AKAİTLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
A) İMAN VE AMEL YÖNÜNDEN MÜMİNLER
Müminler imanda, tevhidde eşittirler. Bu eşitlik, iman edilecek şeyler
itibariyledir. Küfür ile iman, körlük ile görmek gibidir. Hiç şüphesiz gözleri
görenler, görmenin kuvveti ve zayıflığı bakımından farklıdırlar. Kimi kalın bir
çizgiyi görür, ince bir çizgiyi görmez. Kimi yakını iyi görür uzağı göremez.
Kimi de uzağı iyi görür, yakını göremez. Bunlar görme kuvvetinde farklı iseler
de hepsi de görmektedir.
Bir kimsenin, benim imanım Peygamberlerin imanı gibidir, demesi caiz değildir.
Yine, benim imanım Ebubekir ve Ömer (r.a)nın imanı gibidir, demek uygun deşildir.
Kelime-i Tevhidin bir kalpteki nurunu ancak Allah (c.c.) bilir. Kimi kalpteki
nuru, güneş gibidir. Kimi kalpte ay, kimi kalpte yıldız, kimi kalpte bir meşale
gibidir. İman kuvveti, zahiri ameli kuvvete, batini ilmi kuvvete şamildir. Bu
şekilde bu nurun etkisi, dünyada ameller ve ilim üzerinde; ahirette de ahiret
halleri üzerinde görülür. Bu kelimenin nuru ve mertebesi arttıkça, şüpheleri ve
şehvetleri kuvvetinında yok eder; belki de öyle bir noktaya getirir ki
rastladığı her şüpheyi, şehveti, günahı yakar, imha eder.
Amelde üstünlük olabilir. Müslümanlar aynı şeylere inandıkları halde, yaptıkları
ameller birisinde az, diğerinde yarım, bir diğerinde daha çoktur. Biri
namazlarını kılar ama zekâtını vermede kusurludur. Diğeri namaz, zekât, hac
diğer yükümlülükleri de yapar. Bir başkası emredilenleri yapar; ama yasak olduğu
halde faizi de almaktan kurtulamaz. İşte bunlar, hepsi mümin olma noktasında
eşit, amel bakımından farklıdırlar.
B) İMAN ARTMAZ VE EKSİLMEZ
İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın noksanlaşması ancak küfrün artması ile;
imanın artması da ancak küfrün noksanlaşması ile birlikte düşünülebilir. Bir
şahsın, aynı anda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Bu görüş,
İmam-ı Azam Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür.
Yine "el - Fıkhu'l - Ekber" adlı kitabında şöyle diyor: "Gök ve yer ehlinin
imanı artıp eksilmez. Bütün müminler, imanda ve tevhidde derece bakımından eşit
olup, amel bakımından birbirlerinden üstün olabilirler."
Şöyle bir soru sorulabilir: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde şöyle buyuruyor:
"İmanlarını artırsınlar için..." (el-Feth / 4) Bu ve benzeri ayetler yanında
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:
"İman, yetmiş küsur şubedir. En üstünü, "Lailâhe illallah" demek, en aşağısı da
yolda eziyet veren şeyleri kaldırıp atmaktır. Utanmak da imandan bir şubedir."
(Müslim, İman)
Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Bu ayet ve hadislerin hükmü, sahabe
hakkında geçerlidir. Çünkü Kur'an, o devirde zaman içersinde ayet ayet iniyor,
onlar da her inen ayete iman ediyorlardı. Bu da onların ilk durumlarına göre
imanlarını arttırmış oluyordu. Bunlar bizim hakkımızda ise geçerli değildir.
Çünkü vahiy kesilmiştir.
C) AMEL İMANDAN BİR PARÇA MIDIR?
Amel imandan bir parça değildir. Eğer amel imandan bir parça olsaydı,
amellerinde eksiği olan insanların imanlarının eksik olması gerekirdi. Oysa
iman, bir parçadır, bölünmez, parçalanmaz; aynı zamanda artmaz.
Zira bazı Müslümanlar, beş vakit namazını kılarken cumaları ara sıra terk eder.
Bazısı orucu terk eder. Bazısı zekâtı terk eder. Bunların amellerinde eksiklik
vardır; ama amellerindeki eksiklikten dolayı imanlarında eksiklik yoktur.
İnanılacak şeyler bir bütündür, birine inanmamak hepsine inanmamak gibidir
insanı imandan çıkarır. Bu bakımdan iman eksilme ve artma kabul etmez. İmanın
eksilmesi küfrün artması da olmaz. İman ile küfür bir kalpte toplanmaz.
D) AMELLERDE RİYA
Amellere riya karıştığı zaman, bu riya, o amelin Allah katındaki sevabını
yok eder.
Ucub (kendini büyük görmek, ululamak) da amellerin sevabını yok eder.
"Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak, eziyet etmek suretiyle (malını
insanlara gösterişte bulunmak için harcayanlarda olduğu gibi) iptal etmeyin."
(Bakara/264)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
"Allah Tealâ, içinde zerre kadar riya bulunan bir ameli kabul etmez." (Müslim)
İmam-ı Azam (r.a) sevabının yok olacağını söylemiş; ama amellerin iptal
edileceğini söylememiştir. Bu ifade ile amellerdeki seva mükâfatın önemine
işaret etmişlerdir.
Ucub (ululanmak) da böyledir. Her hangi bir amele ucub karıştığı zaman, onun
Allah katındaki mükâfatını ve amelini riyada olduğu gibi iptal eder. Çünkü ucub
yapan kimse, Allah'ın azabından emin olur; iman ve amellerinin yok olmasından
emin olup korkmaz. Allah'ın azabından emin olmaksa küfürdür.
E) İNANILACAK ŞEYLERDE PROBLEMLE KARŞILAŞAN KİMSE NE YAPAR?
İnsan, tevhit ilminin inceliklerinden herhangi bir şey üzerinde güçlük ile
karşılaşınca o zaman, sorup öğreneceği bir âlim kişiyi bulana kadar Allah
katında doğrusu hangisi ise ona inanması gerekir. Yani "Allah katında doğrusu
hangisi ise ona inanıyorum" demesi gerekir. Fakat böyle bir âlim arayıp bulma
işini tehir etmesi caiz değildir. Çünkü bu mesele kişinin bilmesi farz olan
meseledir. Bu da iman ve imanın yok olması bilgisidir. Bu konuda, durup
beklemekten dolayı özürlü kabul edilmez. Eşer şüpheye düşerek sormaz da
beklerse, o taktirde kâfir olur. Zira beklemek, inanılması gerekli bir meseleyi
tasdik etmeye engeldir. "Allah'a inandım, inanılması gerekli olan şeylere de
inandım" derse, bu söz ile, icmali (kısa) iman gerçekleşmiş olur.
F) RU'YETULLAH (ALLAH'I GÖRMEK)
Allah Tealâ ahirette görülecektir. Müminler, Allah'ı cennette baş gözü ile
keyfiyetsiz, bir şeye benzem, arada bir mesafe bulunmadan göreceklerdir.
Müminler, cennette oldukları halde Allah'ı göreceklerdir. Bu konu ile ilgili
olarak Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Cennet ehli cennete girdiği zaman Allah Tealâ: "Bir şey istiyor musunuz? Size
nimetlerimi artırayım." buyuracak. Cennet ehli de: "Yüzlerimizi beyaz kılmadın
mı, bizi cennete koymadın mı?" diyecekler. Allah Tealâ da: "Evet" buyuracak.
Bundan sonra, Allah ile aralarındaki perde açılacak, müminler Allah'ın yüzüne
bakacaklar. Cennet ehline, Rablerine bakmadan daha büyük bir nimet
verilmemiştir. Bundan sonra Rasülullah (s.a.v.):
"İyilik yapanlara, daima yaptıklarının daha iyisi azlası verilir." (Yunus / 26)
ayetini okumuştur." (Müslim, K. İman)
Bu konuda Kur'an'dan delilimiz şu ayettir:
"O günde yüzler, parlak olduğu halde Rabbine bakacaktır." (Kıyame / 22)
Allah'a yakınlık ve uzaklık keyfiyetsizdir.
Allah'a uzaklık ve yakınlık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki
keramet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah'a itaat eden kişi
keyfiyetsiz olarak ona yakın, isyan eden kişi de yine keyfiyetsiz olarak ondan
uzaklaşır.
Mesafe yönünden uzaklık veya yakınlık, varlığı kendinden olmayan ve bir yer ve
yönde yerleşmiş olan yaratıklar hakkında düşünülebilir. Allah Tealâ ise
mekândan, mekâna yerleşmekten ve bir yönde bulunmaktan münezzehtir.
Allah Tealâ'ya yakınlık ve uzaklıktan kasıt şudur: Kulun Allah'a yakın olması,
kendi üstünlüğü, iyilik ve üstünlüğünün eseridir. Bunun gibi Allah'tan uzak
olması, kendi zilleti, önemsizliği ve noksanlığındandır.
G) BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN DİNDEN ÇIKMAZ
Allah'a karşı büyük günah işleyen kimse, kâfir olmaz. Kul, işlediği günahla
Allah itaatten çıkmış, isyan etmiştir. Ancak, imandan çıkmamıştır. Zira iman,
ikrar ve tasdikten ibarettir. İkrar ve tasdik ise bakidir. Dolayısıyla iman
devam eder. Ancak işlenen günah, küfrü gerektiriyorsa, o taktirde iman yok
olabilir. Çünkü küfür imanı yok edicidir.
Günahkâr kullar eğer iman ile gitmişlerse, cehennemde günahları kadar
yanacaklar; sonra da imanları sebebiyle cennete gireceklerdir.
O bakımdan bazı haramları işleyen din kardeşlerimizi hor görmemeli, onlara
dinden çıkmış gözüyle bakmamalıyız. Bir din kardeşi olarak onların da o günah
bataklığından kurtulmaları için yardım etmeliyiz.
H) TEVBE VE ŞARTLARI
Tevbenin kabulü, günahkârın cezasını düşürmek; aklen Allah Tealânın yapması
gereken vacip bir vazife değildir. Bu, bilâkis onun merhametindendir,
lütfundandır. Kabulü konusunda ise, kabul edileceği umulur; muhakkak kabul
olunur denilemez. Bu konuda "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder" (Tevbe/15)
mealindeki ayet bize bunu anlatmaktadır.
Buna bir örnek, Peygamberimizle savaşa katılmayan kişiler samimi olarak tevbe
etmişlerdi; fakat tevbeler hemen kabul edilmedi. Peygamber (s.a.v.)in onların
kalplerinde olanı bilmediği ve Allah (c.c.)nun onlar hakkındaki hükümde
bağımsızlığına saygılı olmasından dolayı onlar hakkında kendi başına bir hüküm
vermedi. Allah'tan hüküm gelmesini bekledi. Allah (c.c)nun bu hükmü açıklamayı
geciktirmiş olması, onları bir daha böyle bir işe dönmekten menetmek için olsa
gerektir.
Küfürden dolayı yapılan tevbeböyle değildir. Bu tür tevbeler kesinlikle kabul
edilir. Sahabe ve selef alimleri bunu söylüyorlar.
Ehl-i Sünnet âlimleri, tevbe edenin tevbesinin kabulünün kesin olmadığını
söylemeleri şundandır: Tevbe, şartlarına uygun yapıldığı konusunda kesin bir
bilginin bulunmadığından dolayıdır. Zira şartları tam olmayan tevbeler çoktur.
Kur'an-ı Kerim'de "İnsanlardan bir kısmı inanmadıkları halde Allah'a ve ahiret
gününe inandık, derler." (Bakara/8)
Yine, "Allah tevbeleri kabul eder ve sadakaları (zekât ve öşür) alır" (şura/25)
Allah Tealanın verdiği haber hak ve doğrudur. Bunu inkâr etmek küfürdür.
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuşlardır: "Günahlarından tevbe eden günahsız
gibidir." (Ibn-i Mace)
İşlediği büyük günahlardan birine tevbe etse, tevbesi kabul edilir. Tevbe ettiği
günahlardan ötürü azab edilmez.
Büyük günahlardan tevbe etmek, küçük günahlardan tevbe etme ıerine geçmez. Ehl-i
Sünnette göre, büyük günahlardan tevbe eden küşinin küçük günahlardan azab
edilmesi caizdir.
Haricilere göre ise, tevbesiz öldüğü taktirde Allah'a karşı isyan eden kişi, bu
isyanı ister küçük olsun ister büyük olsun, kâfirdir. Cehennemde devamlı
kalacaktır.
Mutezileye göre, işlediği günah büyük ise imandan çıkar; ama küfre girmez. Ancak
böyle bir günahkâr, cehennemde devamlı kalacaktır. Büyük günahlardan kaçınmışsa,
işlediği günah küçükse bundan ötürü müminin azab edilmesi caiz değildir. Eğer
küçüklerle beraber, büyük günahları da işlemişse, o taktirde küçükler de
affedilmez.
Onların bütün bu görüşlerine cevap olarak şu ayet-i kerime vardır: "Allah
şirkten başka bütün günahları dilediği kimseler için mağfiret eder." (Nisa/48)
Bu ayette, Allah Tealânın bazı günahkârların günahlarını tevbesiz olarak
affedeceği işareti vardır.
Tevbenin şartları:
1- İşlediği günaha son vermek,
2- İşlediğine pişman olmak,
3- Artık o günaha dönmemeye azmetmek,
Eğer işlediği günah Allah'la kul arasında ise bu üç şart aranır. İşlediği günah
kul hakkı ile ilgili ise şu şart da vardır:
4- Kul hakkından kurtulmak.
I) SAHABENİN FAZİLET SIRALAMASI
Peygamber (s.a.v)in ashabının en faziletlileri hulefa-i raşidindir. Onların da
fazileti hilâfet sıralarına göredir. Sonra da cennetle müjdelenmiş on sahabenin
diğerleri, sonra Bedir ashabı, Uhud ashabı, Hudeybiıede Bey'atü' ridvan ashabı
ve diğer sahabeler fazilette dereceye girerler.
J) SİHİR VE NAZAR
Sihir ve nazar haktır, vardır. Peygamber (s.a.v): "Nazar haktır" (Ebu Davud, Ibn-i
Mace) buyurmuşlardır. Bir başka rivayette "Nazarın insanı mezara, deveyi de
tencereye dolduracağı" ifade edilmiştir. Bir başka rivayette "Sihrin de hak
olduğu" ifade edilmiştir. Falak suresinde de sihrin şerrinden Allah'a sığınmak
gereği üzerinde durulur.
İmam-ı Maturidi, sihrin her çeşidinin küfür olmadığını belirtmiştir. Eğer
inanılması gereken şeylerden bir şey inkâr ediliyorsa, küfürdür; inkâr eiyorsa
küfür değildir. Eğer bir kişinin helâki, hastalanması, karı kocayı ayırma gibi
büyüler küfür değildir. Ancak büyük günahtır.
Sihir yapan, kadın erkek büyücünün hükmü öldürülmektir. Çünkü bunlar fesat ve
kötülük için çalışmaktadırlar. Küfür olan sihri yapan büyücülerdense sadece
erkek olan katledilir, kadın katledilmez.
K) LEVH-İ MAHFUZDAKİ YAZI DEĞİŞİR Mİ?
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit
kılar. Kitabın anası onun katındadır." (Ra'd) buyurarak günah işleyip de tevbe
edenlerin günahını bağışlayacağını, tevbeyi ise sabit kılacağını ifade
etmişlerdir.
Levh-i mahfuzda yazılanlar kulun sıfatıdır. Kul için bir halden diğer bir hale
geçmek mümkündür. Bu sebeple kulun sıfatı değişir. Fakat Allah'ın kaza ve kaderi
asla değişmez. Çünkü kaza hükmedenin sıfatıdır. Hükmedilen şey ise Levh-i
mahfuzda yazılı bulunan şeydir.
Eş'ariler, Levh-i mahfuzda bulunan yazının değişmeyeceği görüşündedirler.
L) ALLAH ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR
Kerramiye ve Müşebbihe taifesi, "Allah Tealâ, mekân yönünden Arş üzerinde
yükselmiştir;ın ise yerleştiği bir karargâhı vardır, derler. Bunlar Allah
Tealâyı inmek, binmek, gitmek ve gelmekle vasıflandırırlar.O bir cisimdir; fakat
diğer cisimler gibi değildir." derler. Allah onların bu söylediklerinden
beridir. Onlar, şu ayeti delil getirirler:
"Allah, Arşın üzerine istiva etmiştir." (Taha/5)
Ancak biz, şöyle diyoruz: Arş yok idi, o Allah'ın yaratması ile var oldu. O, ya
Allah'ın büyüklüğünü göstermek için yaratıldı veya oturmak için. Üzerinde
oturmak için yaratılmıştır demek caiz değildir. Çünkü, bir mahluka muhtaç olan
varlık, yaratıcı olamaz. Bu ihtimal çürütülünce sıra gelir ikinci ihtimale. Bu
ihtimal de Arşın üzerinde yükselmesinin yarattıkları üzerine büyüklük ve
hükümranlığıdır. Allah'ın ise buna ihtiyacı yoktur.
Sonra, istivanın manası, idare ve hükümranlık yönünden yükselmektir. Zira her
şey Arşın hükmü ve kudreti altındadır. Arş da Allah'ın kudret ve hükmü
altındadır. Bu mesele, "Falanca, tahtın üzerine çıkıp ayaklarını uzattı." sözü
gibi olur. Bu sözden, idare ve hükümranlığın o kimseye ait olduğunu ve bu
işlerde kendisi ile çekişecek kimsenin bulunmadığını kastederler.
Nitekim bu manayı te'yid etmek için Allah Tealâ bir başka âyette şöyle
buyuruyor:
"Rabbınız öyle bir Allah'tır ki, gökleri ve yeri yedi günde yarattı. Sonra Arş
üzerine çıktı ve işleri oradan idare ediyor." (Yunus/3)
M) MÜTEŞABİH AYETLER TEVİL EDİLMEDEN KABUL EDİLİR
Kur'anda zikredildiği üzere Allah Tealânın eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah
Tealâ bu konularda şöyle buyuruyor:
"Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth/10)
"Sadece Rabbinin yüzü bakidir." (Rahman/27);
İsa (a.s.)dan hikâyeten:
"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem." (Maide/116)
Allah'ın, kitabında zikrettiği bu sıfatlar, keyfiyetsiz sıfatlar olup, aslı
bilinmekte, fakat vasfı bilinmemektedir. Bilinen asıl, teşabüh ve vasfını
anlamaktan aciz olmak sebebiyle batıl olmaz. Bu konuda Imam-ı Ahmed b. Hanbel'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sıfatların keyfiyeti meçhul olup, onların
nasıl olduklarından bahsetmek ise bid'attir."
Yukarıda zikredilen sıfatları, elden maksat, Allah'ın kudreti, yahut nimeti
tarzında te'vil etmek, Allah'ın sıfatlarını iptal etmektir. Allah'ın sıfatlarını
iptal etmek ise Mu'tezile ve Kaderiye taifesinin görüşüdür. Lâkin Allah'ın eli,
keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da keyfiyetsiz olarak
Allah'ın sıfatlarıdır. Yani bunların nasıl olduğunu biz bilemeyiz; ancak Allah
kendisi bilir.
Nasslarda yer alan el, yüz, istiva... gibi sözcükler tevil edilemez. Çünkü
Cenabı Allah bu kelimeleri özellikle kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet,
görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah el
kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kastetmiştir. Bu
sıfatlar, Allah hakkında müteşabih sıfatlardır. Cumhur-u Selefin görüşü budur.
Onlar ayetlerde kesin bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların müteşabih olan
keyfiyeti konusunda sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla
meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu
şekilde vasıflandırmaktadır:
"İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için
Kur'an'ın müteşabih âyetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabihin te'vilini yalnız
Allah bilir. Derin ilme sahip olanlar ise: Biz ona inandık; açık ve kapalı bütün
ayetler Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice
düşünür" (Al-i Imran/7)
|