ÖFKE İLE
BOŞAMAK
Bir Müslüman karısına
kızdığında "babanın evine git!" dese ve kalbinden bir şey düşünmeden bu sözü
değişik zamanlarda üç defa tekrarlamış olsa durum ne olur?
Bize boşamanın Islâm Hukukundaki durumu sorulduğu için ona göre anlatmaya
çalışacak ve başkalarının da bilgilenebileceği mülâhazasi ile meseleyi
özetlemeyi deneyecegiz.
Islâmda karı ile kocanın birbirlerine üç itibarî bağla bağlıdırlar ve bu
bağları koparma (boşama) yetkisi -bunu kendi isteği ile karısına vermemişse-
erkeğe aittir. Her nasılsa boşanma gerektiğinde erkek bu bağları sözle de
koparabilir ve aslolan (sünnî) bunları, cinsel ilişkide bulunulmamış üç ayrı
temizlik içerisinde koparmak (boşamak) olmakla beraber, bid'at ve günah olsa
dahî bir defada koparabilir. (Bunların niçini ve felsefesi sorulmadığından ona
temas etmiyoruz.) Imdi erkek bu boşama yetkisini "sarıh" (açık) ve "kinaye"
(üstü kapalı) olmak üzere iki tür beyanla kullanabilir. Arapça'daki "talâk"
kelimesi ve Türkçe'deki "boşama" kelimesi bu konudaki açık ifadedir. Buna göre
birisi karısına "sen boşsun"; "boş ol" "seni boşadım" gibi bu kökten türemiş bir
irade beyanı kullanırsa, bununla neye niyyet etmiş olursa olsun, dış anlamı ile
bu boşamadır, kocaya niyyeti sorulmaz. Ama aslında o, "sen boşsun" derken, aklın
yoktur, hamile,değilsin, midende bir şey yok gibi birşeyi kastetmiş de olabilir.
Bu durumda karısı kendisinden gerçekte (diyaneten, Allah indinde) boş değildir.
Ama iş mahkemeye intikal ederse mahkeme açık bir beyanın bulunduğu böyle bir
olayda kapalı olan niyyete itibar etmez. Ve ispatlanması halinde boşanmalarına
karar verir. Buna da meselenin kazâî yönü (kazaen) denir.
Böyle açık bir ifade ile kullanılan "talâk" ya-da "boşama" o söz ile koca bir
talâkı kastetmişse karısı bir ric'îi talâkla, üç talâkı kastetmişse üç talâkla
boş olur; ikiyi kastetmiş olması halinde de bir ric'î talâkla boşanır. Çünkü bu
sözün ikiye ihtimalı yoktur. Kayıtlanmamış boşama bir boşama demektir. Bu da ya
bir tek olur veya bir bütün olur. Tesbiti için boşayanın niyyetine bakılır. "Ric'î
talâk" yeni bir nikâha ihtiyâç olmadan erkeğin karısına dönebileceği talâktır.
Açık (sarıh) ifadelerle bir ya da iki talâk verilmesi "ric'î" sayılır ve kaç
talâk kalmışsa o kadar bağla koca karısına iddet süresi içerisinde istediği
zaman dönebilir. Bu durumda kadının dönüşü kabul etmeme hakkıyoktur. Böyle açık
(sarıh) boşama ifadeleriyle olan boşama, bir defada ya da ayrı ayrı üçe
ulaşınca, kadın kocasından tamamen kopar (bâin talâk) ve normal şartlarda bir
başka evlilik daha yaşamadıkça kocâsına ya da kocası, ona dönemez. Bu talâka
"büyük kopma" anlamında, "beynûnet-i kübrâ" adı verilir. Kadına, az önce sözünü
ettiğimiz gibi; bir "ric'î" talâk verilmesi ve iddet süresi içerisinde koca
tarafından dönülmemesi (ric'at, yani müracaat edilmemesi) halinde, ric'î talâk
bâin'e dönüşür ve artık yeni bir nikâh ve kadının rızası olmadan erkeğin
dönebilme hakkı kalmaz. Buna da "küçük kopma" anlamında "beynûnet-i sugra" adı
verilir. Üstü kapalı (kinayeli) boşama ifadelerine gelince, boşama ya da başka
şeylere de ihtimalli bulunan ifadelerdir: "say bakalım!", "Rahmini ibra et",
"sen bir teksin" gibi ifadelerle koca boşamayı kastetmişse, bir tek ric'î talâk
olmuş olur. Çünkü bunlar tam kopmuş olmayı (beynûneti) açıkça anlatmayan
kelimelerdir. Bunlarla olan talâkın ric'î olması bu yüzdendir. Bu üç ifadenin
dışındaki kapalı ifadelerle talâk kastedilirse bâin talâk vakî olur. Bu ifadeler
de; "sen kesin kopmuşsun, haramsın, ayrısın, yuların elindedir, kendi başına
buyruksun, sülâlenin yanına!, Babanın evine git! Defol..:" gibi beyanlardır.
Ister bir öncekiler, ister bunlar olsun, bunlarla ancak talâka niyyet edilmiş
olursa talâk vâki olur. Bu sonuncularla bir talâka niyyet etmişse bir, üçe
niyyet etmişse üç bâin talâk vâki olur. Yani bunlarla boşanan kadına koca yeni
bir nikâh ve kadının rızası olmadan dönemez.
Bütün bunlar oldukça girift olan talâk meselelerinin bir özetinden ibarettir.
Buna göre birinci soruda açık (sarıh) ifade ile karısına üç defa, hem de aynı
anda "boş ol" demiş. Bu kişi, bir müftiye ya da hakime basvurmuş olsaydı ona
sorulurdu: Ikinci ve üçüncü kez "boş ol" derken ayrı ayrı yani ikinci ve üçüncü
talâka mı niyyet ettin, yoksa bunu, birinci defa "boş ol" sözünü tasdik ve
te'kid için mi söyledin? Her bir defasında ayrı bir talâka niyyet etmiş ise,
Hanefi Mezhebine göre kadın bir başka koca ile evlenmedikçe ona dönemez. Ancak
böyle durumlarda başka mezheplerden yararlanmak Câiz olduğundan, bu kişiye
nikâhı ile ilgili daha bir dizi sorular sorulur ve varsa diğer mezheplerden bir
çıkış kapısı bulunur. Yok, eğer ikinci ve üçüncü sözleriyle birinci sözünü
te'kid, takviye ve vurgulamayı kastetmişse karısını bir ric'î talâkla boşamış
olur ve iddet süresi dolmadan doğrudan doğruya, dolduktan sonra ise bir yeni bir
nikâh ve kadının rızası ile ona dönebilir. Fetva sorulan kişi, birinci sözündeki
niyyetine bakmaz, çünkü "o boşama" anlamında açık bir ifadedir. Ikinci sorudaki,
kapalı (kinâye) ifade kullanmış ve kalbinde boşamayı kastetmediğini söylemiştir.
Buna müftü, hiçbir şeyin gerekmediğini söyler. Ancak müftüye değil de hakime
gitmiş olsaydı hakim, bu sözü hangi münasebetle söylediğini sorar ve eğer karı
koca kavgalaşırken ya da aralarında nikâh meselesini konuşurken söylediğini
tesbit ederse, böyle bir durumda bu sözün başka bir maksatla söylenemeyeceğine
hükmederek yine bâin bir talâkla karar verirdi. Gerçi haddi zatında bu,
söyleyenin niyyetine bağlı bir sözdür.Bu sözle talâkı kastetmiş olması halinde,
ilk söylediğinde karısı kendisinden boşanır. Artık ona nikâhsız denemez.
Ikinciyi iddet süresi içinde söylemişse ikinci defa, üçüncüyü de ikinciden sonra
iddet süresi içerisinde söylemişse üçüncü ve son defa boş olur. Birinciden sonra
bir iddet süresi (üç hayız) geçmişse, artık diğer sözlerinin bir anlamı olmaz.
Çünkü o tamamen yabancı bir kadındır.
RECM
Taşla öldürme, taşa tutma, birine taş atma, sövme, lânet etme, kovma, birinin
namusuna iftira etme, kötü zanda bulunma; evli veya dul bulunan erkek veya
kadının zina etmesi halinde Islâm mahkemesi kararıyla taşlanarak öldürülmesi
anlamında bir fıkıh terimi. R.c.m kökünden mastar, çoğulu "rucüm" dür. Aynı
kökten "racîm"; recm olunan, taşlanan, kovulan ve lânetlenen anlamındadır.
Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda "recm" ifadesi bulunmamaktadır. Bir ayette gaybı
taşlamak" (el-Kehf, 18/22), başka bir yerde, "yıldızları Şeytanlar için atış
taneleri yaptık" (el-Mülk, 67/5) ayetinde "atış taneleri" anlamında "rucûm"
çoğul olarak gelmiştir. Zina edenin taşlanması Sünnet, ve icma delillerine
dayanır.
Zina bütün semavî dinlerde haram kılınmış ve çok kötü bir fiil olarak kabul
edilmiştir. Islâm'da zina büyük günahlardan olup, ırz, namus ve neseplere
yönelik olduğu için, cezası da hadlerin en şiddetlisidir.
Zinanın cezası, fiili işleyenin evli veya bekâr oluşuna, Islâmî emir ve
yasaklarla yükümlü bulunup bulunmamasına göre kısımlara ayrılır. Dayak, taşla
öldürme, sürgün ve Islâm devleti'nin koyacağı ta'zir cezası bunlar arasındadır.
RECM CEZASI
Hz. Peygamber'in evli olarak zina edene recm cezası uyguladığı, tevatüre
ulaşan hadislerle sabittir. Temelde kıyasa göre evlilere de yüz değnek (celde)
cezası uygulanması gerekırken, bu konudaki hadislerle amel edilerek recm cezası
öngörülmüştür.
Recm konusunda hükmü devam eden, fakat Kur'an ayeti olarak okunması
neshedilen bir ayet de nakledilir. Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hz. Ömer'in
minberde şöyle dediğini rivâyet etmiştir. "Cenab-ı Allah Muhammed (s.a.s)'i hak
ile göndermiş ve O'na Kitab'ı indirmiştir. Recm ayeti de O'na indirilen
ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk, ezberledik ve anladık. Resulullah (s.a.s)
recmi uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık". Korkarım, zaman geçince birileri
çıkıp "Biz Allah'ın kitabında recmi bulamıyoruz" der ve Allah'ın indirdiği bir
farzı terkederek sapıklığa düşerler. Şüphesiz recm, Allah'ın kitabında, evli
olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir
haktır" (Müslim, Hudûd, 15).
Hz. Ömer'in sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur: "Ihtiyar erkekle ihtiyar
kadın zina ederlerse, onları recmedin" (Mâlik, Muvatta', Hudûd 10; Ibn Mâce,
Hudûd, 9; Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183). Hz. Ömer'in recmi, Medine minberinden
ilân etmesi, içlerinde bir çok sahabe bulunan cematten hiç birinin buna karşı
çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,
Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097). Ömer
(r.a)'in şöyle dediğini nakleder:
"Eğer insanlar, Ömer Allah'ın Kitabına ilave yaptı demeyecek olsalar,
"ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri..." ifadesini Mushaf'ın haşiyesine
yazardım" (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37).
Hz. Peygamber'in recm cezasına uygulama örnekleri:
1. Işvereninin eşiyle zina eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün
cezası, kadına ise recm uygulanmıştır.
Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)'dan nakledildiğine
göre, zina eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah
(s.a.s)'e başvurarak bu konuda "Allah'ın kitabı" ile hüküm vermesini
istemişlerdir. Işçinin babası şöyle dedi:
"Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana,
oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla
bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu
için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası
gerektiğini haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın
kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz
değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer
zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu
itiraf etmiş, Hz. Peygamber'in emri üzerine de recmedilmiştir (Müslim,
Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13). Ebû Hanife'ye göre, yüz
değnek yanında bir yıl sürgün, ayete ilâve niteliğinde olup, ayet inince bu
ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak Islâm devlet başkanı böyle bir cezayı
ta'zir cezası olarak verebilir.
2. Zinasını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik (r.a)'in recmedilmesi.
Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber
"Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek
uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz.
Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni
hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber
"Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı
olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam
kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber
tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık
emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler
iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise
onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün
sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua
edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında
paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî,
Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.).
3. Gâmidiyeli evli kadının zinadan dolayı recmedilmesi.
Mâiz'in recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd kabilesinin Gâmid
kolundan bir kadın geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Beni temizle" dedi. Hz.
Peygamber "Yazıklar olsun sana. Çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et"
buyurdu. Kadın dedi: "Beni, Mâiz'i çevirdiğin gibi geri çevirmek istiyorsun"
Hz. Peygamber, "Sana ne oldu?" diye sordu. Kadın kendisinin zinadan gebe
olduğunu söyledi. Bunun üzerine "Sen mi?" buyurdu. Kadın "Evet" dedi. Hz.
Peygamber "Doğuruncaya kadar git" buyurdu. Kadının bu arada geçimini
Ensar'dan bir adam üstlendi. Daha sonra Hz. Peygamber'e gelerek; "Gâmidli
kadın doğurdu" dedi. Çocuğun bakımını da Ensar'dan birisi üzerine aldı ve
kadın recmedildi" (Müslim, Hudûd, 22, 23, 24; Ibn Mâc'e, Diyât, 36; Mâlik,
Muvatta', Hudûd, II). Başka bir rivâyette, çocuk sütten kesilinceye kadar
emzirmesine izin verildiği, recm sırasında Hâlid b. Velîd (r.a)'ın üzerine
kan sıçraması üzerine kadın hakkında kötü sözler söylediğini işiten Hz.
Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilir:
"Ey Halid! yavaş ol. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim. Bu
kadın öyle bir tövbe etti ki, onu bir baççı (vergi memuru) yapsaydı,
şüphesiz mağfiret olunurdu" Sonra kadının hazırlanmasını emrederek
cenazesini kılmış ve kadın defnedilmiştir (Müslim, Hudûd, 23).
4. Evli bulunan Yahudi erkeği ile Yahudi kadınının zina sebebiyle
recmedilmesi. Abdullah b. Ömer (r.a)'tan nakledildiğine göre, Hz.
Peygamber'e, zina etmiş bir yahudi erkeği ile bir yahudi kadını getirmişler.
Allah elçisi, yahudilere, Tevratta ki zina hükmünü sormuştur. Yahudiler;
"yüzleri karaya boyanır, sırt sırta hayvan üzerine bindirilip sokaklarda
dolaştırılır" demişler. Tevrat getirilmiş, ancak okuyan yahudi genci recm
ayetine gelince ceza kısmını parmağı ile kapatıp atlayınca durumu farkeden
ve yahudi iken Islâm'a giren Abdullah b. Selâm, Hz. Peygamber'e yahudinin
Tevrat'ın üzerinden elini kaldırmasını emir buyurmasını istemiştir. Yahudi
elini kaldırınca recm ayeti görülmüş ve her iki yahudi hakkında da evli
olarak zina ettikleri için recm uygulanmıştır (Müslim, Hudûd, 26).
Bera b. Azıb (r.a)'ten nakledilen, iki yahudinin recmedilmesi olayı ise
şöyledir: Hz. Peygamber'e, yüzü kömürle karartılmış ve dayak vurulmuş bir
yahudi getirildi. Allah elçisi yahudilere evlilerin zinasının Tevrat'taki
hükmünü sordu. Onlar, bu şekilde olduğunu söyleyince, bir yahudi bilginine
"Sana, Tevrat'ı Musa ya indiren Allah aşkına soruyorum. Zina edenin
Tevrat'taki hükmü nedir?" diye sordu yahudi bilgini; Tevrat'ta recim var.
Fakat zina eşraf arasında artınca, şerefli birini getirirlerse serbest
bırakır, yoksul biri yakalanırsa onu recmeder olduk. Bu iki sınıfa eşit ceza
için recmi terkettik, kömürle boyayıp, dayak vurmayı recmin yerine koyduk".
Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allahım! Senin emrini onlar
değiştirdikten sonra ilk uygulayan benim. Bunun üzerine emir verdi ve yahudi
recmedildi" (Müslim, Hudûd, 28).
Bazı Islâm müctehidlerine göre ehl-i küfür, müslüman mahkemesine
başvurursa, hâkimin mutlaka Allah'ın hükmü ile amel etmesi gerekir. Onlar bu
konudaki muhayyerliğin neshedildiğini söylerler, Hanefiler ve Imam Şâfiî'den
bir görüşe göre bu esas geçerlidir. Ancak Ebû Hanife şöyle demiştir: "Islâm
mahkemesine inkârcı karı-koca birlikte gelirlerse aralarında adaletle
hükmetmek gerekir. Yalnız kadın gelir, kocası razı olmazsa hakim hüküm
veremez". Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre ise hüküm verebilir (Ahmed
Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, Istanbul 1978, VIII, 376).
RECM CEZASI
UYGULANMASI İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR:
1. Zina eden kadın veya erkeğin ergin olması.
2. Akıllı olması. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı ve ergin bir
kimse akıl hastası ile zina etse, yalnız kendisine had uygulanır.
3. Evli olan gayrı müslime recm yerine değnek cezası uygulanır. Şâfiî ve
Hanbelîlere göre pasaportla Islâm devletine gelen gayrî müslim yabancılara
ne zina ve ne de içki içme cezası uygulanmaz.
4. Zinanın zor kullanarak olmaması gerekir.
5. Zinanın diri bir insanla olması gerekir.
6. Zina edilen kadının da ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir
yaşta olması gerekir.
7. Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Fasit nikahtan sonraki
cinsel temasa had gerekmediği konusunda görüş birliği vardır. Velisiz veya
şahitsiz evlenme gibi.
Zinanın bir para karşılığında olması halinde Ebû Hanife'ye göre her
ikisine de had cezası uygulanmaz. Çünkü bu durum bir mehir karşılığında
nikâh akdine benzemektedir. Burada şüpheden dolayı had düşer. Ancak fiil
haram olduğu için ta'zir uygulanır. Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre bu
durumda da had cezası verilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye
Kâmusu, Istanbul 1968, III,197 vd.).
8. Cinsel temasın önden olması. Arkadan ilişki yani livata için Ebû
Hanîfe'ye göre yalnız ta'zir cezası uygulanır. Ebû Yusuf, Imam Muhammed ve
Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir
kadına ön veya arka dışında karın, uyluk gibi başka bir yere temas ise
yalnız ta'zîri gerektirir. Çünkü bu, şer'an kendisine bir şey takdir
edilmeyen münker bir fiildir.
9. Had cezalarının uygulanabilmesi için Islâm devletinin varlığı şarttır.
Çünkü dârul-harp veya dârul-bağy (âsiler ülkesi) de had cezalarını
uygulamaya Islâm devletinin velâyet yetkisi olmaz ve bu hükümleri uygulamaya
gücü yetmez.
10. Zina eden erkek veya kadının halen veya daha önce sahih nikâhla
evlenmiş olması ve bu nikâh devam ederken eşiyle bir defa da olsa cinsel
temasta bulunması şarttır. Böyle bir erkeğe "muhsan", kadına ise "muhsana"
denir. Recm cezası için bu son niteliğin bulunması da gerekir.
Recm için muhsan sayılmada erkek veya kadında şu yedi niteliğin bulunması
gerekir: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhla
evlenmiş bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle guslü gerektirecek şekilde
cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz
değneğe dönüşür. Zina edenlerden birisi muhsan olur, diğeri bekâr bulunursa;
bekâra yüz değnek, muhsan olana ise recm cezası uygulanır.
Ebû Hanife ve Mâlik'e göre, bir erkek veya kadının muhsan sayılması için
müslüman olması şarttır. Bu yüzden evli olan gayrı müslimlerin zinasına recm
cezası uygulanmaz, çünkü recm, günahtan temizlenme yoludur. Zimmî ise
günahtan temizlenmeye ehil değildir. Onun temizlenmesi ancak ahirette azapla
gerçekleşir. Hz. Peygamber; Allah'a şirk koşan kimse muhsan değildir"
(Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 327) buyurmuştur. Bu görüşte olanlar için iki
yahudinin Hz. Peygamber tarafından recmedilmesi olayı, Tevrat hükmüne göre
olmuştur. Daha sonra bu neshedilmiştir (Zeylaî, a.g.e, III, 326; eş-Şevkânî,
Neylül-Evtâr, VII, 92).
Şâfiî, Ibn Hanbel ve Ebû Yusuf'a göre, recmin uygulanması için zina
edenin müslüman olması şart değildir. Bir zimmî zina suçuyla Islâm
mahkemesine gelse had uygulanır. Müslüman bir erkek zimmî bir kadınla
evlenip cinsel temasta bulunsa, her ikisi de "muhsan" olur. Delil, Hz.
Peygamber'in iki yahudiye recmi uygulamasıdır. "Dulun dul ile zinasında
taşlama vardır" (Müslim, Hudûd,12-14; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Tirmizî, Hudûd,
8) hadisinin genel anlamı da başka bir delildir. Diğer yandan zina bütün
semavi dinlerde haram kılınmıştır (bk. eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 267; Ibn
Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VIII, 163; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve
Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 43).
Zina Suçunun Sâbit Olması:
Zina, ya ikrarla ya da dört şahitle sabit olur.
1. Ikrarla Tesbit:
Zina ikrarında bulunanın akıllı, ergin olması ve zorlama altında
bulunmaması gerekir. Ayrıca ikrarın dört defa yapılması gereklidır. Çünkü
Mâiz b. Mâlik'e Allah elçisi dört defa ikrar esasını uygulamıştır. Hanefi ve
Hanbelîlerin görüşü budur. Şâfiî ve Mâlikilere göre ise tek ikrar
yeterlidir. Bunlar da işçinin kendi patronunun eşiyle zina etmesi olayına
dayanırlar. Çünkü orada dört ikrardan söz edilmemiştir (Buhârî, Âhad,I,
Şurüt, 9; Müslim, Hudûd, 25; el-Bâcî, el-Müntekâ, VII,135; Ibn Kudâme,
el-Muğni, VIII, 191 vd.).
Diğer yandan dört ikrarın ayrı meclislerde yapılması gerekir.
2. Zinayı dört şahitle ispat: Zinanın müslüman, erkek, adaletli ve hür
dört erkek şahitle ispat edilmesi gerekir (en-Nisâ', 4/15; en-Nûr, 24/4,13).
Şahit sayısı dörtten az olur veya dördüncü şahit "sadece bunları bir yorgan
altında gördüm" gibi kesin zinaya delâlet eden beyanda bulunmasa, ilk üç
şahide "zina iftirası (kazf)" cezası uygulanır. Zina isnat edilenden had
düşer. Çünkü Hz. Ömer, Muğîre (r.a)'in zinasına şahitlik eden üç kişiye zina
iftirası cezası uygulamıştır (bk. ez-Zühayli, a.g.e., VI, 48; "Kazf"
maddesi).
Recm Cezasının Infazı:
Zina ikrarla sabit olmuşsa recm uygulamasına devlet başkanı veya infaz
görevlisinin başlaması gerekir. Şahitle sabit olması halinde ise infaza
şahitlerin tamamının hazır bulunması ve ilk taşı onların atması şekliyle
başlanır. Böylece herhangi bir şüphe, vazgeçme yanlışlık vb. tüm
ihtimallerin ortadan kalkması ve adli hataya düşülmemesi için gerekli
önlemler alınmıştır. Hz. Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Önce şahitler
taş atmaya başlar, sonra devlet başkanı, sonra diğer insanlar" (Zeylai,
a.g.e., III, 319 vd.; es-Şevkânî, a.g.e., VII,108). Bekârların zinasında ise
değnek cezasına şahitlerin başlaması gerekmez. Çünkü onlar bunun usul ve
şeklini bilmeye bilirler ve bu durum zulme yol açabilir.
Recm cezası, ibretli olması için bir meydanda erkek ayakta, kadın ise
tercih edilen görüşe göre göğsüne kadar bir çukura sokularak kendisine
ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir. Hz. Peygamber'in
Gâmidiyeli kadın için, göğsüne kadar bir çukur açtırdığı nakledilir (Zeylaî,
a.g.e., III, 325; eş-Şevkânî, a.g.e., VII, 109).
Recmle öldürülen kimse yıkanır. Kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve
defnedilir. Çünkü Hz. Peygamber, recmedilen Mâiz için Kendi ölülerinize
yaptığınız şeyleri ona da yapınız" (Zeylai, a.g.e, III, 320) buyurmuştur.
REFES VE CİDÂL
Refes; cinsel ilişki, çirkin ve fahiş söz veya kadınların yanında cinsel
ilişkiden söz edilmesi anlamlarını kapsar. Cidâl ise, "müfâale" vezninde bir
mastar olup; mücadele ve münakaşa etmek, cedelleşmek anlamına gelir.
Hac veya umre sırasında ihramlı kimseye yasaklanan fiillerden üç tanesi
bir âyette zikredilmiştir. Bunlar "refes", "cidâl" ve "füsûk"tur. Füsûk;
günahlar, ma'siyetler, isyanlar demektir. Zina, isyan ve çirkin sözler başka
zamanlarda da yasaktır. Fakat ihramlı iken bunların haramlığı daha
şiddetlidir. Çünkü hacla ilgili olarak bu yasaklama aşağıdaki âyette özel
olarak vurgulanmıştır:
"Hac ayları bilinen aylardır. İşte kim bu aylarda hac yapmak üzere ihrama
girerse, artık hac sırasında kadına yaklaşmak veya ona kötü söz söylemek,
günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu
bilir" (el-Bakara, 2/197).
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim hac yapar, hac sırasında cinsel
temastan kaçınır ve günah işlemezse, annesinden doğduğu gündeki gibi
günahlarından kurtulur" (Buhârî, Hac, 4, Muhsar, 9,10; Müslim, Hac, 438;
Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3).
İhramlı kimse Arafat'ta vakfeden önce cinsel temasta bulunsa, haccı fasit
olur; gelecek yıl kaza etmesi gerekir. Ayrıca bir ceza kurbanı kesmesi
gerekir. Cinsel temasa yol açabilecek, öpme, şehvetle dokunma gibi fiiller
de, boşalma olsun veya olmasın kurban cezasını gerektirir (bk. el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyi', II, 183-206, 216-219; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 255;
eş-Şîrazî, el-Mühezzeb, I, 204-212; İbn Kudame, el-Muğnî, III, 295-344;
eş-Şevkânî, Neylü'l, Evtâr, V, 8, 9; ez-Zühaylî, el-FıkhuI İslâmî ve
Edilletuh, Dimaşk 1405/1985, III, 230 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle
İslam İlmihali, İstanbul 1992, s. 594 vd.).
RESULULLAH (A.S.)'IN
GİYİM - KUSAM BİÇİMİ
Sonraları Hz. Ali'ye giydirdigi "es-Sehâb= Bulut" adında bir sarığı vardı.
Sarığın altından takke (kalensuve) giyerdi. Takkeyi sarıksız, sarığı da takkesiz
giydiği olurdu. Sarık giydiği zaman ucunu iki omuzu arasından sarkıtırdı.
Nitekim Müslim "Sahih"inde ‚Amr b. Hurays'ten şunu nakleder: "Allah Resûlünü
minberde, başında siyah bir sarık varken gördüm. Sarığın iki ucunu iki omuzu
arasına sarkıtmıştı." Yine Müslim'in Câbir b. Abdillah'tan bir rivayeti de
söyledir: "Allah Resulü Mekke'ye, başında siyah bir sarık varken girdi."
Câbir hadisinde sarığın sarkan ucunun (zü'abe) zikredilmemesi, Allah ve
Resulü'nün onu her zaman omuzları arasında sarkıtmadığını gösterir
"Mekke'ye girdiğinde üzerinde harp levazımatı (ühbetü'1- kitâl) ve başında
migferi vardı." rivayetleri de vardır ki, bu da her yerde, oraya münasip şeyler
giydiğini gösterir.
Üstadımız Ebu'l-Abbas b. Teymiyye (k.r.) sarığın sarkan ucu için çok ilginç
bir şey anlatırdı:
"Allah Resulü bunu, Medine'de rüyasında Rabbü'1-Izzet'i gördüğü gecenin
sabahında uygulamıştı. Rüyası şöyle idi:
"Allahü Tealâ bana, "Yâ Muhammed, Mele-i A'lâ hangi konuda münakaşa ediyor
biliyor musun?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine elini iki omuzum
arasına koydu, ben de yerle gök arasında olup bitenleri bildim."
Hadis Tirmizî'dedir. Buhari'ye sorulduğunda sahih olduğunu söylemiştir.
Iste Allah Resulünün, sarığının ucunu omuzları arasından sarkitması bu
yüzdendir ve bu, cahillerin dillerinin kabule yanasmadığı ilimler
cümlesindendir. Ancak, sarığın ucunu sarkıtma konusunda bu faydanın ondan
başkası için geçerli olduğunu sanmıyoruz.
Uzun gömlek (kamîs) giydi. En çok sevdiği elbise de gömlekti.
Gömleğinin yeni bileğine kadardı.
Cübbe ve yırtmaçlı kaftan (ferrûc) ve ferâce giydi. Kapama tabir
olunan) kaftan da giydi.
Seferde yenleri dar bir cübbe giydi.
Peştemal(izar- fota) ve üstlük (rida) giydi.
Vâkidî: "Ridâsının ve hırkasının (bürd) (Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye'nin
"Zâdü'l-me'âd" adlı eserinin I/135-I47 arası çevirisidir.) ebadı, altı zira'a üç
zira' ve bir karış idi. Izân "Umman dokuması ve dört zira' bir karış
uzunluğunda, iki zira' bir karış genişliğinde idi." der. .
Kırmızı bir hulle (alt üst takım) giydi. Hulle izâr ve ridâdan ibarettir ve
ancak iki elbiseye birden verilen isimdir. Fakat bu hullenin, başka renginin
karısımadığı, sade kırmızıdan olduğunu zannedenler yanılmışlardır. Bu "Kırmızı
Hulle" diğer Yemen hırkaları gibi kırmızı siyah çizgiler halinde dokunan iki
Yemen hırkasından ibarettir. Üzerinde kırmızı çizgilerin bulunması itibariyla bu
adla bilinmektedir. Yoksa sade kırmızı, son derece yasaklanmıştır. Buhari'nin
"Sahih'inde:
"Allah Resulü kırmızı atkıları (Meyâsir) yasakladı." rivayeti vardır. Ebu
Davud'un "Sünen"inde ise şunlar mevcuttur:Abdullah b. Amr'dan: "Allah Resulü
üzerimizde usfurla kırmızıya boyanmış tek en bir örtü (rayta) gördü de, "Nedir
bu üzerindeki rayta?" dedi. Hoşlanmadığını yüzünden hemen anladım. Derhal aileme
gittim. Fırını yakmışlardı. Onu fırına atıverdim. Sonra ertesi gün geldiğimde
Allah Resulü, "Abdullah, o örtüyü ne yaptın?" dedi. Yaptığımı anlatınca, "Keşke
onu hanımlarından birine giydirseydin, çünkü onu kadınların giymesinde mahzur
yoktur" buyurdular." Müslim'in "Sahih"inde de yine aynı raviden şu rivayet
mevcuttur:
"Allah Resulü, üzerimde usfurla boyanmış iki elbise gördü de "Bu, kâfirlerin
elbiselerindendir, bunları giyme" buyurdular.
Yine Müslim'in "Sahih"inde Hz. Ali'den şu rivayet vardır:.
"Allah Resulü usfurla boyanmış elbiseyi yasakladı." Usfurla ancak kırmızı
boyanın yapılacağı bilinen bir şeydir.
"Sünen'lerin birinde de şu rivayet vardır:
Ashab bir seferde Allah Resûlü ile beraber bulunuyordu. Develerinin
üzerlerinde kırmızı yollu elbiseler gördü de, "Bu kırmızının size hakim olmasını
uygun görmüyorum" buyurdu. Biz de Allah Resûlü'nün bu sözü üzerine öyle çabuk
kalktık ki, bazı develerimiz ürktü, hemen o elbiseleri onlardan soyup çıkardık.
(Ebu Davud)
Kırmızı elbise, çuha ve benzeri şeyler giymenin câiz olduğu tartışma götürür.
Mekruh oluşu ise çok kuvvetlidir. Artık nasıl olur da Allah Resulü'nün saf
kırmızı giydiği düşünülebilir? Halbuki Allah O'nu bundan kurtarmıştır. Allah'u
a'lem bu fikir, "Kırmızı Hulle" denen elbisesinin varlığından kaynaklanmaktadır.
Desenli ve sade aba (dikdörtgen siyah elbise, hamîsa) giydi. Siyah elbise
giydi.
Etegi simli atlasla (sündülüs) geçilmiş kürk giydi. Imam Ahmed ve Ebu Davud,
kendi senetleriyle Enes b. Mâlik'ten yaptıkları nakilde şunu kaydederler:
"Rum Kralı, Allah Resulüne ince atlastan uzun yenli bir kürk (mesteka) hediye
etti. O da giydi. Ellerinin açık kaldığını görür gibiyim."
el-Esma'î, "mesteka"ların uzun yenli kürkler olduğunu söyler. el-Hattâbî: "Bu
(mesteka), eteği ince atlasla geçilmiş olanlara benzemeli; çünkü kürk ince
atlastan olmaz" der.
Bir başka bölüm
Donlar (sirval) satın aldı. Ifadenin zâhirine bakılırsa, giymek için satın
almıştır. Bir çok hadiste don giydiği nakledilmektedir. Sahabe de O'nun izniyle
don giymişlerdi.
Mest giydi.
"Tâsûme" adı verilen ayakkabı giydi.
Yüzük taktı Ama yüzük sağ elinde mi idi, yoksa sol elinde mi idi? Bu konudaki
hadisler muhteliftir. Ancak hepsinin senedi sahihdir. "Hûze" dedikleri çelik
başlık(beyda-esk) ve "zerdiyye" (örme zırh) giydi.
Uhud günü üstüste iki zırh giydi.
Müslim'in "Sahih'indeki bir rivayette: "Ebubekir'in kızı Esmâ, "Şu, Allah
Resûlü'nün cübbesidir" dedi ve yumuşak atlas ilaveli, Kisralarınki gibi taylasan
cinsinden bir cübbe çıkardı. Yırtmacının iki yanı atlasla şeritlenmişti. "Bu,
ölünceye dek Aişe'nin yanında idi" dedi. "O ölünce ben aldım. Allah Resûlü bunu
giyerdi. Biz bunu hastalar için yıkıyoruz ve bundan şifa umuyoruz."
Allah Resulü'nün iki yeşil hırkası vardı. Siyah bir kısâsı (elbise), kırmızı
keçe bir kısâsı bir de tiftikten bir kısâsı vardı.
Gömleği pamuktandı; boyu ve yenleri kısa idi. Kabarık bulutlar gibi bu geniş
ve uzun yenlere gelince, bunları ne O giydi, ne de kesinlikle sahâbeden birisi
giydi. Bunlar O'nun sünnetine muhaliftir ve câiz olmaları tartışma götürür.
Çünkü bunlar gösteriş cinsinden şeylerdir.
En çok sevdigi elbise, uzun gömlek (kamîs) ve yol yol işlemeli hırka idi
(Hibara). Bu sonuncusu, bir nevi hırka olup, renginde kırmızılık vardır.
En çok sevdigi renk beyazdı "En iyi elbiseniz budur, bunu giyin; ölülerinizi
de bununla kefenleyin" buyurdu.
Hz. Aişe'den gelen sahih bir haber şöyledir:
"Aişe, keçe bir kisâ (elbise) ve kaba bir izâr (peştemal) çıkardı ve: "Allah
Resulü'nün ruhu, bu iki elbisenin içinde iken kabzedildi" dedi."
Altın yüzük taktı; sonra bunu attı ve altın yüzük kullanmayı yasakladı. Sonra
da gümüş yüzük edindi ve onu yasaklamadı. Fakat Ebu Davud'un rivayet ettiği ve:
"Allah Resulü bir takım şeyleri yasakladı" diye başlayıp, bunlar arasında "Sulta
sahibi olanlardan başkasının yüzük takması..."ni da ihtiva eden hadisin ne
durumunu biliyorum, ne de yönünü, Allahu alem.
Yüzüğünün taşını, el ayası tarafında tutardı. Timizi, helâya girdiğinde
yüzügünü çıkardığını zikreder ve bu haberi sahih sayar. Ebû Davud ise münker
görür.
Taylasan'a (sal) (Taylasan: Alemi iki parmak genişliğinde uzun yollar olan
bir kışlık elbise. (Ahmed Davudoğlu 9/425) Basa ve boyna sarılan Sal
(Develioğlu)) gelince, ne kendisinin, ne de ashabında birinin giydiği hakkında
herhangi bir nakil vardır. Aksine Müslim'in "Sahih'inde, en-Nüvvâs b. Semân
hadisi mevcuttur ki, söyledir:
"Allah Resulü, Deccâl'ı andı ve buyurdu ki, "Onunla beraber, üzerlerinde
taylasanlar olan yetmiş bin Isfahan Yahudisi de çıkacaktır."
Enes de, üzerlerinde taylasanlar olan bir gurup görmüş ve
"Hayber Yahudilerine ne kadar da benziyorlar" demiştir. Bu noktadan
hareketle, ayrıca Ebu Davud'da ve Hakim'in "Müstedrek' inde Ibni Ömer'den
rivayet edilen, "Kim hangi kavme benzerse onlardandır." hadis-i şerifi ile,
Tnmizi'deki, "Bizden başka bir kavme benzeyen bizden değildir." hadis-i şerifini
de göz önünde bulundurarak seleften ve haleften bazıları taylasan giymeyi mekruh
saymışlardır.
"Hicret" hadisinde ifade edilen, "Öğle sıcağında Allah Resûlü başörtüye
bürünmüş olarak Ebubekir'e geldi" meselesi ise, Allah Resûlü bunu ihtiyaca
binaen o saatte korunmak gayesiyle yapmıştır, şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa
başörtü bağlamak O'nun âdetinden değildi. Ancak Enes de Allah Resulü'nün
başörtüyü çokça kullandığını zikreder. Bu da, Allahu a'lem, sıcak ve benzeri
şeylerden ötürü ihtiyaca binaen yapılmış olmalıdır. Hem başörtü kullanmak;
taylasan giymek demek değildir.
Kendisinin ve ashabının çoğunlukla giydikleri pamuklu dokumalardı. Yünden ve
ketenden dokunanları da giydikleri vardır.
Ebû Ishak el-Isfehânî, Câbir b. Eyyûb'den sahih bir isnadla şunları zikreder:
"es-Salt b. Râsit, üzerinde yünden mamul bir cübbe, bir izar ve bir de sarık
olduğu halde Muhammed b. Şirîn'in yanına girdi. Muhammed tiksintili bir
ürperişle, "Zannediyorum bir takım insanlar Meryem oğlu Isa giydi diye yün
giyiyorlar. Benim bizzat gördüğüm kimseler bana, Allah Resûlü'nün keten, pamuk
ve yün giydiğini anlattılar. Bizim peygamberimizin sünneti uyulmaya daha
lâyıktır" dedi.
Ibnü Şirîn'in bundan kastı şu idi: Bazı gruplar yün giymenin daima başka
şeyler giymekten efdal olduğu görüşünü taşıyorlar ve onu diğerlerine tercih
edip, başka şey giymeyi kendilerine yasaklıyorlardı. Keza, elbise çesidi olarak
tek bir tipi yeğliyor, bir takım görünümleri, vaziyetleri ve şekilleri seçerek,
onlardan çıkmayı münker sayıyorlardı. Halbuki münker, onlara bağlı kalmak,
onları korumak ve onlardan ayrılmayı kabul etmemekti.
Doğrusu, yolların en efdali, Allah Resulü'nün sünnet kıldığı, emrettiği,
teşvik ettiği ve devamlı üzerinde bulunduğu yoldur. O da: Bazen yünden, bazen
pamuktan, bazan da ketenden olmak üzere mümkün olanı giymesi şeklindeki
uygulamasıdır.
Yemen hırkaları (Bürd-i Yemânî) giydi. Yeşil hırka giydi.Cübbe, kaftan (kaba
kapama), gömlek, don (sirval), izâr, ridâ, mest ve ayakkabı giydi. Sarığının
ucunu bazan arkadan sarkıttı, bazan sarkıtmadı.
Sarığını çenesi altından doladı.
Yeni bir elbiseye kavuşunca, onu kendi adıyla söyler ve: "Ya Rab! Bu gömlegi,
ya da ridâyi veya sarığı bana Sen giydirdin. Senden bunun ve kendisi için
yapıldığı şeyin hayrını istiyorum. Bunun ve kendisi için yapıldığı şeyin
şerrinden de Sana sığınıyorum." derdi.
Gömleğini giydiği zaman sağından başlardı.
Siyah tiftik giydi. Nitekim Müslim "Sahih"inde "Hz.Aişe'den şunu nakleder:
"Allah Resûlü, üzerinde siyah tiftikten yollu bir aba (murtun murahhal) varken
çıktı."
"Iki Sahih"te de Katade'den şu rivayet vardır:
Enes'e Allah Resulü'nün en çok sevdigi elbise hangisidir?" dedik. "Hibarâ"dır
(Yemen malı bir nevi hırka) cevabını verdi. Çünkü onların elbiselerinin çoğu
Yemen dokumalarındandı. Zira Yemen onlara yakındı.
Zaman zaman Şam'dan gelen elbiseler, Mısırdan gelen ketenden mamul ve
Kıptîler'in dokuduğu Kubatî gibi elbiseler giydikleri de olmuştur.
Nesaî'nin "Sünen"inde Hz. Aişe'nin Allah Resulü'ne yünden bir hırka yaptığı O
da onu giydiği ve terleyince yün kokusu duyduğundan çıkarıp attığı..." rivayeti
mevcuttur. O güzel kokuyu severdi.
Ebu Davud'un "Sünen'inde Abdullah b. Abbas'ın: "Allah Resûlü'nün çok güzel
bir hulle (takım izâr-ridâ) ile gördüm." dediği, Nesai'nin "Sünen"inde Ebu
Ramse'nin, "Allah Resulü'nü üzerinde iki yeşil hırka varken hutbe irad ettiğini
gördüm" dediği nakledilir. "Yeşil Hırka" üzerinde yeşil çizgiler bulunandır.
Tıpkı "Kırmızı Hulle'nin kırmızı çizgili olduğu gibi... Binaenaleyh, bu "Kırmızı
Hulle"den sade kırmızıyı anlayanın, bu "Yeşil Hırka"dan da sade yeşili anlaması
gerekir. Halbuki bunu kimse söylememiştir.
Yastığı, içi hurma lifi dolu bir deri idi. Binaenaleyh, Allah'ın mubah
kıldığı giyecekleri, yiyecekleri ve nikâhları zühd olsun, ibadet olsun diye
kendilerine yasak edenler ile, bunların tam karşısında, sadece lüks elbiseler
giyen, sadece en nefis yemekler yiyen, katı ve sert yiyecek ve giyecekleri,
tekebbür ve gururundan ötürü yemeyen ve giymeyen bir grup... Her iki tâifenin
yolu da, Allah Resulü'nün yoluna muhaliftir. Bu yüzdendir ki, seleften bazıları
elbisenin şöhrete varacak iki ucunu hoş görmezlerdi: En üstünü ve en alçağını ..
"Sünen"de Ibni Ömer'in, Allah Resulü'ne ref ettiği şu rivayet mevcuttur:
"Kim şöhret elbisesi giyerse, Kıyamet Günü Allah ona horluk elbisesi
giydirir, sonra da onun içerisinde ateşe atılır." Bu, o kimsenin bununla kibir
ve gurur kastettiğindendir. Allah da bunun zıddıyla onu cezalandıracak ve
horlayacaktır. Tıpkı, elbisesini böbürlenmek için uzatanı yere batırıp, orada
Kıyamete dek çırpınmakla cezalandıracağı gibi...
"Iki Sahih"te Ibni Ömerin şöyle dediği nakledilir: "Allah Resûlü buyurdular
ki, Kim böbürlenerek elbisesini sürütürse, Kıyamet Günü Allah ona (rahmetle)
bakmaz."
es-Sünen'de yine ondan şu rivayet mevcuttur: "Kim izârını, gömleğinin ve
sarığının bir bölümünü, kibirlenerek sarkıtırsa, Kıyamet Günü Allah ona
(rahmetle) bakmaz..."
es-Sünen'de yine Ibni Ömer'in şöyle dediği nakledilir: "Allah Resûlü'nün izâr
için söyledigi, uzun gömlekte de aynen geçerlidir." Adı elbiseler de bir yerde
övülür, bir yerde yerilir. Şöhret ve kibir için olduğu yerde yerilir. Tevazu ve
alçak gönüllülük için giyildiğinde de övülür. Nitekim yüksek elbiselerde
kibirlenme, övünme ve ululanma için giyildiğinde yerilir. Güzelleşme (tecemmül)
ve Allah'ın nimetine izhar için giyildiğinde de övülür. Müslim'in "Sahih"inde
Ibnü Mes'ud'un şöyle dediği nakledilir: "Allah Resulü buyurdular ki, "Kalbinde
hardal tanesi ağırlığınca kibir bulunan, Cennet'e giremeyecektir. Kalbinde
hardal tanesi ağırlığınca iman bulunan da, Cehennem'e girmeyecektir." Bir adam,
"Ey Allah'ın Resulü! Ben elbisemin güzel olmasını, ayakkabımın güzel olmasını
isterim. Bu da kibirden midir?" dedi. "Hayır, Allah güzeldir, güzelliği sever.
Kibir, ancak büyüklenerek hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir."
buyurdular.
SARHOŞLUK
Sıvı veya katı bir takım maddelerin kullanılması sonucu aklın örtülmesi ve
kişinin iradesini kontrol edemez duruma gelmesi. Yerle göğü, erkekle kadını
ayıramayacak derecede alkol veya bir uyuşturucu alana "sarhoş" denir.
Ebû Hanîfe'ye göre, yaş üzümden yapılan içkiye "şarap (hamr)", buğday, arpa,
darı vb. maddelerden yapılana ise "nebîz" * denir. Kendi ihtiyarı ile az veya
çok şarap içene sarhoş olsun veya olmasın içki cezası uygulanır. Nebiz içene ise
sarhoş olmadıkça had cezası uygulanmaz.
Çoğunluk Islâm fakihlerine göre, her sarhoşluk veren madde şarap hükmündedir.
Delil şu hadistir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarap)'dır. Her hamr da
haramdır" (Buhârî, Edeb, 80; Ahkâm, 22; Müslim, Eşribe, 73-75, 64, 69). Çoğunluk
Islâm hukukçularına göre, sözüne hezeyan (saçma sapan sözler) hakim olan ve ne
söylediğini bilmeyen kimse sarhoş sayılır. Bu yüzden içkinin azı da çoğu da
haddi gerektirir.
Sarhoşluk mübah veya haram bir yolla meydana gelme durumuna göre sonuç
doğurur.
1. Mübah yolla sarhoş olmak: Ilaç içmek, bal yemek veya haram bir içkiyi
zorlama sonucu içmekten dolayı sarhoş olmak "baygınlık" hükmünde olup, haddi
gerektirmez. Bu yüzden de böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen fiillerden
dolayı mâli yükümlülükler hariç sorumluluk söz konusu değildir. Söz ve
akitleri geçerli değildir. Bu şekildeki sarhoş, uyuyan veya baygın olan
kimseye benzer (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327/1909, V,112;
AbdülKadir Ûdeh, et-Teşrîul-Cinâîl-Islâmî, Kahire 1959, I, 561-564; Hamdi
Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 138, 139).
2. Haram yolla sarhoş olmak: Islâm'ın haram kıldığı bir içkiyi kendi
ihtiyarı ile kullanma sonucu sarhoş olmaktır. Bu şekildeki sarhoşun, söz ve
fiillerinden sorumlu olup olmaması konusunda iki görüş vardır:
Hanefîlere, bir kısım Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre; sarhoş, söz ve
fiillerinden tam olarak sorumludur; akitleri, alış-veriş ve talak gibi
tasarrufları geçerlidir; namaz, oruç gibi ibadetlerden sorumludur. Haddi
gerektiren bir suç işlerse ayılınca cezası uygulanır. Bu görüş, "suç suçu meşrû
kılmaz" prensibine dayanır. Hatta böyle bir kimse suçları çift işlemiş sayılır.
Meselâ sarhoşken birisini öldürse iki suç işlemiş olur. Içki kullanma suçu ve
adam öldürme suçu (Ebû Zehrâ Usulül-Fıkh, Kahire (t.y), s. 345 Ömer Nasuhi
Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 234-235).
Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ tı 1099) şöyle der: "...Sarhoştan şer'î
yükümlülükler kalkmadığına göre, ona şer'î hükümlerin de uygulanması gerekir;
çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey olmayıp, aklı bastıran bir zevktir.
Ma'siyete sebep olduğu için o, bir özür sayılamaz" (Pezdevî, el-Usûl,
Keşfül-Esrâr kenarında, IV, 1475).
Diğer yandan Hanefiler, istihsan yoluyla sarhoşun irtidadını geçerli
saymamıştır. Çünkü sarhoşken itikadın değişmesi söz konusu olmaz ve evli ise,
nikâhına da zarar gelmez.
Ahmed b. Hanbel'e ve Şâfiî'ye nisbet edilen iki görüşten birisine göre, ne
söylediğini bilmeyecek derecede sarhoş olanın akitleri geçerli değildir. Çünkü
şuuruna sahip olmayan kimse, irade beyanında bulunmuş sayılamaz. Özellikle şüphe
sonucu düşen kısas ve had cezaları sarhoşa uygulanamaz. Burada şuura sahip
olmamak şüphe derecesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Gücünüzün
yettiği kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz" (Ebû Dâvud, Salât, 14;
Tirmizî, Hudûd, 2).
Ibn Teymiyye (ö. 728/1327) bu konuda değişik bir görüşe sahiptir. O, sarhoş
olmadan önceki iradeyi araştırır. Eğer kişi, sırf suç işlemek amacıyla içki
içmiş ve sarhoş olunca da önceden planlanan suçu işlemiş olursa, tam sorumluluk
söz konusu olur. Suç, önceden düşünülmeksizin, sarhoşluk sırasında işlenmişse,
ceza öncekine nisbetle hafifletilir (Ibn Teymiyye, Muhtaşaru'l-Fetâvâ, s. 650).
ŞART OLSUN" DEMEKLE
NİKÂHA ZARAR GELİR Mİ?
"Şart olsun" denmekle karısının boşanmış olması kastedilirse, "şart olsun ki,
şu işi yapmayacağım" dediği iş yapması halinde karısı bir talâkla boş olur.
Karısının talâkını bağladığı böyle bir işi yapmak istemesi halinde karısını bir
bâin talala boşar; bu arada o işi yapar, tekrar bir nikâh kıydırarak iki talâk
hakkıyla hayatlarına devam ederler. Artık o işi de sürekli yapabilir. Ancak iyi
bir müslümana düşen, talâkı olur olmaz her yerde söz konusu etmemek ve hafife
almamaktır. "Şart olsun" sözüyle talâk kastedilmemişse hiçbir şey gerekmez.
ŞARTA BAĞLI BOŞANMADA ÇÂRE (HÎLE)
Babam, eğer şu işi yaparsam üçten dokuza şart o1sun, diye bir ifade
sarfetmiş. Sonra da pişman olmuş ve o işi yapması gereği ortaya çıkmış.
Boşama olmadan o işi yapabilmesi için ne yapmamız gerekir?
Karısına, "Şöyle yaparsam (ya da yaparsan) üçten dokuza şart olsun"
demek, çirkin bir bid'at olmakla beraber, karısının boşanmasını bir
şarta bağlamak ve o işi yapmayacağına da yemin etmek demektir.
Misallendirirsek; bir erkek karısına:
"Eğer bugün işe gidersem (üçten dokuza) şart olsun" demişse , hem işe
gitmemeye yemin etmiş, hem de karısının boşanmasını, işe gitmesine
bağlamış olur: Artık işe giderse karısı, "üçten dokuza" demişse üç
talakla, sadece şart olsun demiş ve üçe niyet etmemişse bir talakla boş
olmuş olur.Bu çirkin durumdan ve sonuçlarından kurtulmak için, böyle bir
şart koşanlara Hanefî fıkhında şöyle bir çâre (hile) tavsiye edilir:
Meselâ "dükkanımı açarsam, üçten dokuza şart olsun" diyen bir koca
karısını bir ric'î (dönüşlü) talakla boşar. Karısı iddetini (üç âdet)
bekler. Artık kocasından tamamen ayrılmış, yani kocanın ondaki nikâh
mülkiyeti sona ermiş olur. Sonra koca gider dükkânını açar, böylece
dükkâna gitmeme yemini de bozulmuş (halledilmiş) olur. Karısını kalan
iki talak ile tekrar nikâhlarsa artık böyle bir yemin sözkonusu
değildir. Koca istediği işi yapabilir. Bu niçin böyledir? Hanefi
hukukçuları derler ki; Böyle şarta bağlanan bir talâkın vâkî olabilmesi
için mülk (nikâha sahip olmak) şarttır, ama yeminin çözülebilmesi için
mülk şart değildir. Buna göre mülk varken, yeni henüz nikâhlı iken, ya
da iddet bitmemişken şart bulunmuş olsa, (meselâ adam dükkânını açsa)
hem yemin çözülmüş, hem de talak vâkî olmuş olur. Ama mülk,yokken, yani
boşadıktan ve iddet bittikten sonra şart bulunmuş olsa, yemin çözülmüş
(kalmamış) olur, ama nikâha zarar gelmez. Çünkü erkek için talak
vereceği bir yer kalmamıştır.( Dâmâd, Mecmaü'1-enhur N/42 (I/420)) Böyle
bir durumda iddet bekleyen kadın, ayrı odalarda kalmak ve halvet olmamak
şartıyla, kocanın evinde de kalabilir., Ancak bu durumda şu önemli
noktayı göz önünde bulundurmak gerekir: Böylece boşanmış ve iddeti
bitmiş olan kadın artık kocasından tamamen ayrıdır. Istemezse bir daha o
kocaya varmayabilir. Tekrar mehir sözkonusu olur ve istediği kadar mehir
alabilir.
Bu sözünü ettiğimiz çâre (hile) "sonraki" (Müteahhir) Hanefi
hukukçularının, belki de "kanunu dolanma" denilebilecek bir
doktrinleridir. Bu açıdan tartışılabilir. Ama Hanefi olanlar için en
azından şimdilik bir çıkış yoludur.
SEVICILIK
Bu "sevicilik" ya da "lezbiyenlik" denen bir cinsel sapma ve hastalık
belirtisidir ve kesinlikle haram ve çirkin bir davranıştır. Açık saçıklık,
ciltler temas edecek şekilde kadın kadına oynama, bir başka kadınla aynı yatakta
yatma, erkeğinden, tatmin görmeme, ya da herhangi bir sebeple tiksinme, çeşitli
yatılı kız okullarında, hem cinsleri ile İslamın yasakladığı sıkı fıkı
ilişkilerde bulunma, haram-helâl tanımayanların her aklına eseni deneme merakı,
bu hastalığın başlıca sebeblerindendir. Erkeklerin homoseksüellik hastalığına
yakalanıp kadınları terketmeleri, hattâ birden çok kadınla evlenme yasağı
bulunan ülkelerde, kadının istediği erkeğe, evli olması dolayısı ile, varamaması
da bu hastalıkta etkilidir: Nitekim Lût kavmi erkekleri "homoseksüel" oldukları
için kadınları da "sevici" ve "lezbiyen" olmuşlardır. Her iki cinsin bu
sapkınlığı ise, başlarına o bilinen belânın gelmesine sebep olmuştur. Bir
yönüyle de mümkün değildir. Çünkü bu sapkınlığa düşen bir kadın, ruhuyla normal
değildir. (Bk. A. Rıza Demircan; islâm'da Cinsel Hayat N/36 vd.; Geniş bilgi
için bk. Zuhaylî VI/24)
SİNN-İ BÜLUĞ(ERGİNLİK YAŞI)
Erginlik yaşı. Erkek veya kız çocuğu erginlik çağı ile çocukluktan çıkıp
gençlik çağına ayak basmış olur.
Erginlik, çocukta fizikî bazı belirtilerin ortaya çıkması ile kendini
gösterir. Erkek çocuğun ihtilam olması, kız çocuğunun ay başı hali veya gebe
kalması gibi halleri bu belirtilerdendir. Buna "tabiî büluğ" denir. Ergin
erkeğe "bâliğ", kadına "bâliğa" denir.
Fizyolojik belirtilerde gecikme olursa, erginlik, takdir yoluyla
belirlenir. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre erginlik çağının
başlangıcı, erkek çocuklarda 12, kız çocuklarında 9 yaş; sonu ise, her iki
cins için 15 yaştır.
Ebû Hânîfe, erginlik çağının sonunu erkek çocukları için 18, kız
çocukları için 17 yaş olarak kabul eder. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam
Şafiî'ye göre ise fizyolojik belirtiler gecikse de her iki cins 15 yaşına
girince hükmen ergin sayılırlar (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır
1327/1909, VII, 172; el-Cezîrî, el-Fıkh alel-Mezâhibil-Erbaa, Kahire 1392,
II, 350 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.
125, 126).
Erginlik yaşının erken veya geç oluşunun beden gelişmesi, iklim
özellikleri ve sosyal çevre ile yakın ilgisi vardır. Meselâ; sıcak
iklimlerde çocuklar daha çabuk erginlik çağına ulaşırlar. Erginlik çağının
alt ve üst sınırlan arasında bulunan çocuğa "mürahık" denir.
Akıllı ve ergin olan kimse, mâlî tasarruflar dışında iman, ibadet,
ictimâî ve hukukî nizamın bütün vecibelerini yüklenir; namaz, oruç, hac,
zekât gibi ibadetlerle yükümlü olduğu gibi, başkalarının malına veya canına
verdiği zararlardan da malen ve bedenen sorumlu olur. Ancak malıyla ilgili
tasarruflarda bulunabilmesi için erginliğe ek olarak reşid olması da
gereklidir.
Rüşdle büluğ aynı şey değildir. Rüşd; kişinin malını idare edebilecek bir
tecrübe ve olgunluğa ulaşmasıdır. Bu durum, şahsî eğitim, çevre şartları
veya yetenek durumuna göre erginlik çağından önce veya sonra yahut her ikisi
birlikte bulunabilir.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Yetimleri nikâh çağına ulaştıklarında deneyin; eğer kendilerinde akılca
olgunluk görürseniz, mallarını onlara verin " (en-Nisâ, 4/6). Bu âyete göre,
çocuk erginlik yaşına ulaşınca hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid
olup olmadığı araştırılır.
Ebû Hanîfe'ye göre, kişi erginlik yaşına ulaşınca, sefih ve israfçı bile
olsa, üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf hürriyetine kavuşur. Ancak
malı bir ihtiyat ve tedbir olarak reşid oluncaya veya 25 yaşını dolduruncaya
kadar kendisine teslim edilmez. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, yaşa
bakılmaksızın kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine teslim edilmez.
Osmanlı devleti döneminde 1288 tarihli bir fermanda, yirmi yaşını
doldurmamış kişilerin rüşd davalarının reddedilmesi bildirilmiştir (Ali
Haydar, Dürarul-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989. mad. şerhi).
SİNN-İ İYÂS(KADIN
İÇİN HAYIZDAN KESİLME DEVRESİ)
Kadın için çocuk doğurmaktan ve hayızdan kesilme devresi, İyâs kelimesi,
ümidi kesilmek, ümidsiz olmak manâsına "E-ye-se" kökündendir.
İyâs yaşına gelmiş kadına âyise* denir. İyâs yaşına gelmiş bir kadından
gelen kan istihaza (hastalık) kanı sayılır. Böyle bir kadın, ibadetlerini
özür sahibi kimseler gibi yapar.
İyâs yaşı konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş farklılıkları
vardır. Buna göre:
Hanefilerden bir kısmı elli yaşı sinni iyâs kabul ederler. Bu, Hz. Aişe
(r.anhâ) nın mezhebidir. Bazı Hanefi alimleri bu yaşı elli beşile
sınırlamışlardır. Buhara, Harzem ve Merv uleması bununla fetva vermişlerdir.
Bazıları da, "altmış yaştır" demiştir. Bu söz, İmam Muhammed'den rivâyet
edilmiştir. Alimlerin çoğuna göre altmış yaş muteber sayılır (M. Mevkûfatî,
Mevkûfat Tercemesi, sadeleştiren, A. Davudoğlu, I/79-80; Molla Hüsrev, Gurer
ve Dürer, terc. Arif Erkan, 1/82).
Malikilere göre, kadın elli yaşına gelince, bunun gördüğü kan için
ihtisas sahibi kimselere başvurup onların görüşüne göre hareket edilir. Bu
durum yetmiş yaşına kadar devam eder. Yetmiş yaşını aştıktan sonra görülen
kan kesinlikle istihaza kanıdır.
Şafiîler hayız görme müddetini sonsuz kabul ederler. Yâni hayız görme
için tayin edilmiş bir müddet yoktur. Hayat devam ettikçe devam edebilir.
Ama genellikle hayız görme yaşı altmış ikidir. Bir kadın altmış iki yaşından
sonra da kan görürse, hayız görmüş kadın hükmüne girer.
Şafiîler bu görüşleriyle diğer İslâm hukukçularından ayrılırlar.
Hanbelilerde iyâs müddeti elli sene takdir edilmiştir. Bundan sonra gelen
kan, kuvvetli de olsa hayız değil, istihazadır (Ö.N. Bilmem, Büyük İslâm
İlmihali, s. 68; el-Cezerî, Dört Mezhebe göre İslâm Fıkhı, terc. M. Keskin,
I, 161-166).
İyâs yaşına ulaşan bir kadının âyise olduğuna hükmedebilmek için onun
aralıksız altı ay kadar hayız görmemesi lâzımdır. Bu hüküm iyâs yaşını elli
beş kabul edenlere göredir.
Hiç hayız görmeden otuz yaşına giren bir kızın âyise kabul edilebileceği
rivâyet edilmiştir.
Sahih bir akidle nikahlı olup cinsel yakınlık veya halvetten sonra
kocasından talak ile veya fesh ile ayrılan ve ayrılmadan önce iyâs yaşına
girmiş bulunan hür kadınların iddet süreleri, ayrılış tarihinden itibaren üç
aydır. Aynı durumdaki cariyenin iddet süresi ise bir buçuk aydır (Ö.N.
Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 396).
SPIRAL VE ÂDET DÜZENSIZLIĞI
Âdetlerimde düzensizlık var. Altı ay önce spiral taktırdım. On gün âdet
dönemimden sonra bir gün temiz oluyorum, ikinci gün tekrar bozuluyor. Temiz
olduğum günlerde bile leke görüyorum. Doktorlara gittiğim halde netice alamadım.
Bu süre içerisinde ibadetlerimi yapabilmem için her leke gördükçe gusül abdesti
almam mı gerekir? Buna spiral sebep olmuş ise hüküm değişir mi?
Önce bu durum, spiralın fıtrata zıt ve zıtlığı oranında mahzurlu bir uygulama
olduğunu göstermesi açısından önemli. Hanefi mezhebinde âdetin en çoğu on gün
olduğu için, on günün bitiminde yıkandıktan sonra; temizlik süreniz içerisinde
göreceğiniz lekelerden dolayı sadece abdest almamız gerekir. Bu lekelerin çok
olması da bir şey değiştirmez. Temizlik süresinin en azı da onbeş gün olduğuna
göre, onbeş gün böyle devam eder, on gün âdetinizin yeri belli değilse, ondan
sonra göreceğiniz her lekede kendinizi âdetli sayar, ona göre davranırsınız.
Buna spiralın sebep olması bir şey değiştirmez.
SPIRALLER
Tibbî açıdan Spiral:
Spiral çeşitli sekillerde olabilen ve uterus içerisine yerleştirilerek
gebeliği önleyen bir âlettir. Spiralle gebelikten korunma %97-98'dir. Yüzde 2
veya 3 hanım, spirale rağmen gebe kalabilir.
Spiralın koruma mekânizması:
1- Rahim içerisinde aseptik (mikropsuz) bir iltihap ortamı meydana gelir.
a) Iltihap içerisindeki lökosit (akyuvarlar spermleri yiyerek gebeliğe mani
olur.
b) Rahimin endometrium dokusundaki iltihabî hadise nedeniyle, döllenmiş
yumurta rahim içerisine yerleşemez.
2- Uterus içerisinde bulunan yabancı cisim, uterusta reaksiyona sebeb olur.
Uterusun kontraksiyonu artar. Dolayısıyla döllenmiş yumurta, yine uteruis
içerisine yerleşemez.
3- Spirallerden bazılarının üzerinde ince bakır tel sarılıdır. Bu tel bakır
iyonları salgılar.
a) Salgılanan iyonların spermi öldürücü etkisi vardır.
b) Cu iyonları rahimde özel bir enzim salgılanmasına neden olur. Bu da,
rahimden kontraksiyon yaparak, döllenmiş yumurtayı vücut dışına attırır.
4- Spiral, spermlerin yolunu uzatarak, döllenme kabiliyetinin kaybolmasına
sebeb olur.
Burada kısaca döllenmeden bahsetmek gerekir.
Yumurtalıktan çıkan yumurta, tubada ilerlemeye başlar. Tubaya gelen sperm
ise, tuba içerisinde yumurtayı döller. Daha sonra döllenmiş yumurta, 1 hafta
içerisinde ancak uterusa gelip yerleşir. (Yukarıda bahsettiğim uterusa
yerleşemeyen, düşen döllenmiş yumurta 7-8 günlüktür).
Spiralın zararları:
1. Sancılara sebeb olur. Bel ağrısı yapar.
2. Âdet kanamasının çok olmasına sebeb olur. Âdet kanamasının süresini
uzatır.
3. Rahim içi iltihablanmasına sebep olabilir. (Dr. G. Cengiz).
Bu yöntem rahim ağzını kapatma tekniklerinden olduğuna göre, Ibn Âbidin'in
"en-Nehr" adlı kaynaktan yaptığı alıntıya bakılırsa, câiz olması gerekir. Söz
konusu alıntıda "rahminin ağzını kapatmak kadının hakkıdır" denilir ve bir başka
kaynaga atıfla "ancak bunu kocasının izni olmadan yapması haramdır" kaydı
eklenir. (Ibni Abidîn VI/374)
Ancak spiral kullanmanın dinen sakıncalı olan bir yönü vardır: Kendisi, ya da
kocasının takamaması halinde, kadın spirali, en hafifi, yine de bir kadına
takdıracak ve zaruret bulunmadığı halde avretini ona göstermiş olacaktır.
Mazereti varsa mesele yoktur. Ergin oluncaya kadar sünnet olmamış olan erkeği
artık bir başkası sünnet edemez, kendisi becerebilirse yapar, beceremezse
sünnetsiz kalır, çünkü avretini göstermesi haram, bu iş ise sünnettir. Sünneti
yapmak için haram işlenemez diyenler vardır. Sünnet edilmesi gerektiğini
söyleyenler ise; sünnetin dinî bir şiar anlamı taşıdığını, sıradan bir sünnet
sayılamayacağını söylemiş, bu yüzden konu, daha değişik itibarlarla incelenmesi
gereken bir konudur. Bizim bundan şu anda anladığımız, spirali kadının, kendisi
ya da kocası takacaksa, "azıl"in câiz olduğunu söyleyenlere, göre câiz olabilir,
bir başkası takacaksa, zaruret yokken câiz olmaması gerekir (Allah'u â'lem).
Çeşitli haplar ve ilâçlarla yapılacak korumanın câiz oluşu; adil bir doktar
tarafından, o ilâçların kadına, erkeğe ve üreme organlarına kalıcı zarar
vermediklerinin açıklanmasına bağlıdır.
Şimdiye kadar söylediklerimiz işin sadece bir yönüdür ve "azil"in câiz
olduğunu söyleyen sahabe ve müctehid imamların görüşlerine ve diğer korunma
yollarının da "azil" gibi sayılması esasına dayanır. Bunların yanında "azil"i
dahi câiz görmeyen Sahabe ve müctehidlerin bulunduğunu ve ayrıca diğer korunma
yollarının "azil"e kıyas edilemeyeceğini söyleyenler de vardır.
Ama her ne olursa olsun, meselenin Islâmî naslarla kesin bir sonuca
bağlanmayışı, zamana ve zemine göre değişik uygulamaların câiz olabileceğini
gösteriyor olmalıdır. Fakat İslam'ın bir fıtrat dîni olduğunu düşündüğümüzde de,
doğum kontrol yöntemlerinin hepsinde hoşlanılmayan yönün, hoşlanılana göre daha
belirgin olduğu söylenebilir. En hafifi bile, olsa olsa helâlin en hoşa
gitmeyenlerinden olmasıdır. Çünkü konuyu sadece tabiat ve fıtrat açısından
düşünen tıp uzmanları bile: "Çocuk olmaması yolunda alınan tedbirlerin hemen hiç
biri tehlikesiz değil gibidir. Herhalde bu; çocuk istemeyenlerden, tabiatin öç
almasıdır" demektedirler. (Dr. Cemal Zeki Önal, Evlilik ve Mahremiyetleri)
Kürtaj ya da çocuk düsürmeye gelince, cenine ruh üflenme devresinden sonra,
ciddî bir zaruret bulunmadıkça, yapılmasının câiz olabileceğini söyleyen yok
gibidir. Ruh üflenme süresinin yüzyirmi gün olduğu hadîsle bildirilmiştir.
(Müslim, kader1-3) Buna göre dört aya varan bir hamilelige, sağlıkla ilgili
ciddi bir zaruret bulunmadıkça müdahale edilemez. Bunda bütün Islâm bilginleri
sözbirliği etmiş gibidirler. Bu yüzden, bu devreden sonra, kadın uzuvları belli
olan çocuğunu düşürür, ya da aldırırsa, ölü olarak düşmesi halinde çocuğun
âkilesine "gurra" denen para cezası, canlı olarak düşürmesi ve sonra ölmesi
halinde ise, tam bir diyet öder. (Ibn Abidîn V/429) Bu günkü (1987) hesaplarla
bir tam diyetin otuz-kırk milyon TL. civarında olduğunu söylersek, konunun ne
kadar ciddî olduğu daha iyi anlaşılır.
Yüzyirmi günü bulmayan hamileliklerde, bazı sebeplerle ceninin
alınabileceğini söyleyenler vardır ama, en az bunu söyleyenler kadar, buna karşı
çıkan ve câiz olamayacağını söyleyenler de vardır. (Hindiyye V/356)
Câiz olabileceğini söyleyenler de, ancak şu sebeplerden biriyle câiz
olabileceğini söylemişlerdir:
1. Kadın emzikli olur ve hamile kalmasıyla sütü kesilirse,
2. Kadın hasta olur ve hamileligi sebebiyle hastalığının artacağı söylenirse,
3. Ortam ve çevre bozuk olur ve kesine yakın kanaatle Islâmî terbiye ile
yetiştirilemeyeceği bilinirse,
4. Hattâ Gâzâli'ye göre, kadının vücut güzelliğinin bozulmaması isteniyorsa
câiz olabilir. (Gazalî, Ihya N/53)
Ancak, daha önce de söylediğimiz gibi, dört aya varmayan ceninin
aldırılabileceğini, ya da düşürülebileceğini söyleyen bu görüşü tenkit edenler
de çoktur. Ibn Âbidîn önce câiz gören görüşü zikrettikten sonra, Hâniyye adlı
kitapta: "Ben bu görüşe katılmayacağım, çünkü hac'da ihramlının, bir av
hayvanının yumurtasını kırması cinayet sayılır ve bunun cezasını öder. Sebebi,
yumurtanın avın aslı sayılmasıdır. Kadının döllenmiş yumurtasının bundan hafif
olması düşünülemez," dediğini aktarır. (Ibn Abidîn VI/374; Haniyye NI/410)
Tenkit edenlere göre, sular kavuşup yumurta döllendikten sonra, bu bir
insanın başlangıcı sayılır. Ciddi sağlık nedenleri olmadan buna müdahale
edilemez.
SÜNNET DÜĞÜNÜ
Çocuğun sünnet edilmesi münasebetiyle yapılan düğün ve eğlenceler.
Cahiliye devrinde de var olan sünnet eğlenme için bir vesile sayılmıştır.
Araplar sünnet yemeğine "azıra" diyorlardı (es-Seâlîbî, Fıkhul-Luşa, 266).
Ashabı kiram sünnette ziyafet verir eğlenirlerdi. Abdullah Ibn Abbas,
Mekke'de oğlunun sünnetinde oyuncular çağırmış ve kendilerine dört dirhem kadar
ücret ödemiştir (Ibn Ebi Şeybe, Nikâh, 66). Fakihî'nin rivayetine göre şarkı
söyleyip, oynayanlar el-Garid ve Ibn Süreye idi. Ata, bunlardan bize sesli olan
Ibn Süreye'nin okuyuşunu beğenmişti (Rekihi, Ahbaru Mekke, II, 23). Eğlenceye
iştirak konusunda titiz olan Abdullah b. Ömer, sünnet yemeklerine iştirak ederdi
(Ibn Ebi Şeybe, Nikâh, 155). Sünnetlerde arap yemekleri ikram edilirdi. Urve b.
ez-Zübeyr sünnet olduğunda annesi hurmayla yapılan bir bulamaç olan "asıde"
yemeği yapmıştı (Abdurrezzâk, Musannes IV, 335). Abdürezzak'ın bir rivayetine
göre, Hz. Ömer hilafetinde ne zaman bir def sesi duysa "evlenme mi var yoksa
hitan mı?" diye sorar, bunlar için düzenlenen eğlencelere ses çıkarmazdı.
Islâm dünyasında yörelere göre bu kutlamalar çeşitlilik arzetmiştir. Mekkede
"tahar" adı verilen şenlikler düzenlenirdi. Genellikle çocuklar 3-7 yaşlarında
sünnet edilir, sünnetin yapılacağı günde güzel elbiseler giydirilir ve at
üzerinde dolaştırılır. Iki yanında, attan düşmesini engelleyecek ve mendillerle
kendini yelpazeleyecek adamlar dolaşır. Önde davulcu ve defçiler gider, zenci
bir hizmetçi içinde kömürde reçine ve tuz yanan bir mangalı başında taşır.
Çocuğun arkadaşları alayın ikinci kısmını teşkil eder. Ikindi vaktine kadar
şehrin sokaklarında dua okuyarak, eğlenerek dolaşan çocuklar, gece de bunu
sürdürürler. Ertesi gün arka üstü yatırılarak çocuğun dikkatıtatlılarla başka
tarafa çekilerek operasyon gerçekleştirilir. Evliya Çelebi'ye göre, Mısır'da
erkek çocuklar 5-6 yaşlarında sünnet edilirler. Genellikle masrafı azaltmak için
sünnet gruplar halinde yapılır: Kız gibi giydirilen çocukların, yüzlerinin bir
kısmı mendille örtülür. Böylece nazardan korunacağına inanılır. Atlara
bindirilerek, çalgıcılar, yaşlılar yardımcılarıyla peştemal kuşanmış sünnetçi
ellerinde kandıller, büyük bir alayla sokaklarda dolaşırlar. Üç gün üç gece
ziyafet verilir, eğlenilir ve son gün çocuk sünnet edilir (Evliya Çelebi,
Seyahatname, Istanbul 1971, XV, 25).
Yakın zamana kadar Cezayır'de sünnet, 7 günlük ile 13 yaş arasında berberler
tarafından yapılırdı.
Cava'da sünnet Islâm'a giriş merasimi olarak kabul edilir. Bu nedenle sünnete
"müslüman kılma işi" denilir. Sünnet sırasında Kur'ân hatmedilir. Çocuk ata
mezarlarına ziyarete götürülür. Çocuk için özel bir yatak hazırlanır ve buraya
çeşitli yiyecekler ve meyveler konur. Bunların sembolik anlamları vardır.
Sünnetten bir gün öncesi çocuk yıkanır, bir alay tertiplenerek, arkadaşlarıyla
arabalarla dolaştırılır. Süslü bir elbise giymiştir. Sünnet günü yaşlı ve çok
çocuklu bir kimsenin dizine oturtularak sünnet edilir. Bunun ilerdeki evliliğini
olumlu yönde etkileyeceğine inanılır.
Türkiye'de sünnet merasimleri genellikle yemekli, yapılmaktadır. Bazı
yörelerde kirvelik büyük bir önem kazanmıştır. Sünnet çocuğunun yatağı gelin
odası gibi süslenir. Başucuna işlemeli bir mahfaza içinde Kur'ân-ı Kerim asılır.
Etrafına güzel kokular serpilir. Ailenin maddî durumuna göre çocuk sırmalı,
işlemeli, nazarlıklı başlık ve elbise giyer. Külah ve omuzdan koltuk altına
uzanan bir kuşak üzerinde Maşaallah yazılır.
Davetlilerin sünnet olana hediye getirmesi veya zarf içinde para vermesi âdet
olmuştur. Hediyeler çocuğun yatağına veya yastığının altına bırakılır.
Eski Istanbul'da sünnet düğünlerinin genellikle yapıldığı sonbahar bir
eğlence mevsimiydi. Yazın sıcağında sünnet yeri geç iyileşir düşünceşiyle
düğünler sonbaharda yapılırdı.
O dönem düğünlerinin en muhteşemi Osmanlı şehzadeleri için yapılan Sür-ı
Humayumlar'dır. 1457'de II. Mehmed'in oğulları Bayezid ve Mustafa için yapılan
sünnet düğünü bir ay kadar sürmüştür. Edirne'de bu düğüne bir çok devletin ileri
gelenleri ile birlikte komşu hükümdarlar da davet edilmiştir. Devletler arası
tebrikleşmeler için Kalkaşandî örnekler vermiştir (Subhul-Âşâ, IX, 78).
Kanunî'nin oğulları Mustafa, Mehmed ve Selim için tertiplediği sünnet düğünü üç
hafta kadar sürmüştür. Şehzade düğünlerinin en ihtişamlısı 1582'de III.
Mustafa'nın Şehzade Mehmet için tertiplemiş olduğu sünnet düğünüdür. Bu düğün
iki ay kadar sürmüş düğünde olup bitenler devlet bünyeşinin bir hayli
zayıflamasına neden olmuştur. 1858 yazında I. Abdülmecid, dört oğlunu birden
sünnet ettirdi. Halkın eğlencelere iştirakıni sağlamak için düğün açık havada
yapıldı. Açık hava sahasına binlerce Türk ve Iran halısı serildi. Atlas ve
kıymetli kumaşlardan yüzlerce çadır kuruldu. Bütün Istanbul'un donandığı bu
düğün de şehzadelerle birlikte 10 bin çocuk sünnet ediliyordu. Şehzadelerle pek
çok çocuğun sünnet edilmesi eski bir âdetti. Sünnet düğünleri, çocuklar için
şeref, padışah için hayır, halk için eğlence idi. Minyatürlere de yansıyan
eğlencelerde, cambazlar, ortaoyunları, gölge oyunları, hokkabazlar, tiyatro
temsilleri, musikî...12 gün 12 gece devam eden Sür-i Humayun, Osmanlı kültürünün
bir sergisi mahiyetindeydi. Bugün de gelenek olarak yapılan bu sünnet düğünlerin
de gösterişe varan büyük israflar ve Islamın reddettiği amel ve davranışlar
yapılmaktadır. Sünnet olarak icra edilen bu prensip içki alemleri ve gayr-i
meşrû israf ve eğlencelerle kirletilmektedir. Allah'ın razı olacağı amel-i
salihlerle ve helal şekilde yapılması gereken bir gelenektir.
SÜNNI BIR HANIM
ALEVI BIR KİMSE ILE EVLENEBILIR MI?
Müslüman bir hanım ancak müslüman bir kimse ile evlenebileceğinden önce
müslümanı tanıtmamız lazımdır. Müslüman, İslam dininin bütün hükümlerini kabul
edip hiç birisini reddetmeyen kimsedir. Yani namaz, oruç, zekat, hacc, abdest,
gusül ve benzeri emirleriyle; katl, zina, içki, faiz ve benzeri nehiyleri kabul
edip onlara inanan kimsedir. Ama zikredilen şeylerin tümünü veya bir kısmını
kabul etmeyen kimse müslüman sayılmadığı gibi onunla evlenmek de caiz değildir.
Evlenme vaki olduğu takdirde evlilik hayatı gayr-i meşrudur. Bunun adı ister
sünni olsun, ister alevi olsun. Demek ki evlenmenin ölçüsü İslam'dır. Maalesef
bugün yurt içinde veya dışında birçok müslüman hanım, durumu sormadan ve
İslam'ın hükmünü öğrenmeden müslüman olmayan kimse ile evlenir ve kendini
kıyamete kadar Allah'ın lanetine müstahak eder.
SÜRME ÇEKMEK
Eski çağlara kadar giden bir süslenme vasıtasıdır. Arap kadınları "mikhale"
denilen şişeler içerisinde korunan sürme maddesini kendi çocuklarının gözlerine
çekerlerdi. Kirpiklerin iç kısmına çekilen sürmenin göze şifa verdiği ve
kirpikleri güçlendirdiğine dair rivayetler vardır. Hz. Peygamber (s.a.s)
yatmadan önce "ismid" Artimnan adı verilen sürmeyi tavsiye etmiştir (Tirmizi,
Libâs).
Isnadı zayıf bir hadise göre kendisi de yatmadan önce gözlerini üçer defa
sürmelerdi (Bağavî, Şerhu's-Sünne, XII, 117-119).
Dul kalan arap kadınları yas tuttukları zaman süslenmeyi bırakırlar, tekrar
evlenmek istediklerini göstermek için ise süslenirlerdi. Sürme çekmek de
evlenmeye hazır duruma gelmenin bir göstergesiydi. Müslim'in rivayet ettiği bir
hadis de Ümmü Atıyye şöyle demektedir: "Biz ölüye üç günden fazla yas tutmaktan
nehyolunuyorduk, yalnız koca için dört ay on gün müstesna idi: O esnada sürme
çekinmez; koku sürünmez ve boyalı elbise giymezdiler" (Müslim, Talak, 66, 67).
Dârimî, bir hadise göre oruçlu olanların gündüz değil gece sürme çekmesi
istenmişse de (Dârîmî, Savm, 28) devamında bizzat kendisi bunda bir beis
görmediğini ifade etmiştir.
Ihramlı iken ise sürme yerine "sabır" denilen acı bir ilacın kullanılmasını
Eban b. Osman tavsiye etmekle beraber (Müslim, Hac, 90; Ahmed b. Hanbel, I, 60,
65) kokusuz olan sürmenin çekilmesinde ulemâ bir sakınca görmemiştir (Müslim, A.
Davudoğlu Ter. Şerhi, VI, 369).
SÜSLENME
Başkalarının gözüne hoş gelir düşüncesiyle insanın kendince güzel elbiseler
giymesi, elbisesine veya vücuduna takılar takması, vücudunun bazı yerlerini
boyaması veya saçını, sakalını, bıyığını daha güzel görünüme sokmak için şekil
vermesi, kısaca "güzel" görünmek için her türlü nesneden yararlanması.
Kur'ân-ı Kerim'de, " De ki; Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel
rızıkları kim haram etti? De ki; O, dünya hayatında inananlarındır; kıyamet günü
de yalnız onlarındır." Işte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle
açıklıyoruz" (el-A'raf; 7/32) ayeti müslümanların süslenmesini helal kılmakta;
bunu yapmanın karşısında olanları ise helali haram yapmaya teşebbüs ederek haddi
aşmakla suçlamaktadır. Bir diğer ayette, denizden çıkarılan süsler, Allah'ın bir
nimeti olarak zikrediliyor; "... inci ve mercan çıkar" (er-Rahmân, 55/23).
Kadınların süslenmeye yatkınlığına değinilen bir başka ayette ise, onların bu
özelliği tabiî karşılanıyor; "Süs içinde yetiştirilip mücadelede açık
olmayan..." (ez-Zuhruf, 43/18). "Ahirette müslümanlara vadedilen Cennet ise göz
kamaştırıcı güzelliktedir; gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır "(ez-Zuhruf,
43/71); "Orada yaslanılacak koltuklar, ipekli elbiseler, gümüş kaplar billur
kâseler, zencefil karısımı kâseler, atlastan elbiseler, bilezikler vardır, ne
yana bakarsan bak ulu bir saltanat" (el-Insan, 76/11-22):
Müslümanlara helal kılınan süslenmenin sınırları vardır; süslenen,
güzelleşerek alımlı hale gelen insan, gurura kapılmamalı; kendisine verilen bu
nimetin Allah'tan olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. "Yeryüzünde kabara kabara
yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın; boyca da dağlara erişemezsin" (el-Isra,
17/37) buyuran Allah, müslümanlardan alçak gönüllü olmalarını istemekte; gurur
ve kibrin şeytanın bir özelliği olduğunu hatırlatmaktadır.
Müslüman, yeni ve güzel bir elbise giydiği zaman insanların arasında gururlu
bir şekilde yürümek yerine, Hz. Peygamber'in talım buyurduğu gibi, "Benim hiç
bir güç ve kuvvetim olmaksızın bunu bana giydiren Allah'a hamd olsun! bunun
hayrından ve bunun kullanıldığı iyi işin hayrından senden isterim; bunun
şerrinden ve kullanılacağı kötü işin şerrinden de sana sığınırım" (Sünen-i Ebu
Davud, IV, 717) demelidir. Bir başka hadiste, insanlar karşısında üstünlük
sağlamak düşünceşiyle giyinenlerin kıyamet günü rezillik elbisesi giyeceği
(a.g.e., 720) haber verilmektedir.
Giyimde asıl olan, tesettüre riayet etmek ve elbisenin temiz olmasıdır. Sade,
fazla gösterişli olmayan, insanların arasında göze batmayacak doğal bir görünüm,
giyinmenin normal olanıdır.
Erkeklerin süslenmesi: Müslüman erkekler ipekli elbise giyemezler, bu onlara
haramdır. Hz. Peygamber ipek giyinen erkekler için "Ümmetimden gelecekte bir
takım milletler çıkacak; ipek ve atlası helal sayacaklar. (Bazı sözler söyledi
ve) onlardan sonra geleceklerden bir kısmının suretleri maymun, domuz olarak
kıyamete kadar değiştirilecek" (a.g.e., 726) buyurmakta ve ipeği "ahirette
nasibi olmayanların giyineceğini" (a.g.e., 727) bildirmektedir.
Islam, erkeklerin saç, sakal ve bıyıklarını başıboş bırakmamasını ister.
Rasûlüllah'ın saçlarını taradığı, yağladığı bazan uzatıp bazan kısalttığı
bildirilmekte; saçı başı dağınık olan bir adam için "Şu şahıs saçını
yatıştıracak birşey bulamaz mıydı?" (a.g.e., 740) diye sitem ettiği rivayet
edilmektedir. Temiz ve bakımlı tutmak ve toplumla ters düşecek kadar aşırıya
kaçmamak şartıyla saçlar uzatılabilir. Sakal avuçlandığı zaman dışarıya
taşmayacak kadar uzatılıp, bıyıklar ise dudakların kırmızılığını kapatmayacak
şekilde kısaltılmalıdır. Bu ölçüler Rasûlüllahın sünnetidir. Ayrıca
Rasûlüllah'ın sakalını boyadığı da bize gelen rivayetler arasındadır. Abdullah
Ibn Ömer, "Ben Rasûlullahın sakalını sarıya boyadığını gördüm. Rasûlüllah'a sarı
renkten daha sevimli bir renk yoktu..." demiştir (a.g.e., 741).
Güzel koku erkekler için sünnettir. Rasûlüllah sürekli olarak güzel koku
kullanır ve bunu Ashabına da tavsiye ederdi: "Dikkat! Erkeklerin kullanacağı
koku, renksiz ve kokusu fazla olandır..." (a.g.e., 731).
Erkeklerin kullanmasına izin verilen ve Rasûlüllah'ın da kullandığı diğer bir
süs de göze sürme çekmedir. O'nun bir diğer sünneti ise gümüş yüzüktür.
Kadınların Süslenmesi: Kadınlara, yabancıların yanında ve sokağa çıktıkları
zaman örtünmeyi emreden Islâm, onlara erkeklerin dikkatini çekecek şekilde
kıyafet giymeyi yasaklamış; konuşmalarına ve yürüyüşlerine dikkat ederek kötü
bakışlara hedef olacak tavırları sergilemelerine izin vermemiştir. Kadınlar,
ince, dar, fazla süslü elbiseler giyemez; erkekler gibi giyinemez ve
kokulanamazlar. Kadınlar ancak kocalarının yanında süslenebilirler. Bu ölçüler
ışığında;
Kadınlar ipek elbise giyebilir, altın kullanabilirler. Hz. Peygamber bir
hadisi şeriflerinde el ve ayaklarına kına sürünmelerini tavsiye etmiştir. Kadın,
kocasının yanında güzel kokular sürünüp güzelleşebilir, güzelleşmelidir.
Müslüman erkeklerin ve kadınların evlerinde ve elbiselerinin üzerinde
putperestlik eseri taşıyan canlı resimlerin bulunmaması gerekir. Bir hadis-i
şerifte, "Gerçekten melekler, içinde suret bulunan eve girmez" (a.g.e., 796)
buyuruluyor. Müslüman erkekler kadınlara özenmekten ve kadın elbisesi giymekten,
kadınlar da erkeklere özenmekten ve erkek elbisesi giymekten alıkonulmuşlardır;
"Rasûlüllah kadın elbisesi giyinen erkeğe, erkek elbisesi giyinen kadına lanet
etti" (a.g.e., 764). Müslümanlar gayrı müslimlerin giyimlerini kendilerine örnek
alamaz, onlar gibi giyinemezler. Müslümanların günümüzde moda adı altında
kâfirlerin âdetlerine göre hazırlanmış elbiseleri giymekten sakınması gerekir.
Ayrıca müslümanlar "dişlerini inceltmekten, vücuda dövme yaptırmaktan beyaz
kılları yolmaktan... nehyedildiler" (a.g.e., 732).
SÜSLENMENIN ÜÇ ŞARTI:
1. Süslenmek isteyen; güzelleşmekte haram madde içeren kozmetikler
kullanmayacaktır. Meselâ bazı kremlerin yumuşatıcı olarak domuz yağı içerdiği;
bazı parfüm, deodorant ve spraylerin sarhoş edici alkol. yani "hamr" ihtiva
ettiği söylenmektedir. (Alkolün metil alkol gibi sarhoş etmeyen çeşitlerinin
haram olmayabileceği de bilinmelidir. Yani islâm'da haram edilen pislik
çeşitlerinden sayılan içki, her türlüsü ile alkol değil, sarhoş edicilerdir).
Bunların tesbiti ayrı bir çalışmayı gerektirdiğinden, bizim şu anda kozmetikleri
bu açıdan ayrıma tabiî tutmamız mümkün değildir.
2. Sağlığa zararlı güzellik maddeleri kullanmayacaktır. Bugün kullanılan
çeşitli güzellik malzemelerinin sağlığa zararlı olduğu; cildi tahris ettiği,
terlemeyi önledigi için deri solunumunu engellediği, bazı göz makyajı
malzemelerinin içerdiği zararlı asitler sebebiyle göze zarar verdiği, kirpik
dökülmelerine sebep olduğu, hattâ bu sebeple gözlerin tamamen kör olması
olaylarına bile zaman zaman rastlandığı, bazı spreylerin sağlığa zararlı
toksitler içerdiğinden, sağlığa solunum yoluyla zarar verdiği, çeşitli krem ve
yağların yüksek oranda kansere sebep olduğu, tibbî araştırmalar sonucu zaman
zaman kamuoyuna açıklanmakta ve magazinlerde bolca yer almaktadır.
Islâm, tıbba, hüküm koymada itibar eder ve "âdil" bir doktorun "zararlıdır"
damgasını vurduğu bir besin, ya da maddenin haram olacağını bildirir.
3. Allah'ın yarattığı şekli, yani fıtratı bozucu bir süslenme yolu
uygulamayacaktır. Çünkü bu aslında süslenme değil, Allah'ın beğendiği şekli
bozma ve çirkinleştirme demektir. Böyle yapanların Islâm, Şeytanın maskarası ve
oyuncağı olduklarını bildirir. Kur'ân-ı Kerîm'de, Şeytanın : "Kuşkunuz olmasın
ki, ben onlara emredeceğim, onlar da Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dediği
anlatılır. (Nisâ (4) 119.)
SAÇ BOYAMA
Insanların saçları genel olarak sarı, kızıl, kahverengi veya siyah renkte
olur. Insan bedeninde saça, kana, deriye renk veren maddelere "pigment" denir.
Bedende üç ana pigment vardır.
1. Melânin: Kahverengi olup, küçük tanecikler halindedir.
2. Karoten: Sarı renkte olup, bu pigment bitkilerde de bulunur.
Tereyağına ve havuca bu pigment renk verir.
3. Hemoglobin: Kanın kırmızı rengini bu pigment sağlar.
Pigment, güneşin ışınlarını emer. Derideki melânin de özel hücreler yapar. Bu
hücrelere "melânosit" denir. Melâninin açık veya koyu renkli olmasında
oksitlenmenin büyük etkisi vardır. pigmentin tanecikleri az oksitlenirse
renkleri açık olur, oksitlenme çoğalınca renkleri koyu kahverengiye kadar varır.
Saçlarda, tüylerde pigment oluşmasının esasları da derideki gibidir. Saç telleri
dibindeki melânositler kalıtıma göre saça renk verirler. Saçlardaki renk
farkları taneciklerin yayılışına, oksitlenme derecesine bağlıdır. Açık renk
kızıl saçlarda melâninden başka bir demir pigment daha bulunur.
Saçların rengini koruyabilmesi için, saçların bulunduğu deri tabakası
gerektiği gibi beslenmelidir. Beslenme iyi olmazsa, özellikle "B" vitamini,
bakır eksikliği olursa, saçlarda beyazlaşma görülür. Besin iyi ayarlanırsa,
saçların yeniden normal rengini aldığı olur.
Diğer yandan yaşlılıkla ilgili saç ağarmalarının besinle ilgisi yoktur;
vitamin tedavisiyle ve besinle saçlar normal rengine girmez. Çünkü yaşlılıktaki
ağarma melânin hücrelerinin artık işini göremez hale gelmesinden olur. Kimi
zaman ruhi sıkıntı sonunda saçların birdenbire ağardığı görülmüşse de, bunun
nedeni bilimce kesin olarak açıklanamamıştır. Ancak bu gibi sarsıntıların
bezlerin işleyişini etkilediğinde şüphe yoktur.
Saçının rengi açık olan veya saçı ağaran kimsenin bunu boyatmasının Islâm'a
göre hükmünü şu şekilde belirlemek mümkündür. İslam'ın çıkışından önce yahudi ve
hıristiyanlar güzel görünme ve süslenmenin Allah'a kullukla bağdaşmayacağını
düşünerek, saçı boyayıp rengini değiştirmekten kaçınırlardı. Hz. Peygamber,
ashabına bağımsız bir kişilik kazandırmak için saçı ve sakalı kına veya başka
bir boya maddesi ile boyayabileceklerini bildirdi. Ebû Hüreyre (r.a)'tan
nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur: "Yahudi ve Hıristiyanlar (saçlarını)
boyamaz. Siz onların aksini yapınız: yani saçlarınızı boyayınız" (Buhârî, Enbiyâ,
50; Libas, 67; Müslim, Libas, 80; Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 14).
Ancak hadisteki emir bağlayıcı olmayıp mendupluk bildirir. Nitekim uygulamada
Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ka'b ve Enes (r.anhüm) gibi bazı sahabeler saçlarını
boyamamıştır.
Diğer yandan kullanılacak boyada siyah renk tercih edilmemelidir. Çünkü saç
boyası genellikle yaşlı erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olur.
Siyah renk yaşlı kimseyi, olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya
boyayı amacından saptırabilir. Nitekim Mekke'nin fethi günü Hz. Ebû Bekr'in
yaşlı babası Ebû Kuhâfe'nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören
Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan
sakınınız" (bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel,
I,165, 356, II, 261, 499, III,160, 322). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç
olursa, onun siyaha boyamasında bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa'd b. Ebî
Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bu rengi tercih
ettikleri nakledilmiştir (Yusuf el-Kardâvî, el-Halâl vel-Harâm fil-Islâm, Terc.
Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 102, 103).
Boya malzemesi olarak Allah elçisi kınayı tavsiye etmiştir: "Saçın
beyazlığını değiştirmek için kullandığınız şeylerin en iyisi kına ve keten
bitkisidir" (Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesâî, Zîne, 16; Ibn
Mâce, Libâs, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 147, 150, 154). Hz. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû
Bekr'in saçlarını kına ve ketenle, Hz. Ömer'in ise yalnız saf kına ile
boyadığını nakletmiştir (el-Kardâvî, a.g.e., s. 103).
Sonuç olarak erkek veya kadının beyazlaşan saçlarını sarı veya kızıl renge
boyamaları müstehap görülmüş; siyaha boyamaları ise, sağlam görüşe göre, caiz
görülmemiştir. Ancak genç kimsenin siyah boya kullanmasında da bir sakınca
yoktur. Diğer yandan boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya
sanayinde kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir (Ibn Âbidîn,
Reddül-Muhtâr, Terc. Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1982-1988, XV, 378, XVII, 314).
El, ayak veya başa sürülen kınanın katıolan malzemesi temizlendikten sonra deri
veya saçlarda bıraktığı renk, suyun deriye nüfûzuna engel değildir. Bu yüzden
abdest veya gusle mani olmaz (Ibn Âbidin, a.g.e., I, 224).
|