KADININ KOCASIYLA OYNAŞMASI
Kadının beyine şarkı türkü söylemesi ve
oynamasının hükmü nedir?
Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) "Müslüman
adamın her türlü eglencesi, oyunu bâtıldır. Yayı ile atış yapması, atını
eğitmesi, hanımıyla oynaşması müstesna. Bunlar haktırlar buyurmuşlardır. (Tirmizî,
fedâilü'I-cihâd 11; Ibn Mâce, cihâd 19; Dârimî cihâd 14; Müsned IV/144,148)
Kendileri de hanımlarıyla şakalaşmış ve koşu yarışı bile yapmıştır. Meselâ Aişe
validemizle yarışmasında bir keresinde Aişe validemiz onu geçmiş, bir süre sonra
tekrar yarışmalarında ise Aişe validemizin biraz şişmanlaması sebebiyle
Rasûlullah Efendimiz ona geçmiş ve "eh, bir sen, bir ben" diye lâtife
yapmışlardır. (294 Ebû Dâvûd, cihâd 68; ibn Mâce, nikâh 50; Müsned VI/39,129,182,
261, 280) Yukarıya aldığımız hadîs-i şerifin daha değişik rivayetleri de vardır.
(Bk. el-Hindî, Kenz XV/211-215) Hepsinde ortak olan nokta, karı-kocanın
arasındaki oynaşmanın helâl olduğu konusudur. Hattâ Sevkânî oyunun teşvik
edildiği bu üç yerde oynamanın Allah'a itaat ve yaklaşma olduğunu söyler.
(Sevkân3i, Neylü'l-evtâr VNI/97) Bunlara bakarsak, tek başlarına bulundukları
bir yerde, karı ile kocanın arasındaki oynaşma, ya da birinin diğeri için
oynaması mutlak olarak (yani her çesidiyle) helâl olması gerekir. Demek
istediğiniz oryantal ve raks ise, bu şartlarda onun haram olacağına dair de bir
şey yoktur. Ancak bunun müzik eşliğinde olması tartışma götürür. Çünkü müzik
âletlerinden def ve davul dışındakiler, genellikle haram görülmüşlerdir. Ama
kadının evinde (kocanınyanında) def gibi bir çalgı eşliğinde oynamasının mekruh
olmayacağını Ebû Yusuf söylemiştir. (Bk. Aynî (Mısır) V/369) Özetlersek:
Başbaşa olduklârında, karı-kocanın haram
unsur ihtiva etmeyen her türlü oynaşmaları, birinin diğerine müziksiz olarak
söyleyip oynaması, def gibi bir müzik eşliğinde çalıp söyleyip oynaması câizdir.
(Allah'u a'lem) ve buna eşler ihtiyaç duyuyorlarsa bu itaat anlamı da taşır.
Diğer çalgılar eşliğinde (başbaşa iken) oynamaları tereddüt ve şüpheyle
karşılanır. Oyunun hiç bir türünün nikâhla alâkası yoktur.
KADININ ÖRTÜNMESİNİ EMİR EDEN AYET-İ KERİMEDE ZİKR EDİLEN CİLHAB NE DEMEKTİR,
MANTO GİYMEK HARAM MIDIR?
Cahiliyyette insanların birçokları terbiye
ve edebden yoksundu. Ahlak, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi
kadın açılıp saçılıyordu, vücudunu, na mahrem yerlerini göstermekle
böbürleniyordu. İlahi rahmet olarak gelen İslam dini, tefessüh etmiş bu
insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bunlardan birisi
de kadının cilbab ile örtünmesini emreder.
"Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve
mü'minlerin hanımlarına söyle! Baş ve boyunlarını örtmek için cilbablarını
üzerlerine alsınlar”.
Cilbab'ın mahiyeti hakkında birkaç görüş
vardır:
1- Cilbab, bütün vücudu örten uzun gömlek veya
entaridir.
2- Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3- Başı, boynu ve çevresini örten atkıdır.
4- Üst tarafı göbeğe kadar örten ve rida'ı denilen
örtüdür.
Sibeveyhi'nin üstadı olan Halil: "Bu
manalardan hangisi kasdedilirse caizdir” diyor. Müslüman kadın, el ve yüzü
müstesna bütün vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır fakat
uygulamazsa günahkar olur. Amma inkar ederse dinden çıkar, mürted olur. İslam''n
kabul etmediği te''illere baş vurup halkın inancını bozmak sapıklıktır.
Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı vardır, onlara ri''yet
etmek gerekir:
1- Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince,
2- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar
olmayacaktır.
Bir memlekette manto giymek adet ise, dar
olmamak şartıyla onu giymekte beis yoktur. Çünkü İslam dini, ne erkek ne kadın
için belli ve mu'ayyen bir kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has
bir giyişi vardır. Hatta buranın çarşafı. Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen
çarşafa benzemiyor. İlla şu veya bu kıyafet lazımdır demek doğru değildir.
KADININ PANTOLON GİYMESİ
Önemli olan avretini örtmek olduğuna göre,
kadının bunu pantolon giyerek sağlaması yeterli olmaz mı?
Başka bir münasebetle de anlatmaya
çalıştığımız gibi kadının giyiminde aranan şartlardan biri de erkek elbisesine
benzememesidir. Rasulüllah Efendimiz'in (s.a.s) "Allah kadına benzeyen
(kadınlaşan) erkeğe ve erkeğe benzeyen (erkekleşen) kadına lânet etmiştir"
hadîs-i şerîfleri, öncelikle giyim-kuşamdaki benzeyişi anlatır. Buna göre erkek
gibi pantolon giyinen bir kadın, avretini örtme emrini yerine getirmiş olsa
dahî, erkeğe benzememe emrini yerine getirmediğinden günahtan kurtulamaz.
Giydiği pantolon dar olur da vücut hatlarını ortaya koyarsa, fitneye (helâl
olmayan cinsel duygulara) sebep olacağı için ayrıca günah işlemiş olur.Ancak
kadınların "cilbâb"larının (dışlık örtülerinin) altından pantolon giymeleri
mahzurlu olmadığı gibi övülen bir uygulamadır. Hz. Ali Efendimizin aktardığına
göre: "Bulutlu ve yağmurlu bir günde Bakî'de Rasûlüllah'la beraberdik. Merkebe
binmiş bir kadın geçiyordu. Merkepten düşecek oldu da Rasûlüllah (bir ,yeri
açılır endişesiyle) ondan yüzünü döndü. Orada bulunanlar: Kadının pantolonu
(sirvalı) var (üzeri açılmaz) dediler de Rasûlüllah: "Pantolonlar (sirvaller)
edinin. Çünkü onlar en iyi örten elbiselerinizdendir. Kadınlarınızı (avretini)
da dışarı çıktıklarında onlarla koruyun." buyurdular."
(Hadîsi; Ukaylî, Ibn Adîy (Kâmil'de) ve Beyhakî (el-Edep'te) rivâyet
etmişlerdir. Suyûti "zayıf" işaretini koymustur. bk. Münâvi, Feyzu'1-Kadîr
I/109-110) Bir başka rivâyette ise, kadının o hâli hoşuna gittiğinden ötürü:
"Allah sirval giyen kadınlara merhamet
eylesin." buyurdular.(Hadîsi; Dârakutnî (el-Efrâd'da), Hâkim (Tarihinde),
Beyhakî (Su'abul-imânda), Hatîp (el-Müttefek'te) rivâyet etmişlerdir. Münâvî
zayıf oluşunu anlatır. bk. IV/22-23) Hattâ bizzat Rasûlüllah Efendimizin de
"sirval" satın aldığı rivâyet edilmiş ve kendisinin giydiği bilinmediğine göre,
hanımları için satın almış olabilir, denmiştir.(Münâvî, age I/110) Ne var ki, bu
her iki hadîs de zayıftır ama, aksi de söylenmediğine göre, bunlarla amel
edilmesinde bir sakınca yoktur. Yani kadın dışlığının altından pântolon (sirval)
giyebilir. Bunu daha iyi örtünmek için yapmışsa güzel bir iş yapmış olur.Ancak
hadîslerde geçen "sirval"ı tamı tamına bugünkü pantolonlar gibi anlamak da
yanlış olur. Eğer paçaları görülecekse onları erkek pantolonu paçalarından
farklı yapmalıdır. Aslında Anadolu kadınlarının giydiği ve "dizlik" tabir edilen
uzun içdonu "sirval" tarifine daha yakındır. (Allah'u a'lem)
KADININ SAÇ KESTİRMESİ:
Kadının saçını kısaltması câiz, traş etmesi
ise mazeret yoksa haram görülmüştür. Peygamberimiz kadının saçlarını traş
etmesini yasaklamıştır. Hacda ihramdan çıkılırken erkeklerin saçlarını traş
etmeleri istenirken, kadınların saçlarını, dörtte birini keserek kısaltlamaları
istenmiş, Peygamber Efendimiz; erkeklere traş, kadınlara kısaltma vardır,
buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, menâsik 7 8; Nesâî, zînet 4; Tirmizî, hac 75) Ancak
erkeklerin kadınlara benzemesi yasaklandığı gibi, kadınların da erkeklere
benzemesi yasaklandığından, kadın saçlarını, erkek saçına benzeyecek ölçüde
kısaltırsa bu da haram olur. Kadın ile erkeğin, saç modelleriyle de birbirinden
ayrılmaları gerekir.
Kadın saçlarını. kocasının emriyle de kesse
günahkâr olur. Çünkü; Hak'ka isyanda mahlûka itaat yoktur. (Bu konuda yazılı
geniş bilgi için bk. el-Fetâva'l-Bezzâziyye Vl/379;Hindiyye V/358)
Kadının saçlarını kuaföre kısalttırmasına
gelince, bunu erkeklere görünmek için yapıyorsa, kime kısalttırırsa kısalttırsın
haramdır. Erkeklere göstermemek üzere, meselâ kocasının arzusuna uyarak
yapıyorsa, bir erkeğe kısalttırması yine haramdır. Kuaför kadın olursa, gördüğü
kadınları kocasına, ya da başkasına anlatmayan, dürüst ahlâklı ve müslüman bir
kadın ise, yukarıda söylediğimiz gibi, erkek saçına benzetmemek üzere. onun
kısaltması câizdir. Çünkü kadın avretini "kendi kadınları" dışındaki kadınlara
da gösteremez.
KADININ SESİ:
Kadının sesinin avretliği konusunda, ne
Kur'ân-ı Kerim'de, ne de Efendimizin hadîslerinde bir açıklık vardır. Bazı
Hanefî bilginler bu konuyu şöyle açıklamışlardır:
Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde, kadınlar,
başkalarına duyurmak için ayaklarını yere vurup ses çıkarmasınlar buyuruyor.
Ayaklarının sesini duyurmaları haram olursa, kendi sesleri öncelikle haram olur.
Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.); Imam namazda yanılırsa onu, erkekler
"subhanellâh" diyerek, kadınlar da el çırparak uyarır, buyurur. (Örnek olarak
bk. Buhârf, sehv9; Nesâî, Imamet7) Hac sırasında okunan "telbiye" duâsını
erkeklerin yüksek sesle okuması sünnetken, kadınların seslerini yükseltmeleri
yasaklanmıştır. Bunlar da kadının sesinin avret olduğunu gösterir. (bk. Ibn
Âbidîn I/406)
Ancak Hanefîlerin diğer bölümü ile geriye
kalan mezheplerin bilginleri kadının sesinin avret olmadığını söylemişler ve
bunların görüşleri daha çok kimse tarafından benimsenmiştir. Bunlar da konuyu
şöyle açıklarlar:
Kadının ayağını yere vururken çıkardığı ses
değil, bu davranışıyla dikkatleri üzerine çekmesi ve fitneye sebep olması
haramdır. Namazda ve hacda sesini ,yükseltmesinin haram olması da aynı şekilde
izah edilir. Kaldı ki, ihtiyaçları için kadınların evden çıkmalarına Hz.
Peygamber izin vermiştir. Dışarıya çıkan, ihtiyacını ancak konuşarak
giderebilecektir. Sonra ashab, Peygamberimizin hanımlarına sık sık fetvâ
sorarlardı. Kur'ân-ı Kerîm bunu yasaklamamış, bir şey istedikleri zaman perde
arkasından istemeleri hükmünü getirmiştir. (Ahzâb (33) 53) Demek ki kadının sesi
avret. yani haram değildir. Sahabe döneminde kadınların sık sık mescide
geldikleri ve erkeklere soru sordukları çok rastlanan bir olaydır.
Ne var ki, böyle diyen bilginlerin bazıları
da, kadının sesi nameli, yani güfteli olursa, ya da fitneye sebep olacağından
korkulursa haram olur. Çünkü Allah kadınların seslerini kadınsi biçimde
inceltmelerini yasaklamıştır. (bk. Âhzâb (33) 32; Ibn Âbidîn agk., Mahlûf,
el-Fetâvâ's-şer'iyye I/342) demektedirler.
Bu anlatılanlardan şu ortak sonuca
varılabilir: Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici: büyüleyici ve
tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu
gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini, fitneye
sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve
kadınsı biçimde yaparsa, ya da nameli sözlerle, normal konuşurken zaten tahrik
edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil
de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit
kestirici edâyla konuşursa haram olmaz. (Allah'u a'lem).
KADININ SORUMLULUKLARI
Hayatı bu kadar garantili olan bir insanın
elbette bir takım görevleri de olacaktır.
Kadının, Peygamberimizin belirlemesiyle ilk
akla gelen görevi, "yatağı başkasına çiğnetmemek, yani ırzını korumak ve eve,
kocanın istemediği kimseleri almamaktır." (Ebû Dâvûd, menâsik 56; Tirmizî, radâ'
11; Ibn Mâce, nikâh 3, menâsik 84; Dârimî, meriâsik 34; Müsned V/73.) Evin reisi
kocadır. Karı-koca arasındaki iş bölümünde bu hak ona Allah (c.c.) tarafından
verilmiştir. Sebep; "Allah'ın sizi birbirlerinize üstün tutması" (Kur'ân-ı Kerîm
Nisâ (4)/34.) olarak gösterilir. Yani bu âyetten, erkeğin kadına mutlak bir
üstünlüğü anlaşılmaz: Bazı konularda da öbürü üstündür. Idare konusunda erkek
üstün olduğu için reis odur.Kadın, kendi hakları çiğnenmemek üzere kocasına
itaatla emredilmiştir-. Öyle ki, Efendimiz, "bir insan AIlah'tan başkasına secde
edebilseydi, kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Ibn Mâce, nikâli 4;
Müsned IV/381, VI/76, V/228 ) buyurur. Bu hadîs kadının kocasına itaat etmesi
gereğini anlattığı gibi, kocanın da karısına karşı ilâhlaşamayacağını,
zorbalaşamayacağını anlatır.Kadının, Peygamber Efendimiz'in, yukarıya aldığımız
hadîslerinde bildirilen görevlerine, başka bir hadîs bir tanesini daha ekler:
Kocası onu ihtiyacı için çağırdığında, tandır başında ise de ona gelmesi.
(Tirmizî, radâ' 10; Müsned IV/23.) Aynı sebeple kocası evde olduğu günler onun
iznini almadan nafile oruç tutmaması. (Buhârî, nikâh 84; Tirmizî, savm 65;
Müsned N/245, 464, 500.) Bundan kadının, kocanın haklarına engel olacak diğer
nafile ibadetleri de onun rızası olmadan yapamayacağı anlaşılır. Çünkü onun asıl
görevi odur. Öyle bir görevdir ki, aynı zamanda hak ve kendisinin kocasından
daha çok yararlanacağı, daha çok zevk alacağı ve daha az yorulacağı bir ilişki.
Öyleyse onu hakkıyla yapmalı ve deyim yerinde ise, bu konunun uzmanı olmalıdır.
Çünkü onun bu işte, beraber zevkte erkekten daha büyük pay alması yanında,
fazlalık olarak bu davranışı ile, sevabın da büyüğünü alacaktır. Efendimiz bu
konuda: "Kadın beş vakit namazını kılar, farz orucunu tutar, namusunu korur ve
kocasına itaat ederse, Cennetin diledigi kapısından girsin" (Müsned I/191 )
buyurur. Diğer yönüyle de: "Kocası kendisini yatağa çağırdığı halde gelmeyen
kadına, dönünceye kadar melekler lânet ederler" (Buhârî, nikâh 85; Müslim, nikâh
121; Ebû Dâvûd, nikâh 40;Müsned N/439, 480) uyarısı vardır.Allah Rasûlü
Efendimiz'in öğretileri arasında ve İslam'ın sade olarak uygulandığı dönemlerde
kadının, kocanın ihtiyacını giderme (aynı anda kendisinin de) ve ev işlerinde
ona yardımcı olma dışında birşeyle sorumlu olduğu görülmemiştir. Ama bu, elbette
onun yiyen, içen, yatağa girip çıkan bir robot olduğu anlamına gelmez. O
çocuğunun şefkat, kocanın huzur kaynağı olmasını da başarmalıdır.
KADININ TENASÜL
UZVUNDA DEVAMLI KALMAK SURETİYLE TIBBI BİR PARÇA YERLEŞTİRİLEREK HAMİLE
KALMASININ ÖNLENMESİ CAİZ MİDİR? BU TAKDİRDE KADININ GUSLÜ SAHİH MİDİR, ORUCU
SAHİH OLUR MU?
İslam dini evliliğe iki yönden büyük
ehemmiyet vermektedir.
1- İnsan neslinin çoğalması. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Evleniniz ki çoğalasınız. Ben kıyamette sizinle iftihar edeceğim."
(İmam Şafii rivayet etmiştir) (Muğnil Muhtaç).
2- İffet ve namusu korumak. Peygamber (sav)
buyuruyor: "Ey gençler topluluğu evlenme gücüne sahip olan kimse evlensin. Çünkü
o (evlenme) göz namusu korur. Gücü yetmeyen kimse oruç tutmağa gayret
etsin. Çünkü oruç onu frenler" (Buhari, Müslim).
Bir gün Ukkaf bin Vedda'e Peygamber (sav)'e
vardı. Peygamber (sav):
·
Ey Ukkaf eşin var mıdır?
·
Hayır.
·
Cariyen de yok mudur?
·
Hayır.
·
Sıhhat ile maddi durumun iyi midir?
·
Evet, Allah'a şükür.
·
Öyle ise şeytanların arkadaşlarındansın.
Hıristiyanların rahiblerinden isen git onlara yetiş. Bizden isen yaptığımızı
yap. Evlenmek bizim sünnetimizdendir. En şerirleriniz (kötüleriniz)
bekarlarınızdır. Ölülerinizin en alçakları bekar olarak ölenlerdir. (Ahmed bin
Hanbel rivayet etmiştir.
Evlenmenin en büyük gayelerinden biri
neslin çoğalması olduğuna göre hastalık, çevrenin dinsizliği ve şiddetli fakru
zaruret gibi mani olmazsa kadının hamile olmasına engel olmak doğru
değildir. Ama meşru bir mazeret varsa gebeliğin önlenmesi için ilaç kullanmak
veya tenasül uzvuna spiral takılmasında beis olmadığı gibi dusül ile oruca da
mani değildir. Çünkü bu parça tıkanması gerekmeyen uzvun iç tarafına
yerleştirilir. Ancak oruçlu iken bu parçanın tenasül uzvuna yerleştirilmesi caiz
değildir. Orucun bozulmasına sebeb olur.
KADININ YAKINLARINI ZİYARET HAKKI
Kocanın izni olmasa dahi kadının kendi anne
ve babasını ziyaret için evden çıkma hakkı var mıdır?
Bu konuyu açıklamadan önce şu noktaya
işaret et etmemiz gerekir: Müslümanın evi Kur'an ifadesi ile bir "sükûn" ve
sekînet yuvasıdır.Müslüman erkek dünya yorgunlukları ve stresinden kurtulmak
için huzuru evinde arar. Gerçekten de erkek için en büyük ferahlama ve huzur
yeri evidir, âilesidir. O hanımından emindir, hanımı da ondan emindir:
Ilişkileri güven esası üzerine kuruludur. Bu, ideal ve ütopik bir roman değil,
pek çok müslümanın fiilen yaşadığı bir hayattır. Yaşamayanlar buna ne
inanabilir, ne de anlayabilirler. Bir iki sene kadar önce meşhur bir
aktristimizle bir dergide yapılan bir röportajı okumuştum. "Kocanızın sizi
aldatıp başka bir kadınla beraber olduğunu duyarsanız ne yaparsınız?" tarzındaki
bir soruyâ şu cevabı veriyordu: "Karısını aldatmayan erkek olmaz. O kadarına
elbette göz yumulur. Ama bunu alenen yapar ve onurumla oynarsa, ben de onu
cezalandırırım." Gerçekten de Islam'la şereflenmeyenlerin eşini aldatmaması
normal dışı bir olaydır. Onlar kendilerini buna tahammüle alıştırmak
zorundadırlar. Oysa "taaddüt"e karşı olanlar da onlardır.Allah kadınlarla maruf
vechile (akl-ı selim ve şeriat ölçülerine göre güzel bilinen ölçülerde)
geçinilmesini emreder.(K. Nisâ (4) 19) Insanın yakınlarını görmesi, gözetmesi,
ziyaret etmesi hem şeriatın, hemde fıtratın istediği bir şeydir. Binaenaleyh,
müslüman ve anlayışlı bir aile reisinin herhangi bir ciddi sebep yokken buna
mani olması, az önce işaret ettiğimiz "Onlarla maruf vech ile geçinin" ilâhî
emrine uymaması demektir. Keza Rashûlullah Efendimiz: "Birinin hanımı mescide
gitmek isterse ona mani olmasın" (Buhari, ezan 166, nikah 116; Müslim, salât
134)Kadınlara hitaben: "Allah ihtiyaçlarından dolayı çıkmanız için size izin
vermiştir" buyurmuşlardır.(Buhari, nikah 115) Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de
"anne-babâya iyiliği" kendisine şirk koşulmamasıyla beraber istemiş,(K. Isrâ
(17) 23) Onlarla iyiliği emrederken de, sadece çocuklarını şirke zorlama halini
istisna etmiştir.(K. Lokmân (31) 15) Yani bu halin dışında herkes annesiyle
Babasıyla "Dünyada maruf vechile beraberlik kurmak zorundadır." (aga) Durum bu
olunca, azıcık Islâmî bilgisi ve bir nebze anlayışı olan koca için mesele,
hukuki müeyyidelere bâşvurmadan, ahlâkî ölçülerle kolaylıkla halledilir. Eğer
mesele mahkemelik olmuşsa, ipler zaten iyice gerilmiş demektir. Ama ahlâki
ölçülerle bağımlı olmayan koca, hukukî zorlamalardan etkilenebilir. Işte bu
noktada Hanefi fıkhına göre mahkemenin vereceği karar şudur: Kocanın karısını
her cuma (haftada bir) ziyârete gitmekten alıkoyma hakkı yoktur. Karısının
annesi Babası kâfir de olsa durum böyledir. Bazılarına göre bu, annesinin
babasının kendi yanına gelmemeleriyle kayıtlıdır. Yani kadının anne-Babası
kendisini ziyarete gelebiliyorlarsa, koca karısını onlara göndermeyebilir, ancak
onların gelip kendi evinde kızlarını haftada bir ziyaret etmelerine mânî olamaz.
Anne-baba dışındaki mahremlerde bu süre bir yıl olarâk belirlenmiştir.(Ibn
Âbidîn NI/602-603; Mavsilî, ihtiyâr 534; Vehbe, el-Fıkhu'1- Islâmî VN/336) Ancak
bu süreler nasla değil, zamanın örfü (maruf olan ölçüsü) ile sabit olduğundan,
her yerin örfüne göre değişebilir. Şâfi ve Hanbelîlere göre ise durum biraz
farklıdır: Koca karısını, onun için önemli olan konularda dahi evinden çıkmaktan
alıkoyabilir. Bu önemli konular ebeveynini ziyaret, onları hastalıklarında
bakma, cenazelerinde bulunma olsa da farketmez. Ahmed b. Hanbel; annesi hasta
olan bir kadının, eğer kocası müsâade etmiyorsa, kocasına itaat etmesi, annesine
hasta ziyareti yapmasından daha kuvvetli vâciptir, der. Ama izin verirse ne
âlâ.(Ibn Kudame, el-Mugnî VN/20; Vehbe, agk.) Böylece onlar da, ahlâkî davranış
gereği(bunu diyaneten de diyebiliriz) kocanın karısına anne-babasını ve
yakınlarını ziyaret konusunda izin vermek zorunda.olduğunu kabul ediyorlar
demektir. Bunu da şu şekilde ifade ediyorlar: Kocanın karısını, valideynini
ziyaretten ve hastalıklarında uğramaktan alıkoyması (ahlâken) uygun olmaz. Çünkü
bu, sıla-i rahimi kesme ve "maruf vech ile muâmele" etmeme anlamı taşır:(Ibn
Kudâme, agk. Mûellif burada Hanbeli ve Şafi görüşlerine delil olmak üzere bir
hadis nakleder, doğrusu sıhhati araştırılmaya değer: "Ibn Batta'nin
Ahkâmü'n-nisâ da Enes'ten naklettiğine göre: Bir adam yolculuğa çıktı ve
karısınında evden çıkmasını yasakladı. Arkadan karısının Babası hastalandı, o da
onu ziyaret için Rasûlüllah'tan izin istedi "Allah'tan kork, kocana muhalefet
etme" buyuruldu. Derken Babası öldü, kadın babasının cenazesinde bulunmak için
Rasulüllah'tan izin istedi. "Allah'tan kork, kocana muhalefet etme" cevabını
aldı. Bunun üzerine Allah onu kocasına itaatından ötürü affettiğini Rasulüne
vahyetti." Bu iki mezhebin konu hakkındaki görüşlerinin dayanaklarından biri bu
hadistir,ama, bunun sihhati konusunda kulağı tırmalayan yönleride erbabı için
açıktır. Araştırıla.)
KADINLA MUSAFAHA
Islâm fıkhında (hukukunda) genel kaide
olarak: "Bakılması helâl olan yere dokunulması da helâldir." Bundan sadece
erkeğe göre yabancı kadınlar istisna edilir. Meselâ erkek, Hanefî mezhebine
göre, yabancı bir kadının eline ve yüzüne belli şartlarla bakabıldiği halde,
dokunması câiz değildir. Buna göre, kadınla musafaha (tokalaşma), kadın genç ve
şehvet duyabilecek yaşta ise ittifakla haramdır. Bu konudaki rivayetlerin hemen
hemen hepsi ve sahih olanları Rasûllüllah Efendimizin kadınlarla tokalaşmadığını
söyler. Ümeyme bint Rakika kadınların biatını anlatır ve: "Allah Rasûllü bizim
hiç birimizle musafaha yapmadı, gidin artık, sizinle biatlaşmış olduk, yüz
kadına diyecegim de, bir kadına dediğimden ibarettir, buyurdu" ( Taberî
XXVNI/80). Aişe validemiz: "Vallahi Allah Rasûllünün eli aslâ bir kadının eline
değmedi. O kadınlarla sözle biatlaştı" demiştir. ( Kurtbî XVNI(71)) Hz. Aişe
validemiz bunu çok sonraları söylemiş olacâğına göre, Akabelerde vuku bulan
"Bey'atü'n-nisâ" hakkında Rasûlüllah'tan bilgi almış olması gerekir. Aksi halde
böyle te'kidli bir yemin etmesine anlam verilemez. Bunun anında Rasûlüllah'ın
kadınlarla elinde elbise varken, bir kâb içindeki suya, ellerini birbirine
değdirmeden sokarak biatlaştığı haberleri de vardır. Bunlar da onun kadınlarla
tokalaşmadığını gösterir. Suyûtî, Taberâni'den alarak, Allah Rasûlü'nün
kadınlarla "elbise altından" (tahtes'sevbi) tokalaştığı rivayetini, zayıf
olduğunu belirterek verir. ( el-Câmi'u's sağîr (fethu'I-Kadir) V/221 )
Gümüşhanevî aynı hadisi şerhederken "bez altından=tahtes'sevbi" ibaresini "yani
arada bir engel olmâksızın (bilâ hâilin) diye açıklar ki, ( Levami'u'I-‚ukûl
V/605) doğrusu garip karşılanmalıdır. Ama hadîs her hâlükârda zayıftır. Safâ
tepesinde Allah Rasulü kadınlarla biatlaşırken Hz. Ömer'in de onlarla
musafahalaştığı rivayeti de vardır. (Kurtubî agk.) Ancak sahih kaynaklarda
buna da rastlayamadık. Aksine onunla ilgili olarak meşhur olan rivayet şudur:
Ümmi Atiyye anlatıyor: "Rasûlüllah Medine'ye gelince Ensar kadınlarını bir evde
topladı. Sonra Ömeri bize gönderdi. Ömer gelip selâm verdi. O evin dışından
elini uzattı, biz de içinden uzattık. O da, Allah'ım şahid ol!, dedi" ( Taberî
.; Kurtubî agk.) Görüleceği gibi burada musafaha değil, el uzatma vardır. Şehvet
duyulmayacak derecede yaşlı kadınlara gelince: Hanefî fıkhının meşhur
kitaplarından olan el-Hidâye, onlarla musafahalaşmakta mahzur olmadığını söyler
ve delil olarak Hz. Ebûbekir'in süt annesinin bulunduğu kabilelere gittiğinde
kocakarılarla musafahalaştığı ve Abdullah b. Zübeyr'in hasta bakıcı olarak bir
kocakarı tuttuğu, ona ayağını ovdurup başını kaşıttığı haberlerini zikreder. (
Merginânî, el-Hidâye IV/84) Kâdizâde Efendi Hidâye'nin bu kısmını serhederken
"el-Muhît" ve başkalarından diye bir de Rasûlüllah Efendimizin bey'atta, "genç
kadınlarla değil ama yaşlılarla musafahalaşırdı" rivayetini verir.
(Fethu'I-Kadîr (Tekmile) VNI/98 NNI/461 eski)) Fakat Hidâye'nin hadislerini
tahriç eden Zeyla'iye başvurduğumuzda: Hem bu rivayetin hem de Hz. Ebûbekir ve
Abdullah b Zübeyr'le ilgili rivayetlerini "garîb" olduğunu söyler. (
Nasbu'r-râye IV/240) Aynı konuda çalışması olan Ibn Hacer ise, bu üç rivayeti de
hiç bir yerde bulamadığını söyler. (ed-Dirâye N/225; Konu hakkında ayrıca bk.
Merdavî, el-insaf 8/32)
Taberî, Ebû Süfyân'in karısı Hind'in
müslüman olduğunda, biat için gelip Rasûlüllah'ın elini tuttuğunu kaydeder ki,
(Taberî XXVlll/78) bunun için de biz aynı şeyi söylüyoruz.
Netice olarak, Merginân-i gibi .müdekkik
bir fıkıhçının, nereden aldığı bulunamamış olsa bile, verdiği bir rivayeti hiç
hesaba katmamak da uygun olmayabilir. Buna göre, fitneden emin olunan ihtiyar
kadınlarla musafaha yapılabilirse de, sahih rivayetlerle anlatılan Rasûlüllah'ın
fiiline uymak ve namahrem olmaları halinde onlarla da musafahalaşmamak en emin
yoldur. (Allah'u a'lem)
KADINLARLA İLGİLİ BAZI GENEL
BİLGİLER
Birden fazla koca ile evlenmiş olan kadın,
birisinin nikâhında değilken ölmüşse, Cennette onların ahlâkı, en güzel olanı
ile beraber olacaktır. Birisinin nikâhında iken ölmüşse onunla beraber
olacaktır. (Heysemî, el-Fetava'l-hadisiyye 354)
Kadınların hasta olan yabancı bir erkeği,
yada erkeğin hasta olan bir kadını, tesettür şartlarına uyarak, meşru ölçüler
içerisinde ziyaret etmesi câizdir. Allah Resûlü Efendimizin hasta kadınları
ziyaret etmesi ile ilgili hadîsler vardır. Çünkü hasta ziyareti, Islâm'da önemli
bir hak ve terbiye kuralıdır. Allah Resûlü Efendimiz bir hadîslerinde,
müslümanın müslüman üzerindeki altı hakkından birinin, hasta iken ziyaret etmesi
olduğunu bildirmişve bunda kadın-erkek ayırmamıştır.( Buharî, el-Edebü'l-Müfred
I/539; Hattâb es-Subkî, el-menhel VNI/220)
Kadının kocasını ismiyle, "Ahmet!, Hasan!"
diye çağırması, Islâmi edebe uygun görülmemiş ve fıkıh kitaplarında bunun
"mekruh" olduğu belirtilmiştir. (Ibn Abidîn VI/47 8; Hediyyetül-alâiyye 265-66)
Kocanın, hanımının Babası ve diğer
yakınları yanında, cinsel davranışları konusunda sözetmemesi, ile de onlara
sorması gereken bir şey varsa, onu bir başkası aracılığı ile öğrenmesi güzel
(müstehap) bir davranıştır ve Islâmi bir edep biçimidir. (Hattab es-Subkî N/261)
Kadının, kocasının gıyabında onun malından,
onun izni olması halinde sadaka verebilir ve ikisine de tam sevap verilir.
Kocasının malından, onun kızmayacağını bildiği ölçüde, ya da kendisine ayrılan
eşya veya yiyeceklerden, kocasına sormadan da sadaka verebilir. Sormadan verdiği
sadakanın sevabı ikiye bölünür, yarısı birinin, yarısı birinin olur.(age.
IX/3.39-40; X/6-7)
Bazı fıkıh kitaplarında, kocanın karısını
şu sebeplerden ötürü, incitmeden dövebileceği söylenir: Namaz kılmazsa,
cünüplükten yıkanmazsa, kocası istediği halde süslenmezse, yatağına çağırdığı
halde gelmezse; kocası izin vermediği halde evden çıkarsa... Kocası dövdügü
halde kadın bunlarda israr ederse, artık erkek onu boşar diyenler de vardır.
Hattâ boşadığı halde mihrini veremeyeceğinden korkarsa, üzerinde mihir borcu
varken Allah'a kavuşması, namaz kılmayan bir kadınla cima etmesinden daha iyidir
demişlerdir. (Halebî, Münyetü'l-musallî 385; es-Serhu'l-kebîr 621; Halil Ahmed,
Bezlü'l-mechûd X/188 vd). Ancak bunlar ilahi nas değil, görüşlerdir.
Kadınların sünnet olması; erkeklerin sünnet
olması kadar kuvvetli bir sünnet değilse de, müstehap ve hoş bir davranıştır.
Diğer mezheplerde, kadının sünnet olması da, erkeğin sünnet olması gibi
gereklidir diyenler vardır. Ancak bir hadîs-i şerifte : "Kadınların sünnet
edilmesi bir değerlendirme ve şeref, erkeklerin sünnet edilmesi ise bir
sünnettir" buyurulmuştur. (Ebû Dâvûd, edep 167)
Erkeklerin sünnet edilmesinin faydalarından
biri, kabuk içinde biriken mikropların sebep olacağı, özellikle tehlikeli kadın
hastalıklarından kurtulmaktır. Bunun cinselliğin fıtratıyla ilgili ilginç bir
faydası daha vardır: Sünnetsiz erkek, cinsel ilişkilerden aslında daha çok zevk
alır. (Değişik görüş için bk. Dihlevî, Huccetullali I/182) Ama erkeğin çabuk
tahrik olup, çabuk boşalması istenen bir şey değildir. Bu, kadının tatmin
olmasını zorlaştırır. (Halil Ahmed, a.g.e., XX/212) Halbuki, cinsel ilişkide
tatmine ulaşmak (orgazm olmak) kadının da hakkıdır. Bunu Resûlullah Efendimiz
özellikle belirtmiştir. Diğer yönden, kadının sünnet olması ise, erkekteki
durumun tersine, onun daha fazla zevk almasını, dolayısı ile daha çabuk tatmin
olmasını sağlar. Böylece kadının da, erkeğin de sünnet olmasının diğer yararları
yanında, fıtratı destekleyen ve cinselliği ayarlayan çok önemli bir yararı daha
ortaya çıkmış oluyor. Allah Resûlünün su hadîsleri de bunu gösteriyor olmalıdır:
"Medine'de kadınları sünnet eden bir kadın
vardı. Allah Resûlü ona: Fazla derin kesme ki, kadınlar daha çok lezzet
alsınlar. Kocaların da daha çok hoşuna gitsin, buyurdu"(Ebû Dâvûd, edep l67;
ayrıca bkz. Fetâvâ-yi Bezzâziye VI/372) Erkeklerin hoşuna gidecek olan yön,
kolları arasında kadının doyuma ulaşmasıdır. Dolayısı ile bu hadîs-i şerif,
yukarıda söylemiş olduğumuz gerçege olduğu gibi işaret eder.
Erkeğin sünneti, hasefeyi (başcığı) örten
derinin kesilmesiyle, kadının sünneti ise ferç girişinin üstündeki hurma
çekirdegi, ya da horoz ibiği gibi olan çıkıntı derinin kesilmesiyle olur.
Erkeğinkinin çoğunu, kadınınkinin ise azını kesmek daha makbuldür.
Her ne kadar bazı fetvalârın uygulanması
için Islâm devletinin varlığına ihtiyaç varsa da İslamın bu noktaya kadar kadın
için konu ettiği hukuku biraz dahi olsa yansıtmak gayesiyle bu türlü fetvâları
almak da bir sakınca görmedik. Yeter ki çalışmalarımız nefsî olmasın...
Bu fetvaları kadınlar ve hatta kocaları
için bilinmesine son derece ihtiyaç hissettiğimiz nâdir fetvalar arasından
seçtik. Hazırlanmasında asırlarca elden düşmeyen Behçetü'l-Fetâva, Fetevây-i
Fevziyye, Fetevây-i Abdurrahim, Fetevây-i Ibn-i Nüceym, Netice, Fetevây-i Ali
Efendi, bunların özeti gibi olan Hülâsatü'1-Ecvibe, Fetevây-i Hindiyye ve diğer
bazı güvenilir kaynaklardan istifade ettik. Şüphe duyulan konularda bu
kitapların ilgili konularına müracaat yeterlidir.
KARI - KOCA ARASINDA HUKUK
Başka kadınların çekiciliginden bahsedip,
gözü dışarda olan biraz çapkın kocasının kadının uyarması; ona Islâmi nasihatte
bulunması uygun olur mu?
Uyarabilir; çünkü uyarmakla erkekler değil,
bütün müslümanlar görevlidir. Bu durumda olan bir kadın da, kocasının en güzel
ve en etkileyici yollarla uyarmalı. Bunun en hoşa giden yöntemini bulmalı. Onun
erkeklik onurunu kırmadan, bunu cilvelerle, sürprizlerle yapmaya çalışmalıdır.
Çoğu Müslüman,ama cahil kadın, kocasına cazip görünmek için, evinin içinde dahi
süslenmeyi, boyanmayı ve kokulanmayı Islâma aykırı sanır. Oysa kocanın karısına
ta'zir cezası verebileceği konulardan biri de, süslenmesini istediği halde onun
süslenmemesidir: Halbuki, Rasûlulah Efendimiz buna çok önem verir. Israil
kadınları süslenmedikleri için, onların erkeklerinin zinayâ düştüğünü söyler:
(el-Hindî, VI/640 (Ibn Asâkir'den)) Uzakta olan bir erkeğin evine gece ansızın
dönmemesini, karısının üstünü başını düzenlemesi için ona önceden haber
ulaştırılmasını emreder.( Buhârî, nikâh 121,122; Müslim, radâ 56 imâret 181,182;
Ebû Dâvûd, cihad 163; Dârimî, nikâh 32; Müsned lIl/303, 355 ) Günümüzde olduğu
gibi sokaklarda kadınların cicili bicili pazarlandığı bir ortamda müslüman
kadınlar da, elbette daha becerikli ve uyanık olmalı, namahremine göstermemek
şartıyla, süslenmeli, boyanmalı ve kocanın gözünü sokaktan evine çekmeyi
başarabilmelidirler. Bu, günâh değil, sevaptır ve erkeklerin bu çapkın
nahoşluklarında, karılarının da hatâsı vardır.
KARI-KOCA
BİRBİRLERİNE İSİMLERİYLE HİTAP EDEBİLİRLER Mİ?
Kocanın karısına ismiyle hitap
edemeyeceğine dair bir nas yoktur. Fıkıh kitaplarımız, karının kocasına ismi ile
hitap etmesinin "mekruh" (nahoş) olduğunu söyler. (Tenvîru'I-ebsâr (Ibn Âbidin
ile) VI/418) Ama bunu bir âyete ya da hadîse dayandırmazlar. Yani bu, zamanın
örfüne göre verilmiş bir hükümse, örfün (yani bu alışkanlığın) değişmesiyle
bunun da değişmesi gerekir. Diğer bir ifade ile, anormal karşılanan beldelerde
mekruh olması, normal karşılanan beldelerde ise olmaması gerekir.
KARISINI DÖVME HAKKI
Aile huzursuzluklarında kocanın karısını
dövme hakkı var mıdır? Varsa derecesi nedir?
Sıradan âile huzursuzluklarında, kocanın
karısını dövme hakkı yoktur. Çünkü huzursuzluğun sebebi erkekte de olabilir. Hiç
birisinin elinde de olmayabilir. Kadında olmakla birlikte, basit bir sebep ya da
bir yanılma ve bir hatâ da olabilir. Eğer erkeğin karısını kayıtsız şartsız
dövme hakkı olsaydı, erkeğin güçlü olması, zalimleşmesine sebep olurdu. Allah
Rasûlü Efendimiz (s.a.v.) hanımlarına hiç vurmuş değildir. Halbuki, hanımlarının
onu üzdügü, kırdığı, hattâ ona karşı birlik olup söz ettikleri vardır. O,
hanımlarına hiç vurmadığı gibi, onlara sözlede hakaret etmemiş ve ümmetine de
hanımlarına iyi davranmalarını emretmiş, onların erkeklere Allah'ın birer
emaneti olduklarını hatırlatmıştır. Ancak değil dövmeye, âileleri yıkıp
parçalamaya kadar giden huzursuzluklar da vardır. Böyle durumlarda bazen bir iki
tokat işe yarar, evdeki otorite boşluğunu giderir, kadına evin bir hakimi
olduğunu hatırlatır ve bir ilâç olarak başvurulan bu çâre, çok büyük felâketlere
ve kötülüklere engel olabilir. Ancak bu bir ilâçtır. Hastalık kangren olmaya yüz
tutmadan kullanılmaz ve dozu da fazla kaçırılmaz. Aksi halde kötü olan yan
etkileri olur. Kur'ân-ı Kerimin bu konudaki âyeti ilginçtir: "Allah'ın
bazılarını bazılarına üstün yaratması sebebiyle erkekler kadınlar üzerine
hakimdirler. Bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Iyi kadınlar itaatli
olanlardır. Allah'ın (onları) koruması sebebiyle görünmeyeni koruyanlardır.
Başkaldırmalarından (nüsûz) korktuğunuz kadınlara öğüt verin. (Vazgeçmezlerse)
onları yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) döğün. Size itaat
ederlerse aleyhlerine bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür" (Nisâ
(4) 34) Tefsirciler, başkaldırma diye terceme edilen"nüsûz"ü: Eşinden tiksinme,
ona isyan etme, yüz çevirme, bugzetme, eşi için kokulanıp süslenmeme, eşinin
arzusunu menetme, eşinin evinde oturmayıp başka evde ve başkalarıyla oturma...
(147 ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170; Elmalı N/1351; Lisânü'I-Arap "ne-seze"
md.) diye açıklamışlardır. Anlaşılacağı üzere kadının bu duruma gelinceye kadar
dövülmesi yasaktır. Yüzde bir de olsa, işi bu duruma kadar götüren kadın için
aslında başka çâre de yoktur. Ya verilen öğütleri tutar, iş biter. Ya kocası
yatağına girdiği halde ona sırtını döner. Ilgilenmez ve bu yolla uslanmasına
çalışır. Çünkü bu, kadınlar için çok etkili bir çâredir. Bu da olmazsa iş
boşanmaya kadar gelmiş ve yuva cehenneme dönmüş demektir. Ama boşanma daha büyük
felâketlere ve yıkımlara sebep olabilir: Onun için dağlama kabilinden, son çare
olarak incitmeyecek ve iz bırakmayacak kadar dövmeye başvurulur. Çünkü bu duruma
düşenlerin bir çoğunu bu hafif dayak yola getirir ve çoğu boşânmaları önler.
Önlemezse Islâm, yine erkeğin boşamasına izin vermez ve iki tarafın akrabasından
seçilecek hakemlerin arabuluculuk yapmasını önerir. ( Nisâ (4) 35)
1- Kadının dövülmesini gerektirecek
davranışlar çok az görülecek davranışlar olduğu için, kadın dövme Islâm'da hoş
karşılanmamış, hele bu sebepler yokken dövmeye cevazı verilmemiştir. Allah
Resûlü Efendimiz: "Allah'ın kızcağızlarını dövmeyin" (Ibn Kesîr N/258) "Kadınlar
hakkında Allah'tan korkun." (Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84;
Kurtubî NI/172) "Kadınlar hakkında birbirinize hayır öğütlerde bulunun" (Kurtubî
NI/173) "... Irzınızı başkalarına çiğnetirlerse onları incitmeden dövün (Mûslim,
hac 147; Tirmizî, radâ' 11; Ebû Dâvûd, menâsik 56 -Ibn Kesîr N/258)
"Dövdüğünüzde yüzlerine vurmayın" (153) buyurmuştur.
2- Sebepleri bulduktan sonra başka çâresi
de bulunamayan dövme, kangren olup kesilmeye yüz tutmuş uzvu kesilmekten
kurtarmak için bir son çâre ve bir acı ilâçtir. Zaruret görülmeden
kullanılmamalıdır.
3- Kafa kaldıran kadınların bir kısmı
mazohisttir; kocasının bir yigit rolünde ve otoriter görmek ister; hattâ
dövülmekten hoşlanır ve rahatlar.
4- Aslında Islâma bu noktada karşı
çıkanların pek çoğu, daha durum, İslamın dövmeye izin verdiği aşamaya gelmeden
karılarını döverler, pek çoğu da onlardan boşanırlar. Hattâ karılarının kolunu
başını kıranlar da olur. Islâm bunların hiçbirisine izin vermez. Ne sebeple
olursa olsun, karısının bir uzvunu kıran, ona diyet ödemek zorunda bırakılır.
(Konu için ayrıca bk. Halebî, Sağîr 395 Kebîr, 621 (Aynı müellife ait bu iki
kaynakta kadının namaz kılmaması ve yıkanmayı (guslü) terk etmesi dövülmesini
meşru kılan sebeplerden gösterilir); Canan, Terbiye 391)
5- Dövmeye izin verilme noktasına geldikten
sonra da; kadının yüzüne vurulmaz; incitici ve iz bırakıci şekilde dövülmez.
Dövmekten gaye onun çaydırılıcığıdır.
KARISININ GAYR-I MEŞRU OLARAK
YAŞADIĞINI BİLEN KİMSE NE YAPMALIDIR, ONU BOŞAMAK MI YOKSA ONU ÖLDÜRMEK Mİ İCAB
EDER?
Kesin olarak karısının gayr-i meşru olarak yaşadığını bilen kimsenin onu
öldürmek veya öldürtmek için teşebbüse geçmesi caiz değildir. Çünkü evli olan
kadının zina ile hiyanet ettiği zaman bunu tatbik etmek mümkün değildir.
1- Her şeyden evvel dört müslümanın, göz ile, zanilerin tenasül
organlarının birbirine girift olduklarını görmeleri şarttır. Bu da mümkün
değildir.
2- Cezayı tatbik eden fert veya fertler değil, hükümettir. Herkes uygun
gördüğü cezayı infaza kalkışacak olursa düzen bozullur, anarşi doğar.
3- Günümüzde, bir kimse zina eden karısını öldürmek için teşebbüse
geçecek olursa davasını isbat etmek mümkün olmadığı için Allah'ın indinde
mes'ul olacağı gibi, kanunen de mesul olup yıllarca haps sefaletini
çekecektir. Böyle bir olay karşısında boşamadan başka çare yoktur.
KARMA OTURMA
Evimizin küçük olması sebebiyle kadın erkek birarada oturuyoruz; bu doğru
mudur?
Evde kadınların mahremi olmayan erkekler yoksa, bunun herhangi bir sakıncası
yoktur. Kocanın erkek kardeşi (kayın); dayısı, amcası dayı ve amca çocukları, ya
da daha uzak akrabalar gibi namahremler varsa, kadın tam tesettürüne, oturuşuna
kalkışına, gülüşüne,konuşmasına, onların yanında kokulanmamaya ve süslenmemeye,
onlarla tek tekine bir odada kalmamaya dikkat etmek şartıyla bir arada
bulunabilirler, beraber yemek yiyebilirler. Ancak bu durumda kadının ayrıca
başını omuzlarıyla beraber örten bir üstlüğü, ya da büyük bir başörtüsü
bulunmalı ve elbisesinin süsünü de onunla örtmeli ve ayrıca göğüs ve kalça gibi
vücut hatlarını belirten dar elbiseler giymemelidir.
KAŞLARI ALDIRMA:
Peygamberimiz (s.a.s.) kaşını incelttiren kadına ve bu işi yapana da lânet
etmiştir (Örnek olarak bk. Buhârî, teFsir sûre 59/4; Müslim, libas 120.). Fakat
bazı Islâm âlimleri kadının yüzünde anormal olarak (çeşitli hormon
bozukluklarından ötürü) biten kılları kadın koparabilir. Çünkü bu fıtratı
değiştirmek değil, çeşitli hastalıklardan ötürü bozulan kadınlık fıtratını
düzeltmek anlamını taşır. Kadın böylece kocasını süslenme arzusunu da karşılamış
olur. Ibn Âbidîn, bu maksatla yapılırsa müstehaptır der. Ayaklardaki, anormal
kılları yolmak için de aynı şey söylenir(Ibn Âbidin VI/373.). Fakat Imam Taberi
yüz kıllarını yolmanın da, yasaklanan ve lânet edilen kaş yolma çeşidine
girdiğini söylemiştir. (bk. Nevevi, Serhu Müslim XIV/354; Ibn Hacer,
Fethu'l-BârîX/378.) Ama doğru olan önceki görüştür.
KAYIN PEDERE HİTAP TARZI
Kişinin kayınpederine "baba"; kayınvalidisine "anne" demesinin mahzuru var
mıdır?
Bu durum ya çok önemli olmadığı ya da Türklerin örfüne has bir keyfiyet
olduğu için fıkıh kitaplarımızda yer almaz. Biz bu konudaki Islâmî edebi,
bilinenlerden hareketle öğrenebiliriz. Önce Kur'ân-ı Kerim'de kişinin
kayınpederine "baba", kayınvalidesine "anne" demesini isteyen bir âyet-i kerime
yoktur. Hadislerde de böyle bir şey bilmiyoruz. Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.)
kendisinin Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize (ki, onun kâyinpederi idiler) "baba"
diye hitap ettiği vaki olmadığı gibi, kendi damadı olan Osman ve Ali
Efendilerimizin de ona "baba" dedikleri bilinmemektedir. Onlarla alâkalı
Hadislerde hep "Ey Allah'ın Rasûlü" dediklerine şahit oluyoruz Rasûlullah'ın
hanımları, "mü'minlerin anneleri" (Ahzâb (33) 6) olduğu gibi, kendisi de
mü'minlerin manen Babası olduğundan onun, kendi eşlerinin babalarına "baba"
demesi uygun olmazdı, diye düşünülebilir ama, kendi damatlarının ona "baba"
demelerinin bir değil iki sebebi bulunmâsına rağmen, dememiş olmaları bize,
kayınpedere "baba" denmeyeceğine dair ışık tutar. Ayrıca Ahzâb sûresindeki iki
âyet-i kerime ile Müslim'deki iki hadîs-i şerif de ibareleriyle olmasa dahi
işaretleriyle bize bunu anlatırlar
"Allah evlâtlıklarınızı sizin çocuğunuz yapmamıştır","Onları kendi babalarına
nispet ederek çağırın. Bu, Allah katında daha âdildir". (Ahzâb 33/4,5). "Kim
Müslümanken Babası olmadığını bildiği halde birisini baba iddia ederse, Cennet
ona haramdır," "Babalarınızdan vâzgeçmeyin, kim Babasından vazgeçerse (onu
kabullenmezse) bu küfürdür". (Müslim, îmam 113,114,115; Ayrıca bk. Cessâs, Ahkâm
V/222; Ibn Kesîr VI/377, 78) Işte bu naslar bize işaretleriyle kişinin, kendi
ana Babasından başkasına ana baba demesinin uygun olmayacağını da anlatıyor
olmalıdır. Ancak karı-kocanın birbirlerine karşı yumuşak ve nezaketli
olmalarının ve birbiri yakınlarına, diğerinin hoşlanacağı ünvanlarla ve saygıyla
davranmalarının birbiri üzerindeki haklarından olduğu da edep kitaplarımızda
mevcuttur. Öyleyse herkesin, muhatabının statüsüne uygun bir hitapla ona hitap
etmesi, en uygun olanıdır. Evlenen çocuklarının başkası tarafından ellerinden
alındığı duygusunu yaşayan anne-babayı; çocuklarının başkalarına anne, baba diye
hitap etmesi, ayrıca rencide edecektir. Kayınpeder ve kayınvalidenin kendilerine
"anne" ve "baba" denmediğinden ötürü rencide olabilecekleri de düşünülebilir.
Ama bu, örften ve günümüzde öyle alışıldığından dolayıdır.
KINA YAKMAK
Saç, sakal, el veya ayakları kına yahut başka bir şeyle boyamak.
Kınayı sulandırıp eline sürmek. İslâm'ın çıkışından önce yahudi ve hristiyanlar
güzel görünme ve süslenmenin ibadetle bağdaşmadığını düşünerek, saçı boyayarak
rengini değiştirmekten kaçınırlardı. Hz. Peygamber (s.a.s) müslümanları başka
milletleri aynen taklitleri sakındırmak ve onlara bağımsız bir kişilik
kazandırmak için emir ve tavsiyelerde bulunurdu. Saçı ve sakalı kına veya başka
boya maddesi ile boyamak da bunlar arasındadır.
Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur: "Yahudi
ve hristiyanlar (saçlarını) boyamazlar. Siz onların aksini yapınız. Yani
saçlarınızı boyayınız" (Buhârî, Enbiyâ, 50, Libâs, 67; Müslim, Libâs, 80; Ebû
Dâvud, Tereccül, 18; Nesaî, Zîne, 14; İbn Mâce, Libas, 32; Ahmed Hanbel, Müsned,
II, 240, 260, 309, 401). Buradaki emir bağlayıcı olmayıp, nedb (sevimli amel)
ifade eder. Nitekim uygulamada ashab-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir ve Ömer,
Hz. Ali ve Ka'b ve Enes (r.anhüm) gibi bazıları da boyamamıştır.
Kullanılan renge ve boya malzemesine gelince, genellikle saç boyası yaşlı
erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olunca, siyah renk, yaşlı kimseyi,
olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya boyamayı amacından
uzaklaştırabilir. Nitekim, Mekke'nin fethi günü, Hz. Ebû Bekr'in yaşlı babası
Ebû Kuhâfe'nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören Allah elçisi
şöyle buyurmuştur: "Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan sakınınız" (bk. Ebû
Dâvud, Tereccül, 18; Nesaî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel, l, 165, 356, II, 261,
499, III, 160, 322). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında
da bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa'd b. Ebî Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan,
Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bunu uyguladıkları nakledilir (Yusuf
el-Kardâvî, el-Halâl ve'l Harami; 'l-İslâm, Terceme, Mustafa Varlı, Ankara 1970,
s.102, 103).
Boya malzemesi olarak kına kullanımını Allah Rasulü'nün teşvik ettiği
bilinmektedir. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Saçın beyazlığını değiştirmek için
kullandığınız şeylerin en iyisi, kına ve keten bitkisidir" (Ebû Dâvud, Tereccül,
18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesaî, Zîne, 16; İbn Mâce, Libas, 32; Ahmed b. Hanbel,
V, 147, 150, 154, 156, 169). Diğer yandan Hz. Peygamber'in bir yerinde sivilce
veya cerahatlenmiş bir çıban çıksa, bunun üzerine kına sürdüğü nakledilir (bk.
İbn Mace Tıbb, 29). Bu duruma göre, Rasûlüllah (s.a.s)'ın kınayı cildin tedavisi
için kullandığı anlaşılmaktadır. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekr'in saçını kına ve
ketenle, Hz. Ömer'in de yalnız saf kına ile boyadığını nakletmiştir (Yusuf
el-Kardâvî, a.g.e., 103).
Erkeklerin süs için el ve ayaklarını kınalaması mekruhtur. Kadınların el ve
ayaklarını kınalaması ise caizdir. Erkek veya kadının beyaz saçı sarı veya kızıl
renge boyaması müstehap görülmüş, siyaha boyamaları ise sağlam görüşe göre, caiz
görülmemiştir. Boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya sanayiinde
kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir (İbn Âbidîn,
Reddü'lMuhtâr, Terceme, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1982-1988, XV, 378, XVII,
314).
El, ayak veya başa sürülen kınanın katı olan malzemesi temizlendikten sonra deri
veya saçlarda bıraktığı renk suyun nüfûzuna engel değildir. Bu yüzden abdest
veya gusle mani olmaz (İbn Âbidîn, a.g.e., l, 224).
KIZ VE ERKEK İÇİN EN MÜNASİP
EVLENME YAŞI NE OLMALIDIR? EVLENİLMEK İSTENEN KIZDA VE ERKEKTE HANGİ ŞARTLAR
ARANMALIDIR?
Gerekli evlilik yaşı konusunda belirlenen
bir sınır yoktur. Fıkıh açısından teorik olarak bebek de, yüzellilik ihtiyar da
evlenebilir. Ancak evlilik hayatında problem olabilecek derecedeki yaş
farklılıklarına kefâet (denklik) açısından bu konuda dikkat edilmelidir Islâmda
evlenmenin faydaları olarak, Huzur bulmak (Rûm 30/21), insan neslini sürdürmek
(el-Hindî XVI/276 "Evlenin, çogalın. Çünkü ben kıyamet günü sizinle diğer
ümmetlere övüneceğim") ve kendini haramdan korumak, (Hadîs için bk. Tirmizî,
nikâh 1: Nesâhî, siyâm 43; Buhârî, savm 1, nikâh, 2,3) gösterildiğine göre,
bunlardan birinin gerektiği, ya da ihtiyaç duyulduğu yaş, evlilik için tavsiye
edilecek yaştır. Erginlikle Allah'ın insanda bir takım fizyolojik, psikolojik
değişiklikler husule getirmesi, artık bu işe başlanılabileceğinin işareti
olmalıdır. Yukarıda zikredilen üç fayda, ya da sebebe, içinde yaşamları toplumun
karakterinin (Islâm toplumu, cahiliyyet toplumu gibi) ve çevre şartlarının da
etki edeceğini de düşünerek, bu yaşı herkesin kendisinin tesbit etmesi gerekir.
Ergin olduktan sonra, olabileceğine erken evlenme, dînen de tıbben de tavsiye
edilmiştir. ( Sibâî, el-Mer'a 59 vd.)
Karı-koca adaylarında aranacak şartlara
gelince, kadın için:
Öncelikle dindar olmak (Ulv'an, Islâm'da
Âile Eğitimi (terc) I/48 vd.; GazaIî N/99 vd.)
Bâkire olmak
Doğurgan olmak (kısır olmamak)
Beden ve ahlâken güzel olmak
Asıl ve şerefli olmak
(Gazâlî bir de yakın akrabadan olmaması
tavsiyede bulunur) gibi özellikler aranır.
Bunların kadınlara has olmayanların erkek
için de bir özelliktir. Resûlullah Efendimiz: "Kızını bir fâsıka nikâhlayan,
onunla gözetmesi gereken akrabalık ilişkisini kesmiş demektir." buyurur. Bir
adam Hasan Basrî'ye: "Kızımı çok kişi istiyor, kime vereyim?" diye sorduğunda o
: "Allah'tan korkana ver. Severse ne âlâ, sevmezse Allah'tan korktugu için ona
zulmetmez" demiştir. (Gazâlî N/108) Yine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) : "Kadın
dört şey için nikâhlanır: Malı için, soyu-sopu için, güzelliği için ve dini
için... Eli kuruyasıca; sen dini bütün olanı seç (ki, sıkıntı çekmeyesin)"
(Buhârî, nikâh,15; Müslim, radâ' 4; Ebû Dâvûd, nikâh 2; Tirmizî, nikâh 4)
buyurmuştur ki, bu konunun özeti bu hadîs-i şerîften ibarettir.
KOCANIN AMCASININ MAHREMLİK DÜZEYİ
Beyimin dayısı, amcası ve dedesi ile
karışık oturabilir miyiz, tokalaşabilir miyiz? Beyim benim babaannemin elini
öpebilir mi. onunla beraber oturabilir mi?
Kocanın amcası ve dayısı kadının mahremi
olmadığından onlarla bir odada başbaşa (halvet) kalamaz. Beraberlerinde
başkaları da varken, onların yanında ancak tam tesettürlü olârak oturabilir.
Kötü duygular (fitne) sözkonusu olmaması halinde ve yanında başka mahremi
varken, yüzü ve elleri dışında heryerini kapatmak şartıyla onlarla beraber yemek
yiyebilir. Beyinin dedesi ise, kadının mahremi olduğundan, onunla oturması,
başbaşa olsalar ve kadının kolu başı, bacakları açık bulunsa dahi haram
değildir. Kadın kocanın dayısı ve amcasının elini öpemez, çünkü onun mahremi
değillerdir. Kocanın dedesinin elini ise öper. Ancak öpmemesi daha güzeldir.
Koca da karısının babaannesinin elini
öpebilir. Ancak kadın genç ise, öpmemesi daha iyidir. Beraber oturmalarında bir
haramlık yoktur.
KÖTÜ AKRABA İLE İLİŞKİ
Akrabaları görüp gözetmek İslam'ın en büyük
vecibelerinden. Ancak Islâma mûhalif yâsayan veya ilişki kurulunca sürekli zarar
görülen akrabalarımıza karşı tutumumuz ne olmalıdır?
Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i seniyye'de
akrabayâ karşı iyilik yapmamızı isteyen emirler, ahlâksız, ya da dinsiz olan
akrabayı ayırmamıştır. Kişinin sosyal güvenliğini, yani asgarî şartlarda insanca
yaşayabilmesini temin edecek maddi yardım, ona öncelikle yakınları tarafından
verilmeli ve dinine bakmadan el tutulmalıdır. Verenin kültür seviyesi müsaitse,
vermesinin ve ilgilenmesinin ardından ona bazı gerçekleri duyurmalı, yani tebliğ
görevini yapmalıdır. Kültür seviyeleri elverişli değilse, yani ilgilenilecek
akraba ve çoluk çocuğu, kendilerini daha aydın ve sosyal statülerini daha yüksek
görüyor, diğeri ve çoluk çocuğu da onların karşısında eziklik hissediyor ve
etkileyen değil de etkilenen durumuna düsüyorsa, o takdirde maddî yardım ve el
tutmanın dışındaki sohbet türü ilişkileri asgariye indirmeli, kısa görüşmeler ve
selamlaşmalarla bitirmeli, mümkünse maddî yardımlarını almamalı, verebiliyorsa
vermeli ve tebliğini onlara, kıramayacakları bir kişi kanalıyla ulaştırmalıdır.
(Allah'u a'lem)
KÜRTAJ (ÇOCUK ALDIRMA)
Soyut anlamda insanlık, çagdaş insanın
elinde bir oyuncak olarak görülüyor. Bir yönden genetik mühendisliği canlıların
atomu sayılabilecek genleri parçalamayı ve genler arası ilişkileri araştırıp,
daha mükemmel canlıların oluşması için uğraşırken, diğer yandan atom fiziği, on
milyonlarca canlıyı bir anda yok edebilmenin bilimini yapıyor. Bir yönde çeşitli
doğum kontrol yöntemleri geliştirilerek, kürtaj kamulaştırılıp
yaygınlaştırılarak, dünya nimetlerinin daha çok kimsenin paylaşmasına engel
olunurken, diğer yönden, yine genetiğin bir zaferi sayılan "tüp bebek"
endüstrisi kurulup, herhalde alışılanın dışında bir şey yapma merakını tatmin
için, mevcut nüfusa yenilerinin katılmasına çalışılıyor. Işin sadece bir yönünü
oluşturan bu çelişkiler içerisinde; insanda ister istemez, yapılanların insancıl
duygularla yapılmış olamayacağı kanaati oluşuyor. Çocuğu olmayan anne babaya,
belki de çok normal dışı yollarla bir çocuk kazandırma saadetini (!) elde etmek
için çırpınan tıp, rahimlerin "elverişli ortamında istikrar" (23/13) içinde
yaşayan nice masumları, daha hayata gözlerini açmadan vahşice parçalıyor: Her
ikisinde de sebep aynı: Şu anda var olanlar daha mesud, daha müreffeh
yaşasınlar.
Işin bir yönü bu. Buna benzer bir diğer
yönü daha var. Açlık korkusu. Allah'ın "Rezzâk" olduğuna inanmamak, ya da
Allah'a hiç inanamamak. Sonuçta da bir düşünce bozukluğuna düşüp, tekniğin
geometrik gelişimine karşılık, matematiksel hesaplar yapmak. Dünyanın en güçsüz
varlığı olarak doğan bebege doğumuyla beraber, dünyanın en değerli gıdasını
gönderen, dünyânın en aptal varlığı olan elma kurduna, meyvenin özünü yediren
gücün nüfusun ve tekniğin artışına paralel gıda maddelerini. de çogaltacağına
inanamamak. Bir zamanlar Türkiye topraklarının ancak kırk milyon insanı
besleyebileceğine inanılıyordu. Şimdi yüz milyon deniyor. Yüz milyona çıkınca
eminim ki; beşyüz milyon denecek. Bu da ikinci nokta. Bir üçüncüsünden daha söz
edelim:
Dr. R.T. Ravenholt, özellikle üçüncü
dünyadaki nüfûs, artışıyla ilgili olarak,1977'de Amerika'da "Ileri Doğurganlık"
adı altında, dokuz yıllık bir süre içinde tüm üçüncü dünya ülkeleri kadınlarının
dörtte birini kısırlaştırmayı amaçlayan bir program teklifi getirdi. Dr
Ravenholt şöyle diyordu: "Eğer bu ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişmesine
yardımcı olmazsak, dünya ABD'nin güçlü ticari varlığına isyan edecektir. Kişisel
çıkar, zorunlu bir unsurdur: Eğer nüfus kontrolsüz artarsa, bu, dışarıda
ardından devrim gelen birçok zorluklara yol açacaktır. Ve devrimler de,
genellikle ABD'nin çıkarlarına aykırıdır." (Germaine Greer, Nufus Planlaması ve
Çöken Aile, Zaman 5.6.88) Bu ifadeler; düşünebilenler için oldukça açıktır.
Bunları kitabında nakleden bir başka batılı G. Greer arkasından şöyle diyor:
"Aslında bizim (batı) dünya nüfusu patlamasına karşı duyduğumuz korku, onların
bizim kültürümüzü tehdit edeceğinden ve bizim, dünyada en büyük , en zengin, en
aç gözlü ve en çok sayıda bir grup olarak devam etmemizi engelleyeceğinden
duyduğumuz endişeye dayanıyor... Aslında biz doğurgan ve üretken grupların
merhâmetine kalmış durumdayız." Işte genel olarak doğum kontrolü, özel olarak da
kürtaj propagandasının altında yatan en önemli gerçek bu olsa gerektir. Halbuki,
batı, bizdeki âletleriyle bize doğum kontrolünü teşvik ederken kendisi bu
sıralar nüfus artışını teşvik çareleri aramaktadır,
KÜRTAJIN DÎNÎ HÜKMÜ:
Konunun iyi anlaşılması için gerekli olan
bu noktalara işaret ettikten sonra, fıkhî açıdan kürtaja baktığımızda önce şunu
söylemeliyiz: Islâm fıtrat dinidir ve fıtrata yani doğru (tabiî) ve normal olana
aykırı olan her şey Islâma da aykırıdır, yani mahzurludur: Mahzuru, aykırılık
gücüne göre değişir. Az aykırı olan "mekruh", biraz daha çoğu "tahrimen mekruh",
çok aykırı olan da "haram" olur. Bu konuda fitrî olan, kadınla erkeğin bir araya
gelmesi, cinsel birleşmeleri, sonuçta da çocuğun dünyaya gelmesidir. Ancâk her
kuralın olduğu gibi, bunun da istisnaları olabilir. Yani Islâm fıkhının bu
konudaki genel kaidesi: "Fıtrata ve tabiîliğe müdahale edilemeyeceği" esasıdır.
Ancak genel bir kural, bütün fertlerine temsil edilemez ve şahıslara, özel
durumlarına göre fetvâ verilir. Yani genel geçer kural ayrıdır, fetvâ ayrıdır.
Fetvâ kişiye, yere ve zamana göre değişir. Buna göre, Islâm fıkhında "çocuk
aldırma" ya da "kürtaj" denen olaya fert düzeyinde bazı hallerde ve belli bir
zamana kadar fetvâ verildiğini söyleyerek konuyu şöylece özetleyebiliriz: ·
Konu hakında Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîsle
açıklık (ibare) yoktur. Ancak bazı âyet-i kerime ve hadîs-i serîflerde işaretler
bulâbiliriz. Meselâ: Hac 5 ile, Mü'minûn 12-15 âyetleri hemen hemen aynı noktaya
işaret ederler. Biz önce Mü'minûn 12-15. âyetlerinin meâlini verelim, sonra bazı
noktalara temas edelim: "Andolsun ki,biz insanı süzülmüş, özlü balçıktan
yârattık. Sonra onu "nutfe (menî, sprem) olarak muhkem bir karargâha (rahme)
koyduk: Sonra nutfeyi (yapışkan) bir kan pıhtısı haline getirdik. Ardından kan
pıhtısını bir çiğnem et yaptık, bu çiğnemi kemiklere çevirdik,kemiklere de et
giydirdik. Sonra da onu başka bir varlık yaptık.
Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne
yücedir. Sonra siz bunun ardından elbette öleceksiniz."
Bunları açıklar mahiyetteki bir iki hadîs-i
şerîfin meali de şöyledir: 1- "Sizden her biriniz kırk gün annesinin karnında
tutulur. Sonra bir o kadar da orada yapışkan pıhtı olur. Sonra bir o kadar da
orada bir çiğnem et halinde bulunur. Sonra da melek gönderilir ve ona ruh üfler"
(Müslim, Kader 1) 2- "...nutfe (menî parçası, sperm)nin üzerinden kırkıki
gece geçince Allah ona bir melek gönderir. O da onu şekillendirir, kulağını,
gözünü, cildini, etini ve kemiklerini yapar. Sonra da, ey Rabbim, erkek mi
olacak dişi mi..." (Müslim, Kader 3) der. Birinci hadîs âyetlerin tam açıklaması
gibidir. Buna, yani âyete ve hadise göre:
1- Döllenen menî rahimde kırk gün,
irtibatsız olarak kalır.
2- Sonra bir pıhtı olarak rahimle irtibat
kurar (alaka). Bu süre de kırk gün kadardır.
3- Sonra bu yapışkan pıhtı (alaka) bir et
parçası halini alır, kemikleri belirir, et oluşur. Bu devre üçüncü kırk günün
sonuna kadardır.
4- Sonra ilk üçünden farklı bir yaratık, ya
da yaratış ortaya çıkar. Bu, cenîne ruhun üflendiği safhadır. (Taberî XVNI/9)
Bir başka deyişle canlanmasıdır. Insan, ya ruhla cesedin bütünüdür ki; genel
kabul gören görüş budur; ya da sadece ruhtur. (Râzî XXlll/85) Bundan; ceninin
üçüncü devre sonundan yani 120 günden önce insan olmadığı anlaşılır. Insan oluş,
bu noktadan itibaren başlar (Taberi XVN/11). Hem diğer bir yaratış, hem de,
ruhun üflenmesi bunu gösterir.
5- Onbeşinci âyetin işaretiyle, ölüm ancak
bu dönemden sonra olabilir. Bu da daha önceki üç dönemde (120 gün) ceninin ölüme
elverişli, yani canlı olmadığını gösterir.
6- Devreler arasının "sümme" (sonra)
kelimesi ile açılması; devrelerin birbirinden tam anlamıyla farklı olduklarını
(Ebu'ssu'ûd VI/126), birbirinden diğerine geçişin bir dönüşüm (tahavvül)
olduğunu gösterir. (Râzî XXNI/84) Bu da beşinci maddede anlatılan gerçege
işâret eder.
Ruhun yüzyirmi günde üflendiği konusunda
ittifak , bulunduğu,için ikinci hadîs; "ceninin kırk günde şekillenmesi değil,
bunun melek tarafından yazılması" şeklinde anlaşılmıştır (Dâvûdoğlu X/626).
Işte bütün bunlardan, ötürü, Hz. Ali
(r.a.), bu yedi devre geçip ruh üflenmedikçe cenine müdahalenin "ve'd" (çocuğu
diri diri gömme, yani öldürme) olmayacağını söyler (Ibnü'I-Cevzi, Zâdü'I-Mesir
V/462). Imâm Ebû Hânîfe de bunu delil tutarak; meselâ birisinin yumurta çalması
ve yumurtadan onun yanında civciv çıkması halinde, başka başka varlıklar olduğu
(halk-ı âher) için, civcivi değil yumurtayı tazmin eder, demiştir (ZaMahşerî
NI/27-28). Bütün bu temel gerçeklerden ötürü tüm Islâm fıkıhçıları, döllenmenin
üzerinden yüzyirmi gün geçtikten sonra ve de zaruret yokken çocuk aldırmanın
(kürtajın) haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Yüzyirmi günden, yani
canlandıktan sonra çocuğunu aldıran ya da ilaçla, vurma ile vs. düşüren kadın
hem bir cana kıyıp cânı olduğundan ötürü günahkârdır, öbür dünyada bunun
cezasını çekecektir, hem de dünyada çocuğun Babasına, canlı düşüp sonra ölmüşse,
bir tam diyet (kan bedeli), organları belirli olup ölü olarak düşmüşse, bir
"gurra" ödemek zorundadır. Birinci halde ayrıca bir de keffaret tutmalıdır.
(Diyet; yüz deve, veya bin dinar altın, veya on ,ya da on iki bin dirhem gümüş,
yani yaklaşık olarak şu anda (1989) elli milyon (50.000.000: ) TL. Gurra ise,
duruma göre bir diyetin yirmide ya da onda biridir). Organların bir kısmının
belirmiş olması durumu da aynıdır. Ancak yüzyirmi günden (dört aydan) önce çocuk
aldırmanın, ya da ilâç vs. ile düşürmenin câiz olduğunu söyleyenler vardır ).
Bazıları ise sadece kırk güne kadar câiz olduğunu söylemişlerdir. (Hindiyye
V/356; Bezzâziyye VI/370 (Hindiyye kenarında)) Bazıları da döllenme olduktan
sonra, bir özür olmaksızın bunun hiç câiz olmayacağın söylemişlerdir. Hiç câiz
olamayacağını söyleyenler hacda ihramlı bir hacı adayının, bir kuş yumurtasını
kırmasının av yasağına tecavüz sayıldığını ve bundan ötürü ceza vermesi
gerektiğini delil gösterirler (Bk. Kâdihan NI/410 (Hindiyye kenarında) Ancak;
yumurta ceninin birinci değil, ikinci kırk gününe benzer. Yumurtanın birinci
kırk güne tekabûl eden devresi, kuşun karnında olduğu dönemidir, diyerek bunu
itiraz edebilir. O takdirde böyle diyenlere göre de kırk güne kadar düşürme ya
da aldırma câiz olmalıdır.). Yani yumurtayı kırma, cana tecavüz sayılmış ve
(ihramlıya mahsus olmak üzere) cezayı gerektirmiştir. Öyleyse yumurta
durumundaki cenine (embriyona) müdahale de câiz olmamalıdır, derler.
Bütün bunlardan (Hanefi mezhebi için) şöyle
bir sonuç çıkarabiliriz: Meni, ana rahmine yerleştikten sonra, ona müdahale
fıtrata uygun düşmediği için hoş değildir, anormaldir. Bu anormallik (mekruhluk
da diyebiliriz) kırk güne kadar az, kırk günden yüzyirmi güne kadar biraz daha
fazladır, ama haram değildir. (Birinciye tenzihen, ikinciye tahrimen mekruh da
diyebiliriz) Ama yüzyirmi günden sonra, özürsüz olarak yapılan müdahale
kesinlikle haramdır ve bir cana kıyma demektir. Bu konuda kırk güne, bazılarına
göre de yüzyirmi güne kadar işin hafif tutulması, hattâ bazı fıkıhçılarca mutlak
câizdir, denmesi sanki zayıf iradeli ve dünya zevkine ve rahatına düşkün
insanlar için verilmiş bir ruhsattır. Yoksa onlar da bunun evlâ olduğunu
söylemiyorlar.
Ancak işin bir diğer önemli yönü daha
vardır: Kırk, ya da yüzyirmi güne kadar kürtajın dinen mahzurlu olmadığını
söyleyenlerin görüşü kabul edilse dahî, mazeret olmadan bir kadının avretini
başka erkeklere hattâ kadınlara göstermesinin haram olduğu naslarla sabit bir
gerçektir; dolayısıyla bu konudâ ittifak vardır. Yani, şu anda hamile kalmış ve
çocuk istemeyen kadının önüne iki yol çıkar : a-Ya bir doktorun, ebenin vs.
tıbbî müdahelesini istemek (kürtaj), b- Ya da çeşitli ilkel metodlar yahut ilaç
yardımıyla bunu kendisinin veya kocanın yapması... Birinci yola girmesi halinde
avretini, zaruret olmaksızın (zaruret yani bir özür var ise mesele yok).açmakla
bir haram işleyecektir ki, bu yine ittifakla câiz değildir. Ikinci yola
girmekle, tıbbın tesbitlerine göre çok büyük bir ihtimalle sağlığını tehlikeye
atacak ve bundan, öncelikle anne zarar görecektir.
Başarılamaması halinde de sakat ve
yetenekleri körelmis çocukların doğmasına sebep olacak; böylece hem ömür
boyu vicdân azabı çekilecek; hem de aile ve toplum olarak maddi, manevi zararlar
görülecektir. Adil tıbbi İslamın hakem kabul ettiğini ve onun mahzurlu dediğine
mahzurlu dediği düşünürsek, bu uygulamanın da en azından mekruh olduğu
anlaşılır.
Dolayısıyla tabiî sonuç olarak yine,
mazeret olmadan cenini aldırmanın ya da düşürmenin en azından mekruh olduğunu
söyleyenlerin görüşüne gelmiş oluyoruz. Öyleyse bu mazeretler nelerdir? Yani
hangi sebeplerle; hamile kalan bir kadın, bir kadın doktora, hamileliğinden
itibaren kırk, ya da işi en geniş tutanlarca yüzyirmi gün içerisinde kürtaj
yaptırabilir? Hanefiler, bu özürlerin şunlar olduğunu söyler:
1- Emzirmekte olduğu çocuğun sütüne zarar
vermesi ve babanın bir süt anne bulacak güçte de olmaması (Kâdihan NI/428).
2- Ortamın bozuk olup, Islâmî terbiyenin
mümkün olmaması (Hindiyye Cevâhiru'I-ahlatî adlı kitaba atfen şu hükmü verir:
"Saç, tırnak ve benzeri organları belirdikten sonra çocuk düşürmek için ilâç
kullanmak câiz değildir. Organları belli değilse câizdir. Ama zamanımızda her
halûkârda câizdir ve fetvâ da buna göredir. Devamla "organların belli olması ise
ancak yüzyirmi günden sonra olur" denir ki, bundan ruhun üflenmesi kastedilmiş
olmalıdır. Yoksa, organların bu dönemden önce de belirecegi müşahede ile
sabittir (bk. Fethu'I-Kadîr N/495'den Mevsû'atü'I-fıkhu'I-Islâmi NI/159).).
3- Kadın hastâ olup, âdil tıp tarafından
hamileliği sebebiyle hastalığının artacağını, ya da olmayan bir hastalık ortaya
çıkacağının söylenmesi.
Görüldüğü gibi fakirlik ve rızık meselesi
bu konuda doğrudan bir sebep olarak kabul edilmemiştir. Çünkü, bu Allah'ın
(c.c.) her canlının rızkını vereceği, yani O'nun "Rezzâk" olduğu inancına
zıttır. Ancak fakirliğin sebep olacağı ahlakî bozuklukları da sebep görenler
vardır.
Diğer Mezheplerde Durum:
En ihtiyatli, ya da doğruya en yakın
görüşü, -eğer. telfik anlamı içermiyorsa- bazan, diğer mezheplerin görüşlerini
öğrenmekle daha rahat anlayabiliriz. Onun için:
Mâlikîlerde, döllenme olduktan sonra, kırk
günden önce de olsa cenini aldırma ya da düşürme câiz değildir. (Şerhu'd-Dırdîr
alâ-metni Halîl (Dusûki hâsiyesi ile birlikte), Mısır 1345; N/266)
Şâfiîler ve özellikle Gazalî de aynı
görüştedir. Ancak mahzur ilk kırk gün içinde az, ikinci de daha fazla üçüncü, de
harama yakın; daha sonra ise ittifakla haramdır . (Gazalî, ihyâ N/53)
Hanbelîlerde, sadece ilk kırk günde helâl
bir yöntemle nutfeyi düşürmek câizdir (er-Ravdu'I-murbi' N/316. el-Matba'atû's-selefiyye
1380: 6.8.). Ancak mutemed görüşe göre, bu konuda bu mezhebin görüşü de
Hanefiler gibidir; döllenmeden itibaren 120 gün içinde, yani ruh üflenmeden önce
cenini düşürmek câizdir. Ondan sonra kesinlikle haramdır (el-Merdâvî, el-insaf
I/386; ibn Kudâme, el-Mugnî VN/816; el-Zuhaylî, el-Fıkhu'I-islâmî NI/232 vd.).
|