Âzâda Yemîn
Etmek Babı 2
Ücrete Karşılık
Âzâd Babı 2
Tedbir Babı (Kölenin Azadını Ölüme Bağlama) 4
İstîlâd Babı (Cariyeye Çocuk
Doğurtmak) 5
Kitabet Bölümü. 7
Mükâtebin Tasarrufları Hakkında Bir
Fasıl 8
Ortak Kölenin Kitabeti Babı 11
Ölüm Ve
Acz Babı 12
Velâ Bölümü. 14
(Âzâd Bağlılığı) 14
Yeminler Bölümü. 17
(Eymân) 17
Fiil Üzere
Yemin Babı 22
Söze Yemin
Babı 30
Bir kimse: «Ben bu eve
girersem, girdiğim gün benim memlûkü-mün hepsi hürdür.» dese, girme vaktinde
onun memlûkü olanın hepsi mutlaka âzâd edilmiş olur. Yâni, gerek o kimsenin
mülkünde memlûkü olmayıp memlûkü satın aldıkdan sonra girsin veya yemin ettiği
günde mülkünde memlûkü olup eve girince mülkünde kalsın müsâvî-dir. Çünkü
mu'teber olan girme vaktinde mülkün bulunmasıdır. Bu ise iki surette de vardır.
Eğer yemîn edenin sözünde «O gün» lâfzı yok ise, ancak yemîn ettiği günde
memlûkü olan âzâd edilmiş olur. Yâni, eğer yemininde «O gün» demeyip belki,
«Eğer ben eve girersem, benim mem-lûklerimin hepsi hürdür.» dese, yeminden sonra
mâlik olduğu âzâd edilmiş olmaz. Zira onun «Benim her memlûküm» demesi hâl
içindir. Ceza memlûkün hâlde hür. olmasıdır. Ancak şu kadar fark var ki, şartın
ceza üzere girmesi sebebiyle şartın bulunmasına kadar ertelenmiştir. İmdi
şartın bulunmasına kadar mülkünde kalırsa âzâd edilmiş olur. O şart eve
girmektir. Mülke veya sebebine izafet bulunmadığı-için yeminden sonra satın
aldığını kapsamaz.
Yine bir kimse: «Benim
memlûklerimin hepsi veya benim mâlik olduklarımın hepsi yarınki günden sonra
hürdür.» dese, bunu söyleyen için iki surette de memlûk olsa ve başka birini
satın alarak, yarından sonra gelse veya «Benim memlûklerimin hepsi veya benim
mâlik olduklarımın hepsi ölümümden sonra hürdür.» dese, elinde memlûk olup
başkasını da satın alsa, bu yemîn âzâda ve tedbîre yalnız yemîn ettiği gün mâlik
olduğunu kapsar. Yemîn edenin yeminden sonra satın aldığını, yeminin ikisi de
kapsamaz. Çünkü onun «Benim memlûklerimin hepsi» sözü hâl içindir. «Mâlik
olduğum her memlûk» sözü de yine hâl içindir. Bundan dolayı bu ma'nâda karînesiz
kullanılır. Gelecekde, gelecek zamanı gösteren edatlar kullanılır. Mut lakı hâle
verilir. İmdi ceza, hâlde memlûkün hürriyeti veya tedbiridir. Onun yeminden
sonra satın aldığını kapsamaz. Lâkin efendinin ölümüyle yeminden sonra ve
yeminden önce mâlik olduğu köle malının üçtebirinden âzâd edilmiş olur. İmâm
Ebû Yusuf (Rh.A.); «Yeminden sonra mâlik olduğu âzâd edilmiş olmaz.» demiştir.
Çünkü lâtz hâlde hakikattir. Nitekim da--ha önce geçti. Bu lâfz, ilerde mâlik
olacağını kapsamaz ve köle âzâd edilmiş olmaz. Bundan dolayı yemin vaktinde
mülkünde olan müdeb-ber olur, mülkünde olmayan olmaz.
İmâm A'zaııı ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delilleri şudur: Bu söz vasiyyet yoluyla azadın
icâbıdır. Hattâ üçtebirden itibâr olunmuştur. Vasiyyet ise ancak ölümden sonra
meydana gelir. Ondan maksûd olan ölüm hâlidir. Görülmez mi ki, şayet bir kimse
malının üçtebirini vasiyyet etse, halbuki malı olmasa veya malı olup o maldan
başkasını da edinse, eğer mülkünde ölüme kadar kalırsa ikisini,de kapsar.
Memlûk lâfzı hamli
kapsamaz. Çünkü onun kapsadığı mutlak memlûktur. Hami ise bir bakımdan anasına
tebaan memlûktur. Bundan dolayı onun âzâdı yenıîn keffâretinden sahih olmaz.
Çünkü o bir bakımdan uzuvdur. Memlûk ismi nefisleri kapsar, uzuvları kapsamaz.
İmdi «Benim bütün erkek memlûklerinı hürdür.» diyen kimsenin cariyesinin hamli
âzâd edilmiş olmaz. Erkek-ile kaydetmiştir. Çünkü erkekle kaydetnıeyip mutlak
söylese, ana câriye âzâd edilmekle tebaan onun hamli de âzâd edilmiş olur..
Memlûk sözü mükâtebi de
kapsamaz. Çünkü mükâteb mutlak memlûk değildir. Zira sahibi ona yed'en
mâliktir.
Cu'I, cîm'in Ötüresi
ile, insana yaptığı işe karşılık verilen şeydir
(mükâfattır). Cîm'in
esiresi ile, ciâle dahî böyledir.
Bir kimse kölesini mal
karşılığı veya mal ile âzâd etse; meselâ «Bin dirhemle hürsün.» veya «Sen bin
dirhem karşılığında hürsün.» dese de köle de kabul etse, âzâd edilmiş olur. Zira
bu söz mal takasıdır. Velev ki maldan olmasın. Çünkü köle nefsine mâlik olamaz.
Takasın gereği bedeli kabul ile hükmün sübûtudur, Nitekim satışda olduğu gibi.
Şu halde, şayet köle kabul ederse hür olur.
Sahibinin şart kıldığı
mal, hür üzerine borç olduğu için, âzâdlı köle üzerine .sahih borç olur. Hattâ o
borca kefil olunur. Borç sahîh
olmasa, onunla kefalet sahîh olmazdı.
Kitabet bedeli bunun
hüâlınadır. Çünkü o bedele kefalet sahîh olmaz. Zira kitabet bedeli karşıt
(münâfî) ile beraber sabittir. O karşıt köleliğin (nkkm) kâim olmasıdır. Nitekim
yakında anlatılacaktır.
Mal; para, meta' ve
belli olmasa da hayvanı kapsar. Zira malın başka mal ile değiş tokuşu caiz
olunca nikâha, talâka ve kasden katlin sulhuna ve keza, eğer cinsi bilinirse
yiyeceğe, ölçülen ve tartılan şeylere benzemiştir. Vasîı bilinmemek buna zarar
vermez. Çünkü az bir şeydir.
Sahibi: «Eğer bana bin
dirhem ödersen, hürsün.» demekle âzâu" edilmesi ödemesine bağlanmış olan köle'
çalışıp kazanmaya izinlidir. Yâni çalışıp kazanmaya izinli olan köle âzâd
edilmiş olmaz. Ancak malı ödemekle âzâd edilmiş olur.
Âzâd edilmesi belli
bedeli ödemeye bağlanmış olan köle çalışıp kazaıımaya izin verilmiş olur. Yoksa
mükâteb olmuş olmaz. Çünkü sahibinin âzâdı ödemeye bağlaması belli ve açıktır.
Bundan dolayı me'zûn olur. Çünkü sahibi
ondan mal ödemeyi istemekle, önu çalışıp kazanmaya teşvik eder. Sahibinin
amacı-ticârettir, yoksa çerçilik değildir. Şu halde köleye delâleten izin vermiş
olur.
Âzâd edilmesi mal
ödemeye bağlanmış olan köle me'zûn olup mükâteb olmayınca sahihinin onu satması
caizdir. Mükâtebin satılması ise caiz değildir.
O köle kazandığı mala
da hak sahibi olmaz. Hattâ sahibi, o kazandığı malı kölenin rızâsı yok iken
alabilir. Mükâtebin kazandığı malı al-ma.ii caiz değildir. O âzâd etmeye
bağlamanın hükmü kölenin edadan önce doğan çocuğuna, geçmez. Amma mükâtebde
geçer.
Köle malın hepsini
ödemekle âzâd edilmiş olur. Çünkü âzâdın bağ landığı şey mevcûddur. Velev ki
ödemesi tahliye ile olsun. Yâni köle şayet sahibi alabilecek şekilde malı
hazırlayıp, ilgisini kesse, sahibi o maiı gerek teslim alsın, gerekse almasın,
kâdî onu zorlayıp aldırır ve kölenin âzâd edildiğine hükmeder. .
Âzâdın bağlanıldığı şey
bulunmadığı İçin köle malın bir kısmını ödemekle âzâd edilmiş olmaz. Cüz'ü kül
itibâr ederek, sahibi kabule icbar edilirse .kölenin Ödediği mal ta'lîkdan.
önce kazandığı maldan olduğu takdirde, sahibi o mal ile kölenin aleyhine döner.
Çünkü o mal sahibinin mülküdür. Eğer kölenin ödediği mal ta'lîkdan sonra
kazandığı maldan ise sahibi kölenin aleyhine dönemez. Zira köle; sahibi
tarafından, kazandığı maldan ödemeye me'zûndur*.
Köle iki durumunda da
âzâd edilmiş olur. Yâni kazancından ödemesi hâlinde; gerek ta'lîkdan önce
kazandığından olsun, gerek ta'lîkdan sonra kazandığından olsun, şart bulunduğu
için âzâd edilmiş olur. Eğer sahibi (eğer) lâfziyle ta'lîk ederse, meselâ: «Eğer
sen bin dirhemi öder-sen hürsün.» dese, kölenin edası veya malın edası meclisle
bağlanmış olur. Eğer o meclisle öderse köle âzâd edilmiş olur. Eğer orada
ödenıez-se âzâd edilmiş olmaz. Çünkü bu ta'lîk muhayyer kılmaktır. Nitekim
talâkda geçti.
Eğer «Vakitte» lâfzı
ile ta'lîk ederse, meclise bağlı olmaz. Çünkü «vakitte» sözcüğü «her ne zaman»
sözünde olduğu gibi zaman için kullanılır. Nitekim daha Önce geçti.
Bir kimse kölesine:
«Sen benim ölümümden sonra bin dirhemle hürsün.» dese, eğer köle sahibinin
Ölümünden sonra, kabul ederse ve vâris de onu âzâd ederse, bin dirhem ile âzâd
edilmiş olur. Aksi takdirde, yâni bin dirhem ile azadı kabul etmezse veya köle
kabul edip, vâris onu âzâd etmezse, âzâd
edilmiş oimaz. Yâni, o köle bin-dirhemle âzâd edilmiş olmaz. Velev ki vâris
bedava âzâd ettiğinde âzâd olsun. Kölenin ölümden sonra kabulüne itibâr edilir.
Çünkü âzâdın icâbı ölümün sonrasına muzâf olur. Kabulün bulunması icâbın
bulunmasından önce mu'teber olmaz. Binâenaleyh «Eğer dilersen yarınki gün
boşsun.» demek gibi olur, ki kadının yarından önce dilemesi mu'teber olmaz.
Vârisin âzâd etmesi mu'teber olur. Hattâ köle ölümden sonra kabul etse, vâris
onu âzâd etmedikçe, âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ölü, âzâd etmek için ehil
değildir. Zira, âzâd ölüme bağlanmış değildir. Böyle yerlerde köle ancak
vârisin âzâd etmesiyle âzâd edilmiş olur. Nitekim: «Sen benim ölümümden bîr ay
sonra hürsün.») dese, bu da ancak vârisin âzâd etmesiyle olur. Müdebber bunun
hılâfınadır. Çünkü onun âzâ-dı ölümün kendisine bağlanmıştır. Bunda bir kimsenin
âzâd etmesi şart kılınmamıştır.
.Kölesini, kendisine
bir yıl hizmet etmesine karşılık hür kılıp köle de kabul etse, âzâd edilmiş
olur. Çünkü bir şeye karşılık âzâd etmek, diğer akidler gibi, kabulün
bulunmasını gerektirir, makbulün bulunmasını gerektirmez. Bunun sureti: «Bana
şu kadar sene hizmet etmek üzere seni âzâd ettim.» demektir. Ama kölesine: «Eğer
şu kadar müddet hizmet edersen hürsün.» dese, hizmeti tamâm etmedikçe âzâd
edilmiş olmaz. Çünkü bu söz şarta bağlıdır. Birinci söz değiş-tokuş (muâva-za)
dur.
Sahibine kölenin hizmet
etmesi gerekir. Çünkü mübeddel kendisine teslim edilmiştir. Kölenin de bedeli
teslim etmesi gerekir ki, o da hizmettir. Eğer hizmetten önce köle veya sahibi
ölse, kölenin kıymeti üzerine vâcib olur. Eğer ölen köle ise, İmâm A'zam ve Ebû
Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, kölenin terekesinden alınır. İmâm Muhamjned* (Rh.
A.) e göre; Ölümde hizmetin kıymeti köieye vâcib olur.
Nasıl ki, köleyi
kendisine bir malla satar da mal helak olursa kölenin kıymeti vâcib olur. Yâni
bu hılâf, diğer bir hilafa dayanır. O hılâf şudur: Bir kimse kölesine: «Ben,
nefsini sana bu malla sattım.» deyip o mal ise helak olsa, îmâm A'zam ile İmâm
Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, onun üzerine kendi kıymeti vâcib olur. îmâm
Muhammed' (Rh.A.) e göre, malın kıymeti vâcib olur.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
in delili şudur: Bu satış, malı inaldan başka şey ile değiş - tokuş yapmaktır.
Zira kölenin nefsi kendi hakkında mal değildir. Çünkü köle kendi nefsine mâlik
olmaz. Bu şuna benzer ki, bir kimse bir kadını bir köle karşılığında tezevvüc
etse ve o köleye bir kimse müstehık çıksa,
o kadın kocasından o kölenin kıymetini alır, yoksa mehr-i misli olan fercin
kıymetini isteyemez.
îmânı A'zam ile İmâm
Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delilleri şudur: Bu satış malı mal ile değiş -
tokuş (muâvaza) dur. Çünkü köle, sahibi hakkında maldır. Keza faydaları da,
onlar üzerine anlaşma yap-makla mal olur. İmdi şundan gibi olur ki; bir kimse
babasını bir câriye ile satın alıp o câriye teslim alınmazdan önce ölüp veya
bir kimse o cariyeye müstehık çıksa, satıcı alıcıdan babasının kıymetini alır.
Yoksa Ölen cariyenin kıymetini almaz.
Bir adam, bir cariyenin
sahibine, «Bu cariyeni benimle evlendirmek şartıyla, bin akça ile âzâd eyle!»
dese, o da âzâd etse, câriye de o kimse ile evlenmekden kaçınsa, o câriye âzâd
edilmiş olur ve bunu söyleyen için bir şey lâzım gelmez. Çünkü bedelin yabancıya
şart kılınması boşamada caizdir. Âzâdda caiz değildir. Nitekim daha Önce geçti.
Eğer «Benden» lâfzını
eklerse, yâni, «Bu cariyeni benimle evlendirmek şartiyle benden bin dirhemle
âzâd eyle.» o bin dirhem cariyenin kıymeti ve mehr-i misli üzere taksim edilir.
îmdi kıymetin hissesi o söyleyene lâzım gelir ve mehr-i mislinin hissesi düşer.
Çünkü söyleyen, «Benden» deyince, satın almayı iktizâ etmiştir. Nitekim kölenin
nikâhı babının sonunda geçti. Durum böyle olunca, o bin dirhem rakabe ile satın
almaya ve fere ile nikâha mukabil olup ikisinin üzeri-ne taksim edilmiştir. O
kail için teslim edilen şeyin yâni rakabenin hissesi vâcib olur. Kail için
teslim edilmeyen şeyin, yâni fere (bud1) in hissesi düşmüştür. Ama, nikâh şart
kılınmakla satış bâtıl olmamıştır. Çünkü satış o kailden âzâdın sıhhatini
gerektirir. Bu durumda satış âzâd içine sokulmuş olur. Binâenaleyh şartlarına
riâyet edilmez. Bilâkis muktezânın yâni, âzâd olmanın şartlarına riâyet edilir.
Nitekim usûlde takrir olunmuştur. Bundan dolayı tesmiye olunan bin dirhemden
hissesi vâcib olmuştur. Eğer satış fâsid olaydı, kıymeti ödemesi vâcib olurdu.
Câriye kailden yüz
çevirmese, belki kail ile evlense, mehıi o bin dirhemden mehr-i misidir. Yâni,
bin dirhemin' üçtebiridir.
«Benden» lâfzını
eklemek ve terk etmek suretinin ikisinde de durum böyledir.
Eğer b;" kimse
cariyesini kendisiyle evlenmek şartiyle âzâd edip, câriye de ununla evlense,
mehri İmâm A'zam ve İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre mehr-i misli olur.
Çünkü âzâd olmak mal değildir, mehr için uygun olmaz.
Ebû Yûsuf (Rh.A.) a
göre, caiz olur.'Çünkü Besûlüllah (S.A.V.), Safiyye'yi âzâd etti ve onunla
evlendi. Onun âzâd edilmesini mehri saydı.
Biz deriz ki: Mchrsiz nikâh
itcsûIüUuh' (S.A.V.) e mahsûstur. Eğer o câriye âzâddan sonra sahibi ile
evlcnmekden kaçınırsa, İmamların hepsine göre kıymetini ödemesi gerekir. Keza
bir kadın bir kölesini kendisi ile evlenmek üzere, âzâd etse, o âzâdlı köle bunu
yaparsa, o kadına mehr-i misil vardır. Eğer köle kadınla evlemnekden kaçınırsa
kıymetini vermesi gerekir.
Tedbîr; lügat yönünden
işin sonuna bakmaktır. Sanki sahibi işinin sonuna bakıp kölesini kendisinden
sonra hürriyete çıkarmıştır. Şer'an; tedbir ve müdebber lâfızlarından her biri,
mu ti ak d a ve mukayyeddc kullanılır. Zahir olan şudur ki; bu lâfzın mutlak ile
mu kay yed arasında ortaklaşa olması manevîdir. Çünkü.lâfzı ortaklık, konulusun
tead-düne muhtaç olur. Ayn lâfzı gibi. Bu ise zahirin hılâfınadır. Şu halde
delilsiz ona sarfedilmez. Halbuki burada delil yoktur. Burada ortak ma'nâyı önce
açıklayıp ondan sonra zikredilen iki kısma taksim ve her birinin hükümlerini
açıklamak gerekir. Nitekim burada da öyle yapılmıştır. Bu bakımdan ben: «Tedbîr;
sahibinin, kölesinin azadını ölüme bağlamasıdır» dedim. Gerefe kendi ölümü olsun
ye gerek başkasının ölümü olsun müsavidir. Nitekim yakında, mukayyed
mtidebber-de açıklaması gelecektir.
Ondan sonra o ta'lîkı
iki kısma ayırdım ve iki kısmın hükümlerini açıkladım. Tedbirin mutlak ile
mukayyed arasında ortaklığının mânevi olmasını, İmânı Şemsu'l-Eimme' (fin.A.)
nin Mebsût'ta; «Tedbîr, mâlikin ölümünden sonra kölede vâki olan âzâddan
ibarettir.» demesi te'yîd eder.
Bundan anlaşılır ki;
Kenz'in «Tedbîr, âzâdi, sahibinin mutlak surette ölümüne bağlamaktır.» demesi
ve sârini Zeylaî' (Rh.A.) nin, «E-fendinin ölümünün mutlakı ile» demekle
mukayyed müdebberden sakındı, demesi ve Vikâye'nin; «Bir kimsenin kölesini
mutlaka kendinden sonra âzâd etmesi» demesi ve sarihi Sadru.'ş-ŞeriaJ (Rh.A.)
nin; «mutlaka» demeye sebeb, mukayyedden sakınmak içindir, demesi gerektiği gibi
değildir.
Evet, yine Mebsût'a şu
soru yönelir: Onun «Mâlikin ölümünden sonra» demesi, gerektiği gibi değildir.
Çünkü başkasının ölümüne bağlanmış olan mukayyedden hâriç kalmıştır. Ancak bunu
şöyle açıklamak mümkündür: Mebsût'un sözü, ekseriyetle meydana gelen, olağan
şeylere dayanır. Onun söylediğinin ise vukuu nâdirdir.
Tedbîr,-ya mutlaktır.
Meselâ; «Ben öldüğüm zaman sen hürsün»-, «Benim öldüğüm günde sen hürsün»,
«Benim ardımdan sen hürsün», «Sen müdebbersin»-, «Ben seni müdebber ettim.» veya
«Eğer ben bu vakitten yüz yıla kadar ölürsem, sen hürsün.» deyip adamm Ölümü
yüz yıldan önce, meselâ seksen yaşında olması gâiib olmak gibi, ki bütün bu
suretlerde tedbîr mukayyed ve ma'nâda mutlaktır. Çünkü bu müddetten önce ölmesi
gâlibdir.
Bundan sonra musannif
mutlak tedbîrin hükmünü şu sözü ile açıklamıştır: Müdebber rehin konulmaz,
satmakla veya hibe ile ve bunların benzeri ile mülkden çıkarılmaz. Ancak âzâd
etmekle veya kitabetle çıkarılır. İmâm Şafiî' , (Rh.A.) ye göre, bir mülkden
başka bir mülke geçmesi caiz olur.
Müdebber olan köle,
hizmette kullanılır ve kiralanır. Mâdebbere olan câriye ise cima edilir ve nikâh
olunur. Sahibi, müdebberin kazancına ve diyetine ve müdebbere olan cariyenin
mehrine hak sahibidir. Çünkü kısmen mülk bakîdir. Sahibi mal namına, müdebberden
başka bir şey bırakmadı ise, Ölümü ile müdebber üçtebirden âzâd edilmiş olur ve
üçteikisinde çalışır. Bu hüküm; sahibinin vârisi olup tedbîri caiz görmedikleri
surete mahsûsdur. Hattâ sahibinin vârisi olmasa veya vârisi olup lâkin tedbîri
caiz görse, müdebberin tamâmı âzâd edilmiş olur. Çünkü tedbîr vasiyyet
hükmündedir. Vasiyyet ise Beyt'ül-mâl-den önce gelir ve vârisin icazetiyle caiz
olur.
Eğer sahibi borçlu
olarak ölmüş ise müdebber köle kıymetinin hepsinde çalışır. Âzâdı bozmak mümkün
olmaz. Şu halde müdebber için kıymetinin reddi vâcib olur. Sahabenin icmâından
dolayı müdebbere-nin çocuğu müdebberdir. Çünkü o anasına tâbidir.
Ya da tedbîr mukayyed
olur. Meselâ: «Ben bu seferimde Ölürsem, bu hastalığımda ölürsem, eğer fülân
Ölürse, eğer bir yıla kadar ölürsem, veya buna benzer, on yıla kadar Ölürsem»
demek gibi. Ekseriyetle vâki olan şeyleri söylemek olur. Bu ibare, Vikâye'nin
«Çok kere mümkün olan şeyden» demesinden daha güzeldir.
Mukayyed müdebber
satılır, Iıibe edilir ve rehin yapılır. Çünkü bu sıfatla ölüm zarurî değildir.
Öyleyse hâlen sebeb olamaz. Sebebiyyet; varlıkla yokluk arasında mütereddid
olunca ma'nâsız kalır ve talîk diğer ta'likler gibi hâli üzere kalır. Satışa ve
benzerlerine mâni' olmaz.
Eğer şart bulunursa
mukayyed müdebber üçtebirden âzâd edilmiş olur. Çünkü sıfat, hayâtın son cüzünde
belli olarak kalınca, ölüme izafetin bulunması ve.tereddüdün zail olması
sebebiyle mutlak müdebber hükmünü alır.
Sıhhatli bir adanı,
kölesine: «Benim Ölümümden bir ay önce sen hürsün.» deyip bir aydan sonra ölse,
köle o adamın malının tamâmından âzâd edilmiş olur. Ypni sağlıklı bir adam,
kölesine bu sözü söylese, ondan sonra bir ayın bitiminde ölse, Fukahâmn
bazıları, «Malının üçte-birinden», bazıları da, «Bütün malından âzâd edilmiş
olur.» demişlerdir. Sahih söz budur. Çünkü İmâm A'zam' {Rh.A.) in sözüne göre,
âzâd ölümden önce vâki olan ayın evveline dayanır ve bü adam o vakitte
sağlamdır. Hâniyye'de böyle, zikredilmiştir.
Eğer adam bir aydan
önce Ölürse köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü o şarta bağlı (mukayyed) müdebberdir.
Halbuki kayd yoktur. Bu se-bebden dolayı âzâd edilmiş olmaz. Eğer adam kölesine:
«Sen benim ölümümden bir ay sonra hürsün.» deyip, bir aydan sonra ölse, ölümle
âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ta'lîk edilen şeyin bulunduğu anda sahibinin â2âd
etmeye ehliyeti yoktur. Belki köleyi vasî, vâris veya kâdî âzâd edftr. Çünkü
velayet onun ölümünden sonra bunlara intikâl etmiştir. Tuhfe'de böyle
zikredilmiştir.
Mutlak müdebberin kıymeti,
köle fa ize d ilerek kıymetinin yarısıdır. Mukayyed müdebbere ise, köle olarak
kıymet biçilir, Müdebberin kıymetinde fakîhler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları;
«Köle olmuş olsa, kıymetinin yansıdın», bacıları da; «Köle farzedilse
kıymetinin üçteikisidir» demişlerdir. Bazıları da; «ömrü boyunca tahmin ve zan
ile kaç paraya hizmette kullanılırsa kıymeti odur.» demişlerdir. Fakîh
Ebû'1-Leys (Rh. A.); «Köle farzedildiğinde, kıymetinin yarısıdır.» demiştir.
Şeyhu'1-İs-lâm Hâherzâde (Rh.A.) dahî böyle demiştir. Çünkü kölenin iki faydası
vardır. Birisi satış ve ona benzer borç ile temlik, mehr vermek v.s.'dir.
İkincisi, kiralama ve hizmette kullanma faydasıdır. imdi birinci menfaat
ortadan kalkar, ikincisi kalır. Şu halde müdebberin kıymeti köle farzedildiği
zamanki kıymetinin yarısı olur. Eğer tedbîr mukayyed ise, köle olarak
kıymetlendirilir. Hâniyye'de böyle zikredilmiştir.
İstîlâd, lügat yönünden
çocuk istemektir. Şer'an, sahibinin cariyesinden cinsî münâsebetle çocuk
istemesidir.
Sahibinden çocuk
doğuran bir câriye, onun ikrarı ile yâni bu çocuk bendendir, demesiyle olursa,
velev ki bu ikrar câriye hâmile iken yapılmış olsun, meselâ; sahibi bu cariyenin
hamli bendendir desin, yâ-hûd câriye kocasından doğurup da o cariyeyi kocası
satın almış olsun, mülk edinilemez. Yâni kısmen mülk bakî oîsa da tam olarak
mülk .sayılamaz. Çocuk doğuran cariyenin hükmü, müdebberenin hükmü gibidir.
Bunun açıklaması daha önce geçti.
Lâkin İkisi arasında şu
kadar fark vardır ki; çocuk doğurtulan câriye, velîsinin ölümüyle onun bütün
malından âzâd edilmiş olur, Mü-debbere ise üçtebirden âzâd edilmiş olur. Çocuk
doğuran câriye, sahibinin borcu için çalışmaz. Müdebbere ise çalışır.
Eğer câriye, diğer bir
çocuk daha doğurursa, onun nesebi, sahibi
«Bendendir»demeksizin
sabit olur. Çünkü birinci çocuğu iddia etmekle o cariyeden maksad belli
olmuştur. O câriye menkûha gibi firâş (cimâı helâl) olmuştur. Bundan dolayı ona
âzâddan sonra üç hayz iddet beklemek gerekir. Lâkin sahibinin inkârı ile çocuk
reddedilmiş olur. Çünkü cariyenin firâşı zayıftır. Hattâ onu evlendirmekle
sahibi firâşın nakline mâlik olur. Nikahlanmış olan câriye bunun aksidir. Onda:
Kocanın inkârı ile çocuk reddedilmiş olmaz. Firâşın sağlamlaşmasından dolayı
ancak Mân ile olur. Evlendirmekte firâşin ibtâline mâlik olmaz.
Musannifin bu
zikrettiği şey mahkemenin hükmüdür. Diyanete gelince; eğer câriyesiyle cinsî
münâsebette bulunur, onu korur ve azl yapmazsa sahibine itiraf ve iddia gerekir.
Çünkü hâlin zahirine göre çocuk ondandır. Eğer ondan azl yaptıysa (meniyi dışarı
attı ise) veya korumadı ise, çocuğu inkâr etmesi caiz olur. Çünkü bu zahir,
diğer bir zahirle karşılaşır. Eğer sahibi fimmü veledini başkasiyle eviendirse,
o da kocasından bir çocuk doğursa, çocuk anasının hükmündedir. Çünkü hürriyet
hakkı, tedbîr gibi, çocuğa geçer ve çocuğun nesebi kadının kocasından sabit
olur. Zira firâş kocanındır. Eğer sahibi, "O çocuk bendendir.» diye iddia etse»
nesebi ondan sabit olur ve çocuk âzâd edilmiş o-lur. Çocuğun anası onun
ikrarından dolayı üranıü veledi olur. Şayet sahibi ölse, o ümmü veled malın
hepsinden âzâd edilmiş olur. Hidâye'de böyle zikredilmiştir.
Zimmînin ümmü veledi,
şayet İslâm-a gelse, ona İslâm arz edilir. İslâm'ı kabul ederse, o ümmü veled
onundur. Eğer İslâmı kabul etmezse, ümmü veled kıymetinde çalışır. Çahştıkdan
sonra âzâd edilmiş olur.
Ortak olan bir
cariyenin çocuğunu iki ortağın biri «Bendendir.» diye iddia etse, nesebi iddia
edenden sabit olur. Çünkü neseb çocuk iddia edenin mülküne tesadüf ettiği için,
yansı ondan sabit olunca, çocuğun bölünme kabul etmeme.zarureti ile geri kalan
yarımda dahî sabit olur. Çünkü çocuğun sebebi — ki ulûk (gebe kalmak) tur—
bölünme kabul etmez. Zira bir çocuk iki meniden meydana gelmez.
Câriye, «Çocuk
bendendir» diye iddia edenin ümmü veledi olur. Çünkü îstîlâd îmâmeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, bölünme kabul etmez. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, onun hissesi
ümmü veledi olur. Ondan sonra ortağının hissesine mâlik olur. Çünkü o temellükü
kabul eder. Zira câriye için hürriyet sebeblerinden, tedbîr ve başkası gibi bir
şey hâsıl olmamıştır. O, «Çocuk bendendir» diyen ortak, cariyenin kıymetinin
yansını öder. Zira iddiacı ortağının hissesini istîlâdi tamamladığı vakitte
temellük etmiştir. O cariyenin kıymeti gebe kaldığı gününden itibaren olur.
Çünkü çocuğun analığı o vakitte sabit olur. Gerek o iddiacı zengin olsun ve
gerekse fakîr olsun. Çünkü bu ödeme temellük ödemesidir. Âzâd Ödemesi değildir.
Nitekim yerinde anlatıldı. «Çocuk bendendir.» diyen ortak, cariyenin ukrunun
yarısını öder. Ükr, şüphe ile cima edilen kadının »nehridir. Onun yansım öder.
Zira ortak olan cariyeyi cima etmiştir. Çünkü onun mülkü istilâda hükmetmek
için cinsî ilişkiden sonra sabit olur. Ortağının hissesinde mülk cîmâı ta'kîb
eder. Baba bunun hıiâfınadır kî şayet oğlun cariyesine çocuk doğurtsa, kendisine
ukr vâcib uimaz.
Cariyenin çocuğunun
kıymetini ödemez. Zİrâ o çocuk aslı hür olarak meydana gelmiştir. Çünkü neseb,
ulûk vaktine dayandığı halde sabit olur ve ödemek o vakitte vâcib olur. îmdi
çocuk mülkünde meydana gelir. Ortağının mülküne ondan bir şey ta'lîk etmemiştir.
Eğer iki ortakdan her
biri beraber, «O çocuk bendendir.» diye iddia ederlerse, çocuğun nesebi
ikisinden de sabit olur. Bunun ma'nâsı, şayet câriye ikisinin mülkünde gebe
kalsa, yine şayet iki ortak gebe bir cariyeyi satın alsa, ikisinden nesebin
sabit olması hakkında ihtilâf edilmez. Belki ukrun vâcib olması hakkında,
velâda ve üramü veledin kıymetini Ödemede ihtilâf edilir. Hattâ her birinin
üzerine ortağı için ukr vâcib olmaz. Zira onun mülkünde cima yoktur. îmdi eğer
iddiacı birisi ise, ona çocuğun kıymetinin yansı vâcib olur ve her ikisi için de
velâ sabit olur. Zira yerinde görüldüğü veehle bu âzâd etmektir.
Çocuğun velâsmm ikisine
de âid olmasının sebebi, istihkak sebebinde müsâvî oldukları içindir. Şu halde
velâda da eşit olurlar. İkisinden her bîrinin çocukda olan hissesinde iddiası
sahîh olduğu için, câriye iki ortağın ünıraii veledi olur. İkisinden her
birinin o cariyede olan hissesi çocuğuna tebaan onun ümmü veledi olur. İki
ortakdan her birinin üierine cariyenin ukrunun yansı lâzım gelir. Her birinin
diğeri üzerinde olan hakkı sebebiyle kısâslaşırlar.
O oğul iki ortağın her
birine tam oğul mirası ile vâris olur. Zİrâ babanın ikrarı oğulun mirasının
hepsinedir. O ikrar oğul hakkında hüccettir. O iki ortak, sebebde eşit oldukları
için, oğula bir baba mirası ile vâris olurlar. Nitekim şayet ikîsi de oğulluk
üzerine delil gösterseler sebebde eşit oldukları gibi.
Bir kimse mükâtebinin
cariyesinin oğlunu iddia etse, yâni sahibi, mükâlebiıı cariyesi ile cima edip
câriye bir çocuk doğursa, o da «Bendendir.» diye iddia etse ve mükâteb de
efendisini doğrulasa, cariyenin ukru mükâtebin sahibi üzerine lâzım gelir. Çünkü
câriye ile, nikâhsız ve mülkü yeminsiz cima etmiştir. Şüphe sebebiyle ondan had
yâni şer5! ceza düşer. Sahibi ile mükâteb birbirlerini doğruladıkları için,
çocuğun nesebi sahibine lâzım gelir. Bu bir yabancının cariyesinin çocuğunun
nesebini iddia ettikde, yabancının onu doğrulaması gibi olur. Çocuğun kıymeti
de lâzım gelir. Zira delile itimâd etmesi bakımından, sahibi aldanmış
ma'nâsındadır. Delil şudur: Çocuk sahibinin kazancının kazancıdır. Sahibi
çocuğun köle olmasına razı olmamıştır. îmdi çocuk, sahibinden nesebi
sâtoit'-olduğu halde kıymetiyle hürdür. Nitekim alda-nan delile
itimâcf-{_eyjed4ği gibi-. O delil, her ne kadar hakîkaten mülk değil ise-de
zâhireırmülk olmasıdır. Annelik lâzım gelmez. Yâni câriye sahibinin ümmü veledi olmaz. Zira hakîkaten sahibi için
cariyede mülk yoktur. Onun hakkı çocuk istemenin sıhhati için kâfidir. İmdi
nakle ve mülkün takdimine hacet yoktur. Oğlunun cariyesi bunun hılâfma-dır.
Çünkü baba için oğlunun cariyesinde mülkün hakikati yoktur ve hakkı da yoktur.
Ancak baba için temellük hakkı vardır. Bu ise istîlâ-dın sıhhati için kâfî
değildir. İmdi biz istîlâd sahih olsun diye cariyeyi babanın mülküne nakle
muhtaç olduk.
Eğer mükâteb sahibini
tasdik etmezse çocuğun nesebi ondan sabit olmaz. îmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), «Sabit
Olur.» demiştir. Çünkü câriye, sahibinin kazancının kazancıdır. Şu halde oğlunun
cariyesi gibi olur. belki evlâdır. Çünkü sahibi için mükâtebde rakabe mülkü
vardır. Oğul bunun aksinedir. Farkın vechi şudur: Babanın muhtâc olursa, oğlunun
malını temellük etmesi caizdir. Bundan dolayı babaya, cariyenin ukru ve çocuğun
kıymeti vâcib olmaz. Câriye onun ümmü veledi olur. Sahibi için mükâtebinin
malını temellük etmek hakkı yoktur. Çünkü kitabet akdi ile kendisini alıkoyup
yabancıya katmıştır. Bundan dolayı cariyenin ukru ve çocuğunun kıymeti vâcib
olur; câriye ümmü veledi olmaz. Şu halde mükâtebin sahibini tasdik etmesi
şarttır. Eğer mükâtebe ettiği cariyesi ile cinsî ilişkide bulunup, mükâtebe
çocuk doğursa ve sahibi, «O çocuk bendendir.» derse, zikredilenin aksi olup,
çocuğun nesebi sabit olur. Mükâtebenin sahibini doğrulaması şart değildir.
Çünkü mükâtebenin rakabesi sahibinin mülküdür. Meğerki sahibi bir gün çocuğa
mâlik ola. Yâni, mükâteb kitabet bedelinden âciz olup köleliğe geri çevrilmekle
çocuğa mâlik olursa bu takdirde nesebi sahibinden sabit olur. Yine şâyet sahibi
mükâtebe olan cariyeye de mâlik olursa, çocuğun anası ümmü veledi olur. Çünkü
doğurtmak ile ikrar geri kalmıştır, O da ümmü veled olmayı gerektirir,
Mükâtebin hakkı ortadan kalkmıştır, o da mâni'dir.
Bir kimse karısının veya
babasının veya dedesinin cariyesi ile cinsî ilişkide bulunsa ve o câriye çocuk
doğurdukda, «Bu çocuk bendendir.» dese, neseb sabit olmaz. Şüphe ile cima ettiği
için ondan had da düşer. Eğer o kimse, «Cariyeyi sahibi benim için helâl etti.»
dese, neseb yine sabit olmaz. Ancak, sahibi çocuğun ondan-olduğunu tasdik ederse
neseb sabit olur. Eğer, «Çocuk ondandır.» derse, iki sözün yalnız birinde
tasdîk etse bile, yâni sahibi, «Yalnız bana helâl etti.» dediği sözünde veya
yalnız, çocuk ondan olduğu sözünde tasdik ederse, neseb sabit olmaz. Eğer
cariyenin sahibi o kimseyi yalanlayıp bir zaman sonra o kimse cariyeye mâlik
olursa ikrar bakî olmakla neseb sabit olur. Nitekim yukarıda geçti. Hâniyye'de
de böyledir.
Musannif kitabet
bölümünü buraya koydu. Çünkü kitabet; tedbir ve istîlâd gibi âzâdın
bölümlerindendir.
Kitabet lügat
bakımından, eklemek ye
toplamak manasınadır.
Bundan dolayı büyük
asker bölüğüne k e t î b e denir.
Ketb ise yazıda harfleri bir araya
toplamaktır.
Şer'an (Dîni hukuk
terimi olarak): Gelecekte rakabenin hürriyetini hâlen yed'in hürriyetiyle
beraber bir araya getirmektir. Çünkü mü-kâteb yed bakımından mâliktir, rakabe
bakımından memlûktur. Yakm-_da açıklaması gelecektir.
Kitabetin rüknü îcâb ve
kabuldür. Meselâ sahibi kölesine; «Eğer bana bin dirhem ödersen, hürsün.» demesi
gibi. Veya «Ben seni bin akçaya kitabete kestim.» demesi, kölenin de kabûi
etmesidir. Çünkü kitabet değiş - tokuş (muâveze) dur. Şu halde îcâb ve kabı)l
gerekir.
Kitabetin şartı;
kitabet bedelinin, gerek mal olsun veya amel olsun belli olmasıdır. Fakat
bedelin taksitle veya geri bırakılmış olması şart değildir. Hattâ kitabet, hâl-i
hazır ve taksitli mal üzere caiz olur. İmâm Şafii' (Rh.A.) ye göre, kitabet
ancak iki taksitle caiz olur.
Kitabetin köle
tarafında hükmü, alıkoymanın ortadan kalkması ve yed hakkında hürriyetin sabit
olması, rakabede sabit olmamasıdır. Hattâ köle kendi faydalarına ve
kazançlarına hak sahibi olur. Çünkü kitabetin amacı, sahibinin kitabet bedeline
kavuşması, kölenin de bedeli ödemesiyle hürriyetine kavuşmasıdır. Hürriyete
kavuşmak ise ancak bedelin ödenmesiyle gerçekleşmiş olur. Kitabetin sahibi
tarafında hükmü; kölenin rakabesi sahibinin mülkü üzere baki olmasıdır ve
dilediği vakitte kitabet bedeli ile mutâlebe hakkının sabit olmasıdır ve o köle
kitabetten âciz oldukda efendinin onu mülküne geri almasıdır.
Bir kimse kölesini
(kinn) mükâteb etse — gerekse o kimse alış - verişe aklı eren küçük çocuk
olsun. Çünkü aklı eren küçük çocuk kabul ehlinden olur ve tasarruf kendi
hakkında faydalı olur— lıâl-i hazır mal ile veya bir yıl ya da iki yıl sonra
verilecek mal ile mükâteb etse veya taksitli malla mükâteb etse, yâni belli
zamanlarda ödenecek mal ile mükâteb etse, veya o kimse kölesine; «Ben senin
üzerine taksitle bin akça ilzam eyledim. O taksitlerin ilki fülân zamandır ve
sonuncusu fülân zamandır. Eğer o bin akçayı ödersen sen hürsün ve eğer ödemekten
âciz olursan kölesin.» dedikde, köle de kabul etse, kölenin kabul etmesi şaft
kılınmıştır. Çünkü efendi malı ilzam etmiştir, kölenin de iltizâmı gerekir.
Zikredilen îcâb ve kabul ile kitabet akdi sahîh olur. Gerek kitabet lâfzı ile
ta'bîr etsin ve gerekse kitabetin ma'nâşım ifâde eden edâ ile ta'bîr etsin
müsavidir. Çünkü kitabet aktinin rüknü vardır. O da îcâb ve kabuldür. Köle eğer
bin akçanın hepsini öderse, her ne kadar sahibi; «Bin akçayı ödediğin zaman
hürsün.» demedi ise de, köle âzâd edilmiş olur. Çünkü kitabetin gereği edâ
sırasında âzâddır. Zira kitabet, yed'in .hürriyetini rakabenin hürriyetine edâ
sırasında cem'den meydana gelir. Bunda Şafiî' (Rh.A.) nin hilafı vardır.
O mükâteb efendinin
mâlikiyetinden çıkar. Zira kitabetin gereği mükâteb hakkında yed'in
mâlikiyetidir. Bundan dolayı efendi için mü-kâtebi çıkmaktan ve yoîculukdan
menetmek hakkı yoktur. Yoksa sahibinin mülkünden çıkmış olmaz. Çünkü kitabet
akdi, değiş - tokuş (mu-âveze) akdidir. İki akidei arasında eşitliği gerektirir.
Kitabet bedelinin aslı sahibi için mükâtebin zimmetinde nefsi akidle vâcib olur.
Lâkin o vücûb zayıftır Sahibinin mülkü o bedelde ancak teslim almakla tamâm
olur. Çünkü bedel mükâtebin zimmetinde zıddıyla beraber sabit olur. Çünkü sahibi
kölesine borç yükleyemez. Bundan dolayı kitabet bedeline kefalet sahîh olmaz.
İmdi köle için bedelin karşılığında zayıf mâlikiyet sabit olur. Zimmetinde zıddı
ile beraber sabit olduğu gibi. Şayet sahibi için teslim almakla mülk tamâm olsa,
köle için de mâli-kiyyet tamâm olur. Çünkü sahibinin mülkü tamâmdır.
Mâlikiyyetin tamâm olması ise ancak hürriyetle olur. Şu halde mükâteb
mâlikiyyet zaruretiyle âzâd edilmiş olur. Bu bakımdan eşitlik başlangıçta ve
sonunda gerçekleşmiştir. Eğer mükâtebi sahibi âzâd ederse, bedava âzâd edilmiş
olur. Yâni, sahibinin hakkı düştüğü İçin bedelsiz âzâd edilmiş olur.
Eğer sahibi mü kât
ebesi ile cinsi münâsebette bulunursa, onun mehr-i misil kadar borçlu olur. Ya
da sahibi mükâtebeye veya mükâte-benin çocuğuna karşı suç işlese veya malın
benzerini veya kıymetini telef etse, borçlu olur. Çünkü mükâtebe, kitabet akdi
ile sahibinin elinden çıkıp yabancı gibi olmuştur. İmdi kendisine, çocuğuna ve
malına hak sahibidir.
Şayet kölesini, kıymeti
üzere mükâteb etse, meselâ «Eğer bana kıymetini ödersen hürsün.» veya «Ben seni
kıymetine karşılık mükâteb ettim.», veya «Ben seni şu köleye karşılık mükâteb
ettim.» demekle başkasının bir malına karşılık mükâteb etse, halbuki o köle de
başkasının kölesi olsa — bu zahir rivayettir. İmâm A'zam' {Rh.A.) dan rivayet
edildi ki, «Bir eşyaya karşılık kitabet sahih olur. Hattâ mükâteb o mala mâlik
olup ve testim ederse âzâd edilmiş olur. Eğer âciz olursa köleliğe geri
çevrilir.» demiştir. — O mal ta'yîn ile belli olmalıdır. Bu söz başkasının
dirhemlerinden ve dinarlarından sakınmadır. Çünkü onlar üzerine kitabet
teayyünleri olmadığı için caizdir.
Ya da yüz dirheme veya
yüz dinara karşılık mükâteb edip, o raü-kâtebe bir hizmetçi vermeyi şart ki isa,
kitabet akdi fâsid olur. Gerek o
hizmetçi erkek köle
veya câriye olsun müsavidir. Hattâ belli bir köle veya belli bir câriye şart
kılsa, kitabet akdi sahîh olur.
Müslüman olan sahibi,
kölesini şarap veya domuza karşılık mükâteb etse, anılan suretlerde kitabet
akdi fâsid olur.
Birinci surette kitabet
akdinin fâsid olması, kölenin kıymeti, miktar, cins ve nitelik bakımından
meçhul olduğu İçindir. Şu halde kitabet akdini aşın bilmemezük kaplamıştır.
İkinci surette fâsid
olması ise, başkasının mülkünü teslimden âciz olduğu içindir. .
Üçüncü surette fâsid
olmasına gelince; bu akd, satış ve kitabeti kapsayan bir akd olduğu içindir.
Çünkü yüz dirhemden sahibinin red eylediği hizmetçi arasında olan şey satıştır.
Yüz dirhemden rnükâtebin rakabesi arasında olan şey de kitabettir. Şu halde akit
içinde akit olmuştur. Bu yasaklandığı için caiz olmaz. Nitekim Zeylaî (Rh.A.)
demiştir ki: Bunun üzerine suâl vârid olur ki, sahibinin bu sözü akdin sahîh
olmamasını gerektirir. Şayet sahibi köleye, belli bir köle veya belli bir câriye
vermeyi şart kılsa —halbuki Fukahâ aksini açıkladılar— doğrusu Kâfl'de olandır
ki kitabet bedelinin bu suretlerde miktarı bilinmemektedir. Şu halde sahîh
olmaz. Nitekim sahibi köleyi hizmetçinin kıymetine karşılık mükâteb ettiği gibi.
Bunun sebebi şudur: Çünkü kölenin dinarlardan istisnası mümkün olmaz. Ancak
kölenin kıymeti istisna edilebilir.1 Kıymet ise miktarca bilinmediği için
kitabet bedeli olmaz. Keza bedelin bedelinden de istisna edilmesi sahîh olmaz.
Dördüncü surette
kitabet akdinin fâsid olmasına gelince; şarap İle domuz, Müslüman haidsinda mal olmadığı içindir. Şu
halde değiş - tokuş (muâvaza) hakkında bedel için uygun olmaz. Domuz İle
şarabın ödenmesinde âzâd edilmiş olur. Çünkü şarap ile domuz aslında maldır.
Onda akd ma'nâsınm itibârı mümkün olur. O itibârın gereği şart kılınmış olan
bedeli edâ anında akddir.
Belirtilen bedelin
ödenmesiyle âzâd edildikden sonra, âzâdli köle kendi kıymeti hakkında çalışır.
İmânı Züfer (Rh.A.): «O köle ancak kendi kıymetini ödemekle âzâd edilmiş olur.
Çünkü bedel olan kıymettir.» demiştir. Kifâye'de ve Hidâye nüshalarında o köle
ancak şarabın kıymetini Ödemekle âzâd edilmiş olur, denmiştir. Bu söz cidden
imiş-kildir. Umumiyetle Fıkıh Kitaplarının rivayetlerine aykırıdır. Çünkü o
kitaplarda, köle ancak kendisinin kıymetini ödemekle âzâd edilir, denmiştir. O
kıymetten eksiltilmez, arttırılır. Bu mes'elenin kendinden öncesine bir çeşit
bağlantısı vardır ki, o kendinden Önceki şeye mahsûs değildir. Yâni fâsid
kitabette kıymet müsemmânın cinsinden olsa, eğer kıymet müsemmâdan eksik ise,
ondan eksiltilmez ve eğer kıymet fazla ise, müsemraâ arttırılır, çünkü köleye
vâcib olan, kitabet akdi fâsid olduğu için rakabesinin reddidir. Halbuki
rakabenin reddi âzâd ile im-kânsızlaşmiştır. Şu halde kıymetinin reddi kaça
çıkarsa çıksın vâcib-dir. Çünkü sahibi eksiğe razı olmaz, köle ise âzâdda hakkı
bâtıl olmasın diye fazlaya razı olur. Şu halde kıymetinin geri verilmesi vâcib
olur. Eğer kitabet akdi, ölü ve benzerine karşılık olursa bâtıl olur. Çünkü ölü
mal değildir. Böyle olunca mükâteb üzerine bir şey lâzım gelmez.
Kitabet aksi sâdece
cinsi zikredilen, yâni nev'i ve sıfatı zikredilmeyen hayvana karşılık sahih d
ir. O hayvanın orta hallisi vâhûd kıymeti ödenir. Çünkü orta halli ve onun
kıymetinden her biri bir bakımdan asıldır. Orta hallinin asıl olduğu zahirdir.
Kıymetin asıl olmasına gelince;" çünkü orta halli kıymetle bilinir.. Şu halde
kıymet de asilâır. İmdi kıymetin verilmesi edâ ma'nâsında kazadır. Nitekim
usûlde anlatılmıştır.
Kitabet kâfirden
sahilidir. Kendisi gibi bir kâfir kölesini şu kadar şaraba mükâteb etse, bedelin
ma'lûm olması için takdire itibâr edilir. Bu akdin sahîh olmasının sebebi şudur:
Çünkü şarab kâfirlere göre maldır. Bize göre sirke menzîlesindedir, Köle ile
sahibinden her hangisi Müslüman olursa şarabın kıymeti köleye lâzım gelir. Çünkü
Müslüman "şarabı temellükten ve başkasına temlîkden menedilmiştir. Sahibinin
şarabı teslîm alması ile köle âzâd edilmiş olur. Çünkü âzâd şarabın-teslim
alınmasına bağlanmıştır. Lâkin bunun biriyle kölenin üzerine kendisinin kıymeti
vâcib olur. Nitekim daha önce geçti.
Sahibi veya ondan başka
bir kimseye bir ay hizmet etmek üzere
kitabet etse veya bir kuyu kazmak veya bir ev yapmak üzere kitabet akdi yapsa,
şayet nizâyı ortadan kaldıran şeyle yapılan işin miktarı ve ücreti açıklanırsa,
bu zikredilenler sahih olur. Çünkü rükn ve şart hâsıl olmuştur.
Sahibinin alacaklısına ödemek
şartiyle bin akçaya ve bin akça ile bir hizmetçi verip ödemek üzere ve bin akça
ile kölenin bir yıl hizmeti üzere ve ebedî hizmeti üzere kitabet akdi caiz
olmaz. Çünkü akdin gereğine aykırıdır. Zira kitabetten raaksûd, gerekse bazı
zamanlarda olsun, köle kitabet akdinden sonra mutlaka mâlik olsun diye, memlûk
ün yed'en mâlik olmasıdır. Nitekim bir yıl hizmete karşılık kitabet yapmakta
olduğu gibi. Bu ise ona zıttır. Kitabet şartla fâsid olmaz. Ancak, eğer şart
akdin sulbünde olursa fâsid.olur. Hidâye'de denmiştir ki: Kitabet satışa
benzer. Yâni sonu bakımından benzer. Çünkü kitabet sonu bakımından malla malı
değiş - tokuştur ve başlangıcı bakımından nikâha benzer. Çünkü nikâh malı
maldan başka olan fere ile değiş-tokuştur, îmdi biz kitabeti, akdin sulbünde
hâsıl olan şartta satışa ilhak ettik. Nitekim sahibi, köleye belirsiz bir hizmet
şart kıldığı vakitte olduğu gibi. Çünkü akd bedeldedir. Akdin sulbünde hâsıl
olmayan şartta nikâha ilhak eyledik. Asi olan da budur.
Mükâtebin satması ve
satın alması, gerekse muhâbâtla, yâni müsamaha İle olsun, sahîhdir. Çünkü
muhâbât tüccarın yaptıkları iştir. Zira tüccar ba'zan, başka bir akitte fayda
elde etmek için bir akitte müsamaha eder.
Her ne kadar sahibi
yolculuğa çıkmayı terk etmesini şart koşsa da, mükâtebin yolculuğu sahih olur.
Çünkü, bu şart akdin gereğine muhaliftir. Akdin gereği yed'en mâlik olmaktır.
Böyle bir şartla kitabet bozulmaz. Çünkü bu şart akdin. esâsında değildir.
Mükâtebin cariyesini başkası ile evlendirmesi de sahilidir. Çünkü evlendirmek
mal ifâde eder, o da mehrdir. Mükâtebin kölesini evlendirmesi sahih olmaz. Çünkü
köleyi evlendirmek köleyi eksik ve ayıplı kılmaktır, zimmetini de mehr ve
nafaka ile meşgul etmektir.
Mükâtebin kölesini
mükâteb kılması sahîhdir. Çünkü bu akd mal için kazanma akdidir, Mükâteb bu akde
mâlik olur. Cariyesini evlendirmek sahîh olduğu gibi. Eğer ikinci mükâteb
birinci mükâtebin âzâd edilmesinden sonra Öderse, ikinci mükâtebin velâsı
birinci mükâtebin olur. Çünkü âkid velânın sübûtu ehlindendir. O da asıldır. Şu
halde ona sabit olur. Eğer birinci mükâtebin âzâd edilmesinden sonra ödemeyip
belki âzâd edilmesinden önce öderse, birinci mükâtebin sahibi içindir. Çünkü
birinci mükâtebin sahibi için bunda bir nevi mülk vardır. Âzâ-dın ona izafesi
kısmen sahîh olur. Ehliyeti olmadığı için, mübaşire izafesi imkânsız olunca,
sahibine izafe edilir. Nitekim izinli köle bir şey satan aldıkda hüküm budur.
Eğer iki mükâteb bedellerini hep beraber ödeseler, bunların velâlan sâhiblerine
âid olur. Bu da aslı tercih içindir. Eğer birinci mükâteb bedeli Ödemekten âciz
olup köleliğe geri çevrilse ve İkinci mükâteb bedelini birinci mükâtebe
ödemese, ikincisi mükâteb olarak kalır. Eğer bedeli sahibine öderse, âzâd
edilmiş olur. Eğer bedeli Ödemekten âciz olursa birincisi gibi köleliğe geri
çevrilir.
Mükâtebin sahibinden
izinsiz evlenmesi sahih olmaz. Câriye satın alıp ve o câriye ile cima bakımından
faydalanması da sahibinin izni ile bile olsa sahih olmaz. İzinli köle ile
müdebber dahî böyledir. Çünkü bunların evlenmeleri ve odalık edinmeleri sahîh
olmaz. Zira odalık edinmenin dayanağı rakabenin mülkü üzeredir. Mut'a mülkü
için değildir. sKöle (rakîk), her ne kadar mükâteb olsun veya me'zûn olsun, ya
da müdebber olsun mülk ahkâmından bir şeye mâlik olmaz. Çünkü her Dirinin
rakabesi memlûktur. Şu halde sahibinin izni fayda vermez.
Mükâtebin hibesi de
sahih olmaz. Gerekse bedelle olsun. Tasaddu-ku da sahîh olmaz. Ancak az bir şey
ile olursa caizdir.
Yine mükâtebin
başkasına kefil olması, borç vermesi ve kölesini âzâd etmesi de sahîh olmaz.
Gerekse mal karşılığında olsun.
Kölenin kendisini
köleye satması sahîh olmaz. Zira bu zikredilen şeyler teberrudur. Mükâteb
bunlara mâlik olmaz. Küçük çocuğun babası ve vasisi onun kölesinde mükâteb
gibidir. Yâni mükâtebin kölesinde mâlik olduğu her tasarrufa baba ile vasî de
mâîikdirler. Onun mâlik olmadığında bunlar da değildir. Çünkü baba ile vasî bu
hususta küçüğün malında fayda hâsıl olacak tasarrufa mâîikdirler. Mükâtebin mal
kazanmaya mâlik olduğu gibi. Baba ile vasinin hükmü de mükâteb gibidir. Bunlar
da küçük çocuğun kölesinin kitabetine mâlik olurlar. Mala karşılık azadına mâlik
olmazlar. Kölesini kendisine satmaya da mâlik olmazlar. Baba İle vasî küçük
çocuğun cariyesini başkasiyîe evlendirmeye mâlik olurlar. Mala karşılık azadına
mâlik olmazlar. Mu-dârib ve ortak zikredilenlerden şeye mâlik olmazlar. Ortak
gerek mü-fâveza ortaklığı olsun ve gerekse inan ortaklığı olsun. Çünkü mudârib'
ve ortak ancak ticârete mâlik olurlar. Evlendirmek ve kitabet ikisi de bunlardan
değildir.
Mükâtebin üzerine satın
aldığı kimse — ki mükâteble o kimse arasında doğum bağı varsa — satın almakla
mükâteb kılınır. Çünkü mükâteb mükâtebeye ehildir. Velev ki âzâda ehil olmasın.
Binâenaleyh aralarında doğum alâkası bulunanlardan imkân ölçüsünde sıla-yı
rahmi gerçekleştirmek için onunla birlikte mükâteb kılınır. Bunların sıraya
girme bakımından en kuvvetlisi kitabeti sırasında doğan çocuktur. Sonra satın
alman çocuk, sonra babalar gelir. Bunun için ahkâmda birbirlerinden farkları
vardır. Çünkü mükâtebin kitabeti hâlinde doğan çocuğun hükmü, babasının hükmü
gibidir. Hattâ babası ölüp yeter şey bırakmasa, babasının taksitlerine karşılık
çalışır. Satın alınan çocuk kitabet bedelini hâlen tamâmiyle ödesr. Eğer âciz
olursa köleliğe geri çevrilir. Mükâtebin satın aldığı anası ve babası mükâteb
öldüğü zaman köleliğe geri çevrilir. Nitekim ölmüş olsa hüküm buydu. Hâlen ve
gelecekte kitabet bedelini ödemezler. Böyle olmasının sebebi şudur: Çünkü
mükâtebin kitabeti hâlinde doğan çocuğun babasına uyması mülkle ve ikisi
arasında cüziyetle akd vaktinde hakîkaten sabittir. Satın alınan çocuğun
tâbiliği ise mülkle ve hükmen aralarındaki cüziyyetle akid hakkında sabittir.
Kendi hakkında hakikat değildir. Çünkü, ayrıldıkdan sonra aralarında hakîkaten
cüziyyet yoktur. Babası ile ana çocuğa mülk itibariyle tâbi olurlar. Cüziyyet
itibariyle tâbi olmazlar. Çünkü baba ile ana çocuğun cüzü değillerdir. Bu
bakımdan ahkâm onlar için muhteliftir.
Mükâteb, doğum yönünden
olan yakınını satın almakla onun kitabetinde dâhil olmaz. Gerekse kardeşi ve
amcası gibi mahrem olsun. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn (Rh.
Aleyhimâ), «Mahrem dahî mükâtebin üzerine satın almakla mükâteb kılınır.»
demişlerdir.
Çünkü sılanın, yâni
şefkatin vâcib olması mahrem olan akrabalığa şâmildir. Bundan dolayı hürrün
üzerine mahrem olan zî rahmin hepsi âzâd' edilmiş olur ve nafakaları vâcib olur.
Onlara hibe ettiği şeyden dönemez. Onlardan bir şey çalsa eli kesilmez. Diğer
ahkâm da böyledir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şudur: Mükâteb için kazamnak hakkı vardır. Hakîkî mülk yoktur. Çünkü
zıddı olan kölelik vardır. Bundan dolayı, şayet mükâteb karısını satın alsa,
nikâhı bozulmuş olmaz. Mü-kâtebe bir kimse zekât verse, hazîne bile bulsa caiz
olur. Ancak doğum mes'elesinde mükâtebin kazancı sıla-i rahm için yeter.
Görülmez mi kî kapanmaya kadir olan kimse ana - babasının ve çocuğunun nafakası
ile muhat ab olur. Bu ikisinden başkasında yetmez. Hattâ kardeş kardeşin
nafakası ile muhâtab olmaz. Ancak eğer zengin olursa olur. Kitabete dâhil olmak
sıla yoluyladır. Şu halde vücûb sıla yerine mahsûstur. Hattâ mükâteb için,
satın aldığı mahrem olan z! rahmini satmak caizdir. Çünkü mükâteb onlara mâlik
olmadı ki, onların satılması imkânsız olsun. Zira mükâtebin kendisi memlûktur.
Lâkin, şayet mükâteb kitabet bedelim ödese, âzâd edilmiş olurlar. Çünkü
mükâtebin kazancı kitabet bedelini ödeyip kazanç kendisi için tekarrur etmekle
bedeli Ödemekten âciz oîup kazanç sahibine tekarrur arasında mevkuftur. Burada
kazanç mükâteb için belirlenmiş olup satın aldığı mahrem zî rahmleri onun
üzerine, âzâd 'edilmiş olurlar. Onlara çalışmak da gerekmez. Zira mükâteb
başlangıçta yakınını satın almış gibi olur.
Mükâteb ümmü veledini
satın alsa, eğer ananın çocuğu kendisi ile beraber ise, o ümmü veledin satılması
caiz olmaz. Zira çocuk anasının kitabetinde dâhil olunca, satılması imkânsız
olur. Çünkü anasına tâbidir. Anasının satılması da, çocuğuna tebâiyetle
imkânsızdır. Zira Resû-lullalı (S.A.V.) :
«Onu çocuğu âzâd etti.»
buyurmuştur.
Eğer çocuğu kendisi ile
beraber değil ise, o ananın satılması İmâm . A'zam' (Rh.A.) a göre caizdir.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre caiz değildir. Çünkü ünımü veledidir. Şu halde
satılması caiz olmaz, İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur; Kıyâs, her ne kadar
çocuğu ile beraber olsa da iimmü veledin satılmasının caiz olmasıdır. Zira
mükâtebin kazancı mevkûfdur. Feshe muhtemel olmayan ona taallûk etmez. Ama
çocuğu kendisi ile beraber olsa, bu takdirde, hadîs-i şerifden dolayı çocuğa
tebâiyetle satışı imkânsız olur. Şayet çocuksuz sabit olsa, ib-tidâen sabit
olurdu. Kıyâs onu nefyetmiştir.
Mükâteb, cariyesini
kölesi ile evlendirip ikisini de mükâteb ettik-de câriye bir çocuk doğursa, o
çocuk anasının kitabetinde dâhil olur.
Kazancı anasının olur.
Zira anasına tebâiyeti daha tercihe şayandır. Bundan dolayı hürriyette ve
kölelikte anasına tâbi^olur. Nitekim daha önce geçti.
Bir mükâteb veya izinli
köle sahibinin izni ile hür kadınla evlen-se, ama gerçekde kadın hür olmayıp
belki, «Ben hürüm.» demesiyle hür olduğunu sanıp nikâh etse ve o kadın bir çocuk
doğursa, sonra ona bir kimse müstehak çıksa, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh.
Aleyhimâ) a göre, o çocuk köle olur. İmânı Muhammed (Rh.A.) ise; kıynıe-tiyle
hürdür, demiştir. Zira mükâteb bu hakkın sabit olması sebebinde hürre ortak
olmuştur. Bu ise aldatmadır. Çünkü mükâteb o kadının nikâhına ancak çocukların
hürriyetini elde etmek için rağbet etmiştir.
İmâm A'zam ile İmâm Ebû
Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur:
O çocuk iki kölenin
arasında doğmuştur. Şu halde köle olur. Defalarca geçti ki, çocuk, kölelikde ve
hürriyette anaya tâbi olur. Lâkin bu asıl Sahabenin icmâı ile aldatılanda terk
edildi. Bu ise aldatılan ma'nâsın-da değildir ki ona katılsın. Çünkü orada
sahibinin hakkı peşin kıymet- , le tamamlanmıştır. Burada ise âzâddan sonraya
sonra gelen kıymet iledir. İmdi asıl üzere bakî kalmış ve katılmamıştır.
Mükâteb fâsid satış ile
satın aldığı cariyeyi cima etse ve sahibine geri çevrilse veya sahîb satışla
satın alıp bir kimse ona müstehak çık,-sa, mükâteb onun ukrunu hâlen, yâni
kitabeti hâlinde öder. Nitekim ticârette
izinli köle de böyledir. O da böyle yaparsa ukrunu hâlen Öder. Mükâteb
sahibinden izinsiz bir kadın nikâh etse ve bir kimse ona müs-tehak çıksa, ukrunu
mükâteb azadından sonra Öder. Fark şudur: Birinci nıes'elede borç sahibi
hakkında zahirdir. Çünkü ticâret ve tabileri kitabet altında dâhildir. Bu ukr
ise ticâret tâbilerindendir. Çünkü satın alma olmasa, had düşmez. Had
düşmedikçe de ukr vâcib olmaz. İkinci mes'elede sahibi hakkında zahir değildir.
Çünkü nikâh kazan-nîakdan değildir. Binâenaleyh, kitabete dâhil olmaz.
Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.)
demiştir ki: Bîr kimse söyle diyebilir; Ukr cinsî münâsebete izin değildir.
Cinsî münâsebet hiçbir surette ticâret değildir. Şu halde sahibi hakkında sabit
olmaz. Cevâbında ben derim ki: Biz kabul ediyoruz ki, ukr cinsî münâsebetle
sabit olur. İbtidâen satın almakla olmaz. Lâkin cinsî münâsebet satın almaya
dayanır. Zira satın alma olmasa, cinsî münâsebet şüphesiz haram olurdu ve
bununla ukr sabit olmayıp had vâcib olurdu. îmdi satın almaya izin cinsî
münâsebete izin olur. Cinsî münâsebetin kendisi her ne kadar ticâretten değil
ise de, lâkin satın alma ticârettendir. Şu halde ukr sahibi hakkında sabit
olur.
Sahibinin, mükâtebi
müdebfaer etmesi caiz olur. Eğer müdebber kılınan mükâteb bedelini ödemekten
âciz olsa, müdebber olduğu halde kalır. Eğer müdebber mükâteb, kitabet bedelini
ödemeye âciz olmazsa kıymetinin üçteikisinde çalışır veya sahibinin fakir olarak
Ölmesiyle kİ-tâbet bedelinin üçteikisinde çalışır. Yâni mükâteb tedbîrden sonra
muhayyerdir. Ya kendisi âciz kalır ve müdebber olur. Ya da kitabet üzere yürür.
Eğer kitabet üzere devam eder de sahibi ölür, mükâtebden başka malı da
kalmazsa, mükâteb muhayyerdir. Ya kıymetinin üçteikisinde çalışır, ya da
kitabet bedelinin üçteikisinde çalışır. Fakir olarak denmesine sebeb; zira
sâhib, müdebber malının üçtebirinden çıkacak şekilde zengin olarak ölürse, o
mükâteb tedbîr ile âzâd edilmiş olur ve ondan kitabet bedeli düşer.
Sâhib, mükâtebe olan
cariyesi ile cinsî münâsebette bulunup çocuk İstese, o da çocuk doğursa ve
sahibi: «O çocuk bendendir,» diye iddia etse, onun ümmü veledi olur, O mükâtebe
kitabet üzere devam eder. Ya da kitabetten âciz olup ümmü yeled olur. Yâni o
mükâtebe, kitabet üzere kalıp kitabet bedelini ödeyip ve sahibinin ölümünden
önce âzâd edilmiş olup ve ondan ukrunu almakla kendisini kitabetten âciz kılıp
ve onun Ölümünden sonra âzâd olmak arasında muhayyer olur.
Sahibinin kendi ümmü
veledini mükâteb yapması caizdir. Sahibinin Ölümüyle meccâncn âzâd edilmiş
olur. Zira âzâdı sahibinin ölümüne bağlanmıştır ve ondan kitabet bedeli düşer.
Çünkü kitabet bedelinin vâcib olmasından maksat, bedeli ödediği vakitte âzâddır.
Ölümünden önce âzâd edilmiş olunca, maksadı onun üzerine kurmak mümkün olmaz.
Sahibinin müdebberini
mükâteb etmesi caiz olur. O mükâteb sahibi fakır olduğu halde ölürse ya
kıymetinin üçteîkisinde ya da bedelin hepsinde çalışır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, hangisi azsa onda çalışır. İmâm
Muhâmmed' (Rh. A.) e göre kıymetin üçteikisinden daha azında veya bedelin
üçteikisinden daha azında çalışır. Muhayyerlik ve muhayyersizllk bölünme ile
bölünmemenin fer'idir. Nitekim daha önce geçti.
Sahibin, mükâtebi ile
meselâ bir yıla kadar va'deli ikibin dirhemden, bin dirhemi şimdiki hâlde olmak
üzere anlaşması caiz olur. Kıyâs caiz olmamak idi. Zira bu anlaşma, va'deden
hâle karşılık ve bedel almaktır. İstihsâmn vechi şudur: Mükâteb hakkında va'de,
bir bakımdan maldır. Zira mükâteb bedeli ödemeye ancak onunla imkân bulur.
Kitabet bedeli bir bakımdan mal değildir. Hattâ ona kefalet sahih olmaz. Böyle
olunca denkleşirler.
Hastalığı hâlinde
kölesini mükâteb kılan hasta, ölse ve köleden başka malı da olmasa, kölenin
kıymetinin iki katı üzere, meselâ; kölenin kıymeti bin dirhem iken ikibin
dirheme va'de (ecel) ile mükâteb kusa ve o ölen hastanın vârisleri bu tasarrufu
red etse, mükâteb kitabet bedelinin üçteikisini hâlen öder, kalanını veresiye
bırakır, ya da köleliği kabul eder. Yâni köle bedelin üçteikisini hâlen ödemek
ve kalanını veresiye bırakmak ile köleliği kabul etmek arasında muhayyerdir.
Bu İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göredir. İmâm Muham'med' (Rh.A.) e
göre, bin dirhemin üçteikisini hâlen öder. Geri kala in m müddet tamamına kadar
öder. Çünkü hasta için kıymetin üç-teikisinde erteleme hakkı yoktur.'Zira onun
onda hakkı yoktur. Kıymetin üçteikisinden fazlasında terk sahîh olur. Şu halde
erteleme sa-hîh olur.
İmâm A'zam ile Ebû
Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Müsemrnânm hepsi rakabenin bedelidir ve
vârislerin hakkı bedele teallûk etmiştir. Binâenaleyh üçteikide erteleme caiz
olmaz. Şayet hasta, kölesini kıymetinin yansına mükâteb etse, meselâ kölenin
kıymeti ikibin dirhem iken bin dirheme mükâteb yapsa, köle iki durum arasında
muhayyerdir. Ya kıymetin üçteikisini hâlen öder ve geri kalanı kıymetten düşer
ya da köleliği kabul eder. Çünkü müsamaha miktarda ve ertelemede olmuştur.
Binâenaleyh üçtebir ile tenfîz olunur, üçteiki ile olmaz.
Hür bir kimse, bin
dirheme bir köleyi mükâteb yapsa ve ödese, köle âzâd edilmiş olur. O hür olan
kimse ödedikden sonra köleye riîcû edemez. Eğer köle, o kitabeti kabul ederse
mükâteb olur. Bunun sureti şudur: Kölenin sahibine hür bir kimse; köleni benim
için bin dirheme mükâteb eyle. Şu şart üzere ki, «Eğer ben sana bin dirhemi
ödersem o hürdür.» dese. Sahibi de bu şartla mükâtebe yapsa, şartın hükmünce
ödediği için, köle âzâd edilmiş olur. Eğer bu kitabeti köle kabul ederse,
mükâteb olur. Zira kitabet kölenin iznine bağlıdır. Kölenin kabulü icazettir.
«Eğer ben sana bin dirhemi ödersem o köle hürdür.» deyip, ademese, kıyâsen âzâd
edilmiş olmaz. Çünkü şart yoktur. Kitabet akdi de otıevkûftur. Hükmü yoktur. Ama
istihsânen âzâd edilmiş olur. Zira orada olmayan köle için azadını, söyleyenin
ödemesine bağlamakta zarar yoktur. Şu halde bu hükmün hakkında kitabet akdi
sa'hîh olur. Bin dirhemin köleye lâzım olmasına bağlı kalır. Eğer kitabet
bedelini hür öderse, köleye rücû edemez. Zira teberru etmiş sayılır. Biri hâzır,
biri gâib iki köle mükâteb yapılsa da hâzır olan akdi kabul etse, bedeli hangisi
öderse sahibi bunu cebren kabul eder ve her ikisi âzâd olurlar. Sureti şudur:
Bir adamın iki kölesi olup ikisinden biri ona, «Beni nefsimden ve fülândan bin
akçaya mükâteb yap.» dese, o da yapsa, ve hâzır olan kabul etse, kıyâsa göre,
orada hazır olanın hissesinde kitabet sahih olmaz. Gaibin hissesinde de onun
kabulüne bağlı kalır. İstihsânın veehi şudur: Hâzır olan köle kitabet akdini
ilkin kendi nefsine izafet etmekle kendi nefsini asîl ve gaibi tâbi kılmıştır.
Nitekim bir câriye mükâtebe kılınırca, tebaan çocukları da ona dâhil olur. Hattâ
cariyenin bedeli ödemesiyle çocukları âzâd edilmiş olup bedelden bir- şey lâzım
gelmez.
Kitabet hâzırdan sahih
olunca, sahibi bütün bedeli ondan alabilir. Çünkü o asildir. İmdi bedeli her
hangisi öderse sahibi onu kabule mecbur edilir. Hâzırdan kabulü, bedel onun
üzerine olduğu içindir. Gâib-den kabulü ise, her ne kadar bedel onun üzerine
olmasa da o gaibin hürriyet şerefine nâü olmasından dolayıdır, Rehni emânet eden
gibi ki, şayet borcu ödese, rehn alan kimse kabule zorlanır. Çünkü borcunu
kurtarmaya ihtiyâcı vardır. Velev ki hakîkaten borçlu olmasın. Kölelerden
hangisi öderse diğerinden alamaz. Zira arkadaşı hakkında bağışlayıcıdır. Gâib
olan kölenin kabulü geçersizdir. Bir şeyle muaheze edilmez. Çünkü akid hâzır
olan üzerine geçerlidir. Eğer sahibi gâib köleyi âzâd ederse, gaibin payı
hâzırın ödediği bedelden düşer. Çünkü gâib maksûd olarak akidde dâhildir.
Binâenaleyh bedel ikisine taksim edilir. Velev ki istenilmesin. Kitabette doğan
çocuk bunun aksinedir. Şöyle ki, çocuğun âzâdiyle cariyenin bedelinden bir şey
düşmez. Çünkü o maksûd olarak akdde dâhil değildir ve akd gününde mevcûd da
değildir. Kitabette dâhil olması tebaandır.
Cariyenin satın alınan çocuğu da böyledir.
Eğer mükâteb olan,
sahibi hâzır/ olan köleyi âzâd etse veya hâzır olan ölse, hâzır olanın payı
düşer ve gâib kendi payını hâlen öder. Eğer ödemezse köleliğe geri çevrilir.
Nitekim sebebi daha önce geçti ki, o gâib köle maksûd olarak akdde dâhildir.
Kitabette doğan çocuk bunun aksinedir. Onun babası ölürse,, babasının taksitleri
üzere kalır.
Bir câriye ve onun iki
çocuğu mükâteb kılınsa ve o câriye bunu kabul etse, her hangisi kitabet bedelini
öderse başkasından alamaz. Ve
hepsi âzâd edilmiş olurlar.
Nitekim bunun sebebi birinci nıes'elede geçti.
Bir köleye ortak olan
iki kişinin biri diğerine payını bin dirheme kitabet etmesi ve kitabet bedelini
alması için izin verse, o da bu şekilde köleyi hissesi için mükâteb edip
kitabet bedelinin bir kısmını alsa, eğer o mükâteb köle âciz olursa, o aldığı
kısım onun olur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «KÖIe iki ortak arasında mükâtebdir.
Ödediği de ikisi arasında ortaklaşadır.» demişlerdir. Zira tmâmeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, kitabet bölünme kabul etmez. Ortağının payını kitabet etmeye
izin, tümün kitabetine izindir. Alan bir kısmında asildir ve bir kısmında
vekildir. Alman şey ikisi arasında ortakîaşadır. Aczdan sonra da böyle kalır.
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kitabet bölünme kabul eder. İzin ortağın payına
münhasır kalır. İznin faydası şudur: Ortak, diğer ortağa izin vermese onun için
feshetme hakkı vardır. İzinle- fesh hakkı baki kalmaz. Ortağına, almaya izin
vermesi, kölenin bedeli ona ödemesine izindir. Alan üzerindeki hissesini
teberru etmiş olur. Şu halde alınan onun olur. Eğer bedelin hepsini alırsa,
alanın payı âzâd edilmiş olur.
İki adamın bir mükâtebe
cariyesi bir çocuk doğurup ikisinden birisi; çocuğu bendendir, diye iddia etse,
ondan sonra diğer adam cinsî münâsebette bulunup o da ikinci çocuğu iddia etse,
o mükâtebe câriye de kitabetten âciz olsa, birinci adamın ümmü veledi olur.
Zira iki adamdan biri «Çocuk bendendir.» diye iddia edince, mülkü kâim olduğu
için iddiası sahîh olur. Onun payı ona ümmü veled olur. Çünkü mükâtebe câriye
bir mülkden diğer mülke nakil kabul etmez. Şu halde kendi hissesinde ümmü veled
olmaya inhisar eder. Ortak olan mü-debbere cariyede olduğu gibi.
İkinci adam, ikinci
çocuğu bendendir, diye iddia etse, birinci adam gibi onun da, mülkü kâim olduğu
için İddiası sahih olur. Bundan sonra
şayet mükâtebe câriye âciz olsa, onun kitabeti olmamış gibi olur. Bütün
cariyenin birinci adamın ümmii veledi olduğu meydana çıkar. Zira intikâle engel
olan kitabet ortadan kalkar. Birinci adamın cinsî münâsebeti daha öncedir.
Birinci adam diğer adama cariyenin kıymetinin yansını öder. Zira birinci adam
istîlâdı temlik için diğerinin hissesini temellük eder. Ukrunun yarısını da
öder. Çünkü birinci adam ortak olan câriye ile cinsî münâsebette bulunmuştur.
Birinci adamın ortağı cariyenin ukrunu tamâmiyle öder. Zira o gerçekten başkasının ümraü
veledi ile cinsî münâsebette bulunmuştur. Binâenaleyh cariyenin ukru tamamen
lâzım gelir. Oğlu olan ikinci çocuğun kıymetini de Öder. Çünkü o aldatılmış
menzîlesindedir. Zira cinsî münâsebette bulunduğu zaman mülkü meydandaydı.
Aldatılmışın çocuğunun nesebi ondan sabittir ve kıymetle hürdür. Nitekim ma'lûm
olmuş idi. Ukru o iki ortağın her hangisi verirse sahîh olur. Çünkü kitabet bakî
olduğu müddetçe onu almak hakkı cariyenindir. Zira kitabet onun menfaatlerine
ve bedellerine mahsûsdur. Kitabetten âciz olunca, sahibinin ihtisası zahir
olduğu için ona geri çevrilir. Eğer ikincisi müdebbere eder de cinsî münâsebette
bulunmazsa, câriye âciz oldukda tedbîr bâtıl olur. Zira tedbîr mülke tesadüf
etmemiştir, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, mülke tesadüf etmediği meydandadır.
Çünkü, çocuk doğurtan o cariyeyi aczden önce temellük etmiştir. İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre, mülke tesadüf etmemiştir. Çünkü, onun aczi ile o çocuk doğurtan
ortak hissesini cinsî münâsebette bulunma vaktinden itibaren temellük ettiği
anlaşılmıştır. İmdi başkasının mülküne tesadüf ettiği meydana çıkar. Tedbîr
mülke dayanır. Neseb bunun hılâfınadır. Çünkü e yukarıda geçtiği gibi gurura
dayanır.
O câriye birinci
ortağın ümmü veledidir. Çünkü o ortağının payını temellük etmiştir ve istîlâdı
kâmil kılmıştır. Çocuk da onun olur. Nitekim sebebi daha Önce geçti ki,
musahhih kâim olduğu için onun iddiası sahîhdir. Ortak olan cariyeyi cima
ettiğinden dolayı ortağına cariyenin ukrunun yansını öder. Cariyenin kıymetinin
yansını da öder. Zira cariyenin yansını çocuk doğurtmakla temellük etmiştir. O
da kıymetle temellük edilir.
Eğer iki ortak,
cariyeyi mükâteb kılıp ondan sonra ikisinden biri zengin olduğu halde âzâd etse,
o câriye de kitabetten âciz olsa, âzâd eden ortağına cariyenin kıymetinin
yansını öder ve ödeyen kıymetin yansiyle cariyeye rücû eder. Bu İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göredir. İmâmeyn* (Rhl Aleyhimâ) e göre, rücû edemez. Bu mes'ele daha
Önce geçen şu şeye dayanır: Susan ortak şayet âzâd edene ödese, İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre, köleye rücû eder. tmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, rücû edemez.
İki adamın bir kölesi
olup ikisinden biri müdebber edip ve diğeri zengin olduğu halde âzâd etse veya
aksini yapsalar, yâni ikisinden biri zengin olduğu halde âzâd edip, diğeri
müdebber etse, o köleyi müdebber eden âzâd eder ve iki surette köle çalışır.
Yâhûd yalnız birincide ortağına ödettirir. Bu da ikisinden biri evvelâ müdebber
ettiği sûretdir. Çünkü, ikisinden biri önce müdebber ettikde ortağı için onu
ödetmek veya payını âzâd etmek hakkı vardır. Veya kölenin çalışması gerekir. Bu
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Âzâd ettiği zaman, onun için ödetme velayeti ve
çalıştırma hakkı kalmaz. Müdebbirin payı âzâd etme sebebiyle fâsid olur. İmdi
müdebbir için de köleyi âzâd etmek hakkı vardır. Veya köleyi çalıştırır. Yâhûd
müdebbir olarak kıymetini ödettirir. Bundan murâd: Köle oiarak kıymetinin
yarısı, ya da üçteikisi-dir. Nitekim daha önce geçti.
Ödemekle köleye mâlik olmaz.
Zira müdebber bir mülkden bir mülke geçmez. İkinci surette —ki aksidir— şayet
birinci ortak âzâd etse, diğeri için, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, üç
muhayyerlik vardır. İmdi eğer köleyi müdebber ederse, onun için ödetme velayeti
kalmaz. Belki âzâd etmek veya çalıştırmak kalır. Çalıştırmak ve âzâd etmek
velayeti iki surette de sabittir. Ödetmek birinci surete mahsûsdur. İmâ-meyıı'
(Rh. Aleyhimâ) e göre, ikisinden biri müdebber ettikde diğerinin âzâdı bâtıldır.
Zİrâ tedbîr, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göçe, bölünme kabul etmez. Tedbîrle
sahibinin hissesine mâlik olur ve köle olarak kıymetinin yarısını öder. Gerek
zengin ve gerek fakır olsun. Çünkü bu, temellük ödemesidir. Zenginlik ve
fakirlik ile değişmez. Eğer ikisinden biri Önce âzâd ederse, diğerinin müdebber
etmesi bâtıldır. Zira İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, âzâd bölünme kabul etmez.
Eğer zengin ise köle olarak kıymetinin yarısını öder. Fakır ise köle çalışır.
Çünkü bu ödeme âzâd ödemesidir. Zenginlik ve fakirlik ile değişir.
Bir mükâteb
taksitlerinin bedelini ödemekten âciz olsa, eğer mü-kâtebin yakında eline
geçecek malı var ise kâdî üç gün kadar, onun aczi ile hükmetmez.
N e c m, doğan yıldıza
derler. Ondan sonra necm ile vakit adlandırılmıştır. Çünkü vakit necm (yıldız)
ile bilinir. Ondan sonra ikisi arasında ilgi bulunduğu için vakit ile o vakitte
ödenen şeye (yâni takside) necm denildi.
Üç güne kadar aczine
hükm edilmemesine sebeb iki tarafın faydasınadır. Çünkü üç gün, özürlerin
meydana çıkarılması İçin konulan bir müddettir. Hasmın defi ve hüküm için
borçluya mühlet verilmesi gibi.
O mükâtebin yakında
eline geçecek malı yoksa, kâdî onun aczine hükmeder. Bu İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' -(Rh. Aleyhimâ) e göredir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, iki vakit (yani
taksit) geçmedikçe, kâdî onun aczine hükmedemez.
Kâdî o kitabeti
mükâtebin aczinden sonra sahibinin isteği ile fesh eder. Ya da mükâtebin sahihi
mükâtebin rızâsı ile fesh eder. Eğer köle feshe razı olmazsa kâdinin hükmüyle
fesh lâzımdır. Zira kitabet akdi lâzım olan tam bir akddir. Bozulduğuna
hükmedilmesi gerekir. Veya rızâ ile bozulur. Nitekim hibeden geri dönmekde
olduğu gibi. Bazı rivayetlerde sahibi tek başına bozar, mükâtebin rızâsı şart
değildir, denmiştir. Nitekim, eğer alıcı malı teslim almadan önce kusur bulsa,
alıcı tek başına satışı bozabilir. Kâfi'de de böyle zikredilmiştir.
Şunu bil ki, fâsid
kitabetin hükmü, sahibinin fesh hakkı ve köie-nin rızâsı yok iken köleliğe geri
çevirme hakkı olmasıdır. Kölenin caiz ve fâsid olan kitabette sahibinin rızâsı
yok iken akdi bozmaya hakkı vardır. İmâdiyye'de böyle zikredilmiştir.
Kitabet bozulduğu için
o mükâteb köleliğe geri" döner. Kölenin elindeki kazancı, eğer o şey kölenin
kazancı olduğu belli ise sahibine âiddir. Eğer mükâteb, kitabet bedeline yeten
malı var iken ölürse, kitabet bozulmaz. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, mahal ortadan
kalktığı için ki-tâbet bozulur. Biz deriz ki: Âzâd olmak ölümden önceye dayanır.
Bedeli mükâtebin
malından kaza olunur ve hür olduğu halde öldüğüne hüküm verilir. Kalan malı
mîrâs olur. Oğullarının âzâd edildiğine de hükmedilir. Gerek o çocuklar
kitabetinde doğsun ve gerekse kitabetinde satın almış olsun müsavidir. Ya da
mükâteb oğlu ile, gerek küçük ve gerekse büyük, bir tek kitabet île mükâteb
edilmiş olsun müsavidir. Çünkü onların her biri kitabette onun tâbileridir.
Mükâtebin âzâdiyle âzâd edilmiş olurlar.
Eğer o Ölen mükâteb
yetecek mal bırakmadı ise kitabetinde doğan çocuğu babasının taksitleri için
çalışır. O çocuğun bedeli ödemesiyle babasının ölümünden önce azadına ve çocuğun
azadına hükmedilir.
Zira çocuk kitabette
dâhildir ve kazancı babasının kazancı gibidir. Ödemekde de babasına halef olur.
İmdi yetecek kadar mal bırakmış gibi olur.
,
.
Mükâteb ölüp de
kitabetinde satın almış olduğu çocuğunu bıraksa, o çocuk bedeli hemen öder veya
köleliğe geri çevrilir. Bu îmâ'm A'zanı' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, va'desine kadar öder. Kitabette doğurulmuş olana itibâr
edilir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: Va'de (ecel) akdde şart olar rak sübût bulmuştur. Şu halde akdde
dâhil olan kimse nâmına dâhildir. Satan alman çocuk dâhil değildir. Çünkü akd
ona muzâf olmamıştır. Akdin hükmü ayrılığından dolayı ona sirayet etmemiştir.
Kitabette doğan çocuk bunun aksinedir. Çünkü kitabette doğan çocuk kitabet
vaktinde akde bitişiktir. Şu halde hükm ona sirayet eder. Akd kitabetin
hükmünde dâhil olunca, babasının taksitlerinin bedeli için çalışır.
Mükâteb ölüp hür
kadından bir çocuk ve bedele yetecek kadar alacak bıraksa, çocuk da cinayet
işleyip ve anasının âkılesi (akrabası) üzere cinayetin gereği ile hükm olunsa,
bu, babası için acz sayılmaz. Zira bu hüküm kitabeti mukarrer kılar. Çünkü
kitabet, çocuğu anasının sahihlerine ilhakını gerektirir ve diyetin onlara
icâbını gerektirir. Lâkin şu vecihle ki; âzâd edilmesi muhtemel olur ve velâsı
babasının sâhiblerine aktarılır. Hükmü karar kılan bir şeye hüküm vermek âciz
bırakmak değildir.
Musannifin «yetecek
kadar alacak» demesine sebeb şudur: Çünkü
eğer ayn olsa, hâl-i hazırda ödeme mümkün olduğu için çocuğu anasının
sahihlerine katmakla hüküm hâsıl olmazdı.
Eğer o çocuğun anasının
ve babasının kavmi onun velâsında husûmet ederler de, anasının kavmine velâ ile
hüküm olunursa, bu hü-.küm ta'cîzdir. Zira çocuğun velâsı ananın sâhiblerinedir,
diye hüküm vermenin ma'nâsı; baba köle olduğu halde ölmüş ye kitabet
bozulmuştur, demektir. Binâenaleyh bu hüküm müctehedün fîh olup geçerli sayılır
ve kitabet bozulur.
Mükâtebin sahibine
ödediği sadaka, ona helâl olur. Mükâteb âciz olur. Yâni mükâtebin sahibi, eğer
sadaka için ehil değilse; gerek zekât olsun ve gerekse zekâttan başka sadaka
olsun, meselâ mükâteb sadakaya ehil olduğu için zekât alıp ve onu kitabet
bedeli için sahibine öde-se, ondan sonra mükâteb âciz olsa, sonra sahibinin onu
zengin olduğu halde aldığı anlaşılsa, yine o zekât sahibi için helâl olur. Zira
o malı aldığı zamanda âzâd etmeye karşılık olarak almıştır. Köle ise o malı
sadaka olduğu halde almıştır. Şu kabul edilmiş kaidelerdendir ki, mülkün
değişmesi zâtın değişmesi yerine geçer. Bu esâs, HesûliÜiah' (S.A. V.) m Berîre
adlı kadına:
«O senin için
sadakadır, bizim için hediyyedir.» hadîsinden alınmıştır.
Mükâteb hatâen bir suç
veya bir kaç suç işlese, hâlen bunun karşılığı kazancında mükâtebin üzerinedir.
Sahibine lâzım gelmez. Çünkü mükâteb rakabeten ve zâten sahibinin memlûküdür.
Yed'en ve tasar-rufen hürdür. Şu halde rakabeten memlûk olması itibariyle
suçunun cezası sâhibinedir. Kazanç bakımından hür olması itibariyle suçunun
cezası kendi üzerine olması vâcib olur. Sahibinin üzerine olması vâcib olmaz.
Böylece suçunun cezası kendi kazancına konmuştur, tâ ki suçunun gerektirdiği
ceza ikisinin üzerine olsun. Çünkü mükâtebin kazancında kendisi ile sahibinin
haklan vardır. Ama kitabet sebebiyle onun hakkını verme imkânı bulamamıştı.
Kitabet ikisinin hakkıdır. Şu halde ikisinin malından kıymet vâcib olur.
Mükâteb hatâen suç
işlese, kıymetinden ve diyetinden en az olan lâzım gelir. Zira mükâteb köledir.
Lâkin kitabet sebebiyle köleyi vermek imkânsızdır. Eğer köleyi vermek mümkün
olsa idi, her ne kadar diyet kölenin kıymetinden daha çok olsa da, sahibi köleyi
vermekle kurtulurdu. Kölenin verilmesi
imkânsız olunca, müdebberde olduğu gibi, kıymetini vermekle kurtulur. Suç
hükümden önce tekerrür etse de, mükâteb üzerine bir kıymet lâzım gelir. Eğer
mükâteb bir suç işleyip hüküm verildikten sonra bir suç daha İşlese, üzerine
diğ-er bir kıymet hükmü verilir. Çünkü mükâtebin suçu ancak hüküm ile; sulh ile
veya vermekten ümidi kesmekle borç olur. Ümit kesilmek; âzâd etmek veya Ölmekle
olur. Şu halde kıymetin vâcib olması üç şeyin biri ile suçun te'kidine bağlıdır.
Mükâteb hatâen bir suçu
işlediğini ikrar etse, o suçun mu'cibi mükâtebin kazancında lâzım gelir. Yâni,
eğer mükâteb hatâen bir suçla ikrarda bulunsa, o suç ona lâzım gelir. Suçu
işlediğine hükmedilir. Çünkü mükâtebin suçu kazancında hakedilmiştir. Mükâteb
kazançlarına hak sahibidir. Şu halde ikrarı hür gibi geçerli olur. Eğer âciz
oluncaya kadar üzerine hükmedilmezse, ikrarının sıhhati bâtıl olur.
El-Kâidiyye'de böyle zikredilmiştir.
Bir köle suç işlese ve
sahibi onun suç işlediğini bilmeyerek mükâteb etse, o da âciz olsa, veya
mükâteb suç işleyip suçun gereği ile hüküm olunmasa, sonra âciz kalsa, sahibi
onu suçun velîsine verir veya fidye verir. Yâni köleyi vermekle suçunun diyetini
Ödemek arasında muhayyerdir. Zira fidye aslında kölenin suçunun mu'cibidir.
Halbuki sahibi suçu -bilmedi- ki fidye için muhtar olsun. Lâkin kitabet kölenin
verilmesi için engeldir. Engel ortadan kalkınca, aslî hüküm geri döner.
Eğer mükâteb üzere
suçun gereği ile mükâtebliği hâlinde hükm olunsa, sonra mükâteb âciz kalsa, hak
rakabesinden kıymetine intikâl ile hükmolunduğundan dolayı, mu'cibde satılır.
Kitabet, kölenin
sahibinin ölmesiyle bozulmaz. Çünkü kitabet hürriyetin sebebidir. însan
hakkının sebebi de onun hakkıdır. Ölen mükâteb, kitabet bedelini taksitleri
üzere sahibinin vârislerine öder. Zira mükâteb hürriyete bu şekilde müstehak
olmuştur. Sebeb de o şekilde mün'akid olmuştur. İmdi bu vasıf üzere kalıp
değiştirilmez. Lâkin vârisleri hakkı almak hususunda sahibinin yerini tutarlar.
Eğer vârislerin bir kısmı onu âzâd etse, âzâd edilmiş olmaz. Zira onlar ona
mâlik olmamıştır. Çünkü mükâtebe mülk sebebi erinden, bir sebeble mâlik
olunmaz. Vâris olmak o sebeblerdendir.
Eğer vârislerin hepsi
âzâd ederlerse, bedâvâ âzâd edilmiş olur. Kıyâs âzâd edilmiş olmaması idi. İs
(ihsan in vechi şudur: Âzâd kitabet bedelinden ibra kılınır. Çünkü kitabet
bedeli vârislerin hakkıdır. O hak-da mîrâs carîdir. Şu halde onların âzâd etmesi
iktizâ yoluyla ibradır, yâhûd ondan aldıklarını İkrardır. Onun zimmeti ibra
olunup âzâd edilmiş olur. Nitekim sahibi onu kitabet bedelinin hepsinden ibra
etse, âzâd edilmiş olduğu gibi. Vârislerin
âzâd etmelerinin şartı bir tek mec-iisde âzâd etmeleridir. Katta ayrı ayrı
yerlerde kölenin hepsini âzâd etseler, âzâd edilmiş olmaz. Bazıları; uBirincisi
dönmedikçe, geri kalanlarının âzâd etmesiyle hür olur.» demişlerdir.
Mükâtebin nikâhı
altında bir câriye olup o cariyeyi iki talâk ile boşasa, hürmet-î galîza hâsıl
olur. Sonra o cariyeye mâlik olsa, ona, o câriye ile cinsî münâsebette bulunmak
ve evlenmek caiz olmaz. Hattâ kadın kendisini başka bir kocaya nikâh etmedikçe
mükâtebe helâl olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Bundan sonra kadını boşarsa,
kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz.»
buyurmuştur. Çünkü burada nikâh sahih akde mahmuldür. Duhûlün (girdirmenin)
şart kılınması useyle (balçık) hadîs-i şerifi ile sâbitdir. Nitekim yerinde
anlatılmıştır.
Velâ lügat yönünden,
yakınlık ma'nâsına vely'den alınmadır. Şer'an velâ, âzâddan meydana gelen hükmî
bir yakınlıkdır. Ya da mu-valâttan hâsıl olan hükmî bir yakınlıktır.
Birincisi, yâni âzâddan
meydana gelen velâ, harbî olmayan âzâdli içindir. Yâni bir harbî dâr-ı harbde kölesini âzâd etse, onun için köle
üzerinde velâ hakkı yoktur. Hattâ ikisi de
Müslüman oldukları halde bizim ülkemize
gelse, o harbî o köleye vâris olmaz. İmâm Ebû Yûsaf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir. Kâfî'de böyle
zikredilmiştir.
Zeylaî (Rh.A.),
cZimmîler birbirlerine velâ ile, Müslümanlar gibt vâris olurlar. Zira velâ vâris
olmanın sebeblerinden biridir.» demiştin Gerekse o âzâd, müdebber veya mükâteb
kılmakla veya cariyesini üm-mü veled yapmakla olsun, veya yakınına mâlik olmakla
olsun. Bunlardan her biri âzâddir. Bununla velâ sabit olur. Çünkü Resûlüllah
(S. A.V.) :
«Velâ âzâd eden kimse
içindir.» buyurmuştur.
Her ne kadar âzâd eden
vâris olmamayı şart etse de vâris olur. Yâni sahibi kölesini âzâd ettikde ona
vâris olmamayı şart etse, o şart geçersiz olur. Çünkü şeriatın hükmüne
aykırıdır. Şu halde vâris olur. Nitekim nesebde vâris olmamayı şart etse,
geçersiz olduğu gibi.
Bir soru sorulup dense
ki: Tedbîr veya istîlâd ile sahibine velâ nasıl sabit olur? Halbuki ününü veled ve müdebber ancak sahibinin ölümünden
sonra âzâd edilmiş olurlar. Buna şu cevâb verilmiştir: Bu mes'elenin sureti
şöyledir: Sahibi mürted olup dâr-ı harbe girse, hattâ müdebberinin ve üramü
veledinin azadına hükmedilse, ondan sonra Müslüman olup gelse, ve müdebberi ve
üraraü veledi ölse, velâ hakkı Müslüman olup gelen sahibindir. En iyisi şöyle
demektir: Murad sahibinin asabesi için velânın sabit olması ancak velânın onun
için sübût bulması sebebiyle olur. Zira ona velâ için evvelden müstehaktır.
Çünkü âzâdm sebebi sahibinden sâdır olmuştur. Ondan sonra asabesine geçmiştir.
Bir kimse kocası
başkasının kölesi olan bir cariyeyi âzâd etse •— bu ibare Vikâye'nin «kocası
köle olan câriye» şeklindeki ibaresinden daha güzeldir — o câriye bir yılın
yarısından daha az zamanda çocuk doğur-sa, o çocuğun velâsı, ondan
nakletmeksizin cariyenin sahibine âiddir. Yâni, bir adamın kölesi başkasının
cariyesi ile evlendikde cariyenin sahibi onu âzâd etse, halbuki câriye o
köleden gebe olsa, o câriye âzâd edilmiş olur ve hamli de âzâd edilmiş sayılır.
Hamlin velâsı anasının sahibine âid olur. Sahibinden ebeden nakledilemez. Zira o
hami kas-den anayı âzâd eden kimsenin nâmına âzâd olmuştur. Çünkü annesinin bir
cüzüdür ve kafiden âzâdı kabul eder. C«nîn âzâd hükmünde başh basma bir şahıs
gibidir. Şöyle ki: O cenini ayrıca âzâd caiz olur ve onun velâsı, bizim rivayet
ettiğimiz şeyden dolayı âzâd edenden intikâl etmez. Bu söylediklerimiz; o câriye
âzâd vaktinden altı aydan daha az zamanda çocuk doğurduğuna göredir., Âzâd
vaktinde hamlin bulunduğu kesinlikle bilindiği için hüküm böyledir. Keza o
câriye iki çocuk doğurup birisi âzâd vaktinden altı aydan daha az zamanda,
ikincisi daha çok zamanda olsa ve ikisinin arasında hamlin en az müddetinden
daha az vakit olsa, yâni yarım yıldan daha az olsa, — çünkü biz o vakit
kesinlikle biliriz ki, çocuk âzâd vaktinde mevcûd idi. Yine kesinlikle biliriz
ki," bu iki çocuk ikizdirler. İkisi arasında hamlin en az müddetinin girmesi
bulunmadığı için bu ikisine birlikde hâmile olmuştur. — ' âzâd birinci çocuğu
içine alınca, bundan dolayı diğer çocuğu da bizzarûre kapsar. Şu halde sahibi
ikisini birden âzâd etmiş olur ve ikisinin de velâları ona âid olur. Ondan
ebediyyen intikâl etmez.
Eğer o câriye azadından
altı aydan daha çok zamanda çocuk do-ğursa, çocuğun velâsı anasının sahibine
âiddir. Zira o çocuk anasına tebaan âzâd edilmiş olur. Çünkü anasının âzâd
edilmesi vaktinde anasına bitişiktir. Çocuğu babasına tâbi kılmak İmkânsızdır.
Çünkü babanın köleliği vardır.
Eğer çocuğun babası
âzâd edilse, çocuğun velâsını kavmine çeker. Çünkü velâ neseb inenzîlesindedir.
Resûlüllah (S.A.V.) :
«Velâ neseb argacı gibi
argaçtır. Satılmaz, hibe edilmez ve ınîrâs edilmez.» buyurmuştur.
Bundan sonra nes«b
babalara âiddir. Velâ da böyledir. Velânın, ananın sahibine nisbet edilmesi
babanın ehliyyeti olmadığı için zaruret bakımından idi. Baba ehil olunca, velâ
babaya geri döner.
Bir A'cemînin (yâni
Arap olmayan kimsenin) mevlel muvalâtı (anlaştığı) mevlâsı, âzâü edilmiş bir
kadını nikâh etse —gerek o kadını âzâd eden Arapdan olsun, gerekse Araptan
başkası olsun müsavidir. — o âzâdlı kadın bir çocuk doğursa, onun velâsı
anasının sahibine âiddir. Bu înıâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e
göredir. Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre, o çocuğun hükmü babasının hükmüdür. Zira
neseb babaya âiddir. Nitekim baba Arap oldukda hüküm babasının hükmü olduğu
gibi. Şayet baba köle olsa bunun aksinedir. Çünkü köle ma'nen helak olandır.
İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh, Aleyhimâ) m delili şudur:
'Azâd edilenin velâsı
kuvvetlidir. Ahkâm hakkında mu'teberdir. Hattâ onda kefaet (nikâhta denklik)
itibâr olunur. (Yâni tacirin âzâdlısı olan kadın attârın âzâdhsı olan erkeğe
denk olur, deri tabaklayan kimsenin âzâdlısı olan erkeğe denk olmaz.)
Neseblerini
yitirdikleri için, neseb A'cem (yâni Arab olmayanlar) hakkında zayıftır. Bundan
dolayı onların arasında nesebte kefâete itibâr edilmez. Zayıf ise kuvvetliye
karşı duramaz. Babası Arap olan bunun aksinedir. Çünkü Arabın nesebleri
kuvvetlidir. Kefâet ve âkılenin diyet ödemesi hükmünde muteberdir, Çünkü
birbirlerine neseble yardım "ederler. Binâenaleyh, nesebler velâya ihtiyâç
bırakmamıştır. Şayet çocuğun anası aslında köle olmamak ma'nâsına aslı hür
olsa, o ananın çocuğu üzere velâsı olmaz. Çocuğun babası da şayet aslında köle
(rıkk) olmamak ma'nâsına aslı hür olsa, eğer o baba Arap ise o çocuk, üzerine
mutlak surette velâ olmaz. Gerekse o çocuğun anası âzâdlı câriye olsun, gerekse
olmasın.
Eğer çocuğun babası hür
A'cem (Arabın gayri) ise o çocuk üzerine babasının kavmi için veîâ olmaz.
Anasının âzâdlısı ve âzâdlısının asabesi vâris olur. İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.)
aksi görüştedir.
Biline ki, aslı hür,
Fukahâya göre, iki ma'nâda kullanılır. O ma'-nânın biri şudur: Aslı hür, kendisi
üzerine kölelik carî olmayan kimsedir. Belki o kimse bir âzâdlı kadından nikâh
vaktinden ve ulûk vaktinden altı ay geçtikten sonra doğmuştur, veya aslında
köle olan kimseden doğmuştur.
İkinci mana şudur: Aslı
hür, aslında asla köle olmayan kimsedir. Velâ, Hidâye sahibinin ve başkasının
açıkladıkları gibi mülkün ortadan kalkmasına dayanır. Bundan dolayı velâda
birbirini işitmekle şehâdet makbul olmaz, demişlerdir. Nitekim âzâdda makbul
olmadığı gibi. Mülkün ortadan kalkması sükûtunun fer'idir. Çocuk üzere mülkün
sübû-tu anası tarafından olur. Nitekim daha önce de anlatıldı ki: Çocuk
kö-lelikde ve hürriyette anaya tâbi olur. Babanın köle olması çocuğa geçmez.
Mülkün çocukdan zevali ancak anasının âzâdlısı yönünden olur. Anasının
âzâdlısının asabesi de âzâdhnın hükmündedir. Anası tarafında kölelik olmayınca,
çocuk üzerine velâ tasavvur olunmaz. Eğer lâfız bir ma'nâda kesin olsa, o lâfza
ve başkasına muhtemel plan zahiri ona yorumlamak vâcib olur. Mutlak,
rivayetlerde mukayyed1 üzere yorumlanır.
Sen bu mukaddeman
bildikten sonra, şıu da ma'lûmun olsun ki; Bedâyi' sahibi Bedâyî'de
zikretmiştir, anasırım aslı hür olmaması ve-lânıo sübûtunun şartlarmdandır. Eğer
ana aslı hür olunm, her ne kadar o çocuğun babası âzâdlı olsa da, onun çocuğu
üzere bâr kimse için velâ yoktur. Zira biz daha önce anlattık ki, çocuk
kölelikde ve hürriyette anaya tâbi olur. Halbuki bir kimse için o çocuğun anası
üzere velâ yoktur. Binâenaleyh çocuğu üzere de bir İkinıse için velâ yoktur.
Bedâyi' sahibi aslî
hürriyet ile; «Anası üzere bir kimse için velâ yoktur» sözünün karînesiyle
ikinci ma'nâda olan aslî hürriyeti murâd etmiştir. Şüphesiz sen bilirsin ki,
velâ mülkün ortadan kalkmasına dayanır ve bilvasıta mülkün ortadan kalkması
ancak ana tarafından olur. Eğer ana bu ma'nâda aslı hür olsa çocuk üzere mülk
fsâbit olmaz. Binâenaleyh, ona velâ da sâtıit olmaz.
Şeyh Re^d'üd-Dhı
Muhamıned Nisâbûrf (Rh.A.) niıa «Tekmile şerhi» ndeki sözü ve Muhit sahibinin
«Muhtasiiru Muhît» deki sözü ve Şeyh Ebû Muhammcd Mes'ûd b. el-lîuseyhV (Hh.A.)
in «Mes'ûdî» diye meşhur olan muhtasarındaki sözü ve adı geçen Şeyhin *erâiız
hakkında tasnif ettiği ve «Kâfi» diye adlandırdığı kitâbundaki sözü IBedâyi'
sahibine uygundur.
El-Münye'deki şu söze
gelince; çocuk her ne kadar aslî hür olarak ana rahminde kalmış ise de — meselâ
anası aslî hür veya arızî hür olursa — o çocuğun üzerine, babasının kavmi veya
anasının kavmi için velâ sabit olması caiz olur. Ondan sonra demiştir ki; eğer
baba aslı hür olursa babanın kavmi için velâ yoktur. Keza, eğer ananın aslı hür
olursa onun kavmi için velâ yoktur. Çünkü aslı hür olan üzerine âzâd caiz olmaz.
Bu sözün zahirinden çıkan ma'nâ şudur: Ana, eğer mutlaka aslı hür olsa, çocuğu
üzere velâ sabit olması caiz olur. Halbuki böyle değildir. Belki aslî hürriyet
ile burada muradı birinci ma'nâda olan aslî hürriyettir. Şu karine ile ki: Münye
sahibi arızî hür kadından — ki âzâd edilmiş câriyedir — doğmuş olan çocuğu aslî
hür kılmıştır. Ondan sonra aslî hürriyeti arızî hürriyetin karşısına koymuştur,
imdi bununla geçen hak arasında muhalefet yoktur. Velânın babanın kavmi için
olmasının sureti şudur: Babanın nesebinde köle olup ve çocuk âzadlı kadından
doğduğu vakittedir. Ya da âzâdh kadının çocuğundan doğduğu vakittedir. Velânın
ananın kavmine âid olmasının sureti ise şudur: Baba Nebtî taifesinden aslı hür
olup bir insanın âzâdlı câriyesiyle evlendiği, yâhûd baba âzâdlı cariyeden
doğan kimse olduğu vakittedir.
Birinci surette çocuğun
velâsı ittifakla babasının kavmine âiddir. İkinci surette, İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, çocuğun velâsı anasının kavmine âiddir. Sözün
kısası, ana ve baba eğer ikisi de ikinci ma'nâda aslen hür olurlarsa, çocuğa
velâları yoktur. tkişi de âzâdlı, yâhûd asıllarında âzâdlı bulunanlardan iseler,
velâ babanın kavmine âiddir. Baba âzâdh olur veya aslında âzâdîı bulunur, ana
ise bu ma'nâda aslen hür olursa, ana Arap olsun olmasın babanın kavmiiçin çocuğa
velâ yoktur. Eğer ana âzâdh olup baba ikinci anlamda aslen hür olursa, baba
Arap olduğu takdirde o çocuk üzere aha kavmi için velâ yoktur. Eğer baba Arabın
gayri olursa, İmâra A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, o çocuk
üzere ana kavmi için velâ vardır. Ebû Yûsuf (Rh.A.) ayrı görüştedir.
Burada birçok faydalar
vardır ki biz o faydaları velâ hakkındaki risalemizde anlattık. Bu faydaları
Öğrenmek isteyen kimse o risaleye müracaat etsin.
Âzâdlı asabedir. Yâni,
bir kişidir ki, farz sahibinden geri kalanı alır. Farz sahibi bulunmadığı
vakitte malın hepsini alır.
Zikredilen âsabe,
nesebiyye olan asabeden geri bırakılmıştır. Asa-be-i nesebiyye farâiz ilminde
anlatıldığı üzere, ya asabe binefsihîdir. Yâni, kendisi için muayyen hisse farz
olmayan bîr erkektir. Ölüye nisbetinde araya kadın girmez. Ya da asabe
bigayrihîdir. O erkeğin asabe kıldığı bir kadındır. Va da asabe man gayrihidir.
O ana baba bir veya baba bir kizkardeştir. Ölünün kızı ile asabe olur. Bunların
hepsi âzâdlı -dan önce gelir.
Asabe zî r&hm (sair
akraba) üzerine takdim edilmiştir. Zî rai im, kendisi için muayyen hisse
olmayıp, Ölüye nisbetinde araya kadın giren kinişedir. Eğer sahibi ölüp ondan
sonra âzâdlı ölse mirası sahibinin en "yakın asabesine âid olur.
Bundan sonra neseben
mirasçısı olmayan âzâdlı gelir. Onun mirası ma'lûm tertib üzere sahibinin en
yakın asabesine verilir.
Bu velâ ile akl sabit
olur. Akl âkıledendir. Yakında Kitab'ul-Meâ-ktf'de bunun açıklaması gelecektir.
Nikâhın v,elâyeti de
sabit olur. Nitekim nikâh bölümünde geçti.
İki kişi bir ölünün
velâsını iddia edip, her biri «Ben âzâd ettim.» diye delil getirse, mirasla
hükmolunur. Velâ da ikisine âiddir. Çünkü velâda ikisinin ortaklığı caizdir.
Nitekim mülkde caiz olduğu gibi. Bunu el-M ün ye sahibi zikretmiştir.
Kadınlar için velâ
yoktur. Ancak kadınların âzâd eylediğinde vardır. Nitekim hadîs-i şerîfde
zikredilmiştir. Hadîs-i şerif ResûlüUah' (S. A.V.) in şu kavlidir:
«Kadınlar için velâ
yoktur. Ancak âzâd ettikleri kimsenin velâsı vardır. Ya da onların âzâd
ettikleri kimsenin âzâdhsmm velâsı vardır. Yâhûd mükâteb ettiklerinin veya
mükâteb ettikleri kimsenin mü kât e-binin velâsı vardır. Ya da ınüdebber
kıldıklarının veya müdebber kıldıklan kimsemi* müdebberinin velâsı vardır. Ya da
kadınların âzâd ettiği kimsenin veya onların âzâd ettiği kimsenin âzâdhsının
velâsını cer vardır.»
Müdebberin velâsına
gelince; sen onun açıklamasını iki vecihle bilmiş idin. Bundan dolayı velânın
cerri mes'elesini de bilirsin.
İkincisi, yâni
muvâlâttan hâsıl olan velâ şudur; Bir hür mükellef, yâni âkil ve baliğ olan
kimsenin, nesebi mechûl biriyle muvâlât etmesidir. — Musannif, bir hür mükellef
demiştir. Çünkü muvâlât akdî bir tasarruftur ki, fayda ile zarar arasında döner.
Zira ondan mirasın vâ-cib olması ve diyetin iltizâmı vardır. Hür mükellef
olmadıkça, ancak izinle sahîh olur. — Nitekim gelecektir. Nesebi mechûl diye
kaydlan-masi şundandır: Çünkü nesebi bilinirse, başkasına muvâlât caiz .olmaz.
Nesebi mechûl olan Arap olmamalıdır. Bu kayda sebeb ise şudur: Çünkü Araplar,
kabîleleriyle birbirlerine yardım ederler. Bu ise velâya hacet bırakmaz.
Ya da aklı eren küçük
çocuğun babasının veya vasisinin izniyle muvâlât yapmasıdır. Aklı eren kaydına
sebep; çünkü aklı ermezse tasarrufu mu'teber değildir.
Babasının veya
vasisinin izni ile kaydı şundandır: Çünkü sabî kendisine âtâk velâsı (âzâdlık
velâsı) sabit olmaya ehil kimsedir. Eğer yakınma mâlik olmakla sebebi sabit
olursa veya babası veya vasîsi onun kölesini mükâteb eyleyip âzâd ederse, velâ
hakkı -sabinin olur. Şu halde o sabî için muvâlât velâsı sabit olması caiz olur.
Bunun için o akdi izinle yapmış olması şarttır. Veya, köle sahibinin izniyle
mîrâscı olmak ve diyetini vermek şartıyla muvâlât yapar. Çünkü muvâlât akdi için
köle sahibine vekil olabilir. Bu akidde aşağıda bulunan ölse, yuka-' rıda
bulunan ona vâris olur. Aşağıdaki suç işlese diyeti yukarıdakinin üzerine olur.
O köle gerek yukarıda olanın elinde İslâm'a gelsin, gerekse başkasının elinde
İslâm'a gelsin müsavidir. Çünkü Fukahâdan bazısının ibaresinde «Elinde İslâm'a
gelse» denilmesi ekseriyetle öyle olur ma'nâsınadır. İslâm şart değildir.
Yukarıdaki şekillerde muvâlât akdi şahindir. İmâm Şafiî (Rh,A.) ayrı görüştedir.
İlk iki surette, yâni mükellef hür ve aklı eren sabî mes'eîelerinde muvâlât
yaptığı kimsenin diyeti ve mîrâsı arkadaşmmdır. Çünkü hür mükellef ile aklı eren
çocuktan her biri mîrâsa ve malı iltizâma ehildir. Son mes'elede köle, sahibi
içindir. Zira köle mîrâs ve diyet için ehil değildir. Belki ehil olanın
vekilidir. Nitekim daha önce geçti.
Eğer muvâlâtın velâsı
iki taraftan şart kılındı ise, birbirlerine vâris olurlar. Çünkü sahîh olmasına
bir mâni' yoktur. îtâka velâsı bunun hılâfınadır. Orada ancak yukarıda olan
vâris olur.
Mevlâyı muvâlât zî
rahmden sonraya bırakılmıştır. Zira muvâlât ikisinin akdidir. İkisinden
başkasını ilzam etmez Zî rahnı şer'an vâristir. Muvâlât edenler bunu ibtâle
mâlik olmaz.
Aşağıda olan için
velâsını yukarıdan başkasına nakl etmek, onun nâmına diyet vermemişse caiz olur.
Zira yukarıda olan aşağıda olan nâmına diyet vermiş olsa, başkasının hakkı
teallûk ettiğinden dolayı velâsını değiştirmek hakkı yoktur. Ya da yukarıda
olanın çocuğu tarafından diyeti verilmedikçe caiz olur. Çünkü yukarıda olan ile
oğlu, velâ hakkında bir tek şahıs gibidir.
Yukarıda olan için
aşağıda olanın vefasından onun huzurunda te-berrî etmek hakkı vardır. Hidâye'de
denmiştir ki: Yukarıda olan için, lâzım olmadığı için velâsmdan çekilip uzak
durmak vardır. Ancak şu kadar fark vardır ki: Çekilip uzak durmak diğerinin
huzurunda şarttır. Nitekim kasden vekili azlde olduğu gibi. Fakat aşağıda olan
arkadaşı yokken başka biriyle muvâlât yaparsa, bunun hılâfınadır. Zira bu
hükmen feshdir. Vekâlet de hükmen azl menzîlesindedir.
Âzâdhmn bir kimseye
muvâlât etmesi caiz olmaz. Çünkü ıtâkının velâsı geçerlidir. Bozulmaya tahammülü
yoktur. Bir kadın bir şahısla muvâlât velâsı akd etse ve o kadın babası
bilinmeyen bir çocuk doğur-sa, bu akd sahîh olur. Çocuğu da ona tâbi olur. Kadın
ve çocuğu zikredilen şahsın mevlâyı muvâlâtı olurlar. Keza o kadın muvâlât
akdini ikrar eylese veya muvâlât akdini yeniden yapsa, halbuki onunla beraber
olan çocuğu nesebi bilinmeyen olsa, bu akd dahî şahindir. Çocuğu ona tâbi olur.
Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn (Rh. Aley-himâ), bu akd île çocuk
anasına tâbi olmaz. Çünkü ananın çocuğun malında velayet hakkı yoktur. Çocuğun
kendisinde velayet olmaması ise evleviyyette b&lır, demişlerdir. İmâm A'zam*
(Rh.A.) in delili şudur: Velâ neseb gibidir. Velâ babası bilinmeyen küçük çocuk
hakkında sırf faydadır. Binâenaleyh ana, hibenin kabulünde olduğu gibi velâya
mâ-Hkdir.
Muhît'te denmiştir ki:
«Bir zimmî bir Müslüman veya zimmî ile muvâlât akdi yapsa, caiz olur. O,
Müslümanın mevlâsıdır. Çünkü zimmî için Müslüman üzerine itâka velâsı caizdir.
Muvâlâtın velâsı da
böyle caiz olur.»
Bir kâfir bir harbînin
elinde İslâm'a gelse, o Müslüman in velâsı sahih olur mu? Bu, kitabda
zikredilmenıiştir. Bu konuda ayrı görüşler vardır. Bazısı, «Sahih olur. Çünkü
harbî için Müslüman üzerine itâkâ velâsı vardır. Keza muvâlât velâst da öyledir.
Nitekim ziminide olduğu gibi.» demiştir. Bazıları da, «Sahih olmaz. Çünkü harbî
ile muvâlât akdi yapmakda harbî ile yardımlaşmak ve dostlaşmak vardır. Halbuki
biz harbîye yardmMan nehyedüdik. Zimmî bunun aksinedir,» demişlerdir.
Beıi derim ki: Bunun zahiri
müşkildir. Çünkü irs, velânm lâzımıdır. Takarrür etmiştir ki: İki Dînin
ayrılığı vâris olmaya engeldir. Ancak şöyle denilebilir: Bunun ma'nâsı, irsin
sebebi o vakitte sabit olur. Lâkin ikisi de hâlleri üzere kaldıkları müddetçe o
sebeb zahir olmaz. Eğer mâni' ortadan kalksa memnu geri döner. Nitekim asabe
veya muayyen hisse sahibi kâfir olsa, küfür irse mâni'dir. Eğer ölümden önce
küfür ortadan kalksa irs ona geri döner.
Musannifin bu bölümü,
âzâd (ıtâk) bölümünün ardında zikretmesine sebeb, şaka ve zorlamanın her
ikisinde te'siri bulunmaması münâ-sebetiyledir.
Yemîn, lügat yönünden
kuvvet ma'nâsmadır. Şer'an, Allah Teâ-lâ' (C.C.) un adını zikretmekle haberin
takviyesidir. Misâli: «Vallahi ben bu işi şöyle yaparım.» veya «Vallahi ben
şöyle yapmam.» demek gibi.
,.
Veya yemin ta'lîk olur.
Yâni cezayı şart ile bağlamaktır. Meselâ: «Eğer bu işi yaparsam şöyle olsun.»
veya «Eğer ben bu işi yapmazsam şöyle olsun.» demek gibi. Bundan nıaksad, yeınîn
eden kimsenin bir işi yapmak veya yapmamak üzere azmini sağlamlaştırnıakdir. Bu
vaz'an -yemin değildir. Fukahânın buna yemin adını vermelerine sebeb, ondan
yemin ma'nâsı hâsıl olduğu içindir. O da îcâb veya men'dir.
Birinci kısımdan
ınu'teber olan üçtür. Yâni şeriatın itibâr edip üzerlerine ahkâmı tertib ettiği
yeminler üç çeşittir. /Mıkâm terettüb etmeyen mutlak yemin ise üçden daha
çoktur. Doğru olduğu halde geçmişe yemîn gibi.
Üzerin'e ahkâm
terettübü ile murâd; yemin-1- gamûs üzere uhrevi muâhazenin terettübüdür ve
yemîn-i lağv üzere muâhazenin adem-i terettübüdür. Yemîn-i mün'akide üzere ise
keffâretin terettübüdür.
Üç çeşit yeminin
birincisi, yemîn-i gamûstur (Yalan yere yemîn). Bu yemine gamûs denmesine sebeb
şudur: Çünkü bu yemin sahibini dünyâda günâha ve ukbâ (âhlret) da Cehennem
ateşine cUuıiınr.
Yemîn-i gamûs, yemîn
edenin yalan olduğunu bîldigj halde,4 yalan
üzere ettiği yemindir. Hattâ yalan olduğunu bilmeyip doğru sanırsa, o yemîn lağv
olur. Yakında açıklaması gelecektir.
Meselâ yaptığını
bildiği halde «Vallahi ben şöyle yapmadım.» der. Yine aksini bildiği halde
«Vallahi benim ona borcum yok.» der. Yine ZeycTden başkası olduğunu bildiği
halde «Vallahi o kimse Zeyd'dir.» der.
Fukahânm ibaresinde
meşhur olan; gamûs, kasden yalan söylediği halde geçmiş bir fiil veya fiilin
terki üzere yemindir.
Hidâye sarihleri ve
onlardan başkaları açıklamışlardır ki; fiilin ve geçmişin zikri şart değildir.
Belki ekseriyetle yapılana göre söylenmiştir. Son iki misâlin iradı buna
işarettir. Binâenaleyh, Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nm irtikâb ettiği tekellüfe hacet
yoktur. O şöyle demiştir: Eğer sen dersen ki, «Vallahi şu şey taştır.» denilse,
bu fiil üzere yemindir, demek nasıl doğru olur. Cevâbında ben derim ki: Geçmiş
için (idi); gelecek için (olacak) kelimesi takdir edilir. (Yemîn geçmiş zamanda
veya gelecek zamanda murâd edilirse), demiştir. Halbuki şimdiki zamanın
kastedildiği belli olduğu için bu yeminde geçmiş veya gelecek itibârı bâtıldır.
İmdi gerisini sen düşün!
Musannif, yemîn-i
gamûsun hükmünü; «Yemin eden onunla günahkâr olur.» sözüyle açıklamıştır. Çünkü
Resulü Hah (S.A.V.) :
«Bir kimse yalan yere
Allah'a yemin ederse, o yalan onu Cehennemi ateşine sokar.» buyurmuştur.
İkincisi, yemindi
lağvdir (Boş, geçersiz yemîn). Bu yemine lağv denmesine sebeb, ona itibâr
edilmediği içindir. Zira lağv, faydası olmayan şeyin adıdır. Bir kimse faydasız
bir şey konuşsa lağv etti, denilir. Yemîn-i lağv, yemîn edenin doğru zanniyle
yalan yere yeminidir. Nitekim yemîn eden kimse; bardakta su görerek «Şu bardakta
su vardır.» diye yemîn etse, fakat' onun haberi yokken dökülmüş olsa, bu yemîn
lağv olur.
Musannif, bu yemîn-i
lağvın hükmünü: «Onun afvı umulur» sözüyle açıklamıştır. Eğer, muâhaze
olunmayacak bir şeyi ümîde bağlamanın ma'nâsı nedir? Halbuki Allah Teâlâ (C.C.)
:
«Allah, sizi
yeminlerhıizdeki lağvdan dolayı sorumlu tutmaz.»
buyurmuştur, denilirse;
cevâbında biz deriz ki: Mezkûr lağvın nas-san muâhaze edilmeyeceğinde şüphe
yoktur. Şüphe ancak bizim zikrettiğimiz suretin lağv olmasındadır. Çünkü Şafiî'
(Rh.A.) göre lağv, kasıtsız dilinden yemîn çıkmasıdır. Gerek geçmişte ve gerekse
gelecekte olsun müsavidir. Meselâ, teşbih kasd edip, dilinden yemîn çıkması
gibi.
Üçüncüsü, yemîn-i
mün'akidedir (Geleceğe dâir yemin). Yemîn-i mün'akide, gerek yapmak ve gerekse
yapmamak olsun, gelecekteki bir şey üzerine yemindir.
Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.)
demiştir ki: «Eğer sen, yemîn geçmiş ve gelecek üzerine olduğu gibi, hâl üzerine
de olur. Musannif ise onu zikretmedi. Hâl üzere yemîn, yeminin hangi
kısımlarmdandır, dersen» cevâbında ben derim ki: «Bunu ancak ince bir ma'nâdan
dolayı zikret-memiştir. .O ince ma'nâ şudur; söz önce nefisde hâsıl olur. Sonra
dil ile söylenir. Şimdiki zamanla ilgili haberler, eğer nefisde hâsıl olsa, ve
dil ile söylense, dil ile söylemek tamâm olduğu zaman yemîn mün'akid olur.
Şimdiki zaman yeminin mün'akid olması zamanına nisbetle geçmiş zaman olur.
Şayet yemin eden: «Ben yazdım» diye yemîn etse, mutlaka konuşmadan önce yazmış
olması gerekir. Eğer «Yazacağım» dese, konuşmayı bitirdikden sonra yazması
gerekir. Bu takdirde, konuşmanın başlangıcından sonuna kadar olan zaman kalır
ki, o zaman örfe göre şimdiki zamandır. Şimdiki zaman, bitirme ânına nisbetle
geçmiş olur. O da yeminin oluştuğu ândır. İmdi onun üzerine yemîn geçmişe yemîn
olur.»
Ben derim ki: Cevâbın
kısası, şimdiki zaman zanniyle yapılan ye* mîn hakikat t a geçmişe yemindir.
Hakîkatta şimdiki zamana yemîn yoktur. Bundan dolayı Fukahâ onu
zikretmenıişlerdir. Bu iddia söa; götürür. Çünkü geçmiş've geleceğe karşılık
olan hâl, Badiyuddîn (Rh.A.) ve ondan sonra gelen muhakkikinden ona tâbi
olanların zikrettiklerine göre geçmişin sonlarından ve geleceğin başlarından
cüzlerdir. Örfe göre uzaması mu'teber olur. Hattâ demişlerdir ki: Zeyd namaz kıldığı müddetçe, namaz halindedir. Zeyd yazdığı müddetçe,
yazar hâldedir. Şayet Zeyd yazı yazarken: «Vallahi ben yazıcıyım» dese, şüphesiz
şimdiki zamana yemin olur. Geçmiş zaman sayılması mümkün olmaz. Böyle olunca
suâl bakîdir. Binâenaleyh doğru cevâb şöyle demektir: Önce mutlak yemin üçten
daha çoktur, dedikten sonra bu soruya mahal yoktur.»
Musannif, yemîn-i m
ün'a ki denin hükmünü; «Yemin eden, yeminin ancak bu kısmında keffaret eder.»
sözüyle açıklamıştır. Yâni, önceki iki kısımda keffaret gerekmez. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.) :
«Fakat kalblerinizin
azmettiği yeminler yüzünden muâhaze eder. Bunun da keffâreti...»
buyurmuştur. Bununla murâd, gelecek üzere yemindir. Delili, Allah Teâlâ (C.C.)
nın :
«Yeminlerinizi muhafaza
edin» kavli şerifidir. Yemini bozmayıp muhafaza etmek ise ancak gelecek zamanda
tasavvur edilir.
Yemin eden, yeminini
bozarsa keffaret eder. Musannifin «ancak» demesi, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin
yemîn-i gamûsda olan ayrt görüşüne işarettir. Çünkü Şafiî' (Rh.A.) ye göre,
keffaret gamûsda dahî vâcib olur.
Her ne kadar yemin
eden, zorlanarak veya unutarak, yâni hatâ ederek yemini bozsa, yine keffaret
eder. Nitekim yemin eden: «Bana su ver.» demek isteyip «Vallahi ben su içmem.»-
demesi gibi.
Bazıları demiştir ki:
«Unutarak yerine söylemekten zuhûl ederek» ifâdesini kullanmışlardır. Meselâ;
«Bize gelmez misin» denildikte, yemin eden yemin kasd edici olmadığı halde;
«Bilâkis vallahi» der.
Zorlanarak veya
unutarak, yâni hatâ ederek bozulan yemin, için keffaret vâcib olmasının sebebi,
Resûlüllah' (S.A.V.) m şu kavlidir:
«Üç şey vardır kî,
bunların ciddîsi de ciddîdir, şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ve yemîn.»
Yâni zorlama veya hatâ
(unutmak), gerek yeminde olsun ve gerekse yemini bozmakda olsun, yemîn-i
mün'akidede keffâret vâcib olur. Çünkü hakîki fiili, zorlamak ve unutmak yok
etmez. Bayılmak ve delirmek de zikredilen zorlama ve unutma gibidir. Şu halde
nasıl olursa olsun, yemini bozmakla keffâret vâcib olur.
Yemîn «Allah» lâfzı ile
olur. Ya da Aİlah Teâlâ (C.C.) nın adlarından Rahman, Rahim ve Hakk gibi diğer
bir ad ile de olur. Yeminde Allah Teâlâ' (C.C.) nın bütün adları müsavidir.
Gerek insanlar arasında o, ad ile yemîn" &tmek tanınmış olsun, gerekse olmasın
müsavidir. Bizim Ashabımızın mezhebinden zahir olan da budur. Sahih olan kavi
de budur. Bazıları, Allah'dan başkasına ad olarak verilmeyen her isim yemindir.
Allah, Rahman ve Rahim gibi. Allah'dan başkasına ad olarak verilen Hakim, Âlim
ve Kadir gibi isime gelince, eğer yemîn eden o isimle yemin murâd ederse, yemîn
olur. Yemîn murâd etmezse, yemîn olmaz, demişlerdir. Kâfî'de böyle
zikredilmiştir.
«Hakk» lâfzı, Allah
Teâlâ' (C.C.) nm adlanndandır. Allah Teâlft (C.C.) «Şüphesiz ki Allah Hakk'in ta kendisidir.»
buyurmuştur.
Ya da yemîn Allah'ın
sıfatlarından örfen yemîn edilen bir sıfat ile olur. Meselâ, biizzetillâh,
biazametillâh ve bikudretillâh demek gibi. Çünkü yeminler örfe dayanır. Allah
Teâlâ' (C.C.) nın sıfatlarından olup İnsanların onunla yemini Örf edindikleri
sıfat yemîn olur. Örf olmayan sıfat yemîn olmaz. Çünkü yemîn ancak îcâb veya
men' için yapılır. Bu da ancak yemîn eden ta'zîmini i'tikâd ettiği şeyle olur.
Her .mü'min Allah Teâlâ' (C.C.) ma
ta'zîmine ve sıfatlarına inanır. Halbuki Allah Teâlâ (C.C.) bütün sıfatlan ile
muazzamdır. Allah Teâlâ' (C.C.) nın zâ~ tının ve sıfatlarının hürmeti yemîn
edene saik veya mâni' olmuştur. Bu ancak o sıfatlarda yemîn örf olduğuna
göredir. Eğer o sıfatlarla yemîn örf olmazsa yemîn olmaz.
Allah Teâlâ' (C.C.) dan
başkasiyle meselâ; Nehî (S.A.V.) gibi, Kur'-ân ve Kâ'be gibi şeylerle yemîn etse
yemîn olmaz, çünkü ResûlüUah (S.A.V.) :
«Sizden kim yemîn
edecekse ya Allah'a yemîn etsin veya terketsin.» buyurmuştur.
Bunun yemin olmaması,
yemîn eden «Nebî'ye veya Kur'ân'a yemîn olsun» dediği zamandır. Fak^t yemîn
eden: «Ben Kur'ân'dan beriyim.» veya «Nebî'den beriyim.» dese, bu sözü yemîn
olur. Çünkü Kur'ân ve Nebî' (S.A.V.) den berî olmak küfürdür. Küfrün şarta
bağlanması ise yemindir. Eğer yemîn eden kimse: «Ben Mushafdan beriyim.» dese,
yemîn olmaz. Eğer «Mushaf da olan şeyden beriyim» dese yemîn olur. Çünkü
Mushaf'da olan şey Kur'ân'dır. Sanki o: «Ben Kur'ân'dan beriyim» demiş gibi
olur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Yine örten yemîn
edilmeyen sıfatla yemîn etse, yemîn olmaz. Allah Teâlâ' (C.C.) nın rahmeti için,
ilmi, rızâsı, gadabı, sehatı ye azabı için demek gibi. Yukarıda sebebi geçti ki:
Yeminin temeli örfe dayanır. Ama, «Allah'ın Ömrüne yemin olsun.» demek yemindir.
Bu sözün yemîn olmasının- vechi şudur: Allah' (C.C.) m Ömrü, Allah* (C.C.) in
bekasıdır. Beka ise O'nun sıfatıdır. Bu söz: «Ben Allah'ın bekâsiyle ve
sürekliliği ile yemîn ederim.» demektir. Sıhâh'da da böyle zikredilmiştir.
Yemîn edenin: «Ey
Mullâhi» demesi de yemindir. Bunun ma'nâsı Kûfelilere göre; «Ey Munullâhi»
«Allah'a yemin olsun» demektir. «Ey Mun» yeminin çoğuludur. Çok kullanıldığı
için (nûnu) hazfedilmiştir. Basra!ilara göre ise: «Yemim» yemin edatlarındandır.
Ma'nâsı «Vallahi» demektir. «Allah Teâlâ'nın ahdi için ve misâkı için» demek de
yemindir, çünkü ahd yemindir. Zira Allah Teâlâ (C.C.) :
«Ahidleştiğİniz zaman
Allah'ın ahdini yerine getirin.» buyurmuştur. Ondan sonra:
«Pekiştirdiğiniz
yeminleri boğmayınız.» buyurmuştur.
Mîsâk dahî ahd
ma'nâsınadır. «Ben kasem ederim», «Ben yemin ederim», «Ben şehâdet ederim» ve
«Ben azm ederim» demek, her ne kadar yemîn eden «Billahi» demese de yemin olur.
Çünkü bu lâfızlar yeminde kullanılır. Binâenaleyh «Billahi» desin demesin
derhal yemîn olur. «Üzerime nezr» yâhûd «Yemin" yâhûd «Ahd» olsun demek de, her
ne kadar Allah Teâlâ' (C.C.) ya muzâf olunmasalar da bunlardan her biri kasem
ölür.
.
Hattâ yemîn eden: «Eğer
ben şu işi yaparsam üzerime nezr olsun» dese, ve onunîa nezr sahih olan kurbete
niyet etse, nezr ona lâzım gelir. Eğer kurbete (ibâdete) niyet etmedi ise,
yemîn edene yemin keffâ-reti lâzım gelir. Zira KesûlüUah (S.A.V.) :
«Bir kimse bir adak
(nezr) adayıp adını koymasa, ona yemîn kef-târeti lâzım gelir.» buyurmuştur.
«Yemîn benim üzerime
olsun.» demek de böyledir. Çünkü bunun ma'nâsı: «Yemînin gereği benim üzerime
olsun.» demektir. Ahd de yemîn ma'nâsınadır. Nitekim daha Önce geçti.
Eğer bir kimse: «Şöyle
yaparsam kâfirim!» dese, lıu sös, şayet gelecekte olup yeınîni bozarsa
keffâreti gerektiren yemindir. Eğer geçmişte failin yaptığı bir şey İçin
olursa, o yemîn gamûstur. İmâm Ebû Yûsuf (Hh.A.) dan rivayet edildiğine göre,
geçmişi geleceğe kıyasla keffâ-ret vermez. Çünkü yemîn eden kimse bununla yemîn
kasd etmiştir. Bununla onun tahakkukunu kasd etmemiştir. Belki sözünde
doğrulanmasını kasd etmiştir.
Muhammed b. Mukâtİl
(Eh.A.) demiştir ki: O kimse kâfir olur. Çünkü o, küfrü mevcûd olan şeye
bağlamıştır. Mevcuda bağlamaksa, sözü yürürlüğe sokmaktır. Sanki o kimse, «Ben
kâfirim» demiş gibidir.
Esah olan söz şudur ki:
Yemin eden kimse, eğer bu sözün yemin olduğunu bilirse, geçmişte ve gelecekte
kâfir olmaz. Eğer bilmeyip bu sözün küfür olduğuna inanırsa, geçmişte ve
gelecekte kâfir olur. Zİrâ yemîn eden, bu işe yönelince ve bunu söyleyenin kâfir
olduğuna inanırsa küfre razı olmuş olur.
«Hüdâ hakkı için yemîn
ederim» demek kasemdir. Zira hâl içindir-
«Hakk'an böyle yaptı»
dese, yemîn değildir. Zira Arapça nekire ke-lâmıyla va'din tahakkuku murâd
edilir. Ma'nâsi: «Şüphesiz ben bunu yaparım.» demektir. Şu halde yemîn. olmaz.
Eğer «Ve'1-Hakkı» dese, yemîn olur. «Hakku'llah» dese, İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre yemîn olmaz. Bu İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan da
bir rivayettir. Çünkü Hakk, şayet Allah Teâlâ' (C.C.) ya muzaf olsa, bununla
Allah' (C.C.) a tâat murâd edilir. Çünkü tâatlar Allah Teâlâ' (C.C.) nın
haklarıdır. Nitekim hâdîsde vârid olmuştur. Şu halde Allah' (C.C.) dan başkasına
yemîn olur.
«Hürmetu'llah» dese,
yine yemîn olmaz. Çünkü bununla örfen yemîn edilmez. «Hüdâya yemîn ederim»
dese, bazıları: Yemîn olmaz. Çünkü bu va'ddir, demiştir. Veya «Kadının talâkına
yemîn ederim» dese, tanınmamış olduğu için bu da yemîn olmaz. Musannifin (veya)
sözü, Vikâye'nin ibaresinde Fârisî ile (û) yerinde vâki olan (yâ) lâfzının
sa-hîh olmadığına işarettir. Gerisini sen düşün!
«Eğer onu yaparsam
Allah Teâlâ'nm gadâbı veya sehatı veya lâ'neti üzerime olsun.» yâhûd «Eğer onu
yaparsam, zâniyim», «Hırsızım»,"«Sarhoşum» veya «Faizci olayım» derse, bunların
hiçbiri yemîn olmaz. Zira bunlardan her biri yemîn edenin kendine bedduadır ve
bunlardan her biri şartla bağlı olmaz. Yine bunlardan her biri yeminde, örf
olmamıştır.
Kasem (yemîn) harfleri:
(Vav), (bâ) ve (tâ) dır. «Va'llâhi», «Bi'l-lâhi», «Ta'İlâhi» demek gibi. Zira
bunların her biri yeminlerde ma'hûd-dur ve Kur*ân-ı Kerîm'de mezkûrdur.
Bazan yemîn harfleri
gizli olur ve söyleyen yemîn etmiş sayılır.
Meselâ; «Allâhi ben bu
işi yapmam.» gibi. Zira sözü kısaltmak için cer harflerinin hazfı, Arabın
âdetlerindendir. Sonra bazıları, cer eden harfin atılması sebebiyle Allah
lâfzının «Allâhi» okunacağını, bazıları da mahzûfa delâlet etsin diye böyle
okunacağım söylemişlerdir.
Bundan sonra musannif,
yeminin mucibini açıklamayı bitirince» yeminin mûcebini beyâna başladı. O da
keffârettir. Lâkin kei târet in-kılâb ânında yeminin mûcebidir. Zira yemîn
keffâret için meşru olmamistir.
Belki yemininde durmayıp bozduğu
vakitte keffârete inkılâb eder.
Musannif şöyle
demiştir: Yemini bozmanın keifâretij bir köle âzâd etmek yâhûd on yoksulu
doyurmaktır. Nitekim zıhârda olduğu gibi. Biz bunları yerinde açıkladık. Ya da
on yoksulun her birini bütün bedenlerini Örten giysi ile giydirmektir. Sâdece
don kâfî değildir.
Çünkü örfen, don giyene
çıplak denir. İmâm A'zam' (Rh.A.) dan ve Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet edilen
sahîh söz budur. İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) den rivayet edilen böyle değildir. O'na
göre: En azından içinde namaz kılmak caiz olacak giysidir.»
Eğer yeminini bozan
kimse, bu üç şeyden âciz olursa, yâni edâ etmek istediği vakitte âciz olursa,
üç gün arka arkaya oruç tutar. Bunda asıl olan Allah Teâlâ' (C.C.) nnı şu kavli
şerifidir:
«Yemin keffâreti,
ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek veya giydirmek ya da
bir köle âzâd etmektir. Bulama* yan üç gün oruç tutmalıdır; yemin ettiğinizde
yeminlerinizin keffâreti budur.»
Yemini bozmadan önce
keffâret caiz değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.) «Şayet mal ile olursa caiz olur.»
demiştir. Zira keffâreti, sebebi olan yeminden sonra edâ etmiştir. Çünkü
keffâret yemine muzâf olur. Bundan dolayı keffâret-i yemîn denilir. İzafet
sebebiyyetin delilidir. Sebeb-den sonra edâ ittifakla caizdir. Şu halde
yaraladıktan sonra, ölümden önce keffâret etmeye benzemiştir.
Bizim mezhebimizde
delil şudur: Keffâret suçu örter. Burada ise suç yoktur. Çünkü keffâret Allah Teâlâ' (C.C.) nin ismi şerifinin
hürmetini bozmakla meydana gelmiştir. Şu halde sebeb yemini bozmak olmuştur.
Yeminin kendisi değildir. Çünkü sebebin en aşağı mertebesi hükme götürücü
olmaktır. Yemin ise keffârete götürücü değildir. Zira keffâret yemîn
bozuldukdan sonra vâcib olur. Keffâretin yemine muzâf olmasına sebeb şudur: Zira
keffâret yeminden sonra onu bozmakla vâcib olur. Nitekim keffâretin oruca muzâf
olması gibi. Yaralamak bunun aksinedir. Zira yaralamak ölüme götürür.
Bir kimse ma'siyet
üzere yemîn etse, meselâ babası ile konuşmamak gibi, namaz kılmamak ve bunun
benzeri ma'siyet üzere yemîn etse, yemini bozup keffâret eder. Yâni onun için
uygun olan yeminini bozup keffâret etmektir. Zira Resûlüllah (S.A.V.)
şöyle buyurmuştur:
«Bir kimse bir yemîn
edip ve o yeminden başkasını (yâni, dönmeyi) ondan hayırlı görse, o hayırlı
olanı yapsın. Ondan sonra yemini için keffâret etsin.»
Her ne kadar Müslüman
olduktan sonra yeminini bozsa da kâfirin yemininde keffâret yoktur. Çünkü kâfir
yemine ehil değildir. Zira yemîn Allah Teâlâ' (C.C.) nm ta'zîmi için yapılır.
Küfür ise ta'zîme aykırıdır. Keffârete ehil de değildir. Çünkü keffâret, her ne
kadar arkasından ceza ma'nâsı gelse de ibâdettir.
Bir kimse mülkünü haram
kılsa, haram olmaz. Yâni bir kimse mâlik olduğu şeyi kendisine haram kılsa, o
şey ona haram olmaz. Şayet istibâha yapsa, yâni haram olan şeye mubah muamelesi
yapsa keffâret eder. İrnâm Şafiî (Rh.A.) «Ona keffâret lâzım olmaz. Çünkü yemîn
değildir. Ancak kadınlarda ve cariyelerde yemindir.» demiştir. Zîrâ helâl olanı
haram etmek, meşru olanı değiştirmektir, Yemîn meşru bir akld-dir. Şu halde
meşrûyu ters yüz eden lâfızla mün'akid olmaz. Nitekim tersi de böyledir. O da
haramı helâl etmektir.
Bizim delilimiz, Allah
Teâlâ' (C.C.) mn şu kavli kerîmidir:
«Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, niçin
(kendine) haram ediyorsun?»
Bunu ta'kîb eden âyette
de Allah Teâlâ (C.C.) şöyle buyurdu:
«Allah size,
yeminlerinizi keffâretle geri almanızı farz kılmıştır.»
Sonra denilmiştir ki:
Nebî-i Ekrem (S.A.V.) balı kendisine haram etti. Bazıları da, Mâriye'yi
kendisine haram etti, demişlerdir. Birinci ile amel zahirdir. İkincisi de
böyledir. Zira ibret lâfzın umûmunadır. Yoksa sebebin hususuna değildir.
Bir adam: «Her helâl
bana haramdır.» dese, yiyecek ve içecek ma'-nâsma yorumlanır. Ancak yiyecek ve
içecekten başka şeye niyet ederse, bunlara yorumlanmaz. Kıyâs olan, sözünü
bitirir bitirmez yeminin bozulmasıdır. Çünkü mubah bir fiile yâni benzeri
şeylere başlamıştır. Nitekim İmâm Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmiştir.
tstihsânın vechi şudur:
Maksûd, — ki sözünde durmaktır. — umûmu itibâra almakla hâsıl olmaz. Umûmun
itibârı düşünce örfen yiyeceğe ve içeceğe sarf olunur. Fetva, o kimsenin
karısının niyetsiz bâîn talâk ile boşanmış olmasıdır. Çünkü onda isti'mâli daha
çoktur.
Yine Farsça «Her helâl
bana haramdır.» demek gibidir. Çünkü bu sözün talâkda kullanılması daha
fazladır.
Adanan şeyin farz
ibâdetlerde aslı bulunursa; meselâ oruç, namaz, sadaka ve i'tikâf gibi, adayan
kimsenin onu yapması gerekir. Farzlarda aslı bulunmayan adak için bir şey
gerekmez. Meselâ farzlarda aslı bulunmayan; hastayı ziyaret, cenazeyi uğurlamak,
mescide girmek, köprü ve han yapmak ve su dolabı yapmak gibi ki adayanın bunları
yapması gerekmez. Küllî kaide budur.
Bir kimse mutlak nezr
etse, yâni: «Allah için bu ayın orucu benim
üzerime olsun.» dese veya dilediği bir şarta bağlı nezr etse, meselâ «E-ğer
benim gaibim gelirse, üzerime şöyle olsun.» dese, o şart da bulunsa, iki surette
de sözünü yerine getirmesi gerekir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse nezr edip
adını koyarsa, belirttiği şeyi yerine getirmesi gerekir.» buyurmuştur.
Ya da istemediği bir
şarta bağlı nezr etse, meselâ «Eğer ben zina edersem, üzerime şöyle olsun.»
dese, sözünde ya durur veya ketiaret verir. Fetva buna göredir. Yâni adayan
Kimse adağını, zina ve benzen gibi olmasını istemediği bir şarta bağlasa, sonra
yemininden dönse, o kimse iltizâm eylediği adağın yerine getirilmesi ile
keffâret arasmda muhayyer kılınır. Bu Şafiî' (Rh.A.) nin yeni sözüdür. (Çünkü
îmâm Şafiî' (Rh.A.J nin pek çok mes'elede iki sözü vardır.)
îmâm A'zam Ebû Hanife'
{Rh.A.) nin, ölümünden yedi gün önce Şafiî' (Rh.A.) nin sözüne döndüğü rivayet
edilmiştir. İmâm Şem-su'1-eimme es-Serahsî (Rh.A.) ve ondan başka Fukahâ'uın
büyükleri bununla fetva verirlerdi. Çünkü nezredenin sözü zahiri ile nezrdir,
ma'-nâsı ile yemindir. Zira nezreden bununla şartın icadım men etmeyi
kasdetmiştir. İmdi hangi yöne dilerse meyi eder. Eğer sübûtunu dilediği şarta
bağlarsa bunun aksidir. Çünkü yemin, ma'nâsı — ki men etmeyi kasd etmektir—
onda mevcûd değildir. Zira kasdı, şart kıldığı şeyde rağbetini göstermektir.
Sadra'ş-Şerîa (Rh.A.)
şöyle demiştir: «Ben derim ki: Eğer şart, meselâ «Eğer ben zina edersem»
sözündeki gibi haram olursa muhayyer olmaması gerekir. Çünkü muhayyerlik
tahfiftir. Haram ise tahfif gerektirmez.» Ben de derim ki: Tahfifi gerektiren
sebeb haram değildir. Belki tahfifin delili* bulunmasıdır. Zira lâfz bir
bakımdan nezr olup ve bir bakımdan da yemîn olunca, iki vechin gereği ile amel
etmek gerekir. İkisinden birinin geçersiz kılınması caiz değildir. İmdi
bizza-rûre tahfifi gerektiren tahyîr lâzım gelir. İmdi gerisini sen düşün ve
kendine gel!
Bir kimse mâlik olduğu
kölesini âzâd etmeyi adaşa, onu âzâd etmekle sözünü yerine getirir. Eğer yerine
getirmezse günahkâr olur. Kâdî onu zorlamaz. Yâni adayan kimse, mâlik olduğu
kölesine: «Şu köleyi âzâd etmek benim üzerime Allah için borç olsun.» dese,
kölenin âzâdı ile sözünü yerine getirmesi
gerekir. Eğer yerine getirmezse günahkâr olur. Lâkin kâdî onu zorlayamaz.
Bir kimse Mekke
fakirleri için bir şey adaşa, o adanan şeyi, Mekke fakirlerinden başkasına
vermesi caiz olur. Zira gaye, fakirin, ihtiyâcını gidermekle Allah Teâlâ'
(C.C.) ya yaklaşmaktır. Bunda belli bir yerin te'siri yoktur.
Fakîh Ebu'I-Leys
(Rh.A.): «Bu bizim üç bilginimizin sözüdür,» demiştir. İmâm Züfer (Rh.A.) ise,
«Ancak Mekke fakirlerine tasadduk edilmesi caiz olur.» demiştir.
Bir kimse on akçalık
ekmek tasadduk etmeyi adayıp on dirheme eşit, ekmekten başka bir şey tasadduk
etse, ya da ekmeğin değeri olan on dirhemi tasadduk etse caiz olur.
Birincinin caiz
olmasının sebebi şudur: Ekmeğin hassaten ihtiyâcı gidermekte te'siri yoktur.
İkincinin caiz olmasına gelince, ekmeğin değeri fakire daha faydalı olduğu
içindir.
Bir kimse: «Eğer ben şu
hastahkdan kurtulursam bir koyun boğazlarım.» dese, koyunu boğazlaması
gerekmez. Ancak o kimse: «Allah için bir koyun boğazlamak üzerime olsun.» derse,
bu takdirde boğazlaması gerekir. Çünkü gerekmek ancak adak ile olur, adağa
delâlet eden ikincisidir; birincisi değildir.
Bir kimse muayyen bir
ayın orucunu tutmayı adaşa, o, ayın orucunu ardarda tutması gerekir. Lâkin bir
gün iftar etse, onu kaza eder. Ona yeniden başlamak lâzım gelmez. Yâni bir
kimse: «Allah için Şa'ban ayını oruç tutmak benim üzerime olsun.» dese ve o ayda
bir gün iftar etse, yalnız o günü kaza eder. Her ne kadar adağında ardarda demiş
ise de; yeniden başlamak icâbetmez. Çünkü muayyen bir ayda ardarda olması şartı
hükümsüzdür. Zira ay günlerin ardarda olmasiyle mütetâbi'-dir. Bir de yeniden
başlamak mümkün değildir. Çünkü ay muayyendir.
Bir kimse malından bin
dirhem tasadduk etmeyi adaşa,, halbuki ancak yüz dirheme mâlik olsa, ona ancak o
yüz dirhemi tasadduk etmek lâzım gelir. Sahîh olan söz budur. Çünkü mâlik
olmadığı şeyde, mülkde nezr yoktur. Mülkün sebebine izafe de yoktur. Binâenaleyh
sahih olmaz. Nitekim: «Benim malım yoksullara sadaka olsun.» dese ve malı da
olmasa, sahîh olmaz. Yâni bir şey gerekmez.
Bir kimse şu yüz akçayı
fülân gün fülân kimseye tasadduk etmeyi adaşa, bir başka yüz akça ile o günden
önce başka bir fakire tasadduk etse, caiz olur. Çünkü bilirsin ki, bu husûsiyyât
fakirin ihtiyâcının giderilmesi hâsıl oldukdan sonra nıu'teber değildir.
Bir kimse: «Benim
üzerime nezr (adak) olsun.» deyip sussa ve onun niyeti de olmasa, yemîn
keffâreti lâzım gelir. el-NevâziTde böyle zikredilmiştir.
Bir kimse yeminine
«İnşâellâhu T e âlâ» sözünü eklese, yemini bâtıl olur. Yâni bir kimse yapmak veya yapmamak üzere yemîn etse ve ondan
sonra sözüne «înşâallâhu Teâlâ» yi eklese hânis olmaz. Çünkü üç Abdullah'dan (ki
bunlar Fukahâdan ictihâd ile tanınmış olan Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn
Abbâs ve Abdullah İbn Ömer' (R.Anhüm) dir.) mevkûfen veNtnerfûan şu hadîs-i
şerif rivayet edilmiştir:
«Bir kimse yemîn edip
inşâallah dese, şüphesiz ki'o kimse istisna yapmıştır. Bir kimse istisna yapsa
ona yeminden dönmek yoktur. Kef-fâret de yoktur. Lâkin ittisal lâzımdır. Zira bu
üıfisâlden sonra (yâni ayırarak söylerse) rücû'dur. Yeminlerde ise rücû' sahih
olmaz.»
îbn Abbâs' (R.A.) dan
rivayet edilmiştir ki: Kendisi, Allah Teâlâ' (C.C.) nra:
«Unuttuğun zaman
Kabbini an.» kavli kerîminden dolayı,
altı aya kadar ayn (munfasıl) olan istisnaya cevaz verirmiş. Yâni sen bitişik
istisnayı unuttun ise ayrı olarak istisna eyle, demektir.
Bizim Şeyhlerimiz;
«Ayrı olan istisnanın sahîh kabul edilmesinde, alım - satımlar, nikâhlar ve daha
başka akidlerin hepsinin raülzim oit
maklıkdan çıkarılması vardır ve muhallile ihtiyâç kalmaz.» demişlerdir. Zira
boşayan kimse, şayet pişman olsa, istisna eder. Allah Teâlâ' (C.C.) nm:
«Unuttuğun zaman
Rabbini an.» âyet-i kerîmesinin ma'nası ise, şayet sen sözünün başında
inşâallâhu Teâlâ demeyi hatırlamadı isen, sözünün sonunda sözüne bitişik olarak
söyle demektir.
Rivayet edilmiştir ki; Megâzî
adlı kitabın sahibi Muhammed İbn İshâk (Rh.A.), Halîfe Mansûr'un yanında idi.
Megâzî adlı kitabı okuyordu. İmâm A'zam EbûvHanîfe (Rh.A.) de orada
bulunuyordu. Muhammed İbn İshâk (Rh.A.), İmâm A'zam' (Rh.A.) a karşı Halîfeyi
öfkelendirmek isteyip, «Bu şeyh senin ceddin İbn Abbâs'a munfasıl istisnada
muhalefet etti.» dedi. Bunun üzerine Halîfe, İmâm A'zam' (Rh. A.) a; «Benim
ceddime muhalefet edecek kadar büyüdün mü?» dedi. İmâm A'zam (Rh.A.) da bu söz
üzerine: «Şüphesiz bu adam (yâni Muhammed İbn. İshâk), ^mülkünü senin üzerine
bozmak istiyor. Çünkü eğer munfasıl istisna caiz olsa, insanlar sana bey'at
ederler, yemin ederler, ondan sonra çıkarlar ve istisna ederler. Sonra sana
karşı gelirler ve korkmazlar.» dedi. Halîfe, «Ne güzel söyledin.» deyip
Muhammed İbn İshâk' (Rh.A.) a kızdı ve onu yanından çıkardı.
As! olan şudur ki:
Yeminlerde kullanılan lâfızlar bizim mezhebimizde örfe dayanır. Şafiî' (Rh.A.)
ye göre, hakikate dayanır. Zira hakikat murâd edilmesi, mecaz murâd
edilmesinden evlâdır. İmâm Mâlik* (Rh.A.) e göre, Allah' (C.C.) in kelâmının
ma'nâlan üzeredir.
Bir kimse eve girmemeye
yemîn etse, o evin sof/asına girmekle yeminini bozmuş olur. Zira ev tavanlı
bina" için isimdir ki, onun girişi bir tarafından olup gecelemek için bina
edilmiştir. Onun duvarları gerek dört olsun ve gerekse üç olsun müsavidir. Bu
ma'nâ ise soffada vardır. Ancak şu kadar fark vardır ki, soffanm giriş yeri
fazlaca geniştir. Ev adı onu da kapsar. Böyle olunca soffanm yerine girmekle
yeminini bozmuş olur. Ancak soffadan başkasına niyet etmiş ise o takdirde
sof-faya girmekle yeminini bozmuş olmaz. Sahih olan kavi de budur. Sahih kavi
denmesi, soffa ancak dört.duvarlı olursa yeminini bozmuş olur, diyen bazılarının
sözünden ihtirazdır. Küfe halkının soffaları dört duvarlı bihâ edilmiş idi. Eve
girmemeye yemîn eden kimse, Kâ'be'ye, mescide, havraya ve kiliseye girmekle
yeminini bozmuş olmaz. Havra ile kilisenin ma'nâlannı daha önce açıkladık. Çünkü
ev —nitekim bilirsin — gecelemek için bina edilmiştir. Bunlar ise, öyle
değildir.
Dehlize girmekle de
yemini bozulmuş olmaz. Zira, dehliz dahî içinde gecelemek için bina edilmiş
değildir. Bazısı, «Dehlize girmekle yemini bozulmuş olur. Çünkü onda âdeten
geceleyebilir.» demiştir. Ben derim ki, bu miktar dehlizin ev olmasına yetmez.
Belki binasının gecelemek için olması gerekir. Nitekim daha Önce geçti. Şayet
orada âdeten gecelenirse onun binası gecelemek için olur, denilemez. Zira
mülâ-zeme memnudur,
Eve girmemeye yemîn
eden kini.se, evin kapısının gölgeliğine girmekle de yeminini bozmuş olmaz.
Gölgelik (zulle) evin kapısı üzerinde olan
uzatmadır. Üzerinde bina olmaz. Şayet gölgelik evin kapısı üzerinde olup sokak
üzerinde olsa o ev sayılmaz. Şu halde ona giren kimse yeminini bozmuş olmaz.
Eve girmemeye yeminde,
o eve harâb olduğu halde girse, yemini bozulmuş olmaz. Şu evin içine girmem
derse, bozulur. Velev ki ev sahra olsun veya yerine yıkıldıktan sonra başka ev
yapılmış olsun. Zira ev (dâr), Arab ve A'cem'de arsanın adıdır. Dâr-ı âmire ve
dâr-ı gâmire denilir. Yâni bakımlı ev ve harâb ey demektir. Arabın şiirleri buna
şâ-hidlik eder, Bina onda vasıftır. Şu kadar var ki, vasıf hâzırda geçersizdir
ve gâibde mu'teberdir. Bu ibare Hidâye'n indir. Bunun tahkiki şudur ki,
Hidâye'nin vasf ile muradı, cevheri ile kâim olan arazi sıfat olmayan" şeydir.
Gençlik ve ihtiyarlık ve bunların benzerleri gibi. Belki o vasıf, hem arazî bir
sıfat ve hem başka cevher ile kâim bir cevheri de kapsar ki, o diğer cevher
onun için güzellik ve kemâl olur. O cevherin diğer cevherden eksik olması onun
için çirkinlik ve noksanlık olur. Hattâ Ulemâ vasf ile miktarın arasını
ayırmışlardır. Nitekim yakında Kitâbu'l-Buyû'un baş taraflarında inşâallâhu
Teâlâ açıklaması .gelecektir ki, vasf, teşkîsı aslına zarar îrâs eden şeydir,
miktar onu îrâs etmez. Arşınla ölçülen şeylerde arşına müsâvî olan şeyi vasf;
kile ile ölçülen şeylerde (mekîlât) ölçeğe müsâvî olanı miktar yapmışlardır.
İmdi dâr, arsanın ismi, bina bunun vasfı olunca, dâr nekre kullanıldığı zaman
gâib olur. Şu halde o darda bina mu'teber olur. Bina bulunmayınca yeminden
dönmüş olmaz.
Şayet dâr belirli
(ma'rife) isim olarak kullanılırsa, hâlen mevcûd olur. Ve orada bina itibâr
olunmaz. Bina bulunmayınca yemini bozmuş olur. Sen bunu bildikten sonra şunu da
bil ki; Sadru'ş-Şerîa' (Rh. A.) dan bu konuda sâdır olan şey zikredilen gibi
şaşılacak şeylerdendir. Zira o, İmamların cumhuruna doğru olmayan bir görüş ile
muhalefet etmiştir. Bu konuda demiştir ki: Biline ki, Fukahâ «Şu haneye gir
mera.» diye yemin eden kimse dâr (hâne) yıkılmış olduğu halde girerse, yemîni
bozmuş olur. Zira hâne ismi harabeye verilir, demişlerdir. Bu sebeb (illet),
hiçbir haneye girmemeye yemin edip harâb olduğu halde girdikde yemîni bozmuş
olmayı gerektirir. Ondan sonra hâzırda vasf geçersizdir, diye ayırım yapmaları,
boş bir farktır, geçersizdir. Zira bunun ma'nâsı; şayet işaret olunan şey bir
nitelikle vasf olunsa, meselâ: «Şu gençle konuşmam.» demek gibi. İmdi bu yemîn
eden kimse o gençle yaşlı olduğu halde konuşsa, yemîni bozmuş olur. Zira genç
ile nitelemek geçersizdir. Bizim: «Şu haneye girmem.» veya «Hâ-ney'e girmem.»
dememizde vasf nerededir ki, ikisinden birinde geçersiz olup diğerinde geçersiz
olmasın. Sonra bu ma'nâ, «Şu eve girmem.» demekle yemîni bozmuş olmayı
gerektirir ve «Hiçbir eve girmem.» demekte, eğer yıkılmış olarak sahra olduğu
halde girerse, yemini bozmamayı gerektirir. Zira gecelemek vasftır.
Binâenaleyh, işaret ediien şeyde geçersizdir. İmdi ev adının ortadan kalkması
işaret edilen şeyde itibâr edilmemek gerekir. Bundan sonra Fufeahâ demişlerdir
Jkİ: «Şu haneye girmem.» sözünde, o hâne hamam yapıldıkdan sonra girse, ye-mîn
eden yeminini bozmuş olmaz. Çünkü hâne olarak kalmadı.» Sad-ru'ş-Şerîa' (Rh.A.)
nın söylediği fâsiddir. Evvelâ şunun için ti; «Bu se-beb haneye girmemeye yemin
eden harâb olduğu halde girerse, hânis olması gerekir.» sözü Hidâye'nin «Şu
kadar var ki, vasf hâzırda geçersiz ve gâibde mu'teberdir.» sözünden gafil
olmasından dolayıdır.
Saniyen, «Vasfın
ma'nâsı,-şayet işaret edilen bir sıfatla nitelense, meselâ: «Şu genç ile
konuşmam.» demek gibi. îmdi o yemîn eden kimse onunla ihtiyar olduğu halde
konuşsa, yemini bozmuş olur. Çünkü genç diye nitelemek geçersizdir.» sözü vasfın
ma'nâsmdan gafil olmasından dolayıdır. Daha önce geçti ki, bina hanede
vasıftır. Nitekim Hidâye'de bu açıklanmıştır.
Sâlisen; «Bu ma'nâ «Şu
eve girmem» demekde hânis oimayı gerektirir ve «Eve girmem» demekde hânis
olmamayı gerektirir, dediği... ilâh.» sözü tamamen yanlıştır. Ev (beyt) ile hâne
(dâr) nin arasını ayıramamaktan ileri gelmektedir. Yine gecelemek ev (beyt)
için hâlis bir vasf değildir. Zira vasf, bildiğin gibi, zât üzerine ziyâde zâtla
kâim bir şeyden ibarettir. Gecelemek ise böyle değildir. Belki evin (beytin)
bi-nâsi için ilîet-i gâiyyedir. Dâr (hâne) bunun aksidir. Zira bina arsa olan
hâne üzere zaittir.
Râbian; «Bundan sonra
Fukahâ «Şu haneye girmem») diyen yeminli kimse, orası hamam yapıldıkdan sonra
girse yemini bozmuş olmaz. Zira-hâne olarak kalmamıştır.» sözünün özeti şudur:
Hâne arsadan ibaret olunca, hamam bina edildiği zaman girse, arsanın var olması
sebebiyle yemini bozmuş olması lâzım gelirdi. Halbuki bu da fâsiddir. Çünkü hâne
hem sırf arsaya denir; hem de arsanın üzerine yapılan şey ile beraber arsaya
denilir. Ama, arsanın üzerine haneden başkası bina edilse veya onda bir gûnk
tasarruf yapılarak, onunla hâne adı Örfen ondan zail olsa, hâne olmaz. Galiba bu
faziletli zât, Hidâye'nin itibâr ettiği hususlara teemmül ve tefekkür şöyle
dursun onun sözlerine ve ibarelerine bile bakmamıştır.
«Doğruyu ilham eden
Allah'a hamd olsun. Varılacak yer O'dur.»
Keza üzerinde durmakla
da yemini bozmuş olur. Zira hanenin üzerinde durmak hânis olmayı gerektirir.
Çünkü satıh hanedendir. Görülmez rni k(, mu'tekif mescidin üstüne çıkmakla,
i'tikâfı bozulmuş olnıaz. Bazıları, «Bizim örfümüzde yemini bozmuş olmaz.»
demişlerdir. Nitekim, hâne mescid, hamam, bostan veya ev yapılsa, o vakitte
hânis olmaz. Zira üzerine başka bir isim arız olduğu için, haneliği
kalmamıştır.
Ya da hamam ve
benzerlerinin yıkılmasından sonra girse, yemini bozmuş olmaz. Zira (hâne) ismi
bununla geri dönmez. Ev (beyt) dahî hâne gibidir. Yâni «Şu eve girmem» diye
yemîn etse, eğer yıkılıp sahra olduğu halde girerse, yemini bozmuş olmaz. Zira
ev adı ortadan kalkmıştır. Çünkü onda gecelenilmez. Hattâ duvarları kalıp tavan
düşse, ona girdiği zaman yemini bozmuş olur. Zira onda gecelenir. Tavan ise onda
vasıftır.
Ya da başka ev bina
edildikden sonra girse, yemini bozmuş olmaz.
Zira isim,
yıkılmasından sonra bakî kalmamıştır.
Ya da «Şu haneye
girmem.» diye yemîn edip, kemerinin altında kapısı kapalı iken dışında kalacak
şekilde dursa, yemini bozulmaz. Zira kapı haneyi ve içinde olan şeyi korumak
içindir. Kapının dışı haneden değildir.
Ya da hanede oturduğu
halde «Şu hanede oturmam» diye yemîn etse, veya «Şu giysiyi giymem» diye yemîn
edip giysi sırtında olsa, veya hayvanın sırtında olduğu hâlde: «Şu hayvana
binmem» diye yemîn etse, birincide haneden taşınmaya başlasa, ikincide giysiyi
çıkarsa ve üçüncüde hayvandan inse, bu işleri beklemeksizin yapsa? yemîn eden üç
suretten hiçbirinde yemini bozmuş olmaz, tmâm Züfer (Rh.A.), «Az da olsa şart
bulunduğu için yemini bozmuş olur.» demiştir.
Bizim delilimiz şudur:
Yemîn birr (bozmamak) için akdolunur. İmdi bozmamayı gerçekleştirme zamanı
bundan istisna edilmiştir. Eğer yemin eden kimse hâli üzere bir müddet
eğlenirse, yemini bozulur. Zira bu fiiller için emsali yenilenmekle devam
vardır. Hattâ bunlar için müddet konur. «Bir gün bindim.» ve «Bir gün giydim.»
denilir. Girmek bunun aksinedir. Zira her ne kadar zarf ma'nâsına caiz olursa da
müddet ve vakit bildirme ma'nâsına «Bir gün girdim» denilmez. Meselâ: Giysiyi
baştan giymeye niyet etse, tasdik edilir. Zira sözünün muhtemelidir. Şu halde
eğlenmek ile yemini bozmuş olmaz.
«Şu haneye girmem» diye
yemîn edip, halbuki kendisi içinde olsa, oturmakla yemini bozmuş olmaz. Ancak
dışarı çıkıp ondan sonra girerse yemini bozmuş olur. Kıyâs, oturmasiyle yemini
bozmuş olmakdı. Zira devam için başlangıç hükmü vardır. İstihsânın vechi ise
şudur: Girmek için devam yoktur. Çünkü girmek dışarıdan içeriye ayrılmaktır.
yemîn eden kimsenin şu
hanede; şu evde veya şu mahallede otür-mamaya yemîn etmesinde, ailesi ve bütün
eşy,âsiyle çıkması mutlaka lâzımdır. Hattâ bir kazığı kalsa yemini bozulur. Bu
İmâm A'zam' (Rh. A.) a göredir. îmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.), eşyasının çoğunu
nakletmesine itibâr eder. Zira, hepsinin nakli bazan imkânsız olur, demiştir.
İmâm Muhammed (Rh.A.), gerekli ve zaruri eşyanın nakline itibâr edilir. Çünkü
bunlardan başkası. süknâd&n (meskenden) değildir.» demiştir. Fu-kahâ; İmâm
Muhammed' (Rh.A.) in sözü insanlara daha iyi ve daha uygun, demişlerdir.
Şehir ve köy
zikredilenlerin aksidir. Zira şehir ve köyde birr (bozmamak), ailenin ve
eşyanın nakline mütevakkıf olmaz. Zira yemîn eden kimse örfen intikâl ettiği
yerde sakin sayılmaz. Birincisi bunun
aksinedir.
«Şu haneden çıkmanı»
diye yemin eden kimseyi, bir kimse kendi emri ile taşıyıp çıkarırsa, yemini
bozulmuş olur. Zira nıe'mûrun fiili emredene âiddir. Ve bir hayvana binip onunla
çıkmak gibi olur. Yemîn eden kimse emretnıeksizin, zorla çıkarılırsa yemini
bozulmaz. Zira fiil, emri olmadığı için yemîn edene intikâl etmez. Velev ki,
çıkmaya razı olsun. Çünkü intikâl emir ile olur. Sadece çıkmakla olmaz.
«Şu haneye girmem) diye
yemîn etmek de; kısımları ve hükmü itibariyle bunun gibidir. Kısımlar, emri ile
ve emri olmaksızın,, ya zorlanarak veya razı olarak çıkmasıdır- Birincisinde
hüküm, yemini bozmuş olmaktır. Son ikisinde hüküm yemini bozulmuş olmamaktır.
«Vallahi evimden ancak cenaze için çıkarım.» diye yemîn eden kimse, cenazeye
çıkıp sonra başka iş yapsa da yemini bozulmaz. Zira onun çıkması ancak cenaze
içindir. Vikâye'de: «Eğer cenazeye çıkıp ondan sonra başka işe giderse»
denmiştir ki, bu kitabın kopyasını çıkaran ilk kâtibin hatâsı olacaktır. Zira
sözün mefhûmu, yemîn eden kimsenin cenazeden başkasına çıkmasını gerektirir.
İmdi hasr bâtıl olup yemini bozmuş olur. Bundan dolayı ben «Cenazeye çıkıp ondan
sonra baş.ka işe gelirse» dedim. Nitekim Hidâye'de: «Cenazeye çıkıp ondan sonra
başka bir hacete gelirse» denilmiştir.
Mekke'ye çıkmamak üzere
yemîn eden kimse, Mekke için çıkıp ve geri dönse, Mekke kasdı üzere çıkmak
bulunduğu için — ki o şarttır — yemini bozmuş olur. Mekke'ye gelmemek üzere
yemîn eden kimse, Mekke'ye girmedikçe yemini bozmuş olmaz. Zira gelmek ancak
girmekle olur. Yemîn eden kimsenin Mekke'ye gitmemek üzere yemini Mekke'ye
çıkmamak üzere yemini gibidir. Bazıları, «Mekke'ye gelmemek üzere yemini
gibidir.» demiştir. Bazıları da, «Mekke'ye çıkmamak üzere yemîni gibidir»
demiştir ki, esah olan söz budur. Zira yemin edenin gitmemesi zevalden
ibarettir.
Eğer yemin eden kimse:
«Mutlaka Mekke'ye gideceğim» diye yemin edîp, ölünceye kadar Mekke'ye gitmese,
yemini bozulur. Zira bundan ünce yemininde durması rne'muldür. Ümit ancak
ölürken kesilir.
Yarınki gün kadir
olursa mutlaka fülâncaya gelmeye yemin eden kimse, eğer o gün engelsiz gelmezse,
yeminini bozmuş olur. Hastalık veya Sultanın menetmesi gibi engele itibâr
edilir. Hakikate niyyeti tas-dîk edilir. Yâni: «Fiille beraber olan gerçek güç
yeterliğini murâd eyledim» derse — nitekim Kelâm Kitaplarında anlatıldı —
diyâneten tasdik edilir, kazaen tasdik edilmez. Zira güç yetmek, örfde sebeb ve
âletlerin selâmetine denir (ki bundan murâd mâni' bulunmamaktır.). Diğer ma'nâ
zahirin aksinedir,
Bir kimse itilânın
evine girmemeye yemîn etse bununla âdetin delâleti ile oturmak nisbeti murâd
edilir. Âdet şudur: Haneye düşmanlık olmaz ve zâtı için hâne terk edilmez. Eelki
evde oturanlardan hoşlanmadığı için terkedilir. Şu kadar var ki, orada oturmak
bazan hakîkaten olur. Bu zahirdir. Bazan da delâleten olur. Ev onun mülkü olduğu
için orada oturmaya kadir olur. İmdi fülânın mülkü olan eve girmekle yemini
bozmuş olur. Halbuki fülân onda durmamaktadır. Gerek fülân-dan başkası otursun,
gerekse oturmasın müsavidir. Zira ,takdiri oturmanın delili mevcûddur. O delü
mülktür. Hâniyye'de ve Zahîriyye'de'bu açıklanmıştır. Lâkin Şems'ul-Eimme
(Rh.A.) demiştir ki; Eğer o evde başkası otursa, yemîn eden kimse ona girmekle
yemini bozmuş olmaz. Zira başkasının fiili ile ona nisbeti kesilmiştir.
Ya da başkasının evine
ayağını basmamaya yemîn eden kimse, mutlak olarak o eve girmekle yemini bozmuş
olur. Yâni gerek binek gerek yayan gerek yalınayak gerekse ayakkabı ile girsin
müsavidir. Çünkü burada gerçek ma'nâ terkedilmiştir. Zira yemîn eden kimse yanı
üzere yatıp, ayaklarını hanenin içine koysa, bedeninin geri kalan kısmı evin
dışında olsa, örfde ona ayağını haneye koydu, denilmez. Gerçek bırakılınca,
mecazî ma'nâ murâd edilmiştir. O da örf karinesi ile mutlak olarak girmektir. '
.
Yemîn eden kimsenin
karısına: «Ancak benim iznim ile çıkacaksın.» diye yemininde durmuş olmak için,
her çıkış için izin şart kılınmıştır. Bunun ma'nâsı: «Benim iznim olmadıkça
hiçbir kere çıkma.» demektir. Nekre olumsuz siyakında umûm olur, içinden bâzısı
çıkarılınca, geri kalanı umûm üzere kalır,
«Sen çıkma, ancak sana
izin verirsem çık» diye yemininde her çıkmak için izin gerekmez. Çünkü
istisnanın hakikati üzere bunun yorumlanması mümkün olmaz. Zira izin çıkmak
cinsinden değildir. İmdi ikisi arasında ilgi bulunduğu için gaye üzere
yorumlanmıştır. Çünkü gaye, mugayyânm uzamasını kesmek, sonunu bildirmektir.
Nitekim istisna da, müstesna minh için kasr ve hükmünün bitimi için
açıklamadır. Bu konuda değerli araştırmalar vardır. Biz onu Mirkât Şerhinde
anlattık, isteyen oraya baksın.
Meselâ; kadın çıkmak
istese, koca karısına: «Eğer çıkarsan sen boşsun.» dese yeminin bozulması için
fiilin derhal yapılması şarttır. Yâni, kadın çıkmak istese, kocası da «Çıkarsan
boşsun» dese, kadın biraz oturup ondan sonra çıksa yemini bozmuş olmaz. Buna
fevr (ânî) ye-mîni adı verilir. İmâm A'zam (Rh.A.) bu yemini izhârında tek
kalmıştır. Vechi şudur: Konuşanın muradı o zikredilen çıkıştan örfen
menetmektir. Yeminlerin ise dayanağı örftür. .
Çağıranın: «Gel benimle
kahvaltı et.» demesinden sonra, «Eğer kahvaltı edersen» sözünde yeminin
bozulması için onunla beraber kahvaltı etmesi şart kılınmıştır. Yâni Zeyd,
Bekr'e; «Otur benimle kahvaltı et» dedikde, Bekr: «Eğer kahvaltı edersem, kölem
hür olsun.» dese, ve evine dönüp kahvaltı etse, yemini bozmuş olmaz. Zira onun
sözü cevâb olarak söylenmiştir. Şu halde soruya uygun olur. Ve çağrıldığı
-kahvaltıya yorumlanır. Şayet «Bugün» sözünü ekleyip de «Eğer bugün kahvaltı
edersem» dedi ise, yemini bozmuş olmak için mutlak kahvaltı yeter. Çünkü, bu söz
cevâbı aşmıştır. Yeni bir cümle sayılır.
Me'zûn olan kölenin
bineği, yemin hakkında kölenin sahibinin değildir. Ancak kölenin borcu
nıüstağrlk olmayıp, ona niyet ederse sahibinindir. Yâni me'zûn kölenin sahibi
fülânın hayvanına binmemeye ye-mîn etse, ve kendi izin verdiği kölesinin
hayvanına binse, eğer o me'zûn kölenin rakabesi ve kazancını kaplayan borcu
varsa, İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre, yemini bozmuş olmaz. Zİrâ bu takdirde hayvan
Zeyd'in değildir. Eğer o me'zûn kölenin üzerinde deyn-i müstağrak yok ise,
Zeyd'in hayvanı ile ona mahsûs olan hayvanı niyet ederse, yemini bozmuş olmaz.
Eğer Zeyd'in mülkü olan hayvana binmemeye niyet etti ise, gerek o hayvan Zeyd'in
hassaten kendisi için ve gerek me'zûn kölesi için olsun müsavidir. Bu takdirde
yemini bozmuş olur. Ebû Yûsuf (Rh.A.), «Eğer niyet etti ise mutlak yemini bozmuş
olur.» demiştir. İmâm Mu-hammed (Rh.A.), «Gerekse niyet etmesin yemini bozmuş
olur.» demiştir.
Ağaçtan yemekle meyvesi
nıurâd olunur. Yâni eğer bir kimse: «Şu ağaçtan yemem» diye yemin etse, bu söz
ile ağacın meyvesi murâd edilir. Zira gerçek ma'nâ hissen terk edilmiştir.
«Şu buğdaydan yemem»
diye yemininde, İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, çiğnemesi murâd olunur. Hattâ o
buğdayın ekmeğinden yese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre yemini bozmuş olmaz.
İmâmeyn' (Rh. Aley-himâ) e göre bu sözü ile zikredilen gibi yemini bozmuş olur.
Bu hilaf ikisi arasında diğer bir hilafa dayandırılmıştır. Diğer hılâf şudur:
Lâfzın kullanılan gerçek ma'nâsı olsa ve bir de örf olmuş mecazî ma'nâsı olsa,
İmâm A'zam (Rh.A.) gerçek ma'nâyı tercih eder. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ise mecazî
ma'nâyı tercih ederler. Binâenaleyh, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, murâd
mecazen içinin yenmesîdir. İmdi mutlaka onun yenmesiyle, mecazın umûmu ile amel
yönünden yemini bozmuş olur.
«Şu.undan yemem» diye
yemininde ondan yapılan şey murâd edilir. Zira âdeten unun aynı yenilmez.
Binâenaleyh, gerek ekmek ve gerekse ekmekten başka yapılan şeye yorumlanır.
Vikâye'de: «O unun ekmeğinin yenmesiyle» denmiştir. Ben derim ki: Bu sahîh
değildir. Çünkü «Ekmeğini yemekle» lâfzında olan(bâ) (mukayyeddir) sözüne
müteâlliktir. Bununla kaydlanmca, başkasını kapsamaması vâcib olur. Bu sözün
bâtıl olduğu açıktır. Onu Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) nm; «Yâni ondan ekmek ve
benzeri yapılan şeyi yemekle» dediği sözü tashih edemez. Belki fesadı zahir
olur. Zira muayyen ile kayd edilince, ıtlâkın sahîh olmaması vâcib olur. Şu
halde bu açıklama ile nasıl sahîh olur. İmdi sen gerisini düşün ve doğru olana
yönel!
Kebâb ile et murâd
edilir. Patlıcan ve havuç murâd edilmez. Kızartma demekle, et kızartması murâd
edilir. Baş ile murâd, yeınîn eden kimsenin şehrinde satılan ve o şehrin
fırınlarında pişirilen baştır. Zira örf budur. Yağ ile de iç yağı murâd edilir.
Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, yağ
sırttakini de kapsar.
Ekmek lâfzı ile yemin
eden kimsenin şehrinde mu'tâd olan ekmek murâd edilir. Şehirlerin çoğunda mu'tâd
olan buğday ve arpa ekmeğidir. Her ne kadar bazı şehirlerde dan ve mısır ekmeği
mu'tâd ise de, bazısında da buğday ve arpa ekmeği mu'tâddır.
Meyve ile, elma, karpuz
ve zerdali murâd edilir. Yaş üzüm, nar ve yaş hurma, acur ve hıyar murâd
edilmez. Bu İmâm A'zam' (Rh'A.) a göredir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre yaş
üzüm, nar ve yaş hurma meyvedir.
Nehirden içmekle kerâ'
murâd edilir. Kerâ, suyu yerinden ağzı ile almaktır. Hattâ bir kimse Dicle
nehrinden içmeyeceğine yemîn edip çanak ile içse, ağzı ile içmedikçe yemini
bozmuş olmaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) buna muhaliftir.
Nehrin suyundan
içmemeye yemininde kerâ' ınurâd edilmez. Belki nehirden çanak ve çanağın benzeri
şey ile içerse, yemini bozmuş olur. Zira su avuçla alındıkdan sonra o nehre
nıensûb olduğu balde kaiır. Şart olan da budur.
«Şu ham hurmadan
yemem.» diye yemin eden kimse, olgununu yemekle ve «Şu yaş hurmadan yemem.»
deyip kuru hurma yemekle ve «Şu sütten içmem.» diye yemininde, süzülmüş yoğurdu
yemekle yemini bozmuş olmaz. Zira bunlar yemine sebeb olan sıfatlardır. Yemini
bunlar ile mün'akid olur. Kuzu için, «Şunun etinden yemem.» diye yemin etse ve
«Şu küçük çocuk ile veya şu yiğit ile konuşmam.» diye yemin etse de, ve kuzu
koç oldukdan sonra etinden yese, çocuk veya yiğit ihtiyar oldukdan sonra
konuşsa, bu yemîn eden kimse yemini bozmuş olur. Zira zikredilen vasıflar yemine
sebeb değildir. Çünkü şeriat bize yiğitlerin ahlâkını taşımayı ve küçük
çocuklara güler yüzlü olmayı emretmiştir. Kâfî'de açıklanmıştır ki; muayyende
sıfat geçersizdir. Ancak yemine sebeb olursa geçersiz değildir. Nitekim yaş
hurma mes'elesinde olduğu gibi. Zira ba'zan yaş hurma yemîn edene zarar verir.
Kuru hurma zarar vermez.
«Ham hurma yemem» diye
yeminde ya§ hurma yese, yemini bozmuş olmaz. Zira yaş hurma ham değildir.
Bu mes'ele ile ondan
Önce gelen mes'elenin arasında fark; hamlık ve yaşlık sıfatı burada muayyende
bulunmalarıdır.
Fukahânın: «Sıfat
muayyende geçersizdir.» demelerinin gereği geçersiz olmasıdır. Lâkin o sıfat
yemine sebeb olan sıfat olduğu için geçersiz olmamıştır. Burada sıfat nekirede
(belirsizde) bulunmuştur, İmdi bu sıfat mu'teberdir. Bundan şu anlaşılır:
Sadr'uş-Şeria' (Rh.A.) nın; ma'lûm ola ki, bizim «Şu hamdan yemem diye
yemininde, yaş hurma yese» sözümüz ile «Ham yemem diye yemîn edip yaş hurma
yese» sözümüzün arasında fark yoktur. Şuna binâen ki, yaş ile ham hurma cins
isimlerdendir. Ham hurma, yaş hurma olunca, başka bir mâhiyet alır. Nitekim biz
onu «Eve girmem» mes'elesinde açıkladık.» sözü babın başındaki bozuk sözüne
dayanmakla beraber Hidâye'nin ve Kâfî'nin ve başkalarının sözlerine de
aykırıdır. Onlarda hamlık ve yaşlık sıfatı yemine sebeb olan şeylerdir. Zira ham
ve benzerleri gerçekde cins isim ise de hamlık sıfatının ve bunun benzerinin
itibâra alınması, hamın ve bunun benzerlerinin cins isimlerden olmasına
aykırıdır. İmdi gerisini sen düşün!
«Et yemem» diye yemîn
eden kimse, balık yemekle yeminini bozmuş olmaz. Kıyâs yeminini bozmuş olması
idi. Zira balık Kur'ân-ı Ke-rim'de et dîye adlandırılmıştır.
İstihsâlim vechi şudur:
Bu adlandı rina mecazidir. Zira etin kaynağı kandandır. Balığın ise, suda
yaşadığı için'kanı yoktur.
«Et veya yağ yemem»
diye yemin eden kimsenin kuyruk yemesiyle
yemini bozulmuş olmaz;
Zira kuyruk üçüncü bir çeşittir. Hattâ kuyruk, etlerin ve yağların kullanıldığı
gibi kullanılmaz.
Yaş hurma satın
almamaya yemin eden kimse, hanım salkımını satın alsa ve onda yaş hurma olsa,
yemini bozmuş olmaz. Zira satın almak toptandır. Azmlıkda olan ise tâbi
durumundadır. Eğer yemîn, yemek üzerine olursa yemîni bozmuş olur. Zira yemek
azar azar olur. îmdi ondan her biri maksûd olmuştur. Ve şöyle olmuştur: Arpa
satın almamaya veya yememeye yemîn edip de buğday satın alıp ondan arpa
daneleri çıksa, ve onları yese yemîni bozulur. Satın almada yemini bozulmaz.
«Yaş hurma veya ham
hurma yemem» yâhûd «Ne yaş hurma yerim ne koruk» dese, müzennib yemekle yemîni
bozulur. Koruğun müzennibi, çoğu koruk olan hurmadır Birazı olgunlaşmıştır.
Müzennib yaş hurma onun aksinedir. Yemîni bozulmasına sebeb şudur: Zira yemîn
eden kimse üzerine yemîn ettiği şeyi ve fazlasını yemiştir. Şu halde yemîni
bozulur.
Et yememeye yemîn eden
kimse, ciğer veya işkembe yemekle yemini bozmuş olur. Zira bu şeyler kandan
meydana gelmiştir. Başka bir isim üe ayrılması, noksan için değildir. Baş ve
paça gibi. Muhit sahibi demiştir ki: Bu Küfe halkının Örfüdür. Bizim örfümüzde
yemini bozmuş olmaz. Zira onlar et sayılmazlar ve etlerin kullanılması gibi
kullanılmazlar. Domuz veya insan eti yemekle de yemîni bozmuş olur. Zira bu.
ikisinden her biri gerçekten ettir. Attâbi (Rh.A.), «Yemin eden kimse yemini
bozmuş olmaz.» demiştir. Fetva onun üzerinedir. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.
Katık, ekmeğe sürülen
şeydir. Sirke, tuz ve zeytin yağı gibi. Et, yumurta ve peynir katık değildir.
Yâni, eğer katık yememeye yemîn etse, bir niyeti de olmasa, ekmeğine sürdüğü
her şey katıktır. Ekmeğe sürülmeyen katık değildir. Bu İmâra A'zam'la İmâm Ebû
Yûsuf' (Rh. Aleyhimi) a göredir. İmânı Muhammed (Rh.A.), ekseriyetle ekmekle
yenilen şey katıktır, demiştir. Bu, Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan da bir rİYâ-yettir.
Gadâ, (kuşluk)
fecrin tulûundan Öğleye kadar yenilen yemektir.
Bir kimse: «Bugün gadâ
(kuşluk) yemem» diye yemîn etse ve o vakit içinde yese yemini bozmuş olur. Örfde
de böyledir.
Aşa, Öğleden yani,
zeval vaktinden gecenin yansına kadar yenilen yemektir. Çünkü zevâîden sonrasına
ışâ adı verilir. Bir kimse: «Işâda yemem» diye yemîn etse, gecenin yarısından
sonra yese yemini bozmuş olmaz.
Sahur, gecenin
yansından fecre kadar yenen yemektir Zira sahur, sehar'dan alınmıştır ve ona
yakın olan vakte ad konulmuştur.
Bir kimse, tegaddî veya
teaşşî veya tesahhur eylememek üzere yemîn etse bu ma'nâlar murâd edilir..
Bir kimse: «Eğer yersem
veya içersem veya giyersem» deyip ve mefûlü zikretmese, belli yiyeceğe,
içeceğe veya giyeceğe niyet
etse,
— ekmeğe veya ete niyet
ettim dediği gibi — tasdik edilmez. Zira nefy olunan bu fiillerin, yâni yemek,
içmek ve giymenin mâhiyetidir. Bunların mef ûle delâleti ancak iktizâ
yoluyladır. Daha önce anlatıldı ki, bize göre, muktezânm umûmu yoktur. Tahsisin
niyeti tashih olunsun diye aslen, yâni kazaen ve diyâneten tasdik edilmez. Eğer
yiyecek veya içecek veya giysi eklerse diyâneten tasdik edilir. Yâni yemek
yersem veya içersem veya giyersem, derse bu takdirde diyâneten taadîk edilir,
kazaen tasdik edilmez. Çünkü bu takdirde lâfız âmmdır. Tahsis kabul eder. Lâkin
tahsis zahirin hılâfmadır. Bunun için kazaen tasdîk edilmez.
Yeminde "bozmama imkânı
olması, yeminin sıhhatinin şartıdır. Yâni İmâm A'zam ve İmâm Muhammed' (Rh.
Aleyhimâ) e göre, yemîn ancak, üzerine yemîn edilen şeyin vukuu mümkün ise
mün'akid olur. Yemîn gerek Allah Teâlâ' (C.C.) nin adiyle olsun, gerekse boşamak
veya âzâd etmekle olsun müsavidir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), ayn görüştedir.
Sözün kısası şudur: Yemîn diğer şer'î akidler gibi bir akid-dir, İmdi onun için
bir mahal lâzımdır. İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, onnn mahalli gelecek zamanda
haberdir. Gerek yemîn eden kimse o habere-kadir olsun gerekse olmasın müsavidir.
Görülemez mi ki göğe
değmek veya taşın altına çevrilmesine yenim mün'akiddir. Zira yemîn eden kimse
yemini gelecek zamanda habere akd etmiştir. Velev ki kadir olmasın. İmâmeyn'
(Rh. Aleyhimâ) e göre, yeminin mahalli doğruluk ümidi bulunan haberdir. Zira bir
şeyin mahalli onun hükmünü kabul eden şeydir. Yeminin hükmü onu yerine
getirmektir. Yerine getirmek ise doğruluk ümidi olmayan şeyde gerçekleşmiş
olmaz. İmdi yemini gamûs gibi asla mün'akid olmaz.
YemSn eden kimsenin:
«Vallahi şu bardağın suyunu bugün içerim.»
veya; «Eğer şu bardakda olan suyu bugün içmezsem şöyle olsun» demesinde,
halbuki o bardakda su olmasa veya o su geceden dökülmüş olsa veya yemin eden
kimse umûm konuşup bugün denıese ve bardakda su olmasa, İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, yeminin şartı —ki yeminin yerine
getirilmesinin mümkün olmasıdır — bulunmadığı için yemîni sahih olmaz ve
yemininden dönmüş olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, yemini bozmuş olur. Zira
O'na göre yemin şahindir.
Eğer o bardakda su olup
dökülmüş olursa yemini bozmuş olur. Zira yemîn eden kimseye, konuşmayı
bitirdikde yeminini yerine getirmek vâcibdir. Lâkin ömründe fevt etmemek
şartiyle geniş olarak vâcibdir. Konuşmayı bitirdiğinde yeminini,yerine getirmek
mümkündür, İmdi yemin mün'akid olur. Hattâ yeminin ardından eğlenmeksizin suyu
dökmekle kaçınsa yemin mün'akid olmaz. Eğer, «Allah Teâlâ' (C.C.) nın bardakda
icâd eylediği suya yemîn nasıl mün'akid olmaz? Çünkü îcâd mümkündür.» diye
sorulacak olursa, cevâbında biz deriz ki; o su, üzerine yemîn mün'akid olan su
değildir. Eğer; «Yerine getirmeyi gerektiren yeminin in'ikâdı yemîn hakkında
zahir olacak bir şekilde mümkündür. O da keffârettir.» diye sorulursa,
cevâbında biz deriz ki; yemîn hakkında sebebin in'ikâdımn şartı asıl hakkında
inikadın ihtimâlidir. Burada yemini yerine getirmenin imkânı bulunmadığı için
ihtimâl yoktur.
Yemîn eden kimse: «Göğe
çıkarım» diye veya «Ben şu taşı altın'a çeviririm» diye yemininde, hemen yemini
bozmuş olur. İmânı Züfer* (Rh.A.) e göre, âdeten yemini yerine getirmenin
imkânsızlığından dolayı, yenlini bozmuş olmaz. Bizim delilimiz şudur: Göğe
çıkmak mümkündür. Hattâ Peygamberlerden bazısı ve cinler için vâki olmuştur.
Bundan dolayı Allah Teâlâ (C.C.) :
«(Cinler dediler ki:)
doğrusu biz göğü yokladık..»
buyurmuştur.
Taşın altin'a
çevrilmesi de mümkündür. Bu bazı hayırlı kimseler için vâkidir. İmdi birr
(yeminde durmak) mümkün olunca yemîn mün'akid olur.. Şu halde zahiren birrin
tahkikinden aczi sebebiyle hemen yemini bozmuş olur. Yemîni bozmak için kâfidir.
Keza fülânın öldüğünü 'irildiği halde: «Ben muhakkak fülânı öldürürüm» diye
yemininde de yine yemini bozmuş olur. Zira
bu takdirde Allah Teâlâ (C.C.) o fülâ-nı dirilttikden sonra öldürmek murâd
edilir. Bu ise mümkündür. İmdi yemîn mün'akid olup hemen yemini bozulmuş olur.
Ama öldüğünü bilmezse, o zaman maksat örf olan ölümdür, O fülân ölünce,
öldürmek gerçekten imkânsız olur.
Bir kimse bir insanın
üzerine kılıç çekip ve o insanı öldürmek için yemîn etse, o yemîn hakikati
üzeredir. Eğer Öldürürse yeminini yerine getirmiş olur. Eğer Öldürmezse yeminini
bozmuş olur. Zira kılıç öldürmek için âlettir.
Sopa çekip ve bir
insanı öldürmek için yemîn etse, o yemîn o insana acı vermek üzere vâki olur.
Öldürmenin hakikati olmaz. Eğer o kimseye acı verirse yemininde durmuş olur.
Aksi halde yeminini bozmuş olur. Zira sopa öldürmek için âlet değildir. Belki
dövmekle acı vermek içindir. Sadr'uş-Şehîd Süleyman* (Rh.A.) m
«el-Câmi'ul-Kebîr Şerhi» nde böyle zikredilmiştir.
Valinin fesâd ehlini
bilen bir adama o ülkeye gelen her. mut si eli ona bildirmek için yemîn
ettirmesi, valinin velayeti hâline bağlıdır.
Yâni Vâlî fesâdçılan
bilen bir adama, o beldeye gelen her fesâdçıyı kendisine haber vermesi için
yemîn ettirse bu onun valiliği müddetiyle kayıdlıdir. Velev ki, zikretmesin.
Eğer valinin velayeti hâlinde bildirirse yemininde durmuş olur. Aksi halde
yeminini bozmuş olur ve o vâlî azledildikten sonra bildirmek gerekmez.
Şayet bir kimse fülân
kimseyi dövmek; fülân kimseyi giydirmek, onunla konuşmak üzere veya yanına
girmek için yemin etse, bu yemîn o fulânın hayatıyla kayıtlıdır. Hattâ bu anılan
işleri o fülârun ölümünden sonra yapsa, yemîn eden kimse yemininde durmuş
olmaz. Zira dövmek bedene bitişik olup acı verici bir işin adıdır. Ölüye ise acı
ve elem verilemez. Öyleyse kabir azabı nasıl meydana gelir? diye sorulacak
olursa, buna: «Kabrinde azâb gören kimseye, Allah (C.C.) tarafından bir miktar
hayât verilir» diye cevâb verilir.
ölüye elbise giydirmek
de doğru olmaz. Çünkü giydirmek mutlak söylenirse onunla temlik kasdedilir.
Temîîk ise ölüde tahakkuk etmez. Ancak elbise üe örtmeye niyet etmiş ise olur.
Yine, ölü ile konuşmak da böyledir. Zira konuşmakdan maksat anlatmaktır. Ölüm
ise anlamaya zıttır. Yanına girmek de böyledir. Zira yanına girnıekden maksat
ziyarettir. Ölümünden sonra ise ziyaret edilen kabridir. Kendisi değildir.
Bij* kimse fülâm
yıkamak için yemîn etse, yemîn o fülânm hayatına bağlı olmaz. Zira yıkamak
(gasl) su akıtmaktır (isâledir). Ma'nâ-sı temizlemektir. Bu ölüde de tahakkuk
eder. ?
Yakında borcunu
ödeyeceği için yemin etmesinde aydan azı île mu-ka'yyeddir. Ay ve aydan fazlası
uzaktır. Bundan dolayı, müddetin uzaklığı katında, «Ben bir aydır seni
görmedim.» denir.
Karısını döv m em ey e
yemîn eden kimsenin, onun saçını çekmesi, boğazını sıkması ve ısırması dövmesi
gibidir. Yâni bu işleri yapsa yeminini bozmuş olur. Zira bunların her ,biri
elem verici fiilin adıdır. Halbuki bu işlerle elem meydana gelir. Bazıları;
«Kadın ile oynaşma hâlinde bunları yaparsa yeminini bozmuş olmaz.» demiştir.
Zira bu fiillere şakalaşmak derler, dövmek demezler.
Bir kimse karışma;
«Eğer senin ipliğinden giysi giyersem hedydir.» dese, yâni o giysiyi Mekke'de
tasadduk bana borç olsun dese, ve koca pamuk satın alıp kadın onu iplik eğirse
ve koca o ipliği dokuyup dikip giyse, o giysi İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
hedydir. İmâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: «Kadın o ipliği, yemîn
gününde-kocanın kendi mülkü-olan pamuğundan eğirmedikce, o kocanın onu hediyye
etmesi gerekmez. Zira nezr ancak mülkde veya mülkün sebebine muzâf olduğu halde
sahîh olur! Halbuki bunlar yoktur. Zira giymek ve kadının eğirmesi mülkün
sebeblerinden değildir.»
İmâm A'zam' (Hh.Â.) m
delili şudur: Kadının eğirmesinin kocanın pamuğundan olması âdettir. Murâd olan
ise mu'tâddır. O mu'tâd onun mülkünün sebebidir. Bundan dolayı kadın kocanın
memlûkü oîan pamuktan nezr vaktinde eğirse, yemini bozmuş olur. Zira pamuk
zikredil memişt ir, hattâ kendisine muzâf kılmakla pamuğu zikrets# ve: «Eğer,
benim pamuğumdan eğirdiğin iplikden giysi giyersem» dese, ö giysi bil-icmâ hedy
olur. Yâni Mekke'de tasadduk edilmesi vâcibdir, Eğer koca pamuğu kadına muzâf
kılıp ve: «Senin kendi pamuğundan eğirdiğin iplikden giysi giyersem hedydir.»
derse, o giysi bil-ienıâ hedy olmaz.
İşlenmemiş inciden
gerdanlık ve altın yüzük süs (zİnet) tür. Gümüş yüzük zînet değildir. Yâni, bir
kimse zînet kullanmamaya yemîn edip işlenmemiş inci gerdanlık takmsa, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, yemî-nini bozmuş olmaz. İmânıeyn (Rh. Aleyhimâ) «Yeminini
bozmuş olur.» demişlerdir. Zira inci hakîkaten zînettir. Hattâ Kur'ân-ı Kerim'de
zînet diye adlandırılmıştır.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şudur: Böyle bir inci ile örfen süs-, leniimez. Ancak işlenmiş olduğu
halde süslenilir. Yeminlerin ise dayanağı örftür.
Bazıları demişlerdir
ki: Bu asr ve zamanın ihtilâfıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in sözü ile fetva
verilir. Çünkü yalnız inci ile süslenmek mu'taddır. Eğer altın yüzük takınırsa
yeminini bozmuş olur. Zira, altın süs (zînet) tür. Bundan dolayı erkeklerin
kullanması helâl değildir. Eğer gümüş yüzük takınırsa yeminini bozmuş olmaz.
Zira, örfen ve şer'an süs değildir. Hattâ erkeklerin kullanması mubah
kılınmıştır.
Bir kimse yeryüzüne
oıurmamaya yemin edip, yaygı veya hasır üzerine otursa veya «Şu döşeğin üzerinde
uyumam» diye yemin edip, onun üstündeki döşek üzerinde uyuşa veya: «Şu sedirin
üzerine oturmam» diye yemîn edip o sedirin üzerinde olan başka bir sedire
otursa, yeminini bozmuş olmaz. Eğer o yemîn eden kimsenin yeryüzü ile kendi
arasında giysi perde olsa veya döşek üzerine çarşaf koysa veya sedir üzerine
yaygı veya hasır koyup otursa yemini bozmuş olur.
Birinci surette
yeminini bozmamış olmasının sebebine gelince: Zira o kimse yeryüzü üzerine
oturdu* denilmez. İkinci ve üçüncü suretlerde yemininin bozulmadığına sebeb ise
şudur: Bir şeyin benzeri o şeye tâbi olmaz. Ondan nisbet kesilir. Birinci
surette yemîn eden kimsenin kendisi ile yeryüzü arasında giysisi hâil olsa veya
son iki surette döşek üzerine çarşaf veya sedir üzerine yaygı veya hasır koyup
otursa yeminini bozmuş olur. Birinci surette yeminin bozulmuş olmasına sebeb,
giysisi kendisine tâbi olup hâil sayıl madiği içindir. îkinci surette yemininin
bozulmuş olmasına sebeb ise, çarşaf döşeğe tâbi olmakla, dö-şekde uyumuş
sayılır. Üçüncünün sebebi ise, sedirin üzerinde olan yaygı veya hasır üzerine
oturması sedir üzerine oturmaktır. Zira sedir üzerine oturmakda âdet öyledir.
Musannifin: «Şu sedir
üzerine» demesi, Hidâye'de,' Vikâye'de ve Kenz'de vâki olan sedirin belirtisiz
kullanıldığına işarettir. Belki bu, kitabın kopyasını çıkaran kâtibin hatasıdır.
Zira Hidâye'nin, eğer yemîn eden kimse sedirin üzerine başka sedir koysa bunun
aksidir. Çünkü o başka sedir birinci sedirin benzeridir, sözü bu takrire göre
doğru olmaz. Zira bu ancak belirlide doğru plur. Belki doğrusu Kâfî'deki sedir
ta'rîfidir. İmdi gerisi düşünülsün!
Eğer yemîn eden kimse:
«Vallahi şöyle yapmam» dese, ebediyyen yapmamak ma'nâsina yorumlanır. Zira bu
söz, ma'nâda nefyin siyakında nekredir.
Eğer «Vallahi ben şöyle
yaparım.» dese, bir kere yapmaya yorumlanır. Zira bu söz, ispat siyakında
nekredir.
Yemin eden kimsenin
«Beytu'llah*a veya Kâ'be'ye yürüyerek gitmek benim üzerime olsun.» sözüyle,
gerek o kimse Kâ'be'de olsun, gerekse Kâ'be'den başka yerde olsun, onun üzerine
Hac vâcib olur. Veya yayan olduğu halde Umre yapması vâcib olur. Eğer binerek
giderse ona kurban lâzım gelir. Kıyâs olan asılda maksûd ve vâcib bir ibâdet
olmayan şeyi iltizâm ettiği için üzerine bir şey vâcib olmamak idi. Lâkin vâcib
olmak eser ile müstahsen görülmüştür. Çünkü Hz. Ali' (R.A.) den rivayet
edilmiştir: «Yemin eden kimsenin, Beytu'llah'a çıkmak veya gitmek veya Harem'e
veya Mescid-i Harâm'a veya Sala ile Merve'ye gitmek benim üzerime (borç) olsun»
demesiyle bir şey lâzım gelmez. Zira bu fiillerin bu ibarelerle iltizâmı örf
olmuş değildir, ve lâfzın, hakikati itibariyle vâcib yapılmaları da mümkün
olmaz. Zira bunlar maksûd ibâdet değillerdir.
Bir kimse kölesine:
«Eğer bu yıl Hac etmezsem sen hürsün.» dese, ondan sonra: «Ben.Hac ettim.»
dedikde, köle onun haccinı inkâr etse, o kimsenin Kûfe'de kurban ettiğine iki
kimse şâhidlik etse, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre; o köle
âzâd. edilmiş olmaz. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, âzâd edilmiş olur. Zira
şâhidlik belli iş üzere şâhidliktir ki, ö da kurban kesmektir. Bundan dolayı
bizzârû-re Hac yoktur. Şu halde şart gerçekleşmiş olur. İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf
(Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Bu şâhidlik olumsuzluk (nefy) üzere yapılmıştır.
Zira burada maksûd, Haccın neiyidir. Kurbanın isbâ-tı değildir. Çünkü kurbanı
isteyen yoktur. Şu halde «Bu yıl hac.etmedi» diye şâhidlik etmiş gibi olurlar.
Nihayet bu nefy şahidin bildiği şeylerdendir. Lâkin kolaylık için şâhid, nefy
ile nefyin arasını ayırma-mıştır. Hidâye ve Kâfî'de ve daha başka furû' (Fıkıh)
kitaplarında da böyle zikredilmiştir. Lâkin Usûl kitaplarında anlatılana
aylandır. Onlarda; nefy, mahsur olursa şâhid onu bilir, o nefy isbât gibi olun>
denilmiştir.
Bir kimse oruç
tutmamaya yemin etse ve oruca niyet edip bir saat oruç tutsa, yemîni bozulur.
Yâni, o gün iftar ederse, şart1 bulunduğu için yemînini bozmuş olur. Zira oruç
ibâdet amacıyla gündüzde yeyip içmemek ve cima etmemektir.
Yemin eden kimse
yeminine bugün veya oruç kelimelerini eklerse, yâni «Bugün oruç tutmam» diye
yemîn ettikden sonra niyet edip oruç tutsa, o gün tamâm oluncaya kadar yemînini
bozmuş olmaz. Çünkü onunla murâd şer'an
mu'teber olan tam oruçtur. Bu ise günün sonuna kadar orucun tamamlanması ile
olur.
Namaz kıl m amaya yemîn
eden kimse, bir rek'ât namaz kıldıkda, yemîni bozmuş olur. Bir rek'âttan azı
ile, yâni yalnız kıyamla veya yalnız
kıraatle veya rükû ile yemini bozmuş olmaz. Eğer bunları yap-, makla secde edip
ondan sonra namazı keserse yemîni bozmuş ulur. Kıyâs; oruca bağlamaya bakarak
namaza iftitâhla yeminin bozulması idi İstihzanın vechi şudur: Namaz çeşitli
rükünlerden ibarettir. İmdi rükünlerin hepsi edâ edilmedikçe ona namaz denilmez.
Oruç namazın aksinedir. Çünkü oruç bir tek rükündür. O da imsaktir. Orucun diğer
cüzlerinde tekrardan ibarettir. Eğer yemin eden kimse, namaz lalam eklese iki
rek'ât namazla yemîni bozulur. Daha azı ile bozulur. Çünkü bununla murâd şerhan
mu'teber olan namazdır ve onun azı İki rekattır. Zira bir tek rek'ât namaz
kılmak yasak edilmiştir.
Yemin eden Jtimse
karışıra: «Eğer sen çocuk doğurursan, boşsun» dese, o kadın da ölü çocuk
doğarsa, yemini bozulur ve kadın boşanmış olur. Keza cariyesine: «Eğer çocuk
doğurursan hürsün» dese,, câriye ölü çocuk doğursa, hür olur. Çünkü doğurulan
gerçekten çocuktur. Ör-fen de çocuk diye adlandırılır. Şeriatta dahî çocuk
sayılır. Hattâ bununla iddet bitmiş olur ve o çocuk doğdukdan sonra akan kan
lohusa kanıdır. O çocuğun anası yemîn eden kimsenin tinunü veledi olur. Şu halde
şart gerçekleşmiş olur.
«Eğer sen doğurursan o
çocuk hürdür» dese, kadın da ölü bir ço-f cuk, sonr» da diri bir çocuk doğursa,
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, diri olan âzâd edilmiş olur. İraâmeyn (Rh. Aleyhimâ)
demişlerdir ki: Diri doğan çocuk âzâd edilmiş olmaz. Çünkü şart, Ölü çocuğun
doğm^-siyle gerçekleşti. Nitekim daha önce anlatıldı. Ye yemîn şartın cezasına
hacet kalmayarak bozuldu, Zİrâ, ölü hürriyet için mahal değildir. İmam A'zam1
(Rh.A.) in delili şudur: Mutlak söylenilen çocuk ismi akıllı bir insanın sözünü
doğrulamak- İçin hayât vasfiyle kayadadır. Zira, eğer hayât vasfı ile
kayıdlanmasâ geçersiz olur. Çünkü yemin eden kimse hürriyetin isbâtını cezâen
kasd etmiştir. Hürriyet ise ölüde sabit olmaz. Şu halde hayat vasfı ile
kayıdlanır. Nitekim yemîn eden kimsenin: «Eğer çocuğu diri doğurursan» demesi
gibi. Talâkın cezası ve ananın hürriyeti bunun hılâfınadır. Zira kayidlamaya
elverişli değildir.
Bir kimse, fülâna
borcunu bugün ödemeye yemin etse ve borcu geçmez yâhud kalp paradan Ödese veya
başkasının hakkı olan parayı verse yâhûd bu parayla ona bir şey satsa da teslim
alsa, yemini bozulmaz. Yâni, bir kimse fülâna borcunu bugün ödeyeceğim, diye
yemîn etse de, ödese, sonra fülân bu paraların bir kısmını kalp veya geçmez akça
veya başkasının flSkkı bulsa, yeminini bozmuş olmaz. Zira, kalp olmak kusurdur.
Kusur ise, cinsi yok etmez. Bundan dolayı kalp pa rayla izin verse, borcunu
ödemiş olur. Yemîni yerine getirmenin sarfı bulunur.
Keza, geçmez para ve
başkasının hakkım alması sahihtir. Onun reddi ile gerçekleşmiş olan yemîn
ortadan kalkmaz. Keza, alacaklıya borcuna karşı bir köle satsa ve alacaklı o
köleyi teslim alsa yemin eden kimse yeminini ydrine getirmiş olur. Zira, borç
ödemenin yolu takas yoludur. Çünkü borçlar emsali üe ödenir. Aynı ile ödenmez.
Satış tahakkuk etmiştir. Sanki yemîn eden kimse borcu ödemeyi o satışla
takarrür etsin diye teslim almayı şart kılmıştır. Eğer yemîn eden kimsenin
ödediği borç kalp olursa, yâni verdiği akçanın dışı gümüş ve içi tunç olursa,
yâhûd kurşun ise veya alacaklı borcu, yemîn eden borçlu kimseye hibe ederse
borçdan kurtulmaz.
Yapma gümüş ve kurşun
vermekle yeminini yerine getirmiş olmamasının sebebi; zira yapma gümüş ve
kurşun dirhem cinsinden değildir. Hattâ bu ikisi ile sarraflık ve selemde
tecevvüz (geçer kabul etmek) caiz olmaz. Hibede caiz olmaması ise iki taraftan
kabul bulunmadığı içindir.
Eğer yemîn eden kimse
alacağını dirhem dirhem almamaya yemîn edip bir kısmını teslim alsa, borcun
hepsini ayrı ayrı teslim almadıkça yeminini bozmuş olmaz. Zarurî olan başkadır.
Çünkü şart ayrı ayrı vas-fiyle bütün borcunu almaktır. Zira yemîn eden kimse
almayı kendisine izafe Üe belirli olan borca izafe eylemiştir. İmdi borcun
hepsine yorumlanır. Şu halde bir kısmını almakla yemini bozmuş olmaz. Ancak
hepsini teslim almakla yeminini bozmuş olur. Eğer yemîn eden kimse borcu iki
veznle teslim alsa ki alacaklı ile borçlu arasında oyalama yapılmayıp ancak
vezn işi ile olsa yeminini bozmuş olmaz. nZirâ bu iş ayırma değildir. Çünkü
bazan bir defada tamamını teslim almak'âdeten imkânsızdır. İmdi.bu miktar ondan
müstesna olur. Musannif buna «Zarurî olmayan» sözüyle işaret etmiştir.
Yemîn eden kimse eğer:
«Benim İçin yüzü müstesna param olursa şöyle olsun» der de; ancak elli dirhemi
bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Zira örfen ondan maksûd yüz dirhem üzere
ziyâde olan şeyi nefy-dir. Keza: «Yüzden gayri olursa yâhûd yüzden maada olursa»
diye yemîn etse, yeminini bozmuş olmaz. Zira, bunların hepsi edâten istisna
edatıdır.
«Rayhân (fesleğen)
koklamam» diye yemîn edip gül veya yasemin koklarsa yeminini bozmuş olmaz. Zira
Rayhân (fesleğen), sapı olmayan çiçektir. Gül ile yaseminin ise sapı vardır.
«Menekşe ve gül satın almam»
diye yemîn edip yapraklarını satın alsa, yeminini bozmuş olur. Eğer yağlarını
satın alırsa, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü menekşe üe gül, bizim örfümüze göre,
yapraklarına denir. Yağlarına denilmez. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.
Bir kimse «Fülân ile
konuşmam» diye yemin etse ve fülân uyurken onunla konuşarak uyandirsa, yeminini
bozmuş olur. Zira onunla konuşmuş ve sözünü işittirmiştir. Şayet uyandirmazsa;
Kudûri'nin beyânına göre; uytmânıış olsa, ona kulak verdiği takdirde işitecek
yerde bulunursa, yemini bozulmuş olur. Muhtar olan birincisidir.
Bir kimse: «Fülânla
ancak izni olursa konuşurum» diye yeınîn etse, o kişi izin verip yemin eden
bilmediği halde onunla :onuşsa, yeminini bosuruş olur. Çünkü izin, ezandan
türemiştir. Ezan; bildirmek nra'nâsmadır. Ya da kulağa gelmekten türemiştir.
Bunların hepsi ancak işitmekle gerçekleşir.
Bir kimse: «Şu giysinin
sahibi ile konuşmam» diye yemîn edip giysinin sahibi o giysiyi sattıkda, yemin
eden kimse onunla konuşsa, yeminini* bozmuş olur. Çünkü bu izafet, ta'rîften
başkasına muhtemel değildir. Çünkü insan giyside olan bir ma'nâdan dolayı
başkasına düşman olmaz. Müşteri ile konuştuğu zaman da yeminini bozmuş olmaz.
Şu halde bu sözle zât murâd edilir.
Bir kimse: «Şu genç ile
konuşmanı» diye yemîn edip ihtiyarladığı zaman konuşsa, yeminini bozmuş olur.
Çünkü hüküm zata teallûk eder. Zira sıfat hâzırda geçersizdir. Bu sıfat yemine
sebeb değildir ki, itibâr edilsin.
Şayet bir kimse
kölesine: ,«Eğer ben bunu satarsam veya satın alırsam bu köle hürdür.» deyip
muhayyerlik ile satarsa, yeminini bozmuş olur. Köle de âzâd olur. Çünkü köle
mülkünden dışarı çıkmamıştır. Onda şart mevcûddur. Eğer bir başka kimsenin
kölesine: «Ben bu köleyi satın alırsam hürdür.» deyip, muhayyerlik ile satın
alsa, o köle âzâd edilmiş olur. îmâmeyn*
(Rh. Aleyhimâ) e göre, âzâd
edilmiş olmasına sebeb satın alanın
mülküne girdiği içindir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, âzâd edilmiş olmasına
sebeb, âzâdı mülke değil satın almaya bağladığı içindir. Şarta bağlanmış olan
bir şey vâkî olurken yerine getirilmiş gibidir. Sanki «Muhayyerlik ile satın
almaktan sonra bu köle hürdür» demiş gibi olmuştur.
Bir kimse muhayyerlikle
bir köle satın aldıktan sonra âzâd etse, muhayyerliği düşer ve kölenin üzerine
âzâd iktizâsı (âzâddan önce olmak üzere) mülk sabit olur. Burada da öyledir,
«Eğer sana mâlik olursam sen hürsün» dese, zikredilenin hilâfına olur ki, o
kimse o köleyi muhayyerlik ile satın alsa âzâd edilmiş olmaz. Çünkü yemîni
bozmanın şartı mülktür. O da yoktur. Zira, satın alan kimse muhayyerlik île,
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, ona mâUk olmaz- Şu halde şartın cezası inmez. Eğer
yemin eden kimse, o kölenin satışını muhayyerlik ile akd etmeyip bey-i bât
(kesin satış) ile satarsa köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü satış tamâm olduğu
gibi mülk ortadan kalkar ve ceza mülkten başkasına İnmez.
Fâsid ve mevkuf satış
ile yeminini bozmuş olur. Yâni, yemîn eden kimse kölesini, «Satmam» diye yemîn
etse, fâsid satış ile yeminini bozmuş olur. Çünkü satışın haddi mevcûddur. O da
temliktir. Temellük iki taraftan olur. Bâtıl satış ile satsa yeminini bozmuş
olmaz, çünkü satışın haddi mevcûd değildir.
Yemin eden kimse: «Ben
bu köleyi satmazsam hür olsun.» dese de, âzâd etse, yâhûd müdebber yapsa,
kendisine bağlanılan şey (muallakun aleyh) mevcûd olduğu için, yemininden dönmüş
olur.
Bir kimse; nikâha,
talâka, hul'a, köle azadına, kitabete, kasden adam öldürmeden dolayı sulha,
hibeye, sadakaya, ödünç vermeye veya ödünç almaya yemîn ederse, kendi veya
vekilinin fiili ile yeminini bozmuş olur.
Ben derim ki: Fukahânm
istikrazı bundan saymaları müşkîldir. Çünkü Fakîhler, İstikraza tevkiî bâtıldır,
diye açıklamışlardır. İmdi ona yeminin bozulması terettüb etmemek vâcib olur.
Zira bâtıl üzerine hükm terettüb etmez. îdâ' (emânet vermek), istîdâ' (emânet
almak)» iare (ödünç vermek),.istiare (ödünç almak), zebh (boğazlamak),
köleyi.dövmek, borcu ödemek ve almak, bina, terzilik, giyim ve hami, bunların
hepsinde, yemîn eden kimse fiili ile veya vekilinin fiili ile yeminini bozmuş
olur. Yâni, bir kimse, «Eğer evlenirsem şöyle olsun.» diye yemîn edip, evlense
veya vekili onu evlendirse, yeminini bozmuş olur. Diğer suretlerde dahî hal
böyledir. Bunun vechi şudur: Bunlarda vekîl hâlis elçidir. Hattâ haklar emredene
râci olur. Sanki âmir, vekî-îinin yapmış olduğu işi.kendisi yapmış gibi olur.
Yemin eden kimse şu
hususlarda yalnız kendi fiili ile hânis olur. Yâni, vekilinin fiili ile yemini
bozulmaz. Satmak, satın almak, kiraya vermek, kiralamak, bir maldan dolayı
anlaşmak, husûmet, taksim ve çocuğu dövmek, bunların hepsinde de yalnız kendi
fiili ile yemini bozulur.
.Sen bilirsin ki,
istikrazda vârid olan i'tiraz burada çocuğu dövmekte de vâriddir.. Zira çocuğu
dövmek hissi bir fiildir. Bir yerden diğer yere geçm&z. Ancak sahîh tevki!
olursa geçer ve sıhhati mallarda olur. Şu halde köleye bakarak sahîh olur ve
çocuğa bakarak bâtıl olur.
Konuşmam diye yemîn
eden kimse, namazında yâhûd namazı dışında Kur*ân-ı Kerîm okumakla, tesbîh
etmekle veya «Lâilâhe illallah» demekle yâhûd tekbîr getirmekle, bize göre
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o kimseye atfen ve şer'an konuşan denmez. Şafiî'
(Rh.A.) ye göre, yeminini bozmuş olur. Kıyâs da budur.
Yemîn eden kimse:
«FüJân ile konuştuğum gün kölem hürdür.» dese, yemîn gece ve gündüze sarf
edilir.- Nitekim daha önce sebebi geçti ki, gün süreksiz bir fiile bitişik
olsa, o gün. ile mutlak vakit nıurâd olunur.
Gün ile gündüze niyet
etmek sahihdir. Çünkü gün (yevm) vakitte kullanıldığı gibi gündüz ma'nâsmda da
kullanılır. Bu İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kazaen
tasdik olunmaz.
Çünkü yevm'in gündüz
ma'nâsında kullanılması örf olmamıştır.
-
«Fülân ile konuştuğum
gece kölem hürdür.» dese, yemîn hassaten geceye yapılmış olur. Çünkü gece.
mutlak vakitte kullanılmaz.
Şu kadar var ki, sözü
gaye bildirir. Hattâ gibidir. Binâenaleyh; «Ben fülân ile konuşmam, şu kadar var
ki Zeyd gelirse konuşurum», yâhûd (<Zeyd gelinceye kadar fülân ile konuşmam.»
dese, eğer Zeyd'in gelmesinden önce konuşursa yeminini bozmuş olur. Aksi
takdirde müddet ta'yîni geçersiz olur.
Şayet «Fülânın
kölesiyle konuşmam», «Fülânm giysisini giymem», «Fülânm evine girmem», «Fülânm
yemeğini yemem» veya «Fülânın hayvanına binmem» diye yemîn etse, meselâ:
«Fularım şu kölesiyle konuşmam» demekle muzâfa işaret ederse ve -o fülân o şeyi
mülkünden çıkarmakla fülânın şeye izafeti ortadan kalkarsa, yemininden dönmüş
olmaz. Çünkü yemin' fülâna mülk izafeti ile bir ayn'a muzâf olarak akdedilmiş
olur. Binâenaleyh, mülkün zevalinden sonra yemîn kalmaz. Nitekim işaret etmese
hüküm budur. Çünkü bu ayn'larm, yâni; köle, giysi, ev, yemek ve binek hayvanının
bizatihi terk edilmeleri maksûd değildir.
Belki bunlar sâhibleri tarafından eziyet görüldüğü için terke-dilirler. Yemin'
yemîn eden kimsenin maksadına göre yapılır. Sanki yemîn eden kimse: «Fülânm
mülkü olduğu müddetçe» demiş gibi olur. Yenilenen gibidir. Yâni, o fülân bir
başka köle veya başka giysi veya başka ev veya hayvan satın almakla, zikredilen
şeylerde mülk yenilenirse yemin eden kimse icnıâen yeminini bozmuş olmaz. Eğer
yemîn eden kimse işaret etmedi ise, yâni fülâna muzâf edip ve muzâfa işaret
etmedi ise, izafetin ortadan kalkmasından sonra yeminini bozmuş, olmaz. Çünkü
yemîn eden kimse yeminini fülâna muzâf bir mahalde vâki fiil üzere akd
eylemiştir, o fiil ise mevcûd değildir. Binâenaleyh yeminini bozmuş olmaz.
Yenilenen şeyde mülk
olduğu hâlde fiil ile yemin eden kimse yeminini bozmuş olur. Çünkü lâfz
mutlaktır. Şu halde ıtlâkı üzere icra olunur.
Arkadaş ve zevce
hakkında yemîn eden kimse işaret olunan şey ortadan kalktıkdan sonra dahî
yeminini bozmuş olur. Yâni yemîn eden kimse, «Fülânm şu arkadaşı ile» veya
«Fülâmn şu zevcesi ile konuşmam», diye yemîn etse ve arkadaşlık ve zevciyyetin
ortadan kalkmasından sonra konuşsa, icmâen yeminini bozmuş olur. Çünkü hür
kasden terkedilir. İmdi izafet sırf ta'rîf içindir ve muzâfun ileyhde bir
ma'nâ-ya davet eden şey açık değildir. Çünkü o ta'yîn edilmemiştir. Yâni yemin
eden kimse; «Ben fülâmn arkaüaşiyle konuşmam, çünkü fülân benim düşmammdır.»
dememiştir. İmdi izafetin devamı şart kılınmamıştır. Fakat az önce yukarda
geçen şey bunun hılâfınadır'. Çünkü zikredilen a'yan zâtları için terk
edilmezler. Köleden başkasının terk edilmesi zahirdir. Keza köle dahî zahir
rivayet üzere terk olunmaz, çünkü köle adiliği ve mertebesinin düşmesi için
cemâdâta (cansız şeylere) katılmıştır.
İmdi izafeti mu'teber
olup, yemîn eden kimse, onun ortadan kalkmasından sonra yeminini bozmuş olmaz.
îşâret edilenden başkasında; meselâ, «Ben fülânın arkadaşiyle veya fülânın
karısiyle konuşmam.» der de, sonra dostuna düşman olmak veya karısını bâînen
boşaması suretiyle nisbet ortadan kalkar, da, konuşursa yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü hür kimse mücerred başkası için terk edilebilir. İşareti terk edince, ö
terk, o muhtemele delâlet eder. Zira, ayn'ı için olsaydı ta'yin ederdi.
Binâenaleyh, izafet ortadan kalktıktan sonra, bu ihtimâlle beraber yemininden
dönmüş olmaz.
Yemîn eden kimse,
yemininde niyyetsiz «Hîyn» ve «Zamana kelimelerini zikrederse murâd olunan
yarım yıldır. Zira «Hîyn» kelimesiyle az zaman murâd olunur. Allah Teâ*â (C.C.)
:
«Akşama girerken
Allah'ı lesbîh edin.»
buyurmuştur. «Hîyn» ile bazan kırk yıl murâd olunur. Allah Teâlâ (C.C.) buyurdu
ki:
«İnsanın üzerine
zamandan öyle bir hîyn gelmiştir ki...»
Bazan da bu «hîyn» ile altı ay nıurâd olunur. Allah Teâlâ (C.C.) buyurdu ki:
«(O ağaç) her hîyn
yemişini verir durur.»
İbn Abbas (R.A.) bu
âyette geçen «hîyn» ı altı ay, diye tefsir etmiştir. Bu tefsir orta (vasat)
dır. Şu halde, altı aya yorumlanır. «Zaman» lâfzı da «Hıyn» ma'nâsında
kullanılır. Niyyetle, niyyet olunan şey murâd olunur. Çünkü, niyyet ettiği şey
sözünün hakikatidir.
«Dehr» lâfzı ile murâd
malûm değildir. İmâm A'zam Ebû Hanîfe
(Rh.A.): «Belirsiz olan dehrin zikriyle murâd nedir, bilmiyorum, yâni hangi
şeyle takdir -olunur bilmiyorum» demiştir.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
e göre, dehr; hîyn ve zaman gibi yanm yıldır.
Dehr lâfzı belirli
olduğu halde, onunla sürekli zaman (ebed) murâd olunur.
«Eyyam» lâfzı İle,
belirsiz olduğu halde üç gün murâd olunur. Zira lâfız cem-i münekker (belirsiz
çoğul) dir. Belirsiz olarak zikredilmiştir. Şu halde çoğulun en azını kapsar. O
da üçtür.
Çok günler, günler ve
aylardan murâd on'dur. Yâni, yemîn eden kimse, şayet kölesine: «Eğer bana çok günlerde (eyyâm-ı kesîrede) hizmet edersen hürsün.» dese, bu eyyâm-ı kesîre, îmânı
A'zanı' (Rh. A.) a göre, on gündür. Zira, bu lâfız eyyam isminin içine aldığı
ma'nâ-nın en çoğudur. İmâmeyn <Rh. Aleyhimâ); «Yedi gündür» demişlerdir. Eğer
yemin eden kimse günlerce konuşmamaya yemin etse, İmânı A'-zam' (Rh.A.) a göre,
on gündür. İmâmeyn' (Rh, Aleyhimâ) e göre, bir hat tanın günleridir.
Eğer belirli olarak
aylarca (şuhûrda) konuşmamaya yemin etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, on aydır.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, oniki aydır. Zira, «Şuhûr» lâfzındaki «lam»
belirliliği ta'rîf içindir. O da zikredilen oniki aydır. Çünkü, şuhûr lâfzı
oniki üzerinde döner. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Şuhûr lâfzı ma'rife
cemi'dir. Bu lâfz, zikredilen şeyin en son haddine munsarıf olur. O da on'dur.
Yemin eden bir kimse:
«Önce satın aldığım köle hürdür.» dese de, bir köle satın alsa, âzâd edilmiş
olur. Zira, o kölenin önce satın alınması başka köle satın alınmasına muhtâc
değildir. Eğer iki köleyi birden satın alıp, ondan sonra bir başka köle dahî
satın alsa, onlardan biri asla âzâd edilmiş olmaz. Zira, ilk lâfzı ferddir,
başkası ondan önceye geçmez. Onunla beraber de olamaz. Halbuki öncelik yoktur.
Eğer, yemîn eden kimse
«Yalnız» sözcüğünü eklerse, üçüncü köle âzâd edilmiş olur. Yâni, «Yalnız satın
aldığım köle hürdür.» demiş olsa, üçüncü köle âzâd edilmiş olur. Çünkü, burada
öncelik vardır.
Yemîn eden bir kimse,
«Son olarak satın alacağım köle hürdür.» dese, bir köle satın aldıktan sonra
Ölse, o köle âzâd edilmiş olmaz. Çünkü, âhir için evvel lâzımdır. Halbuki bundan
önce köle satın almak yoktur. Eğer, bir diğer köle satın aldıktan sonra Ölse,
itüfâken o diğer köle, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, m^Iın hepsinden, satın aldığı
günden itibaren âzâd edilmiş olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, öldüğü
günden itibaren malının üçte birinden âzâd edilmiş olur. Çünkü son-ralık yemîn
edenin ölümü ile gerçekleşmiştir. Şu halde ölürken, üçte birden âzâd edilmiş
olur.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şudur: O kölenin, satın alma vaktinde sonuncu olduğu, ölüm ile belli
olur. Şu halde satın alma vaktinden itibaren âzâd edilmiş olur.
Yemîn eden kimsenin:
«Beni şöyle bir haber ile müjdeleyen köle hürdür» demesiyle, üç köle ayrı ayrı
oldukları halde müjdeleseler, üç kölenin ilk müjdeleyeni âzâd edilmiş olur.
Çünkü müjde (bişâret), yüzün derisini (beşeresini) değiştiren haberin adıdır.
Şu halde o haberin sevindirici olması örfde şart kılınmıştır. Bu ise ancak,
birinci köleden gerçekleşmiş olur.
Eğer üçü beraber gelip
müjdelerse, hepsi âzâd edilmiş olur. Çünkü müjde hepsinden tahakkuk etmiştir.
yemin eden kimsenin
babasını keffâret için satın alması sahilidir.
Yâni, yemin eden
kimsenin babasını yemîn keffâreti için niyyet edip satın alması caiz
görülmüştür. Keza oğlunu yemîn keffâreti niyyeti île satın alması caizdir. İmâm
Züfer ve İmâm Şafiî (Rh. Aleyhimâ) ayrı görüştedirler.
Azadına yemîn ettiği
köleyi keffâret-i yemîn niyyeti ile satın alması caiz değildir. Yâni, yemîn
eden kimse: «Eğer şu köleyi satın alırsam hürdür.» deyip, köleyi satın aldıkda,
yemîn keffâreti için niyyet etse caiz olmaz. Zira, keffâretin sıhhatinin şartı,
niyyetin, âzâdın illetine bitişik olmasıdır. Âzâdın illeti ise yemindir. Burada
âzâdın illeti «Eğer satın alırsam» sözüdür. Satın almak ise âzâdın şartıdır.
Zira, âzâd satın alma sırasında, ancak geçmiş yemine muzâf olur. Şu halde »yemîn
vaktinde keffâret niyyeti yoktur. Yemîn eden kimse nikâhla ; çocuk doğuran
cariyeye «Eğer ben mâlikinden satın alırsam, yemîn keffâretîm için hürsün.»
deyip, ondan sonra satın alsa, o câriye şart bulunduğu için âzâd edilmiş olur.
Lâkin keffâret için çâiz olmaz. Zira onun hürriyeti çocuk doğurmakla hak
edilmiştir. Her iıakımdan yemine muzâf olmaz. Şayet yemîn-eden kimse bir kınnâya
(kaaın köleye), «E-ğer ben seni satın alırsam yemîn keffâretim için hürsün»
dese, bu birinci mes'elenin hılâfmadır. Burada eğer bu kadın köleyi satın
alırsa keffâret için caiz olur. Çünkü bunun hürriyeti başka bir, işe dayanmış
değildir. Yemîn eden kimse onun hürriyetini niyyete bitiştirmiştir.
Yemîn eden kimsenin:
«Eğer bir câriye odalık edinirsem hürdür.» demesi ile odalık edindiği câriye
âzâd edilmiş olur. Halbuki bu takdirde o câriye mülküdür. Zira onun hakkında
yemîn mülke tesadüf etmesi ile yemîn mün'akit olmuştur. Lâkin satın alıp
döşeğine aldığı câriye değil. Zira bu câriye âzâd edilmiş olmaz. İmâm Züfer
(Rh.A<), «Âzâd edilmiş olur, çünkü satın almak ancak mülkte olur, imdi odalık
edinmenin zikri delâlet veya zamir yönünden mülkün zikridir.» demiştir. Zira
İmâm Züfer (Rh.A.) iktizâya kail değildir.
Bizim delilimiz şudur:
Mülk teserrî zaruretinden dolayı zikredilmiş sayılır. İmdi teserrî zaruretin
miktarı ile takdir olunur. Cezanın sıhhati hakkında zahir olmaz. O da
hürriyettir.
Yemin eden kimsenin
«Her memlûküm hürdür» demesi ile ümmü veled ve müdebber cariyeleri ile köleleri
âzâd edilmiş olur. Çünkü ra-kabeten ve'yed'en onlarda mülkün sabit olması ile
onlarda mutlak izafet vardır. Lâkin mükâtebleri ancak eğer onlara da .niyyet
ederse âzâd edilmiş olur. Zira yed'en mülk
sabit değildir. Bu bakımdan mükâtebin iktisabına mâlik olmaz. Ve mükâtebesi ile
cimâı helâl olmaz.
Yemîn eden kimsenin üç
kölesine: «Şu, yâhûd şu, yâhûd şu hürdür» demesi ile, hemen üçüncü köle âzâd
edilmiş olur. İki öncekilerin âzâd edilmesinde yemîn eden kimse muhayyerdir.
Çünkü yemîn eden kimsenin sözünün gelişi iki öncekinin birinde âzâdı
gerektirmektir. Bundan dolayı yukarıda geçen sözünde üçüncüyü ortak kılması;
ikisinden biri hürdür ve bu dâhi hürdür, demek gibidir. Matufun aleyh, sözün
başından alınmış olandır. Ta'yinle zikredilen ikiden biri değildir. Bu konuda
değerli araştırmalar vardır. Biz onu Mirkât'ul-Usûl'de zikrettik.
Talâk gibidir. Yâni,
§âyet üç karısı olan kimse «Bu kadın boştur» veya «Bu kadın ve bu kadın» dese
idi, sonuncu kadın boşanılmış olur ve iki önceki kadınlarda koca muhayyer
kalırdı.
Bir de ikrar gibidir:
Yâni, şayet bir kimse «Benim üzerimde fülân kimsenin veya fülân kimsenin ve
fülân kimsenin bin dirhemi vardır.» diye ikrar etse, beşyüz dirhemi son olarak
zikrettiği füiânın olup, beş yüzü iki Önceki tülün I a tül ânın arasında olur.
Lam harfi; başkasının
niyabetini kabul eden bir fiile müteallik olsa, satmak, satın almak, kiralamak,
terzilik, boyacılık ve kalfalık gibi, sözü söyleyen için, o başkasına emri
gerektirir. Tâ ki (lam) harfi, başkasına o fiilin ihtisasını ifâde etsin. Zira
(lâm) in ma'nâsı ihtisas içindir. İhtisas ise burada ancak tevkili ifâde eden
iş ile gerçekleşmiş olur.
Yemîn eden kimse: «Eğer
ben senin için bir giysi satıverirsem» diye yemîn etse, eğer muhatabın emri
olmaksızın giysiyi satarsa, yeminini bozmuş olmaz. Zira tevkil yoktur.
Gerek muhâtab o giysiye
mâlik olsun, gerekse olmasın müsavidir. Şayet yemîn eden kimse, «Senin
elbiseni» derse, bunun
hılâfınadır.
Çünkü bu söz, giysinin
onun mülkü olmasını iktizâ eder. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.
Eğer «lâm» bir ayn'a
veya niyabet kabul etmeyen bir fiile mukârin olursa, yemek, içmek, giymek ve
çocuğunu dövmek gibi; —Çocuğunu dövmek sözü, köleyi dövmekten ihtirazdır. Çünkü,
köleyi dövmek başkasının niyabetini kabul eder. — muhatabın mülkü olmasını
gerektirir. Zira bu, ihtisasın kemâlidir.
Yemîn eden kimse: «Eğer
senin giysini satarsam.» diye yemininde» eğer muhatabın giysisini emir
olmaksızın satarsa, yeminini bozmuş olur.
Satanın bunu bilip bilmemesi müsavidir. Meselâ, üzerine yemîn edilen kimse
elbisesini yemîn edenin elbisesi içine saklar, yemîn eden de bilmeyerek onu
satar. Bu mes'ele (Lâm) in ayn'a mukârin olmasının benzeridir. (Lâm) m niyabet
k&bûl etmeyen fiile ımıkârin olmasının benzerine gelince; «Eğer senin yemeğini
yersem» veya «Senin meşrubatını içersem.» demek gibi ki, yiyeceğin, içeceğin
muhatabın mülkü olmasını gerektirir. (Lâm) her ne kadar sûreten yemeğe taallûk
etse de, ma'nen yiyeceğe mütealliktir.
Çocuğu dövmekte ise,
mülkün hakikati tasavvur olunamaz. Belki, ihtisas murâd olunur.
Bir kadın kocasına:
«Benim üzerime bir kadın nikâh ettin.» dedikte, koca: «Benim her karım boştur!»
derse, söz söyleyen kadın dahî bo-şanılmış olur. Zira, «Her karım» sözünde
dâhildir.
Konuşan kadından başkasına
niyyeti dahî sahîhdir. Çünkü, koca bu sözü o konuşan kadını razı etmek için
söylemiştir. Onun muradı konuşan kadından başkasıdır. Lâkin bu zahirin
hilafıdır. Şu halde, diyanet yönünden koca tasdik olunur, kazaen tasdik
olunmaz.