Davâ Hakkında Bir Fasıl. 2
Davâ Konusuna
Ek. 4
İkrar Bölümü. 4
İkrarda İstisna Ve İstisna Ma'nâsîna Gelen Lâfız Babı 9
Hastanın (Ölüm
Hastasının) İkrarı Babı 12
İkrar
Hakkında Bir Fasıl 14
Şahadet Bölümü. 15
Şahadetin Kabul
Edilip Edilmemesi Babı 19
Şahadette İhtilaf Babı 25
Şahadet Üzerine
Şahadet Babı 27
Şahadetten Dönmek
Bâbı 29
Sulh Bölümü. 32
Borçda Sulh Babı 36
Kaza Bölümü. 39
Başkasından bir seji
odun ainıayı veya ondan hibe etmesini yâhûd yanma emânet koymasını veya
kendisine onu kiraya vermesini istemek, tâlib için mülk da'vâsmi meneder. Çünkü
bunlardan her biri, bu şeyin zi'1-yed'in mülkü olduğunu ikrar etmek olup, bundan
sonra taîeb etmek çelişme olur.
Câriye hakkında nikâh
taîeb etmek, onda mülk da'vâsmı meneder.
Hür kadında nikâha
tâlib olmak, nikâh da'vâsmı meneder.Mecme'ui-Fetâvâ'da böyle zikredilmiştir.
Bir kimse başka bir
adamdan mal iddia ettikde, da'vâh olan hasım def yoluyla, «Da'vâcı, beni
da'vâsından ibra etti.» diyerek, da'vâlı beyyine getirse, sonra İkinci defa
da'vâlınm ibradan sonra ikrarda bulunduğunu iddia etse; bakılır; şâyed hasım;
«Beni ibra etti, ben de kabul ettim!» veya «Ben, onu ibrada tasdik ettim!» demiş
olursa, defin defi sahih olmaz. Yânî ikrar da'vâsı sahih olmaz. Eğer; «Ben,
ibrayı kabul ettim!» dememişse, def sahih. olur. Çünkü da'vâh bunu deme-yince,
ibrayı red ettiği için, malın onun üzerinde olması caizdir. Zîrâ ibra, red ile
geri döner. Eğer; «İbrayı kabul ettim!» derse, bu kabul etmenin aksinedir. Çünkü
kabulden sonra red ile geri dönmez. Fetâ-vâ-yı Zahîriyye'de böyle
zikredilmiştir.
Bir kimse, diğer bir
kimseden mal iddia ettikde; diğeri; «Senin için benim üzerimde hiçbir alacak
yoktu!» dese, bunun ma'nâsı, istiğrak yoluyla mazide onun üzerine vücûbun
nefyidir. — İmdi da'vâcı, bin akça üzerine bürhân getirse ye münkir de
Ödediğine yeyâ ifcraya burhan getirse; bu kabul edilir. Yâni, münkirin burhanı
makbul olur. İmâm Züfer (Rh.A.); «Makbul olmaz. Çünkü ödeme, vucûbu ta'-kib
eder. Halbuki vucûbu inkâr etmişdi. Şu hâîde münkir da'vâsmda çelişkiye
düşmüştür.» demiştir.
Bizim delilimiz şudur:
Tevfîk (ikisinin arasını bulmak) mümkündür. Çünkü hakdan başkası, ba'zan kaza
olunur ve başkasından husûmeti savmak için ibra da olunur.
Ancak da'vâh. «Ben,
seni bilmiyorum!)) veya buna benzer söz ekler de; meselâ; «Ben, seni görmedim!d
ve «Seninle benim aramda düşüp kalkma olmamıştır!» gibi ziyâdeler yaparsa, bu
takdirde ibra üzerine getirdiği beyyinesi kabul edilmez. Çünkü aralarını bulmak
imkânsızdır. Zîrâ iki kişi arasında almak, vermek, ödeme, ödeşme ve muamele,
bilmeden ve ihtilât etmeden olmaz.
Ulemâdan ba'zisi; «Ben,
seni bilmem!» sözünü ve bunun benzerini eklemekle de beyyine kabul edilir,
demiştir.
Kudûrî. bizim
ulemâmızdan bunun da kabul edileceğini naklet-miştir. Sözün doğrusu, zikredilen
gibi beyyinenin kabul edilmesidir.
Çünkü muhtecib veya
muhaddara
ba'zan kapısı önünde olan kavga ve gürültü ile sıkılıp incinir de vekillerinden
birine da'vâcıyı razı etmeyi emreder. Halbuki, onu bilmez. Sonradan öğrenir. Şu
hâlde tevfîk mümkündür.
Fukahâ demişlerdir ki;
buna göre, da'vâh kendi işlerini kendi gö-renlerdense; beyyine kabul edilmez.
Ba'zıları da; «Rivayetlerin ittifakı İle bu fasılda îbrâ üzerine beyyine kabul
edilir. Çünkü da'vâ bilmeksizin gerçekleşir.» demiştir. înâye'de de böyle
zikredilmiştir.
Kunye'de denilmiştir
ki: Da'vâh, da'vâcıya; «Ben, seni tanımam!» dese, hak beyyine ile sabit oldukda,
da'vâh borcu yerine ulaştırdığını iddia etse, iddiası dinlenmez. Eğer da'vâhnın,
ulaştığmı veya ulaştırıldığını ikrar ettiğini iddiada bulunursa, dinlenir.
Vârislerin biri,
«Terekede benim da'vâm yoktur!» dese, da'vâsı bâ-tü olmaz. Çünkü şer'an sabit
olan lâzım hak, ıskat ile sakıt olmaz. Nitekim, aBen, babamın oğlu değilim!»
dese, hüküm foudur.
«Ben, fulanın vârisi
değilim!» dese, ondan sonra, fülânın mirasını İddia edip, cihetim beyân etse,
da'vâsı sahîh olur. Nitekim yakında sebebi gelecektir ki, çelişme, gizlilik
bulunan yerde da'vânın sıhhatini menetmez.
Zn-yed; «Bu şey benim değildir!» dese veya benzeri bir söz söylese; yâni benim
mülküm değildir; yâhûd, onda benim için hak yoktur, gibi bîr şey söylese; orada
başka niza' eden de olmasa, ondan sonra zrl-yed:
«O şey, benimdir!» tüye iddlû etse. iddiası sahih olur ve 5Öz onun sözüdür. Çünkü bu söz, bir kimse için hak isbât
etmemiştir. Zîrâ mechûi için ikrar bâtıldır ve çelişme, ancak bir kimse üzerine
bir hakkın ibtâlini kapsarsa,'bâtıl olur.
Eğer zrl-yed; «Bu şey,
benim değildir!» dediği vakitte, bir münâ-zi' olursa, bir rivayette onun için
İkrar olur. Bu, Cami'us-S ağır'in rivayetidir. Diğer bir rivayette; ikrar
ohnaz. Bu rivayet, aslin da'vâsı rivayetidir. Lâkin fukahâ demişlerdir ki: Kâdî
zi'1-yed'e, «Bu şey da'vâ-cinin mülkü müdür?" diye sorar. Eğer. onu ikrar
ederse, zi'1-yed'e; «Da'vâcıya teslim eyle i)) diye emreder. İnkâr ederse,
da'vâcıya, «Beyyine getir!» diye emreder. Eğer, bu şey benim değildir, diyen
zi'l-yed olmayıp hâricden bir kimse ise; çelişme bulunduğu için ondan sonra bunu
iddia edemez. Yukarıda geçtiği veehle; zi'1-yed'i menetmemesine sebeb, malın
elinde bulunmasıdır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Zeyd, bir kimseden mal
iddia edip; isbât edemese; sonra o malı başkasından iddia etse, dinlenmez.
Kunye'de de böyle denmiştir.
Bir kimsenin, başkası
için mal ikrar eylemesi, kendisi için da'vâ-smı menettiği gibi, vekâletle veya
vesayetle başkası için da'vâsını da meneder. Yânı bir adam, bir malı fülânındır,
diye ikrar etse, bundan sonra, onu kendisi için iddiada bulunsa, da'vâsı
sahîh'ohnaz. Keza, o malı vekâletle müvekkilimindir, diye veya vesayetle mûsînin
vârisleri içindir, diye da'vâsı da sahîh olmaz. Çünkü bunda çelişme vardır.
Zîrâ bir mal, bir hâlde ik| kişinin olamaz.
Bütün da'vâlardan ibra
ettim, dedikden sonra vekâletle veya vesayetle da'vâ etmesi zikredilenin
hilâfmadır. Çelişme bulunmadığı için, bu sahîhdir. Zîrâ bir adamın bütün malına
müteallik olan da'vâların-dan ibrası, başkasının malının da'vâsmın sahîh
olmamasını, o adam için iktizâ etmez.
Bir kimse, bir haneyi
kendisi için iddia edip ondan sonra; «Benim üzerime vakfdır!» diye iddia etse,
da'vâsı dinlenir. Haneyi kendisi için da'vâ etmesi, ondan sonra başkası için
da'vâda bulunması gibi olur. Aksine çevirirse; yâni; o kimse bir haneyi, bu
vakfır veya fülâmndır, diye iddia ettikden sonra, kendisi için da'vâ eylese,
'bir rivayette caiz olmaz. O da, Kâdîhân'ın rivayetidir. Eğer
tevfîka kadir olursa , diğer
bir rivayette caiz olur. O da. Zahîre'nin rivayetidir. Zahire'de denmiştir ki;
((Bir kimse bil'vekâle veya bil'vesâye başkası için bir şey id-diâ etse, ondan
sonra o şeyi kendisi için iddia eyîese, da'vâsı kabul edilmez. Ancak 'teviîka
kadir olup bu şey r'ülânın idi. ondan sonra ben o füîândan satın aldım, der de,
onun üzerine beyyine getirirse, bu takdirde kabul edilir.»
Bir kimse asabelik
iddia edip, nesebi belirtse; hasım da neseb onun aksine olduğuna dâir burhan
getirse, eğer evvelki da'vâ ile hükm verildi ise, bununla hüküm verilmez. Eğer
evvelki ile kaza olunmadı ise, çelişme bulunup evleviyet bulunmadığı için ikisi
de sakıt olurlar.
Bir kimse, ölünün baba
ve ana bir amcasının oğlu olduğuna bür-hân getirse ve dâff de onun, ölünün
sâdece ana bir amcası oğlu olduğunu isbât etse veya ölünün onun sâdece ana bir
amcası oğlu olduğunu ikrar ettiğine dâir bürhân getirse, birincisi ile kâdînm
kazasından önce def sayılır. Kazasından sonra def sayılmaz. Çünkü, hükm-ie
te'kîd edilmiştir. Birincisi, bunun aksinedir.
Bir ikimse asabelikîe
mîrâs iddia etse. bunun defi hasmının onu hükümden Önce zevi'l-erhâm'dan
olduğunu ikrar ettiğini iddia etmesiyle olur. Çünkü, bu takdirde iki sözün
arasında çelişme vardır.
Bir kimse Önce; «Bu
çocuk, bendendir!»; sonra, «Bu çocuk, benden değildir!», ondan sonra; «Bu
çocuk, bendendir!» dese, o kimsenin ikrarı sahih olur. Çünkü çocuğun kendisinden
olduğunu ikrarıyla rau-karr-un îeh'in hakkı teaîluk etmiştir. Zîrâ çocuğun
nesebi belli bir adamdan sabit olur. Hattâ zina suyundan yaratılmış olması
ortadan kalkar. «Bu çocuk, benden değildir!» demekle, çocuğun hakkını ibtâle
mâlik olamaz. Tasdik geri dönerse, ikrarı sahih olur.
Ben derim ki;
Usturişniyye'de ve İmâdiyye:de ibare şöyle vâki' olmuştur: «Bir kimse; «Şu
çocuk, benden değildir!» dese, ondan sonra, «Bu bendendir!» dese, ikrarı sahih
olur. Zîrâ çocuğun kendisinden olduğunu ikrar etmesi ile mukarr-un leh için hak
teaîluk eder... ilah.» dediği sözünden zahir olan şudur ki, bu ibare, kitabın
kopyasını çıkaran ilk kâtibin hatasıdır. Hatâ olduğuna, zikrettiği ta'lîl
delâlet eder. Zîrâ ta'lîl, burada üç ibare olmasını gerektirir Birinci ibare,
oğulluğun isbâtı; ikincisi, oğulluğun nefyi; üçüncüsü, isbâta dönüşdür.
Usturîş-niyye'de ve İnıâdiyye'de zikredilen ancak iki ibaredir.
Aksini söylese; yânî,
«Bu çocuk, bendendir!» dedikden sonra; «Benden değildir!» dese, sahih olmaz.
Yânî nefyi sahih olmaz. Çünkü neseb sabit olmuştur. Neseb sabit olunca, artık
nefy ile ortadan kalkmaz.
Da'vâh, da'vâcınm;
«Ben. da'vâda mubtılım (bozguncuyum)» dediğine veya; «Benim şâhidlerim
yalancıdır!» yâhûd «Benim, onun üzerinde alacağım bir şey yoktur!» dediğine
dâir bürhân getirse, def sahih olur. Da'vâh. da'vâcımn: «Ben yalancı şâhid ile
geldim!» dediğine dâir bürhân getirse, defi sahih olmaz. Çünkü bu sözden, hasım
ile beraber gelen şâhidlerin yalan söylemiş olmaları lâzım gelmez.
Da'vâh, beraet
hüccetiyle gelse, yânî bir adam başka bir kimsede bir miktar malı olduğunu iddia
etse, da'vâli da onu ikrar etse, sonra da'vâlı; «Sen, benim zimmetimi o maldan
ibra ettin!» diyerek ibra hüccetini meydana çıkarsa, bunun üzerine da'vâh; «Evet
ben, senin zimmetini ibra etmiştim, lâkin ben ibra vaktinde küçük çocuk idimU
dese, söz dadacınındır ve hasmı üzerine hüccet lâzım gelir. Zîrâ hasım, ibrayı
ödemeye aykırı bir hâlete isnâd eylemiştir. Hasım ibra vaktinde da'vâcınm
bulûğunu isbât ederse, da'vâcınm sözü defedilmiş olur.
Bir kimse, helak olan
bir cariyenin kıymetini iddia etse, hasım da cariyenin hayâtta olduğuna dâir
bürhân getirip; «Biz, o cariyeyi fü-lân şehirde sağ olarak gördük!» deseler, bu
şehâdet kabul edilmez. Meğer ki, o cariyeyi sağ olarak getirmiş ola. Zahîre'de
böyle zikredilmiştir.
Bir kimse, bir adam
için kardeşlik iddia edip dedesinin adını zik-retmese, iddiası sahih olur.
Fakat; «Amcasının oğluyum!» diye da'vâ etmesi, bunun hilafınadır. Bunda,
dedesinin adını'zikretmesi şarttır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Gizlilik ve kapalılık
(hafâ) bulunan yerde çelişme, da'vânın sıhhatini menetmez. Ulemâdan ba'zısı;
«Meneder», demişlerdir. Bu asîm bir çok fürû'u (dallan ve kollan) vardır.
Musannif, bunlardan ba'zısmı daha önce zikretmişti. Ba'zısını da ilerde
zikredecektir. Burada, onlar-, dan birini zikredip; «Şâyed da'vâcı kendisi için
vasiyyet edildiğini iddia etse, vâris vasiyyeti inkâr edip; mûsâ leh beyyine
getirse, vâris de mûsînin rücû ettiğini iddia etse, kabul edilir. Sahih olan da
budur.» demiştir. Bu, öyle bir çelişmedir ki tarikında gizlilik vardır. Zîrâ
olur ki; mûsî vasiyyet etmiş; vâris onu bitmemiştir. Ya da, mûsî rücû' etmiş;
vâris onu bilmemiş, bundan dolayı inkârda bulunmuştur.
Ba'zısı; «Kabul
edilmez.» demiştir. Çünkü, açık çelişki vardır.
Bir de, şu var ki; bir kimse,
bir adamdan bir hâne kirâladıkdan sonra, diğerine karşı iddiada bulunup; «Bu ev,
benim mülkümdür. Çünkü babam, ben küçük iken benim için satın almıştı, bu ev
benim mülkümdür!» diyerek beyyine getirse, da'vâsı dinlenir. Gizlilik bulunduğu
için, bu çelişme, da'vânın sıhhatine engel olmaz. Zîrâ baba küçük co cugu için
ve küçük çocuğundan kendisi için,
-oğulun o'şeyden ha ben ve bilgisi yok iken-
satın almada müstakil olur. Bu şuna
ben zer ki: Kadın, kendisini muhâlaa ettikden sonra üç talâk ile boşanmış
olduğuna dâir beyyine getirip -kadının bilgisi Ve haberi yok iken
onun üzerine talâkı ika' etmekde koca müstakil olduğu için her Z kadar kadın
çelişkide ise de- kadının hul'
bedelini geri alması caiz olur. Bu mes'elenin Imâdiyye'de ve başka kitaplarda
benzeri çoktur
Kefîl, asıl nâmına
hasım olur. Aksi yoktur. Yâni; asîl nâmına kefilden hasım olamaz. Çünkü kefil
üzerine hüküm, asîl üzerine hükümdür. Asîl üzerine hüküm ise, kefil üzerine
hüküm değildir. Bunun sureti şudur: Bir adamın, diğer bir adamda bin dirhemi
olup; o diğer adam için matlûbun emri ile bir kefîl olsa, tâlib kefile mülâki
olmadan asîle rastlayıp; «Benim, sende bin dirhemim vardır ve füîân senin
emrinle kefildir.» diye beyyine getirse, o bin dirhem asîle hükmedilir. Bu,
kefîl üzerine hüküm değildir. Hattâ kefile rastladıkda, ona tekrar beyyine
getirmedikçe tâlib ondan bir şey alamaz. Eğer tâlib, önce kefile rastlayıp;
«Benim, fülân gâibde bin dirhemim vardır. Sen buna onun emriyle kefilsin.» diye
da'vâ edip beyyine getirse, mal hem kefîl hem gâib üzerine sabit olur ve kefîl
asîl nâmına hasım olur.
İki ortağın arasında
ortak bir borç olsa, lâkin miras yoluyla olmasa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre;
onlardan biri, diğeri nâmına hasım olamaz. Aralarında mîrâs yoluyla ortak olan
borç zikredilenin aksinedir. Biri, diğeri nâmına hasım olabilir. İmânı Ebû
Yûsuf (Rh.A.) a göre; her hâl üzere hasım olabilir. İmâm Muhammed (Rh.A.); «İmâm
A'zam' (Rh.A.) m sözü kıyâsdir, Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözü ise istih-sândır.»
demiştir, İmâm Muhammed. (Rh.A.); Ebû Yûsuf (Rh.A.) gibi, istihsân ile amel
etmiştir. Keza, Müntekâ'da da böyle zikredilmiştir.
Sonra îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
in kavline göre; gâib gelir de, hâzin iddia eylediği şeyde tasdîk eylerse,
muhayyerdir. Dilerse, da'-vâcının teslim aldığı şeye ortak olur. Ondan sonra,
matlûbun peşine düşerler. Dilerse, matlûbun peşine düşüp payını alır.
İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Musannif bu bölümü
«Da-'vâ» dan sonra getirdi. Çünkü da'vâ, ikrar ile düşer. İkrardan sonra, başka
şeye muhtaç olmaz. Hattâ ikrar bulunmazsa, şehâdete muhtaç olur. Bundan dolap,
«Da'yâ Bölümü» nü «İkrar Bölümü» ile ta'kîb etti.
İkrar; «karâr» dan
türetilmiştir. İkrar , lügat
yönünden, müte-zelzil olan şeyi isbâttır. Şer'an; kendisinde olan başkasının
hakkını haber vermektir. Yoksa onu isbât değildir. Nitekim sebebi yakında
gelecektir.
İkrarın şartlan,
yakında sözü edileceği sırada inşâellâhu Teâlâ zikredilecektir. İkrarın hükmü;
mukarr-un lehin tasdiki ve kabulü olmaksızın ikrar edilen şeyin zuhurudur.
Çünkü mukır'a ikrar ettiği şey lâzım gelir. Zîrâ ikrar, haber verilen şey
üzerine delâlet edici olarak vâki olur. Zîrâ ikrarın doğru ve yalana medlulü
aklî ihtimaldir. Nitekim yerinde anlatıldı.
Bundan, yalnız doğum
nesebi müstesnadır. Yâni; bir adam, nesebi bilinmeyen bir oğlanın (gulâmm)
oğulluğunu ikrar etse, ikrarı sahih olur. Keza, bir adam veya bir kadın, ana -
babasını ve çocuğunu ikrar etse, sahih olur. Bunun benzeri de sahih olur. O da,
bir adamın veya bir kadının, kocasını yâhûd efendisini ikrar etmesidir. Bu
takdirde, ikrar sahih olur. Zikredilen kimselerin tasdik etmeleri şarttır.
Bunun tahkikinin tamâmı yakında zikredilecektir. Lâkin o ikrar, muİîarr-un
leh'İn red etmesiyle red olunur. Yalnız mukarr-un leh'in tasdik etmesinden
sonra red olunmaz. Çünkü bu takdirde, artık red edilmez.
İkrarın hükmü;
mukarr-un bih-'in ,
mukarr-un leh için ibtidaen >âbit olması değildir.
Çünkü Vkrâr, mukırnr. mülkünü mukarr-un leh'e
nakledici değildir.
Ben derim ki: Bunun
sırrı şudur; ikrar bir ihbardır, ki doğru ve yalana ihtimâli vardır. Binâenaleyh
ikrânn va'z i'tibâriyle medlulü ,
kendisinden sonraya kalabilir. İnşâ. bunun aksinedir. Meselâ satış, hibe ve
bunların benzerleri guri. Çünkü ir*şâ, vüewuda lâfızla ber olan bir nıa'nâyı îcâd etmektir. Şu hâlde
inşâda ma'nânm lâfızdan gen kalması imkânsızdır. Musannif, ikrarın hükmü,
mukarr-un bih'in zuhuru olup İbtîdâen sübûtu olmadığına, evvelâ; oMüslümanın
şarâb ile ikrarı sahîhdir.a sözü ile telrf yaptı. Hattâ, mukarr-un leh'e teslim
etmesi emredilir. Şâyed başlangıçta temlik olaydı, ikrar sahih olmazdı. İkinci
olarak; «Zorla talâk ve i'tâkı ikrar sahih olmaz.u sözüyle tefti' yapa. Günkü
yaiaam delili olan zorlama mevcûdciur. Şâyed ikrânn ' hükmü; ikrar edilen şeyin
sübûtu (inşâ olmakla) olsaydı, sahih olurdu: Çünkü talâk ve
azadın ikrarla beraber inşâsı, bize göre sahih olur. Musannif, üçüncü olarak şu
sözüyle tefrf yaptı: Şâyed ikrarı ibtidâen iddia ederek; «Sen, benim için şöyle
ikrar eyledin, o hâlde, o şeyi bana ver.» derse; veya «Benîm, sende şöyle hakkım
vardır, çünkü ser. benim İçin onu ikrar eyledin.» demekle ikrarı sebeb yaparsa,
ulemânın çoğuna göre; da-'vâsı
dinlenmez. Çünkü ikrânn kendisi
mülkü nakledici değildir. Çünkü, sebebini biliyorsun.
Da'vâîun definde ikrar
iddiası, zikredilenin aksinedir. Çünkü ulemâ, da'vâmn defi tarafında ikrânn
sahîh olup olmayacağında ihtilâf etmişlerdir Hattâ da'vâh, da'vâcmın kendi
üzerinde bir hakkı olmadığını ikrar ettiğine, yâhûd şu malın da'valinin mülkü1
olduğunu ikrar ettiğine dâir beyyine getirse; beyyinesi kabul edilir mi? diye
ihtilâf etmişlerdir Ba'zısı; ıcKabûl edilmez.» demiş; Fukahânın çoğu ise;
burada kabu* edilmesinden yana çıkmışlardır. Fukahâ, şunun üzerinde ittifak
.etmelerdir ki; da'vâcı; «Şu, mal benim mülküındürU dedikde, zi'l-yed o.ny ikrar
etse veya «Benim, onda su kadar hakkım vardır!» dedikde, keza da'vâh ikrar etse, da'vâ sahih olur ve
ikrar beyyinesi dinlenir. Çünkü da'vâh ikrarı vucûb için sebeb kılmamıştır. Bu
zikredilen surette da'vâh inkâr etse, ikrar etmediğine yemîn verdirilir mi?
Bunda İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile İmâm" Mulıammed (Rh.A.) arasında hilaf vardır.
Ba'zısı; «Yemîn verdirilir. Çünkü kaçınırsa ikrar sabit olur.» demiştir. Fetva,
ikrar üzere yemîn verdirilin minesi üzerinedir. Ancak, mal üzere yemin
verdirilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Dördüncü olarak şu
sözüyle tefri' yapmıştır: Eğer mufeır mal ile ikrarında yalancı ise, mukarr-un
leh'in malı alması helâl olmaz. Ancak mukırr'm kendi isteği ile alırsa, helâl
olur. Eğer ikrarın hülanü sübût olsaydı, o malm alınması helâl olurdu.
îkrâr, kasır hüccettir.
Hüccet olması şundandır: Çünkü Nebı-i Ekrem (S.A.V.); Mâiz' (R.A.) i,
kendisinin zina ettiğini ikrar etmesiyle recra etmiştir. Gâmidiyye' (R. Anhâ) yi
de ikrâriyle recm etmiştir
tkrâr, şübhelerle def
edilen hadlerde hüccet olunca, başkasında hüccet olması evlâdır. Bunun üzerine,
ümmetin icmâ'ı mün'akid olmuştur. İkrarın kasır olması ise; mukırr'm velayeti
başkasına- geçmediği içindir. O, yalnız kendisine münhasırdır.
Beyyine, ikrarın
aksinedir. Çünkü, kâdîmn hükmüyle hüccet olur. Kadının ise, umûmî velayeti
vardır. Şu hâlde, hepsine geçer. İkrar, hükme muhtâc değildir. Mukırr'ın nefsi
üzerine velayeti vardır. Başkasına yoktur. Şu hâlde, ikrar kendi nefsi üzerine
münhasırdır. Hattâ nesebi bilinmeyen bir adam, birinin kölesi olduğunu ikrar
etse, kendi nefsi ve malı için câis olur. Çocukları ve o çocukların anaları,
üzerine tasdik edilmez. Yine, o mukırr'ın müdebberi ve mükâtebi üzere de tasdik
.edilmez. Çünkü, onlar için hürriyet hakkı sâbitdir. Veya o «vîâd ve ümmehât ve
müdebbere için hürriyete istihkak sabit olur. Şu hâlde onlar aleyhine ikrarı
tasdik edilmez.
Hür ve mükellef, yâni
âkil ve baliğ olan bir kimse veya hür mükellefin me'zûn kölesi, bir ma'lûm
hakkı İkrar etse, sahîh olur. Yânî hür ve nıe'zûn köleden her birinin ikrarları
sahîh olur. Hür insanın ikrarının sahih olması zahirdir. Me'zûn kölenin
ikrarının sahîh olmasına gelince; çünkü me'zûn köle ikrar hakkında hürlere
mülhaktır, (katılır.). Çünkü efendi, o köleye izin verince, rakabesine borç
tealluk etmesine razı olmuş olur. Bu durumda efendisi tarafından ikrara
musallat olmuştur. Sahîh olan bu ikrar mutlaktır. Yânî gerek sıhhati ve
tahakkuku için müsadif olduğu şeyin i'lâmı şart kılınmayan tasarruf olsun,
gerekse olmasın müsavidir. Nitekim yakında açıklaması gelecektir.
Mukırr'm mükellef
olması şarttır. Çünkü, sabî ve mecnûnun ikrarına hüküm tealluk etmez. Eğer hür
mükellef bir mechûl adama ikrarda bulunursa, yine şahindir. Çünkü hak ba'zan
mukırr'e mec-hûlen lâzım gelir. Meselâ; bir malı itlaf edip kıymetini bilmez
veya ersini (diyetini) bilmediği bir yaralama yapar. Eğer bu tasarruf; gasb ve
emânet gibi, sıhhati ve tahakkuku için müsadif olduğu şeyin ilâmı şart
kılınmayan tasarruflardansa, sahih olur. Çünkü bilmemezlik, gas-^ bin
tahakkukunu menetmez. Zîrâ bir kimse, bir adamdan kese içinde bilinmeyen bir
mal gasb etse, yâhûd bir kese içinde mal emânet, etse; gasb ve emânet sahîh olup
hükümleri sabit olur.
Bunun şart kılınması;
zikredilenin aksinedir. Çünkü her tasarruf, ki onun sıhhati ve tahakkuku için o
tasarrufun müsadif olduğu şeyin i'lâmı şart kıhmrsa, bilmemezlikle beraber onun
ikrar edilmesi satış ve icâre gibi, sahîh olmaz. Zîrâ:bir kimse, fülân kimseye
bir şey sattığım veya itilândan bir şey kiraladığını yâhûd fülândan bir şeyle
şunu satın aldığını ikrar etse, ikrarı sahih olmaz ve mukırr, ikrar eylediği
şeyi teslim etmesi için zorlanmaz. Gasb ve emânet gibi bir şey ikrar eden
kimsenin, mechûl olan şeyi kıymeti olan şeyle beyân etmesi lâzım gelir. Yânî
mukırr, «Bende, fülânm bir şeyi vardır!» veya «Fülâ-nm hakkı vardır!» dese, bunu
kıymeti olan bir şeyle beyân etmesi gerekir. Çünkü mukırr, zimmetinde vâcib
olan şeyden haber vermiştir. Kıymeti olmayan şey ise, zimmetinde vâcib olmaz/
Mukırr, o şeyi kıymeti olmayan bir şeyle beyân ederse, rücû olur. Şu hâlde,
ikrar sahih olmaz.
Eğer hasmı, mukırr'm
ikrarından daha çoğunu iddia edip, beyyine getiremezse; mukırr ikrar eylediği şeyde yemini ile
tasdik edilir.
Yânî mukırr, meçhulü,
kıymeti olan bir şeyle beyân etse de mukarr-un leh ondan daha çoğunu İddia etse,
beyyine getirdiği takdirde onunla hükmolunur. Getiremezse, beraber ziyâde
olmadığı iddiasında, mukırr yeminiyle tasdik edilir. Şâyed meçhulün
bilinmezliği, meselâ; «Şu köle, insanlardan bir kimsenindir.» demekle fahiş
olsa, mechûl için mu-kjrr'm ikrarı sahîh olmaz. Çünkü mechûl, müstehak olmaz.
Eğer mec-hûlün bilinmezliği —meselâ mukırr, «Şu köleyi, şu kimseden veya bu
kimseden gasb ettim.» demekle— fahiş olmazsa, ikrar Şems'ül-Eimme es-Serahsî'
{Rh.A.) ye göre, sahîh olmaz. Çünkü mechûl için ikrardır ve o ikrar fayda
vermez. Ba'zıları, «Sahîh olur.» demiştir. Esah olan kavi budur. Çünkü hakkı,
müstehıfckma ulaştırmayı ifâde eder. Zira o iki mukarr-un leh, o kölenin
alınması üzerinde ittifak edince; ikisi
için alma hakkı vardır. İkrar eden kimseye; ('Bilinmeyeni (mec-hûlü) beyân
eyle!» denilir Çünkü icmal ondan gelmektedir. Mücmelin beyânı, mücmil
üzerinedir. {Yânı, kısa sözün beyânı sahibine âid-dir.) Bu mukirr, iki kölesinin
birini âzâd eden kimse gibi olur. E£er bilinmeyeni beyân etmezse, kâüî, hakkı
müstehıkkma ulaştırmak için, onu Beyâna zorlar. Kâfİ'de de böyle denmiştir.
Keza hür mükellef olan
kimsenin mahcur kölesi, hadd ve kısas jgibi, kendisinde töhmet olmayan şey ile
ikrarda bulunsa, sahih olur.
Yâni mahcur kölenin
töhmet olmayan şey ile ikrarı sahîhdir. Çünkü onun ikrarı borcun rakabesine
teallukunu mucib olarak bilinir. Raka-besi ise, efendinin malıdır. Şu hâlde
töhmet ve hüccetin kusuru sebebiyle efendisi aleyhine tasdik edilmez. İzinli
köle, bunun aksinedir. Çünkü me'zûn köle, efendi tarafından ikrar üzere musallat
edilmiştir. Zîrâ ticârete izin, ticârete lâzım gelen şeye de izindir. O da,
ticâret borcudur. Hadd ve kısas bunun aksinedir. Çünkü köle, hadd ve kisâsda
hürriyetin aslı üzere bırakılmıştır. Zîrâ hadd ve kısas, insana mahsûs
özelliklerdendir. Bundan dolayı, efendinin hadd ve kısas ile köle aleyhine
ikrarı sahih olmaz. Mahcur köle, o ikrar ile hemen muâh'eze olunup azadına
kadar ertelenmez.
Keza mahcûc köle,
insanlığın aslına nazaran mal gibi kendisinde töhmet olan şeyi ikrar etse, hemen
muaheze olunmayıp efendinin hakkına riâyeten azadına kadar ertelenir. Ve
mufcırr, «Benim üzerimde mal vardır!» dediği için, bir dirhem lâzım gelir. Yâni
bir dirhemden daha azında tasdik edilmez. Çünkü âdeten, bir dirhemden daha az
şey mal sayılmaz.
Mukırr'm; «Benim
üzerimde büyük mal vardır!» demesinde, zekât malında olan nisâb lâzım gelir.
Başka malda nisabın miktân kıymet yönünden lâzım gelir. Yâni zekât malından
başkasında, mukırr, gü-müşde ikiyüz dirhemden daha azında, altında yirmi
miskaîden daha azında ve devede yirmibeşden daha azında tasdik olunmaz. Yine
zekât malından başkasında, kıymet yönünden nisâb miktarından daha azında tasdik
edilmez. Çünkü nisâb, büyük maldır. Hattâ sahibi onunla aengin olur.
Mukirr'm; «Benim
üzerimde büyük mallar vardır!» demesinde; nisâb adı verilen şey cinsinden,
çoğulun en azma i'tibâr ile, üç zekât nisabı lâzım gelir. Çünkü Arabçada çoğulun
en az miktarı üçtür. Hattâ mukırr, «dirhemlerden» demiş olsaydı, altıyüz dirhem
lâzım gelirdi.
Yine znukırr'ın; «Benim
üzerimde dirhemler vardır!» demesinde, çoğulun en azına i'tibâr ile üç dirhem
lâzım gelir. «Benim üzerimde
birçok dirhemler vardır!» demesinde, on dirhem
lâzım gelir. Yâni mu-kırr on dirhemden daha azında; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
tasdik edilmez Çünkü on, çoğul adının ulaştığı sayının en sonudur. «Benim
üzerimde şöyle dirhem vardır.» dese, bir tek dirhem lâzım gelir. Çünkü bu söz.
mübhemin açıklamasıdır. Hidâye'de de böyle denmiştir.
Kâdîhân (Rh.A.)
demiştir ki; eğer mukırr; «Benim üzerimde şöyle dînâr vardır.» derse, üzerine
iki dînâr lâzım gelir. Çünkü; «şöyle» ma'nâsma gelen «keza» kelimesi, sayıdan
kinayedir. Sayının en azı ise, ikidir.
«Benim üzerimde şöyle
şöyle dirhem vardır!» demekle, onbir dirhem lâzım gelir. Yâni onbirden daha
azında mukırr, tasdik edilmez. Çünkü «keza» lâfzı, meçhul adedden kinayedir.
Mukırr ikisi arasında atf harfi olmaksızın iki mechûl adedi ikrar etmiştir.
Böyle iki adedin en az mikdân, onbirdir, diye tefsir edilmiştir. Mukırr, «Benim
üzerimde şöyle ve şöyle dirhem vardır!» demekle, yirmibir dirhem lâzım gelir.
Yâni yirmibir dirhemden daha azında tasdik olunmaz. Çünkü her iki mübhem
(kapalı) adedi, ikisi arasında harf-i atıf getirerek söylemiştir. Bunun en azı
tefsir edilince, yirmibir olur. İki fasılda en azın vâcib olması, onunla yakın
(kesin bilgi) hâsıl olduğu içindir. Asi olan, zimmetlerde berâettir. Eğer
mukırr, «keza» lâfzını atf'sız, üç kere tekrar edip; «Benim üzerimde şöyle
şöyle şöyle dirhem vardır!» derse, onlardan biri tekrara yorumlanarak onbir
dirhem lâzım gelir. Çünkü atıf'sız, üç aded bir araya getirilmez. Şu hâlde
birini tekrara yorumlamak gerekir. Ondan sonra iki adedi atıf'sız zikrettiği
için ta'bîr edilmesi mu'tâd olan adedin en azı üzerine yorumlanır. O da,
onbirdir.
Eğer mukırr, üç
«şöyle/kezâ» lâfzını atıf «Vâv» ı ile beraber söylese, yüzyirmi bir dirhem
lâzım gelir. Çünkü bu söz, atıf (Vâv) 'ı ile söylenen üç adedin en azıdır.
Mukırr, «şöyle» sözünü üç «Vâv» ile dört kere zikretse, meselâ; «Bende, şöyle ve
şöyle ve şöyle ve şöyle dirhem vardır!» dese, o zikredilen adede bin dirhem
eklenir. Bu takdirde, bin yüzyirmi bir dirhem lâzım gelir. Çünkü daha önceki
adedin benzeridir.
«Bende veya tarafımda
vardır.» sözü borcu ikrardır. Yânî; bir kimse; «Fülân için, benim üzerimde
maldan şöyle şey vardır!» veya «Fülân için, maldan benim tarafımda şöyle
vardır!» derse, borcu ikrar olur. Çünkü; «Benim üzerimde» ma'nâsını ifâde eden
«Alâ» kelimesi îcâb ve ilzam bildirir. «Tarafımda» ma'nâsma gelen «Kibelî» ise,
garanti ma'nâsmı bildirir. Kefile, kabil denilmiştir. Zîrâ malı, garanti eder.
Eğer mukırr; «Benim üzerimde veya benim tarafımda şöyle . mal vardır.»
sözüne vediâ'yı eklerse, tasdik edilir. Çünkü onun üzerine garanti edilen
hıfzdır; mal, hıfzın mahallidir. Böyle olunca o, mahalli zikredip hâl'i murâd
etmektedir. Lâfız, mecazen bunu taşır. Şu hâlde, mukırr'm sözü mevsûlen
(bitişik) sahih olur, mefsûlen (ayrı) sahih olmaz.
«FÜlân İçin benim
yanımda», «Beraberimde!», «Evimde»,
«Sandığımda», veya «Kesemde» şöyle şey vardır.» demesi, emâneti
ikrardır. Çünkü bu sözlerin hepsi, o şeyin elinde olduğunu ikrardır. Bu, emânet
olur. Çünkü ba'zan mazmun, ba'zan da emânet olur. Emânet olması, t en azıdır.
«Benim bütün malini
veya bütün mâlik olduğum şey onundur!» demek hibedir, ikrar değildir. Çünkü onun
malı veya mâlik olduğu her şeyin, o hâlde -başkasının olması imkânsızdır. Şu
hâlde, ikrar sahih değildir. Lâfız, inşâya da ihtimâllidir. Öyleyse, ona
yorumlanır ve hibe olur da teslimi gerektirir. Teslim bulunursa, hibe sahih
olur; bulunmazsa, sahih olmaz.
Bir da'vâlmm; bin
dirhem iddia *eden da'vâciya, yâni; «Sende, benim bin dirhemim vardır.1) diyen
da'vâcıya; «Sen, o bin dirhemi tart.» yâhûd «Say!», «Bana, onun için mühlet
ver!», «Ben, onu sana ödedim!», «Sen, ondan benim zimmetimi ibra ettin!», «Sen,
onu bana tasadduk ettin!» veya «Sen, onu bana hibe ettin!» «Ben, onu sana Zeyd
üzere havale ettim!» demesi ikrardır. Zâmirsiz cevâb verirse, ikrar olmaz.
Önceki dört sözün ikrar
olmasına sebeb; zamir o bin dirheme râ-ci olduğu içindir ve o bin di rhem vucûb
ile mevsûf dur.. Sanki «Sen tart, say, va'de ver, veya senin için benim üzerime
vâcib olan bin dirhemi ben sana ödedim.» demiş gibi olur. Hattâ zamiri
zikretmezse, ikrar olmaz. Çünkü ikrarının mezkûr söze yorumlanması için delil
yoktur. Beşinci sözün ikrar olması ise; îbrâ da'vâsı hüküm gibi olduğu içindir.
Çünkü ibra, ıskattır. İskât ise, ancak üzerine vâcib olan malda olur.
Altıncı ve yedinci
sözün ikrar olması; ondan mülk da'vâsı olduğu içindir. Mülk da'vâsı ise, ancak
zimmette mal vâcib oldukdan sonra olur.
Sekizinci sözün ikrar
olması; borcum bir zimmetten, diğer zimmete tahvili vücûbsuz olmadığı içindir.
Da'vâlmm; «Evet!» demesi ikrardır. Yânî da'vâlıya; «Benim, sende şu kadar
alacağım var mıdır?» de-niîdikde, «Evet!» dese, ikrar olur. Çünkü, «Evet!» lâfzı
cevâb için konulmuştur ve rabıtaya ihtiyâç kalmaz.
«Benim sende alacağım
var mıdır?» dedikde, «Evet!» yerine başı ile işaret etse, ikrar olmaz. Çünkü
dilsizin işareti, söz yerine geçer. Dilsiz olmayanın işareti, söz yerine geçmez.
Bir kimse, deyn-i
müecceli (gelecekde ödenmesi gereken borç) ikrar ettîkde, mukarr-ım leh;
«Peşindir!» dese; mukır, yemini ile tasdik edilir. Yânî bir kimse veresiye borcu
ikrar etse, mukarr-un leh onu "borç hakkında tasdik edip, müddette yalanlasa;
mukırr'm borcu hemen ödemesi lâzım gelir. Çünkü mukırr, kendisi üzerinde hak
bulunduğunu ikrar etmiş ve kendisi için onda hak da'vâ etmiştir. Şu hâlde
ikrarda hüccetsiz tasdik edilir. Da'vâda tasdik edilmez. Nitekim elindeki
köleyi; «Bu köle fülânındır, ondan kiraladım!» diye ikrar etse, mukarr-un leh
onu mülkde tasdik eder. Kiralamada tasdik etmez.
Eğer bir kimse; «Fülân
için benim üzerimde yüz vardır ve bir dirhem vardır!» dese, onun üzerine yüzbir
dirhem lâzım gelir.
«Bir kimse fülân için
benim üzerimde yüz vardır ve bir giyecek vardır!» dese, onun giyecek vermesi ve
yüz'ü açıklaması lâzım gelir. Yânî yüz'ü açıklaması için mukırr'a müracaat
edilir. Kıyâs'a göre; «Yüz vardır ve bir dirhem vardır.» demek de böyle idi. Bu,
İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin sözüdür. Çünkü bu, bir atfdır. İki fasılda da müfessir
(a-çıklayıcî) olduğu hâlde mübhem üzere atf etti. Atf ise, beyân için
konulmamıştır. Şu hâlde her ikisinde de yüz lâfzı mübhem (kapalı) kalmıştır.
Bizim delilimiz şudur:
Bir dirhem, sözü âdeten yüzü açıklamak içindir. Çünkü insanlar dirhemleri tekrar
etmeyi ağır ve usandırıcı bulup, dirhemi bir kere söylemekle yetinirler. Bu,
ağır bulup hoşlanmamak (istiskal) kullanılışı çok olan şeylerdedir. Kullanılış,
sebebin çokluğu ile vücûbun çokluğu katımdadır. Bu çok kullanma, mekilât ve
mevzûnât (ölçülen ve tartılan şeyler) gibi mukadderattadır. Çünkü mekîlât ve
mevzûnât, selem, karz ve semen olmakla zimmette borç olarak sabit olur.
Giyecekler, mekîlât ve mevzûnâttan olmayan şeyler^ zikredilenin aksinedir.
Bunların zimmette vucûbu çokça olmaz. Çünkü giyecekler zimmette sabit olmaz,
ancak selemde ve nikâhda sabit olur. Bu ise, çok vâki' olmaz. Böyle olunca,
hakikat üzere kalmıştır.
«İki elbise» demesi de,
böyledir. Yânî mukırr, O'nun; «Bende
yüz ve iki elbisesi vardır.» dese, iki
elbise lâzım gelir. Yüz'ü de açıklar. Çoğulda, hepsi elbise olur. Yâni, mukırr,
mukarr-un leh için; «Onun'ben-de yüz ve üç giyeceği vardır.» dese, bunların
hepsi de giyecekdir. Çünkü mukırr, iki mübhem adedi yânî yüz'ü ve üçü zikretmiş
ve açıklamasını ardından getirmiştir. Böyle olunca, giyecek ikisine teşmil
edilir. Çünkü iki mübhem adedden her ikisi de açıklanmaya muhtâc ol-makda eşit
olmuşlardır. «Giyecek» lâfzı, yüz için mümeyyiz olamaz, denilemez. Çünkü yüz,
üçle beraber zikredilince, ikisi de bir aded gibi olur.
Yine, bir kimse;
«Fülânın, bende yarım dirhemi ve bir dînârr °i yeceği, şu kölenin yansı ve şu
câriye vardır.1-, dese, hepsinin yansmi vermesi lâzım gelir. Çünkü sözün hepsi, muayyen
olmayan bir şeve veya muayyene vâki'
olmuş:.ur. Şu hâkle
yarım, hepsine sarf eâ:i;r
Sanki, cBende, şunun yarısı ve şunun yarısı vardır!-) demiş olur
Mukirr. on dirhem ve
bir dâmk veya bir kırâfi
ikrar etse, ikrarı gümüşden olur. Çünkü birinci açıklama ile yetinmek insanlar
arasında yaygındır. Allah Teâlâ
(C.C.) :
«Onlar mağaralarında
ücyüs yıl kaJdılar, Dokuz da katlılar.»
buyurmuştur. Yâni, dokuz yıl kattılar, demektir.
* Mukırr, bir kavsara
içinde hurmayı ikrarda bulunsa, ikisini de vermesi lâzım gelir. Yâni hurma ve
sepeti vermesi lâzım gelir. Meb-sût'ta bu ibareyi:
«Sepet içinde hurmayı
gasbettim!» Sözü ile açıklamıştır. Hurma ile sepeti vermesi lâzım gelmesinin
vechi şudur: Sepet, 'hurma için kap ve zarıdır. Kap içindeki bir şeyi kapsıs
gasbetmek tahakkuk edemez. Şu hâlde,; ikisini de ikrar etmiş olması lâzım
gelir.
Keza, gemideki yiyeceği
ve çuvalîardaki buğdayı ikrarda bulunması da, böyledir. (İkisi de lâzım,
gelir.) Fakat, «Sepetten gasb eyledim!» diye ikrar ederse bunun hilaf madır;
sepet lâzım gelmez. Çünkü, «min/den», lâfzı
ayırmak içindir. Şu hâlde,
ayrılmış olan şeyi gasb ettiğini
ikrar etmiş olur.
Mukırr. ahırda bir
hayvanı gasb ettiğini ikrar etse, ahırsız sâdece lıayvanı vermesi lâzım gelir.
Ç'inkü Şeyhayn'a
göre; menkûl olmayan şey gasb sebebiyle ödeiiUnez. imâm Muhamnıed- (Ru.A.) ayrı
görüştedir. Keza. evdeki yiyecek de, hayvan, ile ahır gibidir. Yâni, yalnız
yiyecek lâzım gelir. Ev lâzım gelmez.
Bu cins meselelerde asi
olan şudur: Zarım (kabın), hakîkaten zarf sayılması mümkün olursa bakılır;
zarfın nakli mümkün ise; zarf ve mazruf ikisi de lâzım gelir. Nakli mümkün değil
ise, İmâm A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, yalnız mazruf lâzım gelir.
Çünkü ödemeyi gerektiren gasb, menkûlden başkasında gerçekleşmez. Eğer zarf
nakledilmez, diye iddia ederse, tasdik olunma;;. Çünkü o tam olan bir gasbı
ikrar etmiştir. Zira ikrar mutlaktır. Kemâle sarf olunur. İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre ise; gayr-l menkûl olsa da her ikisi lâzım gelir. Çünkü gayr-i menkûlün
gasbı tasavvur olunabilir. Eğer hakikaten şart' sayılması mümkün cleğü ise.
ancak birincisi, yâni mazruf lâzım gelir. "Dirhem içinde dlrhem.o sözü gibi.
ikincisi lâzım gelmez. Çünkü dirhem, dirheme hakikaten zarf olamaz.
Mukırr, mukarr-un leh'e
bîr yüzük ikrar etse, yüzüğün halkasını ve taşını vermesi lâzım gelir. Çünkü
yüzük, halkaya ve taşa şâmil olan bir isimdir.
Eğer mukirr, kılıç
ikrar etse. onun demiri, kını ve kayışı hepsi îâ-zım gelir. Çünkü kılıç adı
mutlakdır, hepsine verilir. «Nasl», kılıcın demiridir. «Cefn», kılıcın kınıdır.
«Hamail», (Kâ) nm kesriyle «Himâle» nin çoğuludur ve kılıcın kınının kayışıdır.
Eğer mukırr, mukarr-un
leh/e bîr gerdek evi ikrar ederse, o evin ağaçları ve örtüsü beraberce lazım
gelir. «Hacele», gerdek evine veya odasına derler. «Idân», onun ağaçlarıdır.
Çünkü.gerdek evi örfen giyeceklerle, sedir ve perdelerle süslenmiş bir evdir.
Hacele (gerdek odası) adı, örfen hepsine verildiği için hepsi lâzım gelir.
Eğer mukırr, giyecek
içinde bir giyecek yâhûd mendil içinde bir giyecek ikrar etse, ikisini de
vermesi lâzım gelir. Çünkü ikincisi, birincisinin hakîkaten zarfıdır. Ve nakli
dahî mümkündür. Nitekim daha Önce geçti.
Mukırr, mukarr-urı
leh'e on giyecekde bir giyecek ikrar etse, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; bir giyecek lâzım gelir. İmâm Muhanımed
(Rh.A.); «Mukırrın onbir giyecek vermesi lâzım gelir.» demiştir. Çünkü değerli
olan giyecek ba'zan on giyeceğin içine sarılır. Böylece onun zarf yapılması
mümkündür ve çuvallardaki buğdayı ikrar etmek gibi olur. Ebû Yûsuf (Rh-.A.j un
sözüne güre; —ki Önceleri İmâm A'zam' (Rh.A.) m sözü de budur— on, bir için
âdeten zarf olmaz, âdeten mümteni' olan ise. hakîkaten mümteni' gibidir.
Mukırr, mukarr-un lehe
çarpmak niyyeti ile «Beşe beş» diye ikrar etse, beş lâzım gelir. Çünkü çarpmanın
eseri, cüzleri çoğaltmakdadır. Malı çoğaltmakda değildir. Eğer beş ile beşi
niyyet ederse, on lâzım gelir. Yânı ben, beşle beraber (maa) beşi niyyet ettim,
derse on lâzım gelir. Çünkü lâfız, bunu taşır. Allah Teâlâ (C.C.) :
«Haydi gir kullarımın
içine...» buyurmuştur, ki buradaki;
«fî/içine» sözcüğü «maa/berâber» ina'nâsına alınıp; «Kullarımla beraber gir.»
demektir, denildi. Lâfız, velev mecazen olsun ona muhtemel olunca, niyyet ettiği
takdirde sahîh olur. Özellikle kendisine teşdîd bulunduğu yerde sahih olur.
Nitekim yerinde anlatılmıştır.
Eğer mukırr; «Benim
üzerimde bir dirhemden on dirheme kadar vardır!» veya «Bir dirhemle on dirhemin
arası vardır.» diye ikrar ederse. İmâm A'zam (Rh.A.) a göre; dokuz dirhem,
lâzım gelir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «On lâzım gelir.» demişlerdir. İmâm Züfer
(Rh.A.); «Sekiz lâzım gelir.» demiştir, ki kıyâs olan da budur. Çünkü mukırr,
birinci ve sonuncu dirhemi —ki onuncudur— sınır yapmıştır. Sınır ise,
sınırlananda dâhil olmaz.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
in delili şudur: Gayenin mevcûd olması vâcib olur. Çünkü ma'dûmun mevcûd için
(yâni yok olanın var olan için) sınır olması caiz olmaz. Ve sınırın varlığı
sınırın vucûbiyledir. Şu hâlde, iki sınır dâhildir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m
delili ise şudur: Gaye mugayyâda dâhil olmaz. Çünkü had mahduda zıt ve aykırı
olur. Lâkin burada mutlaka birincinin dâhil edilmesi gerekir. Çünkü ikinci ve
üçüncü dirhem, birincisi olmaksızın gerçekleşmez. Şu hâlde birinci gaye
biz'zarûre dâhil olur. İkincide zaruret yoktur.
Mukırr; «Evimden, şu
duvarla şu duvar arası.» diye mukarr-un leh'e ikrar etse, iki duvarın arası
lâzım gelir. Nitekim zikredildi ki, gaye mugayyâda dâhil olmaz."
Mukirr, bir cariyenin
hamlini (karnındaki dölünü) veya koyunun hamlini bir adama ikrar etse, ikrarı
sahîh olur, vermesi lâzım gelir. Çünkü hamli ikrarın bir sahîh vechi vardır, ki
şudur: Bir adam, birine o hamli vasiyyet eyler de, vasiyyet eden ölürse, bu
takdirde vasiyyet edilen kimse için vârisi ikrar eder. Dölü ikrar mutlak surette
sahilidir. Yânı gerek elverişli bir sebeb beyân etsin, gerekse etmesin
müsavidir. Hamli ikrar etmek sahîh olduğu gibi, mukırr'm hami için mal ikrar
etmesi de sahih olur. Lâkin mutlak değil, belki mîrâs ve vasiyyet gibi elverişli
bir sebeb beyân eder, meselâ, hamlin babası ölüp ona vâris oldu veya îülân
kimse malını hami için vasiyyet etti, derse; İkrar şahindir. Çünkü mukırr,
elverişli sebeb belirtmiştir. Biz, onu muâye-neten < gözle)
görsek, onunla
hükmedebiliriz. Keza mukırr'm ikrarı ile hami sabit olsa, ondan sonra elverişli
sebeb bulunsa, onunla hükmederiz. Şu hâlde ikrar edilen hamlin, ikrar sırasında
bulunması gerekir veya bulunması muhtemel olmalıdır. Bu ihtimâl de; cariyenin
kocası varsa; murisin veya mûsînin Ölümünden sonra altı aydan az zamanda
doğurmasiyle; iddet beklemekteyse, ayrılma vaktinden i'ti-bâren iki yıldan
daha az zamanda doğurması iledir. Eğer birinci surette; câriye altı aydan daha
az zamanda canlı çocuk doğurursa veya ikinci surette; iki yıldan daha az zamanda
canlı çocuk doğurursa, ikrar edilen şey mukarr-un leh'indir. Çünkü muris veya
mûsî öldüğü zaman çocuk karında mevcûd idi.
Ya da, câriye ölü çocuk
doğursa, o mal mûsînin veya murisin vârislerine geri verilir. Çünkü bu ikrar,
gerçekde muris ile mûsînin vârisleri içindir, ikrar edilen mal cenine
(karındaki döle) ancak doğumundan sonra-intikâl eder. Halbuki, intikâl
etmemiştir. Şu hâlde mal, vârislerinin olur.
Yâhûd; gebe kadın iki
diri çocuk doğursa, ikrar edilen şey iki çocuğun olur. Yâni ikisi de erkek veya
ikisi de dişi olursa, yarısı birinin, yarısı da diğerinin olur.Biri erkek, biri
dişi olursa, vasiyyette zikredilen gibi iki yarım hisse olur. Mîrâsda ise;
erkeğe iki kadın hissesi verilir.
Eğer mukırr, satış,
ikraz ve hîbe gibi sebeb olmaya elvermeyen bîr şey ile beyân eder ve meselâ.
Kadının karnındaki döl. 'Bana sattı!
veya «Bana ödünç verdi!» yâhüd «Bana hibe ettiU derse veya ikrarı kapalı
yapıp sebeb beyân etmez de; uBende, fiilân kadının hamli için şöyle şey vardır!»
derse, ikrarı geçersiz olur. Birincinin geçersiz oima-sı; imkânı olmayan bir
şeyi beyân ettiği içindir. Çünkü, ana karnındaki dölün satması ve borç vermesi
hakîkaten tasavvur edilemez. Bu açık ve besbellidir. Hükmen dahî tasavvur
edilemez. Çünkü mukırr, hami üzerine velî olamaz.
İkincinin, yânı mübhem
ikrarın geçersiz olması; mutlak ikrar, ticâret sebebiyle olan ikrara
yorumlandığı içindir. Bundan dolayı me'-zûn kölenin ikrarı, şirket-i müfâvaza'da
iki mütefâvızdan birinin ikrarı ticâret sebebiyle ikrar üzere yorumlanır. Bu
takdirde, ikrarı tasrîh etmiş gibi olur.
Muİur, bîr meelisde iki
adamı bin akça İkrarı üzere şâhid kilsa ve diğer bir meclisde başka iki adamı
bin akça üzere şâlıîd kılsa, ikibin akça. vermesi lâzım gelir. Yânı mukırr,
şâhidlerin yanında iki veya bir kaç kere senet gezdirip, o vesikada bin akça
olduğunu ikrar etse, mukırra vâcib olan, ittifakla yalnız bin akçadır. Çünkü
senedde sabit olan malı ta'rîf ettiği için, ikinci ikrar, birincinin aynıdır.
Eğer senette kayd olunmayip. belki İki şahidin huzurunda bin akça ikrar eder;
sonra başka meclisde iki şahidin huzurunda sebebi beyân etmeksizin bin akça
ikrar ederse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ikibin akça vermesi lâzım gelir.
Bir rivayette; son iki
şahidin önceki iki şâhid olmaması şarttır.
Diğer bir rivayette;
şâhidlerin birinci şâhidlere zıt olmamaları şarttır.
Bu, ikibin akçanın
lâzım gelmesi; ikinci, birinciden başka olduğuna göredir. Nitekim her bin için,
bir senet yazılıp, her senette iki şahidin şâhidlik etmeleri böyledir.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
e göre, o kimsenin ancak bin akça vermesi lâzım gelir. Çünkü ikrarın tekrar
edilmesi, şâhidleri artırmakla hakkı te'kîd etmek için olduğuna örf delâlet
etmektedir. Eğer meclis bir olursa; Kerhî' (Rh.A.) nin tahrîcine göre,
ittifakla, verilmesi lâzım gelen bin akçadır. Çünkü birbirinden ayrı kelimeler
toplayıp, bir söz hükmüne getirmekde meclisin te'sîri vardır.
İkrarın yazılmasını
emretmek ikrardır. Yânî mukırr, senet yazana, «Fülânın, bende bin akçası
olduğunu ikrar ettiğimi yaz!» diye emret-se, bu emir ikrar olur. Ve senet yazan
kimsenin, âmirin başkasına âid mal ikrar ettiğine şehâdet etmesi helâl olur.
Keza: «Şu hanenin satıldığım yaz!» dese, senet kâtibi yazsın, yazmasın, bu emir
de satış ikrarı olur. Senet kâtibine; «Benim karımın talâkını yaz!» diye
emret-se kâtib yazsın yazmasın, karısı boşanmış olur. İmâdiyye'de de böyle
denmiştir.
Bu sözler, hükmen
ikrardır. Musannifin «Hükmen» demesine sebeb; çünkü. emir. inşâdır. İkrar ise,
ihbardır. İnşâ ile ikrar hakîkatta bir değildirler. Belki denmek istenen şudur:
İkrârm yazılmasını emretmek hâsıl olunca, ikrar da hâsıl olur.
Vârislerden biri,
ölünün borcunu ikrar etse; ulemâdan ba'zısma göre; borcun hepsini onun vermesi
lâzım gelir. Ba'zıîarı da; «Payına düşen kadarını vermesi lâzım gelir.»
demişlerdir. Yânî bir adam, Ölen
bir kimsenin kendisine
borcu olduğunu iddia etse; vârislerden ba'zısı da o borcu ikrar etse, bizim
ulemâmızın sözüne göre, borcun hepsi mu-kırr'm payından alınır. Fakîh Ebû'1-Leys
(Rh.A.); «Kıyâs da budur.» demiştir. Lâkin benim ihtiyarıma (tercihime) göre; o
mukırrdan borç-dan payına düşen kadan alınır. Şa'bî'nin, Basrî'nin, İbn Ebî
Leylâ'nın, Süfyân Sevri'nin ve onlara tâbi olan diğerlerinin kavileri de budur.
(Allah hepsine rahmet eylesin). Bu görüş, zarardan en uzak olandır.
Şems'ül-Eimme
el-Hulvânî (Rh.A.) dahî, Fakîh Ebû'1-Leys' (Rh. A.) in dediği gibi zikredip
şöyle demiştir: Bizim ulemâmız, bu konuda bir şey ziyâde ettiler (eklediler). O
ziyâde, diğer kitaplarda şart kılınmamıştır. O da, kadının onun üzerine ikrân
ile hüküm vermesidir. Çünkü sâdece ikrar etmesiyle borcun onun payından
'ödenmesi helâl olmaz. Belki kadının hükmüyle helâl olur. Bu mes'ele Ziyâdât'da
müellifinin zikrettiği mes'ele ile zahir olur.
Mes'ele şudur: Vârislerden
biri borç ikrar edince, ondan sonra, o borcu ikrar eden vâris ile bir adam,
«Ölenin borcu vardır!» diye şehâdet etseler, o şehâdet kabul edilir ve bu
mukırr'm şehâdeti dinlenir. Vârislerden birinin yalnız ikrân ile bütün borç
kendi payından helâl olsa, şehâdetinin kabul edilmemesi lâzım gelirdi. Çünkü
burada ödeme mecburiyeti vardır. Ziyâdât sahibi demiştir ki: Bu ziyâdeyi
bellemek gerekir. Çünkü bunda büyük fayda vardır. Fetâvâ-yı İmâdiyye'de de
böyle denmiştir.
Mukırr, ikrar eylediği
şeyin ba'zısmı, İkrarına bitişik olduğu hâlde istisna etse, geri kalanı ona
lâzım gelir. Yânı mukırr, mukarr-un leh'e; «Benim, ona on dirhem vereceğim
vardır, ancak bir dirhem müstesna!» derse, dokuz dirhem vermesi lâzım gelir.
Çünkü Usûl-i Fıkıh'da tekarrür etmiş (yerleşmiş) ti.r ki; mukırr, bu sözle
istisnadan sonra geri kalanı söylemiş olur. Sanki başlangıçta; «Benim, ona dokuz
dirhem vereceğim vardır!» demiş gibidir. Bütün Ulemâya göre; bitişik
zikretmesinin şart kılınması, onun değiştirici
olmasından dolayıdır.
îbn Abbâs'
(R.A.) dan, istisnada
ertelemenin caiz olduğu
nakl edilmiştir. Eğer ikrar
eylediği şeyin hepsini istisna ederse, lâfzın aynı ile olduğu takdirde, hepsi
lâzım gelir. Meselâ; «Benim, gılmanım âzâd
olsun, ancak benim gılmanım müstesna!» demek gibi.
Biliyorsun ki; istisna,
kalanı soylemekdir. Halbuki hepsini söyle-dikden sonra geriye bir şey kalmaz.
Bu, ikrardan geri dönmek olur. İkrardan sonra geri dönmek ise. gerek bitişik,
gerekse ayrılmış olsun, bâtıldır. Hepsini istisna edince, hepsi lâzım gelip
istisna bâtıl olur.
Şu şey bunun
hilafınadır ki, şâyed istisna kendi lâfzı ile yapılmazsa, meselâ; «Benim
kölelerim âzâd olsun, ancak fülân, fülân ve fülân müstesna!» deyip, onlardan
başka kölesi olmazsa, hepsinin âzâd olması gerekmez. Çünkü istisna, ilk sözle
yapılmazsa, sözü müstesnadan sonra geri
kalanını konuşmak sayabiliriz. Çünkü bütününü müstesna saymak, mülkü kalmaması
zaruretinden ileri geliyordu. Yoksa lâfza râci' bir şejrden dolayı değildi. Şu
hâlde lâfzın zâtına bakarak müstesnayı sözün baştarafının kapsadığı şeyin bir
cüz'ü yapmak mümkün olur. İmkânsızlık hâricdendir. Fakat -birinci lâîzm
aynısını söylemek zikredilenin aksinedir ki, o zaman müstesnayı istisnadan
sonra geri kalanı söylemek sayamayız.
Keza mukırr, «Benim,
kölelerim âzâd olsun, ancak şunlar müstesna!» derse, lâf zan mugâyeret (zıdlık)
bulunduğu için zikredilen gibi ikrar sabin olur. Mukırr, veznîyi veya keylîyi
dirhemlerden istisna etse, kıymet yönünden sahih olur. Yâni mukırr, onun; «Bende
yüz dirhemi vardır, ancak bir altın müstesna!» veya «Bende, onun yüz dirhemi
vardır, ancak bir ölçek buğday müstesna!» derse, İmâm A'zam (R. A.) ve İmâm Ebû
Yûsuf' (Rh.A.) a göre, sahih olur. Yüz dirhem lâzım gelir, ancak bir altının
kıymeti lâzım gelmez. Veya bir ölçek buğdayın kıymeti lâzım gelmez. Kıyâsa
göre. bu istisna sahih olmamalıydı. Nitekim İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Züfer3
(Rh.A.) in sözleri budur. Çünkü istisna, sözün başının kapsadığı şeyin bir
kısmını çı-karmakdır. Şu ma'nâya ki, eğer istisna edilmeseydi, sözün başına
dâhil olurdu. Bu ihrâc, cinsin hilâfında tasavvur edilemez. Lâkin İmâm A'zam
(Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) istihsânen bunu sahih kabul etmişlerdir.
Çünkü mukadderat (takdir edilen şeyler) sûreten çeşitli ve ayrı cinsler olsa
da; ma'nen bir tek cinsdir. Çünkü, cinsler zimmette semen olarak sabittirler.
Altının böyle olduğu-zahirdir. Keza altından başkası da öyledir.Çünkü keylî ve
vezni, aynlan ile me-bî1, vasıflan ile semendir. Hattâ keylî ve vezni olarak
ta'yîn edilse-ler, akd ikisinin de aynlanna tealluk eder. Eğer keylî ve veznî
olarak ^nitelenip ta'yîn ediîmeseler, onlann hükmü, altınların hükmü gibi olur.
Bundan dolayı ikisinde de eskilik ve yenilik eşit durumda olur. Ma'nen ikisi de
bir tek cins gibi, zimmette sübût hükmünde olurlar. Şu hâlde istisna, geri
kalanı ma'nen konuşmak ve söylemektir, yoksa sûreten değildir Şâyed mukırr,
dirhemlerden veznî ve keylîden başkasını istisna etse, bize göre, sahih olmaz.
İmâm Şafiî (Rh.A.), ayn görüştedir. Şâüî' (Rh.A.) nin delili şudur: Keylî ve
veznîden başkası maliyet bakımından cinsde birleşirler. Bizim delilimiz ise
şudur: Maliyet bakımından birleşmiş olmak, cinsen birleşmeyi ifâde etmez. Belki
mutlaka semeniyet vasfı lâzımdır. Velev ki ma'nen olsun. Nitekim sen bunu
gördün.
Şâyed mukırr, ikrarına
«İnşâellâhu Teâlâ» sözünü eklese, İkrarı İbtâl eder. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.)
nın dilemesine (meşîetine) bağlamak, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, ibtâldir.
Bu durumda ilcrâr, hüküm rriün'akid
olmazdan önce bâtıl olur. İmâm Ebû Yûsuf (RhA.) a göre; tevakkuf etmediği şarta
bağlamaktır. Öyle ise bu,asüdan sözü yok etmekdir.
Bir kimse, muhayyerlik
şartiyle ikrar edip, meselâ; «Üç gün muhayyer kalmam şartiyle, fülânın bende
bin dirhemi vardır!» dese, ikrar sahih olduğu için malı vermesi lâzım gelir.
Çünkü ilzam edici olan sîga mevcûddur.
Mukırr'm muhayyerlik
şartı bâtıl olur. Çünkü ikrar, ihbardır ve ihbarda muhayyerliğin te'sîri yoktur.
Çünkü ikrar doğru ise, ihbar etmese bile, onunla amel vâcib olur. İkrar yalan
ise, o malın geri verilmesi vâcib olur. Onu ihtiyar etmesi ve etmemesiyle ikrar
değişmez. Muhayyerliğin şart kılınmasının te'sîri, ancak akdlerdedir. Tâ ki
muhayyer olan kimse, akdi fesh etmesi ile onu yürütüp devam ettirmesi arasında
serbest olsun.
Bir kimse, bîr hâne
ikrar edip binasını istisna etse; meselâ, «Şu hâne fülân kimsenindir, ancak binası müstesna!» derse, yer ve bina
mukarr-un Ieh'in olurlar. Onun istisnası sahih olmaz. Çünkü hâne ismi, maksûd
olarak binaya şâmil değildir. Çünkü hâne, üzerine duvar çevrilen arsanın adıdır.
Bina, ona tebaan dâhil olur. Lâfzen dâhil olmaz. Bundan dolayı müşteri teslim
almazdan önce, binaya müstehık ortaya çıksa, bina karşılığında semenden bir şey
düşmez. Belki müşteri muhayyer kılınır ve istisna ancak sözün nassan kapsadığı
şeyden olur. Çünkü istisna lâfzî tasarrufdur.
Ben derim ki, bunun
zahirine şöyle bir soru (i'tirâz) yöneltilebilir:
«Binanın, haneden cüz
olması hiç kimseye gizli kalan bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, binayı
itlaf eden kimse zararı öder. Binâenaleyh bu istisna, on sayısından biri istisna
etmek gibi olur. Öyle ise, binanın istisna edilmesinin sahîh olmamasının vechi
nedir?» Biz deriz ki; bunun vechini bilmenin tahkiki, İlm-i Kelâm ve îlm-i
Usûl'de anlatılan bir mukaddimeye dayanır. O da şudur: Rükn, iki kısımdır.
Birisi, aslîdir. Aslî rükn, ismin medlulünde dâhil olan şeydir. Öyle ki, bu şey
ortadan kalksa, geri kalanına o ismi vermek sahîh olmaz. Meselâ, on sayısından
bir, ve hayvana nazaran baş böyledir. .
İkincisi; zâiddir. Bu
zâid rükün de, ismin medlulünde dâhildir, lâkin ortadan kaldırılırsa, geri
kalana o isim verilebilir. Zeyd'in eli ve ayağı gibi. Hattâ bir kimse; «-Bu köle
Zeyd'indir, ancak eli ve ayağı müstesna!» derse, istisna caiz olmaz. Bu tahkik
ile, İlm-i Kelâm ulemâsının; «İkrar, îmânda zâid rükündür.» sözlerine yapılan
i'tirâzın defi anlaşılmış olur. İ'tirâz şöyledir: Rükniyyet, dâhil olmayı;
ziyâde ise, çıkmayı gerektirir. Şu hâlde,
girme ve çıkma (duhûl ve hurûc) nasıl bir araya gelebilir?
Bu i'tirâz şöyle
savulur: Girme (duhûl), lâfzın zahiren şümulüne bakarakdır. Çıkma (hurûc) ise,
hakîkaten tebaiyete bakarakdır. Şu hâlde, çelişme yoktur. Yüzüğün taşı, hurma
bahçesinin ağaçları ve cariyenin halkası, lâfzın tebaan kapsadığı şeylerden
olmaları hususunda, hanenin binası gibidirler. [Meselâ bir kimse, bir yüzük
ikrar edip taşım istisna etse ve yine bir bahçe ikrar edip hurmasını istisna
etse, ve yine bir câriye ikrar edip halkasını istisna etse, hanenin binası gibi
olur. Hattâ onların istisna edilmeleri, zikredilen hâne gibi sahîh olmaz.]
Fakat şu şey onun aksinedir ki; mukırr, haneyi ikrar edip; «Ancak üçtebiri
müstesna!» yâhûd «O haneden, bir ev müstesna!» derse, istisna sahîh olur. Çünkü
üçtebir veya ev, hâne lâfzında dâhildir. Böyle olursa istisna sahîh olur.
Mukırr'm; «Hanenin
binası benim, yeri fülânındır!» demesi de, böyledir. Yâni böyle derse, ikrarı
sahîh olup yer ve bina fülânın olur. Zîrâ yerini ikrar etmesi tebaan binayı
ikrar etmekdir. Haneyi ikrar gibi. «Binası benimdir!» dedîkden sonra; «Arsası da
fülânındır!» derse, mukırr'm dediği gibi olur. Çünkü arsa, binadan ve ağaçdan
hâli olan yer parçasından ibarettir. Sanki o, «Şu yerin beyazı (yânî çıplak
hâli) binasız fülânındır!» demiş gibidir.
Ta'yîn ettiği fakat,
teslim aldığını inkârda bulunduğu bir kölenin semeninden bin. dirhemi ikrar
etmek şahindir. Yânî mukırr; «Ondan satın aldığım fakat, tesellüm
etmediğim-kölenin semeninden bende bin dirhemi vardır.» derse; eğer muayyen bir
köle zikretti ise, mukarr-un leh'e; «Dilersen köleyi teslim et ve bin dirhemi
mukırr'dan al; aksi takdirde köleyi teslim etmezsen, senin için bir şey yoktur!»
denilir. İmdi mukarr-un leh köleyi teslim ederse; mukırr'm, bin dirhemi vermesi
lâzım gelir. Teslim etmezse, lâzım gelmez. Bu mes'ele bir kaç vech (şekil)
üzeredir:
Birinci vech budur; ki
o da, mukarr-un Ieh'in, mukırr'ı tasdik edip köleyi teslim etmesidir. Bunun
cevâbı, bizim zikrettiğimizdir. O da, bin dirhemin vâcib olmasıdır. Çünkü
ikisinin, birbirlerini tasdik etmeleri ile sabit olan, iyânen (görmekle) sabit
olan gibidir.
İkinci vech; mukarr-un
Ieh'in; «Köle, senin kölendir, onu ben, sana satmadım. Benim, sana sattığım
bundan başka bir köledir.» deme-sidir. Bu vechde mal, mukırr'a lâzım gelir.
Çünkü, kendisi için köle selâmette kaldığı an, üzerine malın vâcib olduğunu
ikrar etmiştir, köle, zi'1-yed'in mülküdür diye ikrarda bulunduğu an selâmette
kalmıştır. Şu hâlde, mukırr'a mal lâzım gelir. Sebebler, aynları için değil,
hükümleri için matlûbdur. Binâenaleyh asıl malın vâcib olduğuna it--, tifâk
ettikden sonra sebebde birbirlerini yalanlamalarına i'tibâr yoktur.
Üçüncü vech; mukarr-un
leh'İn, «Köle, benim kölenıdir, ben sana onu satmadım!)) demesidtr. Bunun hükmü;
mukırr'a bir şey lâzım gel-nıemesidir. Çünkü mukırr; ona malı ancak, köleyi
teslim ettiği takdirde ikrar etmiştir. O ise, teslim etmemiştir.
Dördüncü vech;
mukarr-un leh'in, «Köle, benim kölemdir. Ben, onu satmadım. Sana, ancak başka
köle sattım!» demesidir. Bunun hükmü; ikisinin de yemîn etmeleridir. Çünkü her
biri, hem da'vâcı, hem de münkirdir. Zîrâ mukırr, ta'yîn ettiği kölenin
teslimini iddia; diğeri inkâr etmektedir. Mukarr-un leh, o köleden başkasını
satmış olmakla mu-kır'dan bin dirhem iddia etmekte, mukır ise, bunu inkâr
etmektedir. Şâyed ikisi de yemîn ederlerse, her birinin arkadaşından da'vâsı
ortadan kalkar ve mukırr üzerine bir şeyle hükmedilmez. Köle hangisinin elinde
ise, onda kalır. Bu hüküm, köle muayyen olduğuna göredir. Muayyen olmazsa,
mukırr'a bin dirhem lâzım gelir ve inkârı hükümsüz kalır. Yânî köleyi teslim
almadım; dediğinde İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre, gerek istisnayı bitiştirsin,
gerekse ayırsın, mukirr, tasdik edilmez. Çünkü bu, ikrarından geri dönmektir.
İkrardan dönmek ise, bâtıldır.
Muayyen olmayan mala
misâl; şarâbın veya domuzun semeninden, demeğidir. Yânî mukırr, «Şarâb veya
domuzun semeninden fülâna bin dirhem borcum vardır!» derse, gerek bitiştirsin
(vasi etsin), gerekse ayırsın (fasl etsin) ona bin dirhem vermesi lâzım gelir.
Çünkü bunda, ikrar ettikden sonra geri dönmek vardır. îmâmeyn (Rh. Aleyhimâ);
«Eğer mukırr istisnayı bitiştirirse tasdik edilir, ayırırsa tasdik edilmez.
Çünkü istisna, beyân-ı tağyir (değiştirici açıklama) dir. Şu hâlde, bitişik
olarak sahîh olur, ayrı olarak sahih olmaz. Şart ile istisna gibi.» demişlerdir.
Mukırr, «Bende bir
malın semeninden veya ödünçden fülâna bin dirhem vardır, o bin dirhem kaipdır
veya bakır akçadır yâhûd kaplamadır veya kurşundur.» derse, iyisini vermesi
lâzım gelir. Yânı mukırr, «Fülânın bende meta semeninden bin dirhem alacağı
vardır!» veya; aBana bin dirhem ödünç verdi!» dedikden sonra; «O bin dirhem
kaipdır veya bakır akçadır yâhûd kaplamadır, veya kurşundur.» der yâhûd «Ancak
o bin dirhem kalpdırî» derse, veya «Fülânm bende meta' semeninden bin dirhem
kalp akçası vardır!» der de, mukarr-un leh; «Hakîkidir!» derse, İmâm A'zanV
(Rh.A.) a göre; gerek bitişik, gerekse ayrı söylesin, daha önce geçer, sebebden
dolayı İyiyi vermesi lâzım gelir.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ);
«Eğer mukırr, bitişik söyledi ise; tasdik edilir; aksi hâlde tasdik edilmez.»
demişlerdir. Bunun sebebi dahî yukarda geçti.
Eğer mukırr, «Fülânm
bende, gasbdan veya emânetten bin dirhemi vardır, ancak o kalp akçadır veya
bakır akçadır yâhûd kaplama veya kurşundur!» diye şu zikredilen dört şeyin
birini iddia etse; mukırr, gerek bitiştirsin, gerekse ayırsın, tasdik edilir.
Çünkü gasb ve emânet için kalp akça değil de, iyilere tahsis hakkı yoktur. Çünkü
gâsıb bulduğunu gasb eder. Emânet koyan ise korunmaya muhtâc olan şeyi emânet
eder. Şu hâlde, mukırr'ın, «Kaipdır!» demesi sözünün evvelini değiştirmez.
Belki, çeşidini açıklamak olur. Binâenaleyh ikrar, bitişik ve ayrı olarak sahîh
olur. Ancak son ikisinde ayrı olarak sahih olmaz. Yâni mukırr, «Fülânın, bende
gasbdan veya, emânetten bin dirhemi vardır. Ancak o bin dirhem kaplama veya
kurşundur!» dedikde, eğer bitiştirirse tasdik edilir. Ayırırsa, tasdik edilmez.
Çünkü kaplama, dirhem cinsinden değildir. Bundan dolayı, onunla sarfda ve
selemde müsamaha edip almak caiz değildir. Lâkin isim, mecazen dirhemlere sâ-
-mildir. Bu takdirde, beyân-ı tağyir olur ve istisna bitişik olarak sahîh olur,
ayrı olarak sahih olmaz.
Bir adam; «Ben, bir
elbise gasbettim!» diyerek kusurlu bir elbise getirse, hasmı kusursuz olmadığını
isbât etmedikçe, yeminiyle tasdik olunur. Çünkü gasb, selâmeti iktizâ etmez.
Nitekim; «Onun, bende bin dirhem alacağı vardır.» sözünde böyledir. Ancak,
eksilir. Bitişik söylerse, yine hüküm böyledir. Bilirsin ki; istisna bitişik
olursa, sahîhdir, bitişik olmazsa, sahîh değildir.
Bir adam, başka birine;
«Ben, senden emânet bin akça aldım. O emânet bin akça helak oldu!» dedikde, o
da; «Belki gasben aldın!» dese; mukırr, bin dirhemi Öder. Çünkü ödemenin
sebebini ikrar etmiştir. O da, başkasının malını almaktır. Sonra ondan berâeti
îcâb eden şeyi iddia etmiştir. O da, izinle almış olmasıdır. Diğeri ise, onu
inkâr -etmektedir. Şu hâlde, söz yemini ile diğerinindir. Ancak yeminden
kaçınırsa, bu takdirde mal lâzım gelir.
Mukırr'ın; «Bana, sen
bunu emaneten verdin!» demesine karşı, mal sahibinin; «Sen, onu benden
gasbettin!» demesi bunun hilâfmadır. Yânî mukırr'm; «Bana emânet verdiğin bin
dirhem helak oldu!» demesinde, mâlikin; «Yok, belki o bin dirhemi benden gasb
ettin!» diye red etmesi, zikredilenin aksinedir. Mukırr, ödemez. Çünkü ödemenin
sebebini ikrar etmemiştir. Mukarr-un leh, ödeme sebebi iddia etmekte; o inkârda
bulunmaktadır. Şu hâlde söz, yemini ile mukırr'mdır.
Bir kimse; «Bu mal, benim için senin yanında emânet
idi. Ben, onu aldım!» dedikde, öteki; (fO,
benimdir!» derse, onu alır. Yânî bir kimse, bir başkasından bir şey alıp; «Bu
şey, senin yanında benim için emânet idi, onu aldım!» dedikde, diğeri; «O şey,
benimdir!» derse, «Benimdir!» diyen alır. Çünkü alan adam; «Benimdir!?) diyen
adam için zi'1-yedlik ikrar etmiştir. Ondan sonra, ondan aldığını ikrarda
bulunmuştur. O da ödemenin sebebidir. Nitekim daha önce açıklandı. Ve mukarr-un
aleyh üzerine istihkakını iddia etmiştir. Bu durumda, onun sözü kabul edilmez.
Belki aynı duruyorsa, malı; helak olmuş ise, kıymetini geri vermesi vâcib olur.
Bir kimse; «Ben, atımı
veya giyeceğimi fülâna kiraladım. Ata, bindi ve giyeceği giydi ve bana geri
verdi!» dese ve o fülân da; «Sen, yalan söyledin, belki at ve giyecek benimdir,
benden onları zulmen aldın!»
derse, söz mukırr'mdir, diğerinin beyyine getirmesi lâzımdır.
Yâhûd; «Benim, şu
elbisemi şu kadara dikti; ben de, onu teslim aldım.» derse, tasdik olunur. Yânî
bir kimse; «Benim, şu giyeceğimi fülân kimse yarım akçaya dikiverdi, ondan sonra
ben teslim aldım!» dedikde, o fülân; «Giyecek benimdir!» derse, söz, yine
mukırr'm sözüdür.
Bir kimse; «Şu bin akça
Zeyd için emânettir. Yok, belki Bekr için emânettir!» derse; o bin akça
Zeyd'indir ve mukırrın, bin akça da Bekr'e vermesi gerekir. Çünkü o kimse, Zeyd
için ikrar edince, ikrarı sahîh ve bin akça Zeyd'in mülkü olur. Ondan sonra;
«Yok, belki Bekr'in-dir!» sözü ise, ikrardan dönmekdir. Şu hâlde, onun Zeyd
hakkındaki sözü kabul edilmez ve o kimsenin bin akçanın mislini Bekr'e ödemesi
gerekir.
Bir adam, bir insana borç
ikrar ettikden sonra; «Ben, ikrarımda yalancı idim!» derse, mukarr-un leh'e,
ımıkırnn yalan söylemediğine dâir yemin verdirilir. Yâni mukarr-un leh'e; «Senin
için mukırr'ın ikrar ettiği şeyde yalancı olmadığına ve sen onun üzerine iddia
eylediğin şeyde mubtil olmadığına dâir yemîn ver!» denilir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a göredir. İmâm A'zanı {Rh.A.) ile İmâm Mufaammed' (Rh.A.) e göre;
mukırr'in ikrar eylediği şeyi mukarr-un leh'e teslîm etmesi emredilir. Fetva:
Mukarr-un leh'e yemîn yerdirilmesine dâirdir. Çünkü insanlar arasında yaygın
olan âdete göre, önce ikrârm senetini yazarlar. Ondan sonra, malı alırlar.
Kâfî'de de böyle denmiştir.
Hastanın sıhhat hâlinde
iken ikrar ettiği borcu mutlak surette;
— yâni serek o borcun
sebebini bilsin, gerekse sıhhat hâlinde ikrâriyle bilinsin fark etmez— ve
maraz-ı mevtinde (1) ma'rûf bir sebeble —ki mâlik olduğu malın 'bedeli, helak
ettiğinin bedeli ve karısının mehr-i misli gibi şeyler olup görmekle bilinirler.
— yaptığı borçlar, ölüm hastalığında ikrar ettiği borçlardan önce gelirler.
İmâm Şafiî' (Hh.A.) ye göre; sebebde —ki ikrardır— eşit oldukları için, ölüm
hastalığında olan İkrar, iki önceki borçlar ile eşit durumdadır.
Bizim delilimiz şudur:
Sıhhat hâlindeki borçdan kurtulmadıkça, hasta borç ikrar etmekden mahcurdur. Şu
hâlde mahcurun ikrâriyle sabit olan borç, 'hacrsız sabit olan borca müzâhim
olamaz. Borç ikrar edip, hacrdan sonra tekrar borç ikrar eden me'zûn köle gibi
ki, ikinci ikrarı, birinciye muâraza edemez.
Bunların hepsi mîrâsdan
önce gelir. Yâni; sıhhat ve hastalık hâlinde belli sebeble olan 'borç ve
hastalıkda sâdece ikrar ile bilinen hastalık hâlindeki borç, mîrâs üzerine
takdim edilir. (Yâni borca öncelik tanınır). Çünkü borcu ödemek aslî ihtiyaçlar
(havâic-i asliyye) dendir. Vârislerin hakkı ise, ferağ şartı ile (yânî ölünün
borçlan ödenip ihtiyaçları giderildikden sonra) terekeye tealluk eder. Bundan
dolayı ölünün kefenlenmesindeki ihtiyâcına öncelik tanınır.
Hastanın, borcunun
ödenmesini bir alacaklıya tahsis etmesi veya «Şübhesiz Allah Teâlâ, her hak sahibinin hakkını verdi. Dikkat edin,
vârise vasiyyet yoktur.» buyurmuştur.
Ancak alacaklıların ve
vârislerin geri kalanı tasdik ederlerse, caiz olur. Çünkü tahsise engel, onların
haklarının terekeye tealluk etmesidir. Onlar hastayı tasdik edince; engel
ortadan kalkar ve tahsis caiz olur.
Gerekçe bulunduğu ve
engel ortadan kalktığı için hastanın vâris-den başkasına ikrân caizdir. Velev
ki, bütün malım ikrar etsin.
Birincisinin caiz
olması; hâlis malında tasarruf ettiği içindir. Bu, câlz olmayı iktizâ eder.
İkincisinin caiz olması şundandır: Çünkü ikrarın cevazına engel olan miras idi,
O ise, ortadan kalkmıştır. Bütün malını ikrar caiz olması İbn Ömer' (R.A.) den,
Resûlüliah' (S.A.V.) m şöyle buyurduğu rivayet edildiği içindir:
«Şâyed bir adam
hastalığında, vârîsden başka bir adam için borcu olduğunu ikrar ederse; bütün
malını kaplasa bile bu ikrar caizdir.» Kıyâs, onun ikrarının ancak malının
üçtebirinden sahih olması idi.
Çünkü şeriat, onun
tasarrufunu malmın üçtebirine indirmiştir. Üçte-ikisine ise, vârislerin hakkı
tealluk etmiştir. Bundan dolayıdır ki, malının hepsini teberru' etse, ancak
üçtebirde geçerli olur. Şu hâlde ikrarı da öyledir. Ancak malının üçtebirinden
geçerli olmak îcâb eder. Lâkin, İbn Ömer' (R.A.) den rivayet edilen hadîsden
dolayı kıyâs terk edilmiştir.
Bir adam, bir yabancıya
evvelâ mal ikrar edip ondan sonra; «Ög-lumdur!» diye ikrarda bulunsa, nesebi
sabit olup, mukırrtn mal ikrarı bâtıl olur.
Bir yabancı, kadına
önce mal ikrar edip, sonra onu nikâh ederse, Ücran sahih olur. İmâm Züfer'
(Rh.A.) e göre; töhmet bulunduğu için bu ikrar birinci mes'ele gibi bâtıl olur.
Bizim delilimiz şudtlr:
O adam ikrar etmiştir. Aralarında töhmet sebebi de yoktur. Şu hâlde ondan sonra
hadis olan sebeble bâtıl olmaz. Birinci mes'ele, bunun aksinedir. Çünkü neseb
da'vâsı, ulûk zamanına dayanır. Ve oğulluğun ikrar zamanında sabit olduğu
meydana çıkar. Bundan dolayı sahih olmaz. Evlilik ise, evlenme zamanına
mahsûsdur. Şu hâlde onun ikrarının, karısı için olduğu meydana çıkmaz. Hibe ve
vasiyyet bunun hilâünadır. Yânı şu mes'ele bunun hilâ-fmadır ki: Şâyed bir
kimse, bir yabancı kadına bir şey hîbe veya vasiyyet edip ondan sonra, onunla
eviense, ikisi de ittifakla bâtıl olur. Çünkü vasiyyet, ölümden sonra temliktir.
Halbuki bu durumda, kadın onun vârisidir. Böyle olunca vasiyyet sahih olmaz.
Hastalık hâlinde hîbe
dahî vasiyyettir. Hattâ malının sâdece üçtebirinden geçerli olur. Nitekim
vasiyyet bölümünde, yakında açıklaması gelecektir. Bu durumda hîbe, vasiyyet
gibi olmuştur.
Bir adam, öiüm
hastalığında boşadığı karısına borç ikrar etse, id-det bakî olduğu için töhmet
bulunduğundan, o kadına, erkekden kalan mîrâsdan ve borcundan en az mikdâr
verilir. İkrar kapısı evlilik bakî olduğu için kapanmışdı. Olabilir, ki; erkek,
kadının mirasına zi- ' yâde etmek için ikrarı sahih olsun, diye boşamaya
kalkmıştır. Mîrâsın ve borcun en azanda ise töhmet yoktur. Şu hâlde, en az sabit
olur.
Bir adam, doğum yerinde
nesebi bilinmeyen bir oğlanın oğulluğunu; «Bu çocuk, benim oğlumdur!» diye
ikrar etse, —doğum yerinde
nesebi bilinmeyen kaydının faydası yukarda -geçmişti. — çocuğun misli, o adam gibi
birinden doğar ve o oğlan da tasdik ehlinden olup mu-kırr1! tasdik ederse,
nesebi o adamdan sabit olur ve bu çocuk nesebi bilinmemek şartıyla mukırr'm
vârislerine mîrâsda ortak olur. Çünkü nesebi bilinirse, başkasından neseb sabit
olmaz. Mukırr'm zahiren- yalancı olması gerekmesin diye, o memlekette onun
benzerinden o yaşda oğlan çocuğu hâsıl olması; bir de, çocuğun tasdik etmesi
şart kılınmıştır. Çünkü söz konusu olan mes'ele, kendisini tanıtıp anlatabilen
oğlan çocuğu hakkındadır. Şu hâlde oğlanın tasdiki mutlaka lâzımdır. Çünkü oğlan
kendine mâlikdir. Hattâ oğlan, küçük olup kendisini tanıtıp anlatmaya kadir
değilse, tasdikine i'tibâr edilmez. Bundan dolayı musannif; «O oğlan tasdik
ehlinden ise; mukırr'ın vârislerine mîrâsda ortak olur.» demiştir. Çünkü nesebi
mukırrdan sabit olunca, durumu bilinenT âris gibi olur.
Bir adamın, çocuğunu,
anasını ve babasını ikrar etmesi sahîh olur. Çünkü bu ikrar, kendi aleyhine
ikrardır. Bunda, nesebi başkası üzerine yüklemek yoktur. Yine, erkeğin karasını
ve efendisini İkrar etmesi de sahîh olur.
Çünkü erkeğin ikrarının mucebi, kimseye zarar vermeksizin birbirlerini
doğrulamakla aralarında sabit olup ikrar geçerli olur.
Kadının; anasını,
babasını, kocasını ve efendisini ikrar etmesi de sahîh olur. Çünkü asi olan
şudur ki; insanın ikrarı kendi aleyhine bir hüccettir. Öaşkası aleyhine hüccet
değildir. Zikredilen kimseleri ikrar etmekle, ancak, kendi aleyhine ikrarda
bulunmuş olur ve kabul edilir.
Onların, mukırr'i
tasdik etmeleri şarttır. Çünkü onlardan başkasının İkrarı, onları ilzam
eylemez. Zîrâ her biri, kendi nefsine mâlikdir. Ancak mukarr-un leh, mukırnn
elinde küçük çocuk olarak bulunur ve kendisini anlatmaya kadir olmazsa yâhud
mukırnn kölesi olursa, sâdece onun ikrarı ile nesebi sabit olur.
Eğer oğlan başkasının
kölesi olursa, onun efendisinin tasdik etmesi şarttır. Nitekim kadın çocuğu
da'vâ ettiğinde kocanın tasdik etmesi şart kılınmıştır. Yâhûd kocalı bir
kadının çocuğu ikrarında; ebe olsun olmasın, bir kadının şâhidliği ve kocasız
kadının iddeti olmadığı hususunda ikrân şahindir. Yânı kadının, kocası olmayıp;
mu'tedde de olmasa; «Çocuk, benimdir!» diye ikrar etmesi sahih olur. Çünkü
onda, nefsini ilzam (gerekli kılmak) vardır, başkası üzerine ilzam yoktur. Şu
hâlde, onun aleyhine geçerli olur.
Mukırr'm ölümünden
sonra tasdik edilmesi sahîh olur. Ancak kadının mukırr olduğu hâlde ölmesinden
sonra, kocanın tasdik etmesi sahîh olmaz. Yânî mukırr'ın ölümünden sonra,
nesebde tasdik sahîh-dir. Çünkü ölümden sonra neseb bakîdir. Koca, kadının
nikâhını ikrar edip öldükde, kadın onu tasdik etse, sahih olur. Hattâ, onun
meh-rini vârisi vermesi lâzım gelir. Çünkü, nikâhın hükmü bakîdir. O da,
iddettir. Eğer kadın, bir erkeğin nikâhım ikrar edip Ölse ve koca onu tasdik
etse; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bu tasdiki sahih olmaz. Çünkü kadın ölünce
bütün ilişkileriyle nikâh ortadan kalkmıştır. Hattâ kocanın, o kadının
kızkardeşi ile ve o kadından mâada dört kadınla evlenmesi caiz olur. Kocanın,
kadının ölüsünü yıkaması helâl değildir. Binâenaleyh kadının ikrarı bâtıl olur.
Şu hâlde, ikrarın bâtıl olmasından sonra tasdik de sahih olmaz.
Bir adam, kardeş ve
amca gibi doğumdan olmayan kimseler İçin. neseb ikrar etse, sabit olmaz ve onun hakkında
ikrarı kabul edilmez. Çünkü o ikrarda, nesebi başkasına yüklemek vardır. Eğer
mukirr, nafaka veya hıdâne iddia ederse, kadın hakkında iddiası mu'teber olur.
Mirasçı da olur. yalnız
vâris varsa, uzak da olsa onıtnîa mîrâsçı olamaz. Yâni mukırr'm belli vârisi
olursa, o vâris yakın olsun uzak olsun, mu-karr-un leh/den mirasa daha çok hak
sahibidir. Hattâ mukırr, bir kim-' şeye; «Benim kardeşimdirU diye ikrar etse, ve
mukırr'm halası veya teyzesi olsa, mîrâs hala veya teyzeye âiddir. Çünkü
mukarr-un leh'in nesebi sabit olmamıştır. Şu hâlde, bilinen vârise muâraza
edemez.
Bir kimsenin babası
öldükde; bir kimse için; «Kardeşimdir!» diye ikrar etse. mukarr-un leh onunla
mîrâsda nesebsiz ortak olur. Çünkü ikrarının muktezâsı (gereği) iki şeydir.
Biri, nesebi başkasına yükle-mekdir. Halbuki mukırr için, mukarr-un leh üzerine
velayet yoktur. Diğeri de, mîrâsda ortak olmaktır. Onda, velayeti vardır. Şu
hâlde, ikinciye i'tibâr edilir; birinciye edilmez.
Bîr ölünün, iki oğlundan biri;
ölünün bir başka kimsede olan ala-cağımn yansını babasının ieslîm a'dığını ikrar etse, ikrar eden
oğlu için bir şey yoktur, alacağın yarısı diğerinin olur. Yâni bir kimse ölüp,
iki oğlu kalsa ve ölünün bir adamda bin akça hakkı olsa, oğullarından biri;
«Babam, bu adamdan bu bin akçanın yarısını teslîm aldı!» diye ikrar etse,
kardeşi de onu yalanlasa, ikrar eden bir şey alamaz. Geri kalan yansı, onu
yalanlayan kardeşinin olur. Çünkü borcun alındığını ikrar etmek, ölü üzerinde
borç olduğunu ikrardır. Zîrâ borcu teslîm almak, ancak ödenmesi gereken malı
teslîm almakla olur. Bu takdirde, takas olurlar. Diğer kardeşi onu
yalanlayınca, onun payını borç kaplamış olur. Şu hâlde, borcun hepsi
ödenmedikçe, onun için mîrâs-dari bir şey yoktur. Mukırr, teslîm aldığının
yansını kardeşinden isteyemez. Velev ki, tşslîm alman yarımın, aralarında ortak
olmasına birbirlerini tasdik etmiş olsunlar.
Çünkü mukırr,
dönüp kardeşinden alırsa, kardeşi de borçludan alır. Borçlu dahî, o
mikdân mukırrdan alır. Çünkü bunda, takas 'bozulmuştur ve Ölü üzerinde borç
kalmıştır. Halbuki borç, mîrâsdan önce gelir. Böyle olunca devr lâzım gelir.
Hür bir kadın, bir borç
ikrar ettikde, kocası onu yalanlasa; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kocası hakkında
ikrân sahîh olur. Hattâ kadın habs edilir. Muayene ile, tüketmekle, veya satın
almakla yâhûd bey-yine ile sabit olan borç gibi, kadından alınır.
îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
e göre; kadının ikrân koca hakkında tasdik olunmaz ve kadın habs edilmez, peşine
düşülmez. Çünkü bu hatosde kocayı cinsî ilişkiden menetmek vardır. Kadının
ikrarı, kocanın hakkım ortadan kaldırmaya râci' olan şeyde sahîh olmaz.
Nesebi bilinmeyen bir
kadın, bir insan için kölelik ikrar etse ve mukarr-un leh de onu tasdik etse;
kadının kocası olup ve o kocasından çocukları da olsa, kocası o kadını
yalanladığı takdirde; kadının ikrarı kendi hakkında sahîh olur. Hattâ kadın, bu
ikrarından sonra hamile olup çocuk doğursa, çocuk köle olur. Kocası ve mevcûd
olan çocukları hakkında ikrân sahîh olmaz. Musannif; «Kocası hakkında ikrân
sahîh olmaz.» sözü üzerine; «Hattâ, nikâh bâtıl olmaz.» cümlesiyle; «Çocukları
hakkında» sözü üzerine de şu cümle ile tefri' yapmıştır: Kadının, ikrârmdan
önce hâsıl olan çocuklan ve ikrân vaktinde karnında olan çocuğu hürdürler.
Çünkü onlar, köleliği ikrarından önce hasıl olmuşlardır. İkrânndan sonra hâsıl
olan çocuk ise; İmâm Ebû Yusuf (Rh.A.) a göre; köle olur. Çünkü o kadının köle
olmasına nukmedılmiştir. Bu takdirde, kölenin çocuğu da köle olur.
îmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre; ikrardan sonra hâsıl olan çocuk hürdür. Çünkü kocası o kadını, ondan
hâsıl olan çocukların hüır olmaları
şarüyle tezevvüc etmiştir. Şu hâlde, kadın bu hakkın ibtâli üzerine tasdik
edilmez.
Nesebi bilinmeyen bir
kimse kölesini hür kılsa, ondan sonra bir insanın kölesi olduğunu ikrar etse. o
da kendisini tasdik etse, nesebi
bilinmeyenin İkrarı kendi hakkında sahih oîur. Hattâ rnukırr, nesebi bilinmeyen
kimsenin hür kıldığı kölenin azadını rbtâl etmeksizin mukarr-un leh olan
insanın kölesi olur. Hattâ, onun âzâdlısı hür olduğu hâlde kalır.
Eğer nesebi bilinmeyen
kimsenin âzâd eylediği köle ölürse ve nesebi bilinmeyenin vârisi var ise, âzâd
edene vâris oîur. Vârisi yok ise, -mukarr-un leh ona vâris olur. Çünkü mîrâs
mukırr'a âid idi. Halbuki mukırr, onu mukarr-un leh için ikrar etmişti. Mukır
ölüp, ondan sonra âzâd edilmiş köle fatîk) Ölse, mukırr'm asabesi ona vâris
olur. Çünkü mukırr Ölünce, veıâ hakkı asabesine geçmiştir. Fakat mukırr sağ
iken köle Ölürse, asabesine bir şey yoktur.
Bir kimse, bir adama;
«Benim, sende bin akça alacağım vardır!» dedik ele. o adam; «el-hak-.- veya
stes-Sidko veya «el-yakln dese. yâhûd nekre şeklinde: i'Bakkan» veya «Sıtikan» yâhûd
aYakinen» dese veya tekrar edip «el-hak el-hak» veya «es-sıdk es-sıdk» veya
«el-yakîn el-yakin» dese; yâhûd nekre şeklinde tekrar edip «hakkan hakkan /
hak-dır hakdır» veya «Sıdkan sıdkan / doğrudur doğrudur» yâhûd «Yakî-nen yakinen
/ yakındır yakındır» dese veya o adam, mezkûr lâfızlara «birr>.
lâfzım eklemekle «el-birru el-hakku» yâhûd «el-hakku el-birru» dese. ilâh...
hepsi ikrar olur. Çünkü zikredilen söz, da'vâmn vasfına yarayan sözlerdendir.
Binâenaleyh cevâb olmaya da yarar ve orfen tasdikde kullanılır. Sanki o; «Senin
iddia ettiğin haktır!» ilâhir... de-mîşdir.
Eğer; «Benim, sende
hakkım vardır!» dedikde, «el-hakku hakkun / hak haktır.», «es-sıdku sıdkun ,
sıdk (doğruluk)-sıdfedır.», «el-yakinu ya-kinun / yakın yakîndir.» derse, ikrar
olmaz. Çünkü bu söz, tamdır. Daha önce gelen söz, bunun hilâfmadır. Zîrâ o,
mübtedâ olmaya elverişli değildir.
Bîr kimse, cariyesine;
«Yâ hırsız!», «Yâ zâniye!», «Yâ mecnûne!»,
«Yâ kaçak!» dese veya
«Bu hırsız kadın, şöyle bir İş yaptı!» dese ve bundan sonra, cariyeyi satsa,
müşteri zikredilen şeylerden birini; yâni ayblardan birini cariyede bulsa; o
câriye satişdan sonra, o kusıir sebebiyle geri verilmez. Çünkü sonuncu sözden
başkası n'dâdır. {Seslenme veya çağırmadır). Nida edenin maksadı; çağrılana
bildirmek ve onu getirmektir Yoksa, nida eylediği vasfın tahkiki değildir.
Bundan dolayı bir kimse karısına; «Yâ kâfire!» dese, aralan ayrılmaz. (Yâni
kadın boşanmış olmaz.) Bu sonuncu
söz, sövmektir.
«Bu câriye hırsızdır!», «Bu
câriye kaçakdır!», «Bu câriye zâniye-dir!» veya «Bu câriye delidir!» demesi
bunun hilâfmadır. O zaman, bu sözlerden biri sebebiyle câriye geri verilir.
Çünkü ihbardır. İhbar ise, vasfı (niteliği) tahkik içindir. Fakat karısına
seslenip; «Yâ talik! (Boş olan)» dese, veya «Bu boşanmış kadın şöyle yaptı!»
dese, bunun hilâfına olur. Yâni karısı, boşanmış olur. Çünkü o kimse şer'an bu
vasfın isbâtma kaadirdir. İmdi, karısına; «Yâ talik!» diye seslenen kimsenin
sözü, söylediği şeyde doğru olması için îcâb yapılır. Az önce zikredilen yerde
bu vasıfların isbâtma kaadir değildi. Ve o, bir seslenme ve sövmek olur, yoksa
tahkik, ve vasf olmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Musannif, bu bölümü
«İkrar Bölümü» nün peşisıra getirmiştir. Çünkü — daha önce geçtiği üzere —
şahadete ihtiyâç, ikrar bulunmadıktan sonra olur. Buna göre, şahadet i'tibârda
ikrardan sonra gelir.
Şahadet, gerek Allah'
(C.C.) in, gerekse başkasının hakkı olsun; başkasına âid bir hakkı, bir diğeri
üzerine, yakînden (kesin bilgiden) ileri gelen ihbardır. Yoksa zan ve tahmin ile
ihbar, şahadet değildir. Buna, Resûlüllah' (S.A.V.) in şu kavli İşaret etmektedir:
«Eğer Güneş gibi gördün
İse şahadet et, yoksa etme.»
Bundan dolayı fakîhler;
«Şahadet, muayene (iyice görüp anlama) ma'nâsına gelen «Müşahede» den
türemiştir.» demişlerdir.
Şahadetin şartı, olgun
(kâmil) akıldır. Yânî şâhid olan kimse, âkil ve bâiiğ olmalıdır. Delinin ve
küçük çocuğun şahadeti kabul edilmez.
Şahadetin diğer bir
şartı da; zabt etmektir. Zabt, iyi işitmek, anlamak ve edâ vaktine kadar
bellemektir.
Şahadetin diğer bir
şartı; hür olmakla velayettir. Bundan dolayı kölenin şahadeti kabul edilmez.
Şahadetin hakikatine
dâhil olan rüknü; sîEşhedü» -lâfzıdır/Yânî «Ben, şahadet ederim!» demektir. Bu,
haber anlamınadır. Kasem, anlamına değildir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Hattâ şâhid; uEş-hedü» lâfzını terk etse, şahadeti kabul edilmez.
Şahadetin hükmü:
Tezkiyeden sonra kadının şahadetin
mûce-biyle hüküm vermesinin vâcib olmasıdır. Kıyâs; şahadetin hüccet-i mülzime
olmasına razı olmaz. Çünkü, haberdir. Doğruya, yalana muhtemel bir haberdir.
Lâkin naslar ve icmâ İle kıyâs terk edilmiştir.
Şahadet, kulun hakkında
şâyed bedeli bulunmazsa, da'vâcının isteği ile vâcib olur. Da'vâcının
istemesine, şahadet onun hakki olduğu için i'tibâr edilmiştir. Şu hâlde diğer
haklarda olduğu gibi talebi şarttır.
Şahadetin gizlenmesi
caiz değildir. Çünkü, Allah Teâlâ
(C.C.) :
«Şâhidler
çağırıldıklarında (şâhidiik etmekden) kaçınmasınlar.»
buyurmuştur.
Sonra şâhid; ancak
kâdî, onun şahadetini kabul edeceğini ve edâ. kendi üzerine teayyün ettiğini
bilirse, şahadetten çekinmekle günahkâr
olur. Eğer kâdî onun şahadetini kabul etmeyeceğini bilirse veya şâhid-ler çok
olup ondan başkaları şâhidiik ettiklerinde kabul edilirse; bu takdirde şâhidlik
etmese, günahkâr olmaz. Başkası şâhidiik edip, şâ-hidliği kabul edilmezse, o da
şahadeti kabul edilen kimseden ise, şâhidiik etmediği takdirde günahkâr olur.
Çünkü, onun kaçınması hakkın zayi' olmasına yol açar.
Allah' (C.C.)
m hakkına şahadette talebe hacet yoktur. Çünkü Allah' (C.C.) m hakkında
şahadet talebsiz vâcib olur. Cariyenin âzâdı ve kadının talâkı gibi — ki bunlarda ferci haram etmek vardır. — bu
ikisinde şahadeti terk etmekde fişka razı olmak vardır, fişka nzâ
ise. fiskdır.
Şahadeti, haddlerde
(yâni şer'î ceza gerektiren suçlarda) gizlemek efdaldir. Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.), yanında şahadet eden kimseye:
«Eğer sen o aybı
elbisenle gizleseydin, senin için daha hayırlı olurdu.» buyurmuştur.
Resûlüllah (S.A.V.)
menetmek ve savmak için telkin buyurdukları hadîs-I şerif'de:
«Belki sen, onu okşadın
veya öptün.» buyurmuştur. Bu, ayıbı örtmenin tercih edileceğine açık bir
delildir.
Hırsızlık üzerine
şâhidlik eden kimse; «Aldı!» der; «Çaldı!» demez. Bunu, kendisinden çalınan
kimsenin (mesrûk'un) hakkını ihya etmek ve kusuru örtmek yönünü gözetmek için
böyle yapar.
Şahidin zinada nisabı dört
erkektir. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.):
«Kadınlarınızdan zina
edenlere, bunu isbât edecek aranızdan şâhid getirin.»
buyurmuştur.
Yine, Hakk Teâlâ (C.C.) :
«İffetli kadınlara zina
isnâd edip de sonra dört şâhid getiremeyenIer(e kazf haddi vurun.)» buyurmuştur.
Haddlerin geri
kalanında ve kısâsda şahidin nisabı, iki erkektir Çünkü, Allah Teâîâ (C.C.) :
«Erkeklerinizden iki
şâhid tutun.» buyurmuştur.
Bunlarda, kadınların şahadeti kabul edilmez. Çünkü onlarda be-deliyyet şübhesi
vardır.
Doğumu ve küçük çocuğun
Cenaze Namazını kılmak için ağladığını; ve kızın bekâretini; kadınların,
erkeklerin bakamadiğı yerlerinde olan ayıblannı tesbit etmek için şahidin nisabı
bir tek kadındır. Çünkü Resulullah
(S.A.V.) :
«Erkeklerin
bakamadıkları şeyde kadınların şahadeti caizdir.» buyurmuştur.
Zikredilen haklardan
başkası için —gerek o
haklar mal olsun, gerekse, nikâh, talâk,
vekâlet, vasıyyet ve sabinin istihlân. (doğarken ağlaması) gibi başka şey olsun—
mîrâs hakkında bunlar için şahidin nisabı iki erkek yâhûd bir erkek ile iki
ka<lındır. Çünkü, Hz. Ömer ve Hz. A1İ (R. Anhümâ) nin nikâhda ve ayrılmada
erkekler ile kadınların şahadetini caiz gördükleri rivayet edilmiştir. Nitekim
mallarda ve malların tâbilerinde de hüküm budur.
Zikredilen dört
surette; «Ben, şahadet ederim!» lâfzı, şahadetin kabû! edilmesi için lâzımdır.
Hattâ şâhid; «Ben biliyorum!» veya «Ya-kînen biliyorum!» dese, şahadeti kabul
edilmez. Çünkü naslar, bu lâfızla vârid olmuştur. Şahadet ile hüküm
verilmesinin caiz olması, kıyâsın hilâfınadır. Bu nedenle, nassın geldiği yere
münhasır kalmıştır.
Şahadetin kabulü vâcib
olmak için adalet dahî lâzımdır. Adalet, erkeklerin hasenatı seyyiâtma (yâni
iyilikleri, kötülüklerine) gâlib olmasıdır. Bu ta'rîf büyük günâhlardan
(kebâirden) kaçınmayı kapsar. Küçük günâhlar (seğâir) üzere ısrar etmemeyi de
kapsar. Çünkü küçük günâh, ısrar ile büyük günâh olur. Nebi-i Ekrem (S.A.V.)
den rivayet edildiği üzere, Allah (C.C.) m Elçisi şöyle buyurmuştur:
«(Küçük günâhın
üzerinde) ısrar etmekle sağîre olmakdan çıkar. Ve (büyük günâh da) istiğfar
etmekle kebîre olmakdan çıkar.» Adaletin vâcib olması; Allah Teâlâ (C.C.)
Hazretleri:
«İçinizden adalet
sahibi iki âdil kişiyi de şâhid yapın.»
buyurduğu içindir.
Bir de: Haber, doğruya
ve yalana muhtemeldir. Hüccet ise, doğru haberdir. Adalet ile, sıdk (doğruluk)
yönü tercih edilir. Çünkü mah-zûrâttan (yâni yasaklanmış ve mahzurlu şeylerden)
yalandan başkasını irtikâb eden kimse, yalan da söyler. Bunda, şuna işaret
vardır ki; adâ'et, şahadet iîe anıeün vâcib olmasında şarttır. Şahadete ehliyyet
için şart değildir. Çünkü fâsık; veiâyet, ka?â, saltanat ve imamlık için ehldir.
Bize göre, şahadete de ehildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir rivayete göre,
fâsık insanlar arasında şeref (vecîh) ve mürüvvet
sahibi olsa, şahadeti kabul edilir. Fakat; esah olan kavle göre; fâsıkın
şahadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki; kâdî, fâsıkın şahadetini kabul ederse,
bize göre sahih olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Şahadet, eğer hâzır
(mevcûd) olan kimse üzerine olursa, üç yere işaret vâcib olur. Bunlar: İki hasm,
yânî da'vâcj ile da'vâh ve ayn olursa, şahadet edilen şeydir.
Musannif eşya (ayn)
demekle borçdan (deyn'den) ihtiraz etmiştir, (sakınmışlar). Şahadet, gâib veya
ölmüş kimse üzerine olursa, şâ-hidler yalnız adını söylerler ve babasına nisbet
ederek; «Fülânm oğlu fülân!» derlerse; dedesine nisbet etmedikçe, şahadetleri
kabul edilmez. San'atmı söylemek, dedesinin yerini tutmaz. Yânî gaibinin adını,
babasının adını ve san'atım söyleseler, yeterli olmaz. Ancak, o san'atla ma'rûf
olursa iş değişir. Yânî, o memlekette, o san'atta ortağı ve dengi olmayan biri
ise, bu takdirde kabul edilir. Şâyed gaibin adını, babasının adını, kabilesini
ve san'atmı zikredip, eğer mahallesinde ve san'a-tmda onun adiyle adlandırılan
bir başka adam yoksa, yeterli olur. Eğer onun adiyle adlandırılan başka bir
kimse var ise, temyiz ifâde eden bir başka şey zikretme dikçe, yetmez. Eğer
gaibin adını, babasının adını, kabilesini veya san'atmı zikredip dedesini
zikretmese, kabul edilir. Ta'rîfin şartı; üç şeyin zikredilmesidir. Buna göre;
şayet lâkabını, adını ve babasının adını söylerlerse, ulemâdan ba'zılan;
«Yeterli olur.» demişlerdir. Sahih olan kavle göre, yetmez.
Dedenin zikredilmesinin
şart kılınmasında ihtilâf vardır. Eğer kâdî, dede zikredilmeksizin hüküm
verirse,, geçerli olur. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Hasmın ta'm
olmaksızın, kâdî şahidi soruşturmaz. Yânî kâdî, dede zikredilmeksizin hüküm
verirse, geçerli olur. İmâdiyye'de de
Şâhid, âdil midir, değil midir, soruşturmaz. Ancak hasım, şahide ta'n ederse;
kâdî, şahidi gizlice soruşturur ve aşikâre olarak tezkiye eder. Ancak haddlerde
ve kisâsda. bil'icmâ gizlice sorar ve açıkça tezkiye eder. Hasım, gerek ta'n
etsin, gerekse etmesin, müsavidir. Çünkü hu-dûd (şer'î cezalar} ve kisâsda
bunların ıskatı için çâre aranır. Bundan dolayı, bu ikisinde iyice araştırmak ve
çaba harcamak (istiksâ) şarttır.
tmâmeyn' (Rh. Aleyhimi)
e göre; hasım ta'n etmese bile, kâdî hepsinde gizlice ve açıkça soruşturur.
Çünkü, kâdînm hükmü, hüccet üzerine bina edilir. Hüccet ise, adlin şahadetidir.
Şu hâlde kâdi şâhid-lerin adaletini soruşturup bilgi edinir. Fetva bununla
verilir.
Bundan sonra kâdî,
gizli tezkiyede bir -kâğıt parçasına şâhidlcrin adlarını ve niteliklerini yazıp
gönderir; müzekkîden onların durumlarım tanımlamasına ister. Açıkça tezkiyede
kâdî, müzekkî ile şâhidleri. kaza meclisinde bir araya getirip müzekkî'ye
şâhidlerin huzurunda, onları tezkiye veya cerh
etmek için; «Bunlar, şahadeti makbul âdil kimseler midir?-» diye sorar.
Zamanımızda gizli
tezkiye ile yetinmek vâkidir. Çünkü açıkça tezkiye yapmak, belâ ve fitneye yol
açar. Zîrâ da'vâcı ve şâhidleri, cârihe (yânî onların fâsik ve adaletsiz
olduklarını iddia eden kimseye) ezâ ve zarar vermekle mukabele ederler.
Tezkiye için müzekkînin
o kâğıda şahidin adının altına «Bu âdildir! o diye yazması yeter. Müzekkî , fışkım bildiği şahidin
adının altına, nâmûs perdesini yırtmakdan kaçınarak bir şey yazmaz veya «Allah-u
a'lem / Allah, daha iyi bilir» diye yazar. Her ne ka'dar müzekkî; «Bu şahidin,
şahadeti caizdirU demese de, «Bu, âdildir!» demesi yeter.
Kâfî'de denilmiştir kî:
«Bundan sonra, muaddilin; «Eu, âdildir, şahadeti caizdir!» demesi lâzımdır.
Çünkü köle veya hadd-i kazrf ile cezalandırılmış olan kimse, tevbekâr olursa,
ba'zan âdil olur, denilmiştir, Esah olan kavi, İslâm diyarı ile hürriyet sabit
olduğu için. «Bu, âdildir!» sözüyle yetinmektim Ben derim ki; bunda işkâl
vardır. Çünkü kazîde mahdûd olan, tevbe eder de ba'zen âdil olur. Nitekim kâfi
sahibi bunu zikretmiştir. Şu hâlde mahdûd hâriç olsun diye şahadeti caizdir,
demek lâzımdır.
Bu i'tirâz, Hidâye'nİn
ibaresi üzere vârid olmaz. Çünkü Hidâye'de karfde mahdûd (yânı, iffete iftira
ettiği için cezalandırılmış olan) zikredilmemiş tir. Lâkin onu ihrâc etsin diye
Hidâye'de de bu kayda İ'tibâr edilmesi lâzımdır. Bu takdirde müzekkînin; «Bu,
âdildir!» sözüyle yetinmesi esah olamaz.
Hasmın ta'dili sahih
değildir. İmâm Azam (Rh.A.) böyle demiştir. Yâni da'vâlımn şâhidleri ta'dü
etmesi sahîh olmaz. Çünkü da'vâcımn ve şâhidlerinin zu'muna (zannma) göre;
da'vâlı inkârda zâlim ve yalancıdır. Fâsık olan yalancının tezkiyesi ise, sahîh
olmaz. îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, eğer âdil olmak suretiyle ehlinden ise
sahîh olur. Lâkin, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, da'vâlıya bir başka kimse
eklemek gerekir. Çünkü bir kişinin ta'dîîi caiz değildir. İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.) ise cevaz vermiştir. Nitekim, açıklaması gelecektir.
Da'vâhnin ta'dîlinden
murâd; tezkiyesidir. Bunu; «Bunlar, âdildir. Lâkin hatâ ettiler.» Yâhûd «Bunlar
unuttular, amma âdildirler.» diyerek yapar. Bundan fazla bir şey söylemez.
Fakat, «Bunlar doğru söylediler.» Yâhûd «Âdildirler!» der de, kâdî tasdik
ederse, hüküm lâzım olup, yürürlüğe girer. Çünkü bu, hakkın sübût bulduğunu
ikrardır. Fakat; «Bunlar, âdildir!» deyip, bir şey eklemezse, bunun
hilâfma-dır. O zaman, onun üzerine hüküm lâzım gelmez. Çünkü şâhidler, âdil
olmaları ile beraber; unutmaları ve yanılmaları caizdir. Binâenaleyh âdil
olmalarından sözlerinin doğru olması lâzım gelmez. Tezkiye için, şahidin sözünü
başka bir düden tercüme etmek ve müzekkîye göndermek için bir erkek yeter.
Çünkü tezkiye, Dîn işlerindendir. Onda, ancak adalet şarttır. Hattâ kölenin,
kadının, körün ve kazf sebebiyle cezalandırılmış olan tevbekânn tezkiyesi caiz
olur. Çünkü onların haberleri dînî işlerde makbuldür.,Amma, ihtiyat (ahvat)
olan, yine de iki kişi olmasıdır. Çünkü bunda, fazla itminan (emin olma) vardır.
Bu zikredilenlerin hepsi, gizlice tezkiyededir.
Açıkça tezkiyeye
gelince, şahadette şart kılman şeylerin hepsi onda şarttır. Hürriyet, görmek ve
şâire; şahadet lâfzından başkası bü'ic-mâ şarttır. Çünkü şahadetin ma'nâsı onda
daha açık (ezhar) dar. Bundan dolayı açıkça tezkiye, hüküm meclisine mahsusdur.
Sözlere müteallik olan
şeyi işiten kimsenin şâhidlik etmesi caizdir.
Meselâ alış-verişde
satıcının; «Sattım!», müşterinin, «Satın aldım!» dediğini işitmesi böyledir.
Yine, meselâ; ikrarda mukırr'm; «Fülânın, bende şu kadar hakkı vardır!» dediğini
işitmekle şahadet etmesi de caizdir. Yâhûd kadının hükmü, gasb veya kati gibi,
fiillere müteallik olan şeyi gören kimsenin, bununla şahadet etmesi de caizdir.
Velev ki işitip gördüğü şey üzerine şâhidlik etmeye çağırılmış olmasın. Şâhid;
«Şahadet ederim!», «FÜlânın sattığına!» veya «İkrar ettiğine şahadet ederim!»
der. Çünkü şâhid, sebebi gözü ile görmüştür. Şu hâlde gördüğü gibi şahadet
etmesi üzerine vâcib olur. Bu, satış akd ile olduğuna göre zahirdir.
Teâtî ile
otursa, hüküm yine budur. Çünkü satış hakikati, malı maî ile değiş-tokuş
(mübadele) dur. Bu da bulunmuştur.
Ulemâdan ba'zısı
demiştir ki; teâtî ile olanda satış üzerine şahadet eylemezler, belki almak ve
vermek üzere şahadet ederler. Çünkü teâtî,
hükmi satışdır, hakîki değildir.
Şâhid; «Ben şahadet ederimin der, yalancı
olmamak için; «Beni, şâhid tuttu
(işhâd eyledi).» demez.
Şâhid, perde arkasından
işitmekle, şahadete yetkili olmaz. Yâni
şâhid, üzerine şahadet edeceği kimsenin sesini perde arkasından işitirse,
şahadet etmesi caiz olmaz. Çünkü, başka kimse olması ihtimâli vardır. Zîrâ
nağme, nağmeye benzer. Ancak söyleyen
kimse evin içinde yalnız bulunmakla belli kimse olursa, şâhid de evde ondan
başka kimse olmadığını bilir, sonra evin giriş yerine oturur, orada da, ondan
başka giriş yeri olmayıp giren kimsenin ikrarını işitir ve onu görmezse, bu
takdirde bununla bilgi hâsıl olur. Lâkin şâhid, onu kâdîye tefsir ederse
(açıklar ve yorumlarsa), kâdî için uygun olan onu kabul etmemektir. Çünkü tefsir
yapıldığında kabul, şahadetin cevazı zaruretinden değildir. Zîrâ tesâmu' ile
şahadet ba'zı olaylarda kabul edilir. Lâkin işitmekle olduğunu tasrih ederse,
kabul edilmez. Nitekim, açıklaması gelecektir.
Yâhûd şâhid, konuşan
kadının şahsını görür ve onun yanında iki kimse; «Bu kadın, fülân oğlu fülânm
kızı fülânedir.» diye şahadet ederlerse, şahadete viis'at olup ikrar sahîh olur.
Fakîh Ebû'1-Leys
(Rh.A.) demiştir ki: Bir kadm perde arkasından ikrar etse ve yanında iki kimse;
«Bu kadın, fülân oğlu füîânm kızı fü-lânedir.» diye şahadet etseler; kadının
ikrarını işiten kimsenin, onun ikrân üzerine şahadet etmesi caiz olmaz. Ancak
ik-râr eden kadının şahsini ikrarı hâlinde görmüş ise, bu takdirde caiz olur.
Yoksa, yüzünü görmek şartiyle olmaz.
Ebû Bekr ei-îskâf
(Rh.A.) demiştir kî: Kadın yüzünü açıp; «Ben, fülân oğlu füiânın kızı füiâneym, kocama ınehrinıi hibe eyledim.--)
dese, şâhidler de onun ikrarına şâhid olsalar, şâhidler, ikrar eden kadın
hayâtta oldukça; «Bu kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.» diye iki âdil
kimsenin şâhidlik etmesine muhtâc olmazlar. Çünkü şahidin o kadına işaret etmesi
mümkün olur. Eğer o kadın öldü ise, bu takdirde, şâhidler iki âdilin; «Bu
kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.n diye şahadet etmesine muhtâc olurlar.
îmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Şahadet üzere işhâd
olunmadıkça; şâhid, şahadet üzerine şahadet etmez. Çünkü şâhidlik, asîîin
şahadet olunan şey üzere sözünün geçerli olmasında velayetinin îzâlesiyle asil
üzere tasarruf etmektir. Başkası için sabit olan velayetin izâlesi, başkasının
üzerine zarardır. Şu hâlde, o başkasından inâbet ve
tahammül bulunması lâzımdır.
Şahadeti yazmış olduğu
yazısını gördükde, onu hatırlamayan kimsenin, şahadeti caiz oimaz. Keza, kâdî
de böyledir. Yâni kâdî, bir adamın bir başka adam için, bir hak ikrar ettiğini
veya şâhidlerin, bir adamın bir başka adamda, bir hakkı olduğuna şahadet
ettiklerini dîvânında
gördükde; o kâdî o ikrân yâhûd şâhidlerin şahadetlerini hatırlamazsa, onunla
hüküm veremez. Eğer hüküm verirse, hatırlamadıkça geçerli olmaz. Keza, râvî
dahî böyledir. Yânî râvi, rivayet ettiği şeyi hatırlamadıkça, onun rivayet
etmesi helâl olmaz. Çünkü bunların her biri, ancak bilmekle helâl olur. Bunda
ise, bilmek yoktur. Çünkü yazı, yazıya benzeyebilir.
Tesâmu' ile de şahadet
caiz olmaz. Ancak nesebde. ölümde, nikâh-da. duhûlda, kadının velayetinde ve
vakfın aslında caiz olur. Çünkü bunlarda, tesâmu' ile şahadet caizdir.
İki adam veya bir adanı
ile Ski kadın âdil oldukları hâlde, bu altı şey ile ihbar etseler, caiz olar.
Kıyâs; caiz olması idi. Çünkü şahadet, ancak bilmek ile caiz olur. Nitekim, az
önce geçti. Bilmek ise, ancak müşahede ve görmekle veya mütevâtir haber ile
olur. Halbuki müşahede ve tevatür yoktur. İmdi bu altı şeyin hepsi satış ve
icâre (kiraya vermek) gibi hattâ onlardan evlâ olur. Çünkü malın hükmü, nikâhın
. hükmünden daha kolaydır.
îstilısânm vechl şudur:
Zikredilen şeylerin sebebierinin gözle görülmesi; insanların ba'zı havâss
takımına ir.ahsûsdur. Bu şeylere,
asırlar boyunca hükümler teailuk edegelmiştir. Eğer o şeylerde tesâmu' ile
şahadet kabul edilmezse, güçlüğe ve sıkıntıya sebeb olur ve o ahkâmın
kaybolmasına yol açar. Fakat satış, hibe, icâre ve bunların benzeri olan şeyîer
bunun hilâfınadır. Çünkü bunların her bir:, kelâmdır (sözdür), Onu, herkes
işitir.
Tesâmu' ile şahadet,
ancak şâhid için tevatür İle veya meşhur olmakla yâhûd i'timâd eylediği
güvenilir kimselerin haber vermesiyle bilgi hâsıl olursa, caiz olur. Onu iki
âdil erkeğin veya âdil olanlardan bir erkek ile iki kadının haber vermeleri
şarttır, çünkü İki erkek, şart kılman nisabın en az mikdârıdır, ki muamelâtta
üzerine hüküm bina edilen bilgiyi ifâde eder.
Ulemâdan ba'zısı
demiştir ki; Ölüm hakkında, bir erkeğin veya bir kadının ihbarı yeter. Çünkü
insanlar, ölünün o durumunu görmekden hoşlanmayıp çok kere gelmezler. Ancak, bir
erkek veya bir kadın gelir. Neseb ve nikâh, ölünün hilâfınadır. Uygun olan.
şâhidliği mutlak edâ etmektir. «Ben, şahadet ederim ki fülân oğlu fuları
ölmüştür!» demeli ve tefsir etmemelidir. Hattâ şâhid, kâdi için tefsir yapıp;
«Tesâmu' .ile şahadet ederim!» dese, onun şahadeti kabul edilmez. Sahih olan
kavi budur.
Musannifin; «Vakfın
aslı» demesine sebeb; çünkü vakfın aslı asırların geçmesiyle bakî kalır. Vakfın
şartlan bakî kalmaz. Çünkü vakfın , aslı duyulur. Fakat vâkıfın koştuğu şartlar
şöhret bulmaz. Şeyh İmâm Zahîrud'dîn el-Mergînânî (Rh.A.) demiştir ki: Vakfın
niçin yapıldığı belirtilmelidir. Şâhidlerin, bu şey mescîd veya makbere (mezar)
veya bunlann benzerleri için vakftır, diye şahadet eylemeleriyle
belirtilmelidir. Hattâ şahadetlerinde bunu zikretmeseler, şahadetleri kabul
edilmez.
Fakîhlerin; «Vâkıfın
şartlan üzere şâhidîerin şahadetleri kabul edilmez!.; demelerinin te'vili şudur:
.«Bu .şey, şunun üzerine vakftır.jj-diye zikretmelerinden sonra şâhidîerin; «Bu
vakî', gelirinden başlanıp şuna sarf edilir!» diye şahadet etmeleri uygun olmaz.
Eğer şahadetlerinde böyle derlerse, kabul edilmez. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Kaza meclisinde
(Mahkemede) oturup, huzuruna hasımların gelip gittiği kimseyi gören kişinin —her
ne.kadar o kâdi'yı, sultânın ta'yîn ettiğini görmese bile— bu kadıdır, diye şahadet etmesi
caiz olur.
Yine; bir erkek, île
bir kadın beraberce bir evde oturup, aralarında yemek, içmek ve ııyumakaa
İnbisât-ı ezvac, yâni karı - koca gibi içli dışlı olan kimseyi gören kişinin;
-cBu haçlın, üv- adamın karışıdır!» diye şahadet etmesi caizdir. Nitekim bir
kimse, bir eşyayı sahibinden başkasının elinde görüp, hâlin zahiriyle amel
bakımından şahadet eylese, caizdir.
Yine, kendisini tanıtıp
anlatmaya kadir olan köleden başka bir kimse — zîrâ kendisini anlatamayanın
hükmü, eşya gibidir— mülk sâ-hibleri gibi tasarruf eden kinîsenin elinde olan
şeyi görüp; «Bu şey, mutasarrıfındır!» diye şahadet eylese, caiz olur. Bunun
sureti şudur: Bir adam, bir insanın elinde bir ayn görse, bundan sonra onu bir
başka kimsenin elinde görse ve o gördüğü kimse; «Bu şey, benim mül-kümdür!»
diye iddia etse, gören kimse; «O şey, da'vâcınmdır!» diye şahadet edebilir.
Çünkü eşyada mülk yakînen bilinmez. Belki zahiren bilinir. Şu hâlde, çekişmesiz
oîan zi'1-yedlik, zahiren mülke delildir.
Bu şâhidliğin caiz
olması, kalbi; o ayn'ın, o kimsenin mülkü olduğuna yatıştığı takdirdedir. Eğer
kalbi, o ayn'ın başkasının mülkü olduğuna yatarsa, «Onun mülküdür!» diye
şahadet etmesi, helâl değildir. Çünkü şahadetin cevazında asıl olan yekine
(kesin bilgiye) i'tibâr etmektir. Nitekim, Resûlüllah (S.A.V.) in:
Güneş gibi biliyorsan
şahadet et, yoksa etme.» kavl-i şerifinde Önce geçti.
Eğer Güneş gibi görmek
veya bilmek güç olursa, kalbin şahadeti ile amel edilir. Şâlıid, kâdi'ye birinci
surette tesâmu* veya ikine; sûret-te zi'l-yed hükmü ile şahadet ettiğini
açıklarsa, şahadeti bâtıl olur
işittim:-> derse, iş değtşir.
Bundan dclayı haberlerin
mûrsei cianian, müsned olanlarından daha
kuvvetlidir. Ki'fâye'de de böyle denmiştir. Ancak vakıfda tet'sîr yaparsa,
şahadet bâtıl obnaz. Çünkü iki şâhid, şahadetlerini vakıfda tesâmu' ile teîsîr
etseler, kabul edilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Şâhid; bir kimsenin,
Zeyd'in defninde veya Cenaze Namazında bulunduğuna şahadet ederse, bu, gözle
görmek (muayene) demektir. Şahadeti kabul edilir. Hattâ kâdî'ye tei'sir de
eylese, kâdî onu kabul eder. Çünkü, ancak ölü olan kimse gömülür ve ancak ölü
üzerine namaz kılınır.
Satış, icûre nikâh ve
benzerleri gibi, nıuâvezât'da îcâb'a şahadet etmek; kabule de şahadet etmektir.
Hattâ şâhidler, kabulü zikretrhek-sizin sâdece babanın tezvirine şahadet
etseler, şahadet kabul edilir. Fakat hîbe bunun hilâfınadır. Çünkü kabulü
zikretmeksizin hibede şahadet etseler, kabul edilmez. İmâdiyye'de de böyle
denmiştir.
Şahadet,
ehl-i ehvâdan; yânî nefsî isteklerine ve tutkuianna meyli olan kimselerden kabul
edilir.
Bilmiş oi ki; ehl-i
enva; İlm-i Kelâm kitablannda zikredildigine göre; inançları EhH Sünnet'in
inançlanna uymayan Ehl-i Kıbie'dir. Onlar: Cebriyyc, Kaderiyye, Râfızîler,
Hâriciler, IVîuattile ve Müşebbihe fırkalarıdır. Bunların
her biri, onikişer fırkadır. Hepsi yetmişiki fırka olur. Bize göre; bunların
şahadetleri kabul edilir. İmâm Şafiî (Rh. A.), ayrı görüştedir. Ancak Hattâbiyye
fırkasının şahadetleri kabul edilmez. Bunlar Rafıziierin gulâtı (aşın
gidenleri) dir, ki onlara göre; haklı olduğuna yemin eden her kimse için şahadet
caizdir. Onun şahadetinin caiz olduğuna inanırlar ve «Müslüman yalan yere yemin
etmez.;) derler.
. .
Ulemâdan ba'zılan
demiştir ki: Bunlar, kendi cemâatlerinden oîanlar için şahadeti vâcib görürler.
Şu hâlde, onların şahadetinde ştibhe hâsıl oîur.
Her ne kadar ayrı
dînden olsalar da. Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi zimmîlerin kendi gibi zimmi
üzerine şahadeti knbûl edilir,
Yine zimmînin,
müste'men üzerine şahadeti kabul
edilir. Çünkü zimmî, hâl yönünden müste'menüen daha yüksektir. Zîrâ bizim
ülkemizin halkmdandır. Bundan dolayı Müslüman, zimmîye karşılık Öldürülür;
müste'mene karşılık öldürülmez. Aksi yoktur. Yânî müste'-menin, zimmî üzerine
şahadeti kabul edilmez. Çünkü müste'menin, zimmi üzerine velayeti eksiktir ve
müste'menin hâli zimmîden daha aşa-. ğıdır.
Amma ikisinin ülkesi
bir olursa, müste'menin müste'men'e şahadeti kabul edilir. Eğer ülkeleri bir
olmayıp, her biri başka ülkeden olursa — Rûm ve Türk gibi— birbirleri üzerine
şahadetleri kabul edilmez. Çünkü aralarında olari velayet iki menea nın
ayrı olmasiyle kesilmiş blur. Bundan dolayı aralarında tevarüs (birbirine vâris
olmak) câri olmaz.
Bîn sebebiyle düşman
olanın ş?.hâdeti de kabul edilir. Çünkü dînî düşmanlık, dînin kuvvetine ve
adaletine delâlet eder. Dünyevî düşmanlık, bunun hilâfmadır. Zîrâ,, haramdır.
Şu hâlde, bir kimse dünyevî düşmanlığı irtikâbetse, onun sözünden emin olunmaz.
Eğer büyük günâhlardan
kaçınırsa; küçük günâh işleyen Müslü-manın da o günâhda ısrar etmemesi şartiyle
şahadeti kabul edilir.
Sünnets'z olan kimsenin
şahadeti de kabul edilir. Çünkü naslar hıtân (sünnet derisi) ile takyîdsiz
mutlak vârid olmuştur. Bir de Sün-netsizlik adaleti ihlâl etmez. Bu hüküm;
sünnetsiz kimse sünneti, yaşlı olmasından dolayı özr ile veya helak ohnakdan
korktuğu için terk ettiğine göredir. Fakat dîni hafîf-e aldığı (yânî önem
vermediği) için terk etmiş ise, şahadeti kabul edilmez. Çünkü o kimse âdil
olamaz.
İmâm A'zam (Rh.A.);
sünnet (hıtân) için vakit takdir etmemiştir. Çünkü bu husûsda Kitâb, Sünnet ve
icmâ' vârid olmamıştır. Mikdârlar ise,
re'y ile bilinmez. Müteahhirün (sonraki ulemâ); vakit takdir etmiş. lerdir.
Ba'zısı; «Cedi'den on yaşma kadar.» Ba'zıları da, «Doğduğunun yedinci gününde.»
Yâhûd, «Yedi günden sonra çocuğun sünnet olmaya tehammülü olup sünnet ile helak
olmayacak vakite kadardır.» demişlerdir.
Hadimden,
veled-i zinadan ve hünsâ'dan
—eğer bunlar âdil kimseler ise— şahadet kabul edilir. Çünkü uzvun kesilmesi ve
veled-i zina için, ana-babasının suç işlemiş olması adalette ta'n gerektirmez.
Hz. Ömer (R.A.), Alkame (R.A.) hadım iken şahadetini kabul etmiştir.
Hünsâ, ya erkek veya
kadındır, ikisinin de şahadeti makbuldür.
Sonra eğer şâhid müşkil
hünsâ
değilse, mes'elede işkâl (güçlük) yoktur. Eğer müşkil hünsâ olursa, şahadet
hakkında ihtiyaten kadın sayılır.
Âzâdli kölenin efendisi
hakkında ve efendinin âzâdlısı hakkında
şahadetleri, töhmet
olmadığı için kabul edilir. Kanber (R.A.) in; Hz.
Ali (R.A.) için kâdî Şurayh (R.A.)'m huzurunda şahadet eylediği sabit olmuştur.
Şurayh (R.A.) Hazretleri Kanber (R.A.)'in şahadetini kabul etmiştir. Halbuki
Kanber (R.A.), Hz. Ali (R.A.)'nin âzâdlı'kölesi idi.
Ummâlin; yânı sultânın
me'mûrlarımn şahadetleri de Ulemânın çoğuna göre, kabul edilir. Çünkü amelin
kendisi, fısk değildir. Anoak, eğer onlar zulm ederlerse, kabul edilmezler.
Fukahâ demişlerdir ki;
bu, onların zamanlarında idi. Çünkü onlarda salâh gâlibdi. Bizim zamanımızda
olan âmillerin ise, zulümleri gâlib olduğu için şahadetleri kabul.edilmez.
Kâfî'de de böyle denmiştir.
Kardeşin; kardeş ve
amcasına; radâ' veya musâharet
bakımından haram olan kimseye şahadeti kabul edilir. Musâhareten haram olanlar;
karısının anası, karısının başka kocadan olan kızı ve jazınm kocası, babasının kansı ve oğlu gibi
kimselerdir. Çünkü bunların arasında emlâk ayrıdır ve zi'1-yedlikler başka
başkadır. Birbirlerinin malında tasarrufa hakları yoktur. Şu hâlde, töhmet
meydana gelmez. Doğum yönünden karabete şahadetle kan - kocadan birinin, diğeri
için şahadeti zikredilenin hilâfınadır. Yânı, şahadetleri makbul değildir.
Kâfirin, efendisi
Müslüman oîan bir kâfir kb'îe, veya müvekkili Müslüman olan bir hür kâfir
üzerine şahadeti kabul edilir. Yânı bir kâfirin, efendisi (mâliki) Müslüman olan
bir kâfir köle üzerine şahadeti ve yine bir kâfirin müvekkili Müslüman olan hür
ve kâfir bir ve-ûrîl üzerine şâhidlik etmesi caiz olur. Aksi caiz değildir. Yânî
mâliki kâfir olan Müslüman köle üzerine, kâfirin şahadeti ve müvekkili kâfir
elan Müslüman vekîi üzerine kâfirin şahadeti kabul edilmez. Çünkü Müslüman
efendinin kölesi, şâyed kâfir olup, ona alış - veriş için izin verdi ve iki
kâfir şâhid, o me'zûn kâfir kölenin üzerine satın aldı veya sattı diye şahadet
etseler, aleyhine şahadetleri caiz. olur. Çünkü bu şahadet, bir kâfirin
şahadetidir, ki kasden kâfir üzerine bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Ve1 o
isbâttan efendisi olan Müslüman üzerine zımnen hüküm lâzım gelmiştir. Şâyed
mâlik, yânî efendi kâfir olup me'zûn köle Müslüman olsa, onun aleyhine kâfirin
şahadeti kabul edilmez. Çünkü bu şahadet, bir kâfirin şahadetidir ki, kasden
Müslüman aleyhine bir işin isbâtı için kâim olmuştur. Eğer bir Müslüman, alış -
veriş için bir kâfiri vekil etse, vekîl olan kâfir üzerine iki kâfir alış -
veriş şâhidliği yapsalar, aleyhine şâhidlikleri caiz oiur. Çünkü bu şahadet,
kâfir üzerine bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Şâyed müvekkil kâfir olup,
bir Müslümam satmak ve satın almak için vekîl etse, o vekîl olan Müslüman
üzerine, şâhidlikleri kabul edilmez. Çünkü bu, bir kâfirin şahadetidir, ki
Müslüman üzerine kasden bir şeyin isbâtı için kâim olmuştur. Câmiu'l-Kebîr'in
Telhisi için Mes'ûdî (Rh. A) 'nin yaptığı şerhde böyle zikredilmiştir.
Kâfirin, Müslüman
aleyhine şahadeti kabul edilmez. Ancak vesayette ve nesebde, vasi, ölünün
tarafından, hâzır olan hasım üzerine hak iddia ederse, kabul edilir. Yânî kâfir
olan da'vâcı, bir Nasrânînin vasisi olduğunu iddia edip ve da'vâsmı isbât etmek
için Müslüman hasım üzerine iki Nasrânî şâhid ikâme etse, veya «Fülân oğlu
füîân Nas-rânî ölüp, ben onun vârisiyim.» diye iddia etse ve üzerinde ölünün
alacağı olan bir Müsîümanı getirip; ölünün nesebini isbât etmek için iki
Nasrânî şâhid ikâme etse, kabul edilir. Bu şahadetin kabulü, istihsân-âır.
Kıyâs, kabul edilmemekdir.
İstihsâlim vechi şudur:
Müslümanlar, Hıristiyanların ölümüne gelmezler. Vasiyyet ise, çok kere ölürken
yapılır. Nes&bin sübûtunun sebebi nikâhdır. Halbuki Müslümanlar, onların nikâhlarına
gelmezle Eğer binası ölüm üzere olan vesayet isbâtmda Müslüman üzerine kszâ
binası nikâh üzere olan neseb isbâtmda Nasrâninin, Müslüman ürerine şahadet;
kabul edilmese, vasiyyete
müteallik oian hakların zayi' olmasına yol açar. Şu
hâlde, bu şahadet biz'zarûre tstihsânen kabul edilir. Nitekim ebenin,
zaruretten dolayı şahadeti kabul edilir Körün şahadeti de kabul edilmez. Çünkü
şahadeti edâ, iki hasmı ayırd edebilmeye muhtâcdır. Şahadet edilen şey
(meşhûd-un bih) menkûl ise, kör ancak ses ile ayırd eder. Bu ayırd etmede ise
şübhe vardır. Şâhidîer, cinsiyle o şübheden kaçınmak mümkün olmaz.
Mürtedin
şahadeti de kabul edilmez. Çünkü şahadet, velayet bâbmdar.dır. Mürtedin ise, bir
kimse üzere velayet yetkisi yoktur. Şu hâlde, kâfir üzerine de olsa, mürtedin
şahadeti kabui edilmez.
Kölenin ve küçük
çocuğun da şahadetleri kabul edilmez. Çünkü bunların, kendileri üzerine
velayetleri yoktur. Başkaları üzerine olmaması evleviyyette kalır. Ancak köle.
köleliği hâlinde ve sabi, küçüklük hâlinde şahadeti yüklenip; köle hürriyete
kavuştukdan ve küçük çocuk bulûğa erdikden sonra edâ ederlerse, kabul edilir.
Çünkü şahadeti yüklenmeleri, gözle görmek veya işitmek yoluyla hâsıl olmuştur.
Bu ikisi, onları şahadetten alıkoymazlar. Edâ sırasında ise; köle ile küçük
çocuk şahadet ehlindendirler.
Kazf
sebebiyle cezalandırılmış olan kimsenin de şahadeti ka-bûl edilmez. Velev ki,
tevbe etmiş olsun. Çünkü Allah Teâlâ
(C.C.) :
«Ebediyyen onların
şâhidüğini kabul etmeyin...» buyurmuştur.
Ancak kâfir İken kazf
haddi ile cezalandınlıp, ondan sonra Müslüman olmuş ise, kabul edilir. Çünkü
kâfir, kazf haddi ile cezalandırılmış olsa, onun ehl-i zimmet üzere şahadeti
kabul edilmez. Çünkü kâfir kendi cinsine
şahadet yetkisi vardır. Şu hâlde cezasını tamamlamak için şahadeti red edilir.
O kâfir, küfrü hâlinde kazf haddi ile ce- . \iandmlmis olup, sonra Müslüman
olursa, kâfirler ve Müslümanlar ürerine şahadeti kabul edilir. Çünkü bu şahadeti
o. İslâm ile elde etmiştir. Eu şahadete, red mülhak olmaz. O da, ehl-i İsiâm
üzerine şahadettir. Çünkü bu şahadet, red ve hadd zamanında sabit değildir.
Ehl-i İslâm üzerine şahadeti caiz olunca, biz'zarûre kâfir üzerine şahadeti de
caiz olur. Kâfir köle, bunun hilâfmadır. O, kazf haddi ile cezalandırılıp, sonra
âzâd edilirse, şahadeti reddedilir. Çünkü köle için köleliği hâlinde asla
şahadet yetkisi yoktur. Şu hâlde red, şahadetin hudûsuna tevakkuf eder. Red
hadis olursa, onun şahadetinin reddi âzâddan sonra haddinin tamâmından olur.
Zindanda meydana gelen
olaya mahîmsun (tutuklunun) şâhidlik etmesi de kabul edilmez. Yâni zindanda,
tutuklular arasında bir olay meydana geldikde, tutukluların ba'zısı o olaya
şâhidlik etmek isteseler, kabul edilmez. Çünkü hepsi itham altındadırlar
(müttehimdir-ler). Câmi'ul-Kebîr'de Köyle zikredilmiştir.
Bir kimsenin aslına,
fer'ine; kocanın, karısına ve karının, kocasına; efendinin, kölesine ve mükâtebine şâh^dliği
de kabul edilmez.
Bunda asıl olan,
Resûlüllah (S.A.V.)'m:
.
«Çocuğun, babası için,
babanın çocuğu için, kadının, kocası için ve kocanın, karısı için, kölenin
efendisi için ve efendinin kölesi için; kiralanmış işçinin (ecîrin) kiralayan
kimse (müste'cir) için şahadeti kabul edilmez.» kavl-i şerifidir.
Meşâyih'in kavline
göre; ecîr ile murâd, ustasının zararını kendi zarân ve yararını kendi
yaran saydığı husûsî çırağıdır. Resûlüllah (S.A.V.)'ın:
«Aileye hizmet eden
hizmetkârın (veya İşçinin) onlar için şahadeti makbul değildir.» kavl-i
şerifinin ma'nâsı budur.
Ulemâdan ba'zıları;
«Ecîr ile murâd, yılhk veya ayhk tutulan ücretli çırakdır.» demiştir. Çünkü
ücretli işçi (ecîr) menfaatleri ile ücreti gerekli kılar. Şâyed ecîr, kiralama
müddeti içinde müste'cir için şâ-hidlik ederse, sanki o müste'cir, işçiyi o
şâhidlik için kiralamış gibi olur.
İki ortağın, ortak
oldukları şeyde birbirleri için şâhidliği de kabul edilmez. Çünkü, bir bakımdan
kendisi için şahadettir. Eğer ortak olmadığı şeyde şâhidlik ederse, töhmet
bulunmadığı için bu şâhidlik kabul edilir.
Fısk üzerine ısrar
ettiği için me'bûn'un
şâhidliği de kabul edilmez. Fakat sözünde müiâyemet olup a'zâsmda tekessür
(kırıtma) olsa, ve ef al-i reddiyye'den (çirkin işlerden) bir şeyle tanınmış
olmasa, şâhidliği reddedilmez.
Ölü için ağlayıverip
ağıt yakan kadının ve şarkıcının şâhidliği; mala tama' ederek haram işledikleri
için, kabul edilmez. Ağıt yakan kadın (nâyiha) dan murâd; başkasının başına
gelen musibete ağlayıverip ondan kazanç sağlayan kadındır.
Eğlence (lehv) için
tegannî ise, bütün dînlerde haramdır. Özellikle, bu işi kadm yaparsa. Çünkü
kadının şarkı jsöyleraesi şöyle dursun, sesini yükseltmesi bile haramdır. Onun
için burada; «İnsanlar için şarkı söyleyen.» diye kâydlanmamıştır. Musannif,
ilerde bu kaydı koyacaktır.
Haram olan içkilere
mübtelâ olan kimsenin şâhîdliği de kabul edilmez. Çünkü haram olan içkilerden
başkasına mübtelâ olmak, müskir olmadıkça şahadeti ıskat eylemez. İçmeye mübtelâ
olmakda, eğlence ve zevk için mübtelâ olmak şarttır. Mübtelâ olmayı şart.
koşması, bunun meydana çıkması içindir. Çünkü bir kimse gizlice şarâb içip
meydana çıkarmasa, her ne kadar şarâb içmek büyük günâh olsa da; âdil olmakdan
çıkmaz ve onun adaleti 5âkit olmaz. Ancak, 'açığa çıkarırsa veya sarhoş olarak
dışarı çıkar da çocuklar kendisiyle . oynarsa, âdil olmakdan çıkar. Çünkü böyle
yapan kimsede şeref (onur) olmaz ve âdeten yalandan kaçınmaz. Kâfî'de de böyle
denmiştir.
Dünyalık için düşmanlık
eden kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Muhît'de denmiştir ki: Bîr adamın bir
adama, dünyâ işlerinden bir şeyde düşmanlığı olsa, şahadeti caiz olmaz.
Zâhidî (Rh.A.) demiştir
ki: Muhît'de zikredilen kavi, müteahhi-rînin ihtiyarıdır. Mensûs olan rivayet
ise, bunun hilâfmadır. Çünkü o kimse, eğer âdil olursa, şahadeti kabul edilir.
Zâhidî (Rh.A.); «Sahih olan budur, İ'timâd da bunadır.» demiştir.
Kuşlarla oynayan
kimsenin şahadeti de kabul edilmez.
Çünkü onun gafleti ve bir nev'î oyuna ısrarı şiddetlidir. Zîrâ çok kere dam
üzerlerinden ve başka yerlerden kadınlara bakar. Bu ise, iıskdır. Fakat bir
kimse, güvercini ünsiyet (alışkanlık) için besler, uçurup oynamazsa, onun
adaleti yok olmaz. Çünkü güvercinin evlerde alıkon-ması mubâhdır.
Tanbur çalan veya
insanlara şarkı söyleyen kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Çünkü tanbur zevk
ve eğlencedir. Zîrâ, fısk çeşidindendir ve insanları büyük günâh işlemek için
toplar. Böyle kimse âdeten mü-câzefeden (yâni ölçüsüz ve düşüncesiz konuşmakdan)
ve yalandan çekinmez. Eğer başkasına duyurnıayıp, belki yalnızlığım gidermek
için kendisine çalıp söylerse şahadetine dokunmaz.
Hadd (şer'î ceza) lâzım
gelecek suç işleyeni kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Yâni hangi çeşit olursa
olsun — haksız yere adam öldürmek, zina ve hırsızlık etmek gibi— haddi
gerektiren büyük günâhlardan birini işleyen kimsenin de şahadeti kabul edilmez.
Çünkü o, inancının aksine bir iş yapmıştır. Bu da, onun dindarlığının
(diyanetinin) azlığına delildir. Onun, yalan yere şahadete cür'et edebileceği
de umulur. Kâfî'de de böyte denmiştir.
Ben derim ki; bunun
zahiri, gizlice içki içmek hakkında Kâfiden
naklettiğimiz söze- aykırıdır. Lâkin, ikisi arasında uygunluk şudur: Hadd
gerektiren şeyi işlemekle murâd, cezalandırılmak sânından olan şeyi işlemek
değildir. Belki, onunla cezalandırılan şeyi bi'1-fiil yapmaktır. Bu ise ancak,
izhâr ile ve şâhidlerin onun üzerine muttali' olma-siyle olur.
Peştamalsız hamama
giren kimsenin de şahadeti kabul edilmez.
Çünkü avret yerini
açmak haramdır. Bununla beraber avret yerini açmak, harama aldırış etmemeye
delâlet eder.
Ribâ (faiz) yiyen
kimsenin de şahadeti kabul edilmez. Çünkü ribâ yiyen kimse fâsıktır. Mebsüt'da;
ribâ yemek ile tanınmış olmak şart kılınmıştır. Çünkü tacirler, akdi ifsâd eden
sebeblerden çok az kurtulurlar. Bunların hepsi, ribâdır. Öyle ise (sahiciliği
kabul edilmemesi için) ribâ yemekle
tanınmış olması gerekir.
Yâhûd tavla veya
satrançla kumar oynarsa yâhûd satrançla oyalanıp namazı terk ederse, şâhidliği
kabul edilmez. Çünkü bunların her biri aşağılığa delâlet eden büyük
günâhlardandır. Fakat ku-marsız ve namazı terk etmeksizin sâdece satranç
oynamnk, her ne kadar bize göre mekruh ise de; şahadete engel olan fisk
değildir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.)'ye göre; satranç mubah olmakla, onda içtihada
mesâğ (ruhsat) vardır.
Fakat, tavla oynayan kimsenin mutlaka şahadeti merdûddur.
Yolda bevleden (küçük
abdestini yapan) veya yolda yemek yiyen kimsenin de şâhidliği kabul edilmez.
Selefe açıkça küfreden kimsenin de şâhidliği kabul edilmez. Selef; Sahâbe-i
Güzin ve müctehid âlimlerdir. Allah (C.C.) hepsinden razı olsun. Çünkü bu
işler, onun aklının ve mürüvvetinin (haysiyetinin) kusurunu gösterir. Bundan
kaçınmayan bir kimse, yalandan da kaçınmaz. Zikredilen şeyleri yapmayan kimse,
bunların hilâfınadir. Yânı şahadeti, merdûd değildir.
Ölen kimsenin iki oğlu,
babalarının şu şahsı vasî kıldığına şahadet etseler ve o da vasî olduğunu iddia
etse, iki kardeşin şahadetleri İstih-sânen sahih olur. Eğer vasî, bunu inkâr
ederse, onların şahadeti kabul edilmez. Kıyâs, vasî iddia etse de kabul
edilmemesi idi. Nitekim ölen kimsenin iki
alacaklısının şahadetleri; ölen kimseye borçlan olan iki borçlunun şahadetleri;
Ölünün, kendileri için vasiyyet ettiği iki kimsenin şahadetleri ve ölenin iki
vasisinin vasi ta'yîni üzerine şahadeti kabul
edilir. Kıyâs,
zikredilenlerin şahadetlerinin kabul
edilmemesi idi. Çünkü o iki şâhid, şahadetleri ile kendilerine menfaat
sağlarlar. Öyle ise, bu red olunur. Çünkü iki vâris, onlar için, ölenin malından
tasarruf eden ve haklarının ihyâsına kâim olan kimsenin nasbim kasd
etmektedirler. İki alacaklı ise, haklarını alan veya onlara haklarını .vermekle
ibra eden kimsenin nasbim kasd etmektedirler. İki vasî ölenin malında tasarruf
üzere onlara yardımcı bir kimsenin nasbini kasd etmektedir. Kendilerine vasiyyet
edilen iki kimse (mûsâ leh) ise, haklarım kendilerine veren kimsenin nasbim
murâd etmektedir.
tstihsânm vechi şudur:
Bu şahadetler, hakîkaten şahadet değildir. Çünkü hakîkaten şahadet, kâdî üzerine
bir şey îcâb eder ki, kâdî o şahadet olmaksızın onu icraya kadir olamaz. Bu
ş?hâdet ise, böyle değildir. Zîrâ vasî, razı olsa ve mûsinin ölümü de bilinse,
kâdî insanların mallarım zayi' olmakclan korumak için vasi ta'yinine kadir olur.
Lâkin kâdînm, nasb eylediği kimsenin yetkisini ve ehliyetini araştırması
gerekir. Zikredilen şâhidler, şahadetleri ile kâdîye ta'yîn külfeti bırakmazlar.
Onla,r, şahadet ile bir şey de iabât etmezler. Binâenaleyh şahadetin hüccet
olmaması hususunda kur'â gibi olur. Belki kâdînm ta'yin külfetini defeder.
Eğ-sr iki kardeş;
bunların gâibde olan babalan, hâzırda olan bir kimseyi alacağını teslim alması
için vekil etti, diye şahadet etseler; gerek o vekü vekâleti iddia etsin,
gerekse etmesin, o şahadet red edilir. Çünkü onların şahadetlerinde şübhe hâsıl
olmuştur. Zîrâ iki kardeş, babalan için şahadet,etmektedirler. Bu şahadetin
bâtıl olduğu ise, daha önce geçti.
Mücerred cerh üzere
şahadet de red edilir. Mücerred cerh, şahidin kendisiyle £âsık sayıldığı şeydir.
Amma. fâsık sayılan şâhid üzerine, şeriatın veya kulun hakkını îcâb eylemez. Bu
şahadet, kabul edilmez. Meselâ; fâsık veya ribâ yiyen kimse gibi, yâhûd da'vâcı
onları isticar eyledi, diye şahadet etmek ve benzerleri gibi. Nitekim, yakında
anlatılacaktır. Çünkü şahadet ancak hüküm altına giren şeyde kabul edilir. Ve
o şeyin Uzamı kâdînm yetkisindedir. Fısk ise, böyle değildir. Çünkü şâhid, uslu
tevbe ile savar; isticar, her ne kadar cerh üzerine zâid bir iş ise de, lâkin
isbâtmda hasım yoktur. Çünkü onun ücrete tealîuku yoktur. Hattâ da'vâlı;
«Da'vâcı, şâhidleri şu kadar şeye kira ile tuttu!« yâhûd; «Ücreti, benim onun
indinde olan malımdan verdi!» diye bu iddiasına beyyine gösterse, kabul edilir.
Nitekim, yalanda açıklaması gelecektir. Çünkü bu surette, da'vâlı hasımdır.
Sadr'uş-Şerîa (RIı.A.)
demiştir ki: Da'vâcı adalet üzere beyyine getirse; hasım da cerh üzere beyyine
getirse; eğer cerh, mücerret! olursa, cerhin beyyinesi kabul edilmez. Benim,
mes'elenin suretini böyle zikretmeme sebeb; çünkü da'vâcı eğer adalet üzerine
beyyine getirmez ve bir muhbir; «Şâhidler fâsıkdır veya ribâ yiyicidir!» diye
haber verirse, adaletin sübûtundan önce hüküm caiz olmaz. Bilhassa iki muhbir;
«Şâhidler, fâsıkdir!» diye haber verirse; hiç caiz olmaz.
Ben derim ki: Bunun
hakikati şudur; şahidin ta'düden önce cerhi, şahadeti sübûtundan önce
defetmektir ve bu diyanet Mbmdandır. Bundan dolayı cerhde, haber-i vâhid kabul
edilir. Nitekim bu mes'ele daha önce «Kerahet ve İstihsân Bölümü» nde geçmiştir.
Ta'dîlden sdira cerh,
şahadetin süfcûtundîm sonra ref etmekdir.
Hattâ mücerred cerh
bulunmazsa, ta'dîlden sc-nra kâdînin o şahadet ile amel etmesi vâcib olur.
Mukarrer kaidelerdendir
ki; def, ref'den esheldir.
(Yânı savmak, ortadan kaldırmakdan
daha kolaydır). Ta'dîlden önce mücerred cerhin velev ki bir kişi tarafından
olsun makbul olması, ta'dîlden sonra, makbul olmamasının sırrı budur. Belki
şeriatın veya kulun hakkını isbât-ta şahadet nisâbına muhtâc olur. Bu tahkik ile
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) üzerine, ba'zı kendini beğenmişlerin, kailin murâdını anlamadan,
yaptığı şuursuz ftirâzı yıkılmış olur. Bununla beraber; bu zât, kaidelerden
zâhil ve gafil olduğu hâlde şöyîe demiştir: «Ben derim ki, bu söz götürür. Çünkü bu gibi şahadet, g-erek ta'dîlden
önce, gerekse sonra olsun, mu'teber olmaz. Öyle ise, zikrettiği kaydh surete
hacet yoktur.» Bundan dolayı ben; «Mücerred ceı*h üzere şahadet, ta'dîlden sonra
kabul edilmez. Ta'dîîden Önce kabul edilir.» dedim. Meselâ; da'vâcının
şâ-hidleri fâsıktıriar veya zânîdirîer veya ribâ yiyicidirler yâhûd içki
içicidirler veya şâhidler bu şahadette yalancı olduklarını ikrar etmişlerdir
veya ücretle tutulduklarını ikrar etmişlerdir,
diye ikrar eylediklerine şahadet etseler veya da'vâcmın bu da'vâda mubtıî
olduğunu ikrar ettiklerine şahadet etseler yâhûd bu olayda da'vâlı üzere
onların şahadeti yoktur, ,diye şahadet etseler, bu şahadetler, ta'dîlden sonra
kabul edilmez. Çünkü adalet, sabit
oldukdan sonra, ancak şeriatın veya kulun hakkını
isbâttan sonra, ortadan kalkar. Nitekim, sen bunu bilirsin! Halbuki bu,
zikredilen şeylerde şeriatın veya kulun hakkından birisinin isbâtı yoktur. Şu
şey, bunun hilâfmadir ki; eğer şahadet ta'dilden önce bulunursa, def hususunda kâfidir. Nitekim, daha Önce geçti.
Da'vâcmın, şâhidlerinin
fâsık veya yalancı şâhid olduklarım yâ^ hûd bu şahadet için kira ile tuttuğunu;
ikrar ettiğine şahadet ederlerse, da'vâhnm şâhidlerinin şahadetleri kabul
edilir. Çünkü bu, da'vâ-cınm da'vâsmda haklı olmadığını ikrardır. Ya da, o
şâhidler köledirler veya kazf sebebiyle cezalandırılmışlardır yâhûd bunlar zina
ettiler veya zina ile vasf olundular yâhûd benden şöyle bir şey çaldılar veya
içki içtiler, diye şahadetleri de kabûî edilir. Şu kadar var ki; içki (hamr)
içilmesinde koku yok olmayacak kadar ve geri kalanlarında bir ay kadar zaman
geçmiş olmamalıdır. Çünkü zaman geçmiş ise, onunla hakkı isbât etmek mümkün
olmadığı için kabul edilmez. Zlrâ zamanı geçmiş olan hadde şahadet etmek
merdûddur.
Yâhûd şâhidler
da'vâcmın ortaklarıdır ve müddeâ, hepsinin ortak oldukları bir maldır. Veya
şâhidler, zina iftirasında bulunmuşlardır.
Makzûf (kazf edilen) de
bunu iddia etmektedir. Yâhûd da'vâcı şâhid-leri şu kadar parayla kiralayıp benim
onda olan malımdan ücretlerini vermiştir veya ben o şâhidler ile şu kadar
paraya, benim üzerime yalan yere şahadet etmemeleri için anlaştım ve anlaşma
bedelini onlara verdim. Onlar ise, yalan yere şahadet ettiler, şu hâlde ben,
onlara verdiğim parayı istiyorum, diye iddiasına beyyine gösterse, şahadet kabul
edilir. Bu suretlerde şahadetin kabul edilmesi; ba'zısında Allah Teâlâ (C.C.)'mn
hakkı, ba'zısında ise, kulun hakkı olduğu içindir. Bu hakların ihyâsına ihtiyâç
vardır.
Bir olayda kâdîmn
reddetmiş olduğu; yânî kabul etmediği şahidi, o olayda başka kadının kabul
etmesi caiz değildir. Çünkü zahir şudur ki; birinci kâdî o şahidi şer'î bir
sebeble reddetmiştir. Şu hâlde ikinci kâdîmn, ona muhalefet etmesi caiz olmaz.
Şahadetleri eksik olan
şâhidlerin şahadetini onlardan başkası tamam etse, kabul edilir. Şöyle ki, iki
şâhid bir hâne için, hasmın yed'inde olduğunu zikretmeksizin şahadet etseler ve
hasmm yed'inde olduğuna diğer iki şâhid şahadet etseler, kabul edilir. Çünkü
da'vâcıya mülkü isbâtta hasım cisun diye, da'vâlmm zi'1-yedliğini isbât için
şahadete ihtiyâç vardır. Bunda iki hükmün, bir fırkanın şahâdetiyîe. sabit
olması ve iki fırkanın şahadetle sabit olması arasında fark yoktur. Ondan
sonra iki şâhid, hâne da'vâlmm zi'1-yedliğihdedir, diye şahadet etseler, kâdî
onlara; «Siz, hanenin da'vâlı elinde olduğuna, duyup işitmekle mi, yoksa gözle
görmek suretiyle mi şahadet ediyorsunuz?» diye sorar. Çünkü olabilir ki; o
kimsenin hâne elinde olduğu ikrarını işitmişler de; bu husûsda mutlak şâhidlik
yapılabilir sanmışlardır. tmâdiyye'de de böyle denmiştir.
İki kimse mahdûddun
mülküne; diğer iki kimse de hududun mülküne şahadet etseler, zikredilen
sebebden dolayı kabul edilir.
Şâhidler, bir adamın
ismine, nesebine şahadet edip, o adamı aynen ta'rif etmeseler; diğer iki şâhid
de o isimle adlandırılan bu adamdır, diye şahadet etseler; şahadetleri kabul
edilir. Yakında bunun ben* zeri gelecektir.
Âdil bir kimse şahadet
edip; ((Ben, şahadetin bir kısmım açıklamadım! » derse, şahadete zarar vermez.
Yâni şâhid şahadet ettikden sonra, şahadetinde terk ettiği bir sözü hatırlayıp,
onu zikretse, eğer sözde çelişme yoksa, şahadeti kabul edilir.
Câmiu's Sağîr'de ve
Muhît'de mutlak olarak zikredilmiştir ki, eğer o adam yerinden ayrılmadan Önce
bu sözü söyledi ve şâhid âdil olup çelişkiye düşmemeyi şart kılmadı ise —ki bu
güzel bir şarttır— şahadet caiz olur. Bunu Zâhidî (Rh.A.) zikretmiştir.
Yaradan öldüğüne dâir
getirilen beyyine, yara iyileştikden sonra öldüğüne dâir getirilen beyyineden
evlâdır. Yâni bir adam, bir insanı yaralayıp, yaralı öldükde müteveffanın
velîleri «O yara sebebiyle öldü!)) diye beyyine getirseler; yaralayan kimse de;
«Benim açtığım yaradan sıhhat bulup, on gün sonra öldü i» diye beyyine getirse,
maktulün velilerinin beyyineleri evlâdır.
Gabin (aldatan)'in
beyyinesi, kıymet semenin misli olduğuna dâir getirilen beyyineden evlâdır. Yânî
bîr vasî, küçük çocuğun bağını satıp; sabi baliğ oldukda aldanma (gabn)
bulunduğunu iddia edip beyyine getirse; müşteri de o vakitte semenin misline
satm aldığına dâir beyyine getirse, gabinin beyyinesî kabul edilir. Çünkü
aldanmaya dâir olan beyyine, zâid bir şeyi isbât etmektedir. Bir de; fesâd
beyyinesi, sıhhat beyyinesine tercih edilir.
Mutasarrıfın âkil
olmasına dâir beyyine, aklı bozuk veya mecnûn olmasına dâir beyyineden evlâdır.
Yânî bir câriye, efendisi âkil olduğu hâlde kendisini ölüm hastalığında
(maraz-ı mevtte) müdebber eylediğine dâir beyyine getirse; efendinin vârisleri
de aklı bozuk idi, diye beyyine getirseler, cariyenin beyyinesi evlâdır.
Keza bir kimse,
karısını ınuhâlaa ettikden sonra, hul' vaktinde mecnûn olduğuna dâir beyyine
getirse; kadın da hul' vaktinde kocasının akıllı olduğuna dâir beyyine getirse
yâhûd koca husûmet vaktinde mecnûn olup, velîsi onun mecnûn olduğuna dâir
beyyine getirse; kadın da akıllı olduğuna dâir beyyine getirse, iki fasılda da
kadının beyyinesi evlâdır.
İkrahın beyyinesi, tav'ın beyyinesinden evlâdır. Yânî
daVâcı, bir insanın bir şeyi kendi.isteği ile ikrar ettiğini isbât etse;
da'va-lı da; «Ben, o ikrara mecbur edildim!» diye beyyine getirse, mecburiyet
beyyinesi evlâdır. Çünkü, zahirin' hilafını isbât etmektedir.
Bilmiş ol ki, bu bâb
mukarrer olan bir takım asıllara dayanır. Onlardan biri de; da'vâeı olmaksızın
kul haklarında şahadetin kabul edilmemesidir. Çünkü kulların haklarının sabit
elması, velev vekil ile olsun, onların istemelerine.bağlıdır.
Allah Teâîâ (C.C.)'nm
haklan bunun hilâfmadir. Onlarda da'vâ şart değildir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.)
'nın haklarını yerine getirmek herkesin üzerine vâcibdir. Şu hâide herkes,
bunların isbâtında hasımdır. Böyle olunca, sanki da'vâ mevcûd imiş gibi olur.
Bu asıllardan biri de
şudur: Eğer şâhidler iddia edilenden daha çoğuna şahadet ederlerse; da'vâeı
onları yalanlar. Bu takdirde, şahadetleri bâtîl olur. Eğer iddia edilenden daha
azına şahadet ederlerse, kabul edilir Çünkü bunda iki taraf ittifak etmiştir.
Mukarrer olan
asıllardan biri de şudur: Asıldan sabit olduğu için, mutlak mülk, mukayyed
mülkden daha çoktur. Sebeble olan mülk ise, sebebin vaktine münhasırdır.
Asıllardan biri de
şudur: İki şâhid arasında olan ihtilâf, da'vâ ile şahadet arasında olan ihtilâf
gibi değildir. Çünkü iki şahidin şahadetleri; ma'nâda ve ma'nânm ayrılığını
gerektirmeyen lâfızda diğerine uygun olması gerekir. Fakat da'vâ ile şahadet
arasında olan uygunluğun sâdece ma'nâda olması gerekir, lâfza i'tibâr edilmez.
«el-Fusûl» da da böyle denmiştir. Yakında bu mes'elenin daha geniş açıklaması
gelecektir.
Bundan anlaşılır ki;
Vikâye'nin ibaresi, gereği gibi değildir. Çünkü o; şahadetin da'vâya uygunluğunun şartı, iki şahidin lâfzen ve ma'-nen
ittifakı gibidir, demiştir. Bundan dolayı ben; «Da'vâ için şahadetin mutabakatı
vâcib olur. hem lâfzen hem m?.'nen değil, belki ancak ma'nâ bakımından vâcib
olur.» dedim.
, Da'vâcı, mutlak müik
iddia ettikde, şâhidler; meselâ hanenin mî-râsla alınması da'vâsı gibi, sebeble
olan mülke şahadet etseler, kabul edilir. Çünkü iddia edilenden daha azma
şahadet etmişlerdir. Bu ise; yukarda geçtiği veehle; ma'nen mutabakat
bulunduğundan şahadetin kabulüne mani' değildir. Aksi hâlde, kabul edilmez. Yânı
da'vâcı, sebeb-îe mülk iddia eyledikde, şâhidler mutlak mülke şahadet etseler,
kabul edilmez. Çünkü iddia edilen şeyden fazlasına şahadet etmişlerdir. Şu
hâlde, şahadet bâtıl olur. Nitekim bu da, yukarda geçti.
İki şahadetin ma'nâda
ve ma'nânın ayrılığını gerektirmeyen lâfızda birbirine uygun olması vâcib olur.
Ma'nânın ayrılığını gerektirmeyen lâfız tazammun yoluyla değil, va'zi yoluyla
ma'nânın ifâdesine her iki lâfzın uygun olmasıdır.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)
'e göre; m&'nââa ittifak yeter. Hattâ bir adam yüz dirhem iddia etse, bunun
üzerine bir şâhid bir dirhem olduğuna, biri de iki dirhem olduğuna, bir diğeri
de üç dirhem olduğuna, bir başkası dört dirhem olduğuna, bir diğeri de beş
dirhem olduğuna şahadet etseler; İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre lâfzen uygunluk
bulunmadığı için kabul edilmez. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre; son iki şâhid
şahadette ma'nen ittifak ettikleri için, dört dirhem olduğuna hükmedilir.
Eğer şahidin biri
nikâha; diğeri tezvîce şahadet ederse, ikisinin ma'nâlan bir olduğu için, kabul edilir. Keza şahidin biri hibeye,
diğeri atıyye'ye ve benzerine şahadet etse, kabul edilir.
Biri bin; diğeri ikibin
yâhûd biri yüz, diğeri İkiyüz dirhem olduğuna; veya biri, bir talâka, diğeri
iki veya üç talâka şahadet etse, bu
şahadet red edilir. Çünkü iki ma'nâ muhteîifdir.
Nitekim da'vâcı gasb
veya kati iddîa ettiğinde şâhidlerden biri buna, diğeri bunun ikrar ettiğine
şahadet etseler, kabul edilmez. Eğer iki şâhid, katlin veya gasbm ikrar
edildiğine şahadet ederse, durum bunun aksine olup, şahadetleri kabul edilir.
Bin dirhem, diye
yapılan şahadet; şâyed da'vâcı fazlayı İddia ederse; binyüz dirhemdir diye
yapılan şahadet üzerine kabul edilir. Yâni biri bin, diğeri binyüz dirhem
olduğuna şahadet ettiklerinde, bin diye yapılan şahadet kabul edilir. Çünkü iki
şâhid binde ittifak etmiş, biri yüz dirhem
iddiasında yalnız kalmıştır. Eğer da'vâcı, yalnız bin dirhem iddia ederse,
bunun hilâfmadır. Şahadet kabul edilmez. Çünkü da'vâcı, daha çok olduğuna
şahadet eden şahidi yalanlamıştır. Bu anlattıklarımız sâdece borç hakkındadır.
Ayn olan malda ise,
şahadet bir tek kişiden kabul edilir. Nitekim şahidin biri, şu iki köle
da'vâcmmdır, diye şahadet edip, diğeri, kölenin biri için, şu köle da'vâcmmdır,
diye şahadet etse, bi'1-icmâ' şahadet, şâhidlerin ittifak ettikleri köle
üzerine kabul edilir. Muhit adlı kitabda, «Şirb'de Şahadet Babı» nda böyle
zikredilmiştir.
İhtilaflı şahadet akdde
mutlaka kabul edilmez. Yânî gerek en az gerekse en çok üzerine olsun veya
da'vâcı gerek satıcı, gerekse müşteri olsun müsavidir (fark etmez).
Eğer şahidin biri, bir
kölenin satıldığına veya bin akça ile mükâ-teb edildiğine şahadet edip, diğeri,
bin beşyüz akça olduğuna şahadet ederse, bu şahadet red edilir. Çünkü maksûd,
sebebin isbâtıdır. O da, akddir. Bin akça ile satmak başka; bin beşyüz ile
satmak başkadır. Bu durumda şahadet edilen mal (meşhûd-un bin) semenin ayrı ayrı
ol-masiyle muhtelif olmuştur. İki âkidden birine şahadet nisabı tamâm
olmamıştır. Bir de; da'vâcı, iki şâhidden birini yalanlamaktadır.
Keza malla âzâdda ve
kisâsdan sıılhda, rehinde ve hul'da; eğer îbirinci surette köle, ikinci surette
kaatil ve üçüncü surette râh<n ve dördüncü surette kadın İddia ederse, şahadet
red edilir. Çünkü bunlar, malın isbâtmı kasd etmezler. Belki akdin isbâtmı kasd
ederler. Halbuki akd, bildiğin sebebden dolayı muhteîifir. Eğer diğeri iddia
ederse, meselâ kölenin efendisi; «Ben, seni bin beşyüz akçaya karşılık âzâd
ettim!» deyip; köle; bin akçaya karşılık âzâd ettiğini iddia ederse, yâhûd kısas
sahibi; «Ben, seninle bin beşyüze sulh oldum!» der de; kaatil bin'e sulh
olduğunu iddia ederse — geri kalan ikisi de böyledir — bütün veehlerinde borç
da'vâsı gibidir. Çünkü kisâsdan afv, âzâd ve talâk, hak sahibinin i'tirâfiyle
sabit olup da'vâ alacakda bakî kalır. Hidâye'de de böyle denmiştir.
Rehinde, da'vâcı şâyed
mürtehin olsa, da'vâsı gizlilik bulunmaksızın alacak hakkındadır. Çünkü rehin
ancak, önce borç bulundukdan sonra olur. Şu hâlde, diğer borçlarda olduğu gibi,
borcun sübûtu hakkında beyyine kabul edilir. Bin akça ile rehin zımnen ve borca
tebaan sabit olur. Kifâye'de de böyle denmiştir.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.)
demiştir ki: Bu da'vâ, borç da'vâsı gibi değildir. Çünkü borç, borçlunun ikrarı
ile sabit olur. Şu hâlde, iki şâhidden birinin yanında borcun bin akça olduğunu
ikrar edip, diğerinin yanında binden daha
çok olduğunu ikrar eylemesi mümkün olur. Hakkın daha çok olması da mümkündür.
Lâkin borçlu, bin akçadan fazlasını ödemiş veya o fazlalıkdan iki şâhidden
birinin yanında beri olup, diğerinin yanında beri olmamıştır, öyle ise, ikisinin
arasını bulmak (teviîk) mümkündür. Fakat burada1 mal. akcîe tebâiyetle sabit
olur. Bin akça ile yapılan akd, binden daha çoğu ile yapılan akdden başkadır.
Bu durumda, her birinin üzerinde bir şahadet kalmış olur. Diğer tarafda olduğu
gibi, o şahadet red edilip kabul edilmez-.
Ben derim ki:
Sadr'ıış-Şeria (Eh.A.)'ya verilecek cevâb şudur: Müşebbeh'in, bütün vecihlerinde
müşebbeh-un bih hükmünde olması vâ-cib değildir. Belki borç da'vâsı gibi
olmasından murâd; iki şâhid lâfız bakımından ayrı olurlarsa, her ne kadar ma'nâ
bakımından ittifak etseler bile, İmam A'zam (Rh.A.)'a-göre: şahadetleri kabul
edilmez, demektir. Eğer da'vâcı daha az olduğunu iddîj. ederse, daha çok
olduğuna şahadet eden şahidin şahadeti kabul edilmez. Da'vâcı, daha çok
olduğunu iddia ederse, daha az üzere kabul edilir. Böyle olmasının sebebi
şudur: Çünkü bu dört surette, mal her ne kadar akd sırasında aka ile 5âbit ve
mal o akdde tâbi' oldu ise de. lâkin da'vâ esnasında iş tersine dönmüştür.
Nitekim bilirsin ki, hak sahibi, kısası afv ettiğini veya köleyi âzâd ettiğini
yâhûd talâkı i'tirâf etse, ve rehin hususunda da'vâda da'vâcı mürtehin olursa,
da'vâ borç hususunda olur ve akd mu'teber olmaz. Olsa bile; rehindeki gibi borca
tebâiyetle mu'teber ölür. Ve anlaşılır ki; Sadr'uş-Şeria (Rh.A.)'nm; «Mal, akde
tebâiyetle sabit olur.)) sözü, akdin sabit olması ile zail olmasının arasını
ayırama-makdan ileri gelmiştir. İmdi tedebbür eyle!
tcâre, müddetin
başlangıcında satış gibidir. Çünkü akdi isbâta muhtâcdır. Müddetten sonra da
borç gibidir. Da'vâcı, mucir (yânı kiraya veren kimse) dir. Çünkü burada akdin isbâtma ihtiyâç
yoktur.
Nikâh, mutlaka en az
İle sahih olur. Yâni da'vâ gerek kocadan, gerekse kadından olsun ve da'vâcı
gerek azı, gerekse çoğu iddia etsin, müsavidir (fark etmez). İmâmeyn (Rh.
Aleyhimâ)'e güre, şahadet bâtıl olup, satışda olduğu gibi bir şeyle
hükmedilmez. Çünkü iki taraf-dan maksûd; sebebin isbâtıdır. Bin akçaya yapılan
nikâh bin beşyüz akça ile yapılan nikâhdan başkadır. İmâm A'z'am (Rh.A.)'a göre;
mal nikâhda tâbidir. Bundan dolayı nikâh, mehr belirtilmeksizin sahih olur.
Tâbi'in hükümlerinden biri de; aslı değiştirmem esi dir. Görülmez mi ki, asıl
yâni nikâh, tâbi'in yâni mehrin kaldırılmasiyle bâtıl olmaz. Mehrin fâsid
olmasiyle de nikâh fâsid olmaz. Keza asıl olan mülkde ve helâllıkda ittifak
ettikden sonra, tâbi'de ihtilâf etmeleriyle de değinmez. Ve nikâhın
mevcudiyetine hüküm vermek vâcib olur. Bu vâcib olunca; mehr, mtinferid bir mal olarak kalır. Şu hâlde, iki mikdârın en
az olanı ile hüküm verilir. Nitekim, münferid (yalnız ve ayrı olan) malda hüküm
budur.
İki kimse, borcun bin
akça olduğuna-şr.lıâdet edip birisi; «Beşyüzu ödedi!» dese, şahadet bin akça
üzerine kabul edilir, Çünkü bin akça üzerinde ittifak etmişlerdir. Nitekim bin
akçanın ödünç verildiğine şahadet edip, birisi onu, yânî ödüncü ödedi, dese,
şahadet ödünç (karz) üzere kabul edilir. Çünkü ödünç olan bin akça üzerinde
ittifak etmişlerdir. Birincide, beşyüz akçayı; ikincide ödüncü ödedi, sözü red
edilir. Çünkü o, tek kişinin şahadetidir. Ancak, onunla beraber diğer bir şâhid
de şahadet ederse, kabul edilir. Çünkü bu takdirde şahadet nisabı bulunur.
Da'vâcı aldığı şeyi ikrar edinceye kadar, zulüme yardım etmiş olmasın diye, iki
surette de borçlunun öde'diğini bilen kimse şahadet etmez.
İki kişi,Zeyd'in falan
gün Mekke'de; diğer iki kişi de, o gün Kû-fe'de öldürüldüğüne şahadet etseler,
şahadetin ikisi de red edilir. Yâni dört kişi, bir kâdînm huzurunda toplanarak,
ikisi, önce zikredilen şekilde; diğerleri ikinci zikredilen şekilde (Kûfe'de).
öldürüldüğüne şahadet etseler, iki fırkanın da şahadetleri red edilir. Çünkü
iki taifenin biri kesinlikle yalancıdır. Eğer kâdî, iki taifeden birinin
şahadetleri ile hüküm verdi ise, diğerinin şahadetleri red edilir. Çünkü birinci
şahadet, öncelikle üstünlük kazanmıştır.
İki kişi, bir sığırın
çalındığına şahadet edip, .renginde ihtilâf etseler; biri, beyaz, diğeri siyah
idi; veya biri sarı, diğeri kırmızı idi deseler, hırsızın eli kesilir. İmâmeyn
(Rh. Aleyhimâ); «Kesilmez, çünkü şahadet edilen şeyde ihtilâf edilmiştir. Eu
durumda şahadeti kabul etmek imkansızlaşır. Nitekim erkeklikde ve dişilikde;
veya gasb edilen hayvanın renginde ihtilâf etseler, şahadetlerine i'tibâr
edilmeyip kabul edilmemesi evlâ olur. Çünkü gasb ile sabit olan, zararı
ödemektir. Zarar, şübhelerle düşmez. Burada sabit olan ise, şer'î cezadır. O
ise, şübhelerle düşer.» demişlerdir.
İmâm A'zam (Rh-A.)'ın
delili şudur: Şâhidler, şahadetin sulbünden (aslından) olmayan şeyde ihtilâf
etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, rengini zikretmeyip sussalar, şahadetleri
kabul edilir. İki şahadetin arasını bulmak mümkündür. Çünkü iki renk, ba'zan bir
arada bulunurlar. Hayvanın bir tarafı siyah, diğer tarafı beyaz olabilir ve iki
şâhidden biri, bir tarafını, öbürü de diğer tarafını görmüş olabilir. Erkeklik
ve dişilik bunun hilâfınadır. Çünkü erkeklik ve dişilik, ancak o hayvana
yaklaşmakla bilinir. Hayvana yaklaşınca ise; şübhe kalmaz. Binâenaleyh, arasını
bulmakla meşgul olunmaz, Gasb dahî bunun hi-lâfinadır. Çünkü gasb, ekseriyetle
gündüzleyin vâki' olur. Binâenaleyh şahidin gâsıba yakın olması mümkündür. Şâhid
gasb edilen şeyin bü-" tün renklerini görebilir ve ara bulmakla meşgul olmaz.
Murisin mülkü, iki
şâhid cerr etmeden vârisi için hüfctn olunmaz.
Musannif, cerrin
ma'nâsmı şu sözü ile açıklamıştır: İki şâhid; muris öldü ve bu malı mîrâs
bıraktı veya bu mal, onun mülküdür yâhûd onun elindedir, derler.
Bilmiş ol kî. fukahâ;
mîrâsa şahadet, cerre ve nakle muhtaç olur mu. olmaz mı? mes'eiesinde ihtilâf
etmişlerdir. — cerr ve nakil de metinde musannifin, söylediğini söylemesidir—
İmâm A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ); «Cerr, mutlaka lâzımdır.»
demişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.), ayn görüştedir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) der ki:
Veraset, hilâfet olduğu için, murisin mülkü vârisin mülküdür. Bundan dolayı ayb
ve kusur nedeniyle geri verilir. Öyle ise, mülkün murise âicl olduğuna şahadet
etmek, mülkün vârise âid olduğuna şahadet etmektir.
İmâm A'zanı île İmâm
Muhammed (Rh. Aleyhimâ) derler ki: Vârisin mülkü, ayn hakkında yenilenir.
Bundan dolayı, miras bırakılmış olan cariyede, vâris üzere istibrâ vâcib olur.
Fakir olan murise sadaka edilen şey, zengin olan vârisine helâl olur. Hâlin
istıshâbı isbât edici olmasın diye, yenilenen şey nakle muhtaç olur. Lâkin ölüm
vaktinde murisin mülkünün devamı üzerine şahadetle yetinilir. Çünkü bu takdirde
zarûreten intikâl sabit olur. Keza murisin zi'1-yedliğinin mevcûd olduğuna
şahadet de böyledir. Çünkü Ölüm vaktinde zi'1-yedlikler, ödeme vâsıtasiyle
yed-i mülke dönüşür. Çünkü bu vakitte Müslümamn hâlinden zahir olan, mülkün
sebeblerini eşit kılıp elinde olan malların hangisi mağsûb hangisi emânet
olduğunu beyân etmesidir. Beyân etmeyince; hâlinden zahir olan, elinde olan
şeyin müikü olmasıdır. Bu suretle, ölüm anında zi'1-yedlik mülkün delili
sayılmıştır. Vârisin iddia ettiği şeyde iki şahidin bü hâne vârisinin babasının
idi. Onu, ariyet veya emânet vermişdi, yâhûd zi'1-yede kiralamıştı, demeleri de
aynı faydayı ifâdesi bakımından cer gibidir. Yânî bir adam öldükde, vârisi
bir-hâne üzerine, beyyine getirip; bu hâne babamındı onu ariyet verdi, yâhûd
zi'1-yede emânet bıraktı, derse, o haneyi alır ve öldüğüne, bu malı kendisine
mîrâs bıraktığına beyyine getirmesi bH'ittifâk teklîf edilmez. Fakat İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.)'a göre, vârise şahadette cerr gerekmediği için beyyine teklîf
edilmez. İmâm A'zam ile İmânı Muhammed
(Rh. Aleyhimâ)'e göre;
murisin ölümü vaktinde zi'l-yed olması
cerre ihtiyâç göstermediği için beyyine teklîf edilmez. Çünkü ariyet alanın ve
emânet koyanın zi'1-yedliği, ariyet verenin ve mûdi'in zi'l-yed-îiğidir.
İki kişi, sağ olan bir
kimsenin şu kadar zamandan beri zi'1-yedi bulunduğu bir mülke şahadet etseler,
reddedilir. Yânî bir adamın elinde bir hâne bulunsa; başka biri; «O, benimdir.»
diye iddia, etse, ve bir aydan veya bir yıldan beri elinde olduğuna beyyine
getirse, kabul edilmez.
İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.)'dan bir rivayete göre; «O şahadet, kabul edilir.» Çünkü beyyine ile
sabit olan şey, hasmın ikrarı ile sabit olan gibidir. Da'vâlı onu ikrar ederse,
ittifakla da'vâcıya geri verilir.
İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed (Rh. Aleyhimâ)'in delili şudur: Bu şahadet mechûl üzerine
getirilmiştir. O da zi'1-yedliktir. Çünkü o elan ortadan kalkmıştır. Onun; yed-i
mülk, yâhûd yed-i vedia veya yed-i icâre yâhûd yed-i gasb olması ihtimâli
vardır. Binâenaleyh, şübhe ile iade edilmesine hükmedilmez. Ancak şâhidler;
da'vâlı o mülkde zil-yedlik ihdas etti, derlerse, bu takdirde da'vâcmm
zi'1-yedliğine hük-molunur ve da'vâlıya haneyi teslim etmesi emredilir. Lâkin
da'vâlı bununla, yânî o mülkden zi'1-yedliğinin gitmesiyle makzıyyen aleyh (yânî
aleyhine hüküm verilmiş) olmaz. Hattâ da'vâlı ondan sonra mülkü olduğuna beyyine
getirse, kabul edilir. îmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Da'vâlı, müddeâ'nm da'vâcı
elinde olduğunu ikrar etse, veya iki kişi da'vâlmin, da'vâcı zi'1-yeddir, diye
ikrar ettiğine, şahadette bulunsalar yâhûd da'vâcı mülkü olduğunu ikrar etse,
veya şâhidler, da'vâlı-nın, o mülkü da'vâcmın elinden aldığına şahadet etseler,
o mülk da'vâcıya geri verilir. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Bilmi.ş oî ki, bu
şahadetin cevazı istihsândır. Kıyâs, cevazı gerektirmez. Çünkü şahadetin edası,
asıl şahide lâzım gelmiş bedenî bir ibâdettir. Zorlama bulunmadığından dolayı
meşhûd-un leh için
hak değildir. İnâbet,
bedenî ibâdetlerde câri olmaz. Lâkin fakîhler, t"i şahadetin cevazım, ona
şiddetle ihtiyâç duyulduğu için, şübhe ile sakıt olmayan her hakda müstahsen
görmüşlerdir. Çünkü asıl şâhid; ölmesi, yolcu olması ve buna benzer sebeble
şahadeti edâ etmekden ba'zan âciz olur. Eğer bu şahadet caiz görülmezse,
hukûkdan çok şeyin zayi' olmasına yol açar. Bundan dolayı, her ne kadar fürû'un
şahadeti üzere şahadet çok olsa da, buna cevaz verilmiştir. Lâkin onda
bedeliyyet şübhesi vardır. Çünkü bedele, ancak asldan âciz kalmdıkda başvurulup
amel edilir. Bu da, onun gibidir. Bundan dolayı, şübheler-le sakıt olan şeyde,
bu şahadet kabul edilmez. Kadınların erkekler ile beraber şahadeti böyledir.
Bu şahadet, şübhe ile
sakıt olmayan şeyde şâhid-i asim bulunması imkânsız olmak şartiyîe kabul edilir.
Yânı asıl şahidin Mahkemeye gelmesi imkânsız olmasiyle kabul edilir. Meselâ,
asıl şahidin ölüm veya hastalık sebebiyle Mahkemeye gelememesi böyledir. Yâni
asıl şâhid, hasta olup, hastalık nedeniyle kadının meclisine gelemese veya üç
günlük ya da daha uzak bir yola gitmekle kadının meclisinde bulunamasa, şahadet
Ü2ere şahadet kabul edilir. Şu hâlde, bu şahadetin caiz olması, ihtiyacdan
dolayıdır. Bu ihtiyâç, ancak asıl şâhid âciz olursa kendini gösterir. Bu (hastalık ve yolculuk gibi) şeyler
ile acz, şübhesiz meydana gelir.
İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.)'dan bir rivayete göre: Asıl şâhid, eğer o şahadetin edası için
sabahleyin gider de, aks?.m geri dönüp ailesi ile evinde yatmaya kadir
olamayacak bir yerde olursa, insanların haklarını ihya etmek için İşhâd (yânı,
başkasını şâhid tutmak) sahih olur. tFakîhîer, birinci söz daha güzel (ahsen)
dir. İkinci söz ise, daha uygun (erfak) dur, demişlerdir. Fakîh Ebû'1-Leys
(Rh.A.), bu kavli al-, mıştır.
Şahadet üzere şahadet,
her asıl olan şâhidden müteaddid şâhidler şahadet etmek şartiyîe kabul edilir.
Çünkü Hz. Âli (R.A.); «Bir erkeğin şahadeti üzere şahadet, ancak iki erkeğin
şahadeti ile caiz olur.» demiştir.
Velev ki, asıl
şahidin iki ferleri değişik olmasınlar. Yânî iki asıl şahidin her biri için iki ayrı şâhid olması
vâcib olmaz. Belki iki fer'î şâhid, her asıl şahide kâfidir.
Bundan sonra musannif,
şahadet üzere şahadetin keyfiyetini şu sözü ile açıklamıştır: Asıl şâhid, fer'a
hitâb edip; «Benim şu şekilde şahadet ettiğime şahadet eyle!» der. Meselâ;
«Fülân oğlu fülân fülân, benim yanımda şöyle ikrar eyledi!» der. Fer' dahî; «Ben
şahadet ederim ki, fülân kimse beni şahadeti üzerine şu şekilde işhâd eyledi ve
benim bu şekilde şahadetime şahadet eyle, dedi i» der. Çünkü fer'in şahadeti
ile, asim şahadetini ve tahammülü zikretmek mutlaka lâzımdır. Metinde
zikredilen ibare şahadetin hepsine yeter. Bu mezkûr ibare, ibarelerin orta
hâllisidir. Edâ vaktinde fer'in şahadeti için bundan daha uzun ibareler vardır.
Meselâ kâdînm huzurunda fer'in; «Ben şahadet ederim ki, fülân kimse benim
yanımda; fülân kimsenin fülân üzerinde şu kadar malı vardır diye şahadet eyledi
ve bu şahadeti üzerine beni işhâd eyledi ve bana şahadeti üzerine şahadet
etmeyi emretti. Ben, onun şahadeti üzerine o şekilde şimdi şahadet ederim!»
deme-sidir. Bu şahadette sekiz şahadet «Şın» ı vardır. îîk zikredilende beş «Şm»
vardır. Beş «Şın» ile olan şahadetten daha kısası da vardır. Meselâ kâdînm
yanında-fer'in; «Ben, fülân kimsenin şu şekilde şahadetine şahadet ederim!»
demesidir. Bunda, iki «Şm» vardır ve bir şey eklemeye de ihtiyâç yoktur. Bu,
fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.)'in ihtiyar ettiği (yânî beğenip seçtiği) dir. Üstadı
Ebû Ca'fer (Rh.Â.)'in ihtiyar ettiği de budur. înâye'de de böyle denmiştir.
Asıl olan şâhid için
fer* olan şahidin ta'dîli sahîhdir. Çünkü fer' olan şâhid eğer âdil olursa,
tezkiyeye yarar. Eğer âdil olmazsa, şahadete yaramaz. Denilemez ki: «Fer' olan
şâhid müttehemdir. Çünkü kendisinin şahadeti, ancak aslın ta'dîli ile sahih
olur.» Zîrâ biz deriz ki, âdil kimse,
misli ile müttehem olamaz. Nitekim, sözü makbul olması için şahadet etmesi
ihtimâliyle beraber, kendi şahadetinde müttehem değildir. Nitekim iki şâhidden
birinin, diğeri için ta'dîli sahîhdir. Bizim zikrettiğimiz sebebden dolayı, ki o da «Eğer âdil olursa yarar...»
sözüdür.
Şâyed fer" olan şâhid,
asi olan şahidin ta'dîli hakkında bir şey söylemezse, nakli sahîh olur. Yânı
hâli mestur (gizli) bile olsa, aslın şahadetini nakl etmesi sahîh olur. Muhît'de
de böyle denmiştir.
Şâhidler ta'dîl
olunurlar. Yâni fürû' olan şâhidlerin şahadetlerini dinleyen kâdî, tezkiyeye
ehil olan kimseden usûlün adaletini araştırıp öğrenir. Nitekim, asıl şâhidler
hâzır olup şahadet etmiş olsalar, ta'dîl olunurlardı. Eğer onların adaletleri
sabit olursa, kâdî hüküm verir. Aksi takdirde, hüküm vermez.
Eğer asıl şâhid,
şahadetini inkâr ederse, fer'in şahadeti bâtıl olur. Kâfî'de denmiştir ki; «Bu
mes'elenin ma'nâsı şudur: Asi olan şâhidler, bizim için bu olay üzere şahadet
yoktur, deyip Ölseler veya kaybol-salar, ondan sonra fürû' gelip bu olayda
onların şahadetleri üzere şa-.hâdet etseler, şahadetleri bâtıl olur, demektir.
Usûlün hâzır olmasiyle beraber fürû'un şahadetlerine iltifat edilmez. Velev ki,
inkâr etmesinler. Çünkü şahadeti yüklemek şarttır. Halbuki iki haberin
arasında, yâni asim haberi ile fer'in haberi arasında zıdlık bulunduğu için,
yükleme yoktur.»
Zeylaî (Rh.A.) demiştir
ki: «Bunun ma'nâsı, şâyed asıl olan şâhidler; «Biz, şahadetimiz üzere onları
işhâd eylemedik (şâhid tutmadık).» deyip ölseler veya kaybolsalar, ondan sonra
fürû' olan şâhidler gelip, kadının huzurunda şahadet etseler, şahadetleri kabul
edilmez. Çünkü şahadeti yüklemek şarttır. Halbuki aslın haberi ile fer1 olan
şahidin haberi arasında çelişme olduğu için yükleme sabit olmamıştır. Çünkü asıl
olan şâhidlerin doğru söylemiş olmaları muhtemeldir. Şu hâlde ihtimâl ile
beraber şahadeti yüklemek sabit olamaz.»
Ben derim ki; Hidâye'de
ve şerhlerinde ve diğer mu'teber kitab-larda ibare şöyledir: «Eğer asıl şâhidler
şahadeti inkâr ederse...» şeklinde Kâfî'de olan ibareye uygun olduğu hâlde
vâkîdir. İsnadın, şahadete aykırı olduğu hiç kimseye gizli değildir. Öyle ise,
Zeylaî (Rh. A.)'nin şahadeti bununla açıklaması nasıl sahîh olur? Belki de
Zeylaî (Rh.A.)'nin yanılmasının kaynağı, Hidâye'nin ve şerhlerinin; «Çünkü
tahmil, çelişmeden dolayı sabit olmamıştır.» demeleridir. Çünkü tahmilin
ma'nâsı işhâddır.
Zeylaî (Rh.A.)'ye şu
nokta gizli kalmıştır ki; şahadetin aslını inkâr eylediği zaman dahî tahmil
sabit olmaz. Belki şahadetin aslını inkâr, işhâdı inkâr etmekden beliğdir. Çünkü
şahadetin aslını inkâr, kinayedir. Halbuki kinaye, tasrîhden beliğdir.
Fer' olan iki şâhid,
iki asıl kimsenin; «Fülân kadın, fülân kabileye mensûb olan fulanın kızıdır.»
diye şahadet ettiklerine, şahadet edip; «O iki asıl kimse, fülâneyi bildiren
şeyleri bize haber verdiler!» deseler ve da'vâcı bir kadın getirip, fer' olan
şâhidler, o olduğunu bilemese-ler, da'vâcıya; «Bu kadının, o kadın olduğuna iki
şâhid getir.» denilir. Çünkü nisbetle ta'rîf, onlann şahadetleri ile tehakkuk
etmiştir.
Da'vâcı; «O nisbet, bu
hâzır kadın içindir.» diye iddia eder. O nis-betin, hâzır olan kadından başkası
için olması muhtemeldir. Şu hâlde, nisbetin o hâzır kadın için olduğunu isbât
etmek lâzımdır. Bu şahadet, daha önce
geçen kasır (kısa) şahadetin başkası ile tamâm olması ka-bîlindendir.
Hükmî mektûb da
zikredilen gibidir. Yânı kâdî, başka bir kâdîye mektûb yazıp; «Fülân ve füîân, benim yanımda, fülân kabileye mensûb
olan fülânın kızı fülâne üzerinde şu kadar mal olduğuna şahadet ettiler.» diye
bildirse ve da'vâcı; mektûb yazılan kâdînın huzuruna, bir kadın getirse; fakat
kadın o nisbet ile nisbet edildiğini inkâr etse; o kadının, o mezkûr nisbet ile
nisbet edildiğine şahadet edecek başka iki şâhid getirmek mutlaka lâzımdır.
Eğer o iki şâhid,
zikredilen iki mes'elede nisbeti beyân etmek için; «O kadın Temîmiyyedir.»
deseler, onu kabîle-yi' mahsûsasına (fah-zma)
nisbet eylemedikce caiz olmaz. Veya zikredilen iki mes'elede kadının dedesine
(ceddine) nisbet etmedikçe caiz olmaz. Çünkü ta'rîf lâzımdır. Ta'rîf ise, genel
nisbet ile hâsıl olmaz. Benî Temime nisbet etmek ise, umûmîdir. Çünkü onlann
adedleri sayılamıyacak kadar çoktur. Fakat fahz (kol) 'a nisbet etmek bunun
hilâfmadır. Çünkü bu nisbet özeldir (hâssdır). Hattâ şâhid bu nisbet-i hâssayı
zikretse, dedesini zikretmek yerine geçer. Çünkü fahz, en yukarıda oian
dedesinin adı olup, en aşağıda olan dedesinin yerine kâim olmuştur.
Asıl olan şâhid,
şahadeti üzerine bir kimseyi İşhâd ettîkden sonra, o fer'i şahadetten nehy etse
(menetse), nehyi sahîh olmaz. İki kâfir,
iki Müslümanın, bir kâfirin kâfir üzerine şahadetine şahadet etseler, kabul
edilmez. Keza, iki kâfirin bir kâfir için bir kâfir üzerine hükmedildiğine
şahadetleri kabul edilmez.
Bir adamın babasının
şahadeti üzerine şahadeti ve babasının ödediğine şahadeti, sahîh kavide kabul
edilir. Bu zikredilen dört mes'ele «Haniye» adlı kitabdan alınmıştır.
Bir kimsenin, yalan
yere şahadet ettiği kendi ikrarı île anlaşılsa, veya bir kimse bir adamın
Öldürüldüğüne yâhûd öldüğüne şahadet et-tikden sonra o adam sağ olarak gelse
veya bir kimse Ramazan hilâlini gördüğüne şahadet edip otuz gün geçdikden sonra,
gökde hilâlin görülmesine engel yok ikeri görülmese ve bunların benzerinde
yalanı ortaya çıksa, o kimse teşhir edilmekle ta'zîr olunur. Yâni herkesin
önünde azarlanır.
Kâfî'de şöyle
denmiştir: Bilmiş ol ki; yalan yere sahicilik eden kimsenin şahâdetiyle hüküm
verilsin veya verilmesin, yalancı sahicilik eden kimse icmâen ta'zir olunur.
Çünkü o kimse, Müslümanlara zararı dokunan büyük bir günâh işlemiştir. Yalancı
şâhidliği hususunda belli bir sınır yoktur. Binâenaleyh o kimse, bir daha
yapmasın diye ta'zîr olunur.
Ancak fukahâ ta'zîrin
nasıl olacağında ihtilâf etmişlerdir. İmâm Ebû Hanîfe (Rh.A.) demiştir ki: Onun
ta'zîri ancak teşhiridir İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «O kimse, dövülür ve
habs-edilir.» demişlerdir. îmâm Şafiî (Rh.A.)'nin kavli de budur. Çünkü Hz. Ömer
(R.A.)'in yalan yere şâhidlik eden kimseye kırk kamçı vurduğu ve yüzüne çömlek;
karası sürdüğü rivayet edilmiştir.
îmâm A'zam (Rh.A.)'ın delili
şudur: Kâdî Şüreyh (Rh.A.), yalancı
şahidi teşhir eder, fakat dövmezmiş. Eğer
yalancı şâhid pazarcılardan-sa, pazar yerine; değil ise, ikindiden sonra
kavminin toplandığı yere gönderirdi ve; «Biz, bu adamı yalancı şâhid bulduk, siz
de ondan sakının!» derdi. Şüreyh (Rh.A.), Sahabe zamanında kâdî idi. Bu gibi
teşhir cezan Sahabe (R.' Anhüm) 'ye gizli kalamaz. Sahabe (R. An-hüm)'den hiç
kimse bunu inkâr etmemiştir. Binâenaleyh Sahabe (R. Anhüm)'nin bunu görüp de
inkâr etmemesi icmâ sayılır.
Şahadetten dönmek;
«Ben, ettiğim şahadette mubtü idim (hakkı ibtâl ettim.)» demektir. Veya; «Ben,
şahadet ettiğim şeyden döndüm!» Yâhûd «Şahadet ettiğim şeyde yalan söyledim!»
gibi bir söz söylemektir. İmdi, onun şahadeti inkâr etmesi rücû' (-geri dönmek)
olmaz. Çünkü şahadetten dönmek, önce şahadetin varlığını gerektirir.
Şahadetten dönmek,
ancak kadının yanında sahîh olur. Gerek;
«Ben, şahadetimde mubtil idim!», gerekse «Şahadetimden döndüm!» veya «Yalan
söyledim!» demekle olsun, müsavidir. Çünkü şahadetten geri dönmek, tevbedir.
Tevbe ise, işlenen suça göre olur. Gizli işlenen suçun tevbesi, gizli olur.
Açıkça işlenen suçun tevbesi de açıkça olur. Kadının meclisinde yalancı şâhidlik
etmek hıyanettir. Ondan tevbe etmek de, yine kâdînm meclisinde olur. Bu
takdirde, şahadetten dönmek kâdînm meclisinden başka yerde sahîh olmayınca,
şâ-yed üzerine şahadet edilen kimse (meşhûd-un aleyh), iki şahidin döndüklerini
İddia edip, döndüklerine dâir beyyine getirse veya beyyine ge-tirmekden âciz
olup şahide yemîn verdirmek isterse, kâdî onun beyyi-nesini kabul etmez.
Şâhidlere yemîn de teklif etmez. Çünkü beyyine ve yemîn sahîh da'vâ üzerine
terettüb ederler. Kâdînm meclisinden başka yerde şahadetten dönüldüğüne dâir
da'vâ İse, bâtıldır. Hattâ şâhid, fülân kadının meclisinde şahadetten döndü ve
kâdî ona malı ödetti, diye beyyine
getirirse, sebeb sahih olduğu için beyyinesi kabul edilir. Kadının hüküm vermesinden ve da'vâcının malı
almasından sonra dönmenin hükmü,
ta'zir ve tazmindir.
Ta'zîr daha önce geçen
sebebden dolayıdır. Tazmin, yânî iki şahidin şahadetleri ile itlaf eyledikleri
şeyi onlara ödetmek ise, ödemenin sebebini kendileri üzerine ikrar eyledikleri
içindir. Bâtıl şahadet budur. Çelişme, kendi aleyhine ikrar hükmünü vermeye
mâni' değildir.
Musannifin; «Da'vâcının
malı almasından sonra...» demesine se-beb; çünkü kâdî hüküm verip, da'vâcı iddia
ettiği malı almış olmasa, itlaf bulunmadığı için malı ödemek gerekmez. -
Kâdînm hükmü bozulmaz.
Çünkü hüküm; çelişik söz ile tahakkuk
etmediği gibi, çelişik söz ile de bozulmaz.
Kâdînm hüküm
vermesinden önce, şahadetten dönmenin hükmü, sâdece ta'zîrdir. Yukarıda geçmişti
ki: Malı ödemek hakkında i'tibâr, geri
kalan şâhidler için olup, şahadetten dönen için değildir. Asıl olan budur.
Musannif, bunun üzerine şu fer'î mes'eleyi getirmiştir: Eğer iki şahidin biri
dönerse, malın yansım öder. Çünkü iki şahidin her birinin şahadeti ile hüccetin
yarısı kâim olur. İmdi şahidin birinin şahadeti üzere kalmasiyle hüccet yanda
kalır. Bu takdirde, dönen şâhid üzerine, hüccet kalmayan şeyin ödenmesi vâcib
olur. O da, malın yansıdır.
Caiz ki; foaşlangıçda
illetin bir cüz'ü ile hükm sabit olmaz da; sonra illetin bir cüz'ü ile hüküm
bakî olur. Meselâ zekâtta yılm başlangıcı nisabın bir kısmı üzere mün'akid
olmadığı hâlde, nisabın bir kısmının bakî kalması sebebiyle mün'akid olarak
kalması böyledir.
Eğer üç şâhidden biri
dönerse, rücû' eden malı ödemez. Çünkü geriye hakkın hepsine şahadet eden şâhid
kalmıştır. Eğer biri daha dönerse, dönen iki şâhid hakkın yarısını öderler.
Çünkü malın yarısı, kendi sebebiyle bakî kalan kimse, şahadeti üzere kalmıştır.
Eğer bir adam ile iki
kadının ettikleri şahadette; kadının biri dönerse, dönen kadın malın dörtte
birini öder. Çünkü kendisiyle dört çeyreğin üçü bakî kalanın şahadeti bakîdir.
Eğer kadının ikisi de şahadetten dönerlerse, yansım öderler. Çünkü o adamla
malın yarısı bakî kalmıştır.
Bir adam ile on kadın
şahadet ettikden sonra bunlardan sekiz kadın şahadetlerinden dönseler, onların
bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü geriye bütün mala şahadet eden kimseler
kalmıştır. O da, bir adam ile iki
kadındır. Eğer dokuzuncu kadm da şahadetten dönerse, dokuz kadın malın
dörttebirini öderler. Çünkü hakkın dörtteüçü, kendileriyle bakî kalan kimseler mevcûddur. Zîrâ malın yansı erkeğin
şahâdetiyle bakî kalmıştır. Dörttebiri de kalan kadının şahâdetiyle bakîdir.
Eğer hepsi, yânî
erkekle bütün kadınlar şahadetten dönerlerse, bu takdirde erkeğin; —İmânı A'zam
(Rh.A.)'a göre— malın altıdabi-rini ve
—İnıâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e
göre— yansını Ödemesi lâzım gelir. Geri kalanı —ki birincide altıdabeş, ikincide
yarımdır— her iki kavle göre; kadınların ödemesi lâzım gelir.
îmâmeyn (Rh. Aleyhinıâ)
'in delili şudur: Kadınlar, şahadette her ne kadar çok olsalar da ancak bir
erkek yerine kâim olurlar. Bundan dolayı,
onlann şahadetleri ancak bir erkeğin şahadete katıimasiyle kabul edilir. Sabit
olan malın yansı erkeğin şahâdetiyle; yarısı da kadınların şahadetleri ile
sabit olur.
İmâm A'zam (Rh.A.)'m
delili şudur: Her iki kadın, bir erkek yerine kâim olur. Bu takdirde on kadm
şâhid, beş erkek şâhid gibi olur. Bu durumda altı erkek şahadet etmiş de; sonra
dönmüş gibi olurlar. Hepsi şahadetten geri dönmüş olsa, bu takdirde onlardan her
birinin malın altıdabirini ödemesi gerekir. (Yânî erkek altıdabirini, on
kadından her biri ise malın onikide birini veya her iki kadm altıdabirini
öder.)
Eğer on kadın
şahadetten dönüp, yalnız erkek şahadette bakî kalırsa, ittifakla kadınlar malın
yansını öderler. İmâmeyn (Rh. Aleyhi-mâ) 'e göre, malın yansını ödemeleri lâzım
gelmesi açıktır. Çünkü kadınlarm şahadetleri ile sabit olan, malın yarısıdır.
Keza İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre de; malın yarısıdır. Zîrâ geriye malın yarısı
kendisiyle kalan şahıs mevcûddur ve altı erkek şahadet edip, ondan sonra beşi
dönmüş gibi olmuştur.
Yine; iki erkek ile bir
kadın şahadet edip sonra hepsi dönseler, iki erkek malı öderler. Çünkü bir tek
kadın, şâhid sayılmaz. Zîrâ iki kadm, bir
tek erkek şâhid gibidir. Bir tek kadın, şahidin yarısıdır. Hüküm ise, iki
erkeğin şahadetine dayanır.
Nikâhda mehr-i müsemmâ
üzerine şahadet eden iki şâhidden biri dönse, mutlaka —yânî gerek karı, gerekse
koca üzerine şahadet etsinler- —
mehri ödemezler. Bunda asıl
olan şudur: Şahadet
edilen
şey, mal olmayıp kısas
veya nikâh yâhûd bunların benzeri olursa, bizim mezhebimize göre; şâhidlerin
ödemesi lâzım gelmez. İmâm Şafiî (Rh.A.) ,ayn görüştedir. Şahadet edilen şey mal
olup, eğer itlaf o. İtlafa eşit olan ivaz
ile olursa, şahidin ödemesi gerekmez. Çünkü ivaz ile olan itlaf, itlaf olmamış
gibidir.
Eğer itlaf, İvaza eşit
olmazsa; ivaz kadarını ödemek lâzım gelmez belki ivazdan fazlasını Ödemek lâzım
gelir. Eğer itlaf, aslen ivazsız olursa, hepsinin ödenmesi vâcib olur.
Bu anlaşıldıktan sonra,
biz deriz ki: Eğer bir erkek, bir kadın üzerinde nikâh iddia edip kadın inkâr
etse ve erkek kadm üzerine beyyine getirse, nikâh ile 'hükmedilir, Ondan sonra,
şâhidler şahadetlerinden dönseler, o kadına bir şey ödemezler. Gerek kadının
mehr-i müsemmâsr mehivi misli olsun, gerekse mehr-i mislinden daha çok olsun
veya daha az olsun müsavidir. Çünkü iki şâhid o kadm için bud'u ,
rnehre muâdil olmayan ivaz ile itlaf etseler de ve lâkin bud' (cima istifâdesi),
için mutlif üzerine kıymet biçilmez. Temellük zaruretiyle kıymet, ancak
mütemellik üzerine biçilir. Çünkü itlaf edilen şeyin ödenmesi misli ile
takdir edilir. Halbuki bud' ile mal arasında benzerlik yoktur. Fakat bud',
kocanın mülküne girdiği sırada ehemmiyetini göstermek için kıymet biçilir
olmuştur. Ancak kadının mehr-i müsenımâsı ,
mehr-i mislinden çok olursa ödemezler. Yânî kadının mehr-i misli, nıüsem-.mâsı
kadar yâhûd daha çok olursa, şâhidler bir şey ödemezler. Çünkü iki şâhid, o
kadın için mehre eşit veya mehrden çok ivaz ile mehr gerektirmeye sebeb
olmuşlardır. O da, bud'dur. Çünkü bud', kocanın mülküne girdiği zaman
kıymetlenir. Biz, daha önce belirtmiştik ki,
itlafa eşit olan ivaz ile itlaf ödeme (zemân) gerektirmez.
Eğer kadının mehr-i
misli, müsemmâdan daha az olursa, şâhidîer koca için fazlasını öderler. Çünkü
iki şâhid, koca için mehr-i misilden fazla olanı ivazsız itlaf etmişlerdir.
Dönen şâhid, ödemez.
Satışda dönen şâhid de
ödemez. Ancak mebî'in değerinden eksilen mikdân öder. Bunu da müşteri; «Ben, şu
köleyi şu adamdan bin dirheme satın aldım!» diye iddia ettiği takdirde, kölenin
bedeli ikibine eşit olsa ve da'vâlı inkâr ederse, ve iki şâhid şahadet edip,
sonra dönerlerse, satıcı için, o zaman bin dirhem öderler. Çünkü bin dirhemi,
satıcının malından itlaf etmişlerdir.
Satışda şahadetten
dönen kimse zikredilen gibi ödemez. Ancak bedelin kıymetinden fazla olanını
Öder. Bunu da satıcı; «Müşteri, benden şu köleyi şu miktara, satın aldı ve
semen üzerindedir!» demekle iddia ettiği, ve müşteri inkâr ettikde, iki şâhid;
((Müşteri, köleyi ikibm dirheme satın aldı!» diye şahadet ettiği vakit yapar.
Kölenin bedeli bin'e eşit ve denk olur ve ondan sonra şâhidler dönerlerse,
müşteri için fazla olan bin'i öderler. Çünkü bin dirhemi müşteri için itlaf
etmişlerdir.
Şâhid, cimâdan önce
boşanmada şahadetinden dönse, ancak meh-rîn yansını öder. Yânî iki kimse,
kocanın cima (yânî cinsî ilişkide bulunmaz) dan önce karısını hoşadığma şahadet
edip, sonra dönseler, mehrin yansını öderler. Cimâdan sonra boşadığına
şahadetten dönen şâhid, bunun hilâfınadır. Çünkü mehr, cima ile te'kîd
edilmiştir. Binâenaleyh itlaf yoktur.
Köle azadında kıymeti
Öder. Yânî âzâda dâir şahadetten dönen
kimse, kölenin kıymetinin yarısını öder. Eğer iki kimse, bir kölenin âzâd
edildiğine şahadet edip, sonra dönseler, kölenin kıymetini öderler.
Kısâsda şahadetten
dönen şâhidler diyeti öderler. Yânî iki kimse; «Zeyd, Bekr'i öldürdü!» diye
şahadet edip, Zeyd kısas olundukdan sonra, şahadetlerinden dönseler, bizim
mezhebimizde onlara diyet vâcib olur, kısas vâcib olmaz. Çünkü kısas, öldürmeyi
bizzat yapmanın (mübaşeretin) cezasıdır. Halbuki onlardan öldürmeye mübaşeret bulunmamıştır. İmâm Şafiî
(Rh.A.)'ye göre; dönen şâhid kısas olunur.
Fer5 olan şâhid,
şahadetinden dönmesiyle öder. Çünkü hüküm, kâ-dîmn meclisinde onun şahadeti
edasına izafe, edilmiştir. Binâenaleyh telef de, o edaya muzâfdır. Şu hâlde fer'
olan şâhid, telef olanı öder. Yoksa hükümden sonra fer1 olan şahidin; «Asim
şâhidleri yalan söyledi!» veya «Aslın şâhidleri yanıldılar!» demesiyle ödemez.
Çünkü şâhidler şahadetlerinden dönmemişler, belki başkalarının döndüğüne
şahadet etmişlerdir. Şu hâlde, onların bu sözlerine iltifat edilmez. Çünkü
verilen hüküm onların sözleri ile bozulmaz. Nitekim, dönmeleri ile de bozulmaz.
Kâfî'de de böyle denmiştir.
Asıl olan şahidin;
«Ben, fer'i işhâd etmedim!» demesiyle de Ödemez, Yânî asıl olan şâhidler, eğer
hükümden sonra dönüp; «Biz, fer1 olan şâhidleri şahadetimiz üzerine işhâd
etmedik!» demeleri ile, —eğer onların tarafından Ödemeyi gerektiren sebeb
bulunmazsa, itlafın sebebini inkâr ettikleri için, ki şahadetleri üzere
işhâddır— asıl şâhidler de ödemezler. Ve iki haberin arasında çelişme bulunduğu
için hüküm bâtıl olmaz. Bu, şahidin
dönmesi gibi olur. Hükümden önce olan çelişme, bunun aksinedir. Çünkü şâhidliği
yüklemeyi inkâr etmişlerdir Halbuki bu, mutlaka lâzımdır.
Yâhûd asim; ..Ben. feri
işhâd eyledim. Ama yanıldınız demesiyle ödemez. Yâni asıl olan sahiciler; «Biz.
fürû'u işhâd eyledik ve lâkin yanılmışız!« demeîenyie de, İmâm A'zam (Rh.A.j'a
ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a göre; ödemezler. Çünkü hüküm, onların şahadetleri
üe vâki olmamış, belki fürû'un şahadetleri ile vâki olmuştur. İmâm Mu-hammed
(Rh.A.)'e göre; asıl olan şâhidler öderler. Çünkü fürû', usûlün şahadetlerini
nakl etmişlerdir. Sanki onlar gelip şahadet etmişler, sonra yine gelip
şahadetten geri dönmüşlerdir.
Eğer usûl ve fürû'un
hepsi dönerlerse, İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) 'a göre; ancak
fer' olan şâhidler öder. Çünkü itlafın sebebi, kaza meclisinde kâim olan
şahadettir. O ise, fürû' olan şâ-hidlerden vâki olmuştur. îmâm Muhammed
(Rh.A.)'e göre ise; üzerine şahadet edilen kimse, fürû'a ödetmek ile usûle
ödetmek arasında muhayyerdir. [Dilerse,fer' olan şâhidlere; dilerse asıl
olanlara ödetir.] Çünkü kadının hükmü, fürû'un şahadetlerini görmesi bakımından
onların şahadeti eriyle; fürû'un, asılların yerini tutması bakımından usûlün
şahâdetleriyle vâki' olmuştur. Fürû', onlann vekilleri olup, onların emri ile
şahadetlerini nakl etmişlerdir.
Dönmekle müzekkî dahî
malı öder. Yânı müzekkî tezkiyeden dönerse, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre; öder.
Çünkü hüküm, ancak şahadete dayanır. Şahadet ise, ancak adaletle hüccet olur.
Adalet de, ancak. tezkiye ile sabit olur. Şu hâlde tezkiye ma'nâca, illetin
illeti olur. Ok atmak gibi ki, okun havaya gitmesine sebebdir. O da, okun atılan
kimseye ulaşmasına sebebdir. Ulaşmak ise, yaralamaya sebebdir. Yaralamak da,
acının birbiri ardından gelmesine sebebdir. Bu da, ölüme sebebdir. Sonra ölüm,
ilk illet olan oku atmaya muzâf kılınır. Hattâ öldürmenin kısas, diyet ve
keffâret gibi ahkâma oku atana vâcib olur.
îmâmeyn (Rh.
Aleyhimâ)'e göre, müzekkîler ödemez. Çünkü onlar şâhidleri hayr İle Övmüşler ve
üzerine şahadet olunan kimsenin muh-san olduğuna şahadet etmek suretiyle Övmüş
gibi olurlar. Muhsan olduğuna şahadet eden kimse, zikredilen gibi değildir.
Yâni şâhidler, muhsandır, diye şahadet edip sonra dönseler, bir şey ödemezler.
Çünkü ihsan, hâlis şarttır. Amma, yemin şahidi dönmekle öder.
Şart şahidi ödemez.
Yânî iki şâhid yemine şahadet edip; «Bu adam, kölesine eğer sen şu haneye
girersen hürsün dedi!» veya karısına; «Eğer sen şu haneye girersen, boşsun,»
dedi. Halbuki, «Kadın medhûl-ün bihâ id'1»
deseler, diğer iki şâhid de şartın varlığına; yânî, haneye gir-df5 gahâdet etseler,
iki fırka da şahadetlerinden, hükümden sonra
ahâdet etseler, yemine
şahadet edenlerin malı ödemesi gerekir. Yoksa sanın
şahadet edenlerin ödemesi gerekmez. Ödenecek şey; kölenin r^neti ve mehrin
yarısıdır. Çünkü yemin şâhidleri, illetin şâhidleridir. t lef ancak âzâdla ve
boşamakla hâsıl olmuştur. Bu kelimeyi isbât eden'onlardır. Şarta bağlamak
(ta'lîk), engel idi. Bu durumda, şart bulununca, telef illetine muzâf kılındı,
engelin ortadan kalkmasına muzâf kılınmadı.
Musannif, Suîh Bölümünü
burada getirdi. Çünkü sulha i'tibâr, ancak da'vâhdan ikrar olmayıp ve da'vâcınm
da şahidi veya beyyine-si bulunmadığı zaman olur. Şu hâlde uygun olan; «Sulh
Bölümü» nü ikrardan ve şahadetten sonra getirmektir.
Sulh; lügat yönünden,
musâlaha (uzlaşma) ma'nâsına isimdir. Musalaha, muhâsamanm hilafıdır. Sulhun
aslı, «salâha dan gelir. O da, hâlin doğru olması ma'nâsmadır hilafıdır. hâlin
doğru olması- ma'nâsmadır.
Şer'an sulh, çekişmeyi
ortadan kaldıran bir akddir. Sulhun rüknü; îcâb ve kabuldür. Da'vâlı; «Senin ile
filân alacağımdan şu kadara uz-laştım!» veya «Filân da'vâdan şu kadara musâîaha
oldum!» der. Da'-vâcı da «Kabul ettim!» veya «Razı oldum!» der, yâhûd diğerinin
rızâsını ve kabulünü gösteren bir söz söyler.
Sulhun şartı, akıldır.
Akıl, bütün şer'î tasarruflarda şarttır. Binâenaleyh mecnûn ve akiı ermeyen
çocuğun sulh yapması sahîh olmaz. Çocuğun baliğ olması şart değildir. Eğer sulh
faydalı veya açık zarardan uzak olursa, me'zûn olan sabinin sulhu sahîh olur.
Yânî ticârete me'zûn olan sabî (küçük çocuk) bir insanda hakkı olduğunu iddia
edip hakkının bir kısmı üzerine o insan ile musâlaha etse, eğer beyyinesi yoksa,
sulh yapması caiz olur. Çünkü beyyine olmadığı zaman onun ancak husûmete ve
yemine hakkı vardır Her ne kadar musâlaha etmesi caiz olmasa da, mal onun için
husûmetten ve yeminden daha faydalıdır. Çünkü alacakda indirim yapmak (hat),
teberru' etmektir. Küçük çocuk ise teberru' etmeye mâlik olamaz. Eğer alacağını
ertelerse, — beyyinesi olsun,
olmasın— caizdir. Çünkü
alacağı ertelemek ticâret işlerindendir. İzinli olan küçük çocuk ise,
ticâretlerde baliğ gibidir.
Sulh yapnıakda bulûğ
şart olmadığı gibi. hür olmak da şart değildir,- Yâni musâlaha eden kimsenin
hür olması şart değildir. O hâlde, köle için suihda menfaat olursa, izinli
kölenin sulh yapması sahih olur. Lâkin o hak üzerine beyyinesi olursa, semenin
bir kısmını indirmek üzere sulh yapmaya mâlik olamaz. O köle ertelemeye ve
zikredilen sebebden dolaya ayb ve kusur nedeniyle semenin bir kısmını indirmeye
mutlak sûretde mâükdir. Eğer satıcı semenin bir kısmım indirmek üzere musâlaha
etse, izinli sabî hakkında zikredilen sebeb bulunduğu için, caiz olur.
Mükâteb olan kölenin de
sulh yapması sahilidir. Çünkü mükâteb de zikredilen şeylerin hepsinde, izinli
kölenin benzeridir. Zîrâ mükâ--teb, üzerinde Ödemedik bir dirhem kaldıkça
köledir. Mükâteb âciz olup, bir adam ondan alacağı olduğunu- iddia ettikde;
alacağın bir kısmını almak ve bir kısmını ertelemek için sözleşmeler, eğer
da'vâcmin alacak üzerine beyyinesi yoksa sulh caiz olmaz. Çünkü mükâteb âciz
olunca, mahcur olur ve suih yapması sahih olmaz.
Yİne sulhun şartı,,
sulh olunan şeyin., sulh yapan kimsenin mahalde sabit hakkı olmasıdır. Yoksa
Allah-ü Teâlâ (C.C.)'mn hakkı olmamalıdır.
Musannif, «Sulh olunan
şeyin (musâleh-un anh'in), suih yapan kimsenin hakkı olmasıdır.» sözü üzerine şu
fer'î mes'eleyi getirdi: Boşanmış bir kadın kocasının elinde olan küçük çocuğun
o kocadan hâsıl olmuş kendi oğlu olduğunu iddia etse; koca da inkâr etse, bunun
üzerine kadın nesebden dolayı bir mal üzerine musâîaha etse bâtıl olur. Çünkü
neseb, küçük çocuğun hakkıdır. Kadının hakkı değildir. Şu hâlde başkasının
hakkından karşılık almaya mâlik olamaz.
Musannif; «Mahalde
sabit hakkı olmasıdır.» sözü üzerine de şu fer'î mes'eleyi getirmiştir: Eğer
nefse kefil olan kimse, kefaletten beri olmak için mal üzerine musâlaha etse, bu
sulh bâtıl olur. Çünkü nefse kefîî olan tarafından tâlib için sabit olan,
mekfûlün kendisini bi-nefsihî teslim etmekle mutâlebe hakkıdır. Bu ise, mutâlebe
velayetin-, den ibarettir. Velayet, vâünin sıfatıdır. Şu hâlde velayetten sulh
yapmak caiz olmaz. Amma, kısâsdan sulh yapmak bunun hilâfınadır. Çünkü burada
mahal, istîfâ hakkında memlûk olur. İmdi hak, mahalde sabit olur. Şu hâlde
kısâsdan sulh ile karşılığını almaya mâlik olur.
Şuf'adan sulh da
böyledir. Yânı şefî', kendisi için vâcib olan şufadan bir şeye karşılık haneyi
müfteriye teslim etmek üzere müsâlaha etse sulh bâtıldır. Çünkü şefî' için,
mahalde temellük hakkından başka hak yüktür. Bu ise, mahalde sabit bir şey
değildir. Belki temellük hakkı velayetten ibarettir. Nitekim yukarıda geçti.
Musannif; «Alîah-ü
Teâlâ'nm hakkı olmamalıdır.» sözü üzerine de şu fer'î mes'eleyi getirmiştir:
Eğer, şer'î bir cezadan sulh yaparsa. bâtıl olur. Yânı, sulh olunan şeyin Allah
(C.C.)'m hakkı olması caiz olmaz. Allah (C.C.) hakkı; aynen mal olsun, gerek
deynen mal olsun, gerekse mal olmayan hak olsun ekiz olmaz. Hattâ bir kimse,
zânîyi, veya başkasından bir şey çalmış olanı yâhûd içki içen kimseyi yakalayıp
Veliyy'ül-emr karşısına çıkarmamak için
zina, hırsızlık ye içki hadlerinden mal üzere sulh etse, sahih olmaz. Çünkü
hâdd, Aliah-ü Teâlâ (C.C.)'nm hakkıdır. Allah (C.C.)'m hakkından sulh yapmak
caiz değildir. Çünkü sulh olan kimse, sulha kendi nefsi hakkında, ya hakkının
hepsini almakla veya ba'zısım alıp geri kalanından vazgeçmekle yâhûd değiş -
tokuş ile tasarruf eder. Bunlar ise, kendinden başkasının hakkında caiz olmaz.
Keza bir adama zina
iftirasında bulunup, uğradığı cezayı afv ettirmek için onunla mal üzerine,
hadd-î kazfden uzîaşsa, sahih olmaz. Çünkü hadd-i kafzda (yâni, iffete iftira
cezasında) iftira edilen kulun hakkı var ise de, gâlib olan Allah (C.C.) 'm
hakkıdır. Mağlûb olan kulun hakkı ise, şer'an yok sayılır.
Ta'zîr, bunun
hüâfmadır. Onda, sulh yapmak sahîhdir. Çünkü, kulun hakkıdır. Kısas dahî kul
hakkı olduğu için nefsde (yâni insanı öl-dürmekde) ve nefsden azında, sulh sahîh olur.
Sulhun bir şartı da;
sulh bedelinin mal olmasıdır. Bu fasılda asıi olan şudur; Mümkün olduğu kadar
akıl sahibi insanın tasarrufunu tashih etmek için, sulhu nıa'kûd-un ileyh'in en
yakını ve en çok benzeri üzere yorumlamak vâcib olur.
Eğer sulh maldan dolayı
maî ile yapılırsa, alış - veriş ma'nâsında olur. Şu hâlde İçki (hamr)., kendi
ölmüş hayvan, kan, ihrâmlımn avı, Harem'in avi ve.bunların benzeri üzerine sulh
yapmak sahîh değildir. Çünkü sulhda muâveze ma'nâsı vardır. Şu hâlde alım -
satımda ivaza elverişli olmayan şey, sulh için ivaz olmaya da elverişli olmaz.
Eğer teslim alınmasına ihtiyâç var ise, o malın bilinmesi gerekir. Yok ise, o
sulh bedeli olan malın bilinmesi şart kılınmamıştır. Zîrâ bir kimse, bir hanede
hak iddia etse, da'vâlı da ondan önce da'vâcmm dükkânmhak iddia- ettikde ve her
biri da'.vâlarmı diğerinin tarafından terk df ek üzere sulh olsalar, her ne
kadar haklarının mikdânnı beyân etseler de, sulh sahîh olur. Çünkü sakıt olan
şeyin bilinmemesi, çe-Sşmeye yol açmaz. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Sulhun bir şartı da,
sulh bedelinin menfaat olmasıdır. Muayyen bir kölenin bir yıl hizmeti üzere veya
muayyerf bir hayvana binmek Üzere yâhûd bir tarlayı ekmek üzere veya bir hanede
belli bir zaman oturmak üzere sulh yapmak caizdir. Bu sulh, icâre ma'nâsında
olur. Çünkü bu, menfaati ivazla temlîkdir. O da, mevcûddur
Sulhun hükmü, da'vâdan
beri olmanın vuku bulmasıdır. Çünkü yukarıda geçtiği veehle sulh, nizâı kaldıran
bir akiddir. Sulh, da'vâlı-nm; ya ikrar veya sükût etmesiyle olur. Yânı ne ikrar
ve ne de inkâr etmez. Ya da inkânyla olur. Bunların hepsi caizdir. Çünkü Allah
Teâlâ (C.C.)
«Sulh (anlaşmak), daha
hayırlıdır. buyurmuştur. «es-Sulhu»
lâfzının «Elif-Lâm» ile gelmesinden; sulhun umûmu anlaşılır. Eğer sulh mal ile
maldan dolayı yapılırsa, ikrar ile sulh, alım - satımın hükümleri gibidir.
Çünkü satışın hakikati, malı mal ile mübadele etmektir. Nitekim daha Önce
geçti. Şu hâlde, bu sulhda alım - satımın (bey'in) hükümleri carî olur. O
hükümler de şuf a, ayb ve kusur nedeniyle geri vermek, görme muhayyerliği, şart
muhayyerliği ve,bedelin bilinmemesiyle alım - satımın fâsid olmasıdır. Çünkü
bedeli büme-mezlik, çekişmeye yol açar. Üzerinde anlaşma yapılan şeyi
(musâlah-un anh'i) biîmemezlik çekişmeye yol açmaz. Çünkü o (musâlah-un anh)
sakıt olur. Sakıt olan ise, çekişmeye yol açmaz.
Eğer iddia edilen şeye
veya bir kısmına bir kimse müstehık çıkarsa, da'vâlı, da'vâcıdan birinci
surette bedeli ye ikinci surette bedelin bir kısmını ahr. Yâni Zeyd, Bekr'den
bir dâr (avlusu olan ev) veya hanenin bir kısmını benimdir diye iddia etse; Bekr
de birinci surette hepsi için Zeyd ile bin dirhem üzerine sulh (anlaşma) yapsa
veya hanenin bir kısmı için beşyüz dirheme sulh yapsa, sonra hanenin bütününe
veya bir kısmına, bir kimse müstehık çıksa; Bekr, Zeyd'den birinci surette bin
dirhemi ve ikinci surette beşyüz dirhemi geri alır.
Eğer bir kimse badelin
hepsine veya bir kısmına.müstehık çıkarsa, Zeyd Eekr'den müddeâyı alır. O da
hânedir. Veya hanenin bir kısmım alır. Çünkü her biri diğerinden ivazdır. Her
hangisi ondan istih kak ile alınırsa, o da verdiğini geri ahr. Eğer hepsi
alınırsa, hepsin* ba'zısı alınırsa,. ba'zısmı alır. Nitekim muâvezenin hükmü de
budur' Eğer sulh menfaat üzerine yapılırsa, icâre gibi olur. Çünkü i'tibâr ma'nâlaradır. Kiraya vermek
(icâre), menfaati ivazîa temlîkdir. Men-feat üzerine yapılan bu sulh da onun
gibidir.
Sulhda tevkît şart
kılınmıştır. Birinin müddet içinde ölmesiyle sulh bâtıl olur. Nitekim icârenin
hükmü de böyledir. Bunun açıklaması daha önce geçti.
Sükût veya inkâr iîe
sulh, da'yâcı hakkında muâveze dlr.
Çünkü bedeli, kanaatınca kendi hakkından ivaz olarak alır. Da'vâlı hakkında
ise; fidâ yemin ve çekişmeyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü sulh olmasaydı,
çekişme bakî kalıp yemin lâzım gelirdi. Bu inkâr suretinde besbellidir
(zahirdir). Sükût hakkında da öyledir. Çünkü sükût, ikrar ve inkâra
ihtimaİlidir. Binâenaleyh bedelin da'vâlı hakkında ivaz olması şübhe ile sabit
olmaz. Bununîa beraber onu inkâra yorumlamak evlâdır. Çünkü inkârda zimmetin
ferağı da'vâsı vardır, ki asıl olan
odur. Sükût (susmak) ve inkârdan biri ile hâne için sulh
yapmakda şuf'a olmaz. Yânî bir adam, başka bir adamın hanesini benimdir, diye
iddia ettlkde; diğeri sussa veya inkâr etse, sonra da'vâlı bir şey vermekle
o'hâne için sulh yapsa, şuf'a vâcib olmaz. Çünkü da'vâlı, bu sulh ile, kendi
mülkü elan haneyi kendi elinde bıraktığı kanaatındadır ve davacının husûmetini
kendisinden savar sanmıştır. Yoksa, o haneyi satın aldığını sanmış değildir.
Da'vâcmm kanaati, onu ilzam etmez. Eğer, İnkâr ve sükûtun biri ile hâne bedel
olmak üzere yapılırsa, şuf'a vâcib olur. Çünkü da'vâcı kanaatınca o haneyi kendi
hakkından ivaz olarak almaktadır.
Şu hâlde onun kanaatma göre
muamele yapılır. Burada ikrar, susmak ve inkâr gibidir. Eğer susmak veya inkâr
iîe sulh yapılması suretinde miiddeâya veya müddeânın bir kısmına müs-tehık
çıkarsa, da'vâcı, müddeânın bedelini veya bir kısmını geri verir ve müstehık İle
beraber muhâsama (muhalefet) eder. Çünkü da'vâlı ivazı ancak da'vâcmm
husûmetini kendisinden savmak ve müddeânın, bir kimsenin husûmeti olmadan elinde
bakî kalması için vermiştir. Bir müstehık çıkınca, dâ'vâlımn maksadı hâsıl
olmaz. Bir de, müddeâ İçin husûmet olmadığı zahir olup; da'vâlı, da'vâcıdan
bedeli geri alır.
Bedelin hepsine veya
bir kısmına müstehık zuhur etmesi hâlinde; eğer ivazın hepsine müstehık olursa,
da'vânm bütününe; bir kısmüstehık çıkarsa, bir kısmına döner. Çünkü da'vâcı,
da'vâyı an-ir bedelin ona teslim edilmesi için terk etmiştir. Bedel ona teslim
edilmeyince, mübdeli geri alır.
Bedelin teslimden önce
helak elması, iki fasılda da, yâni; ikrardan sulh. sükût ve inkârdan sulh
faslında, bedelin istihkakı gibidir.
Sulh, ikrardan dolayı
oldu ise, helâkdan sonra davacıya rücû' eder. Eğer inkârdan dolayı olduysa,
da'vâya rücû' eder.
Da'vâcı, iddia ettiği
şeyin bir kısmıyla sulh olsa, sahih olmaz. Yâni bir adam, başka bir adamdan bir
hâne da'vâ eder de, bir kısmı üzerinde sulh yapıp, geri kalan kısımda da'vâsı
üzere kalırsa, sahih olmaz. Çünkü sulh eğer müddeânın bir kısmı üzerine olursa,
bu hakkın bir kısmını almak ve bir kısmını düşürmek olur. Düşürmek ise, ayn
üzere vârid olmaz. Belki o borca mahsûsdur. Hattâ bir kimse öiüp mîrâs bı-raksa,
vârislerin ba'zısı payından ibra etse, caiz olmaz. Çünkü o berâet a'yândan
berâettir. Ancak da'vâ ettiği şeyin ba'zısiyle suîh olursa, bedelde veya ibrada
bir şey ziyadesiyle geri kalanın da'vâsmdan sulh sahih olur. Bu söz, müddeânın
ba'zısı üzere sulhun caiz olmasına dâir fukahânın söyledikleri çâredir. O çâre
(hile), hakkının ba'zısmı alıp, geri kalan ba'zısmdan ivaz alması için veya geri
kalanın da'vâsmdan berâet zikri sulha îâhık olsun diye; meselâ sulh bedeli
üzerine bir dirhem eklemektir. Çünkü ayn da'vâsmdan ibra caizdir.
Mal da'vâsmdan sulh
yapmak sahih olur. Çünkü alını - satım ma'-nâsındadır. Alış - verişi caiz olanın
sulhu da caizdir.
Menfaat da'vâsmdan da
sulh sahih olur. Nitekim da'vâcı bir evde, evin sahibinden vasıyyet oîmasiyîe
bir yıl oturmayı da'vâ edip vâris de inkâr veya ikrar edip mal yâhûd menfaat
üzere sulh olsa, caiz olur. Çünkü menfaatten icâre'ile ivaz almak caizdir. Keza,
sulh da caizdir. Lâkin menfaatten menfaat üzere sulhun caiz olması, ancak iki
menfaatin cinsleri ayn ayn olursadır. Meselâ, evde oturmaya karşılık kölenin
hizmeti üzere sulh olmak böyledir. Amma iki menfaatin cinsleri bir olursa, —kî
evde oturmak karşılığında, evde oturmak üzere sulh böyledir. — bu caiz değildir.
Bu mes'ele daha önce «İcâre Bölümü» nde geçmişti.
Kölelik (rıkk)
da'vâsmda da sulh yapmak sahih olur. Yânî da'vâcı, hâli bilinmeyen bir kimse
üzerine; «Benim kölemdir!» diye da'vâ edip, da'vâlı ile mala karşılık sulh
yapsa, caiz olur. Bu sulh; mutlak surette, mal ile âzâd olur. Yânî da'vâcı ve
da'vâii hakkında mutlaka mal ile âzâd olur. O zaman, velâ hakkı da sabit olur.
Eğer sulh da'vâhdan ikrar ile vâki olursa, böyle olur. İkrar ile vâki olmazsa,
da'vâlınm kanatma göre, çekişmeyi ortadan
kaldırmaktır. Ba'vâcı hakkında ise, mal ile âzâddır, Velâ ancak da'vâcı beyyine
gösterip ve beyyinesi kabul edilirse, sabit olur.
Kocanın nikâh
da'vâsından sulhu da sahih olur ve o sulh hul'dur
Yâni erkek da'vâcı
olup, kadın inkâr ederse, bu da'vâda sıhhate i'tibâr mümkün olduğu için sulh
sahîh olur. Da'vâcı, kendi hakkında sulhu
ul' ma'nâsmda kılmakla sahih olur. Çünkü budtı terketmeye karşılık mal almak
hul'dur. Sulhun, en yakın akdlere yorumlanması vâcib-dir. Nitekim, daha önce
geçti.
Karının hakkında sulh.
yeminin îidâsi ve husûmeti ortadan kaldırmak içindir.
Karının nikâh da'vâsmda
sulhu, caiz olmaz. Yânî da'vâcı olan kadın, bir erkek üzerine nikâh da'vâ edip
kadın ile bir şey üzere sulh olsa, caiz olmaz. Caiz olmamasına sebeb; çünkü
koca malı, da'vâyı terk etmesi için vermiştir. Eğer kadının da'vâyı terk etmesi
ayrılma sayılırsa, ayrılmada kocanın ivaz vermesi gerekmez. Nitekim eğer kadın
kocasının (başka kandan olan) oğluna temkin eylese (cima imkânı verse), hüküm
budur.
Eğer kadının da'vâyı
terk etmesi ayrılma (firkat) sayılmazsa; mal, da'vâdan Önce olduğu hâl üzere
kalır. Çünkü ayrılma (firkat) bulunmayınca, kadının kanaatınca nikâh bakî
olduğu için, da'vâsı hâli üzere olur. Bu takdirde, ortada ivazın karşılığı olan
bir şey bulunmaz. Bu durumda ivaz, rüşvet olur.
Ulemâdan ba'zisı;
«Sulh, caiz olur.» demişlerdir. Çünkü da'vâyı terk etmek, ayrılma sayılır. Sanki
koca, kadının mehrini artırıp ondan sonra mehrin aslı üzere kadını hul' eylemiş
gibi olur. Ziyâde ile beraber hul' etmemiştir. Binâenaleyh asıl düşer, fazlalık
düşmez.
Hadd da'vâsuıdan sulh
yapmak da caiz olmaz. Nitekim bilirsin ki, sulh, Allah (C.C.)'ın hakkında câri
değildir.
Neseb da'vâsmda da sulh
caiz olmaz. Çünkü sulh; ya ıskat ya da muâvezedir. Neseb ise, bu ikisine de
muhtemel olmaz.
Yine izinli köle, bir
adamı kasden öldürse ye nefsinden sulh olsa. caiz olmaz. Çünkü izinli kölenin
nefsi, kendi kazancından değildir.
Şu hâlde izinli kölenin
kendisi üzerinde tasarruf etmesi caiz olmaz. Bundan sonra, izinli kölenin sulhu
sahîh olmasa da, öldürenin velîsi sulhdan sonra bu köleyi öldüremez. Çünkü
maktulün velîsi onunla mu-sâlaha'edince, ondan bedel almakla öldürmeyi afy etmiş
olur ye bu afv şahindir.
Kölenin efendisi
hakkında bedel vermek vâcib değildir. Belki öldürülen kimsenin velîsi, bedeli o
kölenin azadına kadar erteler. Çünkü izinli kölenin nefsinden, yânî kendi
kazancında sulh yapması mükellef olduğu için şahindir. Efendisi hakkında sahîh
değildir. Sanki köle müeccel (veresiye) bedel ile sulh yapmış gibi olur. O köle
âzâd edil-dikden sonra bedel kendisinden alınır. Eğer maktulün velîsi böyle
yaparsa, sulh caiz olur. Maktulün velîsinin o kaatili öldürtmesi caiz olmaz. Bu
da, öyledir. İnâye'de de böyle denmiştir.
Kasden (amden) bir
adamı öldüren kölenin efendisi kölenin nefsi için maktulün velîsi ile sulh
olsa, sahîh olur. Çünkü onun kölesi, kendi kazanandandır. Şu hâlde, kölede
tasarruf etmesi ve onu kurtarması caiz olur.
Mükâtebin de kendisi
için sulh yapması sahîh olur. Çünkü mükâ-teb, efendisinin elinden çıktığı için
hür gibidir. Bu; bir kimse, o- mükâtebin köleliğini iddia ettiği takdirdedir.
Çünkü mükâteb, bu durumda hasını olur. Eğer o mükâtebe karşı suç işlerse, ersi
(diyeti) mükâtebin olur. Mükâteb öldürülse, kıymeti efendisinin olmaz. Belki
mükâtebin vârislerinin olur. Hattâ kitabet bedeli, o kıymetten ödenir ve
hayâtının sonunda hür olduğuna hükmedilir. Kitabetinden fazla kalan vârislerinin
olur. Bu takdirde o, hür gibidir. Şu hâlde, onun kendisinden sulh yapması
caizdir. İzinli köle, bunun gibi değildir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.)
zikretmiştir.
Telef olan gasbedilnıiş
mal için yapılan sulh, kıymetinden daha çoğu ile veya eşya karşılığında sahîh
olur. Yânî bir kimse, kıymeti bin .dirhem eden bir giyeceği veya köleyi gasb
edip yitirdikden sonra iki bin dirheme yâhûd bir eşya ile sulh olsa, caiz olur.
Eğer gabn-ı fahiş ile olursa; İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre, caiz olmaz. Çünkü
gasb edilen şeyin sahibinin hakkı,kıymettedir. Kıymetten fazlası ribâdır.
İmâm A'zam (Rh.A.)Jm
delili şudur: Gasbedüen şeyin sahibinin hakkı, kâdi ödemekle hüküm vermedikçe,
yitirilmiş olan mağsûbda bakîdir. Eğer ödetmeyi terk ederse, köle onun mülkünde
helak olmuş sayılır. Hattâ kefenini onun alması gerekir. Şu hâlde kıymetinden
fazlası ile bedel alması ribâ olmaz. Çünkü maliyet üzere ziyâde olan, hükmen
kalan suret karşılığında olur. Kıymet karşılığında olmaz. Hat' tâ kâdî kıymetle
hüküm verse, ondan sonra ekser üzerine sulh yapsalar, caiz olmaz. Çünkü hak,
kadının hükmü ile kıymete intikâl etmiştir.
Kıymeti, telef olan
mağsûbun kıymetinden daha çok olsa da, ribâ bulunmadığı için, mal ile sulh
yapmak da. caiz olur.
Kasden öldürmek (amden
kati) de diyetten ve erşden daha çoğu ile sulh yapmak da sahih olur. Hatâen
Öldürmekde, sahîh olmaz. Çünkü diyet, hatâda mukadderdir. Onun üzerine eklenen
fazlalık rifaâ olur. Şu hâlde, fazlası, bâtıl olur. Kasden öidümıekde vâcib olan
kı-sâsdır. Halbuki kısas, mal değildir. Onda ribâ gerçekleşmez. Öyle ise,
fazlalık bâtıl olmaz. Bu hatâ (yanlışlık) ile öldürmede sulhun sahîh olması,
diyet mikdârmm biri üzerine sulh yapıldığı takdirdedir. Eğer diyet mikdârlanndan
başkası üzere sulh yapılırsa, sahih olur. Çünkü onunla mübadele yapılmış olur.
Lâkin alacağa karşılık alacak (deynen be deyn) olmakdan çıkmış olsun diye, sulh
meclisinde almak şart kılınmıştır. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Nitekim zengin bir
kimse, yansı kendisinin olan bîr köleyi âzâd edip, geri kalan yansı için,
yansının kıymetinden fazlası ile sulh yapsa, sahîh olmaz. Yâni iki adam
arasında bir köle ortaklaşa olup, ikisinden birisi —ki zengin olanıdır— o
köleyi âzâd edip geri kalanı için yan kıymetinden daha çoğu ile sulh yapsa,
fazlası ittifakla bâtıl olur. Çünkü âzâdda kıymet, mansûs-un aleyh'dir (Nassan
sabittir). Nitekim, daha önce babında geçti. Şeriatın takdiri, kâdînm
takdirinden daha az değildir. Şu hâlde, onun üzerine kıymetten ziyâde caiz
değildir. Eğer geri kalan yarıma karşılık bir mal ile sulh yapsa, mutlak
surette sahîh olur. Yâni o malın kıymeti, kölenin yarı kıymetinden daha çok
olsa bile, sulh sahîh olur. Çünkü fazlalık, cinsin ihtilâfı katında zahir
olmaz.
Bir kimse, birini
kasden ölümden veya ölçülen ve tartılan şeylerden iddia ettiği alacağının bir
kısmı üzerine vekil etse, o sulhun bedelini ödemek; vekil eden kimseye lâzım gelir, vekile
lâzım gelmez.
Çünkü sulh, hâlis
Iskattır. Bu durumda vekil, hâlis elçi (veya arabulucu) olur. Bu takdirde onun
bir şey ödemesi gerekmez. Nikâhda vekil olan kimse de böyledir. Ancak vekil
bedeli öderse, bu takdîrde ödemekle muâhaze olunur, sulh ile muâhaze olunmaz.
Alım - satım gibi olan
şeyde — ki mal ile maldan sulh yapmaktır — bedeli ödemek, vekiline lâzım gelir.
Çünkü, bu takdirde hukuk vekile rücû eder. Bu ödeme, ikrardan dolayı sulh olduğu
zamandadır. Eğer sulh ikrardan olursa, bedel vekîl üzerine vâcib olmaz.
Kifâye'de de böy-le denmiştir.
Fuzûlî bir
kimse sulh olup, bedeli ödese veya bedeli malına nıuzâf kılsa, meselâ; «Bu
adamın ikibin akçası bendedir!» dese yâhûd bir nakde veya bir mala kendisi üzere
nisbet etmeksizin işaret etse
ve «Bu bin, benim borcumdur!» yâbûtî «Bu köle
benim borcumdur!» dese. yâhûd mutlak söyleyerek; «Bin dirhem borcumdur!» dese
de, bedeli teslim etse, bu suretlerde sulh sahîh olur.
Burada, yâni dördüncü
surette, sulh olan kimse teberru' etmiş olur. Çünkü onun fiili, da'vâlımn
izniyle değildir. Eğer fuzûlî sulh olan kimse bedeli teslim etmedi ise. sulh
da'vâhmn iznine mevkuf olarak kalır. Da'vâh o sulha izin verirse, sahih olur ve
bedel lâzım gelir. İzin vermezse, sulh reddedilir.
Bunlar, beş sûretdir. Çünkü fuzûli, ya malı öder
veya ödemez. Ödemezse, ya nakde veya mala işaret eder yâhûd işaret etmez.
Eğer işaret etmedi ise, ya ivazı teslim eder veya etmez. Sulh, bu vechlerin
hepsinde caizdir. Ancak sonuncu veehde
(şekilde) caiz değildir. O
da; bedeli ödemediği, malına izafe etmediği, malına
işaret etmediği ve da'vâcıya bedeli teslim etmediği
veehdir. Bu surette sulhun cevazına hükmedilmez. Belki izine bağlı kalır.
Da'vâcı için ivaz teslim edilme-diği zaman, hakkı meccânen sakıt olmaz. Çünkü o,
buna razı değildir. Eğer da'vâh sulha izin verirse, câîz olur ve kendi ihtiyân
ile iltizâm ettiği için meşrutu ödemesi lâzım gelir. Eğer onu red ederse, sulh
bâtıl olur. Fakat diğer veehler bunun aksinedir, ki onların sulhu caizdir.
Birinci vechin caiz
olması, da'vâli için hâsıl olan berâetten dolayıdır. Berâet hakkında ise
yabancı ve da'vâlı eşittir. Fuzûlînin Ödediği zaman, asıl olması da caizdir.
Nitekim, hul' bedelini ödeyen fuzûlî böyledir.
İkinci veehde sulhun
caiz olmasına gelince; bu adam sulhu kendi nefsine izafe etmiştir. Binâenaleyh,
o bedelin teslimini iltizâm etmiş demektir. Şu hâlde sulh sahîh olur.
Üçüncü vechin caiz
olması şundandır: Fuzûli, bedeli teslîm için ta'yin edince, onda ivazın
selâmetini şart kılmış olur. İmdi, onun ka-bûliyie akd tamâm olur. Şu köleye
müstehık çıksa da, onda bir kusur bulup geri verse, yâhûd köleyi hür, müdebber
veya mükâteb bulsa, musâlihden bir
şey alamaz. Lâkin da'vâsma rücû eder. Çünkü mu-sâlih ödemez.
Dördüncü vechin caiz
olması da şundandır: Teslimin da'vâcınm rızâsına delâlet etmesi, ödemeye
delâletinden ve kendi nefsine izafe etmesinden daha üstündür.
Beşincisi ise; geri kalan
veehler gibi olmayınca, sulhun sıhhatini ifâde etmez.
Sulh, kişinin alacağı
emsinden bir şey üzerine yapılırsa; yânî sulh bedeli, âa'vâcınm da'vâh üzerinde,
aralarında câri olan müdâyene akdi iîe müstehık olduğu şeyin cinsinden olursa,
o sulh, hakkının ba'zı-sını almak ve geri kalanını düşürmektir. Çünkü akıllı ve
baliğ kimsenin tasarrufu, mümkün olduğu kadar tashih edilir. Muâveze olmasiyle
tashih etmek mümkün olmaz. Çünkü onda ribâ vardır. Şu hâlde, bin dirhem alacak
da'vâsmdan, beşyüz dirhem üzerine sulh yapmak sahih olur. Hâlis bin dirhem
alacak da'vâsmdan beşyüz züyûf (kalp) dirhem üzerine sulh yapmak da sahih olur.
Birinci mes'elede dirhemlerin bir kısmı için indirim ve eksiltme yapmıştır.
İkinci mes'elede, dirhemlerin bir kısmı ve sıfatı için indirim ve eksiltme
(hat) yapmıştır. Çünkü bu beşyüzün aynısı, borcun yapıldığı- akd ile hak
edilmiş idi.
Peşin olan bin
dirhemden veresiye olan bin dirhem üzerine sulh yapmak şahindir. Çünkü onu
muâveze sayması mümkün olmaz. Zî-râ dirhemleri dirhemler ile veresiye satmak
caiz değildir. Şu hâlde onu, iskât ma'nâsma gelen ertelemeye yorumlamak mutlaka
lâzımdır.
On dirhem ile on dînâr
alacakdan, beş dirhem üzerine sulh yapmak hâlen veya müeccelen (peşin veya
veresiye) sahîhdir. Çünkü dinarların hepsi ve dirhemlerin bir kısmı için
indirim yapmış sayılır. Bir kısmı için te'cil i'tibâr edilir, muâveze i'tibâr
edilmez. Çünkü sulhda iskât ma'nâsı lâzımdır. İndirim ve iskât saymak
mümkün olunca, muâveze i'tibâr edilmez. Da'vâ edilen dirhemlerden veresiye
dînâr-lar üzerine sulh yapmak caiz değildir. Çünkü dinarlar müdâyene
(borçlanma) akdi ile hak edilmiş değildir. Şu hâlde hakkının ertelenmesine
yorumlamak mümkün değildir. Muâvezeye yorumlanır. Dirhemleri dinarlar ile
veresiye satmak caiz değildir.
Veresiye bin dirhemden
peşin beşyüz dirhem üzerine sulh yapmak da sahîh olmaz. Çünkü peşin olanlar,
müdâyene aksi ile hak edilmiş değildir. Zîrâ müdâyene akdi ile hak edilmiş olan
veresiyedir. Peşin olan, veresiyeden daha hayırlıdır. Şu hâlde sulh, müdâyene
akdi ile müstehak olmayan mal üzerine yapılmış elemektir. Bu surette muâveze
olur. Müddet, borçlunun hakkı idi. O, bu hakkı alacaklının borç-dan indirdiği
beşyüz mukabilinde terk etmiştir. Bu terk, müddete bedel olur, ki haramdır.
Görülmez mi ki, ribe'n
nesie (veresiye ribâ), mali müddet ile mübadeleye (değiş - tokuşa) benzediği
için haram olmuştur. Müddetin . hakikati ile değiş - tokuşun haram olması ise
evleviyyette kalır. Bin kara nukra'dan
yarısı kadar beyaz dirhemler üzere sulh yapmak caiz değildir. Çünkü beyaz,
borçlanma akdi ile hak edilmiş değildir. Zîrâ dirhemleri siyah parçadan olan
kimse beyaza müstehık olmaz. Bu durumda borçlanma akdi ile hak edilmiş olmayan
şey üzerine sulh yapılmış olur ve bin dirhem, beşyüz ile ve hâlislik vasfının
fazlalığı ile değiş - tokuş edilmiş olur. Bu, ribâdır.
Borçlunun üzerinde olan
borç cinsinden başkasına muayyen olmayarak sulh yapması da caiz değildir. Çünkü
hakkın cinsinden başkası üzerine sulh, ancak muâveze olur ve bedelin
bilinmemesi onu ifo-tâl eder.
Bir kimse bir yığın
(bir kürr) buğday da'vâsmdan on dirhem üzerine sulh olsa, sulh meclisinde on
dirhemi aldı ise; caiz olur. Nitekim bilirsin ki, cinsi ayrı olursa; sulh, satış
ma'nâsma gelir ve meclisde iki ivazın birini almak vâcib olur. Eğer sulh
meclisinde on dirhemi almadı ise, sulh sahîh olmaz. Çünkü, bu takdirde borcu
borç ile (veya alacağı alacak ile) satmak olur. Bu ise, bâtıldır.
Sulh olan kimse, on
dirhemin beşini alıp, beşi kalır da ayrıhrlar-sa; sulh, ancak beşde sahîh olur.
Çünkü tashih edici, ancak o mikdâr-da mevcûddur. Bu mes'elenin aksi de böyledir.
Yânî on dirhemden bir yığın buğday veya tartı ile satılan şey üzerine sulh olsa,
o meclisde teslim aldığı takdirde, sulh
caiz olur. Aksi takdirde, caiz olmaz. Nitekim, sen bunun sebebini bilirsin.
Alacaklı kimse,
borçluya; geri kalanından beri olmak şartıyla ıYa-rınki gün bana beşyüz dirhem
ver!» dese; yarınki gün beşyüzü verdimi takdirde, beri olur. Vermezse, İmânı
A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ)'e göre; beri olmaz. İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A.)'a göre beri olur. Çünkü İbra, mutlak olarak hâsıldır. Berâet dahî
mutlaka sabit olur. Nitekim ibra ile başlasa, berî olurdu. Yakında açıklaması
gelecektir.
İmâm A'zam ile İmâm
Muhammed (Rh, Aleyhimâ)'in delili şudur: Bu suret, şart ile mukayyed olan
ibradır. Şarta bağlı olan bir şey, şartın ortadan kalkmasiyle yok olur. Bunun
sebebi şudur: Çünkü alacaklı kimse, söze yarınki günde beşyüzü ödemekle
başladı. Bu söz, alacaklı kimsenin iflâsını örtmek, yâhûd daha çok kazanmak için
ticârete vesile olmaya elverişli bir hedef teşkil edebilir. İmdi bu söz, ma'nâ
cihetinden, şart olabilir. «Alâ / üzere» kelimesi, her ne kadar nıuâveze için
olsa da, ba'zan şart ma'nâsma da gelir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.)'nm:
«inanmış kadınlar,
Allah'a hiçbir ortak koşmamak şartiyîe (üzere) beyatleşmeye geldikleri zaman
(bey'atlerini kabul et)...»
kavl-i şerifinde; «ala / üzere» kelimesi, şart ma'nâsında kullanılmıştır.
Burada mufaveze ma'nâsiyle amel etmek İmkânsızdır. Şu hâlde, tasarrufunu
Lashıhleştirmek için şart ma'nâsma yorumlanır.
*v Üm mfQle Mr kaç vech
(şekil> «zeredir: Birinci vech, yukarıda aftî,lfT' Cİ VeChİ İSe' musannıf §u
sözü ile zikretmiştir: Eğer alacaklı kimse, borçluya; .Bin dirhemden beşyüz
dirhemi yarınki gün bana vermen şartiyle seninle sulh yaptım.» yâhûd «Sen
fazladan bensin, şu şartla ki parayı yarın vermezsen, hepsi üzerine borç
olsun.» aerse; iş, 0Kun dediği gibi olur. Yânî borçlu bu sulhu kabul edip beşyüz
dirhemi verirse, geri kalandan kurtulur. Veremezse, birinci vechde olduğu gibi,
borcun hepsini öder. Bu mes'elede icmâ' vardır. Çünkü alacaklı kimse, sözünü
açıkça kaydladı. Eğer şart bulunmazsa, sulh bâtıl
olur.
Üçüncü vech. musannifin
şu sözü ile zikrettiği mes'eledir: Eğer alacaklı kimse, borçluya: «Bin dirhemin
beşyüzünü yarınki gün bana vermen şartiyle beşyüzünden seni ibra ettim!» derse,
her ne kadar vermese de beşyüzünden kurtulur. Çünkü alacaklı kimse, ibrayı
mutlak söylemiştir. Beşyüzün yarınki gün ödenmesi ivaz olmaya, elvermez. Amma
şartla kaydlamasında şübhe ile şart olabilir Şu hâlde, şubhe ile takyid olmaz.
Beşyüzün ödenmesini baştan söylemesi, bunun hi-lâf madır. Çünkü ibra, beşyüzle
beraber hâsıl olmuştur. İmdi ivaz olamaması bakımından mutlak vâki olur; şart
olamaması bakımından mutlak vâki olmaz. Binâenaleyh şüfche ile ıtlak sabit
olmaz. Şu hâlde aralarında fark vardır.
Dördüncü vechi musannif
şu sözü ile zikretmiştir: Eğer alacaklı vakit zikretmezse; yânî, yarınki gün
demeyip belki «Geri kalanından berî olmak üzere bana beşyüzü ver.» derse, beri
olur. Çünkü, ödeme için vakit zikretmeyince edâ sahih olamaz. Zîrâ borçlunun,
borcunu ödemesi her zaman vâcibdir. Ödeme kayd altına girmez., belki muâveze
üzere yorumlanır. İvaz da olamaz. Yukarda geçen mes'ele, bunun hilâfınadır.
Çünkü yarınki günde ödemekde sahih maksâd vardır. Nitekim daha önce geçti.
Beşinci vechi musannif
şu sözüyle zikretmiştir: Açık olarak ta'lîk yaparsa, sahîh olmaz. Yânî, alacaklı; «Eğer
bana ödersen veya ne zaman ödersen yâhûd Ödediğin vakit sen berisin.» derse,
ibra sahih ol- -maz. Çünkü, ibrayı açık şarta bağlamıştır. Bu ise, şart ile
bâtıl olan ve olmayan şeyleri beyân babında geçtiği veehle, bâtıldır.
Borçlu, alacaklıya
gizlice; «Benden, borcu ertelemedikee veya indirim yapmadıkça senin malını
ikrar etmem!» dedikde, alacaklı da, onun dediğini yapsa, yânî ertelese yâhûd
indirim yapsa, sahih olur. Çünkü alacaklı zorlanmış değildir. Hattâ, bir vakte
kadar ertelemeye razı oldukdan sonra, hâlen borcu istemeye kadir olamaz. Borçdan
indirim yaptığında dahî indirilen mikdân ebediyyen isteyemez. Eğer borçlu
gizlice söylediği sözü, açığa vurursa, derhâl alır. Yânî alacaklı, mukır'den
malı ertelemeksizin ve indirim yapmaksızın hemen alabilir.
Ortak olan alacakdan
iki ortağın biri bir mikdâr alsa, diğer ortak o alınanda ona ortak olur. Bu,
küllî bir kaidedir. Bundan ba'zı kollar
çıkar. Yânî, iki adamın başka bir adamda haklan olup, biri o alacak-dan bir
mikdâr alsa, aîan kimse o şeye aslı gibi müşâen mâlik olup ortağının da teslim alınan
mikdârda ortak olma hakkı vardır. Çünkü teslim alman mal artsa da, — zira borcun maliyeti teslim
almanın akıbetine göredir. —
bu ziyâde hakkın aslına râcidir ve ağacın meyvesi ile yavrunun ziyâdesi gibi
olur. Diğer ortağın, o fazlalığa ortak olma hakkı vardır. Lâkin o, ortaklıkdan
önce, teslim alanın mülkü üzere
kalır. Çünkü
ayn, hakîkaten deyn'den başkadır.
Teslim alan ortak, onu hakkından bedel olarak teslim almıştır. Şu hâlde,
ona mâlik olur. Hattâ onda tasarrufu geçerli olur ve ortağının payını öder.
Ortak alacak pazarlık müttehid olduğu vakitte satılan malın semeni, ortak malın
semeni ve benzerleri gibi, müttehid sebeble vâcib olan şeydir. İki ortak, geri
kalanı borçludan alırlar. Çünkü alman mikdâr, ikisi arasında ortak olunca, geri
kalanın da ortak olması gerekir.
Musannif, mezkûr
kaidenin üzerine şu sözü ile tefri' yapmıştır: İki ortağın biri payına karşılık,
bir giyecek üzerine borçlu ile anlaşma (sulh) yapsa, diğer ortak borcun yansını
borçludan alır. Çünkü yarısı, borçlunun zimmetinde idi ve onu almadı.
Borçlunun zimmetinde kaldı. Veya giyeceğin yarısını ortağından alır. Çünkü
anlaşma borcun yansı üzerine yapılmıştır.yâhûd borç, müşâ'dır.
Zîrâ borç,' borçlunun zimmetinde iken onun taksim edilmesi sahih değildir.
Ortağın hakkı, borcun her parçasına tealluk eder. Şu hâlde ortağın iznine bağlı
olur ve onun yarısını alması sulh akdine izin verildiğine delâlet eder. Bu
takdirde sulh, sahih olur. Ancak ortağı için borcun dörttebirini öderse, o
zaman diğer ortak borçludan hakkını alamaz. Çünkü onun hakkı, giyeceğin
yarısını aldıkdan sonra borcun dörttebiridir.
Eğer iki ortağın biri
suîh olmayıp, belki borçludan borcun yarı-siyle bîr şey satın alsa, diğer ortak ona borcun dörttebirini
ödetir.
Çünkü müşteri olan
ortak, indirimsiz takas yapmak ile hakkını almıştır. Çünkü alım-satım
mümâkeseye dayanır. [Mümâkese: Satılık malın fiatını indirmesini satıcıdan
istemektir.] Bu durumda ortak, o borcun yansım almış gibi olur ve borcun
dörttebirini ortağının ondan alması caiz olur. Sulh, bunun aksinedir. Çünkü
sulhun temeli, fiati indirmeye ve ucuzlatmaya dayanır. Bundan dolayı mürâbahaten
satmaya (yâna kâr ve kazançla satmaya) mâlik olmaz.
Sulh yapan kimse, sulh
ile payının ba'zısmı ibra etmiş ve ba'zisını almış olur. Eğer biz, borcunun
dörttebirini vermesini iîzâm edersek, anlaşma yapan onunla zarar görmüş olur.
Çünkü borcun yarısının tamâmını almamıştır. Bundan dolayı biz, borcun yansını
alan ortağı muhayyer bırakırız.
İki ortağın bîri
borçlunun zimmetindeki payından ibra etse ve eski borç ile mukâsa (takas)
olanda, yânî iki talibin biri üzerinde mat-!ûb için borç vâcib olmazdan önce bir
sebeble eski borç olsa, o borç takas olup diğer ortak payını borçludan iki
surette de alamaz.
Birinci surette
alamamasına sebeb şudur: Çünkü ibra itlaf olup, kabz değildir. Müşterinin payı,
berâetîe artmaz. Şu hâlde borçludan alamaz. İkinci surette alamamasının sebebi
ise; ortak üzerinde olup, teslim alınmayan borcu ödediği içindir. Çünkü iki
borçda asıl olan şudur ki; eğer ikisi ödemede karşılaşırlarsa; birinci borç,
ikinci borç ile Ödenir. Ortaklık, ancak teslim almakda sabit olur. Eğer ortağın
biri hissesinin bacısından borçluyu ibra ederse, geri kalanın taksimi artakalan
hisseler üzerine olur. Yânî hissesinin bir kısmından ibra ederse, geri kalanın
taksimi artakalan hisseler üzerine olur. Hattâ iki ortağın, borçluda yirmi
akçaları olsa, biri payının yansından borçluya ibra etse. o ortak beş akça ile
mutâlebe edebilir. Susan ortak ise, on akça ile mutâlebe edebilir.
Bir kimse, malm ayb ve
kusurundan dolayı sulh yapsa, sonra o kusurun bulunmadığı anlaşılsa veya o kusur
ortadan kalksa, sulh bâtıl olur.
İmâdiyye'de denilmiştir
ki: Bir kimse, satın aldığı bir cariyede kusur bulunduğunu iddia edip satıcı
inkâr etse, bunun üzerine satıcı ile alıcı o kusurdan, müşteri satıcıyı ibra
etmek üzere bir mikdâr mala karşılık sulh olsalar; ondan sonra cariyede o kusur
bulunmadığı veya kusur bulunup sonradan yok oîduğ'u anlaşılsa, satıcının sulh
bedelini müşteriden geri alma hakkı vardır. İki selem sahibinden biri verdiği
mala karşılık payından sulh olsa, eğer diğer selem sahibi sulha izin verirse,
sulh ikisi adına geçerli olur. Eğer diğeri sulhu red ederse, red olur. Yânî iki
adam, bir başka adama bir yiyecek için selem verseler, ondan sonra iki selem
sahibinden biri müslem-un ileyh ile sermâyeden paymı alıp payında selem akdini
fesh etmek üzere sulh olsa, İmâm A'zam ve İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ) 'e göre
bu sulh caiz olmaz. Ancak diğer selem sahibi izin verirse, caiz olur. Sermâyeden
teslim alınan, ikisi arasında ortak olur. Selemden geri kalan da alınan gibi,
ikisi arasında ortak olur. Eğer izin vermezse, sulh bâtıl olur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.);
diğer borçlulara bakarak; «Suîh, caiz olur.» demiştir. Çünkü iki alacaklıdan
biri, şâyed borçlu ile payından bir bedel üzerine sulh olsa, caiz olur. Diğer
ortak, almanda ortak olmak, ya da payını borçludan almak arasında muhayyerdir.
Bu mes'ele de onun gibidir.
İinam A'zam üe İmâm
Muhammet! (Rh. Aleyhırnâjln delili şudur: Eu sulh caiz olursa, ya hassaten onun
payında caiz olur, ya da iki payın yarısında caiz olur. Birinci veçhe göre,
almazdan önce borcu (yâni aiacağı) paylaştırmak lâzım gelir. Çünkü onun payının
hususiyeti ancak ayırd etmekle zahir olur. Ayırd etmek de, ancak paylaştırmakla
olur. Halbuki paylaştırmanın bâtıl olduğu daha Önce geçti. Eğer caiz olan ikinci
sulh olsa, yâni sulh iki payın yarısında caiz olsa, diğerinin izni lâzımdır.
Çünkü sulh akdi ortağı üzere feshdir. Onun rızâsına muhtâc olur.
Vârislerden biri,
ya-metaf veya akar yerine mal verilmekle çıkar-tılsa yâimd altın yerine gümüş
verilmekle veya gümüş yerine altın verilmekle çikartılsa yâhûd terekede
dirhemler ve dinarlar bulunup sulh isedeii de keza dirhemler ve dinarlar
olııuıkîa iki n.akd (paraı yerine iki aakd verilmekle çıkartılsa, cinsi cinsin
hilâfına sarî ederek bxi sulh sahih olur. Nitekim, satışda da şahindir. Gerek o
sulhun bedeli az olsun, gerekse olmasın fark etmez. Yâni, iki nakdde eşitliğe
bakılmaz. Belki, meclisde alınmış olmasına bakılır. Çünkü bu, sarfdır. Eğer
alınmış olursa, sahih olur. Alınmış olmazsa, sahih olmaz.
Altm ve gümüş gibi iki
nakdde ve iki nâkd'den başkası ile beraber iki nakdin biri iîe sulh sahih
olmaz. Yânî, terekede altın ve gümüş ve bunlardan başka, yâni eşya, akar ve
tarla meycûd olsa, vârisler kendilerinden olan biri ile altm veya gümüş üzerine
sulh olsalar, ribâ ihtimâli bulunduğu için caiz olmaz. Payı misli ile olup ve
fazlası terekede kaîan hakkı karşılığında olmakla rîbâdan tîzak olsun diye.
ancak verilen altın ve gümüş onun payı cinsinden olduğu hâlde, payından daha çok
olursa caiz olur. İmdi, altından ve gümüşden payına karşılık olan şeyde teslim
almaları lâzımdır. Çünkü sulh, alman bu mik-dârda sarfdır. Eğer diğer vârisler
için terekeden alacak şart kılımrsa, sulh bâtıl ölür. Yânî ba'zı insanlarda
terekeye âid alacak bulunursa, vârisler o alacağı sulha katıp alacak
kendilerinin olmak üzere anlaşma yapan vârisi o alacakdan çıkartsalar, bu sulh
bâtıl olur. Çünkü sulh olan vâris, alacakdan payını diğer vârisler için ayndan
aldığı şeyle temlik etmiştir. Halbuki deyn'i —her ne kadar ivaz ile de olsa —
üzerine deyn olmayan kimseye temlik etmek bâtıldır. Deyn hissede bâtıl olunca,
hepsinde de bâtıl olur. Ancak vârisler, borçdan borçluların ibrasını şart
kılarlarsa ve sulh olan vâris, borçlulardan payım almamak üzere sulb, olursa,
bu takdirde sahih olur. Çünkü bu surette borcu, üzerinde borç olan kimseye
temlik etmiş olur.
Ya da vârisler, sulh
İsteyen vârisin borçdan payını teberruen ödeyip ondan sonra terekede kalan
payından sulh olurlarsa, bu surette sulh caizdir. Geri kalan vârisler için bu
mes'elede zarar olduğu- gizli değildir. Binâenaleyh; evlâ olan, musannifin şu
sözü ile zikrettiğini yapmaktır: Yâhûd vârisler sulh isteyen vârise, alınacak
borçdan payı kadar Ödünç verip, borçdan başkasından sulh olsalar ve sulh olan
vâris diğer vârislerden Ödünç aldığını borçlulara havale etse, onlar da havaleyi
kabul etseler, sulh sahih olur.
Borç bulunmayan mechûl terekeden, ölçülen (mekîl) veya tartılan (mevzun) şey
üzere sulh yapılmasının sıhhatinde ihtilâf edilmiştir. Yânî terekede borç
olmazsa ve terekenin malları bilinmezse ve ölçülen, tartılan şeyler üzerine
sulh yapılmak istenirse; Ulemâdan ba'-zısı; «Terekede ölçülür veya tartılır şey
olmak ihtimâli bulunduğu ve sulh olan vârisin payı ölçülen veya tartılandan sulh
bedeli gibi olup ribâ olduğu için sahih olmaz.» demiştir. Ba'zılan da demiştir
ki: Terekede ölçülen ve tartılan olmaması ihtimâlinden dolayı sahîh olur. Eğer
terekede böyle bir mal varsa, onun payının sulh bedelinden daha az olması
ihtimâli vardır. İmdi caiz olmadığını söylemek; şübhenin, şüb-hesine i'tibâr
edilmesine vardırır. Halbuki buna İ'tibâr yoktur. Esah olan kavilde, geri kalan
vârislerin elinde olan ölçülen ve tartılan şeyden başka mechûl terekeden sulh
yapmak şahindir. Çünkü bu sulh, çekişmeye götürmez. Zîrâ sulh olunan şey,
vârislerden geri kalanların elindedir. «Bu sulh sahîh olmaz. Çünkü satışdir.
Üzerinde sulh yapılan şey ise ayndır. Halbuki bilmemezlikle satış sahîh
-olmaz.» diyenler de vardır.
Musannif, «Kaza Bölümü»
nü Sulh Bölümü'nden sonra getirmiştir. Çünkü kazaya, yânî kâdînm hükmüne ancak
iki hasmın arasında sulh olmadığı zaman başvurulur.
Kaza (veya kadâ), lügat
bakımından ihkâm (bir şeyi muhkem yapmak) ma'nâsma gelir,
Şer'an; kaza, beyyine, ikrar veya yeminden dönmekle başkası üzerine ilzamdır.
Çünkü kazanın hakikati husûmeti ayırmakdır. Bu da, ancak ilzam ile olur.
Kazanın ehli, şahadete
ehil olan kimsedir. Çünkü her ikisi de, yânî ehl-i kaza ve ehl-i şahadet
velayet bâbmdandır. Çünkü kaza, kavli (sözü), başkasına tenfîz etmektir, (geçirmektir.)
Bir de; kaza ve
şahadetten her biri ilzamdır. Çünkü şahadet, kâdî üzere; kaza ise, hasım üzere
mülzimdir (ilzam edicidir). İmdi, şahâdete ehil olmak için şart kılman şeyler,
kazaya ehil olmak için de şart kılınmıştır. Şahadete ehil olmanın şartı, kazaya
ehil olmanın da şartıdır. Bunun açıklaması, daha Önce «Şahadet Bölümü» nde
geçti.
Fâsık olan kimse
şahadete ehildir. Binâenaleyh, kazaya da ehil olur. Lâkin fâsıka, kaza (kadılık)
görevi verilmez. Çünkü fâsık, fışkı sebebiyle (dinî yasaklara) aldırış etmediği
ve gayreti az olduğu için kendisine güvenilmez. Hattâ fâsıka kadılık görevi
verilse, veren kimse günahkâr olur. Nitekim, fâsıkın şahadetinin kabul edilmesi
sahîh olmakla beraber kabul edilmez. Hattâ kâdî, fâsıkın şahadetini kabul edip
onunla hüküm verse, günahkâr olur. Lâkin hükmü geçerli sayılır.
Fetâvâ-yı Kâidiyye'de;
«Şahadet eden fâsıkın doğruluğuna kadının zannı gâlib olduğu zaman yerdiği hüküm
geçerli olur.» denmiştir. Bu sözün, önemle bellenmesi ve bilinmesi gerekir.
Kazanın (hükmün)
geçerli olması için, hüküm verilen yerin şehir olması şartında ve kısmetin kaza
işlerinden olmasında ihtilâf edilmiştir. Şehir, hükmün geçerli olması için,
zahir rivayette, şarttır Ne-vâdir'in rivayetinde; şart değildir. Bizim
Ulemâmızdan çoğu, ihtiyâc-dan dolayı Nevâdir'in rivayetini almışlardır.
Eğer kâdi, bir adama
çarşı ve pazarı dâimi duran yerleşilmiş bîr köyde taksim yapması için emir
verse, rivayetlerin ittifakiyle caiz olur.
Çünkü taksim, Mahkeme
işlerinden değildir.
Keza kâdî, köylere
çıkıp küçük çocukların işleri veya vakıf İşleri yâhûd küçük çocukların nikâhı
için velî ta'yîn etse, caiz olur. Za-hîr'üd-Dîn el-Mergînânî (Rh.A.)'nin
Fetvâ'smda böyle hikâye edilmiştir. Çünkü bu velî ta'yîni, hüküm değildir.
Mahkeme işlerinden de değildir.
«Muhit» adlı kitabın
Şahadetler Bölümü'nün otuzbirinci faslında müellif demiştir ki: Bu; bana göre,
müşkildir. Çünkü kâdî bunları ancak kaza velayeti ile yapabilir. Görülmez mi
ki, kâdîya bu işler için izin verilmese, bunları yapamazdı. Binâenaleyh bu
işler, Mahkeme işlerindendir.
Eğer kâdî, fcâdîliğı
rüşvet ile
almış olsa, hükmü geçerli olmaz.
îmâdiyye'de, müellifi
demiştir ki: «Kâdî, kadılığı rüşvetle almış olsa, kâdî olur mu?» diye sorulacak
olursa, derim ki; Bunda Ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Sahîh olan kavle göre, o
kimse kâdî sayılmaz ve eğer hüküm verirse, hükmü geçerli olmaz. Her ne kadar
kadılığı rüşvetle alan o kâdî, âdil olsa da, kâdihğı rüşvetle almasiyl.e fâsık
olup azls ' müstehlik olur. Çünkü azi edilmesini gerektiren sebeb mevcûddur.
Ulemadan ba'zisı
demiştir ki: Kâdî, fisk sebebiyle kendiliğinden azl edilir. Çünkü ona kadılığı
veren kimse, onun adaletine güvenmiştir. O'nun kazasına adaletsiz razı
olmamıştır.
Kâdîhân (Rh.A.) da
demiştir ki: Kâdî rüşvet alırsa, hükmünün rüşvet aldığı şeyde geçerli
olmayacağına fakîhler icmâ eylemişlerdir.
Uygun olan, kadirim
iffetinde kendisine güvenilir (mevsûk-un bih) olmasıdır. Yâni haramdan
sakınmada, akıl ve salanda, Sünnet'i bilmek ve anlamakda ve asarda (yâni
Sahabeden rivayet edilen haberlerde), olayların hükümleri ile ilgili olan
mes'eleleri bilmekde kendisine güvenilir kimse olmasıdır. İçtihada ehil olması,
evleviyyetin şartıdır. Cevazın şartı değildir.
Keza, müftî de öyledir.
Yâni onun da mezkûr sıfatlarla nitelenmiş olması gerekir. Kâdî gibi onda dahî
içtihada ehil olması şart kılınmamıştır.
Kâdî, ne kalbi ile ve
ne de dili ile kadılığı taleb etmemelidir. Çünkü Resûlüliah (S.A.V.) :
«Bir kimse kadılığa
tâlib olursa, kendi nefsine bırakılır. Bir kimseye de zorla kadılık verilirse,
o kimse üzerine bir Melek inip ona doğruyu gösterir. Yânı ona rüşd İlham edip
doğru (olanı yapma) ya muvaffak kılar.» buyurmuştur.
Kadılık görevini veren
kimsenin, kadılığa en kudretli ve en lâyık olan kimseyi seçmesi gerekir. Kötü
huylu ve zorba, olan kimseyi seç-memelidir.
Çünkü kâdî, hüküm hususunda Resûlüliah (S.A.V.)'in halîfesidir (vekilidir).
Allah (C.C.)'m Elçisi:
«Bir kimse, başkasına
bir iş (yâni kâdîlık) verin de o işi veren kimsenin raiyyesinde (yânî halkı
arasında) o işe görevlendirdiği adamdan daha uygun bir kimse bulunursa, işi
veren kimse Allah (CC)'a Resulüne ve Müslümanların cemâatine hıyanet etmiş
olur.» buyurmuştur.
Kâdîlık işi, Dîn
işlerinin ve Müslümanların amellerinin en önem-lilerindendir.
Başkasına zulüm ve cevr
etmekden korkan kimsenin kâdîhk görevi alması mekruh olur. Eğer başkasına zulüm
ve cevr etmekden emîn olursa mekruh olmaz. Fukahâ'dan ba'zısı; zorlanmadan
kâdîhğa kendisi tâlib olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Kim kâdîhğa mübtelâ
olursa, sanki bıçaksız boğazlanmış gibi olur.» Duyurmuştur.
Ulemâdan birisi
demiştir ki: Kadılardan biri bu hadîs-i şerifi hafife alıp; «Böyle şey nasıl
olur?» demiş. Sonra o kâdî tıraş olmak için meclisine bir berber çağırıp, berber
çenesinin ba'zı kıllarını tıraş etmeye başlamış. Derken, kâdî aksırmış ve
ustura boğazına isabet edip başı önüne düşüvermiş. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Âdil olan kimseden
kâdîhk görevi almak caiz olduğu gibi, zâlim olan kimseden de almak caizdir.
Çünkü Sahâjbe (R.Anhüm), Hz. Ali (R.A.)
için ihtilâf ortaya çiktıkdan sonra, Hz. Ali (R.A.)
haklı iken Muâviye'den kâdîlık
görevini almışlardır. Yine Sahabe; Yezîd,
fâ-sık ve zorba olmakla beraber ondan kâdîlık görevi almışlardır. Tabiîn de,
zamanının en zâlim insanı olan Haccac'dan
kâdîlık görevi almışlardır. Âsüer (ehi-i bağy) den de kâdîhk görevi almak
caizdir.
İmâdiyye'de denmiştir
ki: Âsîlerden kâdîlık görevi almak caiz olur. Âsîlerin, sâdece istilâsı ile âdil
olan sultânın tâ'yîn etmiş olduğu kâ-dîlar azl edilmiş olmazlar. Onları âsîlerin
azl etmesi sahih olup, hattâ âsîler yenik düşüp de onların yenilgisinden sonra,
kâdîlann kazaları, âdil sultân tarafından yeniden görevlendirilmedikce, geçerli
olmaz.
Bir kâdîya, kâdîhk
görevi verilince, kendinden önceki kâdfom divânını ister. O divân; içinde
sicillerin, belgelerin ve bunların benzeri Şerl Sak'lerin bulunduğu çantalardır.
Çünkü kâdî iki nüsha yazar, biri hasmın elinde olur, diğeri de kadının divânında
kalır. Zîrâ kâdî faa'zan her hangi bir sebeble ona muhtaç olur. Hasmın elinde
bulunan nüsha üzerindeki fazlalık ve eksikliğe güvenilmez. Sonra azl edilmiş
olan kâdînm, üzerine bu nüshaları yazmış olduğu beyaz varak (kâğıt veya defter),
eğer Beyt'ul-mâl'den (Devlet hazînesinden) verilmiş ise, azl edilmiş kâdîdan
zorla alınır. Çünkü o varak, onun eline ancak iş görmek için verilmiştir. Artık
iş başkasına geçmiştir. Eğer varak, azl edilmiş kâdînm kendi malından veya
hasmın malından olsa; sahih olan kavle göre, yine vermesi için zorlanır. Çünkü
kâdî, o varakı mal edinmek için değil, belki tedeyyün için almıştır. Keza
hasımlar o varakı kâdî görevde iken onun elinde bırakmışlardır. Halbuki o kâdî
azl edilmekle görev başkasına geçmiştir.
Kâdî, hakkı ikrar eden,
yânî doğruyu söyleyen veya üzerine bey-yine getirilen tutukluyu (mahbûsu) ilzam
eder. Yânî, mahbûslann hâline bakar. Çünkü kâdî, Müslümanların işleri için
nazır (bakan) ta'yîn edilmiştir. Hakkı ikrar etmiş vcyâ inkâr edip üzerine
beyyine getirilmiş olan tutukluyu da ilzam eder. Azl edilmiş olan kâdtnın,
tutuklu üzerine sözü ancak beyyine ile kabul edilir. Çünkü azl edilmiş olan
kâdî, halkdan bir kimse gibi olmuştur. Tek kişinin şahadeti ise; hiU hassa kendi
fiili ile olursa hüccet değildir.
Eğer tutuklu doğruyu
söylemez ve üzerine beyyine de getirilmiş olmazsa; üzerine nida eder. Yânî; nida
edilip hasım çağrılmadıkça kâdî onu salıvermekde acele etmez. Yânî her gün
duruşmaya oturduğu zaman münâdîye (mübaşire) emredip; «Tutuklu olan fülân oğlu
fülândan hak taleb eden kimse gelip hakkını istesin!» diye, hasım ile tutuklu-
biraraya gelinceye kadar çağırttırır. Eğer hasım çıkmazsa tutukludan kendisine
bir kefil alıp, onu salıverir.
Yeni kâdî, azledilmiş
kâdînın güvenilir kimselerin eline bıraktığı emânetlere ve vakfın gelirlerine de
bakar. Beyyine veya zi'İ-yedin ikrarı ile amel eder. Çünkü bunların hepsi
hüccettir. Azledilmiş kâdînm sözüyle amel etmez. Ancak zi'I-yed azledilmiş
kâdiden teslim aldığını ikrar ederse, azledilmiş kâdînm sözü ile amel eder.
Çünkü bu takdirde zi'1-yedin ikrân ile zi'1-yedlik kâdînm olmuştur. Bu durumda
kâdînın ikrân sahih olur. Sanki o hak'hâlen elinde gibidir. Çünkü elinde mal
olan kimse, onun bir insana âid olduğunu ikrar etse, kabul edilir.
Kâdî, hüküm vermek için
mescidde oturur. Câmi'de oturması, mescidde oturmakdan evlâdır. Çünkü cami,
beldenin en tanınmış yerle-rindedir. Ya da kâdi, hanesinde oturur ve oraya
girmeleri için insanlara izin verir. Kâdînm meclisinde daha önce beraber
oturduğu kimseler yine otururlar. Çünkü hanesinde yalnız oturması töhmet
meydana getirir.
Kâdî, hediyye kabul
etmez.
Çünkü hediyyeyi kabul etmek, hediyye veren kimsenin kayırılmasma yol açar.
Kâdî, ancak kendi zî rahm-i mahrem'inden hediyye kabul edebilir. Yâhûd, hükümden
Önce, hediyye vermek âdeti olan kimsenin âdeti câri olduğu kadar hediyyeyi kabul
edebilir, Yânî, bu zikredilen iki hediyyeyi reddetmez. Çünkü birincisi sıla-i
rahmdir. İkincisi ise, hüküm için değil, belki âdeti olduğu içindir. Hediyye
alması için, bu ikisinin husûmeti olmaması şarttır. Çünkü bunlara âid husûmet
olursa, hediyyeyi hüküm için almış olur.
Kâdî cenazede bulunur.
Çünkü cenazede bulunmak Müslümanların, Müslüman üzerindeki haklarındandır.
Kâdî, özel da'vete
gitmez. Özel da'vet şudur; ki
müsâfir eden kimse eğer kâdînm o da'vete gelmiyeceğini bilirse, onu yapmakdan
vazgeçer. Çünkü böyle özel da'vet, hükümde kayinimak. içindir. Umûmî da'vet
ise, bunun aksine olup, gidebilir.
Kâdî, hastayı ziyaret
eder. Çünkü hastayı ziyaret etmek de, cenaze gibi, Müslümanların
haklarındandır.
Kâdî, iki hasım
arasında, gerek huzurunda oturmak, gerekse onlara doğru yönelmek bakımından
eşit davranır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Eğer sizden biriniz
kâdîîık ile mübteîâ olursa, hasımlar arasında; meclis, işaret ve bakmak
hususunda eşitliği gözetsin.» buyurmuştur.
Kâdî, hasımlardan bîri
ile gizlice konuşmamalı, birine işaret ve hüccet telkin etmemelidir.
Çünkü, bunda töhmet vardır. Birinin yüzüne
gülmemeli; çünkü bu, 'hasmı aleyhine teşvik olur. Mutlak surette şaka da
yapmamalıdır. Yânî her ikisine veya birine yâhûd onlardan başkasına şaka
yapmamalıdır." Çünkü şaka, mahkemenin i'tibânnı yok eder. Bu ibare, Vikâye'nin:
«Onunla şakalaşmâz.» sözünden daha güzeldir. Çünkü Kâfi sahibi: «Onunla ve
başkasiyle şakalaşmâz, hüccet de telkin etmez. Zîrâ bunda töhmet vardır.»
demiştir.
Yine, kâdî, şahide;
«Sen, şöyle şöyle şahadet eder misin?» demekle telkin yapmamalıdır. Çünkü
telkin, hasımlardan birine yardım etmektir. Böyle olunca, şahide telkin yapmak
mekrûhdur. Nitekim hasma telkin yapmak da böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.);
şahide telkin yapmayı, töhmet olmayan yerde müstahsen görmüştür. Çünkü şâhid,
ba'zan meclisin heybeli sebebiyle tutulabilir. Bu takdirde kadının şahide
telkin yapması, hakkı ihya etmek için hasmın izhârı ve tekfîli menzilesinde
olur. Eğer hak, hasmın üzerine onun ikrân veya beyyine ile sabit olursa, kâdî
mukırra hakkı vermesini emreder. Mukir, hakkı vermekden kaçınırsa, kâdî onu habs
pfW
Musannif; kaçınmanın,
kadının emrinden sonra olması
şartını koymuş, beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasım ayırmamıştır.
Hidâye sahibi; beyyine
veya ikrar ile sabit olan hakkın arasını ayırıp demiştir ki: Eğer hak; beyyine
ile sabit olursa, kâdî onu habs eder. Nasıl ki inkâr etmesiyle oyaladığı belli
olduğu zaman dahî habs eder. Eğer îkrân ile hak sabit olursa, habsine acele
etmez. Çünkü hasmın ilk görüşmede oyalayıcı olduğu bilinmez. Belki mühlet
verilmesini istemiştir de malı onun için getirmemiştir. Eğer hasım bundan sonra
nalda vermekden kaçınırsa, uzatıp durduğu ve oyaladığı anlaşıldığı için kâdî onu
habs eder. Bunun benzeri Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) dan hikâye edilmiştir.
Şems'ül-Eimme (Rh.A.)'den hikâye edilen ise, bunun hiiâfı-nadır. Çünkü hak;
beyyine ile sabit olursa, özür dileyip; O'nun, bende alacağı olduğunu ancak bu
saatte öğrendim, borcumu öderim!» der. Bu özür dileme, ikrarda hâsıl olmaz. Daha
güzel olan, burada zikredilendir. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Kâdî, hasmı dilediği
kadar habs eder. Habse müddet takdir etmek-de ihtilâf edilmiştir. Sahih olan
kavle göre; habs mikdârı kadının re'yine bırakılmıştır. Çünkü habs; incitmek ve
eza vermek (îzâ) içindir. İncitmek hususunda ise, insanların hâlleri farklıdır.
Kâdî, habs lâzım gelen
şeyde hak sahibinin talebiyle habs eder.
Borçlu için hâsıl olan
maldan bedel olarak —meselâ,
satılan şeyin . semeni yâhûd ödünç veya akd ile iltizâm eylediği mehr-i muaccel,
hul'
bedeli, kefalet borcu gibi — borçluya lâzım gelen
şeyde hak sahibinin talebiyle onu habs eder. Çünkü mal, onun elinde hâsıl
olunca, onun zenginliği mal ile sabit olur. Kendi ihtiyarı ile akdi iltizâm
etmesi zenginliğine delildir. Eğer; «Fakirim!» diye iddia ederse, zikredilen
borçlardan başkasında, habs edilmez. Çünkü, zengin olduğuna dâir delil yoktur.
Ancak, alacaklısı onun zengin olduğunu isbât ederse, bu takdirde kâdî, uygun
gördüğü kadar habs eder. Nitekim, bu daha önce geçti. Çünkü zengin olduğuna dâir
delil bulunmazsa söz, borçlu olan kimsenindir. Borçlunun zerîgin olduğunu isbât
etmek da'vâcıya âiddir ve kâdî, onu habs eder.
Habsden sonra,
tutukluyu sorguya çeker. Eğer malı olduğu meydana çıkmazsa, habsden salıverir
ve zenginlemeye vakit buluncaya kadar bekler. Çünkü tutuklunun habs müddeti
geçtikden sonra habsi, zulm olur. Tutuklunun alacaklılarını ondan haklarını
istemekden men etmez. Çünkü hak sahibinin onun üzerinde hakkının sabit olması,
diğer alacaklının hakkını ondan istemesine engel olmaz.
Borçluyu habs etmezden
Önce iflâsına dâir beyyine göstermesini kabul etmez. Çünkü bu beyyine, nefy
üzerine. Binâenaleyh bir müeyyid ile te'yîd edilmedikçe kabul edilmez. O
müeyyide de habsdir. Habs edil-dikden sonra ihtiyaten kabul edilir.
Zenginliğe dâir olan
beyyine evlâdır. Yâni da'vâcı, borçlunun varlıklı ve zengin olduğuna dâir
beyyine gösterse ve da'vâlı fakir olduğuna dâir beyyine getirse, zengin ve
varlıklı olduğuna dâir olan beyyine evlâdır. Çünkü fakirlik, arızdır. Beyyine
ise, isbât. içindir.
Varlıklı ve zengin olan
borçlunun habsini uzatır. Çünkü habs, zulmün cezasıdır. Eğer varlıklı ve zengin
olan borçlu, hakkı edaya kadir iken kaçınırsa, zulmü zahir olup habsini
uzatmakla cezalandırır.
Bir adam, karısının ve
çocuğunun geçmiş nafakası için habs edilmez. Çünkü nafaka, zaman geçmekle
düşer. Her ne kadar kâdî hükmetmekle veya karı ile koca nafaka üzere
anlaşmakla, sakıt olmazsa da geçmiş nafaka için yine habs edilmez. Çünkü nafaka,
bir maldan bedel değildir. Bizim zikrettiğimiz esâsa göre; bir akd ile üzerine
nafaka lâzım gelmiş de değildir. Belki karısına ve çocuğuna infâk et-mekden
kaçınırsa, habs eder. Çünkü nafaka vaktin ihtiyâcını karşılamak içindir.
Nafakayı kasden terk etmekde ise; onları helak etmek vardır. Binâenaleyh,
onların helak olmalarını def etmek için habs eder.
Hadd ve kısâsdan
başkasında, kadının kadılık yapması
(kazası) caiz olur. Çünkü daha önce geçti ki, kaza şahadetten hâsıl olur.
Kadı-