Diyetler Bölümü. 2
Bir
Fasıl Baş Yarıklarında Kisas Yoktur. Ancak Kasden Yapılıp, Kemiğe Varan
Yarıklarda Kısas Vardır 3
Karnına Vurulup Çocuğunu Düşüren Hür
Kadin Hakkında Bir Fasıl 6
Yolda
Ve Başka Yerde Meydana Getirilen Şeyler Babı 8
Hayvanın Suç İşlemesi Ve Hayvan Üzerinde Suç İşlemek Babı 9
Kölenin Suç İşlemesi Ve Köleye Karşi Suç İşlemek Babı 12
Öldürülen Veya Sakatlanan Köle
Hakkında Bir Fasıl 15
Kölenin Öldürmesi Veya Öldürülmesi Hakkında Bir Fasıl 16
Kasame Babı (Kaatîlî Bilinmeyen
Maktul Sebebiyle Yemin Ettirmek) 18
Meâkıl Bölümü (Diyetlerin Ödenmesi) 22
Kaçak
Köle (Âbık) Bölümü. 24
Kayıp
(Mefkûd) Bölümü. 26
Terk
Edilmiş Çocuk (Lakît) Babı 27
Kayıp
Mal (Lükata) Bölümü. 29
Vakıf Bölümü. 30
Vakfın Kiraya Verilmesinde Vâkıfın Şartına Uyulacağına Dâir Bir Fasıl 37
Evlâda Vakf İle İlgili Şeylere Dâir Bir Fasıl 38
Alış
- Verişler (Büyü) Bölümü. 40
Diyât; diyetin
çoğuludur ve masdardır. Öldürülen kimsenin velîsine, can (nefs) bedeli olan mal
verildiği zaman; «Kaatil, maktule diyet verdi.» denir.
Sonra, masdar ile
adlandırmak kabilinden, o mala diyet denilmiştir. «vaade» den gelen «idetün» kelimesinde olduğu gibi, birinci harf (yâni fâel-fiil) mahzûftur.
Muğrib'ul-Lûğa'da böylece zikredilmiştir.
Erş (sakatlama diyeti),
cana kıymak dan aşağı olan sakatlamalardan dolayı vâcib olan mal için isimdir.
Diyet, altından bin
dinardır. Gümüşten, onbin dirhemdir. Deveden, yalnız yüz devedir. İmâm A'zanV
(Rh.A.) a göre; diyet, ancak bu üç mallardan olur. İnıâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Bu
üç maldan olmakla beraber, sığırdan ikiyüz sığır ve koyundan ikibin koyun,
hüllelerden ikiyüz hülle (yâni yeni ve iyi giyecek) dir ve her hülle iki
«Ihisedir.» demişlerdir.
Bu yüz deve, kasden
öldürmeye benzer öldürmede dört çeşit rub'
(yâni, dörttebir) dur. Musannif, fc>u dörttebirleri; şu sözü ile açıklamıştır:
Bint-i mahâz'dan , yirmibeş deve; bint-i
lebûn'dan yine
yir-mibeş deve; hıkka'dan , yine
yirmibeş deve ve cezaa'dan yine
yirmibeş devedir. Bu, diyet-i mugallâzadır.
Gâyet'ul-Beyân'da, Kudûrî şerhinden nakledilmiştir ki; Diyetin tağlîzı (ağır
diyet) —her ne kadar tağlîzın keyfiyetinde ihtilâf var ise de — Ömer, AH, İbn
Mes'ûd, Zeyd, Ebû Mûsâ el-Eş'âıî ve Muğîre b. Şu'bc Hazerâtıııdaıı (Allah
hepsinden razı olsun) rivayet
edilmiştir.
İmâm A'zanı (Rh.A.) ve
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; diyet-i mugallâzamn miktarı, burada zikredilen
kadardır. İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Şafii' (Rh.A.) ye göre; otuz lııkka ve
otuz cezaa ve kırk seniyysdir.
Hepsinin yavruları karınlarında yaratılmış olma-iıdır.
Yanlışlık (hatâ) ile
öldürmede; deve miktarı ve cinsi, zikredilen dört kısımdan ve ibn-ı mahâzdaıı
oluşan beştebirlerdir. Yâni, yirmi bint-i mahâz, yirmi bint-i lebûn, yirmi
hıkka, yirmi cezaa ve yirmi ibn-i mahâzdır. Bu, İbn Mes-'ûd' (R.A.) un sözüdür.
Biz, bu sözü almışızdır.
Yanlışlıkla (hatâen)
öldürmenin keffâreti; N^ss-ı Kerîmde zikredilen şeydir. O da, mü'min bîr köleyi
âzâd otmektiı1. Eğer ondan âciz olursa, iki ay ard arda oruç tutmaktır. Yemek
yedirmek, bu keffâret için sahih olmaz. Çünkü yemek yedirmek hususunda nass
yoktur. Miktarlar tevkif ile, yâni şeriattan Öğrenmek ve işitmekle bilinir.
Öldürme keffâreti için,
ana karnındaki yavruyu (cenini) âzâd etmek de sahîh olmaz. Çünkü, O'nun hayâtı
ve selâmeti bilinmez. Ana -babasından biri Müslüman olan süt çocuğunu, keffâret
için vermek sa-hîhdir. Çünkü tebâiyetle Müslümandır. Zahir olan, (el, kol ve
ayaklar gibi) uzuvların sağlam olmasıdır.
Kadının diyeti, cana
kıymak (yâni öldürmek) ve candan aşağısında erkeğin diyetinin yansıdır. Bu
Jafz, mevkuf olarak Hz. Alî' (R.A.) den, m-eriû olarak da Nebî-i Ekrem' (S.A.V.)
den rivayet olunmuştur.
Diyette; Zimmî,
Müslüman gibidir. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :
«Her alıd sahibinin
ahdi hâlinde diyeti, bin dinardır.» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerif ile, Ebû Bekr
ve Ömer (R. Anhümâ) hüküm vermişlerdir.
insanı öldürmekde,
burnun yumuşak yerinden kesmekd-e veya yaralamakta ve konuşmaya mâni' olursa
veya harflerin çoğunu çıkarmayi 'engellerse, dilde; zekerde ve haşefede; aklı,
işitmeyi, görmeyi, koku almayı, tat duymayı gidermekte ve sakalda eğer tıraş
edip, bitmezse ve başın kıllarında eğer tıraş olunup, başkası bitmezse, diyet
vardır.
Ma'lûm olsun ki, eğer
suç işleyen kimse el ve ayak gibi uzuvlarda, tam olarak menfaat cinsini yok
ederse veya güzelliğin kemâlinden ihsanda aranan şeyi yok «derse; o kimseye
diyetin hepsi vâcib olur. Çünkü, bir bakımdan nefsi itlaf etmiştir. Bu, insana
ta'zîm için her bakımdan itlafa mülhaktır. Bu ilhakın aslı, Resûlüllah'
(S.A.V.) in dilde ve burunda diyetin hepsi ile hüküm vermesidir. Hz. Ömer
(R.A.); bir adam, 'bir başka adamın başı üzerine vurup; vurulanın aklı,
işitmesi, görmesi ve konuşması yok olmakla dört diyet ödenmesine karar
vermişti.
Yine, insan bedeninde
ikişer olan şeyler dahî zikredilen gibidir. Yâni iki kaş, iki göz, iki el, iki
ayak, iki dudak, iki kulak, iki hatya (erkeklik bezi, husye) ve kadının iki
mienıesi gibi. Bunlardan her ikisinde vâcib olan tam diyettir. İkisinden her
birinde, diyetin yarısı vâcib olur. Saîd b. Müseyyeb (R.A.), Nebî-i Ekrem'
(S.A.V.) den bir hadîsde böyle rivayet etimiştir. Zikredilen şeylerin her
birinde diyetin yarısı vardır. Nebî-i Ekrem' (S.A.V.) in, Amr b. Hazm (R.A.)
için ypzdığı mektupta: «İki gözde tam diyet ve ikisinden birinde diyetin yansı
vardır.»
buyurmuştur. Çünkü onlardan ikisinin yok olmasında, menfaat cinsinin veya
güzelliğin kemâlinin yok olması vardır. Şu hâlde diyetin tamâm* vâcib olur.
İkisinden birinin yok olmasında, menfaat cinsinin ve güzelliğin kemâlinin
yansının yok olması vardır. Öyleyse diyetin yarısı vâcib olur.
Yine, iki gözün
kirpikleri yok edilse, hepsinde, yâni altında ve üstünde, kirpiklerin hepsinde
tam diyet vardır. Kirpiklerden ikisinde, diyetin yarısı vardır.
Kirpiklerin birinde, diyetin dörttebiri vardır.
Elin veya ayağın her
bir parmağında diyetin ondabui vardır. Çünkü, BesûlüUah (S.A-V.) :
«Her parmak için on
deve (verilir).» buyurmuştur.
Üç mafsalı (eklemi)
olan parmakta, o mafsalın birinde bir parmağın diyetinin üçteblri vardır. Çünkü
bir mafsal, parmağın üçtebiridir. Başparmak gibi iki mafsMlı olursa, diyetin
yatısı vardır. Çünkü bir mafsal, onun yarısıdır. Bu diyet, elin parmakları üzere
taksimin benzeridir. Nitekim, dişin tamâmında olduğu gibi. Yâni her bir dişte,
diyetin ondabirinin yarısı vardır. O da, deveden beştir.
Çünkü, Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) hadîsinde, Resûliillah (S.A.V.) :
«Her dişde, beş deve
verilir.» buyurmuştur.
Dirhemlerden, beşyüz
dirhem. «Eğer biz böyle dersek, bir kimsenin dişlerinin hepsi yok edildiği
zaman, bir diyetten fazla verilmiş olur. Çünkü dişler, ekseriyetle otuzikidir.
Hepsinin yok edilmesinde, menfaat cinsi yok olduğu için bir cihetle canı (nefsi)
yok etme vardır. Çünkü dişlerin yokluğu, ma'nen insanı öldürmek gibi olur. Bir
veehle yok etmenin hükmü; her veehle yok etmenin hükmünden fazla olamaz.» diye
sorulacak olursa, cevâbında biz deriz ki; «Bu, kıyâsın hilâfına nass ile
sabittir. Şu hâlde, soru sorulamaz.» Gâyet'ul-Beyân'da da böyle zikredilmiştir.
Bu, kıyâsın hilâfına
sabit olunca, ma'nâsı gayr-ı ma'kûl (akıl ermez) olur. İmdi onun için, ma'kûl
ve oh zikretmek vâcib olmaz. Eğer bu soru, teberru' yolu ile ınurâd olunursa,
vech Sadru'ş-Şevîa' (Rh.A.) mn zikrettiği şu sözdür: Dişlerin sayısı,, her ne
kadar otuziki ise de, sondaki dört diş erginlik dişleridir. Kimi insanlarda
bitmez. Kimi insanlarda da, ba'zısı biter. Ba'zı insanlarda da, hepsi biter. Şu
hâlde, dişler için ortalama sayı otuzdur. Sonra, dişler için iki menfaat
vardır. Biri zînet (süs), biri de çiğnemektir. Şayet bir diş düşse, onun
menfaati tamâmiyle bâtıl olur. Dişin diyete karşılık olan menfaatinin yarısı
—-ki o çiğneme menfaatidir— her ne kadar diğer yansı —ki zî-nettir— geri kalsa
da, dişin menfaati tamâmiyle yok olmuş sayılır. Dişin ortalama sayısı otuz
olunca, bir dişin menfaati otuzda birdir ve bir dişin menfaatinin yansı,
altmışda birdir. İkisinin toplamı, yirmide bir (nısf-ı öşr) dir.
Vurmakla faydası elden giden
bir uzvun diyeti; çolak olan el, a'mâ olan göz ve nesli kesilen sulb (sırt
omurgası) gibidir.
Çünkü diyetin vâcib olması, menfaat cinsinin yok olmasına bağlı olur. Menfaatsiz
surete i'tibâr edilmez. Ancak itlaf sırasında menfaatten tecerrüd etmiş olursa,
çolak el gibi güzelliği de yoksa, bu takdirde âdil bir kişinin (Bilirkişinin)
hüküm vermesi gsrekir. Ya. da, dik "duran kulak gibi, güzelliği var ise, diyeti
tamâmiyle vâcib olur. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Baş yarıklarında kısas
yoktur. Ancak kasden yapılıp, kemiğe varan yarıklarda vardır. Mûdiha, başın
kemiğine varan, yâni kemiği gösteren yarıktır; Çünkü o yarıkda eşitliği
gözetmek, yarığın derinliğini mis-bâr ile yâni,, yara fitili ile veya, mil ile
yoklamakla mümkün olur. Ondan sonra onun kadar Üemir bir şey alıp, onunla
kesilen yer kadar kesilir. Zahir rivayette; mûdihadan azında da, kemiğe varan
yarık gibi, kısas vâcib olur. Bunu, İmâm Muhammed (Rh.A.), «El-Asl» adlı kitabda
zikretmiştir. Esâh olan budur. Çünkü mûdihada zikredilen i'tibâr ile azında da
eşitliği gözetmek mümkündür. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Yanlışlık (hatâ) ile
olan baş yarıklarında, diyetin yirmide biri vardır. Hâşime olan baş yarığında —
ki o, kemiği kırılan yarıktır — diyetin onda biri vardır. Kemiği kmldıkdan
sonra, kemiği eğrilende diyetin onda biri ile beraber yiıtmide biri vardır.
Amnıe'de — ki beyin
zarına ulaşan yarıktır. Beyin zan. ise, beyini toplayan ince bir deridir— ve
beyine ulaşıp «dâmiğa» adı verilen ya-nkda —~ki bu dâmiğayı İmâm Muhammed
(Rh.A.) zikretmemiştir. Çünkü ondan sonra âdeten artık inaan yaşamaz. Şu hâlde
dâmiğa öldürmek olur, yoksa yarıklardan sayılmaz. Halbuki konu yarıklar
hakkındadır. — Ya da, câife'de — ki beyinin içine ulaşan yarıktır — diyetin
üçte biri vardır. Bu zikredileni erin hepsi hadîs ile sabittir.
Diğer tarafa geçen
câifede, diyetin üçte ikisi vardır. Çünkü Ilz. Ebû Bekr (R.A.)
bu vech üzere hüküm vermiştir. Bir de; Bunlar iki câife-dirler. Diyetin üçte
ikisi lâzım gelir.
Hârısa da — ki derisi
tırmalanıp kan çıkmayan — Ve dâmi» — ki tırmalanıp (soyulup), kan çıkıp akmayan,
belki yara yerinde gözyaşı gibi toplanandır — ve yine dâmiyede — ki kanı
akıtandır — ve bâdia-da — ki deriyi kesendir —- ve mütejâhımedc — ki başın etini
alıp, yâni etini kesip onu koparandır — keza simlıûkda — ki başın eti ile kemiği
arasında olan ince deriye ulaşan yarıktır. Buna, simhâk adı verilir. — Bu
zikredilenler hakkında, bu işden anlayan âdil bilirkişinin hüküm vermesi
(Hükûmet-i adi) gerekir. Çünkü bunlarda
Şcr'an takdir edilmiş diyet (erş) yoktur.
Bunların heder olmaları (yâni cezasız bıra-- kılmaları) dahî mümkün olmaz. Şu
hâlde bunlar hakkında âdil bilirkişinin hüküm vermesi gerekir. Bunların hüküm
vermesi (Hükûmet-i adi) nıes'elesi, İbrahim en-Nehaî' (Rh.A.) den ve Ömer b,
Abd'ul-Azîz' (Rh.A.) den rivayet
edilmiştir.
Musannif, Hükûmet-i
adl'i (yâni âdil bilirkişinin karar vermesini) şu sözü ile açıklamıştır: Başı
yaralanmış olan kimseye bu yarık eserini göz önüne almadan, köle olduğu hâlde
kıymet takdir edilir. Sonra o eser ile köle olduğu hâlde kıymet takdir edilip,
iki kıymetin arasında olan miktar, hükûmet-i adl'in takdir edeceği diyettir.
İmdi başı yarılan hür kimse, köle farz edilip ve bu yarık eseri olmadan onun
kıymeti bin dirhem ve eser ile dakuzyüz dirhem olsa, bu durumda iki kıymet
arasında fark yüz dirhemdir ve yüz. dirhem, bin dirhemin ondabiridir.
Diyetten bu fark
alınır. Diyet ise, onbin dirhemdir. Ondabiri, bin dirhemdir. İşte Hükûmet-i
adi, budur. Fetva bununladır. Bu söz, Kerhî' (Rh.A.) nin zikrettiği şu şeyden
sakınmadır. Kerhî (Rh.A.); «Mûdiha-dan olan bu yarığın miktarına bakılır.
Diyetin yirmidebirinden, o miktar vâcib olur.» demiştir. Şeyh'ul-İslâm (Rh.A.);
«Kerhî'. (Rh.A.) nin sözü daha doğrudur. Çünkü Hz. Ali (R.A.), dilinin ucu
kesilen kimsede bu yolu seçti.» demiştir. Bunu, Zeylaî {Rh.A.) zikretmiştir.
Elin parmaklarında,
ayasız ve aya ile beraber olmasında, diyetin yansı vardır. Yâni diyet (erş), aya
sebebiyle fazla olmaz. Çünkü, ayaya tâbidir. Belki vâcib olan her bir parmakda,
on devedir. İmdi beş parmak-da, bizzarûre elli olur. O da, diyetin yarısıdır,
Kolun yarısında, parmak
diyetinin yarısı ve kolun yarısı için âdil bilirkişinin takdir edeceği miktar
vardır. (Yarım diyet, parmaklar için ve âdil bilirkişinin takdir edeceği diyet
kolun yarısı içindir.) Kendisinde parmak olan ayanın kesilmesinde, bir parmak
için diyetin ondabiri gerekir. Eğer ayanın parmağı iki tane olursa, onda
diyetin beştebi-ri gerekir.
El ayası için bir şey
yoktur. Nitekim, yukarıda geçti.
Ziyâde parmakta, küçük
çocuğun gözünde, zekerinde ve dilinde, — eğer bu üç şeyin her birinin sıhhati,
gözde görmesine, zekerinde harekete ve dilinde konuşmasına delâlet eden şeyle
bilinmezse — bunlarda Hükûmet-i adi gerekir. Eğer bu şeylerden her birinin
sağlam olduğu .bilinirse, bu takdirde diyet vâcib olur. Çünkü bundan sonra
kasıdda ve hatâda o küçük çocuk baliğ hükmündedir.
Mûdiha aklını ve
başının kılını giderirse, ersi diyette dâhil olur.
Yâni bir adam, birinin
başını mûdiha ile yarsa da aklı ve başının kılları gitse, bir daha başında kıl
bitmsse; mûdiha ersi, diyette dâhildir. Çünkü aklın yok olması, bütün uzuvların
menfaatini ortadan kaldırır. Çünkü akılsız intifa' olmaz. Bu durumda başı,
mûdihaten (yâni kemiğe kadar) yarılıp, ölmüş gibi olur. Mûdihanın diyeti
(ersi), başın saçından bir cüz yok olmakla vâcib olur. Hattâ o saç yeniden
bitse, diyeti düşer. Diyet, saçın hepsinin yok olması ile vâcib olur. Hepsinin
diyete teallûk-ları bir sebeb iledir. O da, saçın hepsinin yok olmasıdır. İmdi
cüz, o külde dâhil olur. Meselâ; bir adamın, bir parmağı kesilip o sebeble eli
telef olması gibi.
Bir kimsenin mûdihaten
(kemiğe kadar) başı yarıldıkda, kulağı sağır veya gözü görmez olsa, veya
konuşmaya kadir olmasa, zikredilenin aksine olur. Bu üç şeyin biri gitse,
mûdihamn diyeti (ersi), onlardan bîrinin ersinde dâhil olmaz. Çünkü onlardan
her biri, nefsden aşağı bir suçtur ve menfaat ona mahsûsdur. Böylece, çeşitli
uzuvlara benzemiştir. Akl bunun hılâfınadır. Çünkü onun menfaati, bütün uzuvlara
âid-dir. Nitekim, daha önce geçti.
İşitmenin yok olduğunu
bilinenin yolu, üzerinde suç işlenmiş olan kimseyi kendi hâline bırakmaktır.
Ondan sonra, Ona seslenilir. Eğer cevâb verirse veya yüzünü döndürüp bakarsa,,
işitmesinin yok olmadığı anlaşılır. «Fetâvâyı Suğrâ»'da böyle zikredilmiştir.
Görmenin yok olduğunu
bilmenin yolu, ehl-i basirete (yâni, bu iş-den anlayanlara) gösterilmesidir.
Eğer ehl-i basiret, görmesinin yok olduğunu bildirirlerse, diyet vâcib olur.
Eğer ehl-i basiret, bilmiyoruz, derlerse, da'vâ ve inkâra i'tibâr edilir.
Üzerinde suç işlenen — ki dövülen kimsedir— suçluya; «Beni kör ettin.») diye
da'vâ edip ve döven inkâr ederse, müddeîden delîl (beyyine) istenir. Müddeî
delil getirmekten âciz olursa, bilmeye değil, kesinliğe yemin etmesiyle
beraber, söz dövenin (vuranın) dir. Yâni, bu suçu işlemediğine dâir yemîn
ettirilir. Eğer yeminden çekinirse, erş (diyet) ile hükm olunur. Bu da,
«Fetâvâyı Suğrâ»'da zikredilmiştir.
İki gözün gitmesinde
kısas yoktur. Belki mûdihanın (yâni kemiğe kadar olan baş yarığının) ve iki
gözün diyeti vardır. Yâni bir kimse, birinin başım yarıp gözlerini yok etse,
onda kısas yoktur. Belki, nıûdi-hada ve gözlerinde diyet vâcib olur. Çünkü
fiilin sirayeti, fiilin başlangıcı ile beraber bir tek şey gibidir. Ziiû
sirayet, bu suçtan ayrı olmaz. Halbuki ikisinden birinin diğeri ile birleşmesi
vâsıtası ile bir bakımdan mahalde birleşme vardır.
Şayet fiilin sonu
kısası gerektirmezse, fiilin başı da kısası gerektirmez.
Çünkü fiil başlangıca nazarla, her ne kadar kasden olsa da, bitişine nazarla hatâdır. İmdi bir bakımdan hatâ olmuş,
bir bakımdan da olmamıştır. Şu hâlde, şübhe sebebiyle kısası gerektirmez.
Çolak .parmağın
yanındaki parmak kesilmez. Çünkü, bu da zikredilen gibi sirayet kabîlindendir.
Belki, o ikisinde diyet vardır. Zira kısas düşünce, ikisinden her birinin
diyetleri (erşleri) vâcib olur. Çünkü ikisi de müstakil uzuvdurlar. Ya da,
yukarıdaki eklemi kesilmekle geri kalanı çolak olan parmakda da kısas yoktur.
Çünkü bu da, zikredilen gibi sirayet kabîlindendir. Belki, ancak o kesilen
eklemin diyeti vardır. Çünkü, §âyet geri kalanı ile faydalanılmazsa diyet şer'an
mukadderdir. Eğer geri kalan ile faydalanmak mümkün ise, şer'î takdir mümkün
olmadığı için, o parmağın gen kalanında hükûmet-i adi vardır. Bu vech üzere
olmasının sebebi, kesilen ile geri kalan bir tek uzuv olduğu içindir. Bunu,
Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Bir dişin yarısı
kırılıp geri kalanı siyah, kırınızı veya yeşil olur yâhûd geri kalanına her
hangi bir kusur gelse, yine kısas yoktur. Belki, o kınlan dişin hepsinin diyeti vâcib olur. Kâfı'de de böyle
zikredilmiştir.
Hulâsa'da denmiştir ki;
bundan sonra, şayet o dişin geri kalanı yeşil, siyah veya kırmızı olsa: diyetin
vâcib olmasına sebeb, çiğnemek menfaati yok olduğu zamandadır. Eğer çiğnemek
menfaati yok olmayıp, o diş konuşma hâlinde görünürse, birinci vechde
zikredildiği gibi, diyet vâcib' olur. Eğer görünmezse, bir şey lâzım gelmez. Bu
vech üzere, Kâfi sahibinin sözü mutlak olarak kalmaz.
Yansı kırılan dişin
sararmasında ihtilâl edilmiştir. Muhtar olan, diyetin vâcib olmasıdır. Nitekim,
diğer renklerde olduğu gibi. Hulâsa'da da böyle denmiştir.
Bir adam, bir adamın
dişini s ok.s e: dişi sökülen kimse, söken kimsenin dişini çıkardıkda, eğer
birinci adamın dişinin yerine diş biterse veya bir adam bir adamın dişini
çıkardıkda o>çıkan dişi, sahibi yerine koyılukda, üzeıiıue et sarıp biterse, iki
surette de o çıkan dişin diyeti vâcib olur. Birincinin sebebi, haksız yere
aldığı anlaşıldığı içindir. Lâkin, şübheden- dolayı kısas vâcib olmaz. Bu
durumda mal vâcib olur. Çünkü kısası gerektiren, diş biten yerin bozulmasıdır.
Halbuki bozul-mayıp, dişin yerine başka bir diş bitmiştir. Böyle olunca, suç
ortadan kalkmıştır. İkincinin sebebi ise; etin diş üzerine bitmesine i'tibâr
olmadığı içindir. Çünkü dişin damarları geri gelmez.
Kulak da,böyledir. Yâni
bir kimsenin kulağını keser de. yerine ya-piştırırsa; etlenip bittiği takdirde,
erş vâcib olur. Çünkü o kesilen kulak, önceki durumuna geri dönmez.
Şayet bir kimsenin dişi
çıkarılıp yerine başka bir diş bitse, erş (diyet) gerekmez. Çünkü, suç ortadan
kalkmıştır. Bundan dolayı, bir küçük çocuğun dişini söküp yerine başka bir diş
bitse, bilittifâk o kimseye bir şey lâzım gelmez. Çünkü, dişin yerinde bozukluk-
yoktur, yerine başka bir diş bitmiştir, binâenaleyh menfaat ve süs
kaybolmamıştır.
Bir kimsenin başını
yarıp, o yarık etlense ve eseri kalmayarak, kıl bitse, diyet düşer. Çünkü,
diyeti (ersi) gerektiren kusur ortadan kalkmıştır. Yâhûd vurmakla yaralasa.
Yâni, bir adama yüz kamçı vurmakla yaralayıp iyileştikde; o yaradan iz
kalmazsa, kusur ortadan kalktığı için diyet düşer. Eser kalmaması kaydı, her
iki surete şâmildir.
Bir çocuk, bir çocuğun
dişine vurarak çıkarsa; vurulan çocuğun bulûğuna kadar beklenir. Eğer baliğ
olup, o çıkan dişin yerinde diş bitmezse; o vuran çocuğun âkılesi Ü2ere dişin
diyeti vâcib olur. Eğer vuran yabancı ise, diyet malından alınması gerekir.
Hulâsa'da da böyle zikredilmiştir. Yakında «Meâkil Bölümü» nde, muhtar kavlin bu
olduğu gelecektir.
Bir adam, bir adama
çarpıp dişlerinin ba-zısını kırsa, o vurulan kimse vuranın dişinden o kadar dişe
müstehık olur. «Hulâsa»'da da böyle zikredilmiştir. Bunun yolu, vuranın dişini,
vurulan kimsenin dişi gibi oluncaya kadar, bir törpü ile törpülemektir. Eğer
sen; «Bu kasd değildir, belki kasda benzer bir durumdur, kasddan aşağı olan
suçlarda kısas olmadığı yukarıda geçti.» dersen, cevâb olarak ben derim ki;
«Cana kıymaktan aşağısında, kasda benzeyenin de kasd sayıldığı dahî yukarıda
geçmişti. Gafil olma!»
Kısas, ancak yara
iyileştikden sonra icra edilir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Yaralarda, bir yıl
beklenir.» buyurmuştur. Zira yaralarda ınu'teber olan sonucudur, ilk hâli
değildir. Çünkü, cana (nefse) geçmek ve yayılmak ihtimâli vardır. Böylece,
bunun kati olduğu anlaşılır. Şu hâlde, yara iyileşmeden durum belli olmaz.
Delinin ve küçük
çocuğun kasdı hatâdır. Her ikisinin diyetini âkı-leleri Öder. Nitekim Hz. Ali'
(R.A.) den rivayet edilen habere göre; Hz. AH (R.A.) delinin diyetini, âkıleşine
Ödetmiş; delinin kasdı ve hatâsı müsavidir, demiştir.
Bir de; çocuk özür
götürür. Hatâ yapan akıllı kimse dahî tahfife müstehak olup, diyet âkile sirje
îcâb edince çocuk daha mazur olduğu hâlde bu tahfife evlâdır. Bu hüküm deli,
yabancılardan olmadığına göredir. Eğer yabancıdan ise, diyet malından vâcib
olur. Nitekim muhtar olan .kavlin bu olduğu yukarıda geçti.
Diyet ket fa ret siz vâcib
olur. Çünkü keffârst, adı gibi örtücüdür. Deli ve çocuk için günah yoktur, ki
keffâret O'nu örtsün. Çünkü deli ve çocuk, suçlan yazılmayan kimselerdendir.
Mîrâsdan da mahrum olmazlar. Çünkü mahrum, kılmak cezadır. Halbuki çocuk ve
deli, cezaya ehil değillerdir.
Bir kimse, hür bir
kadının karnına vurup, o kadın bîr ölü erkek çocuk düşürse, gurre vâcib olur.
Gurre, erkeğin diyetinin yirmide biridir, ve beşyüz dirhem eder. «Hür
kadın» kaydı, cariyeden sakınmadır. Yakında cariyenin hükmü açıklanacaktır.
Eğer düşen çocuk kız
ise, kadının diyetinin ondabiridir. Erkek çocuğun diyeti gibi bu da, beşyüz
dirhemdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Cenîn hakkında gurre,
abd (köle) olsun, cariye olsun, O'nun kıymeti beşyüz dirhemdir.» buyurmuştur.
.«veya-Jjeşyüzdür» diye
de rivayet edilmiştir. Bu durumda gurre, diyetin yirmide biri olur.
(Hadîs-i şeıifde) kölenin «gurre» diye
adlandırılmasının sebebi:
Çünkü köle. mâlik
olunan şeyin gurresi, yâni hayırlısı ve eMaiidir. Gurre „ ki yüz demektir —
bütün bedene ıtlak olunmuştur. Nitekim bütün bedene rakabe (boyun) denildiği
gibi. «El-Fâik» adlı kitabda da böyle zikredilmiştir.
Gurre, bir senede
Ödenir. Çünkü, Muhammed b. Hasan' (Rh.A.) dan rivayet edildiğine göre, kendisi:
«Resûlüllah* (S.A.V.) m gurrcyi âkile üzerine bir senede vâcib kıldığı, bize
ulaştı.» demiştir.
Gurre ,
vârisleri arasında taksim edilir. Eğer vuran kimse vâris ise, O'na verilmez.
Nitekim, kaatiün vâris olamıyacağı daha önce geçti. İmâm Mâlik (Rh.A.), hemen
(fi'l-hâl) ve İmânı Şâi'ii (Rh.A.) üç senede Ödenmesi gerekir, demiştir.
Bizim delilimize göre,
Resûlüllah (S.A.V.), âkılenin gurreyi bir senede Ödemesi gerektiğine hükmetti.
Vuran kimseye keflaret
lâzım gelmez. Çünkü keffârette, ceza ma'-nâsı vardır. Sen, bunun mutlak
nefislerde olduğunu öğrenmiştin! Binâenaleyh nefislerden Öteye geçmez.
Eğen cenin diri
doğup, ondan sonra öldü ise, bir diyet vardır. Çünkü vuran kimse, sabık vuruş
ile bir diriyi Öldürmüştür. Eğer vurulan iki cenin olup; düştükden sonra
ölmüşler ise, iki diyet vâcib olur.
Çünkü suç; müteâddid
olunca ceza da müteâddîd olur.
Eğer cenin ölü olarak
düşüp; anası ölmüş iste, bir gurre île bir diyet gerekir. Gurre, cenin; diyet,
anası için gerekir.
Şayet ana Öldükden
sonra ölü bir yavru (cenin) düşürdü ise, yalnız anama diyeti vâcib olur^ Çünkü
O'nun ölmesi, ceninin Ölmesi için zahiren
sebebdir. Zira ceninin hayâtı, ananın hayâlı iledir. Soluk alması da, ananın
soluk alması ile olur.
Eğer ana Öldükden sonra
diri olarak çocuk düşürüp, çocuk da öldü ise; iki diyet gerekir. Diyetin biri
ana, biri de çocuk içindir. Çünkü ikisini de öldürmüştür. Bu takdirde, çocuk
hemen diri olarak düşüp, ondan sonra ikisi de ölmüş gibi olmuştur.
Cariyenin çocuğunu
düşürmeUde, erkek ise; cariyenin kıymetinin yirmide biri; kız ise, kıymetinin
onda biri vâcib olur. Çünkü cariyede kıymet, hürde diyet gibidir. Cariyenin
kıymeti, oğlanın (gulâmın)
kıymetinden daha çok olduğu zaman,, bundan kızda vâcib olan diyetin, erkekde
vâcib olandan daha çok olması gerekmez. Çünkü cariyenin kıymetinin, köle olan
oğlandan (gulâmdan) daha çok olması nâdirdir. Çoğu zaman erkek kölenin kıymeti,
cariyenin kıymetinden çok fazla olur. Hattâ cariyeye bin dirhem kıymet biçilse,
istenen niteliklerde o cariyenin benzeri olan erkek köleye iki bin dirhem
kıymet biçilir. Şu hâlde, fazlalık olması gerekmez. Bu söz, cariyenin dölü
(cenini) efendisinden başkasından ve mağrurdan başkasından olduğu vakittedir.
Cenin, cariyenin efendisinden veya mağrurdan olduğu hâlde ise; cenin erkek
olsun, kız olsun, hür kadında, cenininde zikredilen gurre vâcib olur. Çünkü
cenîn hürdür. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Cariyenin karnına,
mâlikinden başkası vurdukda, vurmanın ardından cariyenin efendisi dölünü âzâd
etse, sonra câriye dölü diri olarak düşürüp; ondan sonra döl ölse, Vuran
kimseye, düşen dölün diri olarak kıymeti vâcib olur, diyeti vâcib olmaz. Çünkü
O'nun öldürülmesi, evvelki vuruşladır. Halbuki vurma, dölün köleliği hâlinde
idi. 'Daha önce geçti ki, i'tibâr atma1 hâlinedir, ulaşmaya değildir. Bu esâsdan
dolayı, kıymetin efendiye âid olması gerekir. Yoksa vereseye âid olması
gerekmez.
Yaradılışının
(hilkatinin) ba'zi uzuvları belli olan cenin, zikredilen hükümlerde, bizim
rivayet ettiğimiz şey mutlak olduğu için tam oenin hükmündedir.
Bir kadın ilâç ile veya
kendi karnına vurmak gibi bir fiille ölü
bir çocuk düşünse, o ölü çocuk sebebiyle âkılesi üzerine bir senede ödenmesi
gereken gurre vâcib olur. Ancak, eğer kocasının izni ile düşürdü ise, bu
takdirde bir şey gerekmez. Eğer gebe kadın bir başka kadına düşürtmesi için
emredip, emreden kadın onu düşürürse, emredilen kadının bir şey Ödemesi
gerekmez. Hulâsa'da böylece zikredilmiştir.
Bir kimse, âmmeye
(herkese) âid yol (tarîk-i aram)
üzerinde bir hela veya su yolu veya duvardan su akacak bir oluk (çersin) yapsa —
ba'zılan, «Çersin, üzerine bina yapmak için duvardan çıkan bir ağaç dalıdır.»
demiştir. — veya yüksek bir yer yapsa, eğer onlardan insanlara zarar gelmezse,
yapılması caiz olur. Eğer insanlara zarar verirse, oradan geçenlerin hepsi için,
o yapılan şeyi bozmak hakkı vardır. Çünkü geçenlerden her biri, bizzat geçmekte
ve hayvanını geçirmekte hak sahibidir. Şu hâlde, onu bozma hakkı vardır.
Nitekim, ortaklaşa mülk-de olduğu gibi.
Özel olan çıkmaz yolda
(tarîk-ı h'âssda)
ortaklardan izinsiz, her ne kadar zararı olmasa da, yukarıda zikredilenlerden
bir şey yapmak caiz olmaz. Çünkü özel yol, onların özel mülkü gibidir.
Umûmî ve özel yolda
yapılan hela ve su yolu gibi şeyler bir kimsenin üzerine düşmesiyle ölse; o
kims>enin diyetini, o şeyi yapan kimse öder. Çünkü, o kişinin ölmesine sebeb
olmuştur. Nitekim, yol üzerine taş koysa veya kuyu kazsa yâhûd başka birinin
mülküne kuyu kazarak onun sebebiyle bir can telef olsa, diyetini ödediği gibi.
Zikredilen şeylerin biri sebebiyle ölen hayvanın kıymetini de eğer İmâm (Devlet
Başkanı) izin vermedi ise, öder. Çünkü zikredilen şeylerin hepsini umûmî yolda
yapmaya, İmâm izin vermedi ise, ödemek ancak o zaman lâzım gelir. Eğer îmânı
izin verdi ise, diyeti veya kıymeti ödemez.
Ya da, bir yolun
kuyusuna düşüp, açlığından veya kuyunun havasından boğulup (gumraen) ölse, onu
da, kuyuyu yapan kimse ödemez.
Gumm; kürbet
ma'nâsınadır. Kürbet ise; nefsdcn dışarı çıkmayan bir üzüntü ve sıkıntıdır.
Burada «gumm» ile murâd. kııyııuun havası ile boğulmaktır.-İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre; eğer boğularak ölürse,, diyetini Ödemek vâcib olur. Çünkü
boğulmak (gumm), düşmek sebebiyledir.
Bİr kimse başkasının
koyduğu taşı yerinden uzaklaştırma,.bir adanı da o taş sebebiyle ölse; taşı
uzaklaştıran kimse, Ölen adamın diyetini öder. Çünkü taşı ilkin koyan1 kimsenin
fiili, sonradan onu yerinden uzaklaştıran kimsenin fiili ile bozulmuştur. Şu
hâlde diyeti ödemek, taşı yerinden uzaklaştıran kimseye vâcib olur.
Yolda başı veya sırtı
üzerinde bîr şey taşıyan kimsenin, yüklendiği şey, bir başkası üzerine düşüp, o
kimse Ölse; taşıyan kimse, Ölenin diyetini Öder. Ya da, bir kimse; başkasının
mescidine bir hasır yâni yaygı veya kandil veya çakıl taşlan soksa; onlardan bir
şey düşüp, bir insan öldürse, o şeyi sokan kimse diyeti öder.
Musannifin, «Başkasının
mesci dine» demesine sebeb : Çünkü mes-cid, kendi kabilesinin (veya
mahallesinin) mescidi olursa, diyet ödemez.
Zira mescid ile ilgili
işleri görmek, mescidin cemaatına âiddir. Başkalarına âid değildir. Meselâ,
mescide İmâm ta'yîn etmek, mütevelli seçmek ve bunların benzerleri gibi. İmdi
onların fiili, selâmet şartı ile mu-kayyed olmayarak, mutlak surette mubâhdır.
Onlardan başkasının fiili ise, tecâvüzdür yâhûd selâmet şartı ile kaydlı
mubâhdır.
Ya da, bir kimse, namaz
kılmayarak bir mescidde otursa; —gerek o mescid kendi kabilesi (mahallesi)
mescidi olsun ve gerekse başkasının mescidi olsun müsavidir — bir kimse,
meselâ, bir a'mâ O'nun üzerine düşüp, bu sebeble ölse; o mescidde oturan kimse,
ölenin diyetini öder.
Musarmıfın,«Namaz
kılmayarak» diye kaydlamâsına sebeb: Çünkü o kinişe namaz kılsa, gerek farz ve
gerekse nafile olsun, ölenin diyetini ödemez. Zira mescid, ancak namaz için
yapılmıştır. Eğer namaz kılmazsa, gerek Kurbân okumak için ve gerek öğretmek
için olsun veya namaz için otursun yâhûd namaz sırasında mescidde uyumuş olsun,
diyeti öder.
Giydiği ridâsi (yâni
palto ve aba gibi giysisi) bir insan üzerine düşüp; o sebeble insan ölse,
diyeti Ödemez. Musannifin, «giydiği» demesine sebeb: Çünkü o ridâyı giymiş
olmasa, belki yüklenmiş olsa, ö ridâ insan ürerine düşmekle, o insan ölse veya
onun düşmesiyle bir insan sürçüp ölse, diyeti öder. Aradaki fark şudur: Bir şeyi
yüklenen kimse, onu korumayı kasd eder. Şu hâlde, bunu selâmet vasfı ile kayd
etmekde güçlük yoktur. Fakat giyen kimse, böyle değildir. Zikredilen şeylerle
kaydlansa, güçlük lâzım gelir. Onun için mutlak olarak mubah kılınmıştır.
Herkesin üzerinden
gelip geçtiği yola (tarîk-ı ânıma) eğilen bir duvarın sahibi, bu duvar
sebebiyle ölen kimsenin diyetini öder. O duvarın yıkılmasını; bir Müslüman veya
Zimminin; erkek veya kadın; hür v«yâ mükâteb olsun istemiş bulunması şarttır.
Çünkü insanlar yoldan, gelip geçmekde ortakdırlar. İstemenin yolu; «Ben bu adama
duvarını yıkması için gittim.» demektir. Bu kadarı yeter. Şâhid göstermeye
hacet yoktur.. Kitaplarda şâhid göstermenin (işhâd) zikredilmesi, inkâr
sırasında isbât edebilmek içindir. Bunu, o duvarı bozmaya mâlik olandan ister.
Duvarı rehin veren (râhin) gibi ki, o rehni kaldırıp duvarı (merhûnu) bozmaya ve
rehnedilen şeyi kendi eline geri çevirmeye mâ-likdir.
Çocuğun babası ve
vasisi de böyledir. Çünkü bu ikisi için, küçük çocuğun malında tasarruf velayeti
vardır. Mükâteb de böyledir. Çünkü mükâteb, yed'en mâlikdir. Binâenaleyh
yıktırma velayeti O'nundur.
Keza tacir köle, borçlu
bile olsa, böyledir. Yıktırmaya hakkı vardır. Sonra, duvarın düşmesiyle telef
olan şey, mal ise, o malın ödenmesi tacir kölenin rakabesinden vâcib olur. Eğer
telef olan insan olursa, onun diyeti — şayet varsa — tacir kölenin efendisinin
âkılesine vâcib olur. Çünkü şâhid getjrmek (işhâd), bir bakımdan efendiye
âiddir. Malı ödemek ise; tacir köleye ve cani ödemek efendisine daha uygundur.
Eğer mâlik, duvarın bozulması mümkün olacak kadar zamanda onu- bozmadı ise; o
duvar ile telef olan mal ve canı Ödemek gerekir. Malı, köle; nefsi, efendinin
akılesi öder. Üzerine şâhid getirildikten (yâni işhâd edildik-den) sonra evini
satan kimse, müşteri evi, teslim almış, veya almamış olsun, ödemez. Kâfî'de
böyle zikredilmiştir. Hidâye'de, «veya. almamış olsun» sözü yoktur. Yâni, ev*
satıldıktan sonra, duvar düşüp, onunla maî veya insan telef olsa; ödemek
gerekmez. Satanın bir şey ödememesine sebeb şudur: Çünkü suç, duvarın yıkılması
mümkün iken terke-dilmesi sebebiyledir. Halbuki satmakla, o ortadan kalkmıştır.
Duvardan dışarı ağaçlar çıkarmak bunun hılâfınadır. Çünkü satan kimse, duvardan
dışarı ağaçlar çıkarmakla üzerine bina yaptığı zaman suç işlemiştir. Bu,
satışla bozulmamıştır. Satın alan kimsenin de, bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü,
satın almadan önce O'na şâhid getirmemiştir. Eğer satın aldıktan sonra şâhid
getirse, o zaman öder. Çünkü, talebden sonra yıkılması mümkün iken, yıkmamıştır.
Ya da, duvarın
yıkılmasına mâlik olmayan kimseden istense; her ne kadar ondan taleb olundu ise
de, ödemez. Mâlik olmayan kimse, meselâ rehn konulan kimse, müste'cir, emânet
konulan kimse ve evde oturan kimse gibi kimselerdir. Çünkü bu kimselerin
tasarrufa güçleri yoktur.
Duvar bir kimsenin
evine meyi etse, o ev sahibi için taleb etmek hakkı vardır. Çünkü taîeb hakkı,
O'na âiddir. Bu takdirde, o adamın te'cili ve suçtan ibrası sahih olur.
Yola eğilen duvar için
kâdî veya talibin fce'dli (ertelemesi ve geciktirmesi) sahili olmaz. Çünkü yol,
herkesin hakkıdır. Kâdî ve tâlib için âmmenin hakkını ibtâl caiz olmaz.
Eğer duvar sahibi
başlangıçta duvarı eğri yaptı ise, talebsîz zararı öder. Nitekim duvardan yola
ağaçlar çıkarıp, üzerine bina ettiğinde ödediği gibi. Meselâ o uzatma veya
çıkıntıların üzerine hela yapması gibi.
Beş kişi bir eğri
duvarda ortak olup, birinden o duvarın bozulması istense ve o duvar bir adamın
üzerine düşüp öldürse, o istenilen kimsenin âkılcsi diyetin beştebirini öder.
Çünkü, diyetin beştebirini o adamdan istemek şahindir. Bu durumda, ö kimse
tecâvüz etmiştir.
Eğer, «Beş ortakdan biri olan
o kimse, duvardan bir şey yıkmağa kadir değil iken, ondan diyetin beşte birini
istemek nasıl doğru olur?» diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki: O beş
ortakdan biri kendi payını yıkmaya kadir olmasa da, bir bakımdan düzeltmesine
kadir olur. Ö da, hâkimler huzurunda duruşma (murafaa) dır. Bununla-, maksâd
hâsıl olur. Öyleyse, terk ettiği takdirde, âkile, diyetin beştebirini öder.
Nitekim, üç kimsenin ortak olan evlerinde, birisi kuyu kazıp veya duvar yapıp,
onun sebebiyle bir insan ölse, âkıleleri diyetin 'üçteikisini ödedikleri gibi.
Çünkü kuyuyu kazan veya duvarı yapan kimse üçteiki-de tecâvüz etmiştir.
Asi olan şudur ki;
Müslümanların yolundan gelip geçmek selâmet şartiyle mubâhdır.
Çünkü gelip geçen kimse, bir bakımdan kendi hakkında ve bir bakımdan da
başkasının hakkında tasarruf eder. Çünkü yol, bütün insanlar arasında oı takdir.
Binâenaleyh biz; sakınma mümkün olmayanda değil, sakınma mümkün oîan şeyde, her
iki tarafa âdilâne hükmetmiş olmak için, selâmet şartı ile mubâhdır, dedik.
Çünkü Müslümanların yolundan gelip geçmenin mutlaka selâmetle kaydlan-ması,
tasarrufdan menetmeye ve tasarruf kapısının kapanmasına varır. Halbuki, tasarruf
kapısı açıktır. İmdi zikredilen şey anlaşıldı ise, biz deriz ki:
Umûmî yol (tarîk-ı
âmm)'da, hayvanın çiğnediği şeyi, ön veya arka ayağı yâhûd başı ile isabet
ettiği şeyi veya Ön dişleri ile ısırdığı yâhûd ön ayağı ile vurduğu veya
kendisinin çarptığı şeyin zararını, ona binen kimse Öder.
İki biniciden biri,
diğerine bizzat çarpsa;
«İki binici çarpıştı!»
denir. Çünkü, bu zikredilen şeylerden sakınmak" mümkündür. Zîrâ bunlar, seyrin
zaruretlerinden değildir. Bundan dolayı, selâmet şartı ile kaydedilmiştir. Eğer
zikredilen şeyler; mülkünde yürürken meydana gelirse, zararı ödemez. Çünkü,
tecâvüz etmemiştir.
Ancak, binici hayvan
üzerinde iken hayvanın çiğnemesiyle olan zararı öder. Çünkü çiğnemek, bizzat
yapmak (mübaşeret) tır. Zira
binilen hayvan, çiğnediğini, binenin ağırlığı ile öldürmüştür. Hattâ binici,
öldürülenin vârisi olsa, mîrâsdan mahrum olur.'O'na keifâret lâzım gelir.
Çiğnemekten başkası, sebeb olmaktır. Onda, tecâvüz şarttır. Bu takdirde,
mülkünde kuyu kazan kimse, gibi olmuştur. Mübaşerette tecâvüz şart
kılınmamıştır.
Binici başkasının
mülUündc giderken zarar meydana gelse, eğer binicinin geçip gitmesi, izin ile
olursa, o mülk, kendi mülkü gibi olur. Onda yürümek, kendi mülkünde yürümek
gibidir. O zaman, binicinin zararı ödemesi gerekmez. Eğer mülk sahibinin izni
ile olmazsa, telef olan şeyi mutlaka ödemesi gerekir. Çünkü binici, tecâvüz
etmiştir.
Hayvanın nefhi,
tırnağının ucu ile vurmalıdır. Yâni hayvan yürürken ayağı veya kuyruğu ile
vurursa, binici zararı ödemez. Çünkü hayvan yürürken, bundan sakınması mümkün
değildir. Şayet hayvanı yolda durdurursa, meydana gelen zararı öder. Çünkü
hayvanı durdurmaktan sakınmak mümkündür. Velev ki; hayvanın ayağı veya kuyruğu
ile vurmasından sakınmak mümkün olmasın. Binâenaleyh, hayvanı dur> durmakla
tecâvüz etmiş (müteaddî) olur.
Ya da hayvan, yolda
yürürken terslemesiylc veya işemesiyle bir şeyi helak etse, binici zararı
ödemez. Çünkü, bundan sakınmak mümkün değildir. Nitekim, sebebi daha önce
geçti. Ya da binici, terslemesi için hayvanı durdursa, yine zararı ödemez. Çünkü
hayvanların ba'zısı durdurmadıkça terslemez ve işemez. Şayet binici, hayvanı bir
başka şey için durdurduğu zaman helak etse, zararı öder. Çünkü, durdurmakla
mütecavizdir. Ancak İmâm (Devlet Başkam) tarafından hayvanın durdurulmasına izin
verilen bir yerde durdurursa; bu takdirde, teaddi olmadığı için zararı ödemez.
Hayvan, Ön veya arka
ayağı ile çakıl taşı veya hurma çekirdeğine çarpsa yâhûd toz, toprak veya küçük
taş kaldırıp bir kimsenin gözünü çıkarsa veya bir giysiyi berbâd etse, sakınmak
mümkün olmadığı için, zaran ödemez. Büyük taş kaldırıp göz çıkarırsa, sakınmak
mümkün olduğu için zararı Öder.
Hayvanı sevk eden
(saik) ve yeden (kâid) ,
hayvanın ön ayağının isabeti ile helak olan şeyi öder. Arka ayağının isabeti
ile helak olanı ödemez. Yâni hayvana binen kimsenin (rakibin), zararı ödediği
her durumda, onu sevk eden ve yeden de zararı öder. Çünkü bunlar da, binicinin
çiğnetmesinden maada zararda binici gibi müsebbibdirler. İmdi
her iki sebebde, teaddî olduğu için hayvana binen kimse gibi, zararı ödemek
vâcib olUr. Bu hüküm sahih kavle göre; hem muttarit, hem-mün'akisdir.
Kudûrî zikretmiştir ki:
Sürücü, hayvanın ön ayağı ile yaptığı zararı öder. Çünkü, sürücünün gözünün
önündedir. Şu hâlde, yürümekle beraber ondan sakınmak mümkündür. Fakat bu hâl,
binici ile yedenin gözünden kaçar. Binâenaleyh, onların bundan korunması mümkün
değildir. Ba'zı âlimler, bu sözü benimsemişlerdir. Âlimlerin çoğu ise, birinci
sözü kabul etmişlerdir.
Bindiği hayvan ile bir
kimseyi öldüren biniciye, keffâret vâcib olur. Çünkü, binici mübaşirdir. (Yâni,
bizzat yapmıştır). Keffâret ise, ancak mübaşeret ile olur. Eğer Öldürülen
kimse, binicinin murisi ;se;
ona vâris olamaz. Çünkü bu da, mübaşerettir. Hayvanı sevk eden ile yeden bunun
aksinedir. Onlara keffâret vâcib olmaz ve Ölümüne sebeb oldukları kimseye vâris
olabilirler. Çünkü, müsebbibdirler. Keffâret ve mîrâsdan mahrum olmak ise, sebeb
olma ahkâmından değildir.
Hür olan her binicinin
veya hür olan her yayanın âkılesi — şayet binici ve yaya çarpışsalar ve ikisi de
ölse, yabancı da olmasalar ve çarpışmaları hatâ ile olsa— diğerinin diyetini
Öderler. Yabancı olsalar, diyetin onların mallarından ödenmesi gerekir. Nitekim
bu mes'ele, daha önce defalarca geçti. Zira her birinin ölümü, diğerinin fiiline
muzâf-tır. Çünkü O'nun fiili haddizatında mubâhdır. O da, yolda yürümesi-dir. Şu
hâlde kendi nefsine nisbetle, zararı ödemek hakkında i'tibâra alınmaz. Çünkü
kendi hakkında, mutlak surette mubâhdır. Şayet i'ti-bâr olunsa, yolun
ortasındaki kuyuya düşüp ölen kimse için yarım diyet vâcib olurdu. Çünkü
yürümesi ve ağırlığı olmasa, kuyuya düşmezdi. Arkadaşının fiili mubah da olsa,
lâkin başkası hakkında selâmet şarti ile mukayyetidir. İmdi telef onunla meydana
gelince, zararı ödemek için sebeb olur. Bunda, İmânı Züfet* (Rh.A.) in ve İmâm
Şafiî1 (Rh.A.) nin ayrı görücü vardır.
Eğer birbiriyle
çarpışmak kasdeıı olursa, ittiiâken vâcib olan, diletin yansıdır. Çünkü her
biri kendisinin ve diğerinin fiili ile ölmüştür. İmdi diyetin yarısı mu'teber
olup, yansı heder olur. Nitekim ikisinden her biri, kendisini ve arkadaşını
yaralamasında olduğu gibi. Hidâye'de ve Kâfı'de, kasd sureti açıkça
zikredilmcmiştir. Belki, hasmın delili zumunda zikredilmiştir. Bundan dolayı
Kifâye'de denmiştir ki: Kitaplarda zikredildiği üzere, kasdda her birinin
âkılesi üzerine diyetin yansı vâcib olur. Hatâda ise; tam diyet vâcib olur.
Ancak Kifâye sahibi hatâyı, mes'elenin vaz'ında; kasdı ise, hasmın sözünü
açıklarken zikretmiştir.
Şayet birbiriyle
çarpışan kimseler iki köle olsa, ikisinin de kanlan heder olur. Çünkü, suç,
ikisinin de boyunlarına (rakabelerine) teallûk eder. Halbuki rakabeleri halef
bırakmaksızın fevt olmuştur.
Şayet ikisinden biri
hür olup, diğeri köle olursa, hür maktulün âkılesi üzerine hatâda kölenin
kıymeti vâcib olur. Kıymeti, hür maktulün vârisleri alır. Çünkü İmâm A'zam'
(Rh.A:) in ve İmâm Muham-med' (Rh.A.) in kabul ettikleri asla (kaideye) göre,
kıymet âkile üzerine vâcib olur. Çünkü İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh.
Aleyhİ-mâ) e göre asi olan; insanın ödenmesi (zemânı) dir. O suç
işleyen köle, bu kadar bir bedel bırakmış olur. İmdi o bedeli, hür maktulün
vârisleri alır ve halef bulunmadığı için fazlası bâtıl olur. Hürrün âkıle-sî,
ikasdda kölenin kıymetinin yarısını ödemeleri gerekir. Çünkü kasdde, ödenmesi
gereken (mazmun) yarıdır. Bu miktarı Öldürülenin velîsi alır. Köle üzerine
gereken şey, rakabesindekidir.
(Yâni, kölenin kıymetidir). O da, hürrün diyetinin yarısıdır. Bu, düşer. Ancak,
bıraktığı bedel miktarı düşmez. O da, kıymetin yarısıdır.
Hayvanın, eyer, gem ve
bunların benzerleri gibi ba'zı âletleri; bir adamın üzerine düşmesiyle ölse, o hayvanı sevk eden kimsenin âkılesi
öldürülenin diyetini öder. Çünkü bunlar, sakınmak mümkün olan şeylerdendir.
Zira o şeyin düşmesi, hayvanın üzerine ya bağlanmadığı yâhûd muhkem konulmadığı
içindir.
Devenin'katarım yeden
adamın âkılesi, zikredilen sâyikın akılesi gibi; o katardan bir deve, bir adamı
ayağı iie banıp öldürürse diyetini ötfer. Çünkü yeden kimsenin, sürücü gibi
katan koruması gerekir. Ondan sakınmak da mümkündür. Şu hâlde kusur etmekle
tecâvüz etmiş olur. Şu kadar'iark var ki, canın diyetini âkile ödemesi gerekir;
malın ödenmesi ise, yedenin malından olur. Kâlî'de de böyle denmiştir.
Şayet yeden ile beraber
devenin yanında bir sevk eden de var ise; eğer ikisinin de âkılelcri yoksa,
ikisi beraber öderler. Eğer âkılesi var ise, âkilclerî öder. Çünkü bir yedici,
hepsinin yedicisidir. Yine bir saik de, hepsinin sâikidir. Çünkü develerin
yularları, birbirine bitişiktir. Fakat-sevk eden kimse devenin yanıbaşmda
olmayıp, aralarına girerse, develerden birinin yularını da tutarsa, önündeki
devenin zararını yal-- nız o saik öder. Şayet ikisinin arasında olan deve helak
etti ise, ikisi beraber öderler. Çünkü kâid, sâikin ardında olanı yedemez. Zira
yular, ayrılmıştır. Saik ise, önünde olanı sevk eder;
Katarı yeden kimsenin
haberi yok iken, ve katar yürürken katara bir deve bağlanıp, bir adamı öldürse;
yeden kimsenin âkılesi öldürüie-nin diyetini öder. Çünkü kâid, hepsinin
yedicisidir. O devenin de, ye-dicisi olur. Yedmek ise, zararı ödemenin vâcib
olmasına sebebdir. Ödemenin sebebi tahakkuk etmekle beraber, yedenin devenin
bağlandığını biünemesiyle zarara ödemesi (zeinân) düşmem. Yedenin âkılesi,
diyeti; deveyi katara bağlayanın âkılesinden alır. Çünkü bu, ödemeye sebeb olan
bağlayandır. Deveyi katara bağlamıştır. Bu suretle tecâvüzde bulunmuştur. Vıe
takdiren suçu işleyen o olmuştur.
Şayet bağlayan kimse,
deveyi katar dururken bağlasa, yedenin âkılesi, öldürülenin diyetini rücûsuz
öderler. (Yâni ödedikleri diyeti, deveyi bağlayanın âkılesinden alamazlar.)
Çünkü yeden kimse, başkasının devesini, sarınan ve delâleten izni olmaksızın
yedmiştir. Şu hâlde yedenin âküesi, onlara lâıhık olan diyeti bir kimseden
alamazlar. Olup olacağı: Bağlayan kimse, deveyi bağlamak ve yolda durdurmakla
tecâvüz etmiştir. lâkin o yanlış iş, kâidih yedmesiyle ortadan kalkınıştır.
Bîr kimse yol üzerine bir taş koyup, başkası o taşın yerini değiştirmesi gibi
olmuştur.
Keza katan yeden kimse
devenin bağlandığını bilirse, yedenin âkı-lesi kendilerine lâhık olup, ödenmesi
gereken zararı bağlayanın âkıle-sind<eıı alamazlar. Çünkü yeden 'kimse, devenin
bağlanmasına razı olmuştur. Telef de, yedenin fiiline bağlıdır. Bu nedenle ıücû
(yâni diyeti, deveyi bağlayanın âkılesinden almaları) caiz olmaz.
Bir kimse köpeği veya
doğanı ava salı verse veya sevk etse; yâni onunla beraber ardınca yürüse, her ne
kadar arkasından gitmese bile, hemen arkacığında (fevrinde)
bulunduğu müddetçe, köpeği sevk edici hükmündedir. Bu durumda o kimse, şevke
mülhak olur. Eğer gecikip geri kalırsa (ter&hî ederse), sevk kesilmiş olur.
Bunu, Zcylaî (Rh. A.) zikretmiştir.
İmdi adamın hemen
arkasında bulunduğu sırada (fevrinde), köpek bir insana zarar verse, köpeği
sevk eden, onun itlaf ettiği şeyi öder. Çünkü itlaf, köpek yönünden sevk eden
üzerine mahmuldür. Köpeğin fiili, o sevk edene muzâf olur. Nitekim zorlanan
(mükreh) kimsenin fiili, âlet olabildiği yerde zorlayan kimseye muzâf olduğu
gibi.
Doğanı göndermekle
meydana gelen zararı ödemez. Aradaki fark şudur: Köpek, sevk edilebilir. İmdi,
köpeğin şevkine i'tibâr edilir. Doğun ise, sevkedilemez. Böyle olunca, doğanda
şevkin varlığı ile yokluğu müsavidir.
Zarara Ödeme sebebi
bulunmadığı için, sevk olunmayan kopekde (onun meydana getirdiği) ödeme yoktur.
Kendisi çıkıp, giden hayvanın gecede veya gündüzde cana veya mala isabet edip
telef ettiği şeyde de zararı Ödeme gerekmez. Çünkü, Resûlüllah (S.AV.) :
«Hayvanın yaralaması
hederdir (boşa gider).»
buyurmuştur. Yaraladığı heder olan, kendisi çıkıp giden hayvandır Bir de; fiil
hayvanın sahibine muzâf olamaz.
Çünkü, hayvanın sahibinden gönderme ve sevk gibi ona nisbeti gerektiren bir şey
bulunmamıştır.
Bir kimsenin, bağlantı
üzümünü yiyen ve bununla meşhur olan bir köpeği olsa; o da köpeğini muhafaza
etmeyip, köpek üzümleri yese, o kimse zararı ödemez. Şayet, insanı telef
etmesinden korkulan şeylerde şöhret bulursa, zararı öder. Nitekim eğri duvarın
yıkılmasında, öküzün süsmesinde ve kuduz köpeğin ısırmasında olduğu gibi ki,
eğer muhafaza etmezse telef ettiği şeyi sahibi öder.
Bir kimse, üzerine bir1
adam binmiş olan hayvanı dövüp veya bir ağaçla ve ağaç benzeri bir şeyle dürtüp;
hayvan da diğer bir şahsı tep-se veya ön ayağı ile diğer şahsa vursa veya vuran
kimsenin vurmasından ve dürten kimsenin dürtmesinden ürküp; başka bir şahsa
çarpıp öldürse, vuran veya dürten kimse, ölen şahsın diyetini öder. Hayvana
binen kimse ödemez. Zira bu ödeme mes'elesi Ömer ve İbn-i Mes'ûd (R Anhümâ) dan
mervîdir. Bir de; dürten kimse sebeb olmakda mütecavizdir. Binici ise, fiilinde
tecâvüzkâr değildir. Zararı ödetmede, mütecavizin tarafı tercih edilir. Hattâ
binici hayvanı yolun üzerinde durdur-sa, diyeti ödeme binen ile dürten arasında
ikiye bolünü*. Çünkü binici hayvanı durdurmakda., dürten gibi haksızlık
etmiştir. Eğer hayvan, dürten kimseyi tepip öldürürse, O'nun kanı boşa gider
(yâni, diyetini kimse ödemez). Çünkü, kendisi üzerine suç işleyen gibi olmuştur.
Şayet hayvan, biniciyi üzerinden atıp öldürse; diyeti dürten kimsenin âkı-Ie'si
öder. Çünkü dürten kimse, ölüme sebeb olmakta mütecavizdir. Sonra, dürten kimse
ancak çiğneme olayı dürtmenin hemen- akabinde olduğu zaman öder. Hattâ hayvanı
sevk ona muzâf olur. Şayet, hayvanın basması (veya çarpması) dürtmenin akabinde
olmazsa, diyeti binici öder. Çünkü dürtmenin eseri kesilip, hayvanı sevk
biniciye muzâf kalmıştır.
Kasabın koyununun gözünü
çıkaran kimse, maliyet bakımından koyundan eksilttiği şeyi öder. Çünkü, koyundan
maksûd olan ettir. Ondan eksilene, ancak bu cihetle i'tibâr edilir. Kasabın
sığırının ve boğazlanmak için hazırlanmış olan devesinin gözünü çıkaran kimse
ve yine eşeğin, katırın ve atın gözünü çıkaran kimse, o hayvanın kıymetinin
dörttebirini öder. Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) den; hayvanın gözü hakkında
hayvanın kıymetinin dörttebiri ile hüküm verdiği, rivayet edilmiştir. Hz. Ömer
(R.A.) de, kıymetin dörttebiri ile hüküm vermiştir. Bir de; bu işin yapılması
ancak dört gözle mümkün olmuştur. Gözün ikisi hayvanın, ikisi de onu
kullananındır. Sanki o hayvan, dört gözlü imiş gibi olur ve bir gözü çıkınca
kıymetin dörttebiri vâcîb olur.
Bir köle (abd); kasden
suç işlese, insan öldürmede kısas vâcib olur. Nitekim daha önce geçti. Ancak,
eğer öldürülen kimsenin velîsi Ue kölenin efendisi arasında sulh veya
öldürülenin velîsinden afv vâki olursa, kısas yapılmaz. Kanı mubah olduğu için
suç işleyen köleyi (abdı), rıkk
yapmak caiz olmaz.
Kölenin ikrarı ile
kısas sabit olur. Efendisinin ikrarı ile^âbit olmaz.
Çünkü bu ikrar, kölenin
zararına olduğu için, bunda töhmet yoktur. Şu hâlde, kabul edilir. O ikrar,
insan olması i'tibâriyle kana râci' olan şeyde hürriyetin aslına carîdir. Bundan
dolayı, efendinin köle aleyhindeki hadd ve kısas ikrarı, kabul edilmez. Bu
ikrar, efendinin hakkına tesadüf etse de zımnidir. Riâyeti gerekmez.
Kölenin, nefsin dûnunda olan bîr şey hakkındaki
ikrarı, hükümde, hatâ ile öldürmek gibidir. Musannif hükmü, «O köleyi, «fcndisi
3uç karşılığında verir.» sözü ile zikretmiştir. Öldürülen kimsenin velîsi, o
köleye mâlik olur. Ya.da, kölenin efendisi suçun diyetine karşılık O'nu fidye
verir. Yâni kölenin efendisi, köleyi vermek ile diyet verip O'nu kurtarmak
arasında muhayyerdir. Lâkin asi vâcib olan, sahih kavide köleyi vermektir.
Bundan dolayı, kölenin ölümüyle, vacibin mahalli ortadan kalktığı için vâcib
düşer. Hür kaatilin ölümü bunun aksinedir ki, o zaman diyet âkılesi üzerine
vâcib olur. Köleyi vermek ile diyet verip O'nu kurtarmaktan her biri hâlen lâzım
gelir, (yâni edası gerekir). Köleyi vermenin (defin) hâlen lâzım gelmesi, köle
ayn
olduğu içindir. Ayn olan şeylerde te'cîl yoktur. Diyet verip kurtarma (fi-dâ)
nın hâlen olmasına sebeb ise;'aynın bedeli olduğu içindir, Bir>uen-aleyh, onun
hükmünü alır. Şayet köle ölünceye kadar velî bir şey ihtiyar etmese, hakkın
mahalli ortadan kalktığı için, üzerine suç işlenmiş (mücennâ aleyh) olanın hakkı
bâtıl olur. Nitekim, daha önce geçti.
Şayet fidâyı (fidyeyi)
verdikten sonra köle ölse, hak kölenin boynundan efendinin zimmetine geçtiği
için, ibra etmiş olmaz. Şayet öldürülen kimsenin velîsi O'nu diyeti ile
kurtarmış olsa ve peşisıra köle yine suç işlese; ikinci suç, birinci suç
gibidir. Çünkü öldürülenin velîsi, fidye alınca, suçlu birinci suçundan kurtulur
ve suç işlenmemiş gibi olur. İkinci suç için köleyi def veya fidâ (fidye vermek)
vâcib olur.
Şayet köle iki suç
işlese, kölenin efendisi O'nu, üzerine suç işlenen kimsenin velilerine verir.
Onlar da hakları nisbetinde aralarında taksim ederler. Yâni iki suçun diyeti
miktarına göre taksim ederler. Ya da, kölenin efendisi O'nu ikisinin diyeti
(ersi) ne karşı fidye verir. Çünkü
birinci suçun'kölenin rakabesine teallûk etmesi, ikincinin de O'na teallûkuna mâni' değildir. Birbiri ardınca gelen
(mütelâhıka) borçlar gibi.
Görülmez mi ki;
efendinin mülkü, suçun teallûkunu metıetmez. Böyle olunca, üzerine ilk suç
işlenenin nıenctmemesi, evlâ yoluyla olur. Eğer velîler bir topluluk (yâni,
ikiden fazla) olursa, verilen köleyi hisselerine göre taksim ederler.
Eğer kölenin efendisi
O'mı fidye verirse, onların bütün diyetlerine karşı fidye verir. Nitekim sebebi
zikredildi ki, birinci suçun kölenin rakabesine taalluku, ikinci suçun
teallûkunu menetmez. Şayet suç işleyen köleyi efendisi hibe etse veya satsa
veya âzâd etse veya müdebber eylese veya suç işleyen câriye olup O'nu istîlad
eyîese ve
suçu bilmese, kıymetinden ve diyetten daha az olanı öder (yâni, hangisi daha az
ise, onu öder.)- Eğer suçu bilirse; diyete borçlu olup, onu Öder. Çünkü efendi
bu tasarrufâttan önce def ile, fidâ, yâni köleyi vermek ile fidye ödemek
arasında muhayyer olmuş idi. Efendinin suç hakkında bilgisi yok iken vermek için
mahal olmayınca, diyet (erş) için muhayyer olmaz. Bu durumda kıymet, köle yerine
geçmiştir. Daha az ile daha çok arasında muhayyer bırakmakta bir fayda yoktur.
Bu durumda daha az (ekal) olan kıymet vâcib olur. Suçu bilmek, bunun aksinedir.
Çünkü, bu takdirde efendi diyet için muhayyer olur. Nitekim efendi, kölenin
âzâdmı, O'nun Zeyd'i öldürmesine veya O'na bir şey (veya iftira) atmasına veya
Zeyd'in başını yarmasına bağlasa; köle de o işi yapsa, bu takdirde durum
yukarıda anlatılan gibi olur. Yâni efendi köleye; eğer Zeyd'i öldürürsen, hürsün
dedikde; o da öldürse veya eğer sen Zeyd'e silâh atarsan hürsün dedikde, köle de
atsa veya eğer sen Zeyd'in başını yararsan hürsün dedikde köle de ZeycTin
başını yarsa, diyete borçlu olur. Çünkü efendi, kölenin suçuna karşılık fidye
vermek için muh-tâ$H3İur. Çünkü köleye suç mevcûd farzederek âzâd etmiştir.
$$Bir köle, hür bir
insanın elini kasden kesse ve kölenin efendisi kadının hükmü ile veya hükümsüz
köleyi o hür kimseye verse, o da köleyi âzâd etse; sonra o yara sirayet edip o
kimse ondan ölse, kölenin âzâ-dı, cinayeti için sulh olur. Zira hür kimse köleyi
âsâd edince bu onun kasdı, sulhu tashih olduğuna delâlet eder. Çünkü o sulh için
sıhhat, ancak cinayette ve cinayetten meydana gelen şey için sulh olmakla sahîh
olur. Eğer hür kimse O'nu âzâd 'etmedi ise, köle efendisine geri verilir. Çünkü
o hür kimse, onu âzâd etmeden, yaranın sirayeti ile ölse, zahir olan şudur ki;
vâcib olan mal değil, belki kısâsdır. İmdi kölenin verilmesi bâtıl olup, köle
efendisine geri çevrilir. Öldürülen kimsenin velîsi, o köleyi öldürür veya Ö'nu
afv eder. Yâni velî, öldürmek ile afv etmek arasında muhayyer bırakılır. Çünkü o
kimsenin kanı mubâh-dır. Nitekim, daha önce geçti.
Borçlu me'zûn bir
köle hatâen suç işlese, efendisi de onu, suç işlediğini bilmeksizin âzâd etse,
âzâd eden efendi, borç sahibine yâni alacaklıya, kölenin kıymetinden ve
borcundan en az (ekal) olanı öder. (Yâni hangisi daha az ise, onu öder).
Cinayetin velîsine de kölenin kıymetinden ve diyetten en az (ekal) olanı borçlu
oluı\ Çünkü kölenin efendisi, borçlu olan me'zûn köleyi âzâd edince, alacaklıya
kölenin kıymetinden ve borçdan en az (ekal) olanı vermesi îcâbeder. Hatâen
cinayet işleyen köleyi âzâd edince, kıymetinden ve diyetinden hangisi en az
ise, onu öder. İkisi arasında müzâhim. (zıd) bulunmadığı için içtimâ edince de,
böyle olur. Çünkü eğer âzâd olmayaydı, cinayetin velîsine verilip, ondan sonra
borç İçin satılırdı.
Borçlu olan me'zûn bir
câriye, bir çocuk doğursa, O'nun cinayeti için o çocuk, onunla beraber verilmez.
Ama, cariyenin borcu için satılır.
Zira zimmetinde olan
borç, O'nun rakabesine mütealliktir. Tealluk, çocuğa sirayet eder. Cinayet için
vermek, efendisinin zimmetindedir ve cariyeye ancak hakîki fiilin eseri, mülâki
olur. O da, cariyeyi vermektir. Sirayet, %er'î işlerde olur; hakîkatta olmaz.
Bir adamın kötesini,
başka bir adanı, O'nu efendisi âzâd etti sansa ve âzâd edilen köle de, o âzâd
edilmiş sanan adamın bir velîsini yâni bir yakınını yanlışlıkla (hatâen)
öldürse, o sanan kimse için bir şey yoktur. Çünkü efendisi O'nu âzâd etti
sanınca, o sanan kimse, kölenin efendisinden ne köleyi almaya ve ne de diyet
almaya müstehıkr olmayıp, ancak hür olmakla aknesinden diyet almaya müstehık
olduğunu ikrar etmiş olur. O köleyi hür sanan kimse, kendisi hakkında tasdik
edilir de, köleyi veya fidyesini vermek düşer. Âkile üzerine diyet da'vâ-sında
da tasdik olunmayıp, ancak deîîl ile tasdik olunur.
' Âzâd edilmiş bir
köle; «Ben, azadımdan önce Zeyd'in kardeşini yanlışlıkla öldürdüm.»dese, Zeyd
de, «Belki, âzâddan sonra öldürdün.» dese, birincisi tasdik edilir. Çünkü Zeyd,
köle üzerine bir şey iddia etmektedir ki, köle O'nu ikrar ederse, diyeti
ödemesi gerekir. Akılenin ödemesi
gerekmez. Çünkü Zeyd, kölenin âzâddan sonra hatâen insan öldürdüğünü iddia
ediyor. Köle, bunu ikrar etse, diyeti ödemesi gerekir. Zira ikrar ile sabit
olanı, âkıleler yüklenmezler. Binâenaleyh, kölenin âzâddan önce. öldürdüm,
demekden muradı, ondan sonra öldürmedim, demektir. Çünkü böyle demekle, diyeti
Ödemesi lâzım gelmekten kaçınır. Yoksa, zahir ma'nâsı değildir ki, köle
sahibinin, kıymetinden ve borcundan en azı ile diyeti ödemesi gerektiği
anlaşılsın. Bu, efendinin cinayeti bilmediğine göredir. Şayet cinayeti bilirse,
diyet lâzım gelir. Bununla beraber kölenin sözü, efendi üzerine hüccet değildir.
Şayet bir adam,
cariyesi için, «O'nu âzâd etmezden önce, elini kes-dim!» dese ve câriye de,
«Belki,.âzâddan sonra kesdin!» dese, câriye tas-dîk edilir. Efendinin, cariyeden
aldığı mal da böyledir. Yâni bir kimse, cariyesini âzâd ettikden sonra,
cariyeye, «Ben, seni âzâd etmezden önce, elini kesdim!» veya «Bu malı, senden
aldım!» dese, ve câriye de «Belki kesmeyi ve almayı âzâddan sonra yaptın.»
dese, söz cariyenindir. Çünkü adam, ödeme sebebini ikrar etmiştir. Ondan sonra
berâet iddia etmekte ve câriye inkâr etmektedir. Şu hâlde söz, inkâr edenindir.
Cima* ve gailede câriye
tasdik edilmez. Yâni efendi, aCâriye ile âzâddan önce cinsî ilişkide bulundum.»
dese veya «Gaileyi (yâni cariyenin gelirini) âzâddan ,önce aldım.» dese, söz
efendinindir. Çünkü zahir olan, bunların kölelik hâlinde olmalarıdır.
Mahcur bir
köle veya bir çocuk; bir başka çocuğa, bir adamın öldürülmesini emrctse, o da
öldürse, Öldürülenin diyetini kaatilin âki-lesi ödemesi gerekir. Çünkü öldürmeye
girişen, emredilen çocuktur. Şu hâlde O'nun âkılesi, Öldürülenin diyetini Öder.
O âkile, ödedikleri diyeti kölenin azadından sonra köleden alırlar. Çünkü, kaatU
olan çocuğu bu yolsuzluğa uğratan köledir. Lâkin kölenin sözü, efendisi hakkında
mu'teber değildir. Şu hâlde diyeti, âzâddan sonra öder.
Âkile diyeti, emreden
çocukdan alamazlar. Çünkü, emreden çocuk-da 'ehliyet eksiktir.
Eğer mahcur bir köle,
kendi gibi mahcur bir kölenin me'mûru ölraakla kaatil olsa; kaatil olan mahcur
kalenin efendisi, kasden öldürmede O'nu diyet için, öldürülenin vârislerine
verir. Ya da, hatâda hâlen rucû etmemek şartıyla, O'nu fidye verir. Çünkü emir,
sözdür; mahcurun sözü ise, mu'teber değildir. Onunla, fi'l-hâl muâhaze olunmaz.
Belki mâni' ortadan kalktığı için, âzâd edilmesinden sonra diyeti ondan alır. O
mâni1, efendinin hakkıdır. Kölenin kıymetinden ve fidyeden en azını alır. Çünkü
ziyâdeyi vermekte muhayyerdir, mecbur değildir. Kasden öldürmede dahî hüküm
böyledir. Yâni kaatilin efendisi kaatil köleyi verir yâhûd fidyesini öder. Ondan
sonra Öldürmeyi emreden köleden, O'nun kıymetinden ve ödediği fidyeden en azını
alır.
Eğer kaatil olan köle,
küçük olursa böyle yapılır. Çünkü küçük çocuğun kasdı, hatâ gibidir. Eğer
kaatil olan köle büyük ise, kısas olunur. Çünkü kısas, köle ile hür arasında
câri olur.
Bir köle (kınn), iki
hür insanı öldürse; onlardan her birinin de ikişer velîsi-olsa ve her birinin
birer velîsi afv etse, o kaatil kölenin efendisi kölenin yansını, o geri kalan
iki velîye verir. Ya da, fidye olarak tam diyet öder. O da, onbin dirhemdir.
Çünkü rakabe, kısas hükmiyle on-larm her birine dörfctebirdir. İkisi haklarını
afv ettiği zaman; onların hakları bâtıl olup, diğer ikisinin hakkı, yarımda baki
kalır. Bundan dolayı kölenin efendisine, ya kölenin yarısını yâhûd fidyesini
ver, denilir. Fidyenin miktarı yirmibin dirhem idi. İkisi afv edince, onların
hakkı bâtıl olur, diğer ikisinin haklan beşbinde bakî kalır. Bundan dolayı
efendi, ombin dirhem fidye verir.
Şayet köle (kınn), iki
hürrün birini hatâen ve bilini de kasden öldürür de; kasden öldürülen kimsenin
iki velîsinden biri afv ederse, efendisi, hatâen öldüren kimsenin velîsine diyet
öder. Diyetin yarısını da, kasden Öldürülen kimsenin velîsinden birine fidye
olarak verir. O da, kasden öldürülen kimsenin velîsinden affetmeyenidir. Çünkü
hakkın yarısı afv ile bâtıl olup, yarısı geri kalmış ve mal olmuştur. Bu beşbin
dirhemdir. Hatâ ile öldürülenin velîsinin hakkından bir şey bâtıl olmamıştır.
Hatâ ile öldürülen kimsenin iki velîsinin bütün diyette haklan onbin dirhem idi.
Ya da, kölenin
efendisi, onlara üçtebirer verir. Yâni, fidye verip kurtarmak ile köleyi vermek
arasında muhayyerdir. Kölenin efendisi, kaatil köleyi verse, üçe taksim ederek
verir. Üçte ikisi, hatâ ile öldürülen kimsenin velîsine ve üçte biri kasden
öldürüp de afv etmeyen velîye verilir. Bu, İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, avl
yönündendir.
Hatâ ile öldürülen
kimsenin velîsinin hissesi, tüm ile çarpılır (KtilTe darb olunur). Kasden
öldürülen adamın afv etmeyen velîsinin hissesi, yarım ile çarpılır. Çünkü O'nun
hakkı, yarımda ve ötekilerin hakları tümdedir. İmdi her yarım, bir hisse olup;
hatâen öldürülen kimsenin velîsinin hakkı iki hissede ve kasden öldürülen
kimsenin afv etmeyen velîsinin hakkı, bir hissede olur. Ve aralarında üçtebir
hesabıyla taksim edilir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; münazaa yoluyla
dörttebir hesabıyla taksim edilir. Diyetin dörtteüçü, hatâen öldürülen kimsenin
velîsine; dörttebiri kasden öldürülen kimsenin velîlerinden birine verilir.
Çünkü diyetin yarısı, münâzaasız hatâ veiîsinindir. Diğer yarımda, iki grubun
münazaası müsavidir. Şu hâlde o da ikiye bölünür. Bundan dolayı, dörttebir
hesabiyle taksim edilir.
İki ortağın kölesi, o İki
ortağın yakınlarım öldürdükde; iki ortağın biti afv etse, hepsi bâtıl olur.
Çünkü vâcib olan mal, öldürülenin hakkı olur. Zîrâ, Jkanının bedelidir. Bundan
dolayı öldürülen kimsenin borçları, o maldan eda edilir ve vasiyyetleri yerine
getirilir. Ondan sonra, öldürülen kimsenin ihtiyâçları bitince, vârisleri O'nun
yerini alır. Efendinin kölesinde alacak borcu olamaz. Binâenaleyh, bu husûs-da
vârisleri O'nun yerini tutamazlar.
Erkek veya kadın
kölenin diyeti, kıymetleri kadardır. Şayet kölenin kıymeti hürrün diyetine — ki
onbin dirhemdir — ulaşsa veya cariyenin kıymeti, hür kadının diyetine — ki
beşbin dirhemdir — ulaşsa» kölenin derecesi hürden aşağı olduğunu göstermek
için, erkek köle ile cariyenin her birinin diyetlerinden onar dirhem eksiltilir.
Bu on dirhem eksUtiimesi, Abdullah İbn-i Abbâs' (R.A.) in
eseri , yâni
hükmü iledir.
Eğer erkek kölenin
kıymeti onbin dirhemden daha çok olup; cariyenin kıymeti de beşbin dirhemden
daha çok olursa; İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Şafiî' (Rh. Aleyhimâ) ye göre, ne
kadar çok olursa olsun, kıymeti
vâçtb olur. Gasbda her birinin kıymetleri ne
kadar çok olursa olsun, ona i'tibâr edilir İmdi bir kimse, kıymeti yüz altın
eden bir köleyi gasb edip, elinde helak olsa O'nun yüz dînâr ödemesi gerekir.
Hür insanın takdir
edilen diyeti, kölenin kıymetinden takdir edilir. Zîrâ kölede kıymet, hürrün
diyeti gibidir. Çünkü, kanın bedelidir. Şu hâlde ikölenin elinde, yâni eli telef
edildikde, kıymetinin yansı ödenmesi gerekir. Nitekim hürrün elinin telef
edilmesinde, diyetinin yarısı ödenmesi gerektiği gibi.
Kölenin kıymeti ne
kadar olursa olsun, sahîh olan kavle göre, yarısı Ödenmesi gerekir. Ancak İmâm
Muhammed' (Rh.A.) den bir rivayette, kölenin elinin kesilmesinde beşbin dirhem
ödenmesi gerekir.
Bir kölenin eli kasden
kesilip ardından âzâd edilse, sonra o kesik sirayet edip ölse, şayet O'na yalnız
efendisi vâris olursa, yâni âzâdh kölenin vârisi ancak efendisi olursa, İmâm
A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, O'nun (kölenin) elini kasden
kesen kimse kısas olunur. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, kısas olunmaz. Çünkü
kısas, yaralama vaktine dayanmış olduğu hâlde ölüm sebebiyle vâcib olur. Eğer
yaralama vaktine i'tibâr olunursa, velayet sebebi mülktür. Eğer ölüm sebebine
i'tibâr olunursa, velayetin sebebi, velâya verasettir. İmdi, istihkak sebebinin
bilinmemesi kısası meneder. Müstehıkkm 'bilinmemesi gibi.
İmâm A'zam (Rh.A.) ile
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un deMli şudur: Hak sahibi yüzde yüz bilindiği zaman
sebebin bilinmemesine i'tibâr olunmaz. O kölenin vârisi, yalnız efendisi olmayıp
belki başka vârisi var ise, o kölenin kaatili ittifâ-kla, kısas olunmam. Çünkü
mu'teber olan, şayet yaralama vakti olursa, müstehık efendidir. Eğer mu'teber
olan Ölüm vakti olursa, o vâris'olur. Ya da, efendisi ile beraber, o vâris olur.
İmdi lehine hüküm verilecek kimsenin bilinmemesi, hükmü meneder.
Efendi iki kölesine:
«İkinizden biriniz hürdür.» dese, sonra bir kimse tarafından ikisinin de başlan
yarılsa, efendi; hürriyet için, «Şunu niurâd ettim.» diyeTek birini ta'yîn etse,
ikisinin de diyetlerini (erşle-rini) efendi alır.
O köleleri bir adam
öldürürse; efendi, hürrün diyetini ve kölenin kıymetini alır. tkisî arasındaki
fark şudur ki: Beyân, mahal hakkında inşâdır, efendi hakkında izhârdır. Bundan
dolayı, şayet efendi beyândan önce Ölse, âzadlık ikisi arasında şayi olur.
Yaralanmadan sonra, beyân için mahal bakî kalır. Ve her ikisi hakkında, inşâ
mu'teber olur. ölümden sonra beyân için mahalli bakî kalmaz ve hâlis izhâr
sayılır Halbuki ikisinden biri, yakînen hürdür. Bu durumda, kölenin kıymeti ve
hürrün diyeti- ödenmesi gerekir.
Şayet iki köleden her
bilini bir adam öldürse, o iki kölenin kıymetleri lâzım gelir. Zîrâ biz, her
birinin hür olarak öldürüldüğünü kesin olarak bilmiyoruz. İki kaatilden her biri
de öldürdüğü kölenin hür olduğunu inkâr etse, bu durumda o iki kaatilin, o iki
kölenin-kıymetlerini ödemeleri gerekir.
Şayet bir adam, "bir
kölenin iki gözünü çıkarsa; o kölenin efendisi dilerse köleyi, o gözünü çıkaran
kimseye verip ondan kölenin tamamen kıymetini alır. Ya da, dilerse köleyi
alıkor. Kölenin kıymetinden eksileni alamaz. Bu, înıâm A'zam' (Rh.A.) in
sözüdür. İmâmeyn (Rh. Aleyhirriâ) demişlerdir ki; Efendi köleyi verip, kıymetini
almak ile noksâmnı alıp, köleyi tutmak arasında muhayyer kılınır. Çünkü
maliyetin ma'nâsı bil-ittifâk mu'teber olunca,.efendinin mezikûr vech üzere
muhayyer olması gerekir. Nitekim, diğer mallarda olduğu gibi. Zîrâ bir kimse,
başkasının'giysisini parçalâsa, yâni çok yırtsa, o giysinin mâliki, giysiyi
yırtana verip kıymetini ödetmek ile giysiyi alıp, noksanını ödetmek arasında
muhayyerdir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili
şudur: Maliyet, eğer zâtta mu'teber olursa, onda insanlık boşa gitmez ( heder
olmaz). Maliyet etraf da (yâni el, ayak, göz ve kulak gibi cüzlerde) da heder
değildir. Bundan dolayı, eğer bir köle, başka bir kölenin elini kesse;
efendisi, köleyi vermek, ya da fidye ödeyip kurtarmakla emrolunur. Halis mal
olsa, satılmak vâcib olurdu. Sonra, zararı ödemenin (zemânın) cüzlere
ayrılmaması ve bedenin temellük olunmaması da insanlığın ahkâmmdandır. Zararı
ödemenin cüzlere ayrılması ve bedenin temellük olunması ise maliyet
ahkâmmdandır. Böylece biz, iki benzer şeyin hükümlerini tamâmiyle vermiş olduk.
Bir müdebberv«yâ ümm-ü
veled, yanlışlıkla (hatâen) bir cinayet İşlediğini ikrar etse, ikrarı caiz olmaz
ve bunların hiç birine bir şey lâzım gelmez. Musannif, mükâtebi" zikretmemiştir,
çünkü O'nun hükmü «Kitabet Bölümü» nde geçmiştir.
Âzâd edildikden sonra
bile ikrar etseler, yine onlara bir şey lâzım gelmez. Çünkü, onların yanlışlıkla işledikleri cinayetin mu'cebini
efendileri yüklenir. Bunların ikrarı ise, kendi aleyhlerine geçerli değildir.
O cinayetin beyyine ile
isbâtınâan sonra, o müdebberin veya ünım-ü veledin efendisi diyetten ve
kıymetten en az olan miktarı öder. Nitekim rivayet edilmiştir ki; Ebû Ubeyde b.
Cerrah (R.A.)
Şam'da Emir İken, Sahabe' (R. Anhüm), nin huzurunda, müdebberik cinayet,
işlemesiyle efendisi üzerine hüküm vermiştir. Bu, icmâ' olmuştur.
Bir de, efendi; tedbîr
ve istîlâd ile cinayet sırasında rakabenin verilmesine mâni' olmuştur. Bununla
o, diyeti için ihtiyar etmiş sayılmamıştır. Çünkü efendi, o müdebberin cinayet
işlediğini bilmeme,kted^r. Sanki o efendi, cinayetin işlendiğini bilmeyerek
tedbîr ve istîlâdı cinâ* yetten sonra yapmış gibi olmuştur. Bu durumda, kölenin
kıymetinden ve diyetten en az miktarı Ödemesinin vâcib olması; aslen köleyi
vermenin cinayet sebebiyle vâcib olmasındandır. Efendiden ileri gelen bir sebeble (yâni tedbîr ve istîlâd sebebiyle) köleyi
vermesi mümkün olmamıştır. Böylece köleyi vermediği için kıymetini ödemesi
vâcib olur. .
Efendisi kölenin
kıymetinden daha fazlasını men etmez. Cinayetin velîsi için de diyetten
fazlasında.hak yoktur. Cinsi bir olan şeylerde en az- (ekal) ile en çok (ekser)
arasında muhayyerlik sabit olmaz. Köle, bunun hılâfmadır. Çünkü onda efendi
köleyi vermekle fidye arasında muhayyer kılınmıştır. Cinsleri de muhteliftir.
Şayet »müdebber bir kaç
cinayet işlese, ona ancak bir ayn karşılığında bir tek kıymet lâzım gelir.
İkinci cinayetin velîsi, birinci cinayetin velîsine, ona hükümle verilen
kıymette ortak olur. İkinci cinayetin velîsi, efendiden bir şey isteyemez.
Çünkü efendi, köleyi vermek hususunda mecburdur. Müdebberin efendisinden veya —
eğer müdeb-berin kıymeti birinci velîye Mahkeme hükmü olmaksızın verildi ise, —
birinci cinayetin velîsinden ister. Çünkü efendi bu takdirde, vermeye mecbur
değildir.
Müdebber yanlışlıkla
(hatâen) cinayet işleyip hemen arkasından ölse, efendisinden kıymet düşmez.
Çünkü cinayet, efendinin üzerine tedbîr sebebiyle sabit olmuştur. Müdebberin
ölmesiyle, o kıymet düşmez.
Müdebber, efendisini
yanlışlıkla (hatâen) öldürse, kıymetinin tamâmında çalışır. Çünkü tedbîr,
müdebberin rakabesini (yâni kölelik-den kurtulması için) vasiyettir ve rakabe,
müdebber için salim olmuştur. Çünkü müdebber, efendisinin Ölümüyle âzâd
edilmiştir. Kaatil için ise, vasiyyet yoktur. Binâenaleyh, kaatilin, rakabesini
reddetmesi vâcib olur. Halbuki, rakabesini reddetmekten âcizdir. İmdi
rakabesinin bedeli olan- kıymeti reddetmek vâcib olur.
Eğer müdebber,
efendisini kasden öldürdüyse, vâris O'nu öldürür veya kıymetini almak için
çalıştırıp ondun sonra öldürür. Birincisi, yâni vârisin O'nu öldürmesi açıktır.
İkinciye gelince: «Tedbîr vasiyyet-tir... ilâh.» diye zikredilen şey
sebebiyledir.
Bir kimse, efendisi
tarafından eli kesilen bir köleyi gasb etse; o kesmek, kölenin bedenine sirayet
edip köle pise, o gâsıb, kölenin eli kesilmiş olduğu hâldeki kıymetini öder.
Şayet kölenin efendisi,
kölenin elini, köle gâsıbin elinde iken kes-se ve kesme gâsıbin yanında iken
sirayet edip köle ölse, gâsib ödemez.
Çünkü gasb, gasb olunan
şeyin ödenmesini gerektirir. Gâsıb ise, gas-bedilenin geri verilmesiyle ve
efendinin de köleyi ele geçirmesiyle be-râet eder.
Birinci mes'elede;
efendi, kölenin elini, köle kendi yanında iken kesince, kölenin kıymeti eksilmiş
olur. Bu durumda gâsıbm, kölenin kıymetini, eli kesilmiş olduğu hâlde ödemesi
gerekir.
İkinci mes'elede;
efendi kölenin elini gâsıbm elinde iken kesdiğine göre, köleyi geri almış olur.
Çünkü, köleyi ele geçirmiştir. Köle, efendinin mülküne ulaştığı için gâsıb
zararı ödemekten berâet eder.
Mahcur bir köle,
kendisi gibi mahcur bir köleyi gasb edip elinde ölse, O'nu öder. Çünkü mahcur
köle, davranışlarından sorumludur. Hattâ gasb açık delil ile sabit olursa, o
sebeble- satılır. Mahcur köle, sözlerinde muâhaze olunmaz. Hattâ gasbını ikrar
etse, bu sebeble satılmaz* Belki, âzâd edilmesinden sonra muâhaze olunur.
Bir müdebber köle, O'nu
gasbe&en kimsenin yanında cinayet işlese, ondan sonra efendisi yanında da bir
cinayet işlese; efendisi müdebbirin kıymetini iki cinayetin velîlerine öder.
Yâni bir adam, bir müdeb-beri gasb etse; müdebber, o gâsıbm yanında bir cinayet
işlese, bundan sonra gâsıb müdebberi efendisine geri verdikde, efendisi yanında
bir cinayet daha işlese, müdebberin efendisi iki cinayetin velilerine zararı
öder. Müdebberin kıymeti, cinayetin iki velîsi arasında ikiye bölünür. Çünkü
müdebberin cinayetinin mûc&bi, cinayet çok olsa bile, bir tek kıymettir.
Müd-ebberin efendisine vâcib olur. Zîra efendi, kölenin cinayetinden önce fidye
vermek için muhtar olmaksızın kendisini âciz kılmıştır. Nitekim, kölenin
cinayetini bilmeksizin cinayetten spnra köleyi âzâd eyledikde, hüküm budur.
Cinayetin iki velîsi
arasında müdebberin kıymetinin- yan yarıya paylaştınlmasımn sebebi, her ikisi
sebebde eşit oldukları içindir.
Müdebberin efendisi,
müdebberin kıymetinden ödediği şeyin yarısını, gâ&ıbdan alır. Çünkü kıymetle,
iki cinayet ödemiştir. Bunların yansı gâsıbm yanında meydana gelen bir sebebten,
diğer yansı da kendi yanında iken meydana gelen bir sebebdendir. Şu hâlde gâsıb
tarafından kendisine ulaşan sebeble, gâsıba müracaat eder. (Yâni, kölenin
kıymetinin yansını ondan alır.) Bu durumda sanki efendi, kölenin yansını geri
vermemiş gibi olmuştur. Zîrâ gâsıb, yanında meydana gelen bir sebeble
müstehakkın reddi, reddedilmemiş gibidir.
îmâm A'zam ile İmâm Ebû
Yûsuf (Rh. Aleyhunâ) a göre, efendi, gâsıb dan aldığı kıymetin yarısını, birinci
cinayetin velîsine verir. İmânı Muhammed (Rh.A.) demiştir ki: O'na vermez, çünkü
efendinin, gâsıb-dan aldığı yarım; birinci cinayetin velîsine teslim ettiği
şeyin karşılığıdır. Çünkü efendi, gâsıba ancak onun sebebiyle başvurmuştur. Şu
hâlde, bir mülkde iki bedel bir araya gelmesin diye, ona vermez.
İmâm A'zam (Rh.A.) ile
tmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un delili şudur:
Birinci cinayetin
velîsinin hakkı, kıymetin hecindedir. Çünkü mü-debberin, O'nun üzerine cinayeti
vaktinde bir kimse O'na ortak değildi. Şu hâlde, kıymetin tamâmına müstehık
olur. Eksik olması, ikinci cinayetin müzâhameti i'tibâriyledir. Şayet birinci
cinayetin velîsi, kölenin bedelinden mâlikin elinde boş kalmış olduğu hâlde bir
şey bulsa, hakkı tamâm olması için ondan alır. Aksi; yâni müdebber, efendisi
yanında hatâen cinayet işleyip, ondan sonra bir adam O'nu gasb et-tikde, gâsıbm
yanında bir cinayet daha işlese, efendi gâsıbdan bir şey alamaz. Çünkü birinci
cinayet, ik'endi elinde olmuştu.
Köle (kmn), her iki
fasılda müdebber gibidir. Yâni, O'nu gasbeden kimsenin yanında cinayet işleyip,
ondan sonra efendisi yanında cinayet işlese yâhûd bunun aksi olsa, müdebber
gibi olur. Lâkin, ikisi arasındaki fark şudur: Efendi, kölenin kendisini
cinayetin iki velîsine verir; müdebberin ise, kıymetini verir. Efendi, köleyi
cinayetin iki velîsine verince, kıymetinin yansını gâsıbdan alir ve aldığını
mâlike teslim eder. Bu, İmâm Muhammed' {Rh.A.) e göredir. İmâm A'zam İle İmâm
Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, mâlike teslim etmez. Belki, birinci cinayetin
velîsine verir. Birincinin velîsine verince, birinci fasılda gâsıbdan alır,
ikinci fasılda alamaz.
Bir mjidebber iki kere
gasb olunsa ve her gasb da cinayet işlese; yâni bir adam, bir müdebberi gasb
etse, o müdebber de gâsıbm yanında cinayet işledikden sonra efendisine geri
verse, ondan sonra o adam, o müdebberi yine gasb ettikde, bir cinayet daha
işlese; efendisi iki cinayetin velîleri için ımüdebberin kıymetini öder. Çünkü
efendi tedbîr sebebiyle kölenin ayn'mı verememiştir. Bu durumda, efendinin
üzerine müdebberin kıymeti vâcib olur. Nitekim, daha önce geçti. Ödediği
kıymeti gâsıbdan ahr. Çünkü cinayetin ikisi de gâsıbm elinde olmuştu. İmdi,
gâsıbm elinde olduğu için, efendi kıymetin tümüne müstehık olmuştu. Şu hâlde,
gâsıbdan hepsini alır. Yukarıda geçen mes'ele bunm\ aksinedir. Çünkü, orada,
yarısı kendi yanında olup, diğer yansı gâsıbm elinde olması nedeniyle efendi
yarıma müstehık olmuşdu. Efendi gâsıbdan ikinci defa alman kıymetin yarısını,
birinci cinayetin velîsine verir. Çünkü birinci cinayetin velîsi, cinayetin
vücûdu vaktinde O'na ortak olmadığı için bütün kıymete müstehık olur. O'nun
hakkının eksik olmasının sebebi; ondan sonra olan ortağı (müzâhlmin)
hükmiyledir. Kölenin efendisi, birinci cinayetin velîsine ikinci kez verdiği
yarimi gâsıbdan alır. Çünkü bu yanının ikinci kez istihkakı gâsıbın elinde
meydana gelen sebebden dolayıdır. Şu hâlde, onu gâsıbdan alır. Gâ-sıb onu,
efendiye teslim eder. Yâni, birinci cinayetin velîsine vermez. Çünkü O, hakkını
almıştır. İkinci cinayetin velîsine de vermez. Çünkü O'nun hakkı ancak yarımdadır. Zîrâ birincinin hakkı
O'ndan öncedir. Bu da, kendisine vâsıl olmuştur.
Ümm-ü .veled,
zikredilen ahkâmın hepsinde müdebber gibidir. Çünkü, efendi tarafından, cinayet
için verilmekde engel bulunması hususunda ortaklıkları vardır.
Bir kimse, hür bir
çocuğu gasb edip, çocuk ansızın veya sıtma ile O'nun yanında ölse, gâsib ödemez.
.Eğer o çocuk, yıldırım çarpmasiyle veya yılan sokmasiyle Ölse, gâsıbın âbılesi
diyeti öder. Bu hüküm, istih-sândır. Kıyâs/iki vechde de ödememek idi. Nitekim,
İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şafiî (Rh.A.), hürde gasbın tahakkuku olmadığı için
kıyâsı kabul etmişlerdir.
Görülmez mi ki, küçük
bile olsa, gasb mükâtebde gerçekleşmez. Çünkü, mükâteb yed'en hürdür. Bununla
beraber, rakabeten köledir. Şu hâlde yed'en ve rakabeten hür olanı gasbla
ödememek evlâdır.
İst ihsanın vechi
şudur: Bu ödeme, gasb ödemesi değildir. Belki, telef etmeye sebeb olmakla itlaf
ödemesidir. Çünkü gâsıb, çocuğu yıldırım ve yılanlar bulunan yere götürmüştür.
Hattâ gâsıb çocuğu, sıtması çok olan yere' götürse, diyeti öder. Kâfî'de böyle
denmiştir. Nitekim çocuğa emânet edilen bir köleyi çocuk öldürürse, hüküm yine
budur. Yâni kölenin efendisi, kölesini bir çocuğa emânet bırakıp, çocuk o
köleyi öldürse, çocuğun âkılesi kölenin kıymetini öderler. Şayet emânet konulan
malı telef etse, İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, O'nun
âkılesi o malı ödemez. İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Şâfü* (Rh. Aleyhimâ) ye göre,
öder. Çünkü çocuk bir ma'sûm malı telef etmiştir.
İmâm A'zam ile İmâm Muhammed'
(Rh. Aleyhimâ) in delilleri şudur: Efendi hakkında köleden bankası ma'sûmdur.
Halbuki efendisi onu çocuğun eline vermekle yitirmiştir. Kölenin dokunulmazlığı
ise, kendi hakkı içindir. Çünkü, kan hakkında hürriyetin aslı üzere bakîdir.
Emânet bırakılmış olmazsa çocuk öder. Nitekim, <3aha Önce geçti ki, çocuk
fiilleri ile muâhaze olunur.
Kasâme; maktulün
bulunduğu mahallenin halkına taksim edilen yeminlerdir.
Bedeninde yara, darbe
veya boğulma eseri olan yâhûd kulağından veya gözlerinden k,an çıkmış olan bir
ölü veya o ölünün bedeninin çoğu bir mahallede bulunursa —gerek bedenle beraber
başı olsun, gerekse olmasın müsavidir — veya başı ile beraber yarısı bulunursa
ve kaatili de bilinmezse —çünkü kaatili bilinirse hasım, o olur; kasâme düşer —
ve velîsi de, mahalle halkının hepsi veya ba'zısı üzerine kasden veya hatâen
öldürme iddia ederse, delili de bulunmazsa, zikredilen maktul (öldürülen)
sebebiyle, o mahalle halkından elli erkeğe yemîn etti-rjHr.
Çünkü tbn Ahbâs (R. Anhümâ), şu hadîs-i şerifi rivayet etmiştir:
«Nebî-i Ekrem (S.A.V.)
Hayber halkına: «Bu.'maktul sizin aranızda bulundu, O'nu sizden ne çıkarır?»
diye yazdı. Onlar da Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) e, yazıp, «Bu olayın benzeri
İsrail oğullarında vâki' oldu. Hak Teâlâ, Mûsâ Ateyhisselâm'a emr indirdi. Eğer
Sen de, Hak Peygamber isen, bunu Allah Teâlâ'daa sor.» dediler. Resûlüllah
(S.A.V.) de onlara yazıp: «Allah Teâlâ bana, sizden elli erkek seçip onlara;
«Allah'a yemîn olsun ki biz, öldürmedik ve o öldürülenin kaatitini de
bilmiyoruz.» diye yemîn yolu göstermemi emretti. Ve «Ondan^onra diyeti
ödersiniz.» buyurdu. (Bunun üzerine) onlar, «Gerçekten bize vahy ile hüküm
verdin.» dediler.»
O elli erkeği,
öldürülenin velîsi seçer. Musannifin bu sözü, elli erkeği ta'yînin velîye âid
olduğuna işarettir. Çünkü yemîn ettirmek, veli nin hakkıdır. Zahir olan şudur
ki; velî, öldürmekle itham ettiği kimseleri seçer. Onlar da fâsıklar ve
gençlerdir. Ya da, mahalle halkının sâ-lihleridir. Çünkü onların yalan yere
yeminden kaçınmaları daha me'-muldur. Böylece, kaatil ortayajçıkar.
O elli adamdan
her.biri: «Bi'llâhi ben öldürmedim ve o maktulü öldüreni de bilmiyorum!»
diyerek yemin eder."Öldürülenin velîsine,.öldürülen kimseyi mahalle halkının
öldürdüklerine; dâir yemîn ettirilmez.
İmâm Şafiî (Rh.A.)
demiştir ki: Şayet orada öldürme belirtisi (levs) var ise, öldürülen kimsenin
velîlerine da'vâsı üzerine elli yemîn ettirilir. Eğer yemîn ederlerse, bir
kavide, mahalle halkının da'vâhları üzerine, gerek -kasden-ve gerek, hatâen
olsun, diyet i!e hükmolünur. Bir kavide; eğer da'vâ kasdda ise kısas ile
hükmolünur. Eğer da'vâcı ye-mînden kaçınırsa mahalle halkının da'vâlılarma yemîn
ettirilir. Onlar yemîn ederlerse, bırakılırlar. Onlar üzerine bir şey lâzım
gelmez. Eğer y*emînden kaçınırlarsa onlara, bir kavide, kısas uygulanır. Bir
kavide, diyet lâzım gelir.
Musannifin zikrettiği,
öldürme belirtisi (levs) hâiî
bir karînedir, ki da'yâcmm (müddeînin) doğru olduğunu kalbe doğurur. Meselâ,
mahalle halkından biaynihî birinin üzerinde kan gibi bir belirti olması veya
açık bir düşmanlık gibi zahirî hâlin da'vâcıya" şahadet etmesi. Ya da, bir
âdilin veya âdil kişilerden olmayan bir topluluğun, öldürülen kişiyi mahalle
halkının öldürdüğüne şahadet etmeleri birer karinedir. Eğer zahirî hâl şahadet
etmezse, mahalle halkına yemin ettirilir.
İmâm Şafiî' (Rh.A.)- ye göre; velînin yemini ile
başlamaya sebeb, Kcsûlüllah'
(S.A.V.) in, öldürülen kimsenin velîlerine:
«Sizden elli kişiye,"
mahalle haikı öldürdü, diye yemin ettirilir.» bu-yurmasıdır. Bir de yemin,
zahirî hâlin kendisine şahadet ettiği kimse için hüccettir. Nitekim, diğer
da'vâlarda olduğu gibi. Zîrâ zahirî hâl, da'vâlılara şahadet eder. Çünkü
zimmetlerde asi -olan berâettir. Zahiri hâl, öldürme belirtisi (levs) bulunduğu
ve ölüm yakında vuku' bulduğu zaman da'vâcıya şahiddir. İmdi yemîn, O'na hüccet
olur. Lâkin bu zikredilen hüccette bir nev'î şübhe vardır. Kısas ukubet olduğu
için, bu şübhe ile düşer. Bundan dolayı, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin yeni kavline
göre diyet vâcib olur.
Bizim delilimiz,
Resûlüllatf (S.A.V.) in:
«Delil getirmek
da'yâcıya, yemin etmek de daVâlıya düşer.» ha-dîs-i şerifidir.
tbn el-Müseyyeb (fi.A.)
rivayet etmiştir ki, Resûlüllah (S.A.V.), kasâmede Yahûdî kavminden başlamış;
öldürülen insan onların aralarmda bulunduğu' için diyeti onların üzerine
hükmetmiştir.
Diğer bir delil de
şudur: Yemin para (fülûs) istihkakı için hüccet değildir. Şu hâlde nefsi
istihkak için nasıl hüccet olabilir?
Bize güre yemin,
mahalle halkının yalan yere yeminden kaçınıp, ikrar etmeleriyle ortaya çıksın
diyedir. Öldürdüklerini ikrar ederlerde, kısas vâcib olur. Eğer yemîn ederlerse,
kısâsdan beri olurlar. Bundan
sonra, öldürülen kimse
aralarında" bulunduğu için mahalle halkı üzerine diyetle hüküm verilir.
Resûlüllah' (S.A.V.) m kasâmç ile diyeti bir-likde uyguladığı sabit olmuştur.
Keza îlz. Ömer (R.A.) de, kasâme ile diyeti btrlikde uygulamıştır.
Kğcr öldürülen kimsenin
velisi öldürmeyi; mahalle halkından başka bir kimsenin yaptığım iddia ederse,
unahalle halkından keVıme düşer. Yâni öldürülen kimsenin velîsi, öldürmeyi
mahalle halkından başka bir adamın yaptığım iddia etse; o iddia mahalle halkım
ibra (temize çıkarma) olur. Hattâ, bundan sonra mahalle halkı aleyhine açacağı
da'vâsma kulak verilmez.
Eğer velî, biaynihî
mahalle halkından birinin öldürdüğünü iddia ederse, kasâme ve diyet mahalle
halkından düşmez. İmâm A'zam (Rh. A.) dan bir rivayette; bu iddia, mahalle
halkım ibra sayılır. Hâniye'de de böyle zikredilmiştir.
Eğer o mahallede elli
adam bulunmazsa, yemîn elliyi tamâm edinceye kadar onlara tekrar ettirilir.
Onlardau biri yeminden kaçınırsa, y«mîn edinceye kadar habs edilir. Çünkü nefse
ta'zîm için, bu husûsda yemin vâcibdir.
Bundan dolayı hem yemîn ettirilir, hem de diyet ah-nır. Mallarda yeminden
kaçınmak bunun aksinedir. Çünkü mallarda yemîn, onun asıl hakkından bedeldir.
Bundan dolayı da'vâcmın bağışlaması ile düşer. Burada yemîn, diyetin
bağışlanması ile düşmez.
Maktulü, Zeyd öldürdü
diyen kimseye; «Bi'llâhi O'nu ben öldürmedim ve Zeyd'den başka bir kaatil de
bilmiyorum!» diye yemîn ettirilir. Çünkü o kimse, bu sözü ile kendisinden
husûmeti düşürmeyi ister. O'nun sözü kabul edilmeyip, zikredildiği üzere, yemin
ettirilir. Çünkü o kimse, onlardan birinin öldürdüğünü ikrar edince, kasâme
yemininden müstesna olmuş, geriye ondan başkasının hükmü kalmıştır. Başkasının
Öldürdüğünü ikrar eden o kimseye, o başkası için yemîn ettirilir.
Çocuk ve deli üzerine
kasam* yoktur. Çünkü, oniar doğru söz ehlinden değildir. Nitekim sen, bunu
bilirsin. Yemin ise, söz (kavi) dür. Kadın Ve köle üzerine de kasâme yoktur.
Çünkü bunlar, yardım (mıs-ret) ehlinden değillerdir. Halbuki yemîn, (maktule)
yardım ehli üzerine gerekir.
Üzerinde öldürme eseri
bulunmayan bir ölü hakkında da, hiç kimseye kasâme ve diyet,yoktur. Ağzından
veya burnundan; dübüründen veya zekerinden kan çıkmış olan öiüde de, kasâme ve
diyet yoktur. Çünkü o, maktul değildir. Zîrâ, maktul olmasına delâlet eden bir
belirti bulunması lâzımdır. O belirti, babın başında zikredilen şeydir. Burada
zikredilen şeyler ise; öldürülmüş olma belirtileri değildir. Çünkü kan, bu
zikredilen yerlerden âdeten, bir kimsenin fiili olmaksızın çıkar.
Hilkati tamâm olan
cenin, hükümde büyük gibidir. Yâni hilkati tamâm olan bir düşük çocuk bulunup,
O'nda zikredilen eserlerden bir eser olsa, zikredilen ahkâmda büyük gibidir.
Çünkü, zahir olan şudur ki: Hilkati tam olan çocuk, rahimden diri olarak
ayrılır.
Bİr adam, öldürülmüş
bir adamı bir hayvana yükletip, hayvanı aevk eder bulunsa; Ölünün diyetini, o
adamın âkılesi öder. Yoksa, bulunduğu mahallenin halkı Ödemez. Çünkü maktul,
O'nun elindedir. Sanki, O'nun evinde
(darında) bulunmuş gibidir.
Keza üzerinde maktul
olan hayvanı bir adam yedse veya üzerine 'biııse, yine her birinin âkılesi
diyeti öderler. Yâni hayvanı yeden, sevk eden ve-üzerine binen kimseler, üçü de
bir arada beraber olurlarsa; .onların âkıleleri matktûlün .diyetini Öderler,
kasâme de onlara uygulanır. Çünkü maktul, onların ellerindedir. -Zeylaî (Rh.A.)
de böyle demiştir.
Şayet öldürülen kimse,
iki köyün veya iki kabilenin arasında bulunsa; İki köy veya iki kabilenin,
Öldürülene hangisi yakın ise, diyet ve
kasâme onlara uygulanır. Çünkü Resûl-i Ekrem (S.A.V.) zamanında, iki köy
arasında bir maktul bulundu. Resûl-i Ekrem (S.A.V.), İki köyün arasının
ölçülmesini emretti. İki köyün biri, daha yakın bulundu. Resûl-i Ekrem
(S.A.V.), onlar hakkında kasâme ve diyetle hüküm verdi. Bunun benzeri, Hz. Ömer'
(R.A.) den de rivayet edilmiştir.
Eğer iki köyün veya
kabilenin arası öldürülen kimseye «eşit saklıkta olursa, diyet ve kasâme o iki
köye uygulanır. Şu şartla ki; birinci surette, Öldürülen kimse köye ses işidilir
bir yerde olursa ve ikinci surette, iki köye ses .işitilir bir yerde olursadır.
Çünkü maktul, köye ses ulaşıp duyulan bir yerde olursa, O'na imdâd ulaşır ve köy
halkının yardım etmesi- mümkün olur. Böyle olunca imdâdda bulunmayıp, kusur
etmiş olurlar. Eğer öldürülen kimse, köye ses ulaşıp işitilmez yerde bulunursa;
köy halkının yardım'etmesi lâzım ge'mez. Bu durumda, onlar ^Tusûrlu sayılmazlar,
takdiren kaatil de sayılmazlar.
Öldürülmüş kimse, bir
adamın evinde (darında) bulunsa, O'na kasâme lâzım gelir. O evin, o adamın
mülkü olduğu hüccet, yâni şâhid ile sabit olunca; kasâme âkılesine uygulanır.
Çünkü özel müikde tedbîr almak, evin mâlikine âiddir. Diyeti de, âkıtesi
ödemesi gerekir. Çünkü o adama yardım ve kuvveti onlarla olur,O adamın âkilesi
var işe, hüküm böyledir. Yok ise, diyeti kendisi ödemesi gerekir. Nitekim, bu
mes'ele defalarca geçti.
O ev (dâr) başkasının
olup, sâdece O'nun elinde olmakla diyet ödemesi lâzım gelmez. Hattâ öldürülmüş
kimse, mücerred O'nun elinde olan evde bulunsa, âkilesi de, kendisi de diyet
vermez.
Şayet öldürülmüş olan
kimse k'endi evinde ölü bulunsa, {mâm A'-zam' (Rh.A.) a göre; diyeti
vârislerinin âkilesi verirler. Çünkü ev, katlin zuhuru hâlinde vârisler
inindir. Şu hâlde diyeti, vârislerinin âkilesi ödemesi gerekir. İmâmeyn (Rh.
Aleyhimâ) ve İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, bu durumda bir şey gerekmez. Fetva da
bununladır. Çünkü Fu-kahâ demişlerdir ki: Ev, ölümün zuhuru hâlinde maktulün
elindedir. Sanki o kimse, kendisini Öldürmüş gibi olmuştur. Bu durumda, O'nun
kanı boşa gider (heder olur). Ev vârislerin de olsa, âkıleler, üzerlerine vâcib
olan şeye ancak vârislerin yükünü hafifletmek için katlanırlar. Yâni, zararı
öderler; Bu durumda vârisler için, vârisler üzerine bir şey vâcib kılmak mümkün
değildir.
Kaşânıe, ehl-İ hıttaya
uygulanır. Yâni İmâm (Devlet Reisi) bir ülkeyi feth edip ve arazîyi
ganîmeteiler.arasında, İıer birinin paylan ayrılması için bir hat ile
parselleyip onlara vei-diği zaman, temellük ettikleri emlâk-i kadîmenin
sahihlerine kasâme uygulanır. Arazî sâhib-lei arazînin üzerinde bulunanlar ile
barâber kasâmeye dâhil olmazlar.
Yâni kiracı olarak
oturanlar ve ariyet tutanlar kasâmede emlâk sâhib-ieri ile beraber dâhil
olmazlar. Bu, İmâm A'zaın ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göredir. İmâm Elbû
Yûsuf (Rh.A.), «Kasâme, müste'-cîr ve mıisteîrlerhı hepsine uygulanır.»
demiştir. Çünkü tedbîr veîâye-ti, yâni korumak, mülk ile olduğu gibi, süknâ.
(yâni içinde oturmakla) ile de olur. Görülmez mi ki, Resûl-i Eikrem (S.A.V.);
kasâme ve diyeti Yahudiler üzerine uygulamıştır. Velev ki; Hayiber'de sakin
bulunmuş olsunlar.
İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur: Mâlik yerin yardımına mahsûsdur
Sâkinlerinin yardımına tahsis edilmiş değildir. Hayber halkı ise mülkleri
üzerinde bırakılmışlardır. Sakinler kasâmeye dâhil olmadıkları gibi, müşteriler
de, İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, kasâmede. dâhil
olmazlar. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «Hepsi ortakdirlar, çünkü koruma velayeti
kendisine âid olan kimse, korumayı terk ederse diyeti Ödemesi gerekir. Koruma
velayeti ise mülk ile olur. Bu durumda, mülkde hepsi denk ve eşittir.» demiştir.
İmâm A'zam île İmâm
Muharacmed' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur:
Hıtta (arazî parçası)
sahibi mahalleyi korumaya tahsis edilen kimsedir. Arsa ise; sahibine nisbet
olunur. Müşterilere, nisbet olunmaz. Müşteri arsayı korumak ve tedbîr hususunda
nadiren sahibine ortak olur. Binâenaleyh, kasâme ve diyet arsa sahibine
mahsûsdur, müşteriye değildir.
Ba'zı âlimler
demişlerdir ki: İmâm A'zam' (Rh.A.) m bu şekilde cevâb vermesine sebeb,
zamanında gördüğü Küfe halkının âdetleridir. O zaman arsa sâhibleri her yerde
mahallenin tedbîri ile meşgul olup, müşterileri kasâme ve diyette onlara ortak
olmazlarmış.
Eğer arsa sahihlerinin
hepsi mülklerini satarlarsa kasâme ve diyetten kurtulurlar. Eğer birisi geri
kalırsa, hüküm yine yukarıda zikre-dildiği gibi olur. Çünkü müşteriler, arsa
sahihlerine tabidirler. İmdi asıldan bir şey kalırsa hüküm, kalan içindir.
Satılana değildir. Eğer kalmayıp belki hepsini satrnışjarsa; bu takdirde kasâme
ve diyet ile hüküm ittifakla müşteriler üzerine olur. Çünkü İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, onlara takaddüm eden kimseler ortadan
kalkmıştır. Ya da, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A) a göre, onlara ortak olur. İmâm A'zam
ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre; hu durumda, emlâk onlara intikâl etmiş
olur. İmâm Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre ise; emlâk hâlis olarak onların olur.
Öldürülmüş kimse, bir
kavmin aralarında ortak bir evde bulunsa, o topluhıkdan ba'zismm hissesi daha
çok olsa, meselâ; yansı bir adamm, ondabiri bir adamın, g>eri kalanı da bir
başkasının olsa, kasâme ve diyet baş sayısına göredir. Korumada ve taksirde az,
çok hissenin sahibi eşit olduğu için hisselerinin miktarına i'tibâr edilmez.
Eğer öldürülmüş
kimsenin bulunduğu evi, mâliki satıp içinde maktul bulununcaya kadar para
almadı ise; maktulün diyetini evi satanın âkılesi Öder. Maktul, muhayyer satılan
evde bulunsa, İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre; diyeti yed
sahibi (zilyed) müşterinin âkılesi Öder. îm&-meyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; eğer
satışda muhayyerlik yok ise, diyeti müşterinin âkılesi öder. Eğer satışda
muhayyerlik var ise, diyeti ev kimin olacaksa O'nun âkılesi öder. Muhayyerlik
gerek satıcı ve gerek alıcı için olsun müsavidir. Çünkü İmâm A'zam (Rh.A.)
zilyedliğe; îmâ-meyn (Rh. Aleyhimâ) ise, mülke i'tibâr ederler.
Şayet maktul gemide
bulunsa, diyet ve kasâme geminin içinde bulunanlar üzerene lâzım gelir. Geminin
mâliki, gemiciler ve hâricden gemiye binenler diyeti ödemekte müsavidir. Keza
maktul bir arabada bulunsa, onda da hüküm gemide olduğu gibidir.
Öldürülmüş olan kimse,
bir mahallenin mescidinde v«yâ .mahallenin yolunda bulunsa, diyet ve kasâme o
mahallenin halkına uygulanır. Çünkü mahalle halkı* buralarda tedbîr almakda
herkesten daha haklıdır. Mahallenin yolu denilmesi, büyük yol (cadde) dan
korunmak içindir. Büyük caddenin (şâri'-i a'zam) açıklaması yakında gelecektir.
Mülk edinilmiş olan
çarşıda bulunan maktulün, diyet ve kasâmesi çarşının mâlikine yüklenir. Maktul,
mülk edinilmemiş olan çarşıda, büyük caddede, zindân'da ve Câmi'de bulunsa,
kasâme yoktur. Çünkü kasârheden maksud, öidürme töhmetinin
bertaraf edilmesidir. Bu ise, âmme (kamu) hakkında gerçekleşmez. Diyeti,
Beyt'ül-mâl Öder. Çünkü garâmet, ganimet karşılığıdır.
Ma'lûmdur ki yoî, Önce
iki kısımdır. Birisi, özel yol (tarîk-ı hass) dur. Bu yol, bir kimseye veya bir
kaç kimseye mahsûsdur. O yolun, girişi olup, çıkışı olmaz.
İkincisi; genel yol
(tarîki âmm) dur. Bu yol, bir kimseye veya ba'zı kimselere mahsûs değildir.
Onun, girişi ve çıkışı vardır. Bu yola, cadde de denir. Bu cadde de iki
kısımdır. Birincisi; mahalle caddesidir. Bundan çok kere mahalle halkı gelip
geçer. Ba'zan da başkaları gelip ge-çer.«el-Yenâbi'» adlı kitabda da böyle
denmiştir.
Mahallenin mescidinde
bulunan maktul, mahallenin caddesinde bu-j lunan maktul gibidir.'
Caddenin ikincisi,
büyük caddedir. Bu, herkesin gelip geçmesi mü-1 sâvî olan yoldur. Çarşılarda
bulunan ve şehrin dışında olan geniş yol gibidir. «Hidâye» adlı kitapda da böyle
söylenmiştir. İmdi Câmi'de ve büyük caddede bulunan maktulde, kasâme yoktur. Bu.
mes'eleyi, böylece bilmek gerekir. Tâ ki şübhe savulsun ve evham dağılmış
olsun.
Bir topluluk kılıç ile
birbirleriyle çatışıp ayrıldıklarında, onların toplandıkları yerde öldürülmüş
bir adam bulunsa, O'nun diyetini mahalle halkı öder. Çünkü mahallede, bu gibi
şeyleri korumak mahalle halkına düşer. O işi yapan kimse bilinmediği zaman,
diyet ve kasâme onların «zerine vâcibdir. Ancak Öldürülmüş olan kimsenin velîsi,
kaatil olan topluluk üzerine da'vâda bulunursa veya onlardan ba'zı topluluk
üzerine da'vâ. açarsa, bu takdirde mahalle halkı için bir şey gerekmez. Çünkü bu
da'vâ, mahalle halkının kasâmeden berâetini tazammun eder. Maktulün velîleri
delîl getirmedikçe, o topluluk için de bir şey gerekmez. Çünkü, sâdece da'vâ
ile hafc sabit olmaz, Lâkin hak, mahalle halkından düşer. Zîrâ velînin sözü,
kendisi hakkında hüccettir.
Yakınında imaret (bina)
bulunmayan bir kırda maktul bulunsa
— yakınlık (kurb) un ma'nâsi, daha önce geçtiği üzere, ses işitilecek kadar
mesafedir— ya da bir büyük nehrin içinde bulunsa —büyük nehir ile murâd kimsenin
zilyedliği ve mülkünde olmayan nehirdir. Meselâ, Fırat nehri gibi — Şuf'aya
müstehak olunan nehir bunun aksinedir. Çünkü o nehirde, nehir halkının
mâlikiyetleri vardır. Zîrâ o nehir, halkına mahsûstur. Bu takdirde kasâme ve
diyet nehrin ehli üzere lâzım gelir. Binâenaleyh «Vikaye» nin; «Ona uğrayan bir
suda (maktul bulunsa) » sözü,, ıtlak üzere (mutlak) değildir; Şu hâlde kırda
veya büyük nehirde bulunan maktulün kanı boşa gider (heder olur). Çünkü b
maktul, bu durumda olunca, kendisime başkasından yardım ulaşmaz ve taksir ile
nitelenemez.
Eğer öldürülmüş ve bir
derenin kenarında habs edilmiş bulunsa, O'nun diyetini o yere en yakın olan köy
öder. Yâni, ses işitilecek mesafedeki en yakın köy öder. Şayet maktul, belli
sâhiblere vakf olunmuş bir yer veya hanede
bulunsa, O'nun diyetini ma'lûm sâhibler Öderler.
Çünkü onlar, o yerde
veya hanede tedbîr almaya, insanların en uygunudur. Eğer oralar, mescid için
vakf edilmiş ise, maktulün mescidde bulunması gibi olur. Mescidin hükmü ise,
daha önce geçti.
Şayet maktul, memlûk
olmayan sahradaki ordugâhta bulunsa, eğer kulübe ve kıldan çadırların içinde
ise; tfiyeti onların içinde oturanlar
(sakinleri) öderler.
Eğer maktul, bunların dışındaki kabileler içinde ise; diyeti maktulün içinde
bulunduğu kabile öder. Şayet maktul, iki kabilenin arasında bulunsa; hüküm, iki
köyün arasında bulunan maktulün hükmü gibi olur. Nitekim, bunun açıklaması daha
önce geçti.
Eğer asker ve kabileler
sahraya, kanşık oldukları hâlde beraberce inip konakladılar ise, diyeti asker ve
kabilelerin hepsi beraber öderler.
Çünkü onlar bir arada
konaklayınca, o yerlerin hepsi onlara mensûb bir tek mahalle menzilesinde olur.
Bu durumda, çadırların dışında bulunan zararı onların hepsi ödemesi gerekir.
Eğer askerin kondukları
yer, memlûk ise; kasâme ve diyeti bil-ic-ınâ' yerin sahibi öder. Zîrâ asker,
orada sakindirler. IÇasâme ve diyette, o yerin mâlikine ortak -olmazlar.
Bir kimse, bir kabilede
yaralanıp ailesine götürülse ve yatalak hasta (sâhib-i firâş) olarak ölse;
kasam* ve diyet, O'nun yaralanmış olduğu kabile üzerine vâcib olur. İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.), ayrı görüştedir.
Çünkü yaralamak, şayet
ölüme bitişirse, ölüm sayılır. Bundan dolayı, yaralayan kimseye kısas vâcib
olur. Yatalak hasta olmazsa,-bunun aksinedir.
'
Bir adamm yanında henüz
.son demini yaşayan bîr yaralı olsa, bir başkası da O'nu yüklenip kendi evine
götürse; bir zaman kaldıkdan sonra Ölse, O'nu getiren kimse, İmâm Ebû Yûsuf ve
îmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, diyeti ödemez. İmâm A'zam' (Kh.A.) in
kavline kıyâsla, öder. Çünkü o götüren kimsenin elinde bulunması, mahalle
menzilesin dedir. Yaralı olduğu hâlde O'nun elinde bulunması, mahallede
bulunması gibidir.
iki adam, bir evin
içinde olup; üçüncü bir kimse de olmasa ve o iki adamın biri öldürülmüş bulunsa,
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, diğeri O'nun diyetini öder. İmâm Muhammed (Rh.A.)
uyrı görüştedir.
Çünkü İmâm Muhammed'
(Rh.A.) e göre, o diğer adam diyeti Ödemez. Zîrâ ölen adamın, kendisini öldürmek
ihtimâli vardır.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
un delîb" şudur: Zahire göre, insan kendi kendisini öldürmez. Öldürülen
kimse (maktul), bir kadının karyesinde
bulunsa; kadına yemin tekrar ettirilir ve âkılesi diyetini verirler. Bu, İmâm
A'zam ile İmâm Muhammed* (Rh. Aleyhimâ) e göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh. A.) a
göre ise; kasâme dahî diyet gibi âkılesi.üzere olur. Yâni kadına, bir şey lâzım
gelmez. Çünkü kasâme, yardım ehli için lâzım gelir. Kadın ise, yardım ehlinden
değildir. Bu durumda o, küçük çocuğa benzer.
İmânı A'zam ile İmâm
Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur:
Kasâme, töhmeti savmak
içindir. Töhmet ise, kadından tahakkuk eder.
Başkalarının
öldürmesiyle, mahalle halkının şahadetleri bâtıl olur.
Yâni; maktulün velîsi,
öldürmeyi mahalle halkından başka bir kimseden da'vâ ettikde, mahalleden iki
şâhid de başkasının -öldürdüğüne şahadet etse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre;
onların şahadeti'kabul edilmez. İmânıeyn (Rh. Aleyhimâ), kabul edilir,
demişlerdir. Çünkü onlar, da'vâli olmak sırasına girmek üzereydiler. Öldürülen
kimsenin velîsi, öldürmeyi onlardan başkası üzere da'vâ etmekle, hasım olmakdan
kurtuldular. İmdi, onların şahadeti kabul edilir. Nitekim, husûmete
vekîl (da'vâya vekîl), olan kimsenin, husûmetten önce azl olundukda şahadeti
kabul edildiği gibi.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili şudur: Onlar kaatüleri müsâfir etmekle, kendilerinden sâdır olan
taksirden dolayı dâvâlıdırlar. Bu se-beble, her ne kadar husûmetten çıkarlarsa
,da, şahadetleri kabul edilmez. Vasinin, vesayeti kabul ettikden sonra,
vesayetten çıkıp şahadet ettikde kabul edilmediği gibi.
Ya da, o şâhidler mahalle
halkından birinin öldürdüğüne şahadet etseler, Öldürülen kimsenin velîsi
biaynihî O'nun üzerine öldürme iddia ettikden sonra şahadetleri bâtıl olur.
Çünkü, mahalle halkının hepsi ile beraber zikredilen şey üzerine husûmet
kâimdir. Şâhid ise; husûmeti kendisinden savmak istemektedir. Halbuki o, bu
durumda mütte-hem. (kabahatli) olur.
Meâkıl; {Mîm) in üstünü
ve (Kâf) m ötüresi ile ma'kûle'nin çoğuludur. Akl, yâni diyet
ma'nâsınadır. Diyetin, akl ile adlandırılmasına sebeb; çünkü diyet, kanlan
dökmekten akl eder (önler). Akl da bundandır. Zîrâ akl, kötü işleri meneder.
Âkile ,
hatâen öldürülmüş olan kimsenin diyetinin kendilerine taksim edildiği divân
ehlidir ki, onlardan kaatil olan kimse sebebiyle, diyetin kazası vaktinden
itibaren üç yılda vazifelerinden
alınır. Divân ehli,
adları dîvânda yazılmış olan askerlerdir. Bu, bize göredir. İmâm Şafiî' (RIh.A.)
ye göre, aşirettir. Zîrâ, Resûiüîlah' (S.A.V.) in aşiret üzerine
hüküm verdiği rivayet olunmuştur.
. Ondan sonra nesh
yöktür. Bir de; şundan dolayıdır ki; diyet sıla'dır. Sıla'mıı ise yakın akrabaya
verilmesi evlâdır. Mîrâs ve nafaka gibi.
Bizim delilimiz, Hz.
Ömer' (R.A.) in hükmüdür. Hz. Ömer- (R.A.), divânları kurduktan sonra, Sahabe
(R. Anhüm) huzurunda diyeti divân ehline yüklemiş, Sahabe (R. Anhüm) bunu inkâr
etmemiştir ve bu hüküm icmâ' olmuştur. Bu, nesh değildir. Belki bir ma'nâyı
takrir ve îzâhdır.
«Ondan sonra nesh
olmamıştır.» sözü, İmâm Şafiî' (Rh.A.) niıı sözüne cevâbdir. Çünkü akl (diyet),
yardım ehline yüklenirdi. Yardım ehli, çeşitli idiler: Velâ , hılf
ve ad gibi.
I/Uf; (Hâ) nın esresi
ve (Lâm) in sükûniyle «ahd» demektir. (Burada murâd, velâ-yı müvâlâttır.) Ad,
bir adamın, bir kabileden sa-yılmasıdır. Hz. Ömer (R.A.) zamanında bu, divân
usûliyle oldu. Hz. Ömer (R.A.) ma'nâya uyarak diyeti divân ehli üzerine yükledi.
Bundan dolayı Fukahâ demişlerdir ki: Eğer bugün bir topluluk san'atla
yardımlaşsalar, onların âkılesi, san'atkârlardır. Eğer hılf ile
yardımla-şırlarsa, âkılesi hılf ehlidir. Diyet, sıla'dır. Yâni, bahşişdir.
Nitekim, İmâm Şafiî (Rh.A.) böyle demiştir. Lâkin diyetin sılada, yâni bahşişte,
vâcib kabul edilmesi, mallarının asıllarında vâcib kabul edilmesinden evlâdır.
Çünkü, daha hafîfdir. Akile, diyeti ancak hafifletmek için yük-lenirler.
Diyetin ödenmesinde üç
yıl takdiri; Nebî~i Ekrem' (S.A.V.) den mervîdir ve Hz. Ömer' (R.A.) den
nakledilmiştir.
KaaüÜn malında vâcib
olan diyet dç zikredilen gibidir. Yâni bize göre, üç yılda alınır. İmâm Şafiî'
(Rh.A.) ye.göre, hemen ödemesi vâcib olur. Delilleri, inşâallâhu Teâlâ, yakında
zikredilecektir.
Eğer atıyyeler üç
yıldan daha çok veya üç yıldan daha az zamanda çıkarsa, ondan alınır. Yâni
ekserden veya ekaîden alınır.
Divân ehlinden olmayan
kaatilin âkılesi, kabiledir. Vikâye'nin ibaresinde; «Yâhûd onlardan olmayan
kabilesidir.» denilmiştir. Her hâlde bu, kitabın kopyasını çıkaran ilk kâtibin
hatasıdır. Çünkü zamir «kimse» nıa'nâsına
gelen «men» e râcidir. Halbuki, ona irca etmeye imkân yoktur. Doğru olan;
«Divân ehlinden olmayan kaatilin âkılesi, kabiledir.» demektir.
Âkile fertlerinin her
birinden üç yılda toplam olarak yalnız üç veya dört dirhem
alınır. Şöyle ki, onların her birinden her yılda bir dirhem alınır. Böylece, üç
yılda alman, üç dirhem olur. Yâhûd her yıl bir dirhemle dirhemin üçte biri
alınır. Tâ ki, üç senede dört.dirhem alınmış olsun.
Eğer kabilede genişlik
(yâni maddî imkân) yok ise; kabilelerden neseb yönünden en yakın olanı ona
eklenir. Asabelerde olduğu gibi, en yakın ondan sonraki en yakın (el-akrabu
fe'1-akrab) kaidesi ile amel edilir. Babaların ve oğulların diyete dâhil
olmalarında ise, ihtilâf edilmiştir. Diyeti ödemelide kaatil, onlardan birisi
gibidir. Çünkü cinayeti işleyen O'dur. O'nun diyetten çıkarılmasında bir ma'nâ
yoktur. Bunda, İmâm Şafii' (Rh.A.) nin ayrı görüşü vardır.
Âzâdiı olan kaatilin
âkılesi, efendisinin
(mevlâsmm)
Jcabîlcsidir.
Çünkü O'na yardım,
onlarla olmuştur. Bunu, Rcsûlüllah' (S.A.V.) in:
«Kavmin âzâdlısı,
onlardandır.» hadisi şerifi te'yid eder.
Mevlel müvâlâtm âkilesı
andlaştığı (akd yaptığı) mevlâsıdır ve
mevlâsımh kabîlesidir. Çünkü Arablar, bunlarla yardımlaşırlar. Şu hâlde,
kölelikden kurtulan kimsenin efendisine (mevlâsına) benzer.'
Akile, bizzat kati ile
vâcib olanı üzerlerine alırlar. Âkile üzerine, hatâ ve kasd benzeri ile diyetin
vâcib olmasında asıl, Nebî-I Ekrem' (S. A.V.) in dâribenin (yâni gebe kadının
karnına vuran kadının) velîlerine:
«Kalkın, ceninin
diyetini verin.» buyurma sidir. Bu haclîs-i şerifi, bir kadın, bir başka kadının
karnına varmakla cenin düşürüp, durumu Resûlüllah' (S.A.V.) a sundukları zaman
söylemiştir. Bir <ie; hatâ eden kimse ma'zûrdur. Keza, kasd benzeri ile öldüren
(mübaşir) de ma'zûr-dur. Çünkü vurma âleti, te'dib içindir. Öldürmek için
değildir. İnsanın canına (nefs) ihtiram vardır. Onun heder edilmesi caiz oîmaz.
Öldüren kimse üzerine kısas vâcib olması için sebeb yoktur. Fazla miktarda mal
ödetmek de; malını kökünden kazımak ve O'nu yoksul bırakmak olur. Bundan dolayı,
âkile diyeti ödemekte O'na katılıp yardımcı olur. Çünkü hatâ eden veya kasd
benzeri ile cinayet işlöyen kimse, kendisinde olan bir kuvvetle öldürmekten
kaçmmakda kusur etmiştir. O kuvvet, O'nun yardımcıları ile hâsıl olur. Onlar da,
âkiledir. Binâenaleyh, âkile O'nu denetlemeyi ve uyarmayı terk etmeleriyle kusur
etmişlerdir. İşte bu sebeble, diyete tahsis edilmişlerdir.
Mûdilıa "(yâni, başın
kemiğine varan yarık) ve mûdihadaıı fazlasının diyeti kadarını yüklenir.
Nitekim, yaralar faslında geçti ki, mûdiha ve mûdihadan ziyâdede vâcib olan,
diyettir. O da âkıleye yüklenir.
Kaatİlin sulhu ile veya
âkılenin tasdik etmediği ikrarı İle veya şüb-he ile kısası düşen kasd sebebiyle
veya oğlunu kasden öldürmekle vâcib olan diyeti âkile yüklenmezler.
Kölenin cinayeti
sebebiyle veya nefs'vç uzuvlarda kasden suç işlemekle veya mûdilıa denen
yaranın ersinden daha azında vâcib olan diyeti de âkile yüklenmezler. Nitekim
rivayet olunduğuna göre; Resûlüllah (S.A.V.) bir hadîs-i şerîfde şöyle
buyurmuştur:
«Âkıleler, ne kasden,
ne abden, ne sulhen ve ne i'tirâfen ve ne de mûdiha ersinden az olan diyeti
yüklenmezler.»
Bir de: Âkılenm diyeti
yüklenmeleri istîsâli, yâni, suç işleyen kimsenin yoksul kalarak helak olmasını
önlemek içindir. Suç işleyenin az bir şey ödemesinde ise, istîsâl yoktur.
Diyetin azı ile çoğunu
ayıran takdir ise; sem' ile (yâni hadîs-i şerif) ile bilinip sâbitdir.
Takdirden eksik olan şeyi âkile yüklenmez. Belki, cinayeti (suçu) işleyen
yüklenir. Şayet cinayeti işleyen kimseyi âkile tasdik ederlerse, onların diyeti
yüklenmesi gerekir. Çünkü diyet, onların doğru diye kabul etmeleri ile sabit
olur. İmtina ise, onların hakkı için olur. Âkuenin, kendi nefisleri üzere
velayetleri vardır. Şu hâlde onlar üzerine diyet vâcib oîur.
Dİvâm ve kabilesi
olmayan kimsenin âküesİ, zahir rivayette lîeyt'-ül-mârdir. Fetva, buna göre
verilmiştir. Mutâsa'da da böyle denmiştir.
îsâm (Rh.A.) demiştir
ki: İmâm Muhammet! (Rh.A.), Ebû Yûsuf'(Rh. A.) dan, O'nun da İmâm A'zam' (Rh.A.)
dan rivayetine göre; diyet caninin malında vâcib olur. Beyt'ül-mâl'den,
bi'1-icmâ ödenmesi gerekmez. Hulâsa'da da böyle zikredilmiştir.
Acemlerin âkilesi olmaz.
Hulâsa'da zikredilmiştir ki: Eğer bir kimse, Arabın gayrısmdan ise,
Şems'ül-Eimme el-Hulvânî' (veya Halvânî) (Rh.A.) den nakledildiğine göre,
İmamlar btı husûsda ihtilâl etmişlerdir. İmamlardan ba'zıları: «Acem halkının,
âkılesi olmaz.» demiştir. Bu söz, fakîh Ebû Ca'fer' (Rh.A.) in ihtiyar ettiğidir
ve «Bu söz ile Şeyh'ül-îslâm Zahîr'ud-Dîn el-Merğinânî (Rh.A.) fetva verirdi.» demiştir.
Bu bölümün, cinayetler
bölümü ve onun tabileri ile ilgisi gizli değildir.
Âbık, mâlikinden kasden
kaçan köledir. Tutup yakalamaya kadir olan kimse için, kaçak köleyi tutup
yakalamak nıendîîbdur. Zira bunda, O'nun maliyetini ihya vardır. Nefs gibi,
mala da hürmet gerekir. Yine, O'ııu yakalamakda; sahibine yardım vardır.
Yolunu kaybeden kölede
ihtilâf edilmişti];. Ba'zılan; «Zayi' olma ihtimâlinden dolayı, O'nu ılvyâ
yönünden, tutup yakalamak efdaldir.» demiştir. Ba'zılan da; «Yakalamamak
eidaldif.» demişlerdir. Çünkü yolunu kaybetmiş olan köle, yerini terk etmez.
Efendisi, O'nu bulur. Eğer bulan kimse, köle sahibinin evini bilirse evlâ olan;
O'nu,'O'na götürmektir.
Kaçak köleyi yakalayan
kimse, O'nu kâdîya götürür. Kâdî da, O'nu ta'zîr için habs eder. Bir de; ikinci
kere kaçmasından emin olunmaz. Bundan dolayı, her ne kadar efendisi için fayda
sağlasa da, kâdî O'nu kiraya vermez. Kâdî, kaçak köle için Beyt'ül-mâl'&en
nafaka ta'yîn eder. O nafakayı, sahibine borç sayar. Sahibi geldiği zaman,
O'ndan ahr. Ya da. köle satıldığı zaman, bedelinden alır.
Yolunu kaybetmiş olan
köle habs edilmez. Yâni yolunu şaşırıp gezerken tutulan köleyi kâdî habs etmez.
Çünkü ta'zîre müstehak olmaz ve bırakılırsa kaçmaz.* Eğer sahibine fayda
verirse, O'nu kiraya verir ve ücretiyle O'nu besler.
Kaçak köleyi, efendisi
gelinceye, kadar habs eder. Efendisi gelir de; ba'zılarına göre; «Kâdî'ya»,
diğer ba'zı Ulemâ'ya göre; «Kaçak kölelerle kendilerini muhafaza etmek için
Kâdî'mn ta'yîn ettiği şahsa; kendi memlûk u olduğuna dâir delil gösterirse; Kâdî
yâ hû d ta'yîn ettiği şahıs; kaçak köleyi
hiçbir suretle mülkünden çıkarmadığına dâir Allah' (C.C.) a yemin ettirir.
Sonra, kaçak köleyi efendisine verir.» Ba'zı-ları;«Çok ihtiyatlı olmak için
kefil ile verir.» demiştir. Ba'zıları da; «İsbât edildikten sonra verildiği için
kefilsin verir.» demişlerdir.
Eğer kaçak kölenin
efendisi delil getirmeye kadir olamaz, fakat köle, O'nun memlûku olduğunu ikrar
ederse veya efendi kölenin alâmetini ve eşkâlini vasf ederse, kaçak köleyi
kefîl ile O'na verir.
Eğer efendi kendisinden
bahşiş alınır korkusuyla kölenin kaçtığım inkâr «derse, kaçmadığına dâir Allah*
(C.C.) a yemîn verdirilir ve kaçak köle O'na verilir.
Efendinin gelmesi
uzarsa, kâdî kaçak köleyi satar. Her ne kadar kaçak kölenin yeri bilinse de,
nafakanın çokluğu ile efendisi zarar görmesin diye satar. Bedelini alıkoyup;
kaçak köleye bedelinden infâk eder ve eğer efendi gelip kölenin kendisine âid
olduğunu delîl ile isbât ederse veya kaçak kölenin eşkâlini ve alâmetini beyân
ederse, bedelden geri kalanını efendiye verir.
Köle sahibinin, kâdî'mn
satışını bozması caiz değildir. Çünkü kâdî'mn şeriatın emriyle satması O'nun
hükmü gibidir, bozulmaz. Eğer efendi,
kaçak köleyi mükâteb veya müdebber etmiş olduğunu söylerse, satışı bozmamak için
tasdîk edilmez. Mes'ûdî' (Rh.A.) nin «Fetâvâ» sm-da böyle zikredilmiştir.
Kaçak köleyi efendisine
ulaştıran kimseye kırk dirhem
ücret verilir. O kaçak köle gerek mahcur, gerek ine'zûn, gerek müdefcber ve
gerekse ümm-ü veled olsun, müsavidir. Çünkü bunların hepsi memlûk (köle) dür.
Bunları yakalayıp sahibine ulaştırmakla, bu veehden maliyeti ıhyâ vardır.
Mukâteb, bunların aksinedir. Çünkü mükâtebj, kazancında daha hak sahibidir.
Zîrâ, yed'en memlûk değildir. Yakında anlatılacaktır.
Bu kırk dirhem, köleyi,
sefer müddeti mesafesinden veya daha uzaktan getirip yerine ulaştıran
kimseyedir. Velev ki; kıymeti kırk dirhemden daha az olsun. Köleyi getiren'
kimse, O'nu sahibine iade için. tuttuğuna şâhid getirirse, bu ücreti alır. Eğer
şâhid getirmezse, bir şey alamaz. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.
Eğer sefer müddetinden
daha az mesafeden getirirse; hak ettiği he-sâbınca verilir. Çünkü bir şeyin
karşılığı, bizzarûre o şeye taksîm edilir.
Müdebber ve ümm-ü
veledde; şayet bu ikisi efendilerine ulaşmalarından önce efendi Ölse, o
ulaştıran kimse için ücret yoktur. Çünkü
ürom-ü veled, efendisinin ölümüyle âzâd edilmiş olup, hür olur. Hür insanı
götürmekde ise, ücret olmaz. Keza müdebber, şayet terikenin
üçtebirinden çıkarsa, o da hür olur ve getirene ücret verilmez. Eğer üç-tebirden
(sülüsden) çıkmazsa, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, onda da ücret yoktur. Çünkü
o kimse, borçlu olan hürdür. Zîrâ, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; âzâd etmek
bölünmez. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; üçtebirden çıkmazsa, mükâtebdir. Mükâtebde
ise, ücret olmaz. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.
Şayet kaçak köleyi
yakalayan kimse, O'nu efendisine geri vermek için yakaladığına şâhid getirir de,
köle O'ndan kaçarsa, kimse kölenin bedelini Ödemez. Çünkü, O'nun elinde
emânettir. Bir kusur da etmemiştir. Eğer zikredilen şekilde yakaladığına şâhid
getirmezse, öder. Çünkü, bu durumda gâsıbdır.
İki şekilde de,
yakalayan kimseye ücret yoktur. Birinci şekilde; yâni şâhid getirdiği surette,
efendisine geri vermediği için ikinci şekilde ise, işhâdı (şâhid çağırmayı)
terk edip gâsıb olduğu için ücret verilmez. Bu, İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm
Muhammed' (Rh. A.) e göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; kölenin bedelini
ödemez ve şayet efendisine geri götürdü ise, ücrete de müstehık olur. Çünkü
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; şâhid getirmek (işhâd) burada ve bulunan eşya
(lükata) da da şart değildir.
Mükâtebin geri
verilmesinde ücret yoktur. Çünkü mükâteb, yed'en memlûk değildir. Mürtehin için,
rehnin ücreti vardır. Çünkü geri veren kimse için ücretin vâcib olması, kölenin
maliyetine isabet ettiği içindir. O'nun maliyeti ise mürtehinin hakkıdır. Çünkü
rehnin mûcebi, mürtehin için maliyetten alma hakkı (yed-i istîfâ) nın sabit
olmasıdır. Binâenaleyh geri veren kimse, mürtehin için çalışmış olur. Bundan
dolayı, mürtehin üzerine ücret vâcib olur. Şayet kaçak köieyi geri götüren
kimse, râhinin ölümünden sonra geri götürse — çünkü rehn ölümle bâtıl olmaz. Bu,
yâni rehnin ölümle bâtıl olmaması, rehnin kıymeti borç kadar veya borçdan daha
az olduğu vakittedir. Borçdan daha çok olursa, onun üzerine takdir edilir, bakîsi râhine yüklenir. — mürteninin hakkı, ödenen
kadardır. Bu takdirde, ilâcın bedeli gibi olur. Cinayet suçundan kurtarmak ise,
fidye ile olur. Çünkü rehinde fidye ödemek, mürtehin üzerine ödenenin
(mazmunun) nıiktâ-riyle yüklenir. Eğer rehin bırakılan köle borçlu olursa ve
efendisi de O'nun borcunu ödemeyi isterse, cu'l
efendisine yüklenir. Eğer efendi, kölenin borcunu ödemekten kaçınırsa, köle
satılır ve Ödemeye ücretten başlanır. Yâni, önce ücret sahibi ücretini alır.
Geri kalanı, alacaklılar alır. Çünkü ücret, mülkün riski (mü'neti) dir. Rızık
(mü'net) ise, mülk kendisi için nıüstekar (kararlı) olan kimseye vâcib olur.
Şayet köle cinayet işlemiş olur ve efendisi de fidye verip O'nu kurtarmak
isterse, ücret efendisine yüklenir. Çünkü fidyeyi ihtiyar etmesiyle, ücret O'nu
cinayetten temizlemiştir ve köleyi geri veren kimsenin, 'velî için kölenin
maliyetini ıhyâ ettiği anlaşılmıştır.
Eğer efendi kölesini
maktulün velîlerine vermek isterse, bu takdirde ücret velîlere yüklenir. Çünkü
köleyi geri götüren kimse, velîlerin haklarını ıhyâ etmiştir. Eğer köle, hibe
edilmiş ise; her ne kadar hîbe eden kimse, köle geri verildikden sonra hibeden
geri dönse bile ücret, hîbe edilen kimseye yüklenir. Çünkü mülk, geri verme
zamanında hîbe edilen kimseye âiddir. Mülkün geri' dönmekle ortadan kalkması,
kendisine hîbe edilen kimsenin kusur etmesi sebebiyledir. O da, kölede
tasarrufu terk etmesidir. İmdi yâcib olan ücret, geri vermekle ondan düşmez.
Eğer kaçak köle bir
çocuğun mülkü ise, ücret O'ııun malından verilir. Çünkü ücret, O'nun mülkünün
mü'neti (masrafı) dir. Eğer kaçan köleyi geri getiren kimse çocuğun vasisi ise,
O'na ücret verilmez.
Çünkü çocuğun işlerini
düzenlemek, vasinin görevidir. Şu hâlde, ücrete müstehık olmaz.
Şayet köle satılıp müşteri O
nu teslim almazdan önce kaçarsa, satın alan kimse muhayyerdir. Dilerse, kaçak
köle geri gelinceye kadar sabredip bekler; dilerse, satıcının malı teslimden
aczi hükmüyle akdi bozmak için durumu kâdîye bildirir. Kâfî sahibi, bu mes'eleyi
«Rehinde Tasarruf Babı» nda zikretmiştir.
Mcfkûd ,
lügat yönünden:
«Bir şeyi kaybettim, o
benden kayboldu.» kökündendir.
«Ben kaybettim v« o
kayıptır.» denilir.
Istılah yönünden; eseri
yâni, nerede olduğu bilinmeyen, Ölü müdür yoksa diri midir haberi de alınmayan
bir kayıba «mefkûd» derler, İs tıshâb ile yâni, olduğu durumda bırakılmakla o
kayıp kendisi hakkında diri sayılır.
Allah Teâlâ' (C.C.)
nın:
«İçinizden ölenlerin
bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.»
âyet-i kerîmesine aykırı olduğu için kayıp kimsenin karısı nikâh edilemez.
Kayıp kimsenin, hâli
bilinmedikçe malı taksim edilemez. Çünkü O'nun hâlinin zahiri, sağ olduğunu
gösterir. Taksim ise, ölümden sonra olur. Kayıp kimsenin kiraya verdiği de, fesh
edilmez. Çünkü İcâre, ölümden önce fesh olunmaz. Kâdî, insanların zimmetlerinde
olan malım teslim almak için bir kimseyi görevlendirir. O görevli, kayıp
kimsenin malını koruyup ve bozulmasından korkulan şeyi satar. Çünkü kâdî,
kendisine bakmaktan âciz olanların hepsine bakan ta'yîn edilmiştir. Küçük
çocuk, deli ve kayıp da bunlardandır. Kayıp kimsenin malını koruyucu ve onun
üzerine kâim ta'yîn etmekde kayıp kimseye yardım ve O'nu gözetmek vardır. Çünkü
o görevli, kayıp kimsenin gelirlerini ve ona borçlu olanlardan borcunu ikrar
eden kimseden malı teslim alır. Zîrâ bakmak (nazar), korumak bâbmdandır.
Akdi ile vâcib olan her
borcda da'vâcı olur. Çünkü görevli, onun haklarında asildir. Kayıp kimsenin
kendisinin bizzat akd etmiş olduğu borçda da'vâ açamaz. Yine başkası elinde olup
onda kayıp kimsenin payı bulunan akar ve
eşyada da da'vâ açamaz. Çünkü, mâlik değildir, kayıp kimsenin naibi de
değildir. Belki, kâdî tarafından teslim almaya vekildir. Kayıp kimsenin malı
üzere görevli olan kimse, hilâfsız husûmete mâlik olmaz. Hılâf, ancak mâlik
tarafından borç hususun-, da teslim almaya vekîl olan kimsededir.
Şayet bir kimse, kayıp
kimsede, bir hakkı olduğunu iddia etse, da'vâsma iltifat edilmez. O'nun
beyyinesi de kabul edilmez. Kâdînin vekili ve vârislerden bir kimse hasm olmaz.
Şayet kâdî, beyyinenin dinlenmesini uygun görüp bununla hüküm verse, geçerli
olmaz. Çünkü ihtilâf, hükmün kendi sindedir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Görevli, kayıp kimsenin
malından, çocuğu ve ana - babası gibi doğum yönünden yakınları olan kimselere
infâk eder. Karısına da infâk eder. (harcar). Çünkü «Nafaka Bâbı»nda geçtiği
vechle nafakada asıl; kayıp kimse hâzır
iken malından kadının hükmü olmaksızın nafakaya müstehik olan herkese, o
kimsenin kayıphğı hâlinde infâk edilir (harcanır) . Çünkü, bu takdirde kadının
hükmü, yardım (iane) olur. Kayıp îîimse hâzır iken, nafakaya müstehik olmayıp
ancak kadının hükmü ile müstehik olan kimseye O'nun malından infâk edilmez.
Çünkü, bu takdirde nafaka hüküm ile vâcib olur. Halbuki gâib aleyhine hüküm ise,
caiz olmaz.
Kayıp kimse ile
karısının arası ayrılmaz. Çünkü ResûlüHah (S.A.V.):
«Açıklama (ve delÜ)
gelinceye kadar, kayıp kimsenin zevcesi O'nun karışıdır.» buyurmuştur. İsterse,
dört yıl geçmiş olsun.
İmâm Mâlik' (Rh.A.) e
göre; eğer dört yıl geçerse, kayıp kimse ile karısının arası aymlır ve kadın
ölüm iddeti bekler. Ondan sonra, dilerse kocaya varır.
Kayıp kimse,
kendisinden başkası hakkında ölü sayılır. Başkasına vâris olamaz ve kendisi için
vasiyyet olunan şeye de, şayet vasıyyet eden kimse ölse, müstehik olamaz. Belki
kayıp kimsenin murisi ve mû-sîsinin malından olan hissesi, beldesindeki
yaşıtlarının ölümüne kadar alıkonup bekletilir.
Kayıp kimsenin yaşama
müddetinin takdirinde ihtilâf edilmiştir. Zahir rivayet, burada zikredilendir.
Yâni, yaşıtlarının ölmesidir. Bilinmesine ihtiyaç duyulan bir şeyin şeriatta
usûlü, onun benzerlerine baş-' vurmaktır. Telef edilen eşyanın kıymetleri ve
kadınların mehr-i mislinde olduğu gibi.
Kaybolan kimsenin,
bütün yaşıtlarından sonra sağ kalması nâdirdir. Şer'î ahkâm ise, zahir ve gâlib
üzerine bînâ edilir. Sâdece kendi beldesindeki yaşıtlarına i'tibâr edilir. Çünkü
bütün beldelerden yaşıtlarının durumunu araştırmak imkânsızdır.
Zeylaî (Rh.A.) demiştir
ki: Muhtar olan, İmâmın görüşüne bırakmaktır. Çünkü yaşıtların hâli, çeşitli
beldelere göre değişir. Keza zan-mn gâlib olması, şahısların değişmesiyle
çeşitli olur. Nitekim büyük Melik (Hükümdar) den (savaşda) şayet haber aimamasa,
özellikle tehlikeli bir duruma girdiği zaman, en az müddette zann-ı gâlib, o
Melik'in ölmüş olmasıdır. Melik'in müddetinde
ihtilâfa ancak bu hu-sûsda insanların çeşitli fikirlerde olması sebeb olmuştur.
Bundan dolayı, O'nun için müddet takdirinde nıa'nâ yoktur.
Kaybolmuş kimse,
yaşıtlarının ölümünden Önce diri olarak ortaya çıkarsa; alıkonulan eşya O'nun
malıdır. Yaşıtlarının ölümünden sonra, malı hakkında müddet tamâm olduğu günde
ölümüne hükmedilir. Yâni yed'inde hakîkaten veya hükmen tasarrufu altında olan
malı hakkında, müddetin tamâm olduğu günde ölümüne hükmedilir. Karısı ölüm için
iddet bekler. Sanki, kocası elan ölmüş gibi dört ay on gün iddet bekler ve elan
mevcûd olup O'na vâris olanlar arasında malı paylaştırılır. Vârislerinden,
müddet tamâm olmazdan önce ölenler, O'na mirasçı olamazlar. Çünkü bu vâris
öldüğü zamanda, kayıp kimsenin ölümüne hükmedilmemişti.
Başkasının malında,
kaybolduğu vakitten i'tibâren Ölümüne hükmedilir. Hattâ kaybolduğu vakitten
sonra başkasının malına mâlik olamaz. Çünkü, ölü gibidir, ölü ise, mala mâlik
olamaz.
Kayıp kimse için
ahkonan şey, O'nun ölümüne hükmedildiği zaman murisinin vârisine geri verilir.
Çünkü vâris, şimdiye kadar alıko-nan o mala müstehıktır. Bunun açıklaması
şöyledir: Fıkıh Usûlünde anlatıldığı üzere, istıshâb — "ki
hâlin zahiridir— def edici bir hüccettir. İsbât edici bir hüccet değildir. Kayıp
kimse, müddetin tamâm olmasından Önce diri sayılır. İmdi o -kimse, kayıp olduğu
vakitte diri olup, ölümüne hükmedilmezden Önce ölen vâris, O'na mîrâscı olmaz.
Çünkü zahiri hâle göre; kayıp kimse, diridir. İmdi, kayıp olan kimsenin diri
olması, başkasının O'na vâris olmasını savmak için hüccet olabilir. Kayıp
kimse, başkasının malı hakkında, ölü sayılır. Çünkü zahirî hâl, başkasından
O'na mîrâs kalması için hüccet olmaya elverişli değildir. Böyle olunca, kayıp
kimse için ahkonan şey, kayıp kimsenin mirasçısına mirasçı olan kimseye, O'nun
öldüğü gün verilir.
Kâdî için, gâib ve delinin
cariyesini ve her ikisinin de kölelerini evlendirmek yetkisi yoktur. Lâkin
gaibin ve delinin cariyelerini ve kölelerini mükâteb eylemek ve satmak yetkisi
vardır. el-Fusû! el-lmâdiy-ye'de de böyle denmiştir.
Lakît ,
lügat yönünden, yerden kaldırılan şey demektir. Faîl vezninde olup mef'ûl
ma'nâsındadır. Sonra geleceği i'tibâriyle terkedilmiş (menbû:£)
çocuğun lakît diye adlandırılması gâlib olmuştur. Çünkü terk edilmiş çocuk,-
yerden kaldırılır.
Şer'an îakît, yeni
doğmuş bir çocuktur, ki O'nu ailesi yoksulluktan veya töhmetten
korktuğu için bir yere atmıştır.
O çocuk şehirde
bulunmakla, eğer bulan kimse O'nun helak olmasından korkmazsa, kaldırması
mendûbdur. Çünkü bunda, çocuklara karşı şefkat göstermek vardır. Şefkat
göstermek ise, amellerin efdal-lerindendir.
Sahrada ve sahra gibi
helak edici bir yerde bulunmasiyle, bulan kimse eğer yavrunun helak olmasından
korkarsa, O'nu kaldırması vâ-cib olur. Meselâ; a'mâ birini görüp de, kuyuya ve
benzerine düşmesinden korkan kimsenin O'nu düşmekden korumak için, elinden
tutması vâcib olduğu gibi. Bu koruma farz-ı kifâyedir.
Çünkü maksûd, ba'zı kimselerin bu işi yapmalariyîe hâsıl olur.
Terkedilmiş çocuğun,
köle olduğu delîl ile sabit olmadıkça hürdür.
Çünkü insan oğlunda asi
olan, hürriyettir. Âdem (A.S.) İle Havva' (A-leyhesselâm) nm çocukları oldukları
için, bir de İslâm ülkesinde hürriyet asıl olduğu için hürdür.
Sonra, yine terkedilmiş
çocuk bütün ahkâmda hürdür. Hattâ bir kimse O'na kazf etse, kâzife hadd
uygulanır. Terkedilmiş çocuğun anasına kazf etse, o anadan babası bilinmeyen
çocuk meydana geldiği için, kâzife hadd uygulanmaz.
Lakîtin nafakası ve
işlediği suçun diyeti Beyt'ül-mâl'den verilir. Onun mîrâsı da Beyt'ül-mâTe
kalır. Çünkü ni'met, külfete tâbidir.
Terkedilmiş çocuğu alıp
koruyan kimsenin, O'na harcadıkları teberru sayılır. O'na, borç vermiş olmaz.
Her ne kadar kâdî, O'nu yerden kaldırıp alan kimseye, infâk etmesini emretse de,
esah kavide çocuk için borç olmaz. Ancak, eğer kâdî, lakît için borç olmasını
söyledi ise, bu takdirde harcadıkları lakîte borç olur. Terkedilmiş olan çocuğu
kaldırıp alan kimse, çocukdan borcunu almak için müracaat eder. Çünkü kadının,
O'nun üzerine velayeti vardır. Esah kavide denmesinin sebebi şudur: Çünkü
kadının sâdece, lakîte infâk etmesini emretmesi, lakît-ten bunun geri alınmasına
kifayet eder. Tahâvî (Rh.A.) de böyle demiştir. Nitekim, kâdînm emri ile bir
şahsın borcu Ödense, o kimse O'n-dan borcu alabilir. Esah kavide, ancak kâdî
zikredilen şeyi açıklarsa, rücu eder (yâni, lakîte harcadığım O'ndan geri
alabilir.) Çünkü em-' rin mutlâkı, ba'zan teşvik ve tergîb için oîur. Şu hâlde
ihtimâl ile, lakîte harcadığını O'ndan geri alamaz.
Şayet terkedilmiş
çocuğu (lâkîti) alıp kaldıran kimse (mülte-kıt) ,
infâkı zikredildiği üzere, yâni kâdînm lakîte borç olsun demesiyle yaptığını
iddia etse de; lakît de O'nu yalanlasa, harcadıklarını ancak delîl ile ondan
alabilir. Vasî, bunun aksinedir, Şayet vasî, küçük çocuğa infâk etse, örf olan
infâkda tasdik edilir ve delile ihtiyâç yoktur.
Lakît'î alan kimse, o
çocuğa infâk etmekden (kaçınsa ve kadıdan çocuğu kendisinden almasını istese,
kâdî ancak çocuğun lakît olduğunu isbât eden beyyine ile
kabul eder. Çünkü bulan adam, müttehem: dir; caiz ki çocuk O'nundur yâhûd
nafakası kendisine lâzım gelenlerden biridir. Bu hîle İle, kendisinden nafakayı
savmak istemiştir. Eğer çocuğun lakît olduğuna delîl getirirse, kâdî o delili
hâzır bir hasıra bulunmaksızın kabul
eder. Delilden sonra, eğer
terkedilmiş çocuğu alanın aczini bilirse, evlâ olan kadının lakît'i kabul
etmesidir.
Şayet kiıdi, Iakît'i
kabul ettikden sonra O'nu başka bir kimsenin yanma koysa ve lakîti almış olan
ilk kimse istese, kâdi vermek ile vermemek arasında muhayyerdir.
Bulan adam, çocuğu önce
aldığı için, çocuk O'ndan alınmaz. Eğer mültekıt, kendi isteği ile çocuğu
başkasına verirse, O'ndan çocuğu geri almak hakkı yoktur. Çünkü o, kendi hakkını
düşürmüştür. Lakîtin nesebi, iddia eden kimseden sabit olur. Velev ki, lak
it'in kendi çocuğu olduğunu iddia edenler, iki adam olsun. Onların ikisinin de
çocuğu olur. Nitekim, ortak cariyede olduğu gibi. Ya da çocuğun nesebini iddia
eden iki adamdan birisi, lakît'in bedeninde O'na âid bir alâmet bulunduğunu
vasf ederse, bu takdirde çocuk vasfedenin olur, diğerinin olmaz.
Ya da ınüddeî, koca
sahibi bîr kadın olup, kocası tasdik ederse, veya o kadın, lakît'in kendi
çocuğu olduğunu isbât ederse, Iakît o kadının çocuğu olur. Ya da, müddeî iki
kadın olup, her biri çocuğun, kendi çocuğu olduğunu isbât ederse, her ikisinin
çocuğu olur.
Ya da, müddeî köle
olursa, lakît'in nesebi O'ndan sabit olur. JLakit, hür olur. Çünkü İslâm
ülkesinde asi olan, hürriyettir. Ya da, müddeî Zimmî olursa, nesebi ondan sabit
.olur. Eğer Zimmîlerin oturdukları yerde bulunmayıp, belki Müslümanların
şehirlerinden bir şehirde; köylerinden bir köyde veya kâfirler ile
Müslümanların karışık olduğu bir yerde bulundu ise, Iakît Müslüman olur.
Eğer Zimmîlerin
oturdukları yerde, meselâ; «hlri zimmet köylerinden bir köyde veya bir havrada
veya bir kilisede bulundu ise, Zimmî olur.
Lak ît bulunduğu zaman,
üzerine bağlanmış mal veya üzerinde bulunduğu hayvana bağlanmış mal, zahire
i'tibârla lakîte âiddir.
Lakîti kaldırıp alan
kimse (mültekıt), o zikredilen malı çocuğa kâdî'nın emri ite harcar. Çünkü o
mal, yitik olmuş (elden çıkmış) maldır. Kâdî için, böyle malı lakîte harcamak
velayeti vardır. Ba'zısı, «Kâ-dîmn emri olmaksızın harcar.» demiştir. Çünkü o
mal, zahiren lakîtia-dir ve terkedilmiş çocuğu alan kimsenin ona infâk velayeti
vardır.
Mültekitın, IaJdte hibe
edilen şeyi teslim alma yetkisi de vardır.
Çünkü hibenin teslim
alınması, hâlis faydadır. Mültekıt, Iakît'i diledi= ği yere götürür. Bunu, Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Çocuğu (Lakîti), san'at
erbabına (hırfe'ye) vermek de caizdir. Çünkü bu, O'nu eğitmek ve malını koruyup
gözetmek bâbındandır.
Karabetten, mülkten ve
hükümetten bir şeyle velî olmasına se-beb bulunmadığı için, O'nu nikâh etmesi
(evlendirmesi) caiz olmaz. Ananın tasarrufu caiz olmadığı gibi, îakît'ın malında
mültekıt'ın tasarruf etmesi de caiz olmaz. Çünkü tasarruf velayeti, malı
çoğaltmak içindir. Bu ise kâmil re'y ve bol şefkat ile olur. Mültekıt ile
ananın her birinde mevcûd olan ise, ikisinden sadece biridir. {Yâni anada
şefkat vardır, ikâmil re'y yoktur. Mültekıtta ise kâmil re'y vardır, tam ve bol
şefkat yoktur. Bu sebebden, tasarruf etmeleri caiz olmaz.)
İcâresi de,
caiz olmaz. Çünkü mültekıt, lakîtin menfaatlerini telef etmeye mâlik olmaz. Bu
durumda o, amcaya benzer. Ana, bunun aksinedir. Çünkü o, bunlara mâlikdir.
Nitekim, «Kerâhiyet Bölümü» nde zikredilmiştir. Esah kavi de, budur. Bu kayd;
«İcara verilmesi caizdir. Çünkü icara vermek, çocuğun terbiyesine âiddir.»
diyenlerin sözünden korunmak içindir. Birincisi; «el-Câmiu's-Sagîr» in
rivayetidir.
Mültekıt'ın, lakîti sünnet
etmesi de caiz olmaz. Eğer sünnet eder de, bu sebeble çocuk ölürse, diyetini
öder. Hânîye'de, böyle zikredilmiştir.
Lükata ma'nâda
lakît'in adıdır. Lâkin lakîtin kullanılışı, insanda; lükatanın kullanılışı ise,
insandan başka şeydedir
Sahibine vermek için,
lükatanın alınıp kaldırılması menöubdur.
Çünkü gören kimse
bırakırsa; çok defa ona hâin bir el ulaşır da, onu mâlikinden gizler ve O'nun
malını zayi' eder. Binâenaleyh, lükatanın alınıp kaldırılması hakiki,
müstehıkkına ulaştırmaya vesile olur. Bundan dolayı Fukahâ1; «Şayet zayi'
olmasından korknlursa, kaldırılması vâ-cib olur.» demişlerdir. Nitekim «Lakît
Bölümü» nde geçti.
Lükatayı gören kimse,
onun .sahibine geri vermek için aldığına şâ-hid getirir; bulunduğu yerde ve
insanların toplandığı yerde: «Ben bir lükata buldum, mâlikini bilmiyorum. Onun
mâliki gelsin, niteliğini açıklasın, lükatayı O'na vereyim!» diye seslenerek
bildirir. Lükatanın sahibi onu
istemeye gelmeyeceği ma'lûm oluncaya kadar, yâhûd yemek için hazırlanan yiyecekler ve ba'zı meyveler gibi
sonraya kalırsa bozulacağı zamana kadar, bulan kimsenin yanında emânet olur.
Hattâ lükata gerek az ve gerek çok olsun, gerek HılI dan
ve gerekse Harem'den alınsın teaddîsiz (kusur etmeksizin) helak olursa, bulup
alan kimse, zararı ödemez.
İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye
göre; Harem'in lükatasını, sahibi gelinceye kadar bildirmek (i'lân etmek) vâcib
olur.
Eğer lükatayı bulan
kimse fakir ise; ondan faydalanır. Eğer zengin ise, onu bir fakire tasadduk
eder. Velev ki fakır, baba ve analardan bir aslına yâhûd fakır çocuklarından ve
onların çocuklarından bir îer'i-ne veya fakır olan karısına vermiş olsun. Eğer
lükatanın sahibi gelip de, o tasadduku caiz görürse, sevabı O'nun olur.
Ya da, eğer lükata
duruyorsa, onu fakirden alır. Eğer lükatanın aynısı kâim değilse, lükata sahibi,
bulup' alana (Mültekıta) veya fa-kîre Ödetir. Aralarında, birbirlerine Ödetmek
yoktur. Yâni, lükatayı bulup alan öderse, ödediğini fakirden alamaz. Fakır
öderse, bulandan alamaz.
Eğer şâhid getirmedi
ise; bulan kimse onu kendisi için aldığını ikrar ettiği takdirde; şayet elinde
helak olursa, ittifakla Öder. Çünkü ku-sûr etmiştir.
Eğer mültekit ile
lükatanın sahibi birbirlerini, lükatanın sahibi için alındığı hususunda tasdik
ederlerse, ittifakla ödemez. Çünkü onların birbirlerini tasdik etmeleri,
kendileri hakkında hüccettir. Bu takdirde, açık delîl (beyyine) gibi olur.
Eğer mültekit,
sahibine, «Senin için aldım.» dese; O da «Kendin için aldın.» deyip ihtilâf
etseler, İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre, mültekit Öder.
Ancak, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; ödemez. Belki söz, onu geri vermek için
aldığını söyleyen mültekı-tındır.
Eğer mültekit şâhid
getirecek kimse bulamadı ise veya buldu da lükatayı zâlimin almasından korktuğu
için şâhid tutmayı terk etti ise; Fukahâ, «Ödemez.» demişlerdir. Bunu, Zeylaî
(Rh.A.) zikretmiştir.
Keza bulunan şey
(lükata), hayvan olursa, mezkûr hükümlerde lükata gibidir. Hayvana (behîmeye)
mültekıtm, kâdînm izni olmaksızın infâk ettiği
(harcadığı) şey teberrudur. Kadının izni ile infâk ettiği ise; hayvanın
sahibi üzerine borçtur.
Hayvan sahibi geldiği
zaman, mültekıt onu kadının hükmüyle kendisinden alır.
Faydalı olanı, kâdî
ücretle verir. Yâni, ücretiyle yararlanılan at, katır, eşek ve öküz gibi,
faydası olan şeyi, kâdî kiraya verir. O hayvana kâdî, ücretinden iki veya üç gün
yâni sahibi sağ olsa, geleceğini tahmin ettiği bir müddet infâk eder. Çünkü bu
kiraya vermekde, malın aynını mâlikin mülkü üzerine borç yüklemeksizin bırakmak
vardır. Hidâye sahibi ve Kâfi sahibi bu konuda; «Kaçak kölede de böyle yapılır.
» demişlerdir.
Ben, bu iki kitabdan
başkasında bıı sözü bulamaçtan. BU'akis Mu-hît'te, Bedâyi'de ve Hulâsa'da bunun
hilafını buldum. Onlar; »Kaçma ihtimali olduğu için, kaçak kölenin kiraya
verilmesi caiz olmaz.» demişlerdir. Bundan dolayı, onu zikretmeyi terk ettim.
Koyun ve benzeri gibi
kiraya vermekle yarar sağlanmayan hayvanlara İnfâk edilmesine kâdî izin verip,
bu harcanan şeyin hayvan sahibinden geri alınmasını şart kılar. Nitekim daha
önce geçti Ki esah olan kavi budur. Eğer en uygun olan infâk ise, böyle yapar.
En uygun olan infâk değil ise; ilkin onu satmayı ve bedelini muhafaza etmeyi
emreder. Çünkü devreden nafaka, malı kökünden kazıyıp tüketir.
Hayvana infâk eden
kimsenin, onu sahibinden habs çtmesî (yâni vermemesi) caizdir. Yâni hayvanın
nafakasını almak için, hayvanı sahibinden menetmesi caizdir.. Çünkü hayvanın, o
âna kadar kalması O'nun verdiği nafaka ile olmuştur. Sanki, sahibi mülkü ondan
almış gibidir. Eğer hayvan mültekıtın habsinden sonra ölürse, nafaka düşer-Çünkü
o, rehin ma'nâsınadır. Bu durumda, habs ettiği şey sebebiyle helak olmuş olur.
Habs etmezden önce hayvan ölse, nafaka düşmez. Çünkü o, 'emânettir. Onun, rehne
tealluku yoktur, iyrültekıt, habsi seçince rehin hükmünü alır.
Eğer Iükatayı iddia
eden kimse, alâmetini beyân ederse; O'na verilmesi helâl ve mubah olur. Çünkü
Resûlüllah (S.A.V.) ;
«Eğer lükatanın sahibi
gelip alâmetini,ve adedini ta'rîf ederse, Iükatayı sahibine ver.» buyurmuştur.
Bu emir, ibâhat
içindir. Çünkü geri vermenin vâcib olması; meşhur hadîs ile amel yönünden ancak
açık delil (beyyine) iledir. O meşhur hadîs, RcsûlüHah' (S.A.V.) in:
«Delil getirmek
da'vâeıya, yemin etmek de inkâr eden kimseye düşer.» kavlidir.
Bizim zikrettiğimiz
şeyden dolayı Hikatayı, delilsiz vermek vâcib olmaz. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye
göre, alâmet beyân ederse vermek vâcib olur.
Bir adam kırda Ölse,
arkadaşının, O'nun metâını ve bineğini alıp bedelini ailesine götürmesi caizdir.
el-Fusûl el-İmâdiyye'de böyle denilmiştir.
Su içinde bulunan odunun, eğer
kıymeti olursa, lükatadir. Onda, lükatamn hükmüne riâyet edilir. Eğer kıymeti
olmazsa, onu alan kimseye, diğer aslî mübâhât gibi helaldir.
Vaki,
lügat yönünden, habs ma'nâsınadır. Masdarı «vakf» olan, kelimesi müteaddîdir.
Ma'nâsı, yukarıda söylenendir. Masdarı «vukuf» olan" kelimesi ise, lazımdır.
Şer'an, vâkıfın mülkü
üzere ayn'ı habstir ve ariyet
menzilesinde faydalarını tasadduktur. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) bu konuda, ayrı
görüştedir. Çünkü İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre vakf; Allah Teâlâ'-(C.C.) nın
mülkü hükmünce ayn (mal) m habsedilmesidir. Vâkıf (vakfeden) in mülkü; o ayndan
Allah Teâlâ' (C.C.) ya, aynın, yararı kula dönecek şekilde zail olur. İmdi
vakf-ı lâzım
olup, satılmaz ve miras da olmaz.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
in delili şudur: Hz. Ömer (R.A.), Resû-lüllah' (S.A.V.) e: «Yâ Resûlallah, ben
bir miktar mal aldım, bu mal bence nefistir. Onu tasadduk edeyim mi?» diye
sormuş. Resûl-i Ek'rem
(S.A.V.) de: «Aslı üzere tasadduk eyle, ki satılmasın, lıîbe edilmesin
ve mîrâs olunmasın. Lâkin semeresini infâk eyle.» buyurmuştur. İmdi bu hadîs
vakfın, lâzım olduğuna ıtassdır.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili, Resûlüllah' (S.A.V.)
m:
«Allah'ın ferâmııden
habs yoktur.» kavl-i şerifidir. Yâni, «Mâlikin ölümünden sonra vârisleri
arasında taksimden habs edilir mal yoktur.»
demektir.
İmdi mal, vâkıfın mülkü
üzere kalmaz, diyen kimseye, Allah' (C.C.) m tarzları habs edilir, demek, lâzım
gelir. Fetva, İmâmeyn' (Rh. Aleyhİ-nıâ) in sözüne göredir, denilmiştir. KâlTde
böyle zikredilmiştir.
Musannif
«Meııiaallarını tasadduklur.» sözünü açıklayıp şöyle demiştir: Vakıf, bir
rivayette sahih değildir. Yâni vakıf, menfaatleri ta-sadduku kapsayınca, caiz
olmaz. Çünkü menfaat, yok olmuştur ve yok olanı tasadduk etmek caiz olmaz. Esah
olan kavle göre; icmâen sahîh olur. Çünkü menfaatleri tasaddukjmâmeyri' (Rh,
Aleyhimâ) e göre de caizdir. Nitekim kölesinin hizmetini, evinin süknâsını ve
her ikisinin gelirlerini vasıyyet caizdir. Lâkin, İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre,
lâzım değildir.
Bundan dolayı musannif,
mülk kaldığı için «lâzım olmaz (geçerli)» demiştir. Ariyette olduğu gibi. Lüzum
ile murâd, vâkıfın ve ölümünden sonra vârisinin vakti ibtâl etmesi caiz
olmamasıdır. Şayet vâkıf, fakirler için vakf etse veya bir su dolabı; yolda
kalanlar için bir han veya bir te(kke bina etse veya kendi arazîsini mezarlık
yapsa, vâkıfın mülkü ortadan kalkmaz. Musannif, lüzumun yokluğu üzerine
«Hayatında temliki sahih olur.» sözüyle açıklama yapmıştır. İmdi vâkıfın
hayâtında temliki; ölümünden sonra mîrâs olması ve vakıftan dönmesi de sahîh
olur. Velev ki vakf, ölüm hastalığında (maraz-ı mevtte)
olsun, sahîh olur.
Vakıf, ancak dört şeyin
biri ile lâzım olur. Musannif o dört şeyin birincisini «Kaza ile» demekle
zikretmiştir. Yâni vakıf, Sultan tarafından ta'yîn edilen kâdî tarafından
verilen hüküm ile geçerli olur.
İki tarafın hakem
(tahkim) ta'yin etmeleri ile hüküm
veren bir kâdî vakıf da'vâsı görmeye salahiyetli değildir. Çünkü böyle kâdi
hüküm verse, geçerli olmaz. Hattâ Sultan tarafından ta'yînli kadının, o hükmü
bozması caiz olur. Nitekim yerinde anlatılmıştır.
Hükmün yolu şudur:
Vâkıf, vakf ettiği şeyi mütevelliye
teslim eder. Ondan, sonra, gayr-i lâzım
olması hükmüyle rücû eder.
Duruşma (murafaa) için kâdî huzuruna çıktıkları vakit, kâdî vakıfdan mülkünün
kesildiğine hükmedince, bi'1-icmâ vakıf lâzım olur. Çünkü bu mes'ele; ictihâd
götürür bir fasıldır. Vakıf ta'yinii kadının (müvel-lâ) hükmü ona lâhık olunca,
lâzım olur. Kadılardan sâdır olan diğer ahkâm gibidir. Vakıf senedinde
zikredilen: «Kadılardan bir kâdî bu vakfın lüzumuna ve rücû' hakkının bâtıl
.olduğuna hükmetti.» sözü, sahîh kavle göre, bir şey değildir. Râti'de ve
Hâniyc'de. böyle denmiştir.
Dört şeyden ikincisini,
musannif şu sözü ile zikretmiştir: «Ya da vâkıf, §âyet vakfı ölüme bağlasa,
Ölümle vakıf lâzıııı olur.» Yâni; «Ölürsem, evimi şu hususa vakf ettim.» dese
ve ondan sonra ölse, eğer malının üçtebirinden çıkarsa, vakıf sahîh ve
lâzımdır. Çünkü mevcûd olmayan şeyi vasiyyet etmek caizdir. Meselâ, menfaatleri
vasıyyet etmek böyledir. Nitekim, daha Önce geçti.
Ölen kimsenin mülkü,
onda hükmen bakî olur. O'nun nâmına dâima tasadduk edilir. Eğer malının
üçtebirinden çıkmazsa, üçtebir mik-târiyle caiz olur. Geri kalanı, ölene âid
diğer bir mal ortaya çıkıncaya kadar kalır. Ya da; vârisler caiz görürlerse,
caiz olur. Eğer diğer bir mal zahir olmayıp ve vârisler de cevaz vermezlerse,
gelir (gaile)
ikisi arasında taksim edilir. Üçtebiri vakf için ve üçteikisi vârisler için
olur.
Musannifin, «Ya da
vâkıf, gayet vakfı ölüme, bağlasa, ölümle vakıf lâzım olur.» sözünde; sâdece
ölüme bağlamak, mülkün zevalini ifâde etmediğine işaret vardır. Belki, ta'lîkden
sonra mülkün zevalini ifâde etmesi için ölüm gerekir.
Üçüncü durumu,
musannif; «Ya da vâkıf, ben onu hayâtımda ve ölümümden sonra müebbeden vakf
ettim demekle vakıf lâzım olur.»
sözüyle zikretmiştir.
Çünkü bu, ulemâmıza göre, caizdir. Lâkin İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, vâkıf sağ
olduğu müddetçe, bu söz, gelirin (gailenin) tasadduk edilmesini adamak olur.
Böyle olunca, vâkıfın adağını yerine getirmesi gerekir.
Vâkıfın, ondan geri
dönmesi de caizdir. Eğer ölünceye kadar geri dönmezse, terikenin üçtebirinden
(sülüsden) caiz olur. Bunun hâl çaresi; kölesinin hizmetini bir insana vasiyyet
eden kimsenin yaptığı gibidir. Çünkü hizmet, kendisine vasiyyet olunan kimse
(mûsâ leh) nin ve rakabesi
mâlikin mülkü üzere olur. Hattâ kendisine hizmet edilmesi vasıyyet olunan kimse
(mûsâ leh) ölse; köle, mâlikin vârisleri için mîrâs olur. Ancak şu kadar fark
var ki: Vakfda kendileri için vasıyyet olunanlar (mûsâ lehüm) m kesilip
tükenmesi tasavvur olunmaz. Şu hâlde, bu vasıyyet müebbed olur.
Dördüncü durumu
(musannif: «Ya da, bir imescid bina edip ve p mescidi yolu ile beraber ifraz
'etmekle vakıf lâzım olur.» sözüyle zikretmiştir. İfraz, şart kılınmıştır.
Çünkü mescidin Allah Teâlâ (C.C.) için hâlis olması gerekir. Allah Teâlâ (C.C.)
:
«Mescid ler, şübhesiz
Allah'ındır.»
buyurmuştur. Yâni, Allah' (C.C.) a mahsûsdurlar, demektir.
İmdi mescid, ancak
ifraz ile hâlis olur. Yine herkes için o mes-cidde, namaza ve cemâat ile namaz
kılmaya izin vermekle hâlis olur.
Bazıları demiştir ki:
Cemâatle namaz kılmaya, izine hacet yoktur. Belki, bir kimsenin kılması
kâfidir. İnsanlar için iznin şart kılınması, teslim şart olduğundandır. Çünkü
mescid olması için, İmâroeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; teslim şarttır. İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.), ayrı görüştedir. Her nevide, o nev'e lâyık olan teslim şart
kılınmıştır. Bu
teslîm, mescidde namaz
kılmakla olur. Bu vechle, birinci vech ;
vâkıfa ve vârisine bakarak lüzum ifâde etmekle beraber vakfın, vâkıfın
mülkünden çıkmasını da ifâde eder. İkinci veclı, vâkıfın ölümü ile ona bakarak
vakfın lüzumunu ifâde eder. Lüzumunu ifâde ettiği gibi, mülkünden çıkışını da
ifâde eder ve eğer üçtebircien (süîüsden) çıkarsa, vârise bakarak lüzumunu da
ifâde eder.
Üçüncü vech, vâkıf sağ
olduğu müddetçe, mülkünden çıkmasını ifâde etmediği gibi, dönmesi caiz olduğu
için vâkıfa bakarak lüzumunu, da ifâde etmez. Belki, üçtebirden (süîüsden)
çıkarsa, vârise bakarak mülkünden çıkmasını ifâde eder.
Bundan sonra, İmâmeyn
(Rh. Aleyhimâ), vâkıfın mülkünün ortadan kalkmamasında (yok olmamasında) İmanı
A'zam' (Rh.A.) a muhalefet edip, zevaline kail oldukdan sonra vakıfın ne ile
tamâm olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Musannif bunu «vakit tamâm olmaz.»
sözüyle zikretmiştir.
Yâni vakıf, zikredilen dört şeyin biri ile lâzım oldukdan sonra da, vakıf tamâm
olmaz. İmâm Muhamnıed' (Rh.A.) e göre, vakıf ancak müebbed masraf zikretmekle
tamâm olur. Çünkü masraf menfaati veya geliri tesadduktur. Bu, ba'zan muvakkat
ve ba'zan da müebbed olur. Onun mutlâkı, te'bîd (ebedîliği) üzere delâlet etmez.
Şu hâlde tansîs (nass) lâzımdır.
Bir kimse, meselâ;
«Ben, şunu çocuklarım için vakf ettim.» demekle evlâdı
için vakf etse ve bu söze bir şey eklemese ve çocuklar tükenip bitselerj İmâm
Muhamnıed' (Rh.A.) e göre; vakıf mâlikin mülküne döner. Çünkü, sonu
kesilmiştir. Eğer vâkıf, meselâ-: «Ben, onu on yıla kadar vakf ettim.» demekle
belli bir süre zikretse, ittifakla bâtıl olur. Çünkü bu, muvakkat satış gibidir.
İmam Ebû Yûsuf (Rh.A.}
a göre; müebheden demeksizin vakıf tamâm olur. Çünkü maksûd, Allah Teâlâ' (C.C.)
ya yaklaşmaktır. Bu maksûd, ba'zı vakitte bir yöne sarf ile olur, ki onun
bitmesi tevehhüm olunur. Ba'zı vakitte, bir yöne sarf ile olur, ki onun bitmesi
tevehhüm olunmaz. İmdi vâkıfın maksûdunu tahkik için iki fasılda da vakıf sa-hîh
olur. Şayet mevkufun aleyh (üzerine vakfedilen) —meselâ evlâd gibi— besilip
tükense, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; fakirlere sarf olunur. Sahîh olan söz
şudur ki, te'bîd ittifâkan şarttır. Lâkin te'bîdin zikredilmesi, İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre şart değildir. dolayı torunlar, evlâd-ı sulbiyyeden sayılmaz. Evlâd'ın
tekili, «veled» dir. Bu deyim, velâdetten türetilmiş
Çünkü vâkıfın; «Ben
vakf ettim ve tasadduk ettim.» demesi, Allah Te-âlâ1 (C.C.) ya ayırmayı
(izâleyi) gerektirir. Bu ise; te'bîdi (yâni vakfın ebedî olarak yapılmış
olduğunu) gerektirir. Şu hâlde zikredilmesine hacet yoktur. î'tâk (yâni, köleyi
âzâd etmek) gibi. Nitekim yakında açıklaması gelecektir.
îmânı Mukammed' (Rh.A.)
e göre, te'bidin zikredilmesi şart kılınmıştır. Nitekim sebebi daha önce geçti.
Vakf, İmâm Ebû Yûsuf (Rh. A.) a göre; düşürmek (ıskat) tir. Yâni ayn olan maldan
vâkıfın mülkünü düşürmek için meşru kılınmıştır. İ'tâk da böyledir. Çünkü âzâd
etme, efendi için mülkünden düşürmedir. Yoksa Allah (C.C.) için temlik
değildir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) ondan müstağnidir. Zîrâ O, (Allah (C.C)),
vâkıfın da vakfın da mâlikidir. Kul .için de temlik değildir. Eğer kul için
temlik olsa, satılması ve diğer tasarrufları caiz olurdu. İmâın Ebû Yûsuf
(Rh.A.), kazaya ve başka şeye hacet kalmadan bizzat sözle yâni onu, şu vech
üzere vakf ettim, demekle vakfı mülk-den çıkarır. Şüyû'u da
caiz görür. Yâni müşâ'nm
taksimini caiz görür. Çünkü taksim, teslim almanın tamâmındandır. Zira kabz, bir
şeyi alıp kendisinin malı etmek ve mülküne katmak (hiyâze) içindir.
Bunun tamâmı, taksimle ayrılabilen şeylerdedir. İmânı Ebû Yûsuf'a (Rh.A.) a
göre; teslim almanın aslı şart değildir. Onun tamamlayıcısı da şart değildir.
Sen gördün ki, O'na göre vakf — âzâd gibi — mülkün ıskatıdır. Şüyu' âzâdı
nıenetmez. Bundan dolayı, vakfı da menetmez. Irak Meşâyihi bununla fetva
vermişlerdir.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre; vakf, sadakadır. Çünkü Resû-lüllah (S.A.V.), Ömer' (R.A.) e:
«Onun asimi tasadduk
et. O satılmaz, hibe edilmez ve miras olunmaz.» buyurmuştur.
İmâm Muhammed (Rh.A.);
vâkıfın vakfı, mütevelliye teslimini şart kılmıştır. Mütevellinin, vakfı teslim
almasını da şart kılmıştır. Nitekim müneffeze (geçerli) sadakada olduğu gibi.
Vasıyyet olan sadaka, böyle değildir. Çünkü bu' sadaka, tasadduk edenin
mülkünden sâdece söz ile zail olmaz. Belki, teslimi ve fakirin teslîm almasiyle
zail olur. Bunun açıklaması şudur: Çünkü temlik, Allah Teâlâ' (C.C.) dan kas-den
tahakkuk etmez. Nitekim sebebi daha önce geçti ki; Allah Teâlâ (C.C.) ondan
müstağnidir. Ancak Allah Teâlâ (C.C.) için sabit olan sadaka hakkı kula teslîm
zımnında sabit olur. İmdi sadakalar ve zekât menzilesine indirilir. Şayet
teslimden önce tamâm olsa, yed'en istihkaka elverişli olur. Halbuki, teberru',
müteberri' (bağışlayan kimse) için istihkak sebebi olamaz. İmâm Muhammed'
(Rh.A.) e göre; taksim kabul eden şeyde şüyu, vakfı meneder. Çünkü teslîm
almanın aslı; İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre şarttır. Keza kabzı tamamlayan şey
de öyledir. Bunun tamâmı, taksim götüren şeylerdedir. Taksimi muhtemel olmayan
şeyde şüyu ile vakf sahih olur. Hattâ hamamın yansını vakf etse, geçerli sadaka
giıbi, caiz olur. Çünkü İmânı Muhammed (Rh.A.), bununla vakfa i'tihâr etmiştir.
Zîrâ bu sadaka, taksim kabul eden müşâ'da tamâm olmaz. Nitekim vâkıf; «Ben, şu
on dirhemin yarısını şu fakire tasadduk ettim.» dese, o fakir teslim almadıkça
tamâm olmaz. Taksim, kabul etmeyen müşâ'da ise, tamâm olur. Hamamın yansı gibi.
Buhârâ Meşâyihi, bununla fetva vermişlerdir.
Mecmau'I-Fetâvâ'da
denmiştir ki: Bundan sonra, İmâm Muhammed' (Rh,A.) in kavli üzere eğer bir yer
iki adam arasında ortak olsa ve orayı yoksullara vakf olarak tasadduk etseler
veya vakf etmek caiz olan hayır ve iyilik yollarından bir vechle tasadduk
etseler ve vakfa bakan bir kayyıma
verseler, caiz olur. Çünkü İmâra Muhanımed' (Rh.A.) in kavline göre; cevaza
engel olan şey, teslîm alma vaktindeki şüyû'dur. Akd vaktindeki değildir. Burada
akd sırasında şüyu' yoktur. Zîrâ o iki kimse, yeri toptan tasadduk etmişlerdir.
Kabz vaktindeki şüyu da değildir. Çünkü o iki kimse yeri toptan teslîm
etmişlerdir. Eğer ikisinden her biri, bu yerin yansını müşâ' olan sadaka-i
mevkû-fe olmakla tasadduk etse ve ikisinden her biri, kendi vakfı için ayrı
mütevelli ta'yîn etse, şüyu' akd vaktinde bulunduğu için caiz olmazdı; Zîrâ
onlardan her biri, akdi yalnız başına yapmış olurdu. Şüyu' teslîm alma vaktinde
de mütemekkindir. Çünkü iki mütevelliden her biri şayi' olan bir yarımı almıştır. Şayet iki adamdan her biri
mütevellisine,
Benim payımı, ortağımın
payı ile beraber teslim al.» dese, caiz olur. Şayet ikisinden biri arzın
yarısını yoksullara sadaka-ı mevkûfe olmakla tasadduk etse, ondan sonra diğer
adam yine böylece, yerin diğer yansını tasadduk etse ve ikisi onun için bir tek
kayyim görevlendirseler, caiz olur. Çünkü akd vaktinde her ne kadar şüyu' mevcûd
ise de, teslim, alma vaktinde yoktur. Çünkü mütevelli, yeri toptan teslim
almış; \k\ adam da kendisine toptan teslim etmişlerdir. Keza nıütevellîliği iki
kimseye beraber verseler, yine böyle olur. Çünkü bu iki mütevelli, bir mütevelli
gibi olurlar. Keza vakf yönü ayrı olsa, yine caiz olur. Yine -böylece, vâkıf bir
adam olup yerin yarısını fakirlere rnüşâ' olarak vakfedip, diğer yarısını başka
hâl üzere vakf etse, caiz olur. Bu zikredilenlerin hepsi İmâm Muhammet!'
(Rh.A.) in süsüne göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre ise, hepsinde vakf caiz
olur. Çünkü ona göre vaki', teslim alınmadan ve taksim edilmeden dahî caizdir.
Zamanımızın Meşâyihinden ba'zıları, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözü ile fetva
vermişlerdir. Fetva, buna göredir.
Şayet vakıf lâzım olup
tamamlansa, sahibi için memlûk olmaz. Başkasına satmak ve benzeri ile .temlik
de kabul etmez. Çünkü mülkünden çıkanı, temlik etmek imkânsızdır. Ariyet
verilmez ve rehn konulmaz. Çünkü ariyet ve rehnin iktizâları mülktür.
Vakıf taksim edilmez,
ancak taksim, vakıf ile mâlik arasında olursa, îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre
taksim edilir. Yâni kâdî, müşâ'-olan vakfının caiz olmasına hüküm verir de hükmü
nafiz olursa, diğer muhtelefât gibi, müttefakun aleyh olur. Ba'zılan taksim
istese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, taksim olunmaz ve muhâyec
ederler. İmâ-meyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, vakıf taksim edilir.
Fukahâ şunda icmâ
etmişlerdir ki; bütün mal, erbabına vakfedilmiş olup taksim etmek isteseler,
taksim edilmez. Muhît'te de böyle denmiştir, Musannifin: «Üzerlerine mevkuf
(vakfedilmiş) olan vakıf taksim edilmez.» sözünün ma'nâsı budur. Çünkü;
Îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, taksim, ayırmak ve bölmek (temyiz ve ifraz)
dir. Satmak ve temlik değildir. Şu hâlde, taksim caizdir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre; taksim ma'uen satmaktır. Çünkü o, ifraz ve mübadeleyi kapsar. Mübadele
yönü ise, misliyyâttan
başkasında ağır basar.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.),
mescidi vâkıfın mülkünden; «Ben, bunu mescid kıldım.» sözüyle izâle eylemiştir.
Çünkü O'na göre, teslim şart değildir. Zira bu, âzâd etmek gibi ıskattır (yâni,
mülkden düşürmek ve çıkarmaktır).
İmâm A'zam ile îmânı
Muhammedi (Rh. Aleyhimâ) ise; namaz kılınmasını şart koşmuşlardır. Nitekim,
daha önce geçti.
Musannifin «mesçid»
sözünü tekrarlamasına sebeb şudur: Çünkü mescidi Önce vakfın lâzım olmasının
şartlarını sayarken söylemiş idi. Burada zikretmesi, mescidin ahkâmının; İmâm
'Muhammed' (Rh.A.) e göre; mütevelliye teslim şart olmamakta ve İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göre, şüyû'un mâni' olmasında ve İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; kâdî
hüküm vermese bile onun vâkıfın mülkünden çıkmasında diğer evkaf hükümlerine
muhalefetinden dolayıdır.
Eğer vâkıf mescidin
altına Beyt'ül-Makdis'de olduğu gibi mescidin yalarları için sirdâb yaparsa
caizdir — Sirdâb, sirdâbe'den muar-rebdir (yâni aslında Arabca değil iken
Arabcalaştırılmıştır.) Sirdâb, soğutma için yerin altında yapılan bodrumdur —
Eğer sirdâbı mescidin yararlarından (mesâ lininden)
başka şey için yaparsa, veya mescidin üzerine ev yapıp, mescidin kapısını yola
açar ve mülkünden ayırırsa, caiz olmaz. Yâni, mescid olmaz ve vâkıfın onu
satması caiz olur. Vâkıf öldüğü zaman, ondan mîrâs olarak alınır. Çünkü
mescidin, sâdece Allah Teâlâ (C.C.) için hâlis olması vâcibdir. Kulun hakkı,
mescidin altına veya üstüne müteallik olduğu için bunda hulûs olmaz. Şu hâlde,
onun ahkâmı da sabit olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan; Bağdart'a geldiği zaman,
evlerin sıkışıklığım görerek zaruretten dolayı, buna iki veehle cevaz verdiği
rivayet edilmiştir. İmânı Muhammed' (Rh. A.) den de, Horasan'da R-ey şehrine
girdiği vakitte, zaruretten dolayı bunların hepsini caiz gördüğü rivayet
edilmiştir. Nitekim bir kimse, hanesinin ortasında yâni, avlusu içinde mescid
bina edip ve orada namaz klimaya izin verse, orası mescit! olmaz. Vâkıfın, onu
satması caiz olur ve ondan mîrâs da alınır. Çünkü vâkıfın mülkü, o mescidin
çevresini kuşatmıştır. Böyle olunca, O'nun menetme hakkı vardır. Mescid-de ise
bir kimsenin menetme hakkı olmaz. Çünkü Allah Tcâlâ (C.C.) :
«Allah'ın mescitlerinde
Onun adının anılmasını yasak î-dcıı kimseden daha zâlim kim olabilir?» buyurmuştur.
Eğer o hanenin (darın)
ortasında olan mescidin çevresinde olan mülk harâb olup, ondan istiğna olunsa,
İmâm A'zam ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, mescid olduğu hâlde kalır
ve cger bina eden sağ ise, O'nun imülküne dönmez. Eğer bânî öldü ise, vârisine
de dönmez. İmâm Muhammed' (Rh.A.j e göre; mülke döner. Çünkü bânî o mescidi,
belli ibâdet için ta'yîn etmiştir. Belli İbâdet yapılmayınca, baninin mülküne
geri döner. Hacda muhsar olan
kimse gibi ki, şayet hedy
gönderse, ondan sonra ihsâr ortadan kalkıp hacca ye-tişse, hedyini ne yapmak
isterse, onu yapar.
İmânı A'zam ile İmâm
Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur:
Mescidin banisinin kasd
eylediği ibâdet, çevresindeki mülkün harâb oîmasiyle ortadan kalkmamıştır. Zîrâ
insanlar, mescidlerde ibâdet et-mekde müsavidir. Orada yolcular ve gelip
geçenler namaz kılarlar. Muhsar olan kimsenin hedyi ise, boğazlamadan önce
mülkünden zail olmamıştır. Mescidin haşiri ve
haşişi böyledir. Şayet onlardan
istiğna olunsa, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre; mülke
dâhil olmazlar. İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. Tekke ve kuyu, şayet
bunlar ile yararlanılmazca, bunlar da hasır ve kuru ot gibi, ihtilaflıdır.
Mescidin, tekkenin ve
kuyunun vakfı en yakın olan mescid, tekke vi' kuyuya sarf edilir. Bu söz, İmâm
Azam ile İmânı Ebû Yûsuf (Rh. AJeyhimâ) un sözü üzerine açıklamadır. Yâni, vâkıf
ve cihet
birleşmiş olursa sarf edilir. Meselâ; bir adam, iki mescid bina edip ve her
birinin mesâlihi için vakf ta'yîn etse ve mevkufun aleyh (yâni kendisine vakf
edilmiş) in ba'zi mersûmu az
olsa; şöyle ki: İki mescid-den birinin imânımın veya müezzininin mersûmu; vakfı
harâb olmak sebebiyle eksik olsa; kâdinm, diğer vakfın fazlasından ona sarf
etmesi caizdir. Çünkü o iki vakıf, bu takdirde bir tek şey gibidir.
Şayet o iki -vakıfdaıı
birisi ayrı olursa, meselâ; iki adam, iki mescid bina edip yâhûd bîr adam bir
mescid ve bir medrese bina edip ikisi ıçUİ ayrı ve başka vakıflar yapsalar,
birini diğerine sarf caiz olmaz. Yâni, kadının iki vakıfdan birinin fazlasını
diğerine sarf etmesi caiz olmaz. TJezzâziye'de böyle denilmiştir.
Bir kimse fakirle re
bir çiftlik vakf edip, mütevelliye teslim ettik-den sonra vasisine: «Sen, bu
arazinin gelirinden fülâna şu kadar ve fülâna bu kadar ver.» yâlıûd «Doğru ve
uygun gördüğünü yap.» dese, o vasinin arazînin gelirini onlara vermesi bâtıldır.
Çünkü vakf, tescilden
sonra o adamın mülkünden çıkmıştır. Binâenaleyh onun vasisi arazîde tasarrufa
kadir olamaz. Ancak vakıf da, tescilden önce dilediği kimseye gelirinden
vermeyi şart kılmışsa, olur. Hâniye'de de böyle denilmiştir.
Yoldan bir kısım yeri
.mescid ve bunun aksini yapmak (yâni, mes-cidden bir kısmını yol yapmak)
caizdir. (Yâni, şayet mescidin yeri dar olup, yol geniş olsa, yoldan bir kısım
yeri mescide katmak ve keza aksini yapmak da caizdir.) Hulâsa'mn «Kerâhiyet
Bölümü» nde-ve, İmâ-diye'nin «Onuncu Fasıl» ında böyle zikredilmiştir.
Yolu mescid yapmak da
caizdir. Aksi,, caiz değildir. Çünkü, yolda namaz kılmak caizdir. Fakat,
mescidden geçmek caiz değildir. İmâdiy-ye'de böyle denilmiştir.
Mescid, cemaata dar
geldiği zaman, yanında olan yeri, kıymetini vererek zorla almak caizdir.
Mecma'ul-Fetâvâ'da da böyle denmiştir.
Keza vâkıfın, velayeti
kendisine âid kılması caizdir. Çünkü mütevelli, velayeti vâkıfdan alır. Böyle
olunca, velayet bi'z-zarûre O'na âid olur. Lâkin bundan sonra vâkıf, vakıf için
güvenilir olmazsa, kadının fakirlerin menfaati için O'nun elinden vakfı almak
yetkisi vardır. Keza vâkıf, Sultan veya kadının o vakfı elinden çıkarıp
almamasını ve başkasını mütevelli ta'yîn etmemesini şart kılarsa; hüküm yine
budur. Çünkü bu şart, şeriatın hükmüne aykırıdır.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.),
vâkıfın, vakfın gelirini kendisine almasını caiz görmüştür. Yâni vâkıf, vakf
edip gelirin hepsini veya bir kısmını, sağ oldukça kendisine, öldükten sonra
fakirlere şart eylese, İmâm Muhammed (Rh.A.) ve Hilâl' (Rh.A.) e'göre vakf bâtıl
olur. Çünkü mülkü, Allah Teâlâ' (C.C.) ya izâle ile kurbetin ma'nâsı ortadan
kalkmıştır. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), «İbtidâyı, intihaya (yâni başı, sona kıyâs
ederek) caiz olur.» demiştir. Çünkü o, vakıf kesilerek sahibinin mülküne
dönmesini caiz görmüştür. Belh Meşâyihi, Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözünü
almışlardır. Fetva da halkı vakfa teşvik için O'nun kavline göredir. Hâniye'de
ve başkasında böyle zikredilmiştir.
Yine vâkıfın, eğer
dilerse vakfı değiştirmeyi veya satıp semeni ile
başka bir yer almayı şart koşması caizdir. Şayet böyle yaparsa, şartlarını
zikretmekslzin ikinci vakıf, şartları hususunda birincisi gibi olur. Ondan sonra
onu bir üçüncüsü ile değiştirmesi caiz değildir. Çünkü değiştirmek, şartla sabit
olan bir hükümdür. Şart ise, birincide mevcûd, ikincide değildir. Fakat
değiştirmeyi şart koşmaksizın, vakıf malını değiştirmeye mâlik olamaz. Ancak,
kâdî mâlik olur. Hâniye'de de böyle denmiştir.
Çiftliğin; sığıriyle,
eskicileri olan kuleleriyle ve ona tâbi' olan diğer ekin aletleriyle beraber
vakf edilmesi sahilidir. Menkûlün vakf edilmesi sahih değildir. Çünkü menkûl,
sürekli kalmaz.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
den; balta, kürek, keser, bıçkı, tâbut ve örtüsü, çömlekler ve kazanlar gibi
vakf edilmesi örf olan menkûlde vakfın sahih olduğu rivayet edilmiştir.
Şayet Kur'ân okunması
için, nıescid halkına Mushaf-ı Şerif vakf etse, eğer okuyanların sayısı belli
ise, caiz olur. Mescide vakf etti ise, yine caiz olur ve mescidde okunur. Ama
mescide münhasır olmaz.
Kitap vakf etmeye
gelince; Muhammed b. Seleme (Rh.A.) bunu caiz görmezmiş. Nasîr b. Yahya (Rh.A.)
ise, caiz görürmüş. Hattâ- kitaplarım vakf etmiştir. Fakiri Ebû Ca'fer (Rh.A.)
de, bunu caiz görürmüş. Biz de bununla amel ederiz. Hulâsa'da da böyle
denmiştir.
İmâm Züfer' (Rh.A.) in
arkadaşlarından olan Ensârî' (Rh.A.) den; «Dirhemler veya yiyecek veya
ölçecekden geçen veya tartılan eşyanın
vakf olması caiz olur mu?» diye sorulmuş. Ensârî (Rh.A.) «Olur!» cevâbım
vermiştir. «Nasıl olur?» denildiğinde; buna şöyle cevab vermiştir: «Dirhemleri
(mudârabe) ortak olarak verir. Ondan sonra, vakf
edeceği veçhe fazlasını tasadduk eder. ölçülen ve tartılan şeyler satılıp
bedeli, dirhemler gibi ortak olarak veya mal (bidâa) olarak
vc-rilir.» Buğdaydan yığın (kürr)
dahî böyledir. Hulâsada da böyle denmiştir..
Vâkıf, kendi yeri
üzerine bina yapıp, onu yerden ayrı olarak vakf etse, caiz olmaz. Çünkü vakıfda
asi olan, akardır. Zîrâ akar, ebedî kalan şeylerdendir. Ona tâbi olan şey ile
hakkında eser vârid olanlar ve teamül
bulunanlar akara mülhaktır. Geri kalanlar, asıl kıyâsa göre kalmıştır.
Ba'zılan, «Binanın
yersiz vaki edilmesi caiz oJdugıınu» söylemişlerdir.
Kâii'de; «Şayet vâkıf
binayı kasden vakf etse, s:ıhih olan kavle göre, caiz olmaz.» denilmiştir.
«el-Kâidiyyc» adlı kitapda; İmanı A'zam' (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir ki: O,
mezarlığın' ve yolun vakf olmasını caiz görmüş. Nitekim mescidin vakf olmasını
caiz gördüğü gibi. Keza Müslümanların geçmesi için bir adamın yaptığı köprünün
kendisi de vârisleri için mîrâs olmaz. Bundan sonra demiştir ki: «Bu mes'-ele,
aslı (yeri) olmaksızın binanın vakfı caiz olmasına delildir. Halbuki; «el-Asl»
adli kitapda; evin aslı (yâni yeri) vakf edilmeksizin binâ-nın vakfı caiz
olmaz.)» diye zikredilmiştir.
Vâkıf, bir cihete
vakfedilmiş olan yer üzerine bina yapıp, o cihet için vakf etse; cihet birleşmiş
olduğu için, bi'Mcmâ' caizdir. Şayet o vakıf yeri üzerinde olan binayı başka
cihet için vakf etse, bunda ihtilâf edilmiştir. Ba'zılan, «Caizdir.» ve
ba'zıları da; «Caiz değildir.» demiştir. Sonra vakıf, şayet ta'mîre (imarete)
muhtâc olursa, vâkıf gerek ta'mîri şart koşsun ve gerekse koşmasın onarılması
gerekir. Çünkü ta'mîr nassan şart kılınmasa da, iktizâen şart kılınmıştır. Zîrâ
vakfın gayesi, gelirin müebbeden sarf yerlerine ulaşmasıdır. Bu ise, ancak
vakfın düzeltilmesi ve onarılması ile hâsıl olur, Şu hâlde ta'mîr şartı
iktizâeıı sabit.
olur. İktizaca sabit
olan ise, ııassan
.sabit, olan gibidir.
Vakıf bir ev yakf edip,
meselâ; orada kendi çocuklarının oturmasını şart koşmakla mevkufun aleyh
muayyen olsa; vakfı, mevkufun aleyhin kendi malıyla onarması gerekir. Vakfın
gelirinden bîr şey alınmaz. Çünkü vakfedilen evde oturmak, kendisiyle
yararlanılan bir hâldir. Ni'met külfete tâbidir.
(Yâni ni'mel, külfet ile ve külfet de ni'-met'ile nıülerafık olur. Diğer bir
deyini iie; ni'metten yararlanan, külfetine de katlanır.) Bundan dolayı hizmet
etmesi vâsıyyet edilen kölenin nafakası, vasıyyet edilen kimseye âiddir. Eğer
mevkufun aleyh muayyen değil ise; belki fakirlere vakfedilmiş ise, vakfın geliri
önce onun onarılmasına harcanır. Zira, vakf muayyen olmazsa, mevkufun aleyh çok
olduğu için onlardan mutâlebe mümkün olmaz. Vakfın geliri, o fakirlerin
mallarının en yakın olanıdır. Bu dunumla vakfın onarımı (imareti), vakfın
gelirinden yapılması gerekir.
En doğru (esah) olan
kavle göre; iazla bir şey yapılın?/. Yâni vakfın onarılması (imareti), ancak
mâlikin vakf ettiği nitelikde kalacak kadariyle vâcib olur. Eğer haıah olursa,
yine o nılelik üzere bina edilir. Çünkü onarma. vakfın niteliği kadariyle
olursa; vakfın geliri, mevkufun aleyhe sarfa müstehak olur. Fakat onarma vakfın
niteliğinden fazla olursa, vakfın geliri sarfa müstehak olmaz. Gelir,
müstehakkun lelı'-dir. İmdi müstehakkun îeh olan geliri, müstehak olmayan cihete
harcamak ancak müstehakkun leh'in rızâsiyle caiz olur.
Eğer muayyen (ta'yîn
edilmiş kimse), vakfın imaretinden kaçınırsa veya imaretten âciz olursa, kâdî o
vakfı kiraya verip ücretiyle ta'mîr eder ve mevkufun aleyhe geri verir. Kâdî,
kaçman kimseyi onarmak için zorlamaz. Çünkü zorlamada, O'nun malını telef etmek
vardır. İnsan ise, itlafa zorlanmaz. Nitekim müzâraada ,
tohum sahibi olan kimse kaçınsa, zorlanmadığı gibi. O'nun kaçınması, hakkının
bâtıl olduğuna rızâ sayılmaz, çünkü o kimse, tereddüd halindedir. Zîrâ
hakkının bâtıl olduğuna razı olduğu için, kaçınmak ihtimâli olduğu gibi;
malının itlafından çekindiği için imtina etmek ihtimâli de vardır. Şu hâlde
şübhe ile hak bâtıl olmaz.
Vakıfda oturmak hakkına
sâhib olan kimsenin, onu kiraya vermesi caiz değildir. Çünkü, vakfı kiraya
vermeye salâhiyeti yoktur. Zîrâ, mâlik, değildir. Mâlikin naibi de değildir.
Belki, o vakfı mütevelli veya kâdî kiıâya verir.
Vakfın yıkıntısı ve
yıkıntı bedeli, eğer vakıf onarılmaya muhtaç olursa onarılmasına (imarete)
harcanır. Yâni vaktin yıkıntısı, eğer o vakfın onarılmasına harcanmaya elverişli
ise, tına harcanır. Eğer o vakfın yıkıntısı ta'nıîre elverişli değilse, kâdî
onu satıp bedelini, ta'mîıe harcar. Eğer vakfın onarılmaya ihtiyâcı yok ise,
yıkıntının bedelini ihtiyâç için muhafaza edip, sarf yerleri arasında taksim
etmez. Zîrâ ayn'm cüz'üdür. Onların hakkı ise, vakfın menfaatîerindedir,
ayn'ın-da değildir. Çünkü Aliah Teâlâ' (C.C.) nm yâhûd vâkıfın hakkıdır. Şu
hâlde, onların, hakkı olmayan şey, kendilerine harcanamaz.
Vakıf şnyıH İ'akîrİcşip
mevkufa muhtaç o!sa, kâdîye durumunu arz eder. Eğer vakfedilen şey tescil
edilmedi ise, kâdî onu fesli eder, Hu-lâsa'da da böyle denmiştir.
Kâdînın feshi, vâkıfın
vârisi için olursa, o fesh vakfın butlanına hüküm olur. Eğer vâkıfın vârisi için
olmazsa, butlanına hüküm olmaz. Mecmau'l-Fetâvâ'da denmiştir ki: Kâdî, şayet
müseccel olmayan vakfın satılmasına izin verse, eğer satışa vâkıfın vârisi için
izin verirse; o izin kâdîden vakfın butlanına hüküm olur ve vakfın satılması
caiz olur. Eğer vârisinden başkasına izin verirse, caiz olmaz. Çünkü vakıf ibtâl
edilse, vâkıfın vârisinin mülküne geri döner. Başkasının malını satmak ise,
caiz olmaz.
Vâkıf, sahih vakıf
yaptığını ikrar edip ve vâkıf o vakfı elinden çıkarsa ve onun vârisi aksini
bildi rse, yâni, «Vakf etmedi ve elinden çıkarmadı.» dese, vakf caiz olur.
Vârisin, o vakfı alma hakkı yoktur. Mahkemede da'vâsı dinlenmez. Hâniye'de de
böyle denmiştir.
Ölüm hastalığında
(maraz-ı mevtte)
vakf, ölüm hastalığında hîbe gibidir. Şu hâîde üçtebir (sülüs) den mu'teber
olur. Hibede şart kılman kabz ve ifraz, vakfda şarttır.
Eğer ölüm hastalığında
olan vakf, terifcenin üçtebirinden çıkarsa veya o vakfı vâris câîz görürse
hepsinde geçerli olur. Eğer üçtebir (sülüs) den çıkmazsa, üçtebirinden
fazlasında bâtıl olur. Eğer vâris bir kısmında caiz görüp, bir kısmında caiz
görmezse, caiz gördüğü miktarda sahih, geri kalanda bâtıl olur. Ancak ölenin
başka malı ortaya çıkarsa, hepsinde geçerli olur. Hâniye'de de böyle denmiştir.
Vakıf, ya fukara içindir, ki
bu açıktır. Ya da evvelâ zenginler sonra fakirler içindir. Zenginlerin,
çocuklarının ve onların nesli tükendikten sonra fakirlere vakf gibi. Ya da
onda, iki grup esjit olur. Tekkeler, hanlar, mezarlar, mescidler, çeşmeler ve
köprüler ve bunların benzerleri
gibi (ki, bunlarda lakîr, zengin müsavidir.)
Vakiin icâresinde ,
vâkıfın şartına uyulur. Halta, bir yıldan fazla kiraya verilmesin diye şart
eylese, halbuki insanlar bir yıl icarına rağbet etmeseler ve bir yıldan çok
kiraya verilmesinde vakf için fayda olup ve fakirlere daha yararlı olsa;
kayyımın (görevlinin) vâkıfın şartına karşı gelip-, bir yıldan daha çoğa
kirâ-ya verme yetkisi yoktur. Belki bu işi kayyım,, kâdiye arz eder. Kâdî,
vakfı bir yıldan daha çoğuna kiraya verirse, olur. Çünkü kâdîniu; fakirlerin,
gaibin ve ölünün menfaatlerini gözetme velayeti vardır. Eğer vâkıf, vakıf bir
yıldan daha fazlaya kiraya verilmesin diye şart eylemedi ise, kayyımın bir
yıldan daha çoğuna, kadının izni olmaksızın, kiraya vermesi caizdir. «Haniye» de
de böyle denmiştir.
Şayet vâkıf icârenin
müddetini ihmâl etse, yâni müddeti beyân etmese ba'zı Fukahâ, «Mutlak olur.»
demiştir. Yâni, bir müddet ile kayd olunmaz. Kayyımın, vâkıfın yolunda
yürüyerek, vakfı dilediği kimseye kiraya vermek yetkisi vardır. Ba'zı Fukahâ da
demiştir ki: Vakıf gerek ev olsun ve gerekse tarla olsun, vakıf işinde çok
ihtiyatlı olmak için bir yıl müddetle kaydlıdır. Ev hakkında, bir yıl ile fetva
verilir. Çünkü müddet uzun olursa, vakfın ibtâline vardırır. Zîrâ uzun zaman,
onda mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf eden kimseyi gören kimse, O'nu mâlik
sanır.
Yer, üç yıl müddetle
kaydlıdır. Yâni yer, her yıl ekilen bir tarla ise; bir yıldan daha çoğa kiraya veremez. Eğer her iki yılda bir kere
veya her üç yılda bir kere ekilen bir yer olursa; onu kiralayanın, onda zirâat
işini yapıp tamamlayabileceği kadar bir müddet ile kiraya verir. O tarlanın
benzerinin ücreti kadar bir ücretle kiraya verir. Vakıf dan zararı savmak için,
benzerinin ücretinden daha azı ile kiraya vermez.
Eğer vakfın ücreti,
kiralama akdinden sonra, her hangi bir sebeb-le, bir miktar ucuzlarsa, zarar
lâzım geldiği için kiralama akdi bozulmaz.
Eğer vakfın ücreti
ecr-i misilden
artarsa, ba'zı Fukahâ demişlerdir ki; «Ecr-i misli kadariyle gelecek zaman için
ikinci kere akd yapılır. Maziye gelince, onun ilk ücretten payı ne ise, onu
alır.» Ba'zs-ları da; «İkinci defa akd yapılmaz. Bu inadına ziyâde gibi olur.»
demişlerdir.
Zahîre'de denilmiştir
ki; «Şayet bir kimse, bir vakıf yerini, maiûm ücretle — ki ecr-i mislidir — üç
yıl kûâlasa, sonra o yerin ücreti ucuz-lasa, kiralama akdi bozulmaz. Şayet
kiralama müddeti geçtikten sonra ecr-i misilden fazla olsa; Semerkant'Uların
rivayetine göre, kiralama akdi bozulmaz. «Tahâvî Şerhi» nin rivayetine göre,
bozulur ve akd yenilenir. Fesh vaktine kadar, ecr-i müsemmâ
vâcib olur. Ücretin fazlası, eğer hepsi nez'dinde artarsa, mu'teber olur. Hattâ
bir kimse ücreti İnadına artırsa, i'tibâr edilmez. Mezkûr Şerh'in rivayetine
göre; ücret artsa ve ilk kiralayan artırmaya razı olsa, ilk kiralayan
başkasında evlâ olur.»
İmâm, müderris, vâkıfın
çocukları ve bunların benzeri gibi kendilerine vafef olunan kimseler; vakfın
ayn'ında tasarrufa haklan olmadığı için vakfı kiraya veremezler. Ancak vâkıf,
O'nu mütevelli kılmış ise; bu takdirde tasarrufa hakkı olur.
Bir mütevelli vakfı
ecr-i misilsiz kiraya verse, ecr-i misli tamamlaması lâzım gelir. Keza baba,
küçük çocuğun evini ecr-i misilsiz; ücretinden daha eksiğine kiraya verse,
O'nun da tamamlaması gerekir.
Çünkü bu ikisinden her
birinin ücreti indirmek ve düşürmek için velayetleri yoktur. İmâdiyye'de de
böyle denmiştir.
Vakfın kiralanması,
kiraya veren kimsenin ölmesiyle bozulmaz.
Çünkü başkası için akd,
vekil ve baba gibidir. Kendilerine vakf olunan kimselerin hakkına riâyet için,
vakıf ariyet ve rehn verilmez. Çünkü ariyet ve rehnde mevkufun aleyhin hakkını
ibtâl vardır. Şayet rehn
aîan kimse (mürtehin) vakıfda otursa, ücreti ödemesi gerekir. Vakfın
menfaatlerini yitiren kimsenin, zararı ödemesine fetva verilir. Yâni bir adam,
vakfın evinde otursa veya mütevelli O'nu ücretsiz oturtsa; ba'zılarma göre;
oturan kimseye bir şey lâzım gelmez. Fukahâdan mü-teahhirîne göre; ona ecr-i
misi lâzımdır. Fetva da, buna göredir. Keza yetîm malının menfaatleri de
böyledir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Vakfın akarını gasb
etmekle de, ücretini ödemek gerekir. Yâni akarın ve vakfedilmiş olan evlerin
gasbmda, vakfın menfaatine ücretin ödenmesine dâir fetva verilir. Şayet üzerine
kıymetle hüknı olunursa, gâsıbdan kıymet alınıp onunla başka bir yer satın
alınır ve vakfın sebiline âid olur. Çünkü bu, birincinin bedelidir.
Usturîşnîyye'de böyle denmiştir.
Vakıfda, şahadet üzere
şahadet ve erkekler ile kadınların şahadeti ve şöhret ile şahadet vakfın asimi
isbât için makbul olur. Velev ki, bunu açık söylesinler. Yâni birbirlerinden
işittiklerine şahadet ederek, kâdînın yanında, «Birbirimizden işitmekle şahadet
ediyoruz.» demiş olsunlar. Neseb gibi kendisinde işitmekle şafhadet caiz olan
diğer şeyler, bunun hilâfınadır. Çünkü işitmekle (tesamu1)
şahadet ettiklerini açıklarlarsa, vakıfdan başkasında makbul olmaz. Zîrâ vakıf
Allah Teâlâ' (C.C.) -nın hakkıdır. İşitmeyi açıklamakla yapılan (taarîh-1
tesâmu') şahadetin tecvizinde kadîm (eski) vakıfları tüken-mekden korumak
vardır. Başkaları böyle değildir. Esah olan kavle göre, vakfın şartını isbât
için işitmekle şahadet ettiklerini açıklarlarsa, kabul edilmez. Çünkü, vakfın
aslına birbirinden işitmekle şahadet muhtar kavle göre caizdir. Velev ki vakıf,
muayyen yapılmış olsun. Vakfın şartlarını isbâta gelince; muhtar olan, şahadetin
caiz olmamasıdır. tmâdiyyıe'de de böyle denmiştir.
Vakfift aslından
sarfedileceği yeri açıklamak için şahadet de caizdir. Yâni, bu çiftlik şuna
vakfedilmiştir, diye şahadet etseler, burada birbirinden işitmekle şahadet kabul
edilir.
Bir mütevelli vakıf
arsasına bina yapsa, o bina vakfın olur. Geliri, vakfın masraflarına harcanır-
Eğer bina vakıf malı ile yapıldı ise veya kendi maliyle bina edip, vakıf için
niyyet ederse yâhûd bir şeye niyyet etmezse, bina vakfın olur. Eğer kendisi için
bina edip, buna şâhid getirirse; mütevellinin kendisinin olur.
Yabancı bir kimse,
vakıf arsası üzerine bina yapıp bir şeye niyyet etmese, o bina O'nun olur. Eğer
vakıf için olmasına niyyet ederse, vakfın olur. Ağaç dikmek de böyledir. Yâni
zikrettiğimiz kayıtların hepsinde, dikilen şey bina gibidir.
Mescid avlusuna dikilen
ağaç, mutlak surette, yâni gerek niyyet etsin, gerekse etmiesin mescidin olur.
Bir kimse, bir evi
satıp ondan sonra, «Be.n, onu vakf etmiştim.» veya «Bana vakf edilmişti.» diye
iddia ederse, da'vâsi çelişik olduğu için sahih olmaz. O kimsenin, satm alana
yemin ettirme hakkı yoktur. Eğer beyyine gösterirse, makbul olur. Nitekim, bir
cariyenin âzâdı üzere şahadet etseler, da'vâsız kabul edilir.
Velayeti şart kılmasa
bile, vakıf işinde velayet vâkıfa âiddir. Çünkü vâkıf, velayete yabancıdan
-daha lâyık^r. Eğer'vakfa hıyanet ederse, vâki! azl edilmemesini şart «kılmış
olsa bile, vakfın maslahatı gözetilerek, vasî gibi mütevelli de az! edilir.
Çünkü fcu şart, şeriatın muk-tezâsma aykırıdır.
Vâkıf mütevelli kıldığı
kimseyi çıkarsa, her ne kadar suçu olmasa bile, sahilidir. Velev ki, çıkarmamayı
şart koşmuş olsun. Çünkü bu, tevkü ma'nâsındadır. Şartına i'tibâr edilmez.
Mütevelli olmak; isteyen kimse, mütevelli yapılma*. Nitekim, kâdî olmak isteyen
de, kâdî yapılmaz.
Mütevelli Ölüm
hastalığı (maraz-ı mevt) ile hasta olup tevliyeti
başkasına havale etse,
caizdir. Çünkü mütevelli, vasî menzîlesindedir. Vasinin ise, başkasını vasî
yapması caizdir. Hâniye'de de böyle denmiştir.
Eğer mütevelli,
tevliyeti bankasına (vâkıfa) bırafcmadan ölürse; mütevelli ta'yîninde rey,
vâkıfındır. Kadının değildir. Bundan sonra, eğer vâkıf ölürse, mütevelli
nasbında rey, vakıfın vasisinindir. Bundan sonra, eğer vasî de ölürse, mütevelli
ta'yîninde rey kadınındır. Kâdî, vâkıfın ailesinden mümkün planı mütevelli
yapar. Yabancıları mütevelli yapmaz.
Mescidin bnnrsi,
mescide imâm ve müezzin ta'yîninde, muhtar olan kavle göre, evlâdı.. Ancak eğer
cemâat, mescidin banisinin ta'yîn ettiğinden daha uygun imâm ve müezzin ta'yin
ederlerse, caiz olur..
Mütevelli, vakıf malı
ile vakıf için bir *v satın alsa; esah olan kavle göre, vakıf olmaz. Çünkü
vakfın sıhhatinde ve vakfın lâzım olması-,nm şartlarında, çok söz vardır.
Halbuki evde, o şartlar yoktur. İmâdiy-ye'de de böyle denmiştir.
Katlinin, vakfın cariyesini
evlendirmesi caizdir. Erkek köleyi evlendirmek ise, caiz ,değildir. O köleyi,
vakfın cariyesi ile evlendirmek istese de caiz olmaz. Vakfın kölesinin cinayeti,
vakıf malından Ödenir. Hulâsa'da da böyle denmiştir.
Evlâda Vakf İle İlgili
Şeylere Dâir Bir Fasıl
Bir kimse^ ((Benim şu
yerim, çocuğuma vakftır.» dese, onun geliri vâkıfın sulbünden olan çocuğuna âid
olur. Onda, -erkek ve dişi eşiddir. Çünkü çocuk (veled) ismi, velâdetten
alınmıştır. Veladet ise, ikisinde de, yâni erkek ve kızda"mevcûddur. Ancak vâkıf
sözünü; «ErkeK çocuklarım için vakfettim.» diye kaydlarsa, bun» kızlar girmez.
Bu vakıf caiz olunca,
sulbi çocuklarından bîr tane bulunsa; gelir O'nun olur, başkasına yerilmez.
Şayet sulbî çocuğu bulunmazsa, geîîr fakirlere sarf edilir. Veledin veledine
(çocuğun çocuğuna) sarf edilmez. Çünkü kendisine vakf edilen kimseler (mevkufun
aleyh), bitmiştir. Şayet vakf ânında sulbî çocuk bulunursa, böyle yapılır. Eğer
vakf edildiği zaman sulbî veledi olmayıp, belki oğlunun çocuğu bulunursa — gerek
oğlunun oğlu erkek olsun, gerekse kız oîsun müsavidir — yerin geliri O'na
mahsûsdur. O gelirde, ondan aşağı oîan batınlar kendisine ortak olmaz. Oğulun
veledi, sulbî çocuk olmadığı vakitte, sulbî çocuk menzilesinde di r. Sahih olan
kavle göre, kızın çocuğu bunda dâhil değildir. Bu, zahir rivayettir. Hilâl
(Rh.A.) bunu almıştır. Çünkü kızların çocukları, babalarına mensûb olurlar.
Yoksa, analarının babalarına mensûb olmazlar. Oğulun çocuğu bunun aksinedir.
Şayet vâkıf ziyâde ederse, yâni vâkıf birinci söz üzerine ekler ve; «Yalnız
çocuğumun çocuğu.» derse, yâni bu söz üzerine ziyâde etmezse, onda'sulbî çocuk
ile oğlunun çocukları dâhil olup, gelirde ortak olurlar. Kendi çocuğu, oğlunun
çocuğuna tercih edilmez. Çünkü vâkıf, sözünde onların arasını eşit kılmıştır.
«Bunda, kızm çocuğu'dâhil olur mu?» denilirse, Hilâl
(Rh.A.), «Dâhil olur.» demiştir.
Eğer vâkıf, «Erkekler»
demekle kayıdiarsa, yâni; «Benim şu yerim,
çocuklarıma ve çocuklarımın erkek çocuklarına vakfedümiştir.» derse, Hilâl
(Rh.A.); bu söze: «Oğullarının ve kızlarının çocuklarından erkekleri dâhil
olur.» demiştir. Sahîh olan kavi de budur. Çünkü «veled» ismi, oğulîann
çocuklarını kapsadığı gibi, kızların çocuklarını da kapsar. Çünkü, İmânı
Serahsî (Rh.A.) şöyle demiştir: Çocuğun çocuğu, vâkıfın çocuğunun çocuğuna ve
kızının çocuğuna verilen addır. İmdi vâkıfın kızının doğurduğu kimse, gerçekten
çocuğunun çocuğudur. Şayet çocuğum için vakfeyledim dese, bunun hüâfınadır.
Çünkü burada kızın çocuğu, zahir rivayete göre; (çocuğum) sözünde dâhil
değildir. Nitekim, daha önce geçti. Çünkü «veled» ismi, vâkıfın suibî çocuğunu
kapsar. Oğulun çocuğunu kapsaması, oğulun çocuğu örfen babasına mensûb olduğu
içindir. Bundan sonra, şayet evlâd ve evlâdın çocukları zikredilen iki surette
de tükenip bitmiş olsa, vakfın geliri fakirlere harcanır. Çünkü kendilerine
vakfedilen kimseler (mevkufun aleyh) bitmiştir.
Eğer vâkıf, üçüncü
batnı ekler de: «Çocuğuma, çocuğumun çocuğuna ve çocuğumun çocuğunun çocuğuna
vakftır.» derse, vakfın geliri, vâkıfın çocuklarına, üreyip türedikleri
müddetçe sarfedilir. Çocuklarından bîr çocuk bulunduğu müddetçe, fakirlere
sarfedilmez. Ne kadar aşağı gitse de, hüküm budur. Bunda, en yakın ve en uzak
müsavidir. Ancak vâkıf, «El-akrabu fe'1-akrabu (yâni en yakın, ondan sonraki en
yakın).» diyerek, veya «Çocuğuma, ondan sonra çocuğumun çocuğuna.» demekle veya
«Batnen ba'de batnın (yâni bir batından sonra, bir batın)» ta'bîrini
kullanmakla, tertibe delâlet eden bîr şey söylerse, bu takdirde vâkıfın
başladığından başlanır. Çünkü vâkıf üçüncü batnı zikredince, aradaki fark
(tefâvüt) büyümüştür. İmdi hüküm, intisabın kendisine taalluk etmiş; başkası
etmemiştir. İntîsâb ise; yakın, uzak hepsi hakkında mevcûddur. İkinci batın
bunun aksinedir. Çünkü, onun için vâsıta birdir. Hulâsa'da da böyle denmiştir.
Keza, yâni çocukları
ürediği müddetçe vakfın geliri, şu surette de onlara verilir. Fukaraya verilmez.
Vâkıf; «Çocuğuma ve çocuklarımın çocuklarına vakfettim.» derse, yâhûd ilkin,
«Çocuklarıma» derse, üreyip türedikleri müddetçe çocuklarına verilir. Bunda, en
yakın ve en uzak eşittir. Ancak tertibe delâlet eden bir söz söylerse, eşit
olmaz. Nitekim, daha Önce geçti.
Vâkıf, çocuklarına,
sonra fakirlere bir çiftlik vakf eder de; çocuklarının bir kısmı ölürse, vakfın
geliri, geri kalan çocuklara sarfediUr.
Çünkü vâkıf,
çocuklarına vakf etmiştir. Fakirler, sonra gelir. Onlardan bir kimafe kaldığı
müddetçe, ne kadar aşağı inerse insin, fakirlere bir şey verilmez.
Eğer vâkıf, geliri olan
mülkünü çocuklarına vakf edip ve onların her birinin adlarım fülân ve fülân ve
fülân diye zikretse ve sonunda fakirleri zikretse, çocuklardan bîri ölünce,
O'nun payı fakirlere sarf ediUr. Çünkü vâkıf, onlardan her birine vakf eylemiş
ve sonunu fakirlere ayırmıştır, İmdi onlardan biri ölünce, payı fakirlere sarf
edilir. Birinci mes'ele, bunun aksinedir. Çünkü vakıf, birincide hepsinedir.
Ayrı ayrı değildir.
Şayet vâkıf, karısına
ve kendi çocuklarına vakf etse; ondan sonra karısı ölse, eğer vâkıf şart
eylemedi ise, kadının payı O'nun hassaten vâkıfdan hâsıl olan çocuğuna kalmaz.
Çocuklardan ölenin hissesi, kendi çocuğuna kalır. Hattâ, bunu şart koşarsa,
kadının çocuğunun hissesi olur. Belki ölenin payı, çocukların hepsine kalır.
Eğer vâkıf, «Çocuğuma
ve çocuğumun çocuğuna nesilleri devam ettiği müddetçe ebediyyen vakıftır.» der
de, batından batına demezse, lâkin mezkûr şartı koşarsa — ki o da ölenin payı
oğluna verilmesidir. — vakfm geliri bütün çocukları ve nesilleri arasında eşit
olarak sarf edilir.
Şayet vâkıfın
çocuklarından biri öiüp bir çocuk bıraksa; ondan sonra vakıfda gelir hâsıl olsa,
vâkıfın sözü gereğince, vâkıfın çocuğu ve çocuğunun çocuğuna, ne kadar aşağı
giderse gitsin, taksim edilir. Ölüye de taksim edilir (yâni pay ayrılır). Çünkü
o, ölümünden önce hisseye hak, kazanmıştır. îmdi gelirden. O'na isabet eden,
mîrâs yoluyla çocuğunun olur. Ölen çocuk için vâkıfın ta'yîn ettiği pay, aynen
belli olmasına hükmedilerek Verilir. Babasının payı ise, miras yoluyla ölür..
Şayet vâkıf, iki çocuğuna vakf edip onlar da ölüp gitseler, vakfm geliri onlann
çocuklarına, ebeden türedikleri müddetçe verilir. Şayet o iki çocuğun biri ölüp
geriye çocuk bıraksa, gelirin yarısı geri kalan çocuğa ve yansı da fakirlere
sarf edilir. Nitekim, evlâddan her birinin adlarını zikrettiği surette olduğu
gibi.
Şayet o iki çocuğun
sonuncusu da ölürse, gelirin hepsi evlâdın çocuklarına sarf edilir. Yâni
ikisinden birinin çocuğu ile diğerinin çocukları arasında eşit olarak taksim
edilir.
Bir kimse yakınlarına
vakf ederse; bunda babası, dedesi ve çocuğu dâhil değildir. Yâni vâkıf; «Şu
yerim akrabama yâhûd karabetime yâhûd
karabet sâhiblerime
vakfdır.» dese; Hilâl (Rh.A.); «Vakf sahih olur, erkek, kadına tercih olunmaz
ve bu sözde vâkıfın babası, dedesi ve çocuğu dâhil olmaz.» demiştir. Hâniye'de
de böyle denmiştir.
Bir kimsenin elinde bir
hâne olup, başka bir kimse; «Benim için vakfedil mistir.» diye delil gösterse ve
vakfın kayyımı da onun mescidin vakfı olduğuna delil getirse, eğer târihlerini
beyân^ ederlerse, o ev, târihi daha eski olanın olur. Eğer târihleri belli
olmazsa, mülk da'vâsın-da olduğu gibi, ikisi arasında yan yarıya paylaştırılır.
İki kardeşin arasında bir
vakıf ortak olup, ikisinden biri öldükde vakıf, sağ olania, ölünün çocukları
elinde kalsa; ondan sonra sağ olan kardeş, ölen kardeşin çocuklarından birine,
«Vakf batından batınadır.» diye delil getirse ve geri kalan çocuklar gâib olup
vâkıf tek kişi olsa, delil kabûî edilir ve evlâdın geri kalanları için bir hasım
nasb edilir. Eğer kardeş çocukları, amcalarına; «Vakıf, seninle bizim üzerimizde
mutlaktır.» diye delil getirirlerse; «Vakıf, batından batmadır.» diye iddia
edenin beyyînesi kabule daha şayandır. Kunye'de de böyle denmiştir.
Büyû'un üzerine delâlet
ettiği bey' ;
lügat yönünden, mutlaka malı mala değîş-tokuş (mübadele) etmektir. Bu kelime,
ezdâd (yâni zıd ma'nâları olan sözler) dendir. Malı sattığı veya satın aldığı
zaman «Ba'a şey'e» denir. Harf-i cersiz, ikinci mef'ûle geçer, harf ile de
geçer. Meselâ: «Ba'ahu şey'e» denir.
«Ba'ahu minhu» da denir.
Çoğul sîgasiyle «büyü'»
denmesine sebeb, satılan şey (mebi')
itibariyle dört çeşit olduğu içindir. Çünkü nev'iler: Ya ticâret malının misli
ile satıştır. Buna mukâyaza adı
verilir. Ya da ticâret malının semeni ile satışdır. Buna da, satış adı verilir,
Çünkü bu, satış çeşitlerinin en meşhurudur. Ya da semeni, semen ile satıştır.
Nakdeynin (altın ile gümüşün) satılması gibi. Buna, sarf adı verilir. Ya da
deyni ayn ile satıştır. Buna da, selem adı
verilir.
Satış, semen i'tibâıiyk de dört çeşittir: Çünkü
birinci semen (semen-i evvel); eğer mu'teber olmazsa,
müsâveme , ya da ziyadesiyle
ber&ber i'tibâr olunursa, murabaha
veya ziyâdesiz i'tibâr olunursa, tevliye
veya eksikle beraber i'tibâr olunursa vadîa adı
verilir.
Şer'an satış; bir malı
bir mala iktisâb yoluyla, yâni ticâret yoluyla değiş-tokuştur. Bu ta'rîf ile,
iki adamın mallarım teberru' yoluyla değiş-tokuş veya ivaz
şartiyle hibe etmeleri hâriç kalmıştır.
Çünkü bu değiş-tokuş
(mübadele); her ne kadar hükmünde satış bekası varsa da, ibtidâen satış
değildir. ((Birbirini razı etme yolu üzere» dememesinin sebebi, mükrehin
{zorlanan kimsenin) satışını kapsaması içindir. Çünkü mükrehin satış;
lün'akiddir. Velev ki, lâzım olmasm. Satış, îcâb ve kabul ile nıün'akid olur.
İn'ikâd , iki âkıdden birinin
sözünün diğerine şer'an bir1 vech üzere teallukudur, ki onun eseri mahalde
zahir olur.
îcâb, isbâttır. İki
âkıdden birinin ilk sözü, îcâb diye adlandırılmıştır. Gerek «Sattım!» gerekse
«Satm aldım!» desin müsavidir. Çünkü bu söz; yâni îcâb, diğeri için kabulün
muhayyerliğini isbât eder. Kabul, iki âkıdden birinin söylediği ikinci sözdür.
Gerek «Sattım!» gerekse «Satın aldım!» desin müsavidir.
îcâb ile kabul; mâzî
sîgasi ile olur. Hidâye'de: «Satış; mazi sîga-sıyla olmak şartıyla, îcâb ve
kabul ile mün'akid olur.» denmiştir.
Ondan sonra şöyle devam edilmiştir: «Çünkü satış tasarruf inşâsıdır. İnşâ ise,
şeriatla bilinir. İhbar için mevzu olan sözler, burada kullanıl-