkdan başka şeye ihtimâli olduğu için, hul' kinaye sözlerdendir. Kinayelerde mu'teber olan şeye hul'da da İtibâr edi­lir ve kinayelerde itibâr edilen karineler talâk tarafım tercih eder. Şa­yet koca; «Ben bu söz- ile talâka niyet etmedim.» deyip de bedel zikre­derse, dört suretten hiç birinde talâkı inkârı tasdik edilmez. Belki ta­lâka yorumlanır. Bedel zikretmek niyete hacet bırakmaz.

Eğer bedel zikretmezse, hul' ve mubâreede tasdik edilir, Yâni hul' mubâree yâhûd hul' sözleriyle yapılırsa tasdik olunur. Çünkü bu iki sözcük kinayelerdendir. Şu halde*, niyet veya niyet yerine geçen bir şey lâzımdır. O da bedel zikretmektir. Halbuki niyet ve bedel zikri yoktur.

Satış ve talâk sözcüğünde ikisi de sarili olduğu için koca tasdik edilmez. Kâfi'de de böyle zikredilmiştir. «Satış sözcüğü talâkda sarih değildir» diye buna itiraz edilmiştir. Bu itiraz zahirdir.

Ben derim ki: Satış sözcüğünün zahir (yâni açık ve besbelli) ol­ması ile murâd kesinlikle talâka delâlet ettiği içindir. Öyle ki: Talâk asla ondan ayrılmaz. Bunun sebebi şudur: Satış, yemin mülkünün ze­valini icâb eder. Yemin mülkünün zevali de kesinlikle mut'a mülkü­nün zevalini gerektirir. Bundan dolayı ıtk sözcüğü ile talâk vâki olur. Talâk sözcüğü ile ıtk vâki olmaz. Nitekim daha önce geçti. İmdi sen bunu düşün! Çünkü bu konu incedir ve kabule lâyıktır.

Kocanın kadından hurda bedel alması, eğer geçimsizlik kocadan gelmişse mekruhdur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):

«Bir eşin (zevcenin) yerine başka bir eşi almak isterseniz, birin­cisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın.» [13] bu­yurmuştur.

Bir de; koca, karıyı değiştirmekle onu yalnızlığa ve üzüntüye sok­tuğu için, malı almakla üzüntüsünü art tır manialıdır. Eğer kadın ge­çimsizlik eder de ayrılmak isterse kadına verdiği mehrden fazlasını al­mak mekruhdur. El-Câmiu's-Sagîr'in rivayetine göre, mekruh olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) mutlak olarak:

uKadmm (serbest boşanması için) fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur.»  [14] buyurmuştur.

Koca karısını bul' için zoıiasa, mal lâzım gelmeksizin kadın boşan­mış olur. Çünkü zorlayanın talâkı vâkidir.                                 

Eğer kadının kocasında alacak malı yoksa, mal lâzım gelmeksizin boş olur. Belki kurtulmak için kocasına mal vermeyi iltizâm etmiştir.

Ya da kadının kocasından mehr ve benzeri gibi alacağı mal varsa, ka­dın o mal düşmeksizin boşanmış olur. Yakında açıklaması gelecektir ki, malın lâzım gelmesinde ve düşmesinde rızâ şarttır, zorlamak İse rızâyı yok etmez.

Hul' bedeli kadının elinde helak olsa, yâni kadın kocası ile mal üzerine muhâlaa edip, malı kocasına vermezden önce mal lıelâk olsa yâhûd istihkak edilse; eğer kıymeti olan şeylerden ise, kadının o ma­lın kıymetini vermesi gerekir. Veya o mal misliyyâttan ise mislini ver­mesi gerekir ve hul' bâtıl olmaz. Çünkü hur fesh kabul etmez. Belki muâvazayı gerçekleştirmek için kadının ödemesi vâcib olur.

Koca karısını şarab, domuz, meyte (İaşe) ile veya emsali mal olmayan şey ile İnil' etse veya boşasa, hul'da bâîn bir talâk vâki olur. Başkasında meccânen, yâni bir şeysiz ric'î bir talâk vâki olur. Çünkü vâki olma kabule bağlıdır. Bu da mevcuddur. Bu durumda hurda bâîn bir talâk; talâkda ise ric'î feir talâk vâki olur. Nitekim lâfzın gereği de budur. Biz bunu Muh't'den naklettik. Kadına bir şey vâcİb olmaz. Çünkü kadın kıymeti hâiz bir mal söylemedi ki erkeği aldatmış olsun. Yine İslâm Dîni mâni olduğu için, tesmiye olunan şeyin vâcib olma­sına imkân yoktur. Tesmiye olunandan başkasının vâcib olmasına da imkân yoktur. Çünkü iltizâm etmemiştir. Bu durumda kadın aldatmış olmaz. Elinde bir şeyi olmadığı halde, «Beni şu elimdekine hul' eyle!» demesi gibi. Yâni talâk b'ir şeysiz (meccânen) vâki olur. Çünkü kadın mâl-ı mütekavvim tesmiye etmeyince, o adamı aldatmış olmamıştır. Dönmek ise aldatma ile olur. Burada el (yed) den maksat; hissi eldir. Şayet kadın elinde olana karşılık «Beni hul' eyle!» sözünün üzerine «Şu kadar mala veya şu kadar dirheme» sözlerini ziyâde ederse, (yâni ka­dın elimde olan mal ile veya elimde olan dirhemlerle hul' eyle deyip) halbuki elinde bir şey olmasa, birincide kocasından aldığı mehri geri verir. Veya ikincide kocasına üç dirhem verir ve eğer kadının elinde iki dirhem var ise üç dirhemi tamamlaması emredilir. Eğer kadının elinde üç dirhemden fazla var ise bu paralar kocasının olur. Nihayetle de böyle zikredilmiştir.

Birincide kadının aldığı malı geri vermesinin sebebine gelince; çünkü kadın mal tesmiye ettiğinde koca mülkünün zevaline razı ol­mamış, ancak bir bedel ile razı olmuştur. Müsemmânın ve kıymetinin vâcib olmasına imkân yoktur. Çünkü meçhuldür. Budun kıymetinin vâcib olmasına da İmkân yoktur. —O da mehr-i misidir,— Çünkü ınehr-i misi çıkış hâlinde kıymeti hâiz değildir. Bu durumda kocaya bud'un kendisiyle kâim olduğu şeyin vâcib olması, kocadan zararım def için muayyen olmuştur. İkincide üç dirhemin geri verilmesine se-beb ise; kadının çoğul lâfzı ile tesmiye etmesidir. Çoğulun (cem'in) en azı ise üçtür. Şu halde yakînen bilindiği İçin kadına o üç dirhem vâcib olur. Nitekim dirhemler ile ikrar veya vasiyette olduğu gibi.

Kadın bir kaçak kölesinin borcundan kurtulmak üzere muhâlaa etse, yâni köle bulunmazsa kadına bir şey lâzım gelmemek üzere hul'u kabul etse, kadın o borçdan kurtulmuş olmaz. Belki, eğer teslim etnıe: ye kadir olursa, kadının kaçak kölesinin ayn'ını teslim etmesi gerekir. Eğer köleyi bulmakdan âciz olursa kölenin kıymetini ödemesi gerekir. Çünkü hul' değiş-tokuş (muâvaza) akdidir. Şu halde bedelin selâmeti­ni gerektirir. O kölenin borcundan kurtulmasının şart kılınması fâsid şarttır. îmdl o şart bâtıl olur,.hul' bâtıl olmaz. Çünkü hul' fâsid şart­larla bâtıl olmaz.

Kadın kocasına, «Beni bin.akçayla üç talâk ile boşa!» diye istekde bulunsa, veya «Bin akça karşılığında üç talâk boşa!» dese, koca da ka­dını bir talâk ile boşasa, birinci surette bin akçanın tiçtebiri ile bâîn talâk vâki olur. İkinci surette bir şeysiz ı-ic'î talâk vâki olur. Çünkü kadın «Beni bin akçayla boşa!» deyince, o bin akça üç talâk için bedel kılınır. İmdi koca kadım bir talâk ile boşayınca bin akçanın üçtebiri vâcib olur. Çünkü bedelin parçaları bedel kılınan şeyin parçalarına ay­rılır. Ama kadın, «Beni bin akçaya karşılık (veya akça ile) üç talâk ile boşa!» dese, bu durumda (alâ) lâfzı İmâm A'zam* (Rh.A.) a görç, şart için kılınır ve talâkın şarta ta'lîkı şahindir. Şartın cüzleri meş­rutun cüzlerine taksim edilmez. Bu durumda bir şeysiz ric'î bir talâk vâki olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, bin akçanın üçtebiri ile bâin bir talâk vâki olur. Çünkü tmâjneyn (Rh. Aleyhimâ) (alâ) lâfzını (bâ) anlamına karşılık alırlar. Nitekim kölenin satıcısı, «Ben köleyi bin akça ile sattım!» veya «Ben köleyi bin akçaya karşılık sattım!» dedik-de (alâ)nm (bâ) anlamına geldiği gibi.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Satiş'ın şarta bağlanması sa­hih olmaz. Binâenaleyh, bizzarûre bedel üzere yorumlanır. Talâkda ise şarta ta'lÜtı sahih olduğu için zaruret yoktur.

Koca karısına; «Kendini bin akça ile veya bin akçaya karşılık üç. talâk boşa!» dedikde kadın kendisini bir talâk ile boşasa, bir şey vâki olmaz. Çünkü koca kadından ayrılmaya ancak bin akçanın tamâmı kendisine teslim edilmek şartıyla razı olmuştur. Fakat kadının koca­sına «Benî bin akça ile üç talâk boşa!» demesi bunun gibi değildir. Çün­kü kadın ayrılmak için bin akçayı vermeye razı olunca, bin akçanın bir kısmını vermeye razı olması evleviyyette kalır.

Kocanın karısına «Sen bin âkça ile boşsun!» veya «bin akçaya kar­şı boşsun!» demesiyle kadın da kabul etse, kadın bâîn bir talâk He boş olur ve kadına bin akça lâzım gelir. Çünkü mübadeledir veya ta'lîkdır.

İmdi iki bedelin selâmetini veya şartın bulunmasını gerektirir.

Koca karısına «Sen boşsun ve üzerinde bin akça vardır!» veya adam kölesine «Sen hürsün ve Ü2erinde bin akça vardır!» dese, kadın boşanmış ve köle de hür olur. Meccânen yâni bir şey vermeksizin vâki olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kadın ve köle gerek kabul etsinler ve gerekse kabul etmesinler müsavidir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) de­mişlerdir ki; kadınla kölenin her birine kabul ettikleri surette bin ak­çayı vermek lâzım gelir. Boşama ve âzâd olma kabûlsüz vâki olmaz. Çünkü bii söz değiş-tokuş (muâvaza) için kullanılır. «Sen bu metaı götür, senin için bende bin dirhem vardır.» derler. Bu söz Arabın (dirhemle) sözü yerinedir. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: «Sende (veya senin üzerinde) bin vardır.» sözü tam cümledir ve kendinden öncesine bağlantısı yoktur. Ancak hâlin delâleti ile bağlanır. Çünkü onda asi olan bağımsızlıktır. Burada delâlet de. yoktur. Çünkü talâk ve- atak maldan ayrılırlar. Satış ve kira böyle değildir. Çünkü bunlar malsız olmazlar.

Koca karısına; «Ben seni dünkü gün. bin akça üzerine (bin akça­ya, karşılık) boşadım, kabul etmedin!» dedikde, kadın «Kabul ettim!» dese, süz kocanındır. Bir kimse bir başka kimseye «Ben sana dünkü gün bu kqleyi bin akça ile sattım, kabul etmedin!» dedikde alıcı da «Kabul ettira!» dese, söz alıcınındır. Bu iki suretin arasında fark ŞU-dur: Şüphesiz mal ile boşama koca tarafından yemindir ve kabul, ye­mini bozmanın şartıdır. İmdi yemuı, kadın kabul etmeksizin tamâm olur. Yemini ikrar huni s olmak şartım ikrar değildir. Çünkü şartsız yemin şahindir. İmdi söz kocanın sözü olmuştur. Çünkü, kan - koca şartın varlığında ihtilâf etseler, söz kocanındır. Zira koca inkarcıdır. Satış ise icab ve" kabuldür. İkisinden biri diğeri olmaksızın sahîh_ ola­maz. Satışı ikrar satışı tamamlaman şeyi ikrar sayılır. Onu inkâr edin­ce ikrar ettiği şeyden dönmüş olur ve tasdik edilmez. Hul' ve mübâree, — mübâree hemzenin fethiyle karı - kocadan her birinin, diğerinin zim­metini, üzerine da'vâdan berî kılması anlammadır. — karı - kocadan her birinin diğeri üzerinde nikâha müteallik olan her hakkını düşürür. Mehr misâli gibi ki, gerek teslim alınmış; gerekse alınmamış olsun, gerek cimâ'dan Önce, gerek sonra olsun müsavidir. Geçmiş nafaka da böyledir, tddet nafakası ise ancak zikredilirse sakıt olur. Musannifin, «nikâh» ile kaydına sebeb; çünkü nikâha müteallik olmayan hak hul' ve mübâree ile düşmez. Meselâ, karz ve kocasından-satın aldığı şeyin bedeli ve bunların benzerleri gibi/                             .

Baba, küçük kızını, onun malı veya mehri ile hul' etse, o kız bo­şanmış olur. Ona mal lâzım gelmez ve mehri de sakıt olmaz. Talâkın vukuu, esah olan kavle göre, babanın kabulüne bağlandığı içindir. İm­di, diğer fiillerine bağlanması gibidir. Üzerine mal vâcib olmaması ise hul' bedeli teberru' olup, sabinin malı teberru* kabul etmediği içindir.

Küçük kızın babası hul' bedelini garanti ederek hul' etse, sahih olur. Garanti kelimesi ile küçük kıza kefîl olmak kasdedilmemiştir. Çünkü mal ödemek küçük kıza lâzım değildir. Belki' garanti ile murâd malı ibtidâen iltizâm! etmektir, (yâni üzerine almaktır.) Evet, hul' sa­hih olur ve malı da babasının vermesi gerekir. Çünkü hul' bedelinin yabancıdan şart kılınması şahindir. Babaya şart koşulması eyleviyyetle sahih olur. Mehr düşmez. Çünkü mehr babacın velayeti altına gir­memiştir.                                                                    

Şayet koca hur bedelinin kefaletini küçük kız üzere şart kusa, eğer küçük kız o şartı kabul eder ve kendisi de kabul ehlinden (aklı eriyor­sa) olursa şart bulunduğu için bir şeysiz boşanmış olur. Çünkü küçük

kız, üzerine borç yüklenmeye ehil (ehl-i garâmet) değildir. (Ganimet ödenmesi vâcib olan şeye derler.)

Koca karısına «Ben seni hul' ettim!» deyip mal zikretmese, kadın da kabul etse, icâb ve kabul bulunduğu için, boşanmış olur. Kocanın üzerinde mehr-i müeccel var ise ondan kurtulmuş olur. Eğer kocanın üzerinde mehr-i müeccelden alacağı yok ise mehr-i muaccelden o ka­dına gönderilen şeyi kadın kocaya geri verir. Çünkü, o hul'u kabul edince — hul'un kadın hakkında muâvaza olduğu sabit olmuştur — bedelini üzerine almıştır. Binâenaleyh, imkân ölçüsünde bedelin iti­bârı vâcibdir.

Hasta olan kadının hul'u malın üçte birin d en itibâr olunur. Zira hul' teberrûdur. Çünkü cima hakkı kadının elden çıkışı hâlinde kıy-metûhâiz bir şey değildir. [15]

 

Zıhâr  Babı

 

Zıhâr, lügat yönünden sırt sırta vermek ma'nâsınadır.[16] Çünkü iki şahsnı arasında düşmanlık olsa, İkisinden her biri sırtını (zahnnı) diğerinin sırtına çevirir.

Şer'an, nikâhlı kanamdan talakın izafe edildiği bir yeri gerek ne-seb gerekse süt cihetinden mahremi olan bir kadının bakılması haram olan yerine benzetraekdir. Talâkın izafe edildiği yerden murâd; men-kûhanan bütünüdür veya kendisi ile bütün (kül) ifâde edilen cüzdür. Ya da nikâhlı kadın (menkûha) dan yanm, üçtebir, veya dörttebir gibi bir yaygın cüzdür.

Erkeğin, cariyesine zıhârı sahih olmaz. Emrini almadan nikâh et­tiği, sonra kendisine zıhâr yaptığı, sonra İznini aldığı kadına zıhârı da sahih olmaz.

Zihânn hükmü, nikâhlı karısının cimâ'ının, dokunmak ve öpüşmek gibi cima sebeblerinin zıhâr ve bir de.cimâa azın diye tefsir edilen dönmek için, keffârel verinceye kadar haram olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):                       

«Kadınlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini ge­ri alacaklar (için), birbiriyle temas etmezden önce, bir köle âzâd etmek gerekir.» [17] buyurmuştur.

Ket'fâretİn vâcib olmasının sebebi zıhâr ve dönmek (avd) dir. Çün­kü keffâret ukubet ile ibâdet arasında döner ve keffâretin sebebi de haram ile mubah arasında döner. Hattâ ukubet harama, ibâdet muba­ha taallûk eder.

Keffâret in dönmek d en Önce caiz olmasına sebeb şudur: Çünkü keffâret kadının zâtında sabit olan hürmetin kaldırılması için vâcib-dir. Binâenaleyh bu hürmet sabit olduktan sonra keffâretle kaldırmak için caiz olmuştur. Nitekim «Taharet Bölümü» nde zikretmiştik ki, ta­haret, namazı murâd etmezden önce caiz olur. Halbuki taharet nama­zın sebebidir. Çünkü taharet hadesin kaldırılması için meşru kılınmış­tır. Binâenaleyh hadesin varlığından sonra caiz olmuştur. Bundan do­layı koca, karıyı bâîn bir talâkla boşadıkdan veya irtidâd ile veya ir-tidâddan başkası ile akd bozuldukdan sonra keffâret caiz olur. Çünkü bu zıhâr hürmeti keffâretten, başka, helâl olmak sebeblerinden, mülkü yemîn ve ikinci kocanın cimâı gâbi-şeyler ile yok olmaz.

Kadının, kocasından cima istemek hakkı vardır ve keffâret ve­rinceye kadar kocayı kendisinden faydalanmakdan, men etmesi gere­kir. Kâdi'nin de, kadından zararı savmak için kocayı keffârete zorla­mak yetkisi vardır. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Şayet koca keffâret vermezden önce zıhâr ettiği karısı ile cinsî münâsebette bulunsa, Allah* (C.C.) a istiğfar eder ve zıhâr için yalnız keffâret verir. Yâni kocaya birinci keffâretten başka keffâret vâcib ol­maz. Saîd b. Cübeyr (R.A.), «Kocaya iki keffâret lâzım gelir.» demiştir.

Zıhâr; «Sen bana annemin sırtı gibisin!» veya «Senin başın benim annemin sırtı gibidir!»' demekle, veya bunların benzeri, meselâ; «Senin boynun!», veya« Senin gırtlağın!» gibi bütün bedeni ifâdeye yarayan sözlerle veya «Senin-yarın benim annemin sırtı gibidir!» ve şayi' cüz­den üçtebir, dörttebir gibi sözlerle; veya «Senin yarın veya şayi' cüz'ün-den bir cüz'ün benim annemin karnı gibidir veya uyluğu gibidir!)- de^ inekle veya «Kızkardeşimin sırtı gibidir!» veya «Halamın sırtı gibidir!» veya «Karnı gibidir!» veya «Uyluğu gibidir!» demekle olur. Bu zikre­dilen suretler ve bunların benzerleri, her ne kadar koca, zıhâra niyet etmedi ise de zıhârdır. Çünkü bu suretlerde benzetilen şey, ya kendisi­ne benzetilenin tamâmıdır veya tamâmı ifâde eden uzuvdur. Ya da o külden şayi' cüzdür. Bu, kadın hakkında şarttır. Mahrem tarafın­dan olan şart, kendisine benzetilenin bakılması caiz olmayan uzuv ol­masıdır. Nitekim daha önce zikredildi. Bunların ikisi demevcûddur.

Her ne kadar koca talâka niyet etse de zıhâr talâk değildir, ilâ da değildir. Çünkü Iâfz bunların ikisine de muhtemel değildir.

Kocanm karısına «Sen bana karşı annem gibisin!» veya «Anne­min mislisin!» sözünde, kerametten veya zıhârdan veya talâkdan ko­canın niyet ettiği şey vâki olur. .Çünkü Iâfz zikredilenlerin her birine muhtemel olur. tindi niyetle tercih edilen taayyün eder. Eğer koca bir şeye niyet etmedi ise sözü hükümsüz olur. Çünkü ma'nâlar çelişkili­dir, tercih edecek bir sebeb de yoktur.

Kocanm karısın*, «Sen bana annem gibi haramsın!» demesinde, kocanın zıhârdan veya talâkdan niyet ettiği şey vâki olur. Çünkü Iâfz, zıhâr Ve talâka muhtemel olur. Niyet ile tercih edilen muayyen olarak, vâki olur. «Sen bana, annemin sırtı gibi haramsın!» demesi, her ne kadar talâka veya îlâya niyet etse de, zıhârdır. Çünkü sırtı zikretmek, zıhâr tarafım tercih ettirir.

Koca, kadınlarına; «Siz bana annemin sırtı gibisiniz!» demesiyle kadınlarının hepsine zıhâr etmiş olur. Çünkü koca zıhân kadınlarına muzâf kılmıştır. Nitekim talâkı kadınlarına muzâf kıldıkda her biri için vâki olduğu gibi. Bu takdirde kadınlarından her biri için keffâret vermesi vâcib olur. Keffâret bir köle âzâd etmektir. Eğer köle âzâd et­meye kadir değil ise; iki ay ard arda oruç tutmaktır. Eğer buna da kadir değil ise, altmış fakirin karnını doyurmaktır. Çünkü bu konuda nass vardır. Musannif bu nassı «O, köleyi hür kılmaktır.» sözü ile açıklamıştır. Yâni, keffâret, gerek nıü'min ve gerek kâfir olsun; gerek erkek ve gerek dişi olsun, gerek küçük ve gerek büyük olsun, ken­disinden istifâde tamamen tükenmemiş bir köleyi hür kılmaktır. Yâni, istifâde edilememek keffârete manîdir. Ama kölenin menfaati karışık olsa mâni olmaz. Hattâ gözleri şaşı, ve benzeri köleden keffâret caiz olduğu gibi, sağırdan da caiz olur. Kıyâsa göre; caiz olmamak gerekir. Çünkü menfaat cinsi kalmamıştır. Lâkin Fukahâ caiz olmasını İstihsân etmişlerdir. Çünkü menfaatin- aslı bakîdir. 2irâ, sağıra bağırılsa işidir. Hattâ anadan sağır doğmak gibi hiçbir suretle işitmezse — ki o aynı zamanda dilsizdir— keffâret caiz olmaz. Her ne kadar bu köle âzâdı keffâret niyeti ile yakınını satın almak suretiyle olsa da mâni olmaz. Musannif menfaat cinsinin yok olmasını «a'mâ gibi» demekle açıkla­mıştır. Tek gözlü bunun hüâfmadır.

Aklı başına gelmeyen deli de a'mâ gibidir. Çünkü uzuvlarla intifa ancak akılla olur. Şu halde aklı gelmeyen delinin .faydası yoktur. Ba-zan deli olup bazan aklı başına gelen köle caiz olur. Çünkü akılda ka­rışıklık ve düzensizlik mâni değildir.

İki. eli yâhûd iki başparmağı kesilmiş olan dahî a'mâ gibidir. Çün­kü elleri kesilmiş olan köle bir şey tutamaz. İki baş parmağı kesilmiş olan da böyledir. Çünkü tutmanın kuvveti baş parmakları ile olur. Onların yok olmaları ile tutmak menfaati yok olur.

Veya iki ayağı kesilmiş ZîÖic de a'mâ gibidir. Çünkü bunda da yü­rümek menfaati yoktur. Veya bir tarafdan bir eli ile bir ayağı kesilmiş olan gibi ki bu da zikredilen gibi yürümek menfaatinden mahrumdur. Çünkü bunun yürümesi imkânsızdır.. Bir eli bir taraf dan ve bir ayağı diğer tarafdan kesilmiş olan İse, zikredilenin aksi olup menfaat cinsi yok olmamıştır.

Keffâret olan köle, müdebber veya ünnııü veled de olmamalıdır.

Çünkü, bunlar hürriyete bir cihetle istihkakları olmakla kölelikleri nok­sandır. Veya bedelinin bir kısmım ödeyen mükâteb de olmamalıdır.

Çünkü bunun hür kılınması bedel İle hür kılmaktır. Bunun ile keffâret hâsıl olmaz. Çünkü keffâret ibadettir. Şu halde sırf Allah (C.C.) iğin olması gerekir. Eğer bir bedel ile olursa hâlis (sırf) olmaz. Çünkü bir bedel ile olursa ticâret olur. Eğer bedelinden bir şey vermeyen mükâ­teb olursa, keffâret caiz olur.

Veya ortak olduğu kölenin yarısını zıhârı için âzâd eden zengin, sonra yarısını da ödedikden sonra âzâd etse zıhâr için keffâret olmaz. Çünkü âzâd İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre bölünme kabul eder. Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Kölenin ikinci yarısında noksanlık yer etmiştir. Çünkü o yanda köleliği devam ettirmek imkânsızdır. Bu noksan ortağının mülkünde iken olmuştur. Ondan sonra ödemekle ona nakıs olarak intikâl etmiştir. Binâenaleyh keffâretten sayılması caiz olmaz. Veya keffâret için yarısını âzâd ettiği kölenin, kalan yarısını zıhâr yaptığı karısıyla cima ettikten sonra âzâd ederse köleden keffâret caiz olmaz. Çünkü âzâd etme (i'tâk) İmâm A'zanV (Rh.A.) a gö­re bölünme kabul eder. Me'mûrun bih, yâni ûzâd olma (ıtk) mn şartı ise t imâdan önceki ıtkdır. İmdi' bu yoktur. Çünkü itkin yansı cimâ-dan sonra vâki olmuştur.

Eğer, zıhâr ket tareti lâzım gelen kimse köle âzâd etmek den âciz olursa, içinde Ramazan ve oruç yasak edilmiş günler bulunmayan iki ay ard arda oruç tutar. Vilâ, ard arda demektir. Bu da nass" ile sabittir.

Ramazanın orucu ise Ramazandan başkası nâmına tutulamaz. Şu hal­de Ramazan orucu ile keffâret olmaz. Yasak günlerde oruç tutmakdan nehy olunmuştur. Binâenaleyh o günlerde oruç tutmak nakıs olur. îmdi o eksik oruç ile kâmil vâcib hâsıl olmaz.

Eğer o zıiıar eden kimse, iki ayın içinde bir gün orucunu terk et­se, velev ki hastalık ve yolculuk gibi özür ile olsun veya zıhâr yaptığı karısı ile iki ay içinde geceleyin kasden yâhûd gündüzün unutarak cin­sî münâsebette bulunursa, oruca yeniden başlar. Orucu terlt ederse yeniden başlamasının sebebine gelince, iftar yâni orucu yemekle gün­lerin ard »rda olması kesilmiş olduğu içindir. Bu sakınılması mümkün olan bir özürdür. Çünkü ikisinde de özür bulunmayan iki ay buluna­bilir.

Cinsî münâsebette bulunursa oruca yeniden başlamasına sebeb jsc, zıhâr eden kimseye vâcib olan, orucun cimâdan önce ard arda iki ay olmasıdır. O îki ayın temasdan önce olması zarurî olduğu için, cimâ­dan hâlî olması şarttır. Eğer zıhâr eden kimse, zıhâr ettiği kadından başka kansı ile unutarak cima etse, zarar vermez. Nıhâye'de böyle zik­redilmiştir.                                                                    .

Zıhâr yapan kimse, zıhâr yaptığı karısı ile keffâret için yoksula yemek yedirdiği sırada cima etse, yemek yedirmeye (ıt'âma) yeniden başlamak gerekmez. Çünkü nass-ı kerîm, yemek yedirmek (ıt'âm) hak­kında mutlaktır. Temastan öncesi ile kaydlı değildir. Halbuki temas­tan önce olmak, köle âzâd etme ve oruçda ta'yîn edilmiştir.

. Eğer oruç ile keffâret veren müzahir (zıhârcı) iki aydan sonuncu günün sonunda âzâd etmeye kadir olsa, yâni ikinci ayın son gününde güneşin batmasından önce âzâd etmeye kadir olsa, ona âzâd lâzım ge­lir, oruç İle keffâreti sahih olmaz. Tuttuğu oruç nafile olur. Efdal olan sonuncu günün orucunu tamamlamaktır. Ama sonuncu günü iftar ederse üzerine kaza lâzım gelmez. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Eğer zıhâr keffâreti yapan kimse oruçtan da âciz olursa, zıhâr için ya kendisi veya vekili altmış yoksulu doyurur. Yâni zıhâr yapan kimse bir başka kimseye «Benim nâmıma zıhâr için ifâm ediver!» diye em­redip, o da yemek yediriverse caiz görülür.

Bilmiş ol ki: İfâm veya taam lâfzı ile başlanılan şeyde temlik ve ibâha caiz olur. îtâ ve eda lâfzı ile başlanılanda temlik şart kılınır. İmdi musannif temlik suretini, «Zıhâr için kendisi veya vekili altmış yoksula yemek yedirir.» sözü ile zikretmiştir.

Altmış yoksulun hepsine, yâni her birine fitre miktarı yiyecek, yâ-hûd onun kıymetini verir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre fitre miktarı­nın kıymetini vermek hadîste bildirilmeyen şeylerden caiz olmaz. Ha­dîste bildirilen şeyler: Buğday, buğday unu, kavutu, kuru üzüm, hur­ma ve arpa gibi şeylerdir. Bunlardan başka pirinç, mercimek, darı ve benzerleri gibi yiyeceklerdir. Çünkü hurmadan bir sa'ın dörttebiri şa­yet buğdaydan yarım sa'a veya arpadan bir sa'a kıymette eşit olsa verilmesi caiz olmaz. Meselâ pirinç bunun hilâfınadır. Zira pirinçten çeyrek sa' buğdaydan yarım sa'a, yâhûd arpadan bir sa'a kıymetçe denk gelirse vermesi caizdir. Bu, Câmiu'l-Kebîrin şerhlerinde anlatılan kaideye melmîdir ki, m en sû s diğer mensûsa vekil olamaz.

Ya da bir yoksulu altmış gün doyurmaktır. Yâni yemeğin hepsini bir yoksula altmış günde yedirip. Bu bize göre caizdir. Çünkü gaye yok­sulun ihtiyâcım gidermek ve fakirin karnım doyurmaktır. Bu ise gün­lerin yenilenmesi ile yenilenir. İkinci günde o fakir istihkak sebebinin yenilenmesi ile başka bir yoksul gibi olur.

İki ayın yemek yedirme (ifâm) miktarını bir kişiye bir günde ver­mek caiz olmaz. Ancak her fitre miktarı ifâmı bir kişiye bir günde ver­mek caizdir. Gerek o iki aylık ifâmı bir kişiye bir defada, gerekse bir kaç defada versin müsavidir. Çünkü bir kişi bir günde altmış yoksulun ıf âmini tamâmiyle alamaz. İm4i hacet yenilenmediği için hakikaten ve hükmen farz olan sayı bulunmaz.

Musannif îbâha suretini; «Altmış yoksulu doyursa» sözü ile zikret­miştir. Yâni yedikleri her ne kadar az olsa bile gadâ (kahvaltı) ile —ki o gündüzün yansından önce olan yemektir — ve aşâ (akşam yemeği) ile —ki o gündüzün yarısından'sonra olan yemektir— doyursa veya iki kahvaltı yâhûd iki akşam yemeği vermek suretiyle doyursa, yâhûd bir kahvaltı bir akşam yemeği verse caiz olur.

Fahru'i-tslâm (Rh.A.) demiştir ki: İbâhat yemeği, her yoksul için biri sabah diğeri akşam olmak üzere iki yemektir. İki sabah yemeği caiz olur ve iki akşam yemeği ve bir akşam yemeği ile bir sahur yemeği de böyledir. Doyurmanın en uygun ve en adaletli olanı gündüzün yarısından önce bir defa ve yarısından sonra bir defa olmasıdır. İbâhat ıt'â-mında mu'teber olan doymaktır, miktar değildir. Temlîkde mu'teber olan mikdardır, doymak değildir. Sahur bazan almaya uygun olur. Onun için sabah yemeği yerine geçer, tki yemeğe itibâra sebeb, Allah Teâlâ' (C.C.) mn: «Altmış yoksulu doyulmaktır.» [18] kavl-x şerifidir.

Doyurmakta vâcib olan miktar ortadır ki, o da iki öğün yemektir. Çünkü âdette çok sayılan üç kere, yâni üç öğün yemektir. En azı bir keredir. Ortası iki kere, yâni iki öğün yemektir. Gâyetu'l-Beyân'da böy­le zikredilmiştir.

Doyurmak; ya sadece buğday ekmeği ile yahu d katık bulunmak şartı ile arpa ekmeği ile olur. Çünkü yoksul arpa ekmeğinden hacetini ancak katık İle görür. Buğday ekmeği arpa gibi değildir. Yâni katıksız yenir.

Ya da altmış yoksulun her birini doyurmak yerine; dörttebir sa' [19] buğday, yarım sa' arpa veya yarım sa' hurma veya bir batman buğday ve iki batman hurma veya bir batman arpa vermek caizdir. Çünkü buğdaydan dörttebir sa' ve arpadan veya hurmadan yarım sa', ölçü ile buğdaydan yarım sa'a veya arpadan veya hurmadan bir sa'a ulaşır. Bu zikredilen eşyanın cinsleri bir olunca caiz olur. Çünkü yemek yö­nünden bir cinsdir. İkisinden biri ile diğerini tamamlamak caizdir. Kıymet böyle değildir. Nitekim bunu bilirsin.[20]

Fakat kölenin yansım âzâd edip ve bir ay oruç tutmakla tamam­lamak, ikisi arasında ma'nen ihtilâf olmakla ikisinden birini diğeri ile tamamlamak imkânsız olduğu için caiz olmaz. Çünkü âzâd köleyi kurtarmak için meşrudur. Oruç ise nefsi acıktırmak için meşrudur.

Kıymeti, buğdayın yanm sa'ı kadar olan yarım sa' hurma ile do­yurmak zikredilenin aksinedir. Çünkü bilirsin ki, nassan bildirilen şey-lerçlen biri kıymet itibârı ile Şeriatın takdir ettiğinden daha az olur­sa, onu vermek caiz değildir. Velev ki, diğer nassan bildirilenden kıy­metçe daha çok veya onun kadar olsun.

Altmış yoksuldan her birini iki zıhâr İçin birer sa' buğday ile do­yurmak sahih değildir. Ancak iki zıhânıı biri için sahih olur. Eğer altmış yoksulun her birini birer sa' buğday ile Ramazandan bir gü­nün iftarı için ve bir zıhardan doyurursa her ikisi için sahih olur.

Çünkü niyet, iftar ve zıhâr gibi iki cins ayrı olunca amel eder, İkisi de bir cins olursa amel etmez. Niyet geçersiz olunca bir sa' bir keffâ-ret için uygun olur. Çünkü yarım sa1 miktarların en aşağısıdır. Eda olunan bir sa' bir keffârettîr. İmdi onu iki zıhâr için kılmaya elverişli olmaz. Belki bir zıhâr için uygun olur. Şayet verirken ayırırsa bunun hilâfınadır. Çünkü bir yoksul ikinci verişte başka bir yoksul hükmün­dedir.

Meselâ iki zıhârdan dolayı dört ay oruç tutmak, veya yüzyirmi yoksulu doyurmak veya iki köleyi âzâd etmek gibi. Her ne kadar birer birer ta'yîn etmiş olmasa da sahîhdir. Çünkü cins iki zıhârda birleş­miştir. Şu halde tâyîn vâcib olmaz.

Zıhâr eden kimsenin bir köleyi iki zıhârdan dolayı âzâd etmekti e veya iki ay oruç tutmakda iki zıhârdan hangisini dilerse ta'yîn etmek hakkı vardır. Şayet bir köleyi katiden ve zıhârdan dolayı âzâd etse bi­rinden caiz olmaz. Çünkü bir olan cinsde ta'yînin niyeti hükümsüzdür, ayrı olanda faydalıdır. Niyetin ta'yîni hükümsüz olunca, mutlak niyet bakî kalır. İmdi zıhâr eden kimsenin hangisini dilerse onu ta'yîn et­mesi gerekir. Nitekim başlangıçta â2âdını mutlak yapsa, ta'yîn lâzım geldiği gibi. Bunun izahı şudur: Keffâret eden kimse, şayet Ramazan-K dan iki günün kazasına niyet etse, bir gün için caiz görülür. Eğer kaza ve nezir için veya kaza ve keffâret İçin niyet etse, ikisinden biri için caiz görülmez.

Bîr köle zıhâr etmiş olsa, ancak oruç ile keffâret eder. Yâni iki ay oruç tutar. Onun malı ve mülkü olmadığı.için mal ile keffâret ver­mez.

İmâm Nehâî (Rh.A.); «Cezaya itibâr ile bir ay oruç ile keffâret eder.» demiştir. Çünkü keffâret cezalar gibi men etmek için meşru ol­muştur. Kölenin efendisi, kölenin zıhârmdan dolayı malla keffâret veremez. Yâni kölenin zıhârmdan dolayı âzâd etmek veya yoksulları doyurması caiz değildir. Çünkü köle ehl-İ mülkden değildir. Efendi­sinin temlîki ile ona mâlik olmaz. Keffâret ibâdettir. Başkasının fiili onun fiili olmaz. [21]

 

Liân Babı

(Karı - Koca Lânetleşmesî)

 

Liân, lügat yönünden (la'n) dendir. La'n, kovmak ve uzaklaştır­mak atıl amma dır. [22] Liân denmesine sebeb, erkeğin beşincide kendi-sini lâ'netlediği ve kadının da lâ'netksmeyi gerektiren AUah' (C.C.) m gadabını üzerine kabul ettiği içindir. Liân şeriatta, erkeğin namuslu karısına zina isnâd etmesidir.

Uân şer'an; kocanın hakkında hadd-i kazf [23] yerine geçen la'n ile bir arada yeminlerle te'kîcf edilmiş şehâdetlerdir. Şöyle ki: Kan ko­ca lâ'netleşseler, Jcocadan hadd-i kazf düşer Karı hakkında zina haddi yerine geçer. Şöyle ki: Kan - koca birbirlerine li'ân yapsalar karıdan zina haddi düşer.                                                             

Kocanın hakkında hadd-i kazf yerine geçmesine delil şudur: Hi­lâl b. Ümeyye (R.A.), Resûlüllah* (S.A.V.) a geldi ve dedi ki: Karımdan iki yıl uzak kaldım. Geri döndüğümde Şerîk'i karımın karnı üzerinde zina ederken buldum.

Resûlüllah (S.A.V.):

Var git dört şâhid getir, yoksa senin sırtına dayak (had) vuru­rum, buyurdu.

Hilâl (R.A.):                                                                      ,

  Gözüm ile gürdüm yâ Resûlallah, dedi ve bu sözü tekrar etti. Ondan sonra, ben Allah Teâlâ' (C.C.) dan benim ivin bir çıkar yol halk etmesini dilerim, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ  (C.C.)  şu âyetleri indirdi:

«Karılarına zina isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olma­yanların şâhidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhid tutmasiyle olur.» [24]

İmdi bu gösterir ki: Liân koca tarafından hadd-i kazf yerine ge­çer. Çünkü Hilâl' (R.A.) e kazfinden dolay! had vurulmamıştır. Bun­dan sonra kadın tarafından zina haddi yerine geçtiğine delil şudur: Hilâl (R.A.) karısını Şerîk İbn Sahmâ (R.A.) ile gördüğünde, «Karımın karnının üzerinde Şerîk'i zina ederken buldum.» deyince; Resûlüllah (S.A.V.) buyurmuştur ki:

«Eğer kadın şöyle bir nitelikde kızıl çocuk doğurursa, o çocuk Hi-lâl'e âiddir. Eğer kadın kara ve ^kıvırcık saçlı ve deve gibi iri yaradı­lışlı çocuk doğurursa o Şerîk'e âiddir.»

Çocuk çirkin vasıfla doğdu. Bunun üzerine Resûlüllah, (S.A.V.):

«Eğer yeminler sebkat [25] etmeyeydi benim bu kadınla, görülecek işim vardı.» buyurdu.

Bu hadîs-i şerif kadın tarafından Hânın zina haddi yerine geçtiği­ne işarettir. Mebsût'ta da böyle zikredilmiştir.

Liânın, lânetleşmekden sonraki hükmü; tam ayrılma hâsü oldu­ğu için, kadından cima ve faydalanmanın haram olmasıdır.

Liânın şartı; karı - kocalığın kâim olmasıdır. Hattâ koca karıyı bâîn talâkla veya üç kez boşasa, Hân düşer ve had vâcib olmaz. Açık­laması, inşaallah babın sonunda gelecektir.

Yine Hâıım şartı; nikâhın sahih olmasıdır. Bir kimse namuslu olan karısına, yâni zinadan beıi olup zina île itham edilmeyen karı­sına zina isnâd etse, itham edilen kadının yanında babası belli olma­yan bir çocuğu olsa ve karı - kocanın ikisi de Müslümana şalndlik ya­pabilecek kimselerden olsalar — hattâ iki kâfir arasında liân cereyan etmediği gibi; bir Müslümanla bir kâfir arasında da cereyan etmez. Velev ki; birbirlerine şahîdlik etmeye elverişli olsunlar. Nitekim ya­kında açıklaması gelecektir. — veya namuslu kadının çocuğunu red-detse — «çocuğunu» sözü, hamlini reddetmekten sakınmadır. Nite­kim yakında açıklaması gelecektir. — kadın da kaziin mu'cebini ister­se, liân yapılır. Kaz ü ti mu'cebi haddir, çünkü hadd kadının hakkıdır. Diğer hakları gibi kadının onu istemesi lâzımdır. Bir de; istemek liânın şartındandır. Şayet, kadın namuslu olmasa da'vâ etme hakkı yoktur. Çünkü, şartı yok olmuştur. O da iffettir.

Eğer koca Hândan kaçınırsa lânetleşinceye kadar hapsedilir, veya kendisini yalanlar. Bu takdirde hadd uygulanır. Çünkü liân haddiu halefidir. Eğer halefi yapmasa aslı yapması vâcib olur. Eğer koca Iâ-netleşirse, kan da lânetleşir. Lâkin lanete kocadan başlanır. Çünkü koca müddeîdir, önce ondan delîl 'istenir. Eğer kadın da lânetleşmek-den çekinirse, lânetleşinceye kadar hapsedilir, yâhûd kocasını tasdik eder. Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki; Kudûrî'nin bazı nüshalarında; «Veya kadın kocasını doğrulayıp hadd vuruiur.» denilmiştir ki, bu yanlıştır. Bir kere ikrar etmekle hadd cezası vâcib olmaz Şu halde bir kere tas­dik ile nasıl vâcib olabilir? Halbuki; hadd dört kere tasdik ile vâcib olmaz. Çünkü tasdik kasden ikrar değildir. Binâenaleyh haddin vâcib olması hakkında itibâr olunmaz ama haddin defi hakkında itibâr olu­nur. İmdi o ikrar ile liân def edilip hadd vâcib olmaz. Eğer kadın ko­casını çocuğu red hususunda tasdik etse, bunda hadd ve liân yoktur. O red ve inkâr edilen çocuk, onların çocuğudur. Çünkü neseb Hânla an­cak hükmen kesilir. O da bulunmamıştır ve neseb çocuğun hakkıdır. Onun ibtâlinde ikisi de tasdik edilmezler. Bununla anlaşılır, ki, Sad-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın; «Kadının .çocuğunun nesebi kocadan nefy edi­lir.» sözü doğru değildir.

Koca kâfir, veya köle veya hadd-i kazîf ile cezalandırılmış olduğu ^ için şehâdete elverişli değilse, kadın şehâdete ehil olduğu takdirde kocaya hadd vurulur. Çünkü liân ma'nen koca tarafından imkânsız ol­muştur. Şu halde aslî mucibe gidilir. O da Allah Teâlâ' (C.C.) mn:

«İffetli kadınlara zina isnâd edenler...» [26] âyet-İ kerînıesidir.

Koca kâfir olup karının Müslüman olması tasavvur edilemez. An­cak karı - koca ikisi de kâfir olup kadın İslâm'a geldikde, kâfir olan ko­caya İslâm arz edilmezden önce, İslâm dînini kabul eden karısına kazf etse, ve eğer koca şehâdete elverişli olup, kadın elverişli olmasa; me­selâ, câriye, kâfir, kazf sebebiyle cezalandırılmış, çocuk veya deli olur­sa, yâhûd zâniye olmak suretiyle kendisine zina isnad edene hadd vu-ruîmazsa, kocaya hadd lâzım gelmez. Nitekim o kadım yabancı kazf ettîkde hadd lâzım gelmediği gibi. Kocaya liân da lâzım gelmez. Çün­kü liân haddin halefidir.

Liân, Kur'ân-ı Kerîm'in anlattığı biçimde yapılır. Sözün kısası, ko­ca Önce dört kere: «Eşhedü billahi, ben bu kadına isnad ettiğim zina hususunda doğru söylüyorum.» demesidir: Beşincide; «Eğer bu kadına isnad ettiğim zina hususunda yalancı isem Allah'ın lâ'neti benim üze­rime olsun.» der ve hepsinde kadına işaret ederek söyler. Ondan sonra kadın da, dört defa; «Eşhedü billahi (ben şehâdet ederim ki) bu adam bana isnad ettiği zina hususunda yalancıdır.» demesidir. Beşincide; «Eğer bana isnad ettiği zinada doğru söylüyorsa, Allah'ın gadabı be­nim üzerime olsun.» der.

Çünkü kadınlar lâ'neti sözlerinde çok kullanırlar. Nitekim bu ko­nuda hadis-i şerîf vârid olmuş vje:

«Şüphesiz siz kadmlar çok lâ'net yaparsınız ve kocaya (aşîre) küf­redersiniz.» buyurulmuştur.

Kadınların gözlerinde lâ'netin hürmeti küçüktür. Umulur ki lâ'ne­ti ihtiyar edip de gadabı ihtiyar etmezler.

Kan - koca birbirleri ile lânetleşdikde, kâdî aralarını ayırır. Ayırmazdan Önce ayrılmış olmaz. Hattâ ikisinden biri kâdî ayırmazdan önce ölürse, diğeri ona vâris olur. Şayet bu durumda liâna ehliyet yok olsa, kendisini yalanlamakla veya bir insana kazf edip kendisiine had vurulmakla veya bunların benzeri bir şeyle liâna ehliyet yok olsa, ara­ları ayrılmaz.

Eğer koca karısına kazf etti ise, kâdî çocuğun nesebini reddeder ve o çocuğu anasına ilhak (verir) eder ve kadın bir talâk İle bâîn olur.

Red ve inkârın şartı; çocuğun rahimde kalması, aralannda liân cereyan ederken çocuğun ana rahminde mevcut olmasıdır. Hattâ ço­cuk cariyenin, kâfir bir kadının rahminde kalsa, ondan sonra câriye âzâd edilse veya kâfir kadın İslâm dînine girse reddedilmez ve liân da yapılmaz. Çünkü çocuğun nesebi kesilmesi mümkün olmayacak şekil­de sabit olmuştur. Ondan sonra değiştirilmez.

Eğer koca kendisini yalanlasa, kendisine haddin vâcib olduğunu ikrar ettiği için hadd-i kazf Ue cezalandırılır. Koca had ile cezalandı-nldıkdan sonra, o kadınla evlenmesi caiz olur. Resûlüllah' (Ş.A.V.) in:

«Lâ'netleşenler ebediyyen bir araya gelemezler.» hadîsinin ma'nâ-sı: Karı - koca lâ'netleştikleri müddetçe bir araya gelemezler, demek­tir. Nitekim «Namaz kılan konuşmaz.» denilir ki, bu namazda olduğu müddetçe ma'nâsınadır.

Eğer koca lâ'netlcşdikdcn sonra karısından başkasını kazf etse ve kadına had vurulsa veya kadın zina etse, kocanın o lâ'netleştiği kadın ile evlenmesi caiz oliır. Çünkü kocanın hadd-i kazf ile liâna ehliyeti kalmamıştır. Keza, kadının da zinadan ..sonra liâna ehliyeti , kalma­mıştır. Şu halde onunla evlenmesi caizdir.

Musannifin «veya zina etse» dedikden sonra kadına had cezası uy­gulanır dememesinin sebebi: — Nitekim Hidâye'de ve başkasında Öyle denilmiştir. — Çünkü kadının sâdece zinası, muhsine (evli, nikâhlı) olmasını ortadan kaldırır. Şu halde, haddi zikretmeye hacet kalmamış­tır. Kazf bunun aksinedir. Çünkü had vuruluncaya kadar kazf ile ih­san (evlilik yâhûd nikâhlılık) düşmez.

Fakîh-i Mekkı' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: O şöyle dermiş: Nûn'un teşhîdi ile (Zennet) başkasını zinaya nisbet etti anlammadır ve o nisbet kâzfdir. Bu îzâha göre; haddi zikretmek şart olur. Nitekim bu zikredilmiştir. Artık işkal kalmamıştır.

Dilsizin kazfi ile Hân olmaz. Çünkü liân hadd-i kazf yerine geçer. Dilsizin kazfi ise şüpheden ârî olmaz ve hadler (yâni şer'î cezalar) şüphe ile def edilirler. Her ne kadar kadın, çocuğu en az müddette do-ğursa da, kadının hamlini re'd ile liân olmaz. Çünkü hamlin varlığı hami sırasında biljnmez. Zira; hamlin şişkinlik olması ihtimâli var­dır, tmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Şayet kadın çocuğu en az müddet içinde doğursa, kan-koca (Sen zlnâ ettin ve bu hami o zinadandır) demekle lâ'netieşseler, kocanın hamli red etmesiyle liân vâcib olur.» demişlerdir. Çünkü, koca «Sen zina ettin.» demesiyle açıkça kazf etmiş­tir.

Kâdî hamli red etmez. Yâni hamlin nesebim kâzfedenden reddet­mez. Çünkü, karı-kocanın lâ'netleşmeleri kocanın «Sen zina ettin.» sözü sebebiyle idi. Hamli reddetmesiyle değildi.

Tehnie (doğum tebriki) sırasında çocuğun reddi — tehnie'nin müd­deti âdet yönünden yedi gündür. Nihâye'de de böyle zikredilmiştir. — veya doğum âletinin satın alınması sırasında red sahilidir. Tehnîeden sonra veya doğum âletinin satın alınmasından sonra red sahîh değildir. Çünkü, kocanın tebriHi kabul etmesi veya tebrik sırasında susması; doğum âletini satın alması veya kocanın bu vaktin geçmesi sırasında reddetmeyip susması ikrardır. Zira çocuk ondan olmasa, doğumdan sonra çocuğu reddetmeyip susması helâl olmazdı. Şu halde, sükûttan sonra red sahîh olmaz. Nitekim, açıkça ikrar bulunduğunda red sahîh olmadığı gibi.

İki surette lâ'netleşir. Yâni hem red sahîh olduğu hem de sahîh ol­madığı zaman liân yapılır. Çünkü; çocuğu reddetmekle kazf mevcûd-dur.

Koca ikiz olan iki çocuğun önce doğanını red edip sonra doğanını kabul etse, kocaya had cezası uygulanır. Çünkü ikinci çocuğun da'vâsı ile kendisini yalanlamıştır. İkiz çocuktan murâd; doğumları arasında altı aydan az zaman bulunanlardır. Aksini yaparsa; yâni; birinciyi ka­bul edip ikinciyi red ederse, lâ'netleşir. Çünkü, ikinci çocuğu reddet-: mekle kazf etmiş ve ondan geri dönmemiştir. İffetine ikrar etmek kazf-den önce gelir. Sanki, kadının iffetini ikrar etmiş, ondan sonra zina isnadında bulunmuştur. Meselenin ikisinde de, ikiz çocukların neseb-leri sahilidir. Çünkü, onların ikisi de bir tek meniden yaradılmışlardır. İkisinden birinin nesebinin sabit olmasiyle diğerinin nesebinin sabit olması gerekir.

Kan - kocada Mıı şartlan bir araya gelse, ondan sonra koca ka­dını bir talâk-ı bâîn ile veya üç kere boşasa, liân düşer ve had da vâcib olmaz. Nitekim bilirsin ki: Iiânın şartı kan - kocalığın mevcûd olma­sıdır. Kan - kocalık yok olsa liân da yok olur. Keza, ondan sonra evlen-se, liân ye had gerekmez. Çünkü düşen geri dönmez. Eğer koca, kadını ric'î talâk İle boş^rsa Hân düşmez. Çünkü bilirsin ki, karı - kocalığın aslı bakidir. [27]

 

Cimâa  Kadir Olmayan   (Innîn)  Ve  Benzeri Kimseler   Babı

 

Bu bâb, ınnîıı (yâni cinsî münâsebete gücü olmayan, iktidarsız) ve benzeri ile mecbûb (yâni erkeklik organı kesik) ve hasıyy (yâni hus­yeleri çıkarılmış, hadım) gibilerin hükümleri hakkındadır.

Inntn, mutlaka cimâa gücü yetmeyen kimsedir. Veya dulla cinsî münâsebette bulunup bekârla bulunamayan kimsedir. Veya muayyen bir kadınla cinsi münâsebette bulunamayandır.

Innîn, anne fiilinden alınmıştır. «Unne» de habs olundu, demektir. «Unne» deve ağılma derler. [28]

Kadın, kocasını mecbûb [29] bulsa —mecbûb; erkeklik organı ve husyeler kesilmiş olan kimsedir— eğer kadın ayrılmayı isterse, kâdl aralarını hemen ayınr. Çünkü ayrılma kadının hakkıdır. Te'cîlde, yâni mühlet vermekde fayda yoktur. Fakat ıunin bunun aksidir. Yakında açıklaması gelecektir.

Bu şunu gösterir ki: mecbûb, kadınla cima ettikten sonra mecbûb olsa, kadın için muhayyerlik olmaz. Nitekim cimâdan sonra mnîn olsa muhayyer olmadığı gibi. Bu hususta; kocanın hasta veya küçük olma­sı arasında fark yoktur. Innîn bunun aksinedir ki, küçük çocuğun bu­lûğuna ve hastanın sıhhatine kadar kadın bekler. Çünkü, geçip gitme ihtimâli vardır. Nitekim, kadın küçük oldukda kocanın beklediği gibi. Şöyle ki: Koca mecbûb veya ınnîn olsun, küçük kadının o hâle razı oi-ması ihtimâli olduğu için kadının bulûğuna kadar bekler. Ya da kadın kocasını ınnîn veya yalnız husyeleri kesilmiş bulsa, yâni kocasını ınnîn veya hadım buldukdan sonra, koca karışma cima edemediğini ikrar etse, koca ertelenir. Yâni, kâdî onu te'cîl eder. Kadın gerek bakire ol­sun, gerekse dul olsun sahîh kavle göre, bir Kamerî yıl ertelenir, yâni mühlet verilir.

Bir kamerî yıl oniki aydır. Oniki ayın müddeti; 354 gün ve bir günün üçtebiri ve bir günün ondabirinin üç t eb iri kadardır. İmâm Ha­san* (Rh.A.) in İmâm A'z»m' (Rh.A.) dan rivayetinde, koca bir Şemsî yıl ertelenir. Onun müddeti (Şemsî yıl) güneşin o gün burçtan ayrıldı­ğı noktadan yine o noktaya ulaşıncaya kadar olan zamandır. Bu za­man 365 gün ve günün dörttebiridir. Çünkü hastalık bu kadar zaman­da ekseriyetle yok olur. Zira hastalık, ya soğuğun, ya sıcağın, ya kuru havanın veya rutubetin gâlib olmasiyledir. Yılın mevsimleri bunlara şâmildir. Meselâ; İlkbahar mevsimi sıcak ve rutubetli, Yaz mevsimi sı­cak ve kurudur. Sonbahar mevsimi soğuk ve kuru, Kış mevsimi ise soğuk ve rutubetlidir. Şayet yıl geçip de hastalık geçmezse, hastalığın yaradılışdan olduğu ve geçmeyeceği anlaşılır.

Kocanın ve karının hastalıkları seneye dâhil değildir. Ranıazan-ı şerif ve h^yz günleri bunun aksinedir. Çünkü onlar seneye dâhildir.

Eğer kadının ferci doğuştan kapalı değil ise ertelenir. Kapalı ise, ertelemek fayda vermez. [30] Nitekim kocanın organı kesik (mecbûb) olmasında fayda vermediği gibi. *

Eğer koca erteleme müddetinde cima ederse evlilik devam eder. Eğer cima edemezse ve kadın da ayrılmak isterse, kâdînîn ikisi arasını ayırması ile bâîn olur, ve kâdînin ayırması bâîn talâk olur. Çünkü mak-sad —ki zulmü kadından gidermektir— ric'î talâk ile hâsıl olmaz. Zira ayrılmak. kadının hakkıdır. Eğer koca halvet (başbaşa kalmak) etti ise, ayrılan kadına mehrin hepsini vermesi gerekir. Çünkü ınnîn'hı halveti şahindir. İhtiyat için kadına iddet beklemek de vâcib olur. Eğer karı - koca anlaşmazlığa düşüp kadın cima olmadığını iddia eder, ko­ca inkâr ederse, kadın dul olsun veya bakire olsun, kadınlar ona bakıp araştırdıkta, duldur derler ise, kocaya yemîn ettirilir. Zira, dulluk ka­dınların sözleri ile sabit olur. Kocanın cimâı dulluğun sabit olması za­ruretinden değildir. Çünkü başka bir şey ile bekâretin zail olması ihti­mâli vardır. Şu halde kocaya yemîn ettirilir. Bekâret bunun aksinedir. Çünkü bekâretin sabit olması bizzarûre cimâı nefyeder. İmdi kadınla­rın sözleri ile kadın muhayyer olur. Yâni, kadınlar, bakiredir, dedikle­rinde kadın fi'l-hâl, kalmak ile ayrılmak arasında muhayyer olur. Eğer koca yemîn ederse kadının ayrılma hakkı düşer ve o kocanın karısı olur. Nitekim İcadın nikâh kıyılırken yâhûd nikâhtan sonra kocasını seçtiği zaman hakkı düştüğü gibi. Çünkü kadın kocasını seçince ayrıl­ma isteğinde hakkı bâtıl olur. Zira, iki şeyin arasında muhayyer olan kimse için ancak iki şeyin biri olur. Eğer koca yenıhulen çekinirse, ve­ya kadınlar, kadın bakiredir, derlerse koca bir yıl ertelenir. Eğer bir yıl ertelendikten sonra kan-koca ihtilâfa düşerler de, kadın cima ol­madığım iddia edip, kocası bunu inkâr ederse, hüküm yukarıda zikre­dilen gibidir. Yâni, eğer koca kadını tasdik ederse, kadın muhayyer olur. Eğer inkâr ederse kadınlar o kadına bakarlar, bakiredir, derler­se kadın muhayyer olur. Duldur derlerse, söz yemîn ile kocanındır. Eğer yemîn ederse kadın onun zevcesidir. Lâkin kadın burada muhayyer bı­rakılır. Çünkü zevç orada te'cîl edilmişti Zira orada ertelemekten mak-sad, kadının tahyîri için unnet (yâni cinsî münâsebetten acizlik) hak­kında bilgi hâsıl olması idi. Halbuki burada unnet hakkında bilgi hâsıî olmuştur. Binâenaleyh, kadın muhayyer kılınır. Bundan sonra şayet kadın meclisinden kalksa veya bir şey seçmezden önce kâdînin yardım­cıları onu kaldırsa, kadının muhayyerliği bâtıl olur. Çünkü bu koca­nın muhayyerlik vermesi mesabesindedir. Meclisin ötesine bağlı ol­maz. Belki ayağa kalkmakla bâtıf olur. Eğer kadın ayrılmak isterse, kâdî kocaya «Bâîn talâk ile boşa» diye emir verir. Eğer koca boşamak-dan kaçınırsa kâdî aralarını ayırır. Bâzıları demiştir ki: İlcisi arasın­da ayrılık bizzat kadının ihtiyarı ile vâkî olur. Âzâd olma muhayyerli­ği gibi kâdînin hükmüne hacet olmaz. Eğer araları ayırılsa ve koca ka­dın ile ikinci defa evlense, kocanın hâline razı olduğu için, artık o ka­dına muhayyerlik yoktur. Eğer koca bir başka kadın ile evlense, birin­ci kadın kocanın hâlini bilse el-AsPda zikredildiğine göre: Kocanın cin­sî münâsebetten acizliğini bildiğinden dolayı kadına muhayyerlik yok­tur. Hassâf (Rh.A.) «Kadm için muhayyerlik vardır.» demiştir. Çünkü, o kadınla cinsî münâsebette bulunmakdan acz, ondan başka kadın ile cinsî münâsebetten acze delâlet etmez. Fetva birinci kavle göredir.

Karı - kocadan biri diğerinin aybı ile muhayyer olmaz. Beş ayıbda İmâm Şafiî (Rh.A.) bundan ayn görüştedir. Bunlar delilik, cüzzâm, baras (alaca illeti) ve karndir. Karn; zekerin ferce girmesine mâni olur. Bu şey, ya kalın gudde veya kabarmış ettir, ya da kemiktir. Beşincisi de ratkdır. Ratk, fercin bitişikliğidir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e gö­re, eğer kocada delilik, cüzzâm veya baras olursa, kadın muhayyerdir. Eğer sözü geçen hastalıklar kadında olursa, koca muhayyer olmaz. Çünkü kocanın kendisinden zararı savması boşamakla mümkün olur. Bir cariyenin kocasının ınnîn olduğu meydana çıksa, muhayyerlik cariyenin efendisi içindir. Çünkü hak onundur. Nitekim azlde (meniyi dışarı çıkarmak) olduğu gibi. [31]

 

İddet Babı

 

İddet lügat yönünden ihsâ (saymak) ma'nâsınadır. O şeyi saydım ma'nâsma (Adettü şey'e) derler. Şer'an iddet; kadına lâzım gelen bir bekleme ve duraklamadır. Yakında müddetin açıklaması gelecektir.

Ölüm veya duhûl ile, velev hükmen olsun, sağlamlaştırılmış olan nikâh mülkünün ortadan kalkmasiyle lâzım gelir. Duhûl ile murâd sahîh halvettir. Veya mu'teber firâş (cima) in ortadan kalkmasiyle gereken belli müddettir. «Mu'teber» sözü cima edilmiş olup çocuk do­ğurmayan cariyenin firâşından sakınmadır. Zira onun için iddet yok­tur. Amma, efendisi vefat eden veya âzâd edilen ünımü veled bunun aksinedir, ki yakında açıklaması gelecektir. Bu kayd mutlaka lâzımdır. Fukahâ bunu zikretmemi şlerdir.

Ve bir de; nikâh şüphesiyle cima etmekle lâzım gelen belli müd­dettir. Yakında açıklaması gelecektir. Duhûlden önce vâki olan talâk ile nikâh mülkünün sağlamlaşması bulunmadığı için iddet lâzım gel­mez. [32]

 

İddetin Hükümlerinden Bazıları Şunlardır:

 

Kocasından başkası île evlenmenin caiz olmaması, iddet bekleyen kadının kızkardeşinin nikâhının caiz olmaması, ve kendinden başka dört kadının nikâhının caiz olmasıdır. Nitekirn sebebi daha önce geçti. Çünkü nikâhın aslı bakîdir.

İddette talâkın sahîh olması iddetin ahkâmındandır. Bunun vec-hi daha önce geçti.

Hayz gören hür kadın için talâk ve nikâhı fesh iddeti, üç tam hayz müddetidir. Nikâhı feshetmek, bulûğ muhayyerliği ile ve dengi olmamakla ve kan - kocadan biri diğerinin mülkü olmakla ve kadının ko­casının oğlunu şehvetle öpmesiyle ve karı - kocadan birinin irtidâd et­mesiyle olur. Bunlar île nikâhı feshetme suretinde hür kadın için iddet üç tam hayzdır. Hattâ kadın hayzda boşansa dördüncü hayzın bir kıs­mıyla tamamlamak vâcib olur. Çünkü hayz bölünme kabul etmeyince tamamına itibâr edilir. Nitekim Usûl kitaplarında anlatılmıştır.

Bu iddetln üç hayz ile vâcib olmasına sebeb, Allah Teâlâ' (C.C.) nın:

«Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hâli beklerler.» [33] kavli şerifidir.

Nikâhı fesli, talâk nıa'nâsınadır. Çünkü iddet, nikâha ânz alan ay-nlıkda rahmin çocuktan hâlî olduğunu bilmek için vâcib olmuştur. İm­di, bu talâk ve feshde gerçekleşmiş olur. Keza efendisi ölen veya âzâd edilen üıııraü veled hakkında da iddet üç hayzdır. Çünkü bunların da iddeti hür kadın gibi, eğer hayz görenlerden ise, üç tam hayzdır. Keza, şüphe ile cima edilen kadında da iddet üç tam hayzdır. Nitekim bir kimse karısından başka kadın ile zifaf edilse, halbuki o kimse o kadım bilmeyip kendi karısı zannederek cima etse, şüphe ile cima etmiş olur. Muvakkat nikâh gibi fâsid olan nikâhda cima edilen kadında iddet; ölümde ve aynlıkda yine üç hayzdır. Koca gerek ölsün ve gerekse ikisi arasında ayrılık vâki olsun.

Küçüklükten veya yaşlılıktan dolayı hayz görmeyen veya bulûğu­na yaş ile hükmedilip hayz görmeyen hür kadın hakkında talâkda id­det üç aydır. Çünkü Allah Teâlâ ,(C.C):

«Kadınlarınız içinde ay hâli görmekten kesilenler ile henüz ay hâli görmemiş olanlarda eğer şüphe ederseniz, onların îddet beklemeleri üç aydır.» [34] buyurmuştur.

Eğer kadın cima edildi ise, üç ay iddet bekler. Çünkü yukarda geç­tiği vechle cimâdan önce boşanırsa iddet yoktur.

Bu zikredilen hür kadınlar hakkında ölüm için iddet, mutlaka dört ay ve on gündür. Yâni gerek cima edilmiş olsun, gerekse olmasın mü­savidir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

 ölenlerin bırakmış olduğu karılar kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.» [35] buyurmuştur.

Iiayz gören cariyenin talâk ve fesh için iddeti iki hayzdır. Çünkü Resûl-i Ekrem (S.A.V.) :

«Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki hayzdır» buyurmuştur.

Bir de; kölelik yarüayıcı olup; hayz da bölünme kabul etmediği için hayz tamamlanıp iki hayz olmuştur. *

Hayz görmeyen cariyede talâk ve fesh için iddet birbuçuk aydır ve ölüm için iki ay beş gündür. Nitekim bilirsin ki, kölelik yanlayıcı-dır.

Hâmile olan hür kadında veya cariyede iddet, her ne kadar ölen kocası sabî olsa da, hamilenin çocuğunu doğurmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın:

uGebe olanların iddeti, doğurmaları ile tamamlanır.» [36] kavli şe­rifi mutlak olarak zikredilmiştir.

Sabî olan kocasının ölümünden sonra hâmile olan kadında iddet, ölüm iddetidir. Çünkü o kadın, sabî olan kocasının ölümü vaktinde hâ­mile olmadı ise -de, ölüm iddeli teâyyün etmiştir. Sabinin ölümünden önce ve ondan soma hâmile olan kadının çocuğunda neseb yoktur. Çün­kü sabinin menisi yoktur. Şu halde ondan ulûk (gebe bırakmak) ta­savvur olunmaz. Nikâh, tasavvur edilebilen yerde meninin yerine ge­çer.

Talâk-i bâîıı ile boşunan iâır'm (miras kaçıncının) Karısı için id-det; talâk iddeti ile ölüm iddeiinin en uzun olanıdır. Şayet talâk idde ti bitse —_ ki o meselâ üç hayz olsa — ve ölüm iddeti bilmese, ölüm idde-ti bitinceye kadar mutlaka beklemek ve durmak lâzımdır. Eğer ölüm iddeti sona erip talâk iddeti sona ermese, talâk iddeti bitinceye kadar beklemek gerekir.

Ric'î talâk için, ölüm iddeti vardır. Çünkü ric'î talâk ile boşanıl-mış olan kadın vâris olunca nikâh vefata kadar hükmen devam etmiş sayılır. Çünkü ona mîrâs ancak nikâh ile vardır. Keza iddet hakkın­da da Öyledir. Hattâ evlâdır. Çünkü iddet şüphe ile vâcib olur. Mîrâs şüphe ile vâcib olmaz. İmdi o kadın ric'î talâkla boşanmış gibi olur. Ric'î iddette âzâd edilen câriye hakkında iddet hür kadının iddeti gi­bidir. Çünkü ric'î talâkda nikâh bakîdir; Onun iddetinin hür kadın­ların iddetine intikâl etmesi vâcibdir. Bâîn talâk iddetinde veya Ölüm iddetinde, âzâd edilen câriye hakkında iddet câriye iddeti gibidir. Çün­kü eksik mülkde boşama hür kadınların iddetini gerektirmez. Şu hal­de onun iddeti intikâl etmez.

Hayzdan kesilmiş bir kadın aylarla iddet bekledikten sonra kan görse, iddetine hayzla yeniden başla?. Yâni, kadın hayzdan kesilir de aylarla iddet bekler, sonra eski âdetine göre hayz görürse, geçirdiği id­deti bozulur. îddete yeniden hayzla başlaması îcâb eder. Çünkü kanın dönmesi hayzdan kesilmenin hükmünü ibtâl eder. Sahih olan kavi bu­dur. Bundan anlaşılır ki; hayzdan kesilmek halef olmamıştır. Zira ha­lef olmanın şartı hayzdan kesilmenin gerçekleşmesidir. Bu ise şeyh-i fânî hakkında fidye gibi ölüme kadar aczin devam etmesiyle olur. Bu Szâhtan anlaşüıri ki: Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın ibaresinde olan. «Aylar­la bitmezden önce» sözü kitabın kopyasını çıkaranın yaptığı yanlışlık­tır. Doğrusu «Aylarla iddet bitlikten sonra» dır.

Nitekim, bir hayz "görüp sonra hayzdan kesilen kadın hayzını yeni baştan aylarla bekler. Yâni mu'tedde olan bir kadın bir veya iki hayz görüp ondan sonra kesilse, yâni kanı kesilmiş olsa, ve o kadın hayzdan kesilme yaşında olsa, bedel ile mübdelin bir araya gelmesinden kaçın­mak için aylarla iddet bekler. Hidâye'de böyle zikredilmiştir. Çünkü aylarla iddet beklemek hayzla iddetten bedeldir. Eğer o kadının hayzdan kesilmezden önce gördüğü hayz iddetten sayılmış olsun diye. vakte şâ­mil kılımrsa, memnu olan cem' lâzım gelir.

Sadru'ş-Şeria' (Rh.A.) ya şaşılır ki: Hidâye'nin ibaresi bizim nak­lettiğimiz gibi vâki olmuş iken nasıl olmuş da «Yeniden başlaması müş-kildir» diyebilmiştir. Çünkü o, o kadının iddeti boşama vaktinden iti­baren aylarla olduğu meydana çıkarsa, hayzdan kesilmezden önce gör­düğü hayz da v^kte şâmildir. İmdi vakt olması bakımından iddetten sayılmış olması vâcib olur. Boşanmakla iddet bekleyen kadın şüphe ile eimâ olunsa — bunun açıklaması geçti — o kadın için diğer bir iddet lâzım gelir. Çünkü sebeb yenilenmiştir.

İki iddot birbiri içine girer ve kadının gördüğü her iki iddetten olur. Yâni, iki iddet birbiri içine girince, şüphe ile cimâdan sonra kadı­nın gördüğü hayz her iki iddetten sayılır. Birinci iddet tamam olup ikinci iddet tamamlanmasa ve ikinci iddetin bir kısmı bitse, kadının onu tamamlaması g-erekir. Eğer kadına iki iddet vâcib olursa ya bun­ların ikisi de iki adamdandır, yâhûd bir adamdandır. Bir adamdan olursa, meselâ; karısını üç kere boşayıp «Ben onu benim için helâl sandun.» dese veya kadını kinaye lâfzlarla boşayıp iddeti içinde cima etse, şüphesiz iki iddet birbiri içine girer. Eğer iddetler iki erkekden ve iki cinsden olurlarsa; meselâ, kocası ölmüş olan kadının şüphe ile cima olunması gibi. Nitekim yakında açıklaması gelecektir, Ya da İkisi bir cinsden olursa; meselâ, boşahılmış kadının, iddet içinde evlenip ikinci kocanın cinsî münâsebette bulunması gibi, ki araları ayrıldığın­da bize göre, iki îddet birbiri içine girer. Kadının gördüğü hayz her ikisinden sayılır. Şayet birinci îddet bitip ikinci iddet tamâm olmasa, o kadının ikinci iddeti tamamlaması gerekir. Bunun sureti şudur: İkin­ci cima kadın bir hayz gördükten sonra olursa, ikinci cimâdan sonra onun üç hayz görmesi gerekir. Birinci hayz birinci iddettendir. Ondan sonra olan iki hayz her iki iddetten olur. Birinci iddet tamâm olur. İkinci iddetin tamâm olması için dördüncü bir hayz vâcib olur. Eğer cima, kadın hayz görmezden önce olursa kadına yalnız üç hayzdan başka bir şey lâzım gelmez. Bu üç hayz altı hayz yerine geçer.

Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen kadın şüphe ile cima edilse, aylarla iddet bekler ve o aylar esnasında gördüğü hayzi da he­saba katar. Mebsût'ta denilmiştir ki: Eğer kadın vefat iddetinde evle­nip ikinci koca ile cinsî münâsebette bulunsa, aralan ayrılır. Birinci kocadan beklediği iddeti dört ay ön gün olarak tamamlaması icâb eder. O kadının diğer koca için de üç hayz beklemesi lâzımdır. Ayrıldıktan sonra gördüğü hayz mümkün olduğu kadar birbiri İçine girmeyi tahakkuk ettirmek için vefat iddetinden de sayılır. İdde t in bu şekli, Vi­kaye ve Kenz'de zikredilmemiş tir.

Kadın boşandığım ve ölümü bilmese bile bu iddetlet geçer. Hattâ koca gâib olsa ve kocasının boşadığı haberi üç hayz gördükden sonra ulaşsa veya ölüm haberi dört ay on gün geçtikden sonra ulaşsa; iddeti bitmiş olur. îddetin başlangıcı boşamanın ve ölümün ardından olur. Boşama ve ölümü öğrenmenin ardından olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.), boşanmış ve kocası Ölmüş olan kadına iddeti vâcib kılmıştır. Bu kadınlar boşama ve ölümün ardından iddetle vasıflanırlar. Fâsid ni­kâhın iddetinin başlangıcı kâdînin ayırmasının peşjsıradır. Ya da cimâı terketmeye kocanın azmetmesinin ardısıcadır. Âzm, kocanın «Ben seni terketüm» veya «Yolunu serbest bıraktım» gibi sözleri Ue olur. Yoksa sâdece azm ile olmaz. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir. Kan, «Benim iddetim geçti.» dedikde, koca onu yalanlama, kadına yemin ettirilir. Çünkü yemîni ile söz karınındır. Zira kadın haber verdiği şeyde emîn-dir. Tahkiki «Ric'at Babı» nın sonunda geçmişti.

Bir kimse talâk-ı bâînden id.det bekleyen karısını nikâh, etse, yâni karısını üç talâkdan aşağı bâînle boşayıp sonra iddet içinde tekrar alsa ve cimâdan Önce boşasa tam mehir vermesi vâcib olur, kadının da yeni iddet beklemesi gerekir. Çünkü o kadın ilk cima ile elinde sayılır. Bunun eseri kalmıştır. O da iddettir. Kadın elin­de olduğu hâlde nikâh yenilenince, bu elinde olma keyfiyyeti ni­kâhla vâcib olan teslim alma yerini tutar. Misâli, kendi elindeki gasbe-dileni satın alan gâsıb gibi. İmdi ö gâsıb yalnız akd İle teslim almış olur. Şu halde o talâk cimâdan sonra talâk olur.

İki ülkenin dînen birbirine zıd olması sebebiyle kocasından ayrı­lan esîr kadına iddet yoktur. Çünkü iddet vâcib olması bakımından ancak kul hakkı olarak vâcib olur. H»rbî ise cemâd* (cansız şeyler) a ve hayvanlara mülhaktır. Hattâ temellük için mahal olmuştur. Onun fi-râşına (nikâhına) hürmet yoktur. Ancak hamileye iddet vardır. Çünkü karnında nesebi, sabit çocuk vardır.

Zimmînin boşadığı zimmî kadın için de, şayet iddetin yokluğuna inanırlarsa, iddet yoktur. Çünkü iddet şeriatın hakkı için vâcib ola­maz. Zira o kadın şeriatın hukuku ile muhâtab değildir. Kocanın hak­kı için de vâcib olamaz. Çünkü kocanın İnancına aykırıdır. İmdi biz

onları dinleri ile başbaşa bırakmakla me'mûruz.

Bizim ülkemize Müslüman olduğu halde çıkan harbiyye veya zimm!yye yâhûd müste'mene sonradan İslâmı kabul eder veya zimmîyye olursa yine iddet yoktur. Çünkü Allah Teâiâ (C.C.) kayıtsız şartsu:

«Onlarla evlenmenizde size bir günâh yoktur.»  [37] buyurmuştur.

Yine bilirsin ki, harbî cansızlara ve hayvanlara katılmıştır. Onun firâşına hürmet yoktur. Ancak hâmile olursa iddet bekler. Çünkü bi­lirsin ki, kadının ka'rnında nesebi sabit çocuk vardır. [38]

 

Yas   Tutma   (İhdâd)   Hakkında Bir   Fasıl

 

İhdâd, süslenmeyi ve kokulanmayı terk etmektir. Had ise men* ma'nâsınadır.

Bâînen boşanmış veya kocası ölmüş olan kadın, korunmasına ve rızkının kifayetine sebeb olan nikâh ni'metinin elinden gittiğine üzül­düğünü göstermek için süslenmeyi terk eder ve güzel kokular sürün­mez. Bundan dolayı ric'îyyen boşanmış kadın süsü terk etmez. Çünkü nikâh ni'meti yok olmamıştır ve nikâh bakîdir. Onun için, cima da he­lâl olur. Onun üzerine nikâhlı kadınlar hükmü cereyan eder. Yası büyük olan Müslüman kadınlar tutar. Çünkü yaşı küçük ve kâfir kadın fer't mes'elelerle muhâtab değillerdir.                                                -

Her ne kadar büyük ve Müslüman olan kadın, câriye olsa da, yas tutar. Çünkü o, efendisinin hakkı ibtâl edilmeyen yerde Hukuku Hah ile muhâtabdır. Dışarı çıkmak (hurûc) dan men etmek bunun aksinedir.

Çünkü onda-efendisinin hakkını ibtâl vardır. Kulun hakkı Allah (C.C.) hakkından ileri tutulur. Çünkü kul muhtacdır. Yas zîneti terk etmekle tutulur. Za'ferân ve usfûr ile boyanmış elbise giymek terk edilir. Çün­kü bunlardan güzel koku yayılır. Kına yakmak, güzel koku ve yağ sü­rünmek ve gözlerine sürme çekmek dahî terk edilir. Ancak özürle olur­sa terkedilmez. Çünkü zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar. Âzâd olunduğu İçin iddet bekleyen ümmü veled ile nikah-ı fâsidden iddet bekleyen kadın* yas tutmazlar. Çünkü yas tutmak nikâh ni'metinin el­den gittiği için üzüntüsünü göstermek içindir. Bu iki nevi kadından nikâh ni'meti gitmiş değildir.

İddet bekleyen kadına evlenme teklif edilmez. Ancak üstü kapalı söylenebilir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.):

«Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde size sorumluluk yoktur.» (1) buyurarak;    rinden çıkarmakla veya kadın malının telef olmasından korkmakla veya ev yıkılmakla veya evin kirasını bulamamakla çıkar.

Kadının iddet beklediği evinde, bâln talâkda kocası ile kendisi ara­sında bir perde (sütre) çekmek mutlaka lâzımdır..Tâ ki yabancı İle hal­vet vâki olmuş sayılmasın. Sütre bulundukdan sonra bir evde olmala­rında mahzur yoktur. Çünkü koca o kadının haram olduğunu itiraf etmektedir. Zahir olan şudur ki: Koca kachru görmezse harama yönel-mez.

Eğer ev, kocaya ve iddet bekleyen kadına dar gelse, veya koca fâ-sık olsa, her ne kadar kadının çıkması caiz ise de evlâ olan kocanın evden çıkmasıdır.   "

İkisi araşma ihtiyaten, araya girmeye kadir güvenilir bir kadın koymak mendûb olur. Bir, kadın bâin talâkla boşanır yâhûd seferde kocası ölür ve o kadın ile şehri arası üç günden eksik olursa, kendi şehrine döner. Çünkü sefer ibtidâen çıkmak değildir. Belki binadır. Eğer kadın ile şehri arasındaki mesafe üç günlük ise gitmek ile dön­mek arasında muhayyer kalır. Gerek yanında velîsi olsun gerekse ol­masın müsavidir. Kocanın evinde iddet beklemek için geri dönmek mendûbdur. Bu şayet gideceği yere dahi üç günlük kadar mesafe olur-sadır. Eğer gidilecek olan yer üç günîükden daha az olursa, gideceği yere geçer gider. Daha önceki sözden anlaşılmış olmasına dayanarak-dan bu şıkkı musannif metinde zikretmemiştir.

Anlaşılan şudur: Kocanın evi ile gidilecek yerin eşit mesafede ol­ması suretinde hüküm, kadının muhayyer olmasıdır. İki tarafdan biri daha az olması suretinde az olana gitmek taayyün eder.

Kadının kocası o kadını şehirlerden bir şehirde bâînen boşa ısa veya Ölürse, kadın o şehirden çıkmaz. Belki o şehirde iddetinİ bekler.

Eğer mahremi var ise mahremiyle çıkar. Hiç hayz görmeyen kadın aylar ile iddet bekler. Keza bir gün kan görüp bir daha görmemek su­retiyle bir sene geçse, aylar ile iddet bekler. Çünkü bu da hiç hayz görmeyen kadın hükmündedir. İddette aylara itibâr günler iledir. Hi­lâller i!e değildir. Fetâvâyı Suğrâ'dâ da böyle zikredilmiştir.

Koca karısını boşayıp iddet nafakasını aylara göre vermek için an­laşsa lar caiz olur. Çünkü aylar muayyendir. Eğer hayz ile anlaşsaîar, hayz mechûl olduğu için caiz olmaz.

İddet bekleyen kadın hem, birinci .kocasının iddetinin ve hem de muhallü kocasının iddetinin geçtiğini haber verse, birinci kocanın zan-nı kadının doğru söylediğini kabul etse ve müddet de kadının haber verdiği mikdâra muhtemel olsa, birincisiyle onu nikâh etmesi caizdir. Yâni' kadın hayz görenlerdense iddeti geçmesiyle onu nikâh etmesi caiz olur.

Kadının tasdik edildiği müddetin en azı, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göre İki aydır. Talâkın birinci hayzdan önce olmak ihtimâli olduğu için, İinâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre otuzdokuz gündür. Buna göre onun birinci hayzınm müddeti üç gündür. Ondan sonra onbeş gün te­miz olur. Ondan sonra üç gün hâiz olur ve onbeş gün de temiz (tâhir) olur. Ondan sonra üç gün hâiz olur. Böylece iddet tamamlanmış olur. Şeyhu'I-lsIâm (Rh.A.), yıkanma zamanı hayzdan olmasına binâen, üç saat de yıkanmak için eklemiştir.

tmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Kadının bu şekilde kan gör­mesi nâdirdir. Binâenaleyh onun üzerine şer'î hüküm bina edilmez. Belki en umûmî ve kuvvetli olan üzerine bina edilir. Şu halde hayz müddetinin en çoğu ve temizlik müddetinin en azına itibâr edilir. Tâ ki ortalan bulunmuş ola. İmdi üç hayz onar günden bir ay olur ve üç hayzın aralarında olan temizlik de onbeşer günden bir ay olur. [39]

 

Nesebin   Sübûtu   Bâbı

 

Hami müddetinin en çoğu iki yıldır. Çünkü Hz. Âişe (R. Anhâ)

«Çocuk el iğinin dâiresi kadar bile olsa ana karnında iki yıldan daha fazla kalmaz, demiştir.

Hamlin müddetinin en azı altı aydır. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Onun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.» [40] buyurmuştur. Bundan sonra Hak TeâJâ (C.C):

«Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.» [41] buyurmuştur.

İmdi hami için altı ay kalır. Ric'î talâkdau id ele t bekleyen kadı­nın nesebi sabit olur. Velev ki iki yıldan daha fazlada doğurmuş olsun.

Elverir ki id d etin in geçtiğini ikrar etmesin. Çünkü kadının iddet hâ­linde gebe kalma ihtimâli vardır, temizlik müddeti uzamış olabilir. Da­ha azda bâîn olur. Yâni çocuğu iki yıldan daha azda doğursa, iddet bit­tiği için kocasından bâîn talâk ile boş olur. Nikâhda veya iddette gebe kaldığı için çocuğun nesebi sabit olur ve koca da dönmüş sayılmaz. Çünkü çocuk talâkdan önce de sonra da. ana rahminde kalmış olabi­lir. Şu halde koca şüphe ile müracaatçı olamaz.

Koca daha çokda müracaatçı olur. Vâni kadın çocuğu iki yıldan daha çok zamanda doğursa, dönmüş sayılır. Çünkü gebelik talâkdan sonradır. Zahir olan şudur ki, kadından zina müntefî olduğu için ço­cuk ondandır. Şu halde koca dönmüş olur.

Keza bâîn talâk ile boşanmış olan kadın, çocuğu iki yıldan daha az zamanda doğursa nesebi sabit olur. Da'vâya da hacet yoktur. Çün­kü boşama vaktinde çocuğun kâim olması muhtemeldir. Nikâhın orta­dan kalktığı yüzde yüz bilinemez. İhtiyaten neseb sabit olur. Eğer ka­dın çocuğu ayrılma vaktinden iki yılın tamamında doğursa, o çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü hami talâkdan sonra meydana gelmiştir. Cima haram olduğu İçin çocuk o kocadan değildir. Ancak, eğer koca çocuğun nesebini iddia ederse, nesebi sabit olur. Çünkü koca çocuğu kabul etmiştir. Bir de; kocanın kadınla iddette şüpheyle cinsî münâ­sebette bulunması muhtemeldir. Keza yaşı dokuz veya daha fazla olup bülüğ belirtisi görülmeyen küçük kız dokuz aydan daha azda doğur­sa, çocuğun nesebi sabit olur. Talâk bâîn olsun, ric'î olsun fark etmez. Çünkü gebelik bu takdirde iddette olmuş olur. Mürâhik olan kadın çocuğu dokuz ayda doğursa, çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü gebe­lik bu takdirde iddetin dışında olur. Şu sebeble ki; mürâhika yakînen küçüktür. Yakîn ise-ihtimâl ile yok olmaz. Küçüklük hamileliğe aykı­rıdır. Küçüklük vasfı o kadında bâîti kalınca üç ayla iddetinin geçme­sine hükmedilir ve hamileliğin sonradan meydana geldiğine hamledir Ur. Şu halde neseb sabit olmaz. Görmez misin ki, mürâhika, iddetin geçtiğini ikrar etse, ondan sonra altı ayda çocuk doğursa, iddetin bit­tiğinin delîH bulunduğu için neseb sabit olmaz. Delil de onun ikrarıdır. Burada da öyledir. Hattâ daha evlâdır. Çünkü onun ikrarı yalana muh­temeldir. Şeriatın iddet bitti diye verdiği hükümde ise tereddüd yoktur. Keza, boşanmış olup iddet bekleyen kadın iddetin geçtiğini söylese ve ikrar vaktinden yarım yıldan daha az zamanda çocuk doğursa hüküm yine böyledir. Bu «İkrar vaktinden» sözü Hidâye'de ve Kenz'de ve baş­kalarında yazılmışdır. Ta'I|le uygun ve doğru olan budur. Sadru'ş-Şe-ria'da; «İkrar vaktinden» yerine «Boşama vaktinden» denilmiştir. Gâli-bâ bu ilk nasibin hatâsı olacaktır. O kadının çocuğunun, nesebi sabit olur. Nitekim sebebi yukarıda geçti ki, yakînen kadının yalanı zahir olduğu için gebelik bu takdirde iddette olur. Çünkü iddeti bittiğini in­kâr etmiştir. Halbuki rahmi menî ile meşgul idi. O kadın çocuğu yılın yansında doğursa, çocuğunun nesebi sabit olmaz. Nitekim sebebi geç­ti ki: Bu takdirde gebelik iddetin dışında olmuştur.

Talâkdau iddet bekleyen kadının gebeliği belli olsa veya koca o gebeliğin kendisinden olduğunu ikrar etse, çocuğunun nesebi sabit olur. Yâni kadın çocuğunun doğumunu iddia edip, kocası inkâr etse, halbuki doğumdan önce kadının gebeliği belli olsa veya koca o gebe­liği ikrar etse, çocuğun nesebi sabit olur.

Kadının gebeliği belli olmayıp ve koca gebeliği ikrar etmezse, eğer kadının doğumu tam delil ile sabit olursa nescb sabit olur. Yâni iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının şehâdetiyle doğum sabit olur. Meselâ kadm bir eve girer ve gerek kadının yanında, gerekse evde kimse bulunmaz. Kadın çocuk doğurduğu vakitte o iki adam kapıda olurlar. Kadının çocuk doğurduğunu görmekle veya çocuğun sesini işitmekle bilirler. Musannifin «tam delîl» ile kaydına sebeb şudur: Zira doğuma bir kadının şehâdet etmesiyle neseb sabit olmaz. Bu konuda İmânı ey n (Rh.Aleyhimâ) ayrı görüştedir. Sözün kısası şudur ki: İddet bekleyen kadın çocuk doğursa, İmâm A'zarn' (Rh.A.) a göre, onun nesebi sabit olmaz. Meğer kî iki erkek veya bir erkek ile iki kadın onun doğum yap­tığına şehâdet edeler. Ancak gebelik belli olur veya koca yönünden iti­raf olursa, bu takdirde şehâdetsiz neseb sabit olur. İınâmeyiv (Hh. Aley­hi mâ) e göre, hepsinde; Müslüman, hür, âdil bir kadının şehâdeti He neseb sabit olur. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.

Keza Ölümden dolayı iddet bekleyen kadın iki yıldan daha az za­manda çocuk doğursa nesebi sabit olur. Bu mes'ele Hidâye'de; «Kocası ölmüş olan rru'tedde kadının çocuğunun nesebi sabit olur... ilâh.» sö­züyle yazılmıştır. Yâni, vefattan dolayı iddet bekleyen kadının çocu­ğunun nesebi, kocanın ölümü ile çocuğunun arası iki yıldan daha az olursa sabit olur. İmâm Züfer (Rh.A.) «Kadm ölüm iddetinin bitme­sinden altı ayda çocuk doğursa neseb -sabit olmaz. Çünkü şeriat, iddet yönü belli olduğu için, o kadının iddetinin bitmiş olmasına aylar ile 'hükmetmiştir. İmdi iddetin bittiğini ikrar ettiği zamanki gibi olur. Nitekim küçük kız mes'elesinde beyân edildi» demiştir.

Bizim delilimiz şudur: O kadının iddetinin bitmiş olması için di­ğer bir cihet vardır. O da çocuğu doğurmaktır. Küçük kız bunun aksi­nedir. Çünkü küçük kız (sagîre) da asi olan, hâmile olmamasıdır. Zi­ra bulûğdan önce hamle mahal değildir. Bulûğda şüphe vardır ve kü­çüklüğü ise yakînen sabittir. Şu halde şüphe ile yakın zail olmaz.

Ya da iddet içinde çocuk doğurup mirasçılar da doğurmayı ikrar ederlerse, doğuma bîr kişi dahî şthâdet etmese, çocuk ittifakla Ölen ada-- ımn oğludur. Bu, mîrâs hakkında çocuğun vâris olması için zahirdir. Çünkü mîrâs mirasçıların hâlis haklarıdır. Şu halde mirasçıların tas­dikleri kabul edilir. Amma neseb hakkında, tasdikleri başkaları hak­kında sabit olur mu, olmaz mı?

Bu mes'ele dahî Hidâye'de; saniyen: «Mirasçılar kadını tasdik et­selerdi, Ölümden dolayı iddet bekleyen kadının çocuğunun nesebi sabit olur.» sözü ile zikredilmiştir.

Fakîhler demişlerdir ki: Şayet mirasçılar, kadını tasdik etmekde, iki erkek veya bir erkek ile iki kadın gibi.ehl-i şehâdetten olsalar, hüc­cet kâim olduğu için neseb sabit olur. Bundan dolayı, bazısı; -«Şehâdet lâfzı şart kılınır.» demiş, bazısı da, «Şart kılınmaz.» demiştir. Çünkü başkası hakkında sübût, ikrarları ile kendi haklarındaki'sübûta tâbi-dir. Tâbi olarak sübût bulan şeyde aslın şartlarına riâyet edilmez. İkâmet hakkında, efendisi ile beraber köle ve sultan ile beraber aske­rin durumu gibi. Sahih olan budur. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.

ı Keza nikâh edilmiş bir kadın, çocuğu £İti ayda doğursa, çocuğun nesebi sabit olur. Yâni, bir adam bir kadın ile evlenip, kadın altı ayda ve daha fazlada çocuk doğursa, o çocuğun nesebi o adamdan sabit olur. Gerek koca ikrar etsin ve gerek sussun müsavidir. Çünkü nikâh mev-cûddur ve müddet de tamdır. Eğer koca, kadının çocuk doğurduğunu inkâr etse, bir kadının şehâdeti ile doğum sabit olur. Eğer o adam ço­cuğu inkâr ederse lâ'netleşirler. Çünkü neseb mevcûd nikâhla sabit olur. Liân ancak kazf ile vâcib olur. O burada mevcûddur. Çünkü ko­canın «Benden değildir.» demesi, kadına zina isnadıdır ve kazf çocu­ğun varlığını gerektirmez.

Ebenin şehâdeti ile sabit olan çocuğa, ebenin şehâdeti ile liân lâ­zım gelmesin diye itibâr edilmez. Belki liân, çocukdan tecrîd edilmiş olduğu halde kazfe -izafe edilir.

Ben derim ki; bunun zahirine itiraz edilebilir. Biz kabul ediyoruz ki, mutlak kazf çocuğun varlığını gerektirmez, lâkin çocuk ile kazf ço­cuğun varlığını gerektirmediğini teslim etmiyoruz.. Halbuki söz çocuk ile kazfdedir. Bu i'tirâzm defi şöyledir: Fukahânın, varlık (vücûd) ile muradı dış varlıktır.. Çocuk ile kazf, ibarede varlığı gerektirir, hâricde değil. Meselâ koca karısının bîr çocuk doğurduğunu işitse, «O çocuk benden değildir.» dese, zina ile kazf etmiş olur. Çünkü, «Sen zina ettin de çocuk ondan oldu.» demiş gibidir.. Velev ki hâricde çocuk mevcûd olmasın.

Eğer kadın altı aydan daha az zamanda çocuk doğursa, gebelik ni-kâhdan önce olduğu için, çocukun nesebi sabit olmaz: Eğer kadın ço­cuk doğurup ondan sonra ihtilâf etseler ve kadın nikâhını o güne ge­linceye kadar altı ay oldu diye iddia etse ve koca da altı aydan daha azdır diye iddia etse, İmânı A*zam' (Rh,A.) a göre, kadın yeminsiz tas­dik edilir. İraâmeyn (Rh. Aleyhîmâ) bunu benimsememişlerdir. Nite­kim yakında zikredilecektir.

Bîr kimse «Eğer ben filân kadını nikâh ettim ise o kadın boştur.» dese, ondan sonra nikâh etse ve kadın nikâhtan itibaren yarım yılda çocuk doğursa, o çocuğun nesebi kocaya lâzım gelir. Gebelik iddet için­de olduğu için, kadının mehri de kocaya lâzım gelir. Koca karısının ta­lâkını doğurmasına bağlasa, yâni, karısına «Eğer bir çocuk doğurursan, boşsun.» dese, kadının çocuk doğurduğuna da yalnız bir kadın şehâdet etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre talâk vâki olmaz. İmâmeyn' (Rh. A-leyhimâ) e göre; vâki olur. Çünkü doğurmak yalnız bir kadının şaha­deti ile sabit olur. Ondan sonra talâk ötekine bağlı olarak sabit olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Doğurmak zarûreten sabit olur. İmdi zaruret mikdan ile takdir edilir, talâka geçmez. Talâk doğuma tâbi değildir. Çünkü boşamak ile doğurmakdan her biri diğeri olmak­sızın bulunur. Hidâye sarihlerinin bazısı itiraz edip demişlerdir ki: Bi­zim sözümüz doğurmaya bağlanan boşamadadır ve bir şeye bağlanmış olan o şeyin gereklerindendir. Halbuki doğum yalnız bir kadının şehâ deti ile sabit olur ve bir şey şayet sabit olsa, bütün gerekleri ile sabit olur. Ben derim ki: Bir şey sabit olunca bütün gerekleri ile sabit olur, sözü ıtlâkı üzere değildir. Belki o söz bir yerdedir ki lâzım ile melzûmun arasında birbirlerinden ayrılmak tasavvur olunmaz. Nitekim aklî lü­zumda olduğu gibi.                .                                                .

Hidâye sahibi buna: «Talstk doğurmakdan ayrılır.» sözü ile işaret etmiştir. Usûl kitablarında iktizâ konusunda takarrür etmiştir ki; bir kimse bir kimseye «Sen köleni benden bin akçaya âzâd eyle.» dediği vakitte, azadın sahih olması zaruretinden dolayı satışı iktizâ eder. San­ki o sözü söyleyen kimse «Sen köleni bana bin akçaya sat ve benim ta­rafımdan âzâd etmeye vekilim ol.» demiş gibi olur. Böylece zaruret mikdârı ile satış sabit olur. Hattâ erkân ve şeraitten bir şey sabit ol­maz, ancak aslen sukutu muhtemel olmayan şey sabit olur.

Eğer koca kadının gebe olduğunu İkrar ettikden sonra kadının ta­lâkım doğurmasına bağlasa, k&dm «Çocuk doğurdum.» eledikde, onu yalanlasa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, ebenin şehâdeti olmaksızın ta-Jâk vâki olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, ebenin şehâdeti şart­tır. Çünkü kadın, kocanın hânis olduğunu iddia etmektedir. Şu halde delil gerekir. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Kocanın gebeliği ik­rarı, gebeliğe vardıran şeyi de ikrarıdır. O da doğurmaktır.

Bir kimse bir câıiye nikâh edip boşadtkdan sonra, onu satın al­sa, satın aldığı günden itibaren a'*ı aydan daha az zamanda çocuk do-ğursa, çocuğun nesebi o kimseden olması gerekir. Eğer altı ayda ve al­tı aydan fazlada çocuk doğursa, nesebi ondan olması gerekmez. Çün­kü birinci vecihde çocuk iddet bekleyen kadının çocuğudur. Zira gebe­lik satın almadan öncedir. İkinci vecihde çocuk memlûke çocuğudur. Çünkü hadis olan şey, en yakın vaktine muzâf kılınır. Şu halde mut­laka da'vâ gerekir.

Bir kimse cariyesine «Eğer senin karnındaki oglansa bendendir.» dese, bir kadın da o câriye, kocanın ikrar ettiği günden itibaren altı aydan daha az zamanda çocuk doğurduğuna şehâdet etse, o kimsenin ümmü veledi olur. Çünkü nesebin sübûtunun sebebi —ki da'vâdır — efendisi taralından «O çocuk bendendir.» demesiyle mevcûddur. Ancak çocuğun tu'yininc hacet kalır. Ta'yin de ebenin bilittifâk şehâdeti ile sabit olur.

Musannif, ikrar ettiği günden, itibaren altı aydan daha az zaman­da demiştir. Zira o çocuk altı ayda veya a!tı aydan fazlada doğsa, ne-seb sabit olmaz. Efendisinin sözünden sonra cariyenin gebe olması muh­temel olduğu için neseb sabit olmaz. Efendi bu çocuğu iddia etmiş sa­yılmaz. Fakat efendi, «Çocuk bendendir.» dediği vakitte, cariyenin kar­nında çocuğun bulunması kesin bilindiği için birinci vech bunun aksi­nedir. Bu durumda da'vâ sahih olur. Ya da bir kimse bir ma'sûm için: «Bu benim oğlumdur.» dese ve o khnse Ölse, çocuğun anası da «Bu ço­cuk o ikrar eden kimsedendir ve ben de o kimsenin karışıyım.» dese, iki­si de o kimseye vâris olurlar. Çünkü mes'ele kadının hürriyet ile ma'rûf ve çocuğun anası olduğuna göredir! O çocuğun, ikrar eden adamın oğ­lu olması, ancak anasını sahih nikâhla mümkündür. Zira helâlliği ifâ­de için konulan şey nikâhtır.

Eğer ölen kimsenin vârisi o kadına «Sen ölenin ümmü veledisin.» dese ve o kadın da kendisinin hür olduğunu bilmese vâris olmaz. Çün­kü hürriyetin zahir olması köleliği kaldırmakda belde itibariyle hüc­cettir. Mirasa istihkak için hüccet değildir. Bir.kimse cariyesini kölesi ile evlendirse, o câriye de bir çocuk doğursa ve efendi «O çocuk benim­dir.» diye iddia etse; onun nesebi sabit olmaz. Çünkü çocuğun nesebi­nin sabit olması nikâhın feshini gerektirir. Sabit oldu ki, nikâh sahîh oldukdan sonra feshi kabul etmez. Satış bunun aksinedir. Çünkü, efen­di şayet cariyesini satsa ve o câriye müşteri yanında çocuk doğursa, bundan sonra satıcı o çocuk bendendir diye iddia etse, nesebi ondan sabit olur ve satış fesh olur, çocuk da âzâd edilmiş olur. Çünkü efen­dinin mülküdür. O da oğlu olduğunu ikrar etmiştir. Her ne kadar melr zûm sabit olmasa da. çocuğun hürriyeti sabit olur. Nitekim nesebi bel­li olan kölesinin kendi oğfu olduğunu ikrar etse hüküm yine böyle­dir. O çocuk bendendir, diye ikrar etmesiyle, câriye de satanın ümmü veledi olur.

Bir kimsenin ciinâ ettiği cariyesi bir çocuk doğuısa, o kinişe bu çocuk bendendir demedikçe çocuğun nesebi sabit olmaz. Çünkü cimâ-dan istifâde hakkt üç mertebedir:

Birincisi kavidir. O nikâhlı kadının lirasıdır. Onun hükmü, da'vet-siz yâni bu çocuk bendendir demeksizin, neseb sabit olmaktır. Sadece benden değildir, demekle ilgisi kesilmiş olmaz. Belki sahih nikâhda, li-ânla ilgisi kesilmiş olur. Çünkü l^sid nikâhda Hân olmaz. Nitekim da­ha önce geçti.                        

İkincisi zayıf firâşdır. O da cariyenin lirasıdır. Bunun hükmü zayıf olduğu için bununla neseb sabit olmayıp, ancak bu çocuk bendendir, demekle sabit olmaktır.

Üçüncüsü: İkisi ortası olan fİrâştu*. O da ümmü veledin lirasıdır. Bunun hükmü; da'vetsiz neseb sabit olmak, mücerret «Benden değil­dir.» demekle ilgisi kesilmektir. Lâkin da'vetsiz nesebin subûtu; ancak ümmü veledin cimâı efendisine helâl olduğu surette olur. Şayet cimâı ona helâl olmazsa da'vetsiz neseb sabit olmaz. Efendisinin mükâtebe eylediği ümmü veled ve iki kimse arasında ortaklaşa olan câriye gi­bi ki, o kimselerin ikisi de o cariyeyi ümmü veled yapar da sonra, bir çocuk doğurursa, da'vetsiz onun nesebi sabit olmaza Hizânetu'1-Müf-tîn'de böyle zikredilmiştir. [42]

 

Hıdâne   Babı

(Çocuk   Bakımı)

 

Hıdâne «Hadâne*t-tâiru beydatehu» dendir. Kuş yumurtasını ka­natları altına alıp bağrına bastığı zaman, kuş yumurtasını hadn etti derler. Bunun gibi. kadın da çocuğunu hadn etti, yâni bağrına bastı de­nir. [43]

Her ne kadar talâkdan sonra bile olsa, çocuğun anası çocuğa mah­rem olmayan başka kocaya varmadıkça hıdâne çocuğun anasına âiti­dir. [44] Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Zira, bunun üzerine ümmetin icmâı vardır. Çünkü anne başkasından şefkatlidir. Ancak, ço­cuğun annesi fâcire veya mürtedde olursa, o İslâm'dan dönen kadın habsedilir ve dövülür ve hıdâne için vakit bulamaz. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir. Eğer kaçınır veya istemezse, hıdâneden âciz olması ihtimâli bulunduğu için, o anaya çocuğu alması için zorlanmaz. Ancak ço­cuk anasından başkasının memesini almadığı bilinirse veya anasından başka zîrahm mahremi ( yakın akrabası) olmassa o vakit hıdâne için zorlanır. Çünkü yabancının o çocuğa şefkati olmaz.

Bundan soma, hıdâne, ne kadar yukarı gitse de çocuğun anasının anasına iticidir. Çünkü bu velayet analar tarafından gelir. Ondan son­ra, hıdâne hakkı ne kadar yukarı gitse de çocuğun babasının anasına âiddir. Çünkü bunlar da analardandır. Bundan dolayı anaların mîrâsı olan altıdabiri kazanırlar. Bir de; babanın anasının, velâdetten dolayı şeîkati boldur. Ondan sonra çocuğun ana - baba bir kızkardeşiııe âiddir. Çünkü daha şefkatlidir. Ondan sonra, hıdâne hakkı ana bir kızkurdeş içindir. Zira.o bu işde ana - baba bir kizkardeşe yakındır. Ondan sonra, çocuğun baba bir kızkardcşinc âidcür.. Çünkü ana - baba kızları ecdâd kızlarından evlâdır. Ondan sonra hıdânt hakkı çocuğun teyzesine âid­dir. Çünkü bu işde anaya yakınlık tercih edilir.

Ana - baba bir olan, ana bir olandan evlâdır. Ondan sonra, ana bir olan, baba bir olandan evlâdır. Ondan sonra, baba bir olana âiddir. Teyze, erkek kardeş kızlarında» evlâdır. Çünkü teyze anaya mensûb-dur. Erkek kardeş kızları kardeşe mensûb olurlar. Ondan sonra, hıdâne hakkı, zikredilen tertîb üzere çocuğun halasına âiddir. Hala ve teyze kızlarına hıdâne hakkı yoktur. Çünkü onlar mahrem değillerdir. Zik­redilen kadınların hür olmaları şarttır. Çünkü köle, efendisinin hizme­ti ile uğraştığından hıdâneden âcizdir. Bir de, hıdâne hakkı velayetten bir çeşittir. Kölenin ise kendisine velayeti yoktur. Şu halde başkasına velayete nasıl kadir olur?

Câriye ve um mü veled içip, bunlar âzâd olmazdan önce hıdâne hakkı yoktur. Eğer küçük çocuk köle ise belki hak efendiye âiddir. Eğer küçük çocuk ile anası efendinin mülkünde ise ikisinin arası ayınlmaz. «Büyü' — Alış-veriş» konusunda açıklaması gelecektir. Eğer küçük çocuk hür ise hıdâne hakkı hür olan akrabasına âiddir. Şayet câriye ve rinımu veled âzâd edilse, hür olan çocuklarında hıdâne hakkı onlara âiddir. Çünkü onlar ve çocukları hakkın sabit olması hâlinde hürdürler.

Zİmmiyye, çocuk dîne akıl erduinceye kadar Müslüman kadın gi­bidir. Yâni, Müslüman olan çocuğuna bakmaya daha haklıdır. Çünkü hıdâne şefkate dayanır. Ana ise çocuğuna daha şefkatlidir. Çocuk dîne akıl erdirmediği müddetçe anasına vermek çocuk için en uygun olanı­dır. Şayet dîne akıl erdirip anlarsa, zarar ihtimâli olduğu için anasın­dan ayırılır, veya çocuğun küfre alışmasından korkulursa ayırılır. Çün­kü küfre alışmak bazan dîne akl erdirmezden önce olur. İmdi, bundan korkulursa çocuk anasından ayınlır. Ana olsun, nine gibi başkası olsun, çocuğun mahreminden başka birine nikâh edilmekle hıdâhe hak­kı düşer. Çünkü şefkat azalır. Şayet mahremine nikâh edilse hıdâne hakkı düşmez. Çocuğun anası amcasına ve ninenin dedeye nikâh edil­diği gibi.                                

Mahrem olmayandan ayrılmakla hıdâne hakkı geri döner. Çünkü mâni' zail olduğu zaman memnu avdet eder.

Çocuğun anası süt emzirmek için ücret istese, eğer nikalıda oldu­ğu halde veya ric'î talâk iddetinde isterse ücrete müstehâk olmaz. Çün­kü ananın çocuğunu emzirmesi, her ne kadar dînen emredilmiş değil ise de, diyanet yoluyla lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Anneler çocuklarını cmzirirler...» [45] buyurmuştur. Lâkin analar âciz olmaları ihtimâlinden dolayı özürlü oldular. Çocuğun annesi üc­retle emzirmeye kalkışırsa, buna gücü olduğu belli olup bu işi yapma­sı kendisine vâcib olur. Bu durumda emzirmeye karşılık ücret alması caiz olmaz.

Kadın iddettcn sonra veya iddeti içinde kocasının başka karısın' dan olan oğlu için süt emzirmeye karşılık ücret istese, ücrete müste-hak olur. Birinci şekle sebeb: Yâjii Iddetten sonra müstehâk olması, nikâh tamamiyle yok olup yabancı gibi olduğu içindir. İkincide ise se­beb: Yâni iddet içinde kocasının başka kadından olan oğlu için ücrete müstehâk olması, onun üzerine emzirmek lâzım olmadığı içindir.

Malûm olsun ki, ana, iddeti bittikten sonra, yabancı kadının üc­retinden fazla ücret istemedikçe çocuğu emzirmek için evlâdır. Çünkü ana çocuğu için daha şefkatli ve daha faydalıdır.,Çocuğu anadan al­makla çocuğa zarar vermek vardır. Eğer ana yabancı kadının ücretin­den fazla ücret almak için kâdîya başvurursa, babadan zararı savmak için o fazla ücreti ödemeye baba zorlanmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan baba da çocuğundan do­layı zarara sokulmasm.ii [46]buyurmuştur.

3fâni anadan çocuğu almakla ona zarar vermemeli. Baba da ya­bancı kadının ücretinden daha çok ücret vermekle zarara sokulma­malı. Eğer yabancı kadın ücretsiz çocuğu emzirmeye razı olursa veya ecr-i mislden daha aza razı olup ana da ecr-i misle razı olursa bu du­rumda yabancı kadın, bizim söylediğimiz şeyden dolayı evlâdır. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Bâîn talâk ile boşanmış olan kadında iki rivayet vardır: Bir riva­yette; onu ücretle tutmak caizdir. Çünkü nikâh yok olmuş ve kadın yabancılara katılmıştır. Diğer rivayette; caiz değildir. Zira iddet nikâ­hın ahkâmındandır. Bundan dolayı iddette nafaka ve mesken vâcib olmuştur. Ona kocanın zekât vermesi ve onun için şehâdet etmesi de caiz olmaz.

Çocuğun anası iddetten sonra «Ben bu çocuğu emzirmem, ancak ücret ile emziririm.» dediği vakitte baba «Ben ücretsiz emzirecek kadın bulurum.» dese veya ana «Ben bu çocuğu emzirmem, ancak şu kadar ücret ile emziririm.)) dedikde, baba «Ben senin istediğin ücretten da­ha azı ile emzirecek kadın bulurum.» dese, o a.na çocuğun babasını men edemez. Lâkin katkn başkası Ue evlenmedik ye, iki tarafa riâyet için, süt ana çocuğu ananın evinde, emzirjr. Küçük kız, fesâd ihtimâli bulun­duğu için, çocuğun anasının erkek kardeşi gibi asabe (erkek mirasçı­lar) olmayan mahreminin bulunmasiyle beraber, amca oğlu gibi mah­rem olmayan asabeye verilmez. Çünkü dayıya vermekde fesâd ihtimâ­li yoktur.

Yine küçük kız çocuğu, utanmaz olan fâsık kimseye verilmez. Utan­maz fâsık, işlediği çirkin işe aldırış etmeyen kimsedir. Çünkü böyle olan kimse îesâddan korunmaz, Her ne kadar temyize kadir bile olsa, kü­çük çocuk babası ile anası arasında muhayyer bırakılmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) «Eğer temyiz yaşına erişti ise muhayyer bırakılır ve seçtiği kimseye teslim edilir.» demiştir.

Ana ile nine küçük çocuk için; yemek, içmek; giyinip kuşanmak ve yalnız başına taharetlenmekte başkasına ihtiyâcı kalmayıncaya ka­dar babadan daha lâyıktır. Çünkü başkasından müstağni olunca artık te'dîbe ve erkeklerin ahlâkını almaya muhtâc olur. Baba ise buna daha muktedirdir.

Çocuğun müstağni olması (başkasına ihtiyâcı kalmaması) yedi yü ile takdir edilmiştir. Yedi yılı Kassâf takdir etmiştir. Fetva .da burnın-Iadır. Kâtt'de böylece zikredilmiştir.

Ana ile nine küçük kiz çocuğu için, hayas görünceye kadar baba­dan daha lâyıktır. Çünkü.küçük kız çocuğu istiğnadan sonra kadın­ların edeblerini bilmeye muhtâcdır. Kadın ise buna daha muktedirdir. Bâliğa oldukdan sonra iffetinin korunmasına ve muhafazaya muhtaç olur. Bu husûsda ise baba daha kadirdir, İmâm Muhamıned' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: «Küçük kız çocuğu, niüştehât mertebesine va­rıncaya kadar anasına veya ninesine verilir.» Yâni, küçük kız, şehvet haddine eriştiği zaman babasına verilir. Çünkü korunmaya ihtiyâcı o zaman tahakkuk eder. Zamanın fesadından dolayı bu kavil daha ihti­yattır.  

A*ıa ile nineden başka küçük kızın mahremlerinden dadılık yapan kadın, kıza şehvet haddine varıncaya kadar, baba İle dededen daha lâ­yıktır. Çünkü çocuğu dadı yanında bırakmak, bir nevî hizmetçi yap­maktır. Ana ile nineden başka kadın ise onun istihdamına kadir olmaz. Bir de; maksûd olan, kadınların edeblerini Öğretmektir. Öğretme ise istihdam ile hâsıl olur. Ana ile nineden başkası istihdama mâlik ol­maz. Bundan dolayı küçük kız çocuğu hizmet için kiralanmaz ve mak­sûd hâsıl olmaz. Ana ile nine .bunun aksinedir. Çünkü şer'an istihdam hakları yardır.

Boşanmış olan kadın, yolculuk da çocuğa zarar geleceği için, çocu­ğun babasından izinsiz çocukla beraber yolculuğa çıkamaz. Ancak, eğer o kadının, nikâh edildiği vatanına yolculuk ederse olur. Hattâ evlenmek kadının vatanı olmayan bir beldede olsa, o kadın' çocuğu o beldeye nak-ledemez. Vatanına da nakledemez. Çünkü her birinde iki şeyden biri yoktur. Bu Kitâbtı't-Talâk'da AsVdan rivayet edilmiştir. O da en doğru rivayettir. Bu zikredilen mes'ele, eğer iki yerin arasında fark olursadır. Şayet iki belde birbirlerine yakın olsalar, şöyle ki: Bir günde çocuğuna gelip kavuşup yine gece olmacfan önce ehline geri dönmesi mümkün olursa, o kadın için çocuğu o kadar yere nakletmek, caiz olur. Bu da mutlaka tslâm ülkesinde caiz olur.

O naklettiği beldede evlenmenin vukuu ve vatan şart kılınmamıştır. Ancak şehirden köye nakletmemesi şarttır. Çünkü yakına intikâl bir beldede bir mahalleden bir mahalleye intikâl gibidir. Lâkin şehirden köye intikâlde çocuk için zarar vardır. Çünkü çocuk köylü ahlâkiyle ahlâklanır. Kadın bu nakle ancak, kadının vatanı olup nikâh da ora­da olursa mâlik olur. Esah kavi budur. Nitekim biz sebeblerini açıkla­dık.                                                                                            

Bu zikredilen sefer anaya mahsûstur. Anadan başkasına, hattâ ni­nesine çocuğu nakî, babasının izni olmaksızın caiz değildir.

Bir küçük kızın zengin halası olup baba fakir olsa ve halası çocu­ğu bir şeysiz (meccânen) bakmak istese, çocuğu anasından da menet-mese, halbuki ana hıdânedeij kaçınsa, ve babadan ücret ile çocuğun nafakasını istese, sahîh olan kavle göre: «Anaya, ya meccânen çocuğu elinde tutarsın veya halasına verirsin.» denilir. Hulâsada da böyle zik­redilmiştir. [47]

 

Nafaka   Babı

 

Nafaka, iııfâk nm'nâsmda isimdir. [48] Hişâm (Rh.A.) demiştir ki:

«Ben İmâm Muhammed'e nafakadan sordum. Nafaka, yiyecek, giyecek ve meskendir.» dedi. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.

Nafaka bir kaç sebeb ile vâcib olur.

Kan - kocalık o sebeblerdendir.

Ncseb ve mülk ele o sebeblerden biridir.

Musannif karı - kocalığı öne almıştır. Çünkü karı - kocalık nesebin aslıdır. Neseb de mülkden daha" kuvvetlidir.

Gerek koca küçük olup cimâa kadir olmasın veya fakîr olup nafa* ka sayılacak bir §eyi olmasın, karısının nafakası ona vâcibdir. O kan gerek Müslüman olsun ve gerek kâfir oisım ve gerek büyük olsun veya cimâa elverişli yaşı küçük kadın 1>lsun müsavidir. [49] Hattâ böyle ol­mazsa engel karı tarafından olup ferci teslim bulunmaz. Bu takdirde nafaka vâcib olmaz. Fakat koca küçük olup cimâa kadir olmadığı su­rette bunun aksinedir. Çünkü engel kocanın tarafındandır. Eğer koca ve karı ikisi de küçük olup cimâa kadir olmasalar, kan için nafaka yoktur. Çünkü engel ma'nen karı tarafından gelmiştir. Bu bâbda yapı­lacak son iş; kocanın tarafından olan eugeli yok saymaktır. Karının tarafından olan engel kâimdir. Karının tarafından olan engelin kâim ol-masiyle beraber nafakaya müstehâk olmaz. Nihâye'de böyle zikredil­miştir.                                  

Nitekiitı, koca küçük olup cimâa kadir olmasa da, karının yaşı bü­yük olursa, o karı gerek fakır olsun, gerek zengin olsun; gerek cima edilmiş, olsun ve gerek olmasın nafakaya müstelıak olur. Çünkü kadı­nın zenginliği kocası üzerindeki nafaka hakkını iptal etmez.

Nafaka koca ile karının hallerine göre vâcib olur. Bu Hassâf (Rh.A.) m tercihidir ve fetva da buna göredir. Musannif bunu şu sözü ile beyân etmiştir: Kan ve kocanın ikisi de zengin oldukda, zengin nafakası var­dır. İkisi de fakir oldukda fakir nafakası verilir. İkisinden biri zengin ve diğeri fakir olursa —ki bu iki surete şâmildir. Biri; karı fakir, ve koca zengin olmaktır. Diğeri; kan zengin ve koca fakır olmaktır.— nafaka iki hâlin ortası ile takdir edilir. Yâni, zenginlerin nafakasından aşağı ve fakirlerin nafakasından fa2laca olur. İmâm Kerhî (Rh.A.) «Ko­canın hâline itibâr edilir» demiştir. Şafiî' (Rh.A.) nîn kavli de budur. Bedâyi' sahibi, sahih kavi budur; demiştir. Mebsût sahibi ise; «Zengin-Ukde ve fakîrlikde muteber olan —zahir rivayette— kocanın hâli­dir.» demiştir.

Her ne kadar karı babasının evinde olsa da nafaka lâzımdır. Hidâ-ye'de denmiştir ki: «Şayet karı kendisini kocanın evine teslim etse, na­fakasını kocası vermesi gerekir.» Njhâye'ds de denmiştir ki: «Bu şart zahir rivayete göre lâzım değildir. Çünkü Mebsût'ta şöyle denilmiştir: Zahir rivayette bildirildiğine göre akdin sıhhatinden sonra, her ne ka­dar kocanın evine nakletmese de, kan için nafaka vâcibdir.» Ondan sonra denilmiştir ki: Belh İmamlarının sonra gelenlerinden bir kısmı karı -kocanın evinde zifaf edilmedikçe nafakaya müstehâk olmaz.» Fet­va Kitabın cevâbı üzeredir. O da.kocanın evinde zifaf edilmese bile na­fakanın vâcib olmasıdır.

Veya kan, kocanın evinde hasta olursa, onun için nafaka lâzım gelir. Kıyâs, şayet karının hastalığı cimâı nıenetse nafaka Verilmemek iktizâ ederdi. Çünkü erkeğin istifâdesi için kadın tarafından kendini hab-setmek yoktur. îstihsânen nafaka lâzım gelmesinin vechi; ihtibâsın mev-cûd olmasıdır. Çünkü koca o hasta olan kadın ile ünsiyet eder. Onu okşar ve kadın onun evini korur. Engel arızîdir, hayza benzer. Bu yön­den istihsânen nafaka lâzım gelir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan riva­yet edilmiştir ki: «Karı şayet nefsini teslim ettikten sonra hasta olsa, teslim tahakkuk ettiği için nafaka vâcib olur.» Eğer teslimden önce hasta olup nefsini ondan sonra teslim ederse nafaka vâcib olmaz. Çün­kü teslim sahih olmaz. Bunu Hîdâyc sahibi makbul bulmuştur.

Nâşize olan kadın için nafaka vâcib olmaz. Musannif, nâşizeyi: «Nâşize kadın: Kocasının evinden haksızca çıkıp gidendir. Kocasının evine geri dönünceye kadar nâşizedir.» sözü ile açıklamıştır. Çünkü ih-tibâsın (kendini kocası için habs etmenin) yok olması karının kendisin-cîendir. Döndüğü zaman ihtibâs yerine gelir ve nafaka vâcib olur. Fa­kat kocanın evinde temkinden kaçınan kadın zikredilenin aksinedir. Çünkü ihtîbâs kâimdir. Koca onun ile zorla cimâa kadirdir. Musanni­fin «haksızca- sözü «haklıca» çıkmakdan sakınmadır. Nitekim koca ona naehr-i muaccelini (peşin mehr) vermediği için kocanın evinden çıkması gibi.

Borç sebebiyle, habsedilen kadının da nafakası kocasına vâcib ol­maz. Çünkü borcunu Ödemeyip oyalanmak suretiyle kendini teslimden kaçınmak onun tarafından gelmiştir. Onun tarafından gelmese bile erkek tarafından da kaçınma kadından olmayıp kadın âciz olduğu için olsa da suç değildir.

Kocasının evine gitmemiş olan hasta kadın için de kocasına nafa­ka lâzım gelmez. Nafaka, lâzım gelmemesinin sebebi, koca karısından faydalanamadıği ve ihtibâs bulunmadığı içindir.

Gasbedilmiş kadın için de kocasına nafaka vâcib olmaz. Yâni, ka­çırılmış (gasbedilmiş) kadın, bir adamın zorla alıp götürdüğü kadındır. Çünkü nafaka kocanm evinde ihtibâsın karşılığıdır. Halbuki ihtibâs ortadan kalkmıştır.                        

Mahremi ile beraber bile olsa, kocası olmaksızın Hacca giden ka­dın için de nafaka vâcib olmaz. Çünkü ihtibâsın ortadan kalkması ka-nnm tarafındandır. Eğer kadın kocası ile beraber yolculuk ederse, onun nafakası hazarda olan nafakadır. Yâni, vâcib olan hazar nafakâsıdır. Çünkü kocanın karı üzere; kâim ofması için ihtibâs vardır. Başka şey ge­rekmez. Yâni sefer nafakası gerekmez. Yolculuk için kocanın kira ver­mesi de gerekmez.

Eğer koca zengin İse, karısı için ve karısın sn bir hizmetçisi için na­faka vermesi gerekir. Çünkü karının ihtiyâcını gidermek kocaya vâcib-dir. Bu ise ihtiyâcı gidermenin tamâmındandır. Eğer koca fakir olursa esah olan kavle göre, hizmetçi için nafaka vermesi gerekmez.

Kocanın nafakadan âciz olması sebebiyle koca ile karının aralan ayırılmaz. Koca karısının hakkım, koca gâib olduğu halde ifâ etme­mekle de araları ayrılmaz. Velev ki, koca zengin olsun.

Ma'lûnı olsun ki: Şafiî1 (Rh.A.) ye göre, feshi tecviz eden iki du­rum vardır. Birisi kocanın fakirliğidir. Bunun yolu kâdî katında koca­nın fakirliği sabit olmaktır. Kâdî ona üç gün mehil verir. Dördüncü günün sabahında kanyı ondan ayırır. Gâyet'ul-Kusvâ'da böyle zikre­dilmiştir.

İkinci durum, gâib olan kocanın nafakadan karının hakkını zengin de olsa ifâ etmemesidir. Gâyet'ul-Kusvâ'mn şerhinde denmiştir ki: Eğer koca nafakayı edaya kadir olduğu halde gâib olsa ve lâkin kannın hak­kını ifâ etmese, iki vechin en açık olanına göre onda fesh yoktur. Lâkin eğer o gâib kocanın yeri biliniyorsa, kâdî kocanın olduğu belde kâdîsı-na onu çağırmak için adam gönderir. İki vechin ikincisi feshin sabit . olmasıdır. Bizim Ashabımızın bir kısmı buna meyletmişlerdir. Masla­hattan dolayı bununla fetva vermişlerdir.

Hâvi şerhinde denmiştir ki: Bu kavi Kâdî Taberî (Rh.A.) ve İb-nu's-Sabbâğ' (Rh.A.) in seçtiğidir. Kûyânî'den ve kardeşinin oğlu ei-Ud-de adlı k Hâl mı sahibinden rivayet edilmiştir ki, maslahat ve fetva bu-nunladır. Musannif birinci hilafa; «Ondan acziyle» demekle işaret et­miştir. İkinci hilafa; «Onu ifâ etmemekle değil ilâh.» sözü ile işaret et­miştir.

Ben derim ki: Güvenilir Şafiî kitapla mı dan nakledilmekle anlaşıl­mıştır ki; Şafiî' (Rh.A.) göre, nafakadan acz ile hüküm hâzıra baka-raktır. Gaibe bakarak hüküm ise infâk etmemektir. Acz ile infâk etme­menin her biri bizzarûre ma'lûmdur. îmdi zikredilen şeyden dolayı Hî-dâye şerhlerinde ve başka yerlerde, Şâfİİ' (Rh.A.) yi red için söylenen -şu sözlere vech yoktur: «Nafakadan acz, ancak koca mevcûd olduğu za­man kendini gösterir. Ama koca gaybet-i münkatıa ile gâib olursa, acz bilinmez. Çünkü kocanın kadir olması caizdir. Bu infâkı terk olur, yok­sa infâkdan acz olmaz. Bu da'vâ başka kâdîya sunulsa ve o kadının hükmünü caiz görse; sahîh olan şudur ki, bu hüküm geçerli olmaz. Çünkü bu hüküm ictihad götürür bir mes'ele de değildir. Zira biz zik-. rettik ki, acz sabit değildir.» Evet Şafiî'lerden mezhebini bilmeyip in-fakdan acz ile gâib üzere hükmeden kimseye bu i'tirâz vârid olur. Şa­fii' (Rh.A.) ye bu i'tirâz vârid olmaz. Şâfîî Mezhebi ile amel eden kim­seye de vârîd olmaz. İmdi ötesini sen düşün!

Kâdî o kadına, kocan adına borç al diye, emreder. Yâni, parasını kocanın malından ödemek üzere veresiye yiyecek satın al, der. Koca ve kan fakîr oldukları için fakır nafakası takdir edilir de, koca zengin­leşirse karı istediği takdirde ona zenginliğinin nafakasını tamamlar. Çünkü nafaka zenginlik ve fakîrliğe göre değişir. Hükmolunan nafa­ka henüz vâcib olmayan nafakanın takdiridir. Çünkü nafaka azar azar vâcib olur. Kocanın durumu değişince karı için hakkının tamamını istemek vardır. O da zengin kadınların nafakasının aşağısı ve fakîr kadınların nafakasının üstüdür.

Geçmişin nafakası düşer. Meğer ki kâdî takdir etmiş veya bir şey üzere sulh olmuş olalar. Çünkü nafaka sıladır, ivaz değildir. Ancak kâ-dînin hükmü ile kuvvet bulur.Hibe gibi ki, hibe ancak bir te'kîd edi­ci şey ile mülk îcâb eder. O da hibenin teslim alınmasıdır. Sulh kaza gibidir. Çünkü kocanın kendisi üzere velayeti kâdinin velayetinden da­ha kuvvetlidir. Fakat mehr bunun aksinedir. Çünkü mehr mülkden ivazdır.

Kan - kocadan bîrinin ölmesiyle veya karı boşanmış olmakla takdir olunan nafaka düşer. Yâni, koca üzere nafaka takdir edildikden sonra ikisinden biri ölse, lâkin kâdî karıya borç almakla emretmiş olmasa ve bir kaç ay geçmiş olup karı nafakasını almasa, takdir olunan nafaka düşer. Nitekim, daha önce geçti ki, nafaka sıladır. Sılalar ise,'hibenin ölüm ile düştüğü gibi, almazdan önce ölmekle düşer. Ancak kan kâdî-nin emri ile borç alırsa o başka. Çünkü bu takdirde nafaka kuvvet bu­lur. Nitekim daha önce geçti.

Eğer karı bir yıllık nafakasını peşinen alsa, ondan sonra kan - ko­canın ikisinden biri yıl tamamlanmadan önce ölse, kandan bîr şey ge­ri aimmaz. Çünkü nafaka sıladır ve o sılaya kabz (teslim aîmak) bi-tişmiştir. Sılalarda ölümden sonra geri dönmek yoktur. Çünkü hüküm­leri sona erer. Nitekim hibede olduğu gibi.

Nikâh ile me'zûn olan köle, karısının nafakası için satılır. Çünkü nafaka bedeli borçtur. O borç kölenin zimmetinde vâcibdir. Zira borcun sebebi, ki kan - kocalıktır, mevcûddur. Borcun vâcib olması kölenin sahibi hakkında zahirdir. Çünkü sebeb kölenin sahibinin izni ile hâsıl olmuştur, Borç kölenin boynuna bağlı Olur. Tacir köledeki ticâret bor­cu gibi. Kölenin sahibi için fidye vermek vardır. Çünkü karının hakkı nafakadadır. Rakâbenin ayn'ında değildir.

Köle tekrar tekrar satılır. Meselâ, bir köle sahibinin izni ile ev-lense de kâdî o köle üzere karısı için nafaka takdir etse ve o kölenin zimmetinde bin akça toplansa, o köle kıymeti olan beşyüz akçaya sa­tılır. Müşteri de onun üzerinde nafaka borcu olduğunu bilse, tekrar yine satılır. Şayet o köle üzerinde olan bin akça borç bir başka sebeb ile olsa, kıymeti olan beşyüz akçaya bir kere satılır. Bir kere daha sa­tılmaz.

Kölenin ölmesi ile nafaka düşer. O kölenin Öldürülmesi ile de düşer.

O kölenin efendisinden, alacak yeri bulunmadığı için, bir şey isten­mez.

Nafakadan bagfea boreda bir kere satılır. Eğer kölenin kıymeti alacaklılanna yeterse ne a'lâ, yetmezse hür oldukdan sonra istenir. Fark şudur ki: Nafaka borcu her zamanda yenilenir. Satışdan sonra başka borç olarak ortaya çıkar. Diğer borçlar bunun aksinedir. Eğer o köle müdebber veya mükâteb yâhûd iinınıü veled olursa nafaka için satıl­maz. Çünkü satışın caiz olması yok olmuştur. Lâkin mükâteb şayet ki­tabetten âciz olsa satılır. Çünkü aczden sonra ondan nakli kabul eder'

Nikâh edilmiş cariyenin nafakası ancak sahibinin hazırlaması ile kocasına vâcib olur. Yâni bir kimse başkasının cariyesi ile evlense, ona nafaka, ancak cariyenin sahibi cariyeyi hazırladığı zaman vâcib olur. Hazırlamaktan murâd: Câriye ile kocasının arasını .tahliye edip kendi hizmetinde kullanmamasıdır. Çünkü ihtibâs ancak hazırlamakla ve hizmetinde kullanmamakla gerçekleşir. Zira, cariyenin nafakayı hak etmesi hususunda muteber olan , kocasının işlerinde onu serbest bı­rakmaktır. Bu ise, söylediklerimizle olur. O cariyeyi sahibi, kocası ile' cariyenin arasını tahliyeden sonra hizmetinde kullansa vâcib olan na­faka düşer. Çünkü nafaka îcâb eden şey ortadan kalkmıştır. Eğer o câ­riye hazan sahibine çağırmadan hizmet ederse, nafaka düşmez. Çünkü sahibi onu hizmet için çağırmayınca geri almış olmaz. Bu hususta; ko­canın hür olması ile köle, müdebber veya mükâteb olması arasında fark yoktur. Zira nafaka îcâb eden ma'nâ cariyeyi teslime hazırlamaktır. Binâenaleyh, kocaların değişmesiyle değişmez. Keza müdebbere ve üm-mü veled, câriye gibidir. Hattâ bu ikisinin de nafakaları ancak sahibi­nin teslime hazır!amasiyle vâcib olur. Mükâtebe câriye, müdebbere ve ümntu veled gibi değildir. Şayet müdebbere sahibinin izni ile evlense, teslime hazırlamadan önce nafakası hür kadında olduğu gibi kocaya vâcib olur. Çünkü sahibinin onu istihdam etmek hakkı yoktur. Zira mükâtebe nefsine ve menfaatlerine daha hak sahibidir.

Kocaya karısı için oturacak bir ev iemî-n etmek vâcibdir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«O kadınları gücünüz nisbetinde, kendi oturduğunuz yerde otur­tun.» [50] buyurmuştur.

Kan - kocanın, ailesinden hâlî bir evde oturması gerekir. [51] Çünkü kan - koca başka insanlar ile bir arada oturnıakda zarara uğrarlar. Zira mal ve eşyalarından emin olmazlar İnsanlar onların birbirlerin­den faydalanmasına ve muaşeretine mâni' olurlar. Ancak, eğer kan -koca onları k»bûl ederlerse olur. Çünkü hak onlara âiddir. Binâenaleyh ehli ile birlikde oturup bu hususta anlaşabilirler.

Karının ehli, yâni mahremi diledikleri vakit ona bakar ve onunla konuşabilirler. Koca buncan onları menedemez. Çünkü menetmekde rahmi ayırmak (akraba île ilişkiyi kesmek) vardır. Kocaya bunda za­rar da yoktur. Fakat kocanın İzni yok iken onun yanına giremezler. Bu eâiz değildir. Zira ev kocanın mülküdür. Koca için oraya girmekden menetmek hakkı vardır.[52]

Sahih olan kavi, kocanın karısını ana - babasına gitmekten men edememesicür. Her hafta karının ana - babasının onun yanına gelmele­rini de menedemez. Her yıl ana - babasından başka mahreminin gelip görüşmesini de menedemez. Musannifin, «sahih olanı- demesi, Muham-med b. Mukâtü' (Rh.A.) in sözünden kaçınmadır. Çünkü o, «Kocanın, her ayda karısının mahremlerini ziyaretten menetmesi caiz olmaz.» der.

Gâib olan kimsenin karısı, çocuğu, anası ve babası için, gaibin malından onların hakları cinsinden yâni akça ve altın veya yemek yâhûd elbise takdir edilir. Fakat haklan cinsinden olmazsa bunun hi-lâfınadır. Çünkü satışa muhtaç olur. Gaibin malı ise infâk için bilitti-fak satılmaz.

Eğer yanında mal bulunan kimse, yâni, ortağı yâhûd emanetçi veya borçlu kendisinde mal bulunduğunu; karı - kocalığı ve karısının ondan çocuk doğurduğunu ikrar ederse veya kâdî bunu yâni malı, ka­rı-kocalığı ve doğumu bilir de; yanında mal olan kimse nıah itiraf etmezse, nafaka ve giyim takdir edilir. Kâdî gaibin karısına, kocası ona nafaka vermediğine dâir yemîn ettirir ve ondan kefil alır. Çünkü insanlardan bazıları kefil verir yemin etmez. Bazıları da aksini yapar. Kâdî ihtiyaten gaibin menfaatma ikisinin arasım cemeder.

Nafaka nikâha beyyîne getirmekle takdir edilmediği gibi gâib olan zevç mal bırakmadı ise kadın nafaka takdiri ve borçlanma emri al­mak için beyyîne getirdiği takdirde gâib aleyhine nafaka takdir edil­mez. Çünkü onda gâib aleyhine hüküm vardır. Nikâhlı olduğuna da hükmedilmez. Çünkü zikredilen gibi- bu da gâib aleyhine hükümdür. İmâm Züfer (Rh.A.) «Gâib aleyhine nafaka ile hükmolunur, nikâh ile olunmaz.» demiştir. Çünkü nafaka ile hükümde karı için na^ar yâni, merhamet vardır.             .

Gâib olan kocaya zar^r yoktur. Çünkü koca hâzır olsa ve karıyı tasdik etse, kan hakkını alır. Eğer inkâr ederse yemin ettirilir. Yemin­den kaçınırsa karıyı tasdik etmiş olur. Eğer karı delil getirirse hakkı sabit olur. Eğer delilden âciz olursa ya kefil veya karı öder. Nafakaya ihtiyâç olduğu için İmâm Züfer' (Rh.A.) in kavli ile amel edilir. Nikâh* da amel edilmez.

Biline ki, kâdî, gaibin malından nafakaya ancak zikredilen kim-selcr için hüküm verir. Çünkü gâib olan kimse aleyhine hükm caiz ol-m^z. Zikredilen kimselerin nafakası hükümden önce vâcibdir. Bundan dolayı onlar için, hükümden önce kocanın rızâsı olmadan nafaka al­mak vardır. Onlar hakkında hüküm kâdîden yardım ve fetvadır. Fa­kat zikredilenlerden başka akraba bunların aksinedir. Çünkü bunlar­dan başkasının nafakaları hükümden önce vâcib değildir. Bundan do­layı onlar gaibin malından, hükümden önce bir şey bulurlarsa alamaz­lar. Onların hakkında hüküm yeni îcâb olur, Bu ise gâib aleyhine caiz değildir.

Boşanmış olup iddette olan kadın için de, talâk gerek' ric'î talâk olsun ve gerek bâîn talâk olsun nafaka vâcib olur.

Âzâd ve bulûğ muhayyerliği gibi, suç ile olmayan ayırma ile mu'-tedde olan kadın için nafaka vâcib olur. Ya da küfüvü (dengi) olma­dığı için ayrılıp iddet bekleyen kadın için de nafaka ve mesken vâcib olur.

Ric'î talâkda vâcib olmasına sebeb; zira nikâh özellikle bizim mez­hebimizde ric'î ta lâk dan sonra kâimdir. Çünkü koca için cinsî münâ­sebet helâl olur. Bâîn talâkda vâcib olmasına sebeb; ^nafaka ihtibâsm (yâni, kadını kapayıp alıkoymanın) karşılığı olduğu içindir. Nitekim daha önce anlatıldı. Halbuki ihtibâs nikâh ile maksûtf olan hüküm hakkında kâimdir. O hüküm de çocuktur. Zira, iddet çocuğu korumak için vâcibdir. Şu halde nafaka vâcîb olur. Bundan dolayı iddet bekle­yen kadın için bî'1-icmâ mesken vâcibdir.

Kocanın ölümüyle mu'tedde olan kadın ve ma'siyet sebebiyle ayır-makdan mu'tedde olan kadın için nafaka vâcib olmaz. Ma'siyet sebebiy­le olan ayırma, meselâ karının mürtedde olması (yâni, İslâm Dîninden çıkması) gibi ve kocanın oğlunu şehvetle öpmesi gibi.

Birincisine, yâni ölümde nafaka vâcîb olmamasına sebeb; zîrâ, na­faka kocanın malından azar azar vâcib olur. Ölümden sonra onun malı yoktur ve vârislerin malından da nafakanın vâcib olması mümkün değildir.

İkincide, yâni ma'siyette nafaka vâcib olmamaya sebeb; kan îrti-dâdı ile haksız olarak kendisini habsedici olmuştur. Bu durumda ka­dın nâşize (itaatsiz) gibi ölür.

Üç talâk ile boşanmış olan mu'tcdde kadının mürtedde olmasiyle nafaka düşer. Kocanın oğluna temkinle (yâni zina imkânı vermekle) nafaka düşmez. Çünkü ayrılık üç taîâk ile sabit olmuştur. Onda riddet Vc temkin amel etmez. Ancak İslâm'dan dönen kadın, tövbe edinceye kadar habscâilir. Habsedilen kadın için de nafaka yoktur. Mümekkinc (yâni kocasının oğluna zina imkânı veren) habsedihnez. Binâenaleyh ona nafaka vardır.

Nafakanın vâcib olması sebeblerinden biri de nesebdir. Babaya bâs-seten nafaka vâcib olur. Babaya o nafakada bir kimse ortak olmaz. Ni­tekim ana - babasının ve karısının nafakasında kimse ortak olmadığı gibi. Gerekse baba fakîr olsun. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Anaların yiyecek ve giyeceğini sağlamak, çocuk sahibi olan baba­ya borçtur.» [53] buyurmuştur.  

Yukarıdaki âyette geçen «mevlûdün leh» babadır.

Babaya fakir çocuğu için nafaka vermek vâcib olur. Çocuğun kü­çük olması şarttır. Hattâ küçük çocuk /engin olsa nafakası kendi malın­dan verilir. Ya da çocuk büyük olup kazanmakdan âciz olursa, yine ba­baya nafaka vâcib olur. Hattâ kazanmakdan âciz olmasa nafakası babaya vâcib olmaz.

Hulâsa'da zikredilmiştir ki; Şayet büyük çocuk soylu kişilerin oğul­larından ölüp halk kendisini ücretle tutmazlarsa âciz sayılır. Yine böy­lece iiim öğrenenlerden olup şayet kazanç yolu bulamazsa, onların na­fakası babalarından düşmez.

Nafaka zengin olan babaya vâcib olur. Çünkü, baba fakir ise âciz olur. Âciz olan kimseye nafaka gerekmez. Fakat karı ile küçük çocuk­lar bunun a' sidir. Çünkü koca nikâh akdi ile nafakayı iltizâm etmiştir. Bunların nafakası kocanın fakır olmasiyle düşmez.

Zenginlik konusunda Fakîhler ihtilâf etmişlerdir. Fetva, sadaka alamayacak kadar nisaba mâlik olmakla, yâni fitre zenginliği ile tak­dir edilmiştir.

Fakir olanın usûlü için; yâni anası, babası, dedeleri ve nineleri için nafaka vâcib olur. Baba ve ana hakkında vâcîb olması; Allah Teâlâ (C.C.) :

«Onlarla dünyâda iyi geçin.» [54] buyurduğu içindir.

Bu âyet-İ kerîmeyi Nebi Aleyhisselâm iyi geçinme «Hüsn-i muaşe­ret» ile tefsir etmiştir. Ana-baba şayet aç iseler onları doyuracak, çıp-laksa giydirecektir. Bu âyet-i kerîme, üst tarafından anlaşıldığına gö­re, kâfir olan ana - baba hakkında nazil olmuş ve ibaresi ile nafaka­nın kâfir hakkında vâcib olmasını ifâde etmiştir. Müslüman hakkın­da ise evleviyet yolu ile ifâde eder.

Dedeler ve nineler hakkında nafaka vâcib olmasına gelince; çünkü oııl&r babalardan ve analardan sayılırlar. Bunctan dolayı dede, babanın yokluğunda baba yerine geçer.

«Fakîr olan» diye kaydetmesi; zengin oldukları takdirde nafakaları kendi mallarından vâcib olduğu içindir. Velev ki, fakirlerden olan usûl, kazanmaya kadir olsunlar. Nafakaları yine vâcibdir. Çünkü onlar çalış­maktan zarar görürler. Halbuki evlâd onlardan zararı uzaklaştırmaya me'mûrdur. Zahir rivayette evlâdın erkekleri ve dişileri arasında fark yoktur. S&hfh olan kavi budur. Çünkü ana ve babanın nafakaya istih­kakları ancak çocuğun malında mülk hakkı ile olur. Nitekim Besûlül-lah (S.A.V.):

«Sen ve malın baban içindir.» buyurmuştur. Bu ma'nâ evlâddan er­kek ve dişilere şâmildir.

Bundan dolayı bu istihkak — her ne kadar vâris olmak yok ise de — din ihtilâfiyle beraber ana baba için sabit olur.

Nafakanın vâcib olmasında yakınlık ve eüz'iyyete bakılır, mirasa bakılmaz. Kızı ve oğlunun oğlu olan kimsenin nafakası kızına vâcib olur. Halbuki ikisi arasında mîrâs yarıdır.

Kızının çocuğu ve kendi erkek kardeşi olan kimsenin nafakası kı­zının çocuğuna vâcib olur. Halbuki mirasın hepsi kardeşinindir. Kızın çocuğuna rnîrûs yoktur. Çünkü o zevi'l-erhâm' (uzak akraba) darıdır.

Her zî rahmi mahrem (yakın akraba) için nafaka vâcibdir.

Zî rahm ile mahrem arasında fark: Umûm ve husus min vechhıdir.

Çünkü bu iki kelime kıza ve kızkardeşe ıtlak edilebilir. Kız, amca kuma da şamildir. Fakat kızkardeş ona şâmil değildir. Çünkü amca kızının nikâhı sahilidir. Kızkarduy nikâhı sahih olmadığı için zevcenin kızkar-deşine (baldız) şâmildir. Fakat kız kelimesi şâmil değildir.

Küçük oğlan veya bâliga kadın veya âciz erkek, meselâ kazanma­ya kadir olamayan kötürüm; a'ma veya mecnûn ssî rahmi mahrem, bunların hepsinin fakir olmak şartiyle nafakaları verilir. Hattâ zengin olsalar, nafakaları başkalarına vâcib olmaz. Onların nafakalarının vâ­cib olmasına sebeb; çünkü yakın akrabalıkta sıla vâcib olur. Uzak ak­rabalıkta vâcib olmaz.

Bunları ayıran fasıl zî rahnı-i mahrem olmaktır. Allah Teâlâ (C.C.):

«Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur.» [55] buyurmuştur. (Yâni, baba Ölmüşse, yerine vâris olan onun sorumluluklarını yüklenir, de­mektir.) İbn Mes'ûd' (R.A.) un kıraatinde :

«Zî rahnı-i mahrem olan mirasçıya da bunun misli vardır.» şek­lindedir.

Onun kıraati meşhurdur. Şu halde meşhur haber değerindedir' Ni­tekim bu usûl ilminden bilinir. Bununla Kitâb'ın mutlakını takyîd et­mek caizdir.

Sonra mutlaka hacet lâzımdır. Küçüklük, dişilik, kötürümlük ve a'mâlık, acz gerçekleştiği için hacet belirtüerindendii:. Çünkü kazanca kadir olan kazancıyla zengindir. Fakat ana - baba bunun aksinedir. Ni­tekim daha önce geçti. Zikredilen kimse için nafaka mîrâs mikdâiı vâ-cib olur.

Mirasın mikdârı ancak, Hak Teâlâ' (C.C.) nın :

«Mirasçıya da bunun misli vardır.» [56] âyet-i kerîmesi mucibince i'tibâr edilmiştir. Çünkü hükmün vasfa terettüb etmesi, o vasfın illet olduğunu bildirir. Bir de; mes'uliyyet menfaate göredir.

Zikredilen kimselerin nafakaları üzerine vâcib olan kimse hak eden­lerin hakkını vermesi için infâka zorlanır. Binâenaleyh bâliğa olan kı­zın ve kötürüm olan baliğ oğlanın nafakası babaları ve anaları üzerine üçtebir hesabıyla vâcib olur. Babaya üçteiki ve anaya üçfcebir vâcib olur. Çünkü onlar için mîrâs bu kadardır. Zahir rivayette, nafakanın hepsi babayadır. Çünkü Hak Teâlâ (C.C.) :

«Anaların yiyecek ve giyeceklerini sağlamak, çocuk sahibi babaya, borçtur.» [57] buyurmuştur.

Ana - babadan başkasında tek rivayet ile mîrâs mikdârına itibâr edilir.

Musannif bunun üzerine; «Muhtelif dereceden zengin kızkardeşleri olan fakirin nafakası, o kızkardeşleri üzerine, mîrâsı gibi beştebir hesa­bıyla vâcib olur.» sözünü tefri' etmiştir. Üç tane beştebir, baba bir ana bir kızkardeşedir. Bir beştebir baba bir kızkardeşinedir. Bir beştebir de ana bir kızkardeşine mirasları mikt ân vâcib olur.

Mahrem olan zî rahmde, mahrum olmamak üzere, mîrâs ehliyetine itibâr edilir. Mîrâsı ihraz etmesiyle onun hakîkatına itibâr edilmez. Çünkü mîrâsı ihraz etmesi ancak ölümden sonra bilinir.

Musannif bunun üzerine, «Zengin dayısı ve amcası oğlu olan fakirin nafakası dayısına vâcib olur.» sözünü tefriTi etmiştir. Çünkü amca oğlunun olup mirasın dayıya kalması mümkündür. Zira, amca oğlu mahrem değildir. Onun üzerine nafaka da yoktur. Dayı mahremdir! Nafakayı onun vermesi gerekir.

Dinleri ayn olursa nafaka lâzım gelmez. Çünkü istihkak ancak vâ­risin adı ile sabit olur. Dînin ayrı olması ise vâris olmayı meneder. Şu halde Hıristiyana (Nasrânîye) Müslüman kardeşi için nafaka vâcib ol­maz. Mti.slüıııana da Hıristiyan olan kardeşi için nafaka vâcib olmaz. Ancak, Müslümamıı Hıristiyan olan karısı için nafaka vâcib olur. Çün­kü bunun nafakası nikâh akdi ile müstehak olan ihtibas itibariyle vâ­cib olur. Bu, akdin sıhhatine dayanır. Yoksa milletin bir olmasına da­yanmaz. Hattâ, nafaka fâsid nikâh ile vâcib olmaz. Şüphe iie cinsî mü­nâsebette bulunmakla da vâcib olmaz.

Usûl için yâni ana - baba, dedeler ve nineler için nalaka vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Onlarla dünyâda iyi geçin (güzel davran)» [58] buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeyi Resûlüllah (S.A.V.) :

«İyi geçinmek ve güzel davranmak» diye tefsir etmiştir. Nitekim daha önce geçti.                        

Dedeler ve nineler, ana-baba gibidir. Nitekim bu da daha önce geçti.

Müslüman, harbî olan ana - babasına, infâk için zorlanmaz. Harbî de Müslüman veya zımmî olan babasına infâk için zorlanmaz. Çünkü istihkak sıla yoluyladır. Harbî ise sılaya müstehak olmaz. Çünkü Hak Teâlâ' (C.C.) mn :

«Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları (dost edinmenizi) yasak eder.» [59] kavli şerîfiyle onlara iyilikken menetmiştir. Bundan dolayı bizim ülkemizde olan kimse ile onların arasında, her ne kadar milletleri müttehid olsa da, mîrâs câri olmaz.

Fürû' için de nafaka vâcib olur. Çünkü fürû' aslın cüz'üdür. Şu hal­de cüz'ün nafakası küfür ile, kendisinin nafakası gibi menedilmez. t Zimmî olan usûl ve fürû' için nafaka vâcîb olur. Bu kayda sebeb

harbîden ve müste'menden ihtirazdır. Birincisine, yâni harbîye gelin­ce; çünkü bizimle savaşanlar hakkında iyilikden .nehyolunduk. Nitekim daha önce geçti. İkincisi, yâni müste'men ise dâr~ı harbe iltihâk etmek amacında olduğu içindir.

Baba oğlunun metâmı, nafaka için satar, akarını satamaz. Yâni, babanın, nafakası için çocuğun metâım satması caizdir Zira baba için, gâib olan çocuğunun malı hakkında korumak velayeti vardır. Çünkü vasi için korumak velayeti vardır. Babanın şefkati çok olduğundan üo-layı baba için ,velâyet-i hıfz evleviyyetle sabittir.

Menkûlün satışı korumak bâbuıdandır. Çünkü menkûlün telef ol­masından korkulur. Akar böyle değildir. Zira akar kendiliğinden ko­runmuştur. Yakın akrabadan, babadan başkası babanın aksinedir.. Zira onların küçük çocuğun malında tasarrufda asla velayetleri yoktur ki, bulûğdan sonra o tasarrufun eseri bakî kalsın. Büyüdükden sonra ko-rumakda da velayetleri yoktur. Baba böyle değildir. Menkûlün satışı caiz olunca satılanın değeri hakkı cinsindendir. O hak da nafakadır. Binâenaleyh, baba için ondan almak caizdir. Babanın kendi nafaka­sından başka, üzerinde olan borcu için oğlunun metâım satması caiz ol­maz. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre ise zikredilenlerin hepsinin satılması caiz olmaz. Kıyâs da budur. çünkü baba için velayet, bulûğ ife kesildiği için yoktur. Bundan dola­yı, oğlunun hâzır olduğu halde malına mâlik olmaz.. Nafakadan başka borçda satışa da mâlik olmaz. İstihsâlim vechi bizim zikrettiğimizdir. Zeylaî (Rh.A.) der ki: «Mes'elede bir nevi işkâl vardır. İşkâl şudur: Denilebilir ki; baba için oğlu yokken bilittifak koruma velayeti olunca, tmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, baba için nafaka sebebiyle satışa ve­ya hepsinin katında borç sebebiyle satışa mâni' nedir?»

Ben derim ki: Bunda asla işkâl yoktur. Çünkü burada iki mukad­dime vardır. Biri şudur: Baba için,.oğlunun yokluğu hâlinde korumak velayeti vardır.

İkincisi şudur: Menkûlün satılması korumak bâbındandır. Birin­cim» icmâiyye olmasından İkincinin de icnıâîyye oiması gerekmez.

O halde İnıâmcyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, nafaka sebebiyle satıl­maya engel korumaya ut elmasıdır. Borç sebebiyle satışa mâni1 ise, borcun sübûtunun hükme muhtaç olmasıdır. Doğum nafakası bunun aksinedir. Nitekim daha önce geçti. Bu tamamen açık olduğu halde iâzîleü He tanınmış olan kimseye nasıl gizli kaldığına şaşılır.

Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) şöyle demiştir: Fukahâ demişlerdir ki, baba­nın, oğlunun malını koruma velayeti vardır. Menkûlâtın satılması ko­rumak hftbındandır. Akarın satılması korumak babından değildir. Çün­kü akar kendiliğinden korunmuştur. Baba oğlunun menkûlünü sattığı zaman, değer de hakkının cinsinden olsa — ki o nafakadır — o değeri nafakaya harcar. Ondan sonra demiştir ki: Ben derim ki, babaya na­fakadan dolayı eşyayı satmak helâl olur mu? Söz buradadır. Yoksa koru­mak için satmakda, sonra malın değerinden infâkda değildir. Şu da var ki: İllet bu olmuş olsa nafakadan başka borç için bu delilin ayn'ı ile satış caiz olurdu.».                                                            

Ben derim ki: Fukahâ'mn korumak için satmanın caiz olduğunu söylemeleri, nafaka hususunda satmanın caiz olduğunu isbât içindir. Çünkü onlann sözünün ma'nâsı şudur: Menkûlâtın satılması nafaka için caiz olur. Çünkü korumak için satmak caiz olur. Bunun delili, ko­rumak için vasinin satabilmeğidir. Öyle olunca babanın satması evle-viyyetlc caiz olur. Çünkü vasi velayeti babadan elde eder. Babanın sat­ması malı korumak için caiz olur da, satarsa nafaka cinsinden mal hâ­sıl olur. Babanın o malı nafakasına harcaması caiz olur. Fakat Sad-ru'ş-Şerîa'nm; «Şu da var ki, illet eğer malı korumak olsa, nafakadan başka borç için satmak caiz olurdu.» sözü tamâmiyle bâtıldır. Çünkü bilirsin ki, borç sebebiyle satmaya mâni' şudur, borcun sübûtu gâib aleyhine hükme muhtaçtır. Bu ise caiz değildir. Çocukların nafakası bunun aksinedir. Şu halde birincinin caiz olmasından ikincinin caiz ol­ması gerekmez.

Ana, oğlunun malını kendisinin nafakası için satamaz. Çünkü ana için oğlunun küçüklüğü hâlinde tasarrufda ve büyüdükden sonra ko-rumakda velayet yoktur.

Daha önce geçti' ki, ana için baba gibi oğlunun malında, hadis-i şerife göre, temellük hakkı vardır, bu, ananın baba gibi nafaka için çocuğunun malını satması caiz olmasını iktizâ eder denilirse, biz deriz ki: Satmanın caiz olmasının medarı temellük hakkı değildir. Belki ço­cuğun malında tasarruf hakkıdır. Binâenaleyh kimin malda tasarruf velayeti varsa onun satması caiz olur. Malda velayeti olmayan kimse iğin satmak caiz değildir.

Oğlunun emânet, koyduğa kimse, şayet emâneti kâdîııin emri ol­madan ana - babasına infâk etse, inâbetsiz ve velâyetsiz başkasının ma­lında tasarrufda bulunduğu için Öder. Eğer kâdî onun satılmasını em­retmiş işe ödemez. Çünkü kâdî mülzimdir. (ilzam edendir.) Ana - ba­bası fi'âıb olan oğullarının malını kendilerine infâk etseler, eğer na­faka cinsinden olursa ödemezler. Çünkü ana - babanın nafakaları kâdi-nin kazasından önce oğula vâcibdir. Şu halde ana - baba hakimim alır­lar.

Karıdan başkasının, yânj usûl, fürû' ve yakınlara nafaka ile hü­küm olunsa ve müddet geçip onlara o müddet içinde nafaka ulaşmasa, nafaka düşer, Çünkü zikredilen kimselerin nafakası hacete göredir. Müddet geçince hacet yok olur.

Kandan başkası denmesinin sebebi sudur: Çünkü kâdî şayet ka­rının nafakası için hüküm etse, müddet geçmekle düşmez. Çünkü na­faka ihtibâs karşılığıdır. İhtiyâç için değildir. Nitekim daha önce geç-, ti. Bundan dolayı karinin nafakası zengin de olsa kocaya vâcib olur. Geçmişte ihtiyaçsızlık hâsıl olmakla düşmez.

Ancak usûl, iürû' ve yakınlar, kâdîııin teni ile ödünç alırlarsa, yâni kâdî onlara borç almaya izin vermiş de onlar da gâib nâmına borçlan-nuşlarsa, bu takdirde onların da nafakaları düşmez. Nitekim karının nafakası sadece kâdînin takdiri ile, her ne kadar müddet geçse de, düş­mediği gibi.  

Mülk dahî nafakanın vâcib olması sebebleıindcndir. Şu halde sa­hibine, mâlik olduğu kölesi için ıtafaka vâcib olur. Sâhib kölesine in­tak etmekden kaçınırsa, o köle eğer kazanmaya kadir ise çalışıp kaza­nır ve kendisine infâk eder. Eğer çalışmaya kadir değil ise, kâdî sahi­bine o köleyi satmasını emreder.

Müdebbir ve ünımü veleddc İnt'âkdan kaçınırsa, sahibi infâk et­meye zorlanır. Çünkü bunlarda satış imkânsızdır. Mala karşılık mükâ-teb olan çalışıp kazanır. Çünkü nıükâteb, her ne kadar rakabe yönün­den memlûk ise de yed'en mâliktir. (Yâni çalışmakta serbesttir.) «Ma­la karşılık mükâteb» sözüyle musannif hizmete karşılık mükâtebden sakınmıştır. Zira hizmete karşılık mükâteb, rakîk (köle) gibidir. Çün­kü onun için asla mâükiyet yoktur.

Bir adam kölesinin nafakasını vermezse, köle çalışıp kazanmaya muktedir olduğu takdirde sahibinin rızâsı olmaksızın onun malından yiyemez. Aksi takdirde yâni o köle kazanmaya kadir değil ise, sahibinin malını onun rızâsı olmadan yemesi caiz olur. Zira çaresiz kalmıştır. Keza sahibi köleye kazanıp yemeyi menederse, onun rızâsı olmaksızın yemesi yine caizdir.                                     .                                 ,

Bir şahıs bir köleyi zorla alsa, gasbediten köle mâlikine geri veri­linceye kadar, nafakası gasbeden üzerinedir. Eğer gasbeden, kâdiden nafaka emri isterse, yâni zorla alan kimse köleye infâk etmeye veya o gasbedilen köleyi satmaya kâdîden izin isterse, kâdî ona icabet etmez ve sözünü de kabul etmez. Ancak eğer kölenin zayi' olmasından korku-lursa gasbedilen köleyi gâsıb değil kâdî satar ve o kölenin kıymetini mâliki için ahkor.

Bir şahıs Zeyd'in yanına bir köleyi emânet bırakıp, bırakan şahıs gâib olsa, emanetçi Zeyd de, kâdîden o köle İçin nafaka emri istese, kâdî bu emri vermez. Çünkü kölenin kıymeti bütün nafakayı kapla­mak ihtimâlinden dolayı kölenin sahibi bundan zarar görür. Belki kâdî o köleyi kiraya verip ücretinden, o köleye infâk eder. Ya da onu satıp kıymetini köle sahibinden zararı defetmek için, onun nâmına saklar. [60]

 

Âzâd   Bölümü

(Kölelikten   Kurtulma)

 

I'tk ve atak, lügat yönünden mutlak olarak kuvvettir. Istılahı (şer'î) ma'nâsi, kendinden başkalarının hakkının kesilmesiyle insanın hakkında zahir olan hükmî bir kuvvettir.

İ'tâk ise, Iûgat yönünden mutlak olarak kuvvet ve istılâhen, şer'î kuvvetin isbât edilmesidir. Âzâd edilen kimse, bu şer'î kuvvetle şehâdet-ler ve velayetler için ehil, başkaları hakkında tasarrufa ve kendisinden, başkalarının tasarrufunu savmaya kadir olur. [61] 8u tasarruf mutlak değildir. Belki hükmen zayıflık dlan köleliğin izâlesiyledir. Meselâ ha­kîkî zayıflık —ki o hastalıktır— ortadan kalkmakla bedende hâsıl olan hakîkî kuvvet gibi. Veya İ'tâk, köleliği mutlak surette gidermek­ledir. Yâni mülkü olmasına bağlı değildir.

Sözün kısası, "memlûkun başka bir kimse için köle olmamasını sağlamaktır. Bununla satış ve bağış hâriç kalır. Çünkü bunlarda raem-lûkünü başkasına memlûk yapmak vardır. Buna şer'î kuvvetin isbâtı gerekir. înşâallahu Teâlâ yakında açıklaması gelecektir.

Köle âzâd etmek (i'tâk), mükl ehil olduğu için hür olan kimseden sahih olur. Çünkü memlûk olan, her ne kadar temlik olunursa da mâ­lik olmaz.                     

Âzâd olma (ı'tk) ise ancak mülkde olur. Bu hür kimse mükellef, yâni âkil ve baliğ olmalıdır. Birincisi yâni âkil olması, deliliğin tasarru­fa ehil olmasına aykırı olduğu içindir. Bundan dolayı âkil ve baliğ olan kimse «Ben sabi iken yâhûd deli iken köle âzâd ettim.» dese cinneti de açıkça belli olsa, söz onundur. Çünkü tasarrufu münâfî bir hâle dayan­maktadır. İkincisi, yâni baliğ olmasına gelince; çünkü köle âzâd etmek besbelli bir zarardır. Bundan dolayı vasi ve velî köle âzâd etmeye (i'tâka) mâlik olmazlar. Küçük çocuk (sabî) da, sırf zararlı olan şeye ehil değildir. Sırf faydalı olanla ikisinin arasında olanlar bunun hilâ-fınadır. Şöyle ki, birinci için sabî, izinden önce; ikinci için izinden son­ra ehil olur.

Hür ve mükellef olan kimsenin mülkünde olan köleyi âzâd etmesi sahilidir. Bunun, şart kılınması Resûlüllah (S.A.V.) :

«İnsanoğlunun mâlik olmadığında âzâd etme (hakkı) yoktur.» bu­yurduğu içindir.

Âzâd etmeyi mülke izafe etse de sahih olur. Yâni i'tâkı mülke iza­fetle de olsa sahih olur. Meselâ başkasının kölesi için; «Eğer ben ona mâlik olursam o hürdür.» demek gibi. Şayet ona mâlik olsa o köle âzâd edilmiş olur. Bunun benzeri tajâk babında geçti.

Köle azadında, hem konulusu lıeın de şer'î yönü itibariyle sarih olan lâfız kullanmakla i'tâk sahih olur. Niyet gerekmez. Çünkü niyetin şart kılınması söyleyenin muradı şüpheli olduğu zamandadır. Şüphe ol­mayınca niyet de şart değildir.

Sarîh sözlere misâl: «Sen,hürsün», «Sen âzâd edilmişsin», «Sen hür kılınmışsın», «Ben seni hür kıldım», «Ben seni âzâd ettim» veya «Sen hürden başka bir şey değilsin.» demek gibi. Burada: «Sen hürden baş­ka bir şey değilsin.» sözü, olumsuz ile olumluyu kapsamaktadır. Bu söz mücerret isbâttan daha kuvvetlidir. Kelime-i şehâdet buna delildir.

Yalnız hürriyetle vasıflandınlmakla da köle âzâd edilmiş olur. O vasfı te'kid edince, âzâd edilmiş olması evleviyyette kalır.

Ya da: «Bu benim mevlâmdır» veya «Ey benim mevlâm» demekle de köle âzâd edilmiş olur. Çünkü, köle lâfzı müşterektir. Ma'ilâlarından biri de âzâd olunan köledir ve köle hakkında lâyık olan ancak bu ma'-nâdir.. Şu halde bu lâfızla niyetsiz âzâd edilmiş olur.

Ya da: «Ey hür» veya «Ey âzâd edilen kişi» dernekle de âzâd edil­miş, olur. Çünkü ihbar lâfzı şer'î tasarruf âtla ihtiyâcı gidermek için inşâ kabul edilmiştir. Nitekim nikâh, talâk, satış ve bunların benzerin­de olduğu gibi. Çünkü imkân ııfsbettndc akıllı insanın sözünü sahih ına'nâya hamletmek gerekir. Bunun gerçekleşmesi için ise; âzâdhğm ve benzerinin mahalde Önceden sabit olmasında» başka bir çâre yoktur. Tâ ki-bu ihbar hakikat olsun. Eğer: «Yalanı .murâd eyledim.» veya «İş-den serbest kalmasını murâd eyledim.» dese, kazaen değil de, ihtimâl bu­lunduğu için diyâneten tasdik edilir. Çünkü çağnmak çağrılanı getir­mek içindir. Köleyi inşâsına mâlik olduğu vasıfla çağırınca, o çağır­ma bu vasfı gerçekleştirmek olur. Ancak eğer koleje «Hür» veya «Atik» diye ad koydu ise bu takdirde köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü onun bundan muradı, kölesini Özel atlı ile çağırmaktır ki bu onun lâkabıdır. Bundan sonra, yâni köleye «Hür» adını verdikden sonra yabancı bir ke­lime ile çağırsa da, «Ey âzâd» dese, halbuki ona «Hür» adını vermiş idi, veya «Âzâd» adını verdikden sonra «Ey hür» diye çağırsa, o köle âzâd edilmiş olur. Çünkü bu çağırmak, adı ile çağırmak değildir. Şu halde bu, vasıfdan ihbar sayılır.

Keza «Senin başın hürdür.» demesiyle ve buna benzer, yâni bedeni ifâde eden uzuvlar ile meselâ; «Senin yüzün hürdür», «Senin boynun (rakaben) hürdür» demesiyle veya cariyesine «Senin fercin hürdür» de­mesiyle âzâd edilmiş olur. Çünkü bu sözler bedeni ifâde eden lâfızlar­dır. Nitekim talâkda geçti.

Eğer İ'takı, yarım, iiçlebir v^e bu İkisi gibi kölenin yaygın bir cüz'ü-ne izafe ederse âzâd o cüzde vâki olur. Bundan sonraki bâbda, bunların ardında olan hilafın açıklaması gelecektir.

Sahibinin, kölesine: «Ben sana nefsini hibe ettim.» veya «Nefsini sana sattım.» demesiyle köle âzâd edilmiş olur. Her ne kadar köle, sa­tışı ve hibeyi kabul etmese ve sahibi de âzâd etmeye (i'tâka) niyet et­mese, yine de köle âzâd edilmiş sayılır. Çünkü kölenin nefsini ona sat­mak, âzâd etmek demektir .Kölenin nefsini ona hibe etmek de â^âd sa­yılır. Eğer sâhib: «Ben sana nefsini şu kadara sattım» diye sözüne zi­yâde eklerse, köle kabul etmedikçe âzâd edilmiş olmaz. El-Fusûl ü'l-İmâ-diyye'de böyle zikredilmiştir.

Sahibinin i'tâkı kinaye sözlerle yapması hâlinde, eğer şüphe ve ih­timâli gidermek için âzâda niyet etti ise köle âzâd edilmiş olur. Meselâ: «Benim senin üzerinde mülküm yoktur», «Senin üzerinde kölelik yok­tur», «Sana yol yoktur», «Sen benim mülkümden çıkdın» veya «Ben senin yolunu tahliye ettim.» demek gibi. Çünkü bu zikredilen şeylerin nefyt, satış veya kitabet-suretiyle yâhûd âzâd etmek suretiyle olmak ihtimâli vardır. Âzâdı niyet edince, o taayyün eder.

Eğer sahibi kölesine: «Var dilediğin yere git.» veya «Allahu Teâ-lâ'nm, beldelerinden dilediğin yere git.» dese, her ne kadar âzâda niyet etmiş olsa da köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü bu söz mâlikiyetin zeva­lini ifâde etmez. Binâenaleyh âzâda da delâlet etmez. Nitekim mükâ-tebde olduğu gibi. Gâyetu'l-Beyân'da böyle zikredilmiştir.

Yine sahibinin cariyesine: «Ben seni ıtlak eyledim (salıverdim)» demesi gibi ki i'tâk niyetiyle söylerse âzad olur. Çünkü bir adamı salı­verdikleri zaman: «Onu zindandan salıverdi» denilir. Şu halde bu söz; «Yolunu tahliye ettim» demesi gibidir..                                           .

«Ben seni boşadım» veya «Sen boşsun» demekle câriye âzâd edilmiş olmaz. Nitekim Kitâbu't-Talâk'ın baş taraflarında; boşama (talâk), âzâd (ıtk) lâfzı ile vâki olur, aksi ile olmaz, diye geçmişti. Çünkü ra-kabenin mülkünün izâlesi, mut'amn izâlesini gerektirir, aksi olmaz. Her ne kadar âzâda niyet etse de, talâkın kinayeleri ile de âzâd edilmiş ol­maz. Yine sahibinin: «Ey benim oğlum», «Ey oğul», «Ey benim oğul­cuğum», «Ey benim kızcağızım», «Ey benim kardeşim», «Benim efen­dim» veya «Ey benim mâlikim» demekle de âzâd edilmiş olmaz. Çünkü çağırmak (nida), bildiğin gibi, çağrılanı getirmek içindir. Eğer hürri­yet gibi inşâsına mâUk, olduğu vasıfla köleye seslenmiş olsa, o vasfı gerçekleştirmek olur. Eğer inşâsına mâlik değilse yalnız bildirmek (i'lâm) için olur. Vasfı gerçekleştirmek için olmaz. Çünkü vasfı ger­çekleştirmek imkânsızdır. İmdi,. zikredilen vasıflar bu kabildendir.

Yine «Benim senin üzerinde sultân (hüccet) im yoktur.» sözüyle, her ne kadar âzâda niyet etse de, âzâd edilmiş olmaz. Çünkü sultân, hüccettir Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :

«Veya bana mutlaka apaçık bîr hüccet (sultân) getirir...» [62] bu­yurmuştur.

Bu âyetteki (sultân) kelimesi (hüccet) diye tefsir edilmiştir. Sultan lâfzı zikredilip onunla mâlikiyet ve istilâ da murâd edilir. îstilâ ve mâlikiyeü kâini olduğu için sultâna da bu ad verilir. Şu hâlde sahibi sanki; «Senin üzerinde benim-için hüccet yoktur.» demiş gibi olur. Eğer açıkça böyle demiş olsa, âzâda niyet etse bile köle âzâd edilmiş olmaz. Keza: «Benim için sultân yoktur.» demekle de küle âzâd edilmiş ol­maz.                                           -

Yine kölesine: «Sen hürrün misli (benzeri) sin» demesiyle de köle âzâtl edilmiş olmaz. Çünkü misi, örfen evsâfın bazısında ortaklık (mü­şareket) için kullanılır. Şu halde hürriyette şek vâki olup şek ile de hürriyet sabit olmaz.

Şu söz bunun hılâhnadır. Şayet, yaşça kendinden daha büyük için veya nesebi sabit olan kendinden küçük için: «Bu benim oğlumdur.» dese, niyetsiz, köle âzâd edilmiş olur. Çünkü birincide büyüklük ve ikin­cide nesebin sübûtu gerçek ma'nâmn murâdını meuederlcr. O gerçek ma'nâ oğulluğun sabit olmasıdır. Şu halde mecaza yorumlanır ve oğul­luğun gereği olan hürriyetin sabit olması murâd edilir. Bunda İmâ-meyn' (Rh. Aleyhimâ) in ve Şafiî' (Rh.A.) nin ayrı görüşü vardır.

Vatan-ı aslîsinde nesebi sabit olmayaîıa, yâni nesebi bilinmeyene gelince; — burada nesebi bilinmeyenin tefsirinde ayrı görüş bulundu­ğuna işaret vardır. EI-Kunye'de denmiştir ki: Kitablardâ zikredilen .nesebi meçhul kimse, bulunduğu beldede, nesebi bilinmeyen kişidir. Hidâye Sarihlerinden muhakkikinin ve başkalarının kabul ettiklerine göre, nesebi meçhul kişi, doğduğu beldede nesebi bilinmeyen kimsedir. Buna delîl; esir düşen gebe kadının çocuğunun nesebi bilittifak sabit olmaktır. Dâr-ı harbden çıkan hamlin nesebi zinadan olmayıp nikâh-dan olmak itibariyle sabit olunca, dâr-ı harbden çıkan şahsın nesebi­nin sabit olması evleviyyette kalır.

Esir edilip celbedilen kimsenin nesebi ancak doğduğu yerde ve va­tan-ı aslîsinde bilinmezse, o zaman meçhul olur. — Vatan-ı aslîsinde nesehi bilinmeyen kimse, celîb, yâni dâr-ı harbden getirilmiş olduğu halde veya dâr-ı İslâm'da doğmuş olduğu halde âzâd olur ve nesebi sü-bût bulur.

Kâfî'de denmiştir ki: Dâr-ı harbden getirilmiş olmakla dâr-ı İs­lâm'da doğmuş olmak arasında fark yoktur. Çünkü sahibinin iddiasının sahîh olması mülk itibariyle, bir de memlûkun nesebe ihtiyâcı itibariy­ledir. 

Kifâye'de denmiştir ki: Celîb sözü, ancak celîb (yakalanıp getiri­len) -doğduğu yerde nesebi sabit olmayan bir kişi olursa sahîh olur. Eğer doğduğu yerde nesebi sabit olursa, onun nesebi sahibinden sabit olmaz. Bundan dolayı ben burada «Doğduğu yerde nesebi sabit olmayan» de­dim.

Eğer kölesine: «Bu benim kızımdır.» veya cariyesine: «Bu benim oğlumdur.» dese, bazısı; bu söz zikredilen hılâf üzeredir, demiş, bazısı da; bi'1-icmâ' âzâd edilmiş olmaz demişlerdir. Çünkü işaret edilen kim­se müsemmâ cinsinden değildir.

Keza; yâni «Bu benim" ogJumdur» sözü ile hılâf üzere köle âzâd edil­miş olduğu gibi, «Bu benim babamdır» veya «Bu benim ananadır» de­mesiyle de mecaz yoluyla âzâd edilmiş olur. Nitekim daha önce zikre­dildi.

«Bu benim kardeşimdir.» demesiyle zahir rivayette âzâcî edilmiş olmaz. Yâni babalık ve analık mülkde bulunsa, babalık ve analık ikisi de vasıtasız âza di gerektirirler. Hürriyet ikisine de lâzım ulur. İmdi mecaz vâsıta zikretmeksizin sahih olur.    Kardeşlik   bunun   aksinedir.

Zira kardeşlik ancak baba veya ana vâsıtasiyle olur. Çünkü kardeşlik sulbde veya rahmde beraberlikten ibarettir. Bu vâsıta zikredilmiş değil­dir ve mülkde bu kelime için bu vâsıta olmaksızın mu'cib yoktur. Yâni zikredilen için vasıtasız hüküm yoktur. Vâsıta zikredilmeyince mecazın sahih olmadığı için söz geçersiz olur.

Ancak eğer: «Bu benim neseb,yönünden, veya baba bir veya ana bir kardeşimdir.» dedi ise köle âzâd edilmiş olur. Mebsût'ta denmiştir ki: Kardeşde iki rivayetin ihtilâfı ancak «Bu benim kardeşimdir» diye mutlak zikredildi^ zamandır. Eğer «Bu benim babamdan veya anam­dan kardeşimdir.» demekle mukayyed zikrederse, tereddütsüz âzâd edil­miş olur. Çünkü mutlak kardeşlik müşterektir. Bazan onunla dînde .kardeşlik murâd edilir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :

«Mii'miıılcr ancak kardeştirler..» [63] buyurmuştur. Müşterek hüccet ol­maz. Eğer zikri geçen söz İle kaydederse murâd taayyün ede .

Eğer, oğulluk Ua kardeşlik gibi neseb ile sütkardeşliği arasında müş­terektir, binâenaleyh «Bu benim oğlurndur.» deyip mutlak zikı>ttikde nasıl köle âzâd edilmiş olur, diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki:.Böyle mecaz iki kî kata muarız olamaz. Şayet hakikat mümteni' olursa, hakikât üe kendi arasında ilgi olan bir mecaza gidilir ki, o da «Bu hürdüm de­mektir. Çünkü hür olmak oğulluğun lâzımıdır. İmdi bu melzûmdan lâzı­ma intikâl olur. «Bu benim dedemdir.» demek de, «Bu benim kardeşim­dir.» demesi gibidir. Yâni köle âzâd edilmiş olmaz. Ancak eğer, "Babamın babasıdır.» derse âzâd edilmiş olur. Çünkü «Bu benim dedemdir.» dediği söz âzâdı ancak vâsıta ile ifâde eder. Zira onun için mülkde ancak bu­nunla nıûcib vardır. Nitekim daha önce geçti.

Sonra musannif; bir kimsenin kendi ihtiyariyle hâsıl olan âz&dhğı anlattıktan sonra, gayri ihtiyari hâsıl olan âzâdlık mes'elelerini bildir­mek iste3'erek şöyle dedi:

Bir kimse zi-rahm-î mahrem [64] akrabasına mâlik olsa, o köle, o kimse ondan sonra zikredilen kimseler nâmına âzâd edilmiş olur. Rahm, ashiKca çocuğun anası kanundaki kılıfıdır. Doğum yününden yakınlığa rafını adı verilir. Zu'rahm dahi bundan alınmadır. İki mahrem iki kişidir ki birisi erkek diğeri dişi farzedilse birbirlerine nikâh caiz olmaz. Bun­da asıl olan Resûlüllah' (S.A.V.) in:

«Bir kimse kendisine mahfeni olan bir yakınına (rahm sahibine) mâlik olsa, o hürdür.» kavlidir. Lâfz umûmu ile mahremiyetle te'kîd edilen her akrabalığa şâmildir. Gerek doğurmak yönünden olsun ve gerekse başka yönden olsun.

Dâr-ı İslâm'da Mâlikin Müslüman oimasiylc kâfir olması arasında fark yoktur. Çünkü illet umumîdir. Şayet mükâteb, kardeşini satın al­sa, kardeşine kitabet yapamaz. Çünkü onun tam mülkü olmadığı için âzâd etmeye kudreti yoktur. Lüzum ise kudrete bağlıdır. Velev ki mâ­lik sabi veya mecnûn olsun, bu ikisinin mâlik olduğu yakını âzâd edi­lir. Çünkü âzâd etmeye (i'tâka) kul hakkı teallûk etmiş ve nafakaya benzemiştir.

Ya da mâlik, kölesini, Allah Teâlâ' (C.C.) uın vechi için azSd etse veya şeytan için yâhûd put için kölesini âzâd etse, zikredilen gibi yine âzâd edilmiş olur. Çünkü i'tâkm rüknü ehlinden südûr edip mahalline rastlamıştır. Birinci sözde kurbet vasfı yâni «Allah'ın vechi için» denilmesi fazlalıktır. Son iki sözde kurbet vasfının bulunmayışı âzâda zarar vermez, belki âzâd eden âsî olur. Zira şeytan ve put için köle âzâd etmek kâfirlerin ve putlara tapanların işidir.

Ya da mâlik zorlandığı veya sarhoş olduğu halde kölesini âzâd et­se, bu ikisinin azadı sahilidir. Çünkü i'tâk, mahalline muzâf olduğu halde ehlinden sâdır olmuştur. Hak ıskatlarında rızâ şart kılınmamış­tır. Halbuki ikrah ile rızâ yok olur. Yâni hükmün bulunmamasında rızâ yokluğunun te'sîri yoktur. Nitekim ResûlüHah (S.A.V.) bu konuda şöyle buyurmuştur :   ..

«Üç şey vardır kî, bunların ciddîsi de ciddî şakası da ciddîdir: Ni­kâh, talâk ve it âk.»

Şaka eden (hâzil) hükme razı değildir. Ya da mâlik, kölenin âzâ-dmı şarta bağlayıp şart da bulunursa, meselâ: «Eğer sen eve girersen hürsün.» dese, o da girse, o mâlikin kölesi âzâd edilmiş olur. Yine me­selâ harbînin kölesi bizim ülkemize Müslüman olduğu halde çıksa, bu köle de âzâd edilmiş olur. Nitekim-Tâif'in köleleri Resûl-i Ekrem' (S. A.V.) e Müslüman oldukları halde çıkıp geldiklerinde;

ResûlüHah  (S.A.V.) :

«Onlar Allah'ın âzâdhlarıdır.» buyurmuştur. Bir de; o köle Müslü­man olup kendisini korumuştur. Müslüman ise ibtidacn köle yapılmaz.

Anası karnında olan çocuk, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur. Anasına bağlı olduğu için anasına tebaiyetle âzâd edilmiş sayılır. O hamlin satılması ve hibe edilmesi de sahih olmaz. Çünkü hibede tes­lim şarttır. Satışda ise teslime kudret şarttır. Halbuki hamle izafetle şart yoktur. Bu ikisinden birisi âzâda şart değildir. Sonra âzâd etme vaktinde hamlin kâim olması ancak hâmile kadın âzâddan sonra altı aydan daha az zamanda çocuk doğurursa bilinir. Çünkü altı ay, gebe­lik müddetinin en azıdır. Nitekim daha önce geçti.

Biline ki, Fukananın kitaplarında yazılmış olana göre; hami, anaııın âzâd edilmesiyle mutlaka anasına tebâiyetle âzâd edilmiş olur. İm­di anası hâmile iken âzâd edilirse, meselâ; âzâd edilmesinden sonra altı aydan daha az müddette çocuk doğurursa, hami âzâd edilmiş olur ve onun velâsı başkasına geçmez. Eğer câriye hamileliği bilinmeyerek â2âd edilmişse; meselâ, altı aydan daha çok müddette çocuk doğurur-sa anasına tebaan âzâd edilmiş olur. Lâkin velâsı babasının sahibine geçer. Nitekim daha önce geçti. Bundan anlaşılır ki, Sadru'ş-Şerîa' (Rh. A.) nın*aMa*lûm olsun ki hami, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur, tebâiyet yoluyla değil, belki asalet yoluyla âzâd edilmiş olur. Hat­tâ velâsı babasının sahihlerine geçmez. Bu, hâmile kadın âzâd edildik-den sonra altı aydan daha az zamanda çocuk doğurduğuna göredir.» sözünde müsamaha vardır. Çünkü bu sözün zahiri Fukahânın ibaresi­ne aykırıdır. Şöyle ki: Fukahâ, «Eğer hâmile kadın âzâd edilse ona te­baan hamli de âzâd edilmiş olur.» demişlerdir. Yine Sadm'ş-Şerîa' (Rh. A.) nın; «Şayet âzâd edildikden sonra altı aydan daha az müddette ço­cuk doğurursa» sözü, anasının âzâd edilmesiyle âzâd edilmiş olur, sö­zünün kaydı ve onu, tamamlayıcısıdır. Halbuki bu sözü birinci sözden ayırmıştır. Belki ibarenin hakkı şöyle olmaktır:

Ma'lûm ola ki, anası hâmile olduğu halde âzâd edilip altı aydan daha az zamanda çocuğunu doğurmasîyle çocuk da âzâd edilmiş olur. Hattâ onun velâsı babasının sahibine geçer.

Sözün kısası, hami anasının âzâd edilmesiyle mutlak surette âzâd edilmiş olur. Âzâd hamlin üzerine kasden vâki olursa altı aydan daha az zamanda çocuk doğurmakla âzâd edilmiş olur. Babasının efendisi-1 nin mevlâlanna ebediyyen velâsı intikâl etmez. Eğer âzâd etme sadece anasına tebâiyetle vâki olursa, meselâ; altı aydan daha çok zamanda çocuk doğurursa yine zikredilen ^gibi âzâd edilmiş olur. Lâkin 'baba al­tı aydan sonra âzâd edilmiş olsa çocuğunun velâsmı kendi mevlâlarına çeker. Bunun tahkikinin tamâmı, inşâellah «Velâ» konusunda gele­cektir.

Aksi yoktur. Yâni, karnındaki çocuğun (hamlin) âzâd edilmesiyle ana âzâd edilmiş olmaz. Belki yalnız hami âzâd edilmiş olur. Çünkü anaya izafe olmadığı için, ananın kasden âzâd edilmesine imkân yok­tur. Çocuğa tebaan da â2âd olunamaz. Çünkü bunda mevzuu değiştir­mek vardır.

Çocuk nesebde babaya tâbi olur. Çünkü bu ta'rîf içindir. Ana i&e tanınmaz. Çocuk mülkde anaya tâbidir.. Hattâ ana bir kimsenin mül­kü olup ve bir çocuk doğursa çocuk dahî o kimsenin mülkü olur. Eğer ana mâlik ile başkası arasında ortak mal olsa çocuk dahî ikisi arasın­da ortak olur.

Çocuk nkk olmakda da anaya tâbidir. Rıkk ile ınilk arasımla fark şudur: Rıkk, tâatından yüz çevirmelerinin cezası olarak Allah TYâln' fC.C.) um bazı kullan üzerine kujdu^u IıakîıHlttir O ceza va Allah* (C C.) in ya ammenin hakkıdır Bu husûsda hılâf vardır. Milk (veya mülk» şahsın o mülkde tasarruf imkânıdır ve o la&arrul onun hakkıdır. Bir uibua ilk defa esîr alindıkda nkk ile ni (.elenir, mülk ile nitelenmez. Ancak dâr-ı İslâm'a cıkanldıkdan sonra mülk ile nitelenir. Mülk ce-mâdda ve insandan başka hayvanda bulunur. Uıkk ise ancak insanda Imlunur. Satmak ile mâlikin mülkü yok olur. Rıkk yok olmaz. Azâd etmekle mâlikin mülkü kasden yok olur. Çünkü mülk âzâd edenin hak­kıdır. Kulların haklarından feragatin zarureti sebebiyle rıkk zımnen zâii olur. tkisi arasında olan fark, lunnda, ümnıii veledde ve mükâtebde açıkça görülür. Çünkü rıkk ve mülk, kmn olan rakîkde kâmildir, üm-mii veledin ve müdebberiıı nkkı eksiktir. Hattâ keffâret için âzâd edil­mesi caiz olmaz. Ünımü veled ile müdebberde mülk kâmildir. Mükâte-bîıı ise nkkı kâmildir. Hattâ keffâret için âzâd edilmesi caiz olur ve mülkü eksiktir. Çünkü sahibinin elinden çıkmıştır. Mükâteb, sahibinin: «Benim her mâlik olduğum hür olsun.» sözünde dâhil değildir. Zeylai (Rh.A.) böyle zikretmiştir.

 çocuk âzâdda ve azadın tedbîr, istîlâd ve kitabet gibi dalla­rında anaya tâbi olur. Bunun üzerinde icmâ vardır. Bir de babanın menisi ananın suyunda tükenip gittiği için ana tarafı tercih edilmiş­tir. Yine çocuğun ana tarafından olduğu kesin olduğu için, bundan do­layı veled-i zinanın ve veled-i mülâanenin nesebi anadan sabit olur. Hattâ ana o çocuğa, çocuk da anasına vâris olur. Çünkü çocuk anadan ayrılmazdan önce hissen ve hükmen anadan bir uzuv gibidir. Hattâ çocuk anasının yediği gıda ile gıdâlanır ve anasının bir yerden bir ye­re geçmesiyle o da geçer. Satışda, âzâdda ve bu ikisinden başka tasar­ruf âtta anaya tebaan dâhil olur. Şu halde ana tatfafı tercih edilir. Bun­dan dolayı ana tarafı insanda olduğu gibi hayvanlarda dahî mu'teber-. dir. Hattâ bir hayvan vahşî ile ehlî arasuıda doğsa veya eti yenir hay­van ile eti yenmez hayvan arasında bunların çiftleşmesinden doğsa, eğer anasının eti yenirse o dahî yenir. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir. Çocuk anası ile babasının dînde hayırlı olanına tâbi olur. Cariye­nin kocasından olan çocuğu cariyenin sahibinin mülküdür. Musan­nifin .bu sözü, çocuğun mülkde anaya tâbi olmasına dâir fer'î bir mes'eledir. Eğer çocuk cariyenin sahibinden olursa, hürdür. Çün­kü   onun   menisinden  yaratılmıştır.   Şu halde   onun   nâmına   âzâd edilmiş olur. Anasının suyu babasına karşıt olamaz. Çünkü anasının suyu sahibinin memlûküdür. Başkasının cariyesi bunun aksinedir. Çünkü bu!jkasının cariyesinin suyu sahibinin memlûküdür. Şu hal­de birbirine karşıt olurlar. İmdi bizim zikrettiğimiz şeyden dola­yı ana tarafı tercih edilir. Koca bunu bildiri için buna razı olur. Aldatılmış adamın (mağrur'un) çocuğu kıymetiyle hürdür. Aldatılmış adam o kimsedir ki, bir cariyeyi satıcının mülkü olmak üzere satın al­sa veya bir kadını hür diye nikâh etse, o câriye veya o kadın çocuk doğursa, sonra cariyenin satandan başkasının mülkü olduğu, ve ka­dının câriye olduğu anlaşılsa, bu durumda ikisinin de çocuklan kıy­metiyle hürdür. Hür olmasının sebebi, hür adamın menisinden yaratıl­dığı içindir. Babası da köle (rıkk) olmasına razı değildir. Birinci surette razıdır. Böyle olunca anaya tâbi olmaz. Kıymetiyle hür olmasına sebeb ise aslî tebâiyyet yönüne riâyet edilmesi içindir. [65]

 

Kölenin Bir  Kısmının Âzâdı   Babı

 

Sahibi, kölenin bir kısmım âzâd etse, tamâmı âzâd edilmiş olmaz, İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ile İmânı Şafiî (Rh.A.); «Kölenin tamâmı âzâd edilmiş olur.» diyerek bu görüşe muhalefet etmişlerdir,

Muhalefetin özeti:'Kölenin bir kısmını âzâd etmek, köleliğin ta­mâmının yerinden yok olmasını gerektirir mi, yoksa gerektirmez mi? tmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, gerektirmez. Belki mahal köle (rakîk) olarak kalır. Fakat âzâd edilen kısmın miktarı mülk ortadan kalkar. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ile İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre ise, mülkün ortadan kalkmasını gerektirir. Onların delili: Köle âzâdı hükmî bir kuv­vet olan azadın isbâtıdır. O kuvvetin isbâtı âzâdm zıddı olan köleliğin (rıkkın) izâlesidir. Bu ikisi, yâni âzâd (ıtkj ile kölelik (nkk) ittifakla bölünme kabul etmezler. Binâenaleyh köle âzâdı da bölünme kabul et­mez. Eğer bölünme kabul etse malûlün illetten- aynlm'âsı veya âzâdm bölünmesi gerekir. Çünkü âzâd bölünmüş olursa, ya bir bölümün âzâ-dıyla tamâmın âzâdı sabit olur, ya da bir şey sabit olmaz. Veya bir kısmı sabit olur. İki Öncekilerin her biri üzere ma'lûlün illetten ayrı-, lığı gerekir. Son duruma göre, köle azadının bölünmesi gerekir. İmdi köle âzâdı bölünme kabul etmeme hususunda talâk; kısasdan afv ve çocuk, doğurmayı istemek gibi olmuştur.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili: Köle âzâdı ya mülkü ortadan kal­dırarak âzâdı isbâttır. Veya ilk önce mülkü izâledir. Yoksa mülkün zıddım ki, köleliktir ortadan kaldırarak âzâdı isbât değildir. Bölün­me lâzım gelmesi için köleliği ortadan kaldırmak da değildir. Bunun açıklaması şudur: Çünkü köle âzâdı tasarruftur. Tasarruf sayılan her şey, tasarrufda bulunanın idareciliğine geçmez; Tasarruf yapanın ve­liliği ancak hakkı olan şeyde olur. Mâlikin hakkı ise mülktür. Şu halde veliliği ancak mülk üzere olur. Mülk ise bi'1-icmâ' bölünme kabul eder. Fakat, ona bölünme kabul etmeyen bir iş teallûk eder. O da âzâdlıkdır. O bölünme kabul etmeyen azadın teallûku.ise mülkün bölünmesini ge­rektirmez. Namazın caiz olması gibi. Çünkü namazın caiz olması bö­lünme kabul etmeyen bir iştir, ki bölünme kabul edene teallûk etmiş­tir. O da namazın rükünleridir. İmdi, bu görüşler bu konuda Fukahâ-nın zikrettiği şeyin bir özetidir. Sen bilirsin ki, onların delillerine ce-vâb vermek, ancak İmâm A'zam' (Rh.A.) in murâdını araştırmakla fay­dalı olur. İmâm A'zam' (Rh.A.) m kavline göre bu konuda vârid olaıı güçlüklerin ortadan kaldırılması, âzâdın, köle âzâd etmeye uygun ol-masîyle olur. Şu halde fiilin, yâni köle âzâd etmenin bölünme kabul et­mesi ve mutâvnnın, yâni âzâdın bölünme kabul etmemesunasıl tasav­vur edilebilir. İmdi sen maksadın hakikatim anlamak istersen, sana soyliyeceğim şu sözlere kulak ver:

Ben derim ki: (Başarı Allah1 (C.C.) dandır ve tahkikin anahtarları O'nun yed'i kudretindedir.) Âzâd etmenin (i'tâkın) gerçek ma'nâsi — Fukahânm dedikleri gibi— şer'î kuvvet olan âzâd (ıtk) m isbâtıdır. Aşikârdır ki; bu yönden onun isbâtı insan gücünün dışındadır. Bu an­cak Hâlık Teâlâ (C.C.) Hazretlerinin kudreti dahilindedir. Gerçek ma'-nâ imkânsız olunca, mecazî ma'nâya geçmek vâcib olur. Nitekim bu mukarrer kaidedir.

Mecazî ma'nâların gerçeğe-en yakın olanı burada iki şeydir: O iki şeyden biri mülkün ortadan kaldırılması ile şer'î kuvveti isbâttir. Me­selâ; kuldan sâdır olan mülkün izâlesi olmakla kuvvetin sübûtu onun üzerine terettüb eder. Bunun benzeri kulların fiillerinde kazanmak ve yaratmaktır. İmdi birincisi, yâni kulun kazanması onun kudreti dahi­lindedir. Onun üzerine Allah* (C.C.) m kudreti dâhilinde olan terettüb eder. O da âzâd (ıtk) dır. İkinci^ma'nâ mülkün izâlesidir. Bu açıktır. Bu­nunla onların zikredilen delillerine cevâb verilmiş olur. Böylece meşhur işkâl de ortadan kalkar. Birincisine gelince; biz, âzâd etmenin (i'tâkm), şer'î kuvvetin isbâtı olduğunu kabul etmeyiz, denilir. Çünkü onun kul­dan sâdır olması muhaldir. İsbâtın kula isnadı hakîkaten nasıl sahîh olur? İmdi bu mukaddime bâtıl olunca ona dayanan şey de bâtü olur.

İkincisine gelince; denilir ki, itkin i'tâk için mutâvi' olmasiyle it­kin gerçek ma'nâsına göre böyle olduğunu murâd ederseniz; biz bunu kabul ederiz. Lâkin burada murâd bu ma'nâ değildir. Nitekim bilirsin. Belki onun mecazi ma'nâsıdır. Fiilîn mutâviınm mecazî ma'nâdan ay­rılması caiz olur. Nitekim: «Kırdım, fakat kırılmadı» sözünde olduğu gibi. Çünkü bunun .ma'nâsı: «Ben onun kırılmasını istedim, o kırılmadi» demektir. Eğer siz; bu sözle buradaki murâd ma'nâya mutâvi* ol­duğunu kasdederseniz, biz bunu kabul etmeyiz. Çünkü burada murâd olan ma'nâ; ya mülkün ortadan kaldırılmasıdır, ya da mülkün ortadan kaldırılmasının müsebbibidir.'Açıktır ki, eğer mülkün izâlesi bölünme kabul etse, âzâdın bölünmesini gerektirmez. Belki mülkün zevalinin bölünmesini gerektirir. Halbuki onda mahzur yoktur. Belki iş zikredilen gibidir. Sözün kısası şudur ki; şayet kölenin bir kısmı âzâd edilse, sa­hibinin mülkünün bir kısmı yok olur. O da yed'İn (mâlikiyetin) mül­küdür. Rakabenin mülkü kalır. Bu durumda mükâteb gibi olur. Bun­dan dolayı musannif bu mes'eleyi onu ta'kîb eden mes'ele ile izledi. İlâ­hî tevfîkin nurlarından bana taşan bu tahkik ile Bedâyi1 sahibinin de­diği şey yıkılmıştır. Onun sözü şudur: Fukahâdan çoğu; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bölünen i'tâk olup itkin bölünmediği görüşü üzeredir. Bu ise doğru değildir. Çünkü i'tâk bölünmeyi kabul edince ıtk da bö­lünür. Şu bir zarurettir ki, ıtk i'tâkın hükmüdür. Hüküm ise illete uy­gunluk olarak sabit olur. Bir de; bu söz illetin tahsisine kail olmaktır. Çünkü; âzâd etmek (i'tâk) yanda mevcûddur. Kölenin âzâd olması ise ödeme veya çalışma zamanına kadar gecikir. Bu, illet var, hüküm yok demektir. İlletin tahsisinin tefsiri budur. Bâzı Hidâye muhaşşîleri; «Bedâyi' sahibinin izahından şu lâzım gelir ki: Âzâd olmak, parçalan-*mayı kabul etmemekde, âzâd etmekten ayrılmaz. Çünkü âzâd etmek bölünme kabul etmez. Binâenaleyh Sâhibeyn'in (yâni İmâm Muham-med ise îmâm Ebû Yûsuf (Rh.Aleyhiinâ) un) sözünün kuvveti meyda­na çıkar, demişlerse de, Bedâyi sahibinin sözünün yıkıldığı bizim söy­lediğimizi teemmülle ortaya çıkarır. İmdi gerisini sen düşün!

Sonra, âzâd etme mülkün bir kısmının ortadan kalkmasiyle bölün­me kabul edince, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kölenin maliyetinin bir kısmı habsedilip, o köleye çalışıp kazanmak vâcib olur. Köle, kıymetinin bir kısmından geri kalanında sahibi için çalışıp kazanır. Çünkü çalışıp kazanan köle, îmâm A'zana' (Rh.A.) a göre, mükâteb gibidir. Hattâ o kölenin dört kadını nikâh etmesi, yâni dört kadın ile evlenmesi caiz olmaz. Teberrulara da mâlik olmaz. Çünkü itkin bir kısma izafesi kö­lenin nefsinin hepsine mâlikiyetinin sübûtunu gerektirir. Kölenin bir kısmında mülkün kalması hepsinde mâlikiyetin sübûtunu meneder. İmdi biz, iki delil ile köleyi mükâteb menzilesine indiren kavi ile amel ettik. Çünkü efendi yed'en mâliktir. Rakabeten mâlik değildir. Çalış­mak ise kitabet bedeli gibidir. Şu halde sahibi onu çalıştırabilir. Âzâd etmesi de caiz olur. Çünkü mükâteb âzâd edilebilir.

Eğer köle çalışmakdan. âciz olursa köleliğe (rıkka) geri çevrilmez.

Yâni, ikisi arasındaki fark şudur: Bir kısmı âzâd edilmiş olan köle şâyet edadan âciz olsa rıkka (köleliğe) geri çevrilmez. Çünkü o hâiis ıs­kattır, feshi kabul etmez. Maksûd olan kitabet bunun hilafıdır. Çünkü maksûd kitabet feshi kabul eden bir akddir. Talâk ve kısâsda ikisi or­tası bir durum yoktur. İmdi biz onu hepsinde haram tarafını tercih ederek isbât ettik.

Çocuk isteme (Doğurtma), İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bölünme kabul eder. Hattâ kendisi ile başkası arasında müdebbere olan cariyenin kendi hissesine düşen kısmından bir çocuk doğurtmak istese bununla yetinilir. Müdebber olmayan cariyede ifsâd etmek sebebiyle ortağının nasibini ödese, ödemekle o nasibe mâlik olur ve doğurtmak kâmil olur.

Bir adam kendisi ile başkası arasında ortaklaşa olan köleden pa­yını âzâd etse, ortağı için dahî âzâd etmek hakkı veya çalıştırmak hak­kı vardır. Velâ hakkı her ikisinde vardır. Çünkü ikisi de âzâd edicidir­ler. Yâhûd âzâd eden zenginse ortağına hissesinin kıymetini Ödetme hakkı vardır. Meselâ; şer'kiniu hissesinin kıymeti kadar mala sâ-hib ise ödettirir. Eğer fakir ise ortağının ancak âzâd etmek veya çalış­tırmak hakkı vardır. Velâ birincide olduğu gibi ikisi için olur. Ödeyen âzâd edici Ödediği şeyle köleye riicû eder. Çünkü âzâd eden, susan ye­rine geçer. Çünkü sâkit için çalıştırma hakkı vardır. Âzâd eden için de öyledir.                    ,                                                        

Velâ ödeyene (zâmine) âıddir. Çünkü azadın hepsi onun tarafın­dan d ir. Zira kölenin tamâmına ödemekle mâlik olmuştur. İki ortakdan her biri diğerinin payının azadına şehâdet etse, köle ikisi için çalışır. Gerek o iki ortak zengin, gerekse fakır olsunlar ve gerek biri zengin ve diğeri fakır olsun. Bu İfnanı A'zam' (Rh.A.) a göredir. îmânıeyn' (Rh. A-leyhimâ) e göre, eğer ikisi de zengin olurlarsa köle çalışmaz. Eğe* .ikisi de fakir olurlarsa, ikisi için de çahşır.'Eğer biri zengin ve diğeri fakîr olur­sa, fakîr için çalışır, zengin için çalışmaz. Velâ hakkı ikisine âiddir. Çünkü her biri, benim ortağımın köle üzerinde payı onun âzâd etmesiy­le âzâd edilmiş oldu ve o payının velâsı onun içindir. «Benim payım çalışmakla âzâd edilmiş oldu, payımın velâsı benim içindir.» der.

İ mâ m ey n' (Rh. Aleyhimâ) e göre: Velâ zikredilenin hepsinde mev-kûfdur. Çünkü ikisinden her biri âzâdı ortağına havale eder ve ortağı bunu kabul etmez. İmdi .veiâ, ikisinden- birinin i'tâkı üzerine ittifak edinceye kadar mevkuten kalır.

İkİ ortağın biri kölenin azadını yarınki günde birinin fiiline bağla-sa ve; «Eğer fülân köle bu eve yarınki gün girerse hürdür.» dese ve or­tak da: «Eğer girmezse hürdür.» dese, imdi yarınki gün geçip şartı da­hî bilinmese, yâni köle eve girdi mi, yoksa girmedi mi bilinmese, o köIenin yansı âzâd tailmiş olur. Köle geri kalan yarısında ikisi için çalı­şıp kazanır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, tamamında, çalışıp ka­zanır. Çünkü çalışıp kazanmanın düşmesi ile üzerine hükmedilecek şey,' ki kölenin eve girmesi veya girmemesi bilinmemektedir, bilinmeyen şey üzerine hüküm vermek ise mümkün olmaz.-İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un delili şudur: Çalışıp kazanmanın yarısı ke­sinlikle düşmüştür. İki ortakdan her biri diğerine, çeri kalan yarım be­nim pimindir ve düşen senin payındır, der. Bu durumda kölenin çalışıp kazandığı ikisi arasında yarı yarıya bölünür.

İki kölede âzâd olmak yoktur. Yâni, bir adam: «Eğer fülân kimse yarınki gün eve girerse, benim kölem hürdür.» deyip ve diğer adam da: «Eğer yarınki gün fülân eve girmezse benim kölem hürdür» dese, ve gün geçerek, o adamın girip girmediği bilinmese, iki köleden her biri âzâd edilmiş olmaz. Çünkü âzâd ile üzerine hüküm verilecek şey — ki eve girmektir ve âzâd ile hükmedilecek olan da iki kölenin biridir — bilinmemektedir. Şu halde aşın bilgisizlik vardır. Öyleyse iki köleden hiçbiri âzâd edilmiş olmaz.

İki kimse ikisinden birinin çocuğuna, satın almak, hibe veya va-siyyet ile mâlik olsalar veya o iki kimsenin biri oğlunun yarısını oğlu­nun sahibinden satın alsa, yâhûd onun âzâd olmasını yansının satın alınmasına bağlasa, meselâ Zeyd, Bekr'in kölesine: «Eğer ben senin ya­rını satın alırsam senin yarın hürdür.» dese, ondan sonra- o köleyi Zeyd ve bir başka adam ortaklaşa satın alsa, ilk iki surette hem onun hem babanın payı âzâd edilmiş olur. Çünkü baba yakınının yarısına mâlik-dir. Onu satın alması ise âzâd etmektir. Nitekim daha Önce geçti. Şart bulunduğu için, üçüncü surette yemîn edenin payı âzâd edilmiştir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, j,eaddî bulunmadığı için baba ortağının payım Ödemez. Gerek ortağının oğlu olduğunu bilsin, gerekse bilme­sin müsavidir. Baba ortağının payım zikredilen üçüncü surette Ödemez. Nitekim onu mîrâs yoluyla alsalar hüküm bu olurdu. Yâni, baba bu surette ortağının hissesini ödemez. Nitekim baba ile ortağı oğluna mî­râs yoluyla mâlik olsalar, baba ortağın hissesini ödemezdi.

Bunun sureti şudur: Bir kadm ölüp, bir kölesi kalsa, ki o köle, kocasının oğlu olsa ve kocasıyla erkek kardeşini mirasçı bıraksa, baba oğlunun yansına vâris olup babası üzere âzâd edilmiş olur ve o kadının erkek kardeşinin payını ittifakla ödemez. Çünkü irs baba için zarurî­dir. İrsin sübûtuuda baba için seçme hakkı yoktur. Şu halde ortak kö­leyi ya. âzâd eder veya çalıştırır. Yâni ortak için Ödetme velayeti olma­yınca, ortak için iki durumdan biri kalır: Ya âzâd etmek veya çalış­tırmak, İmâmeyn  (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: İrsden başkasında, baba zengin olduğu halde oğlunun kıymetinin yansını öder. Fakir olduğu halde oğlu kıymetinin yarısını babasının ortağı için çalışır. Çünkü onu yakınının satın alması âzâd etmektir. Eğer satın alan zengin ise öde­mek vâcib olur. Fakır ise, köle çalışıp kazanır. İmâm A'zam (Rh.A.) der ki: Ortak olan adam, payının ifsadına razıdır. Bu durumda baba öde­yici olmaz. Nitekim payının âzâd edilmesine izin verse, âzâdm illetin­de  —vki o satın almaktır — babaya ortak olması bakımından, babanın ödeyici olmadığı gibi. Eğer baba ödeyici olmadığını bilmezse, bilme­mek özür olmaz. Eğer kölenin yansını bir yabancı satın alıp ondan son­ra geri kalan yarısını da, zengin olduğu halde kölenin babası satın al­sa, babanın ortağı olan yabancı payını babaya ödetir. Çünkü yabancı payını ifsada razı olmamıştır. Ya da oğlan babanın yanında maliyetini habsettiği için kıymetinin yarısında çalışır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü İmâm A'zam' (Rh.A;) a göre, âzâd edenin zenginliği ça­lışmayı menetmez. İmâmeyn  (Rh. Aleyhimâ) ise;  «Ortak için muhay­yerlik yoktur. Baba oğlunun kıymetinin yansını öder.»    demişlerdir. Çünkü İraâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, âzâd edenin zenginliği çalış­mayı meneder. Eğer kölenin babası zengin olduğu halde oğlunun ta-mâmma mâlik'olan kimseden yansını satın alsa, baba mâlike ödemez. Çünkü mâlik köleyi babasına satması ile payının ifsadına razı olmuş­tur. Bir köleye ortak olan üç kimsenin biri köleyi müdebber etse ve di­ğeri âzâd etse ve her ikisi zengin olsa; biri de sükût etse, sükût eden ancak kölenin müdebbiri olan- ortağına payını ödetir. Âzâd «dene ödet­mez. Müdebber yapan da kölenin müdebber olarak üçtebir kıymetini âzâd edene ödetir. Kendi ödediğinin üçtebirini ödetemez. Yâni köle üç adamın arasında ortaklaşa olsa, birisi o köleyi müdebber edip ve diğe­ri âzâd etse ve bu ikisi de zengin olsa; üçüncü sükût etse, bu durumda sükût eden ve müdebbir ödetmeyi murâd etseler, sükût eden için mü­debbire ödettirmek hakkı vardır. Âzâd edene Ödettiremez. Müdebbir için de âzâd edene kölenin müdebber olduğu halde kıymetinin üçtebirini ödettirmek hakkı vardır. Yoksa müdebbirin ödediği üçtebiri ödettire­mez. Bunun açıklaması şudur; Kölenin kıymeti meselâ yJrnıiyedi dinar olsa, sükût eden, müdebbire dokuz dinarı ödetir. Müdebbir de âzâd ede­ne altı dinar ödetir. Çünkü müdebber kölenin kıymeti hâlis kölenin kıymetinin üçteikisidir. Nitekim bunun sebebi yakında gelecektir.-İm­di tedbîr sebebiyle müdebbirden dokuz dinar yok olmuştur. Âzâd et­mekle olan yok etme müdebberin kıymeti üzere vâkidir. O da hâlis kö­le   (kmn)  kıymetinin,   —ki onseMz dinardır—   üçteikisidir. Onseki-zin üçtebiri altı dinardır. İmdi müdebbir âzâd edene ancak altı dinân ödetir. Susanın hissesi olan dokuz dinarı ödediği bu alLı dinarla birlik­te ödettiremez. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir.

İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: Köle müdebbire âiddir. Köleuin kıymetinin %teikisini gerek müdebbir zengin ve gerekse fâkîr olsun, kölenin iki ortağına öder. Çünkü bu ödeme temellük ödemesidir. Zenginlik ve fakirlik ile de"ğ,|şmez. Âzâd etme ödemesi bunun aksinedir. Çünkü o suç işlemekden meydana gelen borçtur.

Bir kimse bir câriye için; «Bu benim ortağımın ümmü veledidir.» deyip ve ortağı da inkâr etse, fmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, o câriye in­kâr eden ortağa bir gün hizmet eder ve bir gün durur. Çünkü ikrar eden, o câriye üzerinde hakkı olmadığını söylemiştir. İkrarı ile muâha-ze olunur. İnkâr eden, cariyenin eski hâlinde olduğunu söylemektedir. |;; Binâenaleyh önün için cariyenin yarısında hak vardır; İmâmeyn' (Rh. |' Aleyhimâ) e göre, inkâr eden için, cariyeyi kıymetinin yansı hususun­da çalıştırmak hakkı vardır. Ondan sonra câriye hür olur. Çünkü inkâr eden arkadaşı, bunun ümmü veledidir, diye ikrar eden ortağını doğru-lamayınca ikrarı kendi aleyhine döner. Sanki ikrar eden, cariyeye ço­cuk doğurtmuştur. İmdi câriye inkâr eden için çalışmakla âzâd edil­miş olur.

Ümmü veled için kıymet yoktur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ):, «Üm­mü veled için kıymet vardır.» demişlerdir. Çünkü ümmü veled kazanıl­mış köle (memlûke) dir. Onunla cima, icâre ve istihdam yönlerinden yararlanılır. Binâenaleyh müdebbere gibi kıymetlendirilmiş olur. Bun­dan dolayı bir kimse: «Benim bir memlûküm âzâd olsun.», dese, ümmü veled ona dâhil olur. Cimâın mubah kılınması mülke delildir. Çünkü cima ancak nikâh ile veya. mülk-ü yemîn ile helâl olur. Birincisi yok­tur. İkincisi taayyün etmiştir. Mülkün devamı, maliyetin ve kıymetin devamına delilidir. Çünkü insanda memlûkiyyet, maliyet ve tekavvüm-den başka bir şey değildir. Hürriyet hakkı tekavvüme aykırı olmaz. Müdebber gibi. Bundan dolayı şayet bir Nasrânînin ümmü veledi İsla­ma gelse, çalışıp kazanır. Bu tekavvümün (kıymetliliğin) belirtisidir. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili, Kesûlüllah' (S.A.V.) m :

«Ümmü veledi, çocuğu âzâd etti.» kavlidir. Bu lıadîs-i şerif? İbn-i Mâce (Rh.A.) ve Dârekutnî (Rh.A.) rivayet etmişlerdir.

Hürriyetin gereği tekavvümün ortadan kalkmasıdır. Lâkin hadîsi şerif, muarız geldiği için hürriyet ifâdesinde yeterli değildir. Hadîs-i şerif Resûlüllah' (S.A.V.) m şu kavlidir :

«Her hangi bir câriye sahibinden doğurursa, o câriye sahibinin ölü­münden sonra âzâd olur.»

Bir rivayette uOndan sonra» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerifi İmânı Ahmed (Rh.A.) rivayet etmiştir. Bu hadîs-i şerif için tekavvümün orta­dan kalkmasında muarız yoktur. Şu halde tekavvüm sabit olur. Tekav­vümün ortadan kalkması sabit olunca zengin olan kimse ümmü vele­dini kendisi ile başkası arasında ortaklaşa olduğu halde âzâd ederse, ödemez. Meselâ, çocuk doğurur da ikisi de çocuğu benimdir diye iddia ederse, ümmü veledin tekavvümü caiz olmadığına binâen, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, ortağının payını ödemez. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, tekavvümü caiz olduğuna binâen öder.

Bir adamın üç kölesi olsa,, sıhhati hâlinde yanındaki iki köleye: «İkinizden biriniz hürdür.» dese, o iki kölenin biri dışarı çıkıp üçüncü köle girdikde o sözü tekrar etse; eğer o.adam sağ ise, sözünü açıkla di­ye emredilir. Eğer adamın gayesi bilinmediği hâlde öldü ise, yanında duran kölenin üç rub'u, yâni üç çeyreği ve diğer iki kölelerden her bi­rinin yarısı âzâd edilmiş olur. Bu, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf'a (Allah ikisine de rahmet eylesin) göredir. İmâm Muhaınmed' (Rh.A.) e göre, giren kölenin d ört tehiri âzâd olur. Diğeri, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un dedikleri gibidir. Çünkü ilk îcâb (yâni ilk söz), d(-şarı çıkan île duran arasında deveran etmektedir. Şu halde ikisi arasın­da yarıya bölünür. Ondan sonra ikinci îcâb, duran ile giren arasında döner. İmdi ikinci îcâb ile durana isabet eden yarım aralarında yarıya bölünür. Durana isabet eden yan hisse-i şâyiâhdır. İlk îcâbla âzâd edi­len yarıya isabet eden hükümsüz kalır.' Boş kalan yarıya isabet eden — ki o dörttebirdir:— kalmıştır. Onun da üç çeyreği âzâd olur, İçeri girene gelince; İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, dörttebirî âzâd edil­miş olur. Çünkü bu icâb duranın dörfctebirinin âzâd edilmesini gerekti­rince içeri girenden de dörttebirin âzâd edilmesini gerektirir. Zira ikisi arasında yarıya bölünmüştür. İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhi­mâ) : «Yarısının azadına mâni' olan şey durana âiddir. İçeri girene mâ­ni' yoktur. Şu halde girenin yansı âzâd edilmiş olur.» demişlerdir.

Eğer bu söz adamın hastalığı hâlinde olursa ve açıklamadan önce ölüp ve o kölelerin kıymetleri eşit olursa, üçtebirinden âzâd edilenin miktarı çıkacak kadar malı kaldığı takdirde — ki tmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, bir rakabe ve bir rakabenin üç çeyreği­dir ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, rakabenin yarısıdır — veya bu miktar üçtebirden çıkmayıp ve lâkin vârisler izin verirlerse cevâb zikredilen gibidir. Eğerimin bu kölelerden başka malı yok ise ve vâris­ler dahî izin vermezlerse, q kölelerin arasında, bizim anlattığımı^ üze­re üçtebir taksim edilir. Bunun açıklaması şudur: Dışarı çıkan kölenin hakkı yarımda ve yanında duran kölenin hakkı üç çeyrekde ve içeri gi­renin hakkı İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, dışarı çıkan köle gibi yarımdadır. İmdi yarımı ve dörttebiri olan bir mahrece (paydaya), muhtaç olunur. Bu paydanın en azı. dört olup yediye avle-der (döner). Şu halde dışarı çıkanın hakkı iki hissedir. İçeride dura-' nm hakkı üç hissede ve içeri girenin hakkı iki hissededir. Bu suretle âzâdm payları yediye ulaşır. Şu halde malın üçtebiri yedi kılınır. Çün­kü âzâd hastalıkdavasiyyettir. Bunun geçer yeri (nefâz) malın üçte-biridir. Malın üçtebiri yedi olunca, üçteikisi ondört olur. Bu çalışma­nın paylarıdır. Malın hepsi yirmibir olur. ölen adamın malı ise üç kö­ledir. Binâenaleyh her köle yedi pay olur. İmdi dışarı çıkan köleden iki pay âzâd edilmiş olur ve beşinde çalışır. İçeri giren köleden iki pay âzâd edilmiş ölür ve beşinde çalışır. İçeride durandan üç pay âzâd edil­miş olur ve dördünde çalışır. İmdi vasiyyetlerin payları yediye ulaşır ve çalışmanın paylan ondört olur. Böylelikle üçtebir ve üçteiki doğru olur.                      ,

İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, içeri giren kölenin hakkı bir paydır. Ona göre âzâd paylan altıdır.- Her rakabe altı pay kılınır ve çalışma paylan oniki olur. Malın hepsi onsekiz yapılır. İçeride duran­dan üç pay âzâd edilmiş olur ve üçünde çalışır. Dışarı çıkandan iki pay âzâd edilmiş olur, dördünde çalışır, İçeri giren köleden bir pay âzâd edilmiş olur, beşinde çalışır. Bu durumda üçtebir ve üçteiki doğ­ru olur.

Ben derim ki: Bunun zahirine şu soru yönelir: Ferâiz erbabı, dör­dün avl eyiemediğini açıklamışlardır. Şu halde nasıl oluyor da; bunun en azı dörttür, yediye avl eder, demek doğru oluyor?

Bu sorunun cevâbı şudur: Onlann sözlerini açıklayanların söyle­diklerine göre bunun ma'nâsı; «Bir mes'elcde asla iki yanmla bir dört-tebirin bir araya gelmesi düşünülemez.» demektir. Bu söz terekenin tak­siminden başkasında dörde avlin vâki olmasına engel değildir.

Eğer bir adam, cimâdan önce üç karısını bu şekilde boşasa; dışa­rı çıkan karmırı mehrinin dörttebiri, içeride duranın mehrinin sekizdeüçü, içeri girenin de mehrinin sekizdebiri düşer. Yâni, bir adamın üç karısı olup mehrleri eşit olsa, yukarıda geçtiği şekilde, onlarla cinsî münâsebette bulunmazdan önce boşasa, birinci îcâb ile birisinin meh-rinln yarısı, dışarı çıkan ile evde duranın arasında yarıya bölündüğü halde, o yarım düşer. İmdi ikisinden her birinin mehrinin dörttebiri sakıt olur. Ondan sonra ikinci îcâb ile dörttebir düşer. O da evde duran ile içeri giren arasında yarıya bölünür. Ve her birine sekizdebir isabet eder. Böyle olunca içerde duranın mehrinin sekizdeüçü iki îcâb ile dü­şer. İçeri girenin mehrinin sekizdebiri düşer.

Bu mes'elenin taJâkrfa cinsî münâsebetten önce far/olunmasına se-bcb, birinci icâbın beynûneti mu'cib olması irindir. Birinci icâbın İsa­bet eylediği kadın ikinci icâba mahal kalmaz ve bu ma'nâda âzâd gibi olur.

Kftdın ile cinsî münâsebette bulunmak ve ölüm, mübhem talâk için açıklamadır. Yâni bir adam, iki karısına «İkinizden biriniz boşsunuz.» dese, ondan sonra ikisinden biri ile cinsî münâsebette bulunsa veya ikisinden biri ölse, cima ile ölümden her biri şunu beyândır ki: Boşa­makla murâd diğer kadındır. Yâni, cinsî münâsebette bulunulan veya ölen kadının diğeridir.

Cinsî münâsebetin mübhem talâk için açıklama olmasının sebebi­ne gelince; çünkü nikâh cinsî münâsebetin Helâl olması için korîulmuş bir akddir. Talâk ise nikâh mülkünü ortadan kaldırmak için konul­muştur. Yâni, ya hemen veya iddet bittikten sonra, cinsî münâsebetin helâl olmasını ortadan kaldırır.

Şu halde; cinsî münâsebet, ö kimsenin talâk ile muradının cima. edilmiş olan kadın olmadığına delildir, ölümün mübheın talâk için açıklama olmasının sebebine gelince; çünkü ma'iûmdur ki, beyân bir bakımdan inşâdır. Yâni îcâbdır. İmdi onun için bir mahal gerekir. Mübhem âzâdda olan satış, ölüm, tedbîr, çocuk isteme ve teslim olunan hibe ile sadaka gibi. Yâni bir kimse iki kölesine; «İkinizden biriniz hür­dür.» dedikden sonra, ikisinden birini satsa veya müdebbere yapsa, veya biri Ölse veya bu sözden sonra iki cariyesinin birisini doğuma veya iki-' sinden birini başkasına hibe edip veya sadaka edip teslim etse, bunların hepsi, muradın başkası olduğunu beyân sayılır. Zira, kendisi için inşâ hâsıl olan kimse asla ölümle âzâda mahal kalmaz. Satıcı yönünden de satmakla âzâda mahal kalmaz. Her vecihie, tedbir ve doğurtmak, yâ­ni ikisinden birini müdebber edip veya doğurtmakla âzâda mahal kal­maz. Binâenaleyh öteki aynen belli olur. Teslimle yapılan hibe ve sa­daka satış menzil esindedir. Çünkü temliktir.

Kapalı (mübhem)  âzâdda cima beyân olmaz. Yâni, bir kimse iki cariyesine; ((İkinizden biriniz hürdür.» dese, ondan sonra birisi ile cin­sî ilişkide bulunsa. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre beyân olmaz, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre beyân olur. Çünkü cinsî ilişki ancak mülkde he­lâl olur. Cinsî ilişkiye yönelmek de istibkânın delilidir. (Yâni onu elin­de bırakmanın delilidir.)

İmâm A'zam' (Rh.A,) m delîü şudur: Mülk cariyenin ikisinde de .sabittir. Bundan dolayı mâlik için ikisini de hizmette kullanmak hak­kı vardır. Cariyelere cinayet işlenirse diyeti, şüphe ile cinsî münâsebet­te bulunurlarsa, mehrleri mâlike âid olur. Çünkü mübhem âzâd beyâ­na muallâktır. Şarta bağlanmış olan bir şey şarttan önce olmaz.

Mâlik cariyesine': «Senin doğuracağın çocukların ilki eğer oğlan olursa, hürsün.» dese, câriye de bir oğlan ve bir kız doğursa ama önce doğan hangisi olduğu bilinmese, ananın yarısı, kızın yarısı âzâd edilmiş olur ve oğlan köle kalır. Çünkü ana ile kızdan her biri bir halde âzâd olurlar. O da ilk defa oğlan doğurmakladır. Ana şartla, kız da ona tâbi olarak hür olurlar. Bir halde de köle (rıkk) olurlar. O da önce kız do­ğurduğu vakittir. Bu da şart bulunmadığı içindir. Binâenaleyh, her bi­rinin yarısı âzâd edilmiş olup diğer yarımda çalışırlar. Oğlan ise iki halde de âzâd edilmiş olmaz. Yâni, oğlan gerek kızdan önce, gerek son­ra doğsun âzâd edilmiş olmaz.

İki adam, Zeyd aleyhine iki memlûkünün birini âzâd ettiğine şâ-hidlik etse, memlûkler köle olsun ve gerekse câriye olsun, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, her iki surette de şehâdet geçersiz olur. Birinci surette, yâni, memlûkün ikisi de erkek köle olduğu surette, şehâdetin geçersiz olmasına sebeb; kölenin âzâdı aleyhine şehâdet, köle da'vâ etmeyince, İmâm A'zam' (Rh.A,) a göre, kabul edilmediğindendir. Burada köle tarafından da'vâ yoktur. Çünkü, meçhuldür. İnıâmeyn' (Rh. Aîeyhi-mâ) e göre, da'vâsız şehâdet kabul edilip geçersiz olmaz. İkinci suret­te, yâni ikisi de câriye olduğu surette, her ne kadar da'vâ cariyede şart değil ise de, lâkin mübhem âzâd aleyhine şahitlik kabul edilmez. İki kölenin birinde olduğu gibi. Ancak eğer şâhidlerin şehâdeti Zeyd'in vasiyyeti hakkında olursa, o zaman kabul edilir.

Hidâye'de 'denmiştir fei: İki adam, Zeyd ölüm hastalığında iki kö­lenin birini âzâd etti diye şâhidük etse veya sıhhatinde veya hastalı­ğında müdebber' ettiğine şâhidlik etse ve şâhidliği edâ dahî Zeyd'in ölüm hastalığında veya ölümünden sonra olsa, o şâhidlik istihsânen kabul edilir. Çünkü tedbir, vâki olduğu vakitte vasiyyet olur. Âzâd et­mek dahî Ölüm hastalığında vaşiyyettir. Vasiyyette hasım ise ancakvasiyyet eden kimsedir. O ise bilinmektedir, onun halefi de vardır ki, o da vâsi, vâris veya kâdîdir.

Ben derim ki: Hidâye sahibinin muradı, kıyâsın iktizâsı, bu şahit­liğin dahî geçersiz olmasıdır, demektir. Çünkü iddia edilen bilinmemek­tedir. Lâkin bu şehâdet istihsânen kabul edilir. Çüttkü da'vâcı takdi­mi, da'vâlı da tahkiken mevcuttur. Zira bu vasiyyettir ve vasiyyette hasım vasiyyet edendi^. Çünkü, azadın faydası vasiyyet edene âiddir. Binâenaleyh takdîren da'vâcı olur ve onun halefi vardır ki, da'vâlarda ve başka yerlerde yerine geçer. Ö halef vasi veya vârisdir ve ikisinden her biri gerçekden da'vâlı olurlar. Şu halde; vasiyyet eden hakkını ikisinden birinden da'vâ eder ve iki şâhid ikâme eder Böylelikle, vasiyyet eden kimse bir bakımdan da'vâcı, bir bakımdan da'vâlı olur.

Bu çözüm ile Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A,) nuı sözü çöküp dağılır. O şöy­le demişti:  «Birinci delil müşküdir. Çünkü üzerinde tartışılan şudur: Şayet sahibi iki kölesinden birinin tedbîrini inkâr etse veya vâris bunu murisin ölümünden sonra inkâr etse ve o iki kölede tedbîrin isbâtını isteseler, imdi da'vâcınm, mûsî veya onun naibi olduğu nasıl söyle­nir?» Çünkü üzerinde tartışılan şey O'nun söylediği değil, köle sahi­binin iki kölesinden birini müdebber yaptığını inkâr etmesidir, İki kö­lenin bunun isbâtmı istemeleri, ancak bu, iki adam sahibinin sıhhatin­de iki kölenin birini âzâd ettiğine şâhidlik ettikleri vakittedir. Nasıl böyle olmasın? Hidâye'de: «Bütün bunlar o iki kişinin köle sahibi iki kölesinden birini sıhhati hâlinde âzâd ettiğine şehâdette bulundukla­rına göredir.» denilmiştir. Bundan sonra, şayet iki adam, Zeyd ölüm hastalığında iki kölesinin birini âzâd etti, diye şehâdet ederlerse, de­miştir; Keza Hidâye sahibi, da'vâcı mûsîdir veya onun naibidir, deme­miştir. Belki mûsîyi da'vâcı ve naibini da'vâlı yapmıştır. Nitekim biz onu açıkladık. Gâyetü'l-Beyân, şu sözüyle bizim zikrettiğimizi destekler: «Ölüm hastalığında âzâd veya tedbîr, vasiyyet sayılınca, buna verilen hüküm ma'lûm olur. Çünkü vasiyyetin yerine getirilmesinde hasm mû­sîdir. O da bilinmektedir. Onun halefi vardır. O da vasî veya vârisdir. Şu halde şehâdet kabul edilir. Hayat hâli bunun aksinedir. Çünkü şe­hâdet köle içindir, sâhib için değildir. Zira sahibi iddia etmez. Kendisi­ne şahitlik yapılan köle de bilinmemektedir. Kâfide söylenen sö« ise Sa.d-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın sözünden daha :»«yrct vericidir ZtUaî  (Rh.A.) de Kâfiye tâbi olmuştur. Onlar şöyle demişlerdir:

«İstihsâmn vechi şudur: Ölüm hastalığında âzâd va&iyyettir. Hat­tâ üçtebirden itibâr olunur. Tedbîr dahî vasiyyettir. Gerek sıhhatte ol­sun ve gerekse ölüm hastalığında olsun müsavidir. Hasm, vasiyyetin yerine getirilmesinde mûsîdîr. Çünkü vasiyyetin yerine getirilmesinin vâcib olması vasinin hakkı içindir. Faydası da kendisine âiddir. İnkârı merdûddur. Çünkü akılsızlıktır. Mûsî bellidir. Halefi de vardır. O da vasi veya vârisdir. İmdi vasinin veya vârisinin her birinden da'vâ ger­çekleşir.»

Kâfi"ıiin bu sözü doğru değildir. Önce doğru olmadığına sebeb; mâlikin inkârı bu surette olmayıp belki sıhhatinde şehâdet ettikleri vakittedir. Nitekim daha önce geçti. Doğru olmadığının ikinci sebebi ise; da'vânın vârisden bu surette tahakkuku asla ma'kûl olmadığı için­dir. Çünkü,, vâris şayet «Murisim iki kölesinin birini âzâd etti.» dese, ikrar olur, da'vâ olmaz. Şu halde şahide muhtâc olmaz. İmdi sen, bu noktada düşün! Çünkü bu konu ayak'kayacak yerlerdendir.

«Allah doğru yola hidâyet edicidir. Bize Allah kâfidir. O ne güzel vekildir.»

Ya da o iki adamın şehâdetleri mübhem talâka olursa; meselâ: Bir kimse iki kârısına «İkinizden biriniz boştur.» dese, buradaki şâhidlik da'vâsız kabul edilir. Çünkü fercin haram olmasını tazammun eder. Ve Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkı olur. Bundan dolayı; burada da'vâ ic-mâen şart kılınmaz. [66]

 

 



[1] Ric'at: Lûgatta;  geri  dönmek, gerilemek;  Şerîatte  ise;  nikâh mülkünü devam  ettir­mek istemektir. Yâni,  kocanın, boşadığı karısına tekrar dönerek aralarındaki eski ni­kâhı devam ettirmek istemektir. Burada nikâh tazelemeğe lüzum yoktur.

Ric'atın şartları:

a)  Talâkı sarih yâhûd kinaye lâfızlarının bazdan ile yapmak,

b)  Mal mukabilinde boşaraamak,

c)  Üç talâkı tamamlamamış oltnafc,

d)  Kadının cima edilmiş olması, ric'atin iddet içinde yapılmasıdır.

Ric'at kavli ve fiili olmak üzere İki kısımdır:

Kavli ric'at: «Sana ric'at ettim.» gibi sözlerle yapılandır.

Fiilî ric'at; cima gibi bir fiille olur. (Selâmet Yollan, Ahmed Davudoğlu C. 3)

[2] Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 231.

[3] Bk. Talâk sûreyi (65), âyet: 1

[4] Bk. Talâk sûresi (65), âyet:  1

[5] Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 230

[6] Âi$e <R.   Anhâ) dan  rivâyel   edilmiştir.   Demiştir ki:

«IJir ;ıı!;tm  karısını üç defa boşadı da, o kadını başka bir aılam aklı;  sonra  onu ciıvuV  etmeden  boşadı.  Bunun   üzerine  kadını   ilk   Kocası   almak  istedi.   Derken   mes'ele Kviûiüllah (S.A.V.)a soruldu.

— Hayır  ikinci   kocası,  oiıııiı  balcağızındarı  birincisinin  (atlıyı   gibi   talıııadıkça ol­ma/.» buyurdular. Hııdts mûllefefcıın jıleyh'dir. Lâfız Müslim'indi;'.

1 l;ı<iîs-i ınit'îflekî «balçağız» ta'biri çımadan kininedir. Maamâfîh muradın ne ol­duğu yine ihtilaflıdır. Bazılarına göre maksad, «Menini» inmesidir. Hullc ancak bunun­la olur.»

Cumhuru  göre  ise;  erkeğin   tenasül   organından   sünnet   edilen  miktarı   kadının   fer-cine girerse kâfidir.

Ezhcrî; «Doğrusu balcağızııı ma'nâsı; sünnet mahallinin kaybolması ile husule ye­lim   cİmâ lezzetidir» diyor.

Cbû Ubcyd; «Balçağız, cima lezzetidir. Araplar lezzetli bulduğu her şeye bal der­ler,»  demektedir. '

(Selâmet Yolları, Ahmcd Davudoğtu. C. 3, S. 276)

[7] Hülle : fola m Hukukuna güre; hür bjr kadın üç defa, cariye ise iki defa boşanırca, baş­ka bîr kocaya varmadıkça ilk kocasıyla evlenemez. Çünkü şeriatın erkeğe verdiği bo-şayıp alma hakkı bitmiştir. Binâenaleyh; bir adam hür karısını ister bir defada üç. İsterse ayrı ayrı zamanlarda üç defa boşadı mı, artık o kadın başka bir kocaya var­madan cvlenemcz. Başka bir kocaya varır da, günün birinde ondan da boşanır ve>i o karısı Ölürse iddet denilen şer'î müddeti bekledikten sonra tekrar ilk kocasına nikâh edilebilir. İşle, bu ikinci kocaya varma işine hülle derler. Hullc, HancTîlerc güre mekrûhdur.

Hullc; şer'an asla şakası olmayan boşama İsini tekrarlıya tekrarlıya âdeta oyun­cak hâline getiren şımarık, düşüncesiz ve şaşkın erkeklere şeriat tarafından verilen bir  İbret   dersidir.

llullc'mıı hüesi: Üç talâkla boşanan kadını pazarlık ederek birisiyle evlendirmek. ve bir akşam karı - koca hayatı yaşadıktan sonra ertesi günü boşattırarak tekrar ilk kocasına vermektir. İşte, bu yola başvuran kimse, hadîs-i şerîfde kiralık tekeye ben­zetilen  nıel'un hullecikür.

(Selâmet Yolları, Ahmcd Davudoglu. C. 3, S. 274. 275ı

[8] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 212-219.

[9] Resûlüllah' (S-A.V.)'m Hâsına sebeb teşkil eden hâdise ile haram kıldığı şey hususun­daki rivayetler muhteliftir. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz:

1  — Bu îlâ'ya sebeb Hz. Hafsa' (R. Anhâ)nuı Peygamber (S.A.V.) tarafından ken­disine tevdi' edilen bir sırrı ifşa etmesidir. -                                            ,                "

Bir rivayette; Resûlüllah (S.A.V.) in cariyesi Mariyye'yİ kendisine haram etmesi mes'elesidir. Peygamber (S.A.V.) bu sırrı Hafsa' (R. Anhâ) ya söylemiş O da, onu Hz. Aişe' (R. Anhâ) ya haber vermiştir.

Diğer rivayette; Hafsa' (R. Anhâ) ya söylediği sır bal yemeği kendisine haram et­mesidir.

Başka bir kavle göre; Hafsa' (R. Anhâ) ya tevdi' buyurulan sır, babasının Hz. Ebû Bekir (R.A.) den sonra halîfe olacağıdır.

2  — îlâ'nın   sebebi:   Resûlüllah   (S.A.V.)'in   gelen  bir   hediyeyi   kadınları   arasında taksim etmesi; fakat Zeyncb bintî Çalış* (R. Anhâ) in kendi hissesine râ2i olmamasıdır.

3  — Kadınların   Peygamber  (S.A.V.)  den   nafaka  islemeleridir. Hâsılı Resûl-ii Ekrem (S.A,V.)'in İlâsına sebeb; üç şeyden biridir.

a)  Ya Hz. Hafsa (R.  Anhâ) nın sırrı ifşa etmesi,

b)  Ya.lıediyye tevzii,

el Yâhûıi da nafaka talebidir.

Hz. Hafsa (R. Anhâ) ya tevdi' buyurulan sır dahî;

a)  Ya Mariyye'yİ kendisine haram etmesi,

b)  Ya bal  mes'elesi,                 '

c)  Yâhûd  hediyye tevziinden dolayı canının  sıkılmasıdır.

(Selâmet Yollan, Ahmeci Davudoğlu, C.   3, S.  391,  392)

Fahr-i Kâinat <S.A.V.) Efendimizin tiâ'sının 29 gün devam ettiği hususunda ittifak vardır.      .                                                                                                            

(Asr-ı Saadet.  Mcvlânâ Şiblî.  C.   1. S.   365)

[10] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:220-223. 

[11] Hul': Lügatte; çıkarmak ve gidermek ma'nâîannadır.

Şerîatte im; mal karşılığında, kadının kocasından boşarunasıdır. Geçimsizlik ve Allah1 (C.C.) in emirlerini yerine getirememek korkusu bulundu­ğunda kadının, mal karşılığında, kocasından ayrılmasında bir mahzur yoktur.

[12] Bk. Bakara sûreaİ (2), âyet: 229

[13] Bk. Nisa sûresi (4), âyet: 20

[14] Bk. Bakara süresi (2), âyet: 229

[15] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 224-231.

[16] Zıhâr: Lügatte (zahr) yani sırt kelimesinden alınan bir masdardır. Dargın olan iki kİ-,   şinİn birbirine sırtlarını çevirmelerini ifâde eder. .

Şerfatte: Kocanın 'karışım veya onun bütfc: bedeninden kinaye olabilecek bir cüz'-ünü yâhûd yarı, çeyrek gibi şayi* cüz'ünü (annesi gibi) nikâhı kendisine ebedtyyeu ha­ram olan bir kadının, bakılması ebediyyen haram bîr yerine ben^etmekdir.

Şartı: Kadının kendi karısı olması; erkeğin de keffâret ehlinden bulunmasıdır. Zıhâr'in mesru3yvetine sebeb; Havle (yâhûd Huveyle) bint-i Mfilİk b. Salebe kıs-sasıdır.

 (Selâmet Yollan, Ahmod Davudoğlu. C. 3, S. 396)

İdamda İlk zıhârı yapan Evs b. Sâmit'tir. Amcasının kızı Havle bint-i Salebe ile evli idi.

Evs (R.A.) bİrgün Havle (R. Anhâ) den bir istekte bulunur, Havle, onun bu iste­ğini yerine getirmeyince, Evs kızar. Aklı başından gider.

Havle (R. Anhâ) ye «Sen, bana anamın sırtı gibi ol!» der. Evden çıkar gider.    

(islâm Tarihi. M. Âsim Koksal, C. 6f S. 267)

[17] Bk, Mücâdele sûresi (58), âyet: 3

[18] Bk. Mücâdele sûresi (58), âyet: 4                                                   .

[19] SaJ: 1040 dirhem buğday ve arpa alan öiçekdir,           

Küsurlar dikkate  alınmazsa;   1040  dirhem-i   şcr'f  2.917  kilogram,   1040  dirhem-i örfî de 3. 333 kilogram eder. O halde; 1 Sa' dirhem-i şer'î olarak 2. 917, dirhem-i örfî.olarak da 3. 333 kilog­ramdır.

[20] Batman: 1 Batman 6 kıyye'dîr. Yâni 1 Batman; 7 kilogram, 697 gram, 670 miligrama ojittir.

(Hukûk-ı İülâraîyye ve kttlâlıat-ı Fıklııyje Kamunu. Ö. Nâsûhi Bilmen, C. 4)

[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 232-240.

[22] liân; Hayırdan uzaklaştırmak, lanet etmek ma'nâsınadir.

Şetiatte: Husûsi bir sebeb ve husûsî bir sıfatla kan - koca arasında cereyan eden lânetleşmedir.

Şartı: Nikâhın mevcûd olmasıdır,

Sebebi: Kocanın karısını hadd îcâb edecek bir sdzle suçlamasıdır.

Hükmü: Lifin yapıldıktan sonra kadının haram olmasıdır.

[23] Hadd-i kazf (Hadd-i kudf): Namuslu bir kadına «fâhije» diye isnadda bulunan kin > şeye vurulan 80 dayaktır.'                                                                                   

[24] Bk. Nur sûresi (24). âyet: 6

[25] Sebkat: Geçmek.

[26] Bk. Nûr sûresi (24), âyet; 4

[27] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 241-247.

[28] BVNİN (iktidarsızlık): Tıp dilinde Empotans denir. Erkeğin cinsî münâsebette buluna­maması hâlidir. Sebebi: Organik veya psikolojİkdir. Devamlı veya geçici olur.

Organik sebebler: Tiroid bezi veya hipofizi İlgilendiren iç salgı bozuklukları veya husyelerdekî bozukluklardır,                                                                            

Ayrıca; merkez sinir sistemi hastalıktan, tedavi edilmeyen diabet (seker), ihtiyarlık ve kronik alkolizm de iktidarsızlık sebebi olabilir.

Psikolojik sebebler: Aşın yorgunluk, elle istimna, endişe ve aşın istek, utanmak ve homoseksüellik iktidarsızlık sebeblerİdir.

[29] Mecbûb: Erkeklik uzvu İle beraber husyelerinin kesilmiş olması hâlidir. Buna cüb de denir. Yalnız, erkeklik uzvu .kesilmiş olan veya tenasül fileti düğme gibi pek ufak bu­lunan şahıs da mecbûb sayılır.

[30] Ferci doğuştan kapalı olan kadına RETKA denir. Bu kadının, tenasül organının cima mahalli bir et pörçasıyle kapalıdır. Bu et parçasına retak; fercin bitişikliğine de RATK denir.

Bazı kadınların tenasül organının dışında cimâ'a mâm olan bir boz vardır ki, bu­na Afel denir. Böyle kadına da Afla denir.

[31] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 248-251.

[32] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 252.

[33] Bakara sûresi (2), âyet: 228

[34] Talâk sûresi (65), âyet: 4

[35] Bakara sûresi (2),  âyet: 234.

[36] Talâk sûresi (65), âyet: 4

[37] Mümtahİne sûresi (60), âyet: 10

[38] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 252-258.

[39] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 259-262.

[40] Ahkâf suresi (46), âyet:  15

[41] Lokman sûresi (31). âyet:  14

[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 263-269.

[43] Hıdâne  (Hiîâne):   Lûgatta kucağa  almak,^ besleyip büyütmek  üzere   yanında  bulundur­mak,  ku$un yumurtaları kanatlan altına alarak,  üzerlerine basması anlamına gelir.

Fıkhf terim oturak aalamt: «Çocuku, sefâhiyetdar olan kimsenin belli müddeti için­de imsak ve terbiye etmesi» demektir.

Mecnûn, ına'tûh gibi çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri yetkili kişilerin ko­rumaları ve terbiye etmeleri, bunların yiyeceklerine, içeceklerine bakmaları, temizlikle­rini, istirâhatJerini te'mİne çalışmaları, kendilerini zararlı şeylerden korumaları da hı­dâne   demektir.

(Bk. Istılâhâtı Fıkhiyye kamusu, C. 2)

[44] Abdullah b. Arnr' (R. Anhümâ) den rivayet olunduğuna göre bir kadın:

— Vâ Resûlüllah şüphesiz ki şu oğlum İçin karnım bir kap, memem su tulumu, sinem de mahfaza idi. Şimdi  babası  beni  boşadı  ve beni ondan çekip  almak  istedi;* demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.):

«Seo kocaya varmadıkça çocuğu almağa daha haklısın» buyurmuşlardır. Bu   hadîsi   Ahmed  ile  Ebû  Dâvûd   (Rh.   Aleyhimâ)  rivayet  etmişlerdir.     Hâkim '   (Rh.   A.) sahîhlernİştir.

[45] Bakara sûresi, âyel: 233

[46] Bakara süresi, âyet: 233

[47] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 270-275.

[48] NAFAKA: Lügatte; çıkmak,  gitmek, sarf etmek ma'nâlarıni ifâde eder.  Ve bir insa­nın ıvâiine sarf ve infak ettiği şeye denir.

Fıkıh ısfılahınca; laam, kisve, sükna ile bunlara tâbi olan şeylerden ibarettir. Ör-fen; yalnız taama ıtlak olunur. <Hukûk-u İslâmiyye Kâmûsu, Ö, Nasûhî Bilmen, C. 2)

[49] Müslüman olsun veya olmasın kadının nafakası kocasına âiddir. Kadın, kocasının evine girip,  kendini teslim  edince kocası onun nafakasını, giyimini  ve meskenini  te'min et­mekle yükümlüdür.  (Kudûrî.)

[50] Talâk sûresi (65), âyet: 6

[51] Koca,  karisini kendi ailesinden  hiç bir kimsenin  bulunmadığı  bir evde oturtmaya  yü­kümlüdür. Ancak, kadın kabul  ederse oturtabilir.  Eğer,  kocanın başka kadından çocu­ğu varsa onu karniyle beraber  oturtmaya hakkı yoktur. (Kudûrî.)

[52] Koca; kaynanası, kayınpederi veya kadının başka erkekden olan çocuğunun veya aile­sinden birinin zevcesinin yanına girmelerine mâni' olabilir. Ancak, diledikleri zaman zevcesini görmelerine ve konuşmalarına mâni' olamaz. (Kudürî.)

[53] Bakara sûresi (2),   âyet :  233.

[54] Lokman sûresi (31), âyet;  15

[55] Bakara sûresi (2), âyet: 233

[56] Bakara sûresi (2), âyet: 233

[57] Bakara sûresi (2), âyet: 233

[58] Lokman sûresi, âyet:  15

[59] Miimtehme sûresi (60), âyet: 9

[60] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 276-292.

[61] Küle ve câriye âzâdı bazan ibâdet bazan mubah, buzun da haram otur.

Keffâret veya sırf Allah rızâsı için yapılırsa ibâdettir.

Hiç bir niyyetsiz veya bir kimse için olursa mübjthdır.

Put veya Şeytan için olursa haramdır.

Köle âzâdı; Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmet'le şahittir.

Ulemâdan bazıları; Peygamber (S.A.V.) Efendimin 63, Âiı,;e (R. Anhâ.) nin 67» Ebû Bekir' (R.A.) in bir çok, Abbas' (R.A-) mn 70, Osman (R.A.) m muhasarada iken ,20, Hâkim b. Hizam' (R. A.) in 100, Abdullah b. Ömer' (R.A.) in 1000, Abdurrahman b. Avf (R.A.) in 30.000 kişiyi hürriyete kavuşturduklarını rivayet etmişlerdir.

(Selâmet Yolları, C. 4, Ahmed DavuOoğlu)

[62] Nemi sûresi (27), âyet: 21

[63] Hucurül sûresi (49). âyet :   10

[64] Ziralım:   Lüsatta  mutlaka  yakınlık  sahibi,   demektir.   Çoğulu:   Ze\iWrhâm'dır  \c   ana (kaıinı) (»rafından akraba demektir.

lülılaltdu:  «Tcrikeden,  sülüs,   rulıu'  gibi   mıiayyciı   ohnıi   olmayan   ve   (crîkı'vi,  ası-bcılcıı   olmak sıfatıylc  ihraz etmeyen  her hangi  yakın   kimse» demcl.ûr.

[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 293-303.

[66] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:304-316. 

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.05 saniye 14,870,563 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024