ERDEM BEKÇİSİ MÜSLÜMAN HANIMLARA..
2
Önsöz.
3
Erdemin On Esası
5
1) Erkek İle Kadın Arasındaki Farklara
İmanın Gereği
5
Erkek ve Dişinin Bazı Özellikleri
5
2) Genel Hicap.
7
3) Özel Hicap.
8
I. Kadının Şer’î Hicabının Tarifi
8
II. Hicap Ne İle Gerçekleşir?.
9
1- Himâr:
9
Himârı (Başörtüsünü) Giyinme Şekli:
9
2- Cilbâb:
9
Cilbâbı Giyinme Şekli:
9
III. Mü’min Hanımlara Hicabın Farz
Oluşunun Delilleri:
10
A- Kur’an-ı Kerim’den Deliller:
10
B- Pâk Sünnetten Deliller.
17
C- Kesin ve Açık Kıyas.
19
Sonuç Ve Bir Uyarı:
20
IV. Hicabın Faziletleri
21
4) Kadının Evinde Kalması Şer’î Bir
Azimettir. Dışarı Çıkması İse İhtiyaç Kadarı İle Ölçüsü Tesbit Edilen
Bir Ruhsattır.
22
5) İhtilât Şer’an Haramdır.
24
6) Açılıp Saçılmak Şer’an Haramdır.
25
Teberrüc (Açılıp Saçılmak) Bir Kaç Şekilde
Olur.
25
7) Zinayı Haram Kılan Allah Zinaya Götüren
Yolları Da Haram Kılmıştır.
26
8) Evlilik Erdemin Baştacıdır.
27
9) Çocukların Sapıklığa Götüren Başlangıç
Noktalarından Korunması Gereği
29
10) Mahremler Ve Mü’min Hanımlar İçin
Kıskançlık Duyma Gereği
32
KADINI HAYASIZLIĞA ÇAĞIRANLARIN ORTAYA
ÇIKARTILMASI
33
Kamusal Alanda:
35
Medya Alanında:
35
Öğretim Alanında:
35
İş ve Görev Alanında:
36
Eleştiriler.
36
Bekr b. Abdullah Ebu Zeyd
Çeviren
M. Beşir Eryarsoy
Hamd bir ve tek Allah’adır. Salat ve selam kendisinden sonra peygamber
gelmeyecek olan peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına, ashabına ve
kıyamet gününe kadar ona güzel bir şekilde uyacak olanlaradır.
Elinizdeki kitapçık mü’min hanımların erdem yolu üzerinde sebat
göstermelerini sağlamak, düşüklüğe çağıran batıcıların iddiaları üzerindeki
örtüleri açmak için insanlara sunduğumuz bir kitapçıktır. Çünkü; yüce
Allah’a kulluk, temizlik, iffet, haya ve nâmusu kıskanmak esasları üzerinde
kurulu, günümüzün dinine bağlı müslümanın hayatı, her taraftan itikat ve
ibadetlerle ilgili şüphe hastalıklarını, yaşayışta ve toplumsal hayatta da
şehvet hastalıklarını beraberinde getiren tehlikelerle dört bir yandan
kuşatılmış bulunmaktadır. Bu hastalıklar, müslümanların hayatında daha
derinlere inmesi için İslam ile savaşmak amacına yönelik kötü bir planın,
İslam ümmetine karşı hazırlanan kötü komplonun bir parçasıdır. Bunu “Yeni
Dünya Düzeni”, Hak ile batılı, maruf ile münkeri, iyi ile kötüyü, sünnet ile
bid’ati, sünnetten gelen ile bid’at olanı, Kur’an ile sonradan değiştirilmiş
ve neshedilmiş Tevrat ve İncil gibi kitapları, cami ile kiliseyi, müslüman
ile kafiri birbirine karıştırmak amacını güden “karıştırma teorisi”1
ile dinleri birleştirme çerçevesi içerisinde benimsemiş bulunmaktadır.
İşte bu “karıştırma teorisi”, dini mü’minlerin nefislerinde yiyip bitirmek
müslüman toplumu güdülen bir sürü haline getirmek, inancı sarsılmış
şehvetlerine ve zevklerine gömülmüş, duygusuz bir hale geldiğinden ötürü,
marufu da maruf münkeri de münker olarak bilmeyen bir sürüye dönüştürmek
için ortaya konulmuş en hainane bir plandır. Bunun sonucunda bu toplumun
bedbaht olan kimseleri, hüsrana uğramış bir şekilde topukları üzerine
gerisin geri dönsün ve aşama aşama dininden ayrılıp irtidat etsin.
Bütün bunlar dostluk ve düşmanlık (velâ ve berâ) sınırlarını çiğneyerek
Allah için sevme, Allah için buğzetme duygularını peyderpey aşındırma,
dilleri hak sözü söylemekten alıkoymak, hayır namına bir kalıntıya sahip
olan kimseler için ithamlar üreterek onları terörizm, aşırılık, köktencilik,
gericiklik ve buna benzer kafirlerin müslümanlar için, batılılaşmış
olanların iman edip sebat eden kimseler için, galip gelenlerin müstazaf
kimseler için uydurdukları benzeri diğer lakaplarla itham etmek suretiyle
cereyan etmektedir.
Ümmetin sulandırılması, şehvetlerine gömülmesi, ahlâkının çözülmesi yolunda
bu tehlikelerin en uğursuzları ve en etkin olanları arasında, gerek kendi
hanımları, gerek mü’minlerin hanımları için İslami erdemi himaye etmekten
yüz çevirmiş bulunan fitne propagandacılarının, fitnenin basamaklarında
yükselmeye, hayasızlığı yaygınlaştırmaya çalışmalarıdır. Bunlar namusların
temizliğini koruyup muhafaza etmekten yüz çevirmiş, bunları yerlerinden
sarsmaya yönelmişlerdir. Bu kapıları kırıp geçmek için umutlanmışlardır.
Bütün bunlar, günahkârlığa davet eden propagandalar ve kadın hakları,
kadının özgürlüğü, erkeklerle eşitliği ve benzeri saptırıcı sloganlar adı
altında yapılmak istenmektedir. Ve buna benzer açıklanması uzayıp gidecek
bir takım propaganda sloganları altında bunları sürdürmektedirler. Bunları
küçücük akıllarla ve hasta fikirlerle ele almışlar, İslam topraklarında ve
müstakim toplumlarda bunlara çağırmakta ve koşmaktadırlar. Maksatları ise
örtüyü kaldırıp atmak, çıplaklığı, açıklığı, ihtilâtı yaygınlaştırmaktır; ta
ki tesettüründen sıyrılmış kadın, lisan-ı haliyle: “İşte ey her türlü şeyi
mübah görenler size hazırlandım” desin.
Onlar bu tuzaklarını sinsice uygulamaya koymak istediler. Bunun için önce
çocuk bakım evlerinde kız ve erkeklerin karışmasını sağladılar. Çocuklar
için medya araçlarında programlar koydular, çocukları birbirleriyle
tanıştırdılar, toplantılarda her iki cinsten çiçeklerin –demetlerini değil-
çelenklerini sundular… İşte çoğu insanların önemsemediği bu tür
başlangıçlarla hicap delinir ve ihtilat kurumlaştırılır.
Çoğu kimseler başlangıç olan bu işlerin maksatlarını kestiremez. Aynı
zamanda bunların kaynaklarını da bilemez. Nitekim moda diye bilinen
hayasızca ve seviyesiz kıyafetlerin değişiminde de durum böyledir. Moda
aslında ırzlarını kaybetmiş “fahişe”lerden gelen bir rüzgardır. Bu sebeple
onlar bizzat kendi namuslarını yenilenip duran kıyafetlerle teşhir ederler.
Bu ise çıplaklığın ve sefilliğin en ileri derecesidir. Çarşı pazar bu tür
elbiselerle dolup taşmakta, kadınlar da bunları satın almak için
birbirleriyle yarışmaktadırlar. Eğer bunların kokuşmuş kaynağını bilselerdi
hiç şüphesiz kendilerinde haya kırıntısı kalmış bulunanlar bunlardan
uzaklaşırlardı.
Harama başlangıçlardan birisi de küçük çocuklara çıplaklaştırıcı elbiseler
giydirmektir. Çünkü bu yolla küçük çocuklar bu elbiselere alışmakta,
bunlardaki başkalarına benzeme ve çıplaklık ile ziynetin başkasına
gösterilmesi haline alışmaktadırlar.
Bu şekilde bu komplocular çeşitli yolları izlediler. Kadının çıplaklığını
yüksek sesle istediler, dört bir yandan onun açılması gerektiğini
söylediler. Kimi zaman bu işin propagandasını yaparak, kimi zaman
uygulayarak, kimi zaman fesat sebeplerini yaygınlaştırarak bu işi yapmaya
kalkıştılar. Sonunda insanlar karmakarışık bir durum ile karşı karşıya
kaldılar. Çoğu kimsenin ruhunda iman sarsıntıya uğradı. Güç, kudret ancak
aziz ve hakim olan Allah’tandır.
O halde mü’min kadınların sıkıntısını kaldıracak, garezkâr batıcıların din
ve ümmete yönelik kötülüklerini bertaraf edecek, Allah’ın mü’min hanımlardan
ibadet olarak istediği farz olan hicabı hatırlatacak, haya ve iffeti,
mahremlere karşı şer’i kıskançlığı koruyacak, Allah ve Resûlünün haram
kıldığı çıplaklıkla, açılıp saçılmakla, ihtilat ile fazilete karşı savaş
vermekten sakındıracak, fazilete ihanet edenlerin ve rezalete çağıranların
yüzüne şamar gibi inecek, hak sözü yüksek sesle söylemek kaçınılmaz bir
şeydir; ta ki iffetli olan hanımın lisan-ı hali :
“Uzak dur benden, uzak dur benden
Sen benden değilsin, ben de değilim senden”
desin ve yüce Allah bununla kullarından dilediği kimselere mahremlerini,
kadınlarını bu kötü propagandalardan korumak uğrunda sebat versin. Şüphesiz
bu kötü propagandaların hiç birisini iyi bir şekilde yorumlamaya imkân
yoktur. Çünkü müslümanların da tanık olduğu çıplaklık, açılıp saçılmak, bu
saptırıcı propagandaların sızdığı bütün İslamî toplumlarda hayasızlığın
yaygınlığı, buna imkân vermektedir.
Hatta basın bu husuta o kadar aşağılık derecelere inmiştir ki; toplumun
değerlerine karşı çıkmak, bazı aşağılık kimselerin, alçakça eğilimlerini
hobi olarak göstermesi gibi hayasızlığa ön ayak olan bir takım sapık
eğilimleri açığa vuracak seviyeye kadar ulaşmış bulunmaktadır… ve buna
benzer ahlakî kayıtlardan ve manevi bağlardan sıyrılıp uzaklaşmayı ifade
eden bir takım görüntüleri yayınlayacak hale gelmiştir.
Baba, oğul, kardeş, koca ve benzeri bir kadının sorumluluğunu Allah’ın
kendisine yüklediği her bir erkek, kadının hicabı bırakıp açılmasına hayadan
uzaklaşmasına meydan vermekten çekinsin, Allah’tan korksun; dünya
menfaatlerini, nefislerin arzu ve isteklerini; namus ve haysiyeti korumak,
âhirette uçsuz bucaksız mükafâata nail olmak gibi, daha hayırlı ve kalıcı
olan şeylere tercih etmekten sakınsın.
Müslüman hanımlar da Allah’tan korkmalı, kendilerini Allah’a teslim etmeli,
Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’i biricik önder
kabul etmeli, başıboşluğa, hayasızlıklara ve kokuşmuşluğa davet eden
kimselere iltifat etmemelidirler. İmanı, gerçek, yakini güçlü olan kimse,
Alah’a bağlanır, onun şeriatı üzerinde dosdoğru yol alır.
Elinizdeki bu kitapçık, şu iki hususta yolumuzu aydınlatmaya çalışmaktadır:
Erdemin esasları, korunması ve mü’min hanımların ona bağlanması için teşvik
edilmesi.
Kadını erdemsizliğe çağıran kimselerin iç yüzünün açığa çıkartılması ve
mü’min hanımların erdemsizliğe düşmekten sakındırılması.
Birinci bölümün ortaya konulmasıyla ikinci noktaya verilecek kesin cevap da
açıkça bilinmiş olacaktır. Yüce Allah’ın izniyle bu anlatılanlar Allah’ın
basiretini nurlandırdığı, hidayete iletmek isteyip ona sebat vermeyi
dilediği kimseler için ikna edici doğru yolu göstericidir ve yeterli bir
öğüttür. Herkes kendisini hesaba çekebilcecek durumdadır. Onun için neyin
nereden gelip nereye gittiğine iyice dikkat etmelidir. Ben tebliğimi
yaptım, Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.
Bu kitapçık kadın hakkında yazılmış ikiyüz kadar kitap, broşür ve makaleden
özetlenmiş ve ortaya çıkarılmıştır. Tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri alanlara
dair kitaplar bunun dışındadır. Bir takım ifade ve cümlelerin kaynaklarını
göstermek suretiyle bu kitapçığı ağırlaştırmak istemeyerek, burada bu
kadarcık işarette bulunmakla yetindim. Şüphesiz yüce Allah’ın mü’min
erkeklerle kadınların kalplerine kendisiyle sebat verdiği hususlardan birisi
de bir takım âyetlerde Kuran-ı Kerim’in sırlarına gerektiği gibi dikkat
çekmektir. İşte bu kitapçıkta kitabın sahifeleri arasında bu kabilden bir
çok örneğe rastlanılacaktır.
Bu kitapçığımın güzel bir şekilde kabul görmesini sağlamasını Cenab-ı
Allah’dan niyaz ederim. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.
Bekr b. Abdullah Ebu Zeyd
1.4.1420 h.
Hem bedenî, hem manevî, hem şer’î bakımdan erkek ile kadın arasındaki
farklılıklar kader açısından, şer’î açıdan, maddi ve aklî açıdan apaçık
ortadadır.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Yüce Allah erkek ve kadını insan türünün erkek
ve dişi olmak üzere iki ayrı parçası halinde yaratmıştır.
“Erkek ve
dişiden ibaret olan ikili çifti o yaratmıştır.”
(en-Necm, 53/45)
Herbirisi kendi alanında kâinatın imar edilmesi için çalışır. Yine kâinatı
yüce Allah’a kulluk etmek suretiyle imar etmekte ortaktırlar. Dinin genel
esasları bakımından erkek ile kadın arasında herhangi bir fark sözkonusu
değildir: Tevhid, itikad, imanın hakikatleri, sadece Allah’a teslim olmak,
sevap ve mükâfat, teşvik ve korkutmaya dair buyruklar, faziletler gibi
hususlarda…
Genel olarak haklar ve görevlerle ilgili genel şer’î hükümler bakımından da
aralarında hiç bir fark yoktur:
“Ben cinleri de
insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”
(ez-Zâriyât,
51/56);
“Erkek olsun
kadın olsun kim mü’min olduğu halde salih amel işlerse biz şüphesiz ona çok
güzel bir hayat yaşatırız”
(en-Nahl, 16/97)
“Erkek veya
kadın her kim mü’min olarak salih amel işlerse; işte onlar cennete girerler
ve kendilerine hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi zulmedilmez.”
(en-Nisâ,
4/124)
Fakat yüce Allah yaratılışın nitelikleri, görünüm ve var edilişleri
itibariyle erkeğin dişi gibi olmamasını hüküm ve takdir ettiğinden ötürü,
erkeklikte yaratılış bakımından bir mükemmellik ve tabii bir güç vardır.
Dişiler ise yaratılış, karakter ve tabiatları itibariyle ondan biraz daha
eksiktir. Çünkü dişinin ay hali, gebelik, doğum, süt emzirme, süt emen
bebeğin halleri, ümmetin gelecek neslinin eğitilmesi gibi sorumlulukları
vardır. İşte dişi bundan ötürü Adem aleyhisselam’ın eğe kemiğinden
yaratılmıştır. O onun bir parçasıdır. Ona tabidir. Ona aittir. Erkek ise
dişinin işlerini görüp gözetmek, onu korumak, ona gereken harcamaları yapmak
hususlarında ve her ikisinden meydana gelen zürriyet üzerinde kendisine
güvenilen sorumlu kişidir. Yaratılış itibariyle ortaya çıkan bu farklılığın
etkisi de güçleri ve bedenî, aklî fikrî duygusal ve iradî kudretleri iş ve
sorumlulukları yerine getirmek, bu hususta yetkinlik bakımından farklılıklar
vardır. Buna ek olarak modern tıp alimleri her iki cinsin yaratılış
farklılıkları bakımından hayret verici bilgilere ulaşmışlardır.
Bu tür farklıklar sebebiyle bir takım şer’î hükümler sözkonusu olmuştur.
Herşeyden haberdar ve herşeyi bilen yüce Allah’ın sonsuz hikmeti gereği bazı
şer’î hükümlerde erkek ile kadın arasında farklılık, ayrılık ve üstünlük
sözkonusudur. Onların herbirisinin yaratılışına ve oluşumuna uygun düşen
görevlerde, her birisinin gücünde görevini yerine getirişinde, herbirisinin
insan hayatı hususu onda kendi alanı ile ilgili özel durumunda farklılıklar
sözkonusudur. Böylelikle hayat mütekâmil bir hal alır ve onların herbirisi
bu hayatta kendine düşen görevi yerine getirir.
Şanı yüce Allah, erkeklere yaratılış ve oluşumlarına, bünyelerinin
terkibine, bu terkibin özelliklerine, yetkinliklerine, bunları yerine
getirmek hususundaki yeterliliklerine, sabırlarına, gayretlerine,
vakarlarına uyan özel bir takım hükümler koymuş ve onların genel olarak
görevleri evin dışında olup evin içinde bulunanlar için çalışmak ve gerekli
harcamaları yapmak olarak tesbit edilmiştir.
Şanı yüce Allah kadınlara da yaratılışlarına, oluşumlarına, bünyelerinin
terkibine ve özelliklerine, yetkinliklerine uygun ve görevlerini yerine
getirmeleri ve katlanış güçlerinin azlığı ile bağdaşan özel bir takım
hükümler koymuştur. Onların görevleri de genel olarak evin içerisinde evin
işlerini yerine getirmek ve onun içinde yaşayan ümmetin gelecek neslini
eğitmektir.
Yüce Allah, İmran’ın hanımının söylediği: “Erkek ise kız gibi değildir”
(3/36) buyruğunu bize aktarmış bulunmaktadır. Yaratmak, emir vermek,
hüküm ve şeri’at koymak yalnız kendisinin olan Allah’ın şanı ne yücedir:
“İyi bilin ki;
yaratma da emretme de yalnız onundur”
(el-Araf, 7/54)
İşte yaratılış, oluşum ve kabiliyetler bakımından yüce Allah’ın kaderi ve
kevnî iradesi bu doğrultudadır ve işte yüce Allah’ın emir, hüküm ve teşrî
hususundaki dinî ve şer’î iradesi budur. Her iki irade kulların menfaatleri,
kâinatın imar edilmesi, fert, aile, cemaat ve insan toplum hayatının düzeni
için bir araya gelmiş, aynı hedefte toplanmış bulunmaktadır.
1-
Erkeğe özgü bazı hükümler: Onlar evi korumak, gözetmek, faziletlerin
koruyuculuğunu yapmak, aşağılık halleri önlemek, türlü musibetlere karşı
korumak gibi sorumluluklarla evlerinin kavvâmı (reiseri,
doğrultucuları)dırlar. Aynı şekilde onlar evlerin içerisinde bulunanlar için
kazanmak ve onlara gerekli harcamaları yapmak (infak) ile de kavvâm
(görevli)dırlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Erkekler
kadınlar üzerine yöneticidirler. Bu, Allah’ın bazılarını bazılarına üstün
kılmış olmasından ve erkeklerin (kadınlara) mallarından infak etmelerinden
dolayı böyledir. İyi kadınlar, itaatlı olan ve Allah’ın koruması ile
kendileri de gizli olanı koruyanlardır.”
(en-Nisa, 4/34)
Şimdi Tahrîm Suresi’nde yüce Allah’ın “altında” diye kullandığı Kur’ânî
lafızda bu kıyâmın (kavvâmiyetin, reisliğin) etkilerine bir bakalım:
“Allah kafirlere
Nuh’un karısıyle Lut’un karısını misal olarak verdi. Bunların ikisi de
kullarımızdan iki salih kulun (nikâhı) altında idiler.”
(et-Tahrîm,
66/10)
Yüce Allah’ın: “altında” buyruğu, bu iki kadının kocaları üzerinde herhangi
bir otoriteleri bulunmadığını, otoritenin erkeklerin lehine onların üzerinde
bulunduğunu ortaya koymaktadır. O halde kadın erkeğe eşit de olamaz; onun
üstüne de ebediyyen çıkamaz.
2-
Peygamberlik ve risâlet sadece erkekler arasında görülmüştür. Kadınlardan bu
görevle kimse gelmemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Senden önce
peygamber olarak gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli
erkeklerden başkaları değildi.”
(Yusuf, 12/109)
Müfessirler: Yüce Allah kadın, melek, cin yahut bedevi bir kimseyi peygamber
olarak göndermemiştir, diye açıklamışlardır.
3-
Velâyet-i amme (halifelik) ve hakimlik, valilik ve buna benzer onun adına
vekaleten uygulama yapan makamlar ile nikâh gibi diğer velâyetler de
–kadınlar dışarıda kalmak suretiyle- sadece erkekler için söz konusudur.
4-
Erkeklere has ve kadınlar hakkında sözkonusu olmayan pek çok ibadetler
vardır. Cihadın ve cuma namazı kılmanın farziyyeti, ezan ve kamet getirmek
ve benzeri ibadetler.
5-
Talâk kadının değil, erkeğin yetkisindedir. Çocuklar da kadına değil,
erkeğin nesebine nisbet edilirler.
6-
Erkek mirasta dişinin iki katını alır, diyet, şahitlik ve benzeri durumlarda
da erkek iki kadının yerini tutar.
İşte bu ve benzeri erkeklere has bir takım hükümler ile yüce Allah’ın Talak
âyeti diye bilinen âyetin sonunda yer alan: “Erkeklerin ise kadınların
üstünde bir dereceleri vardır Allah azizdir hakimdir” (el-Bakara, 2/228)
buyruğunun anlamı budur.
Yüce Allah’ın kadınlara özel olarak tesbit etmiş olduğu hükümlere gelince
bunlar ibadetler muamelat evlenme ve buna bağlı olan hususlarla yargı
(hakimlik) ve benzeri hususlarla alakalı pek çok konu altında
düzenlenmiştir. Bunlar Kur’an ve sünnetten konu ile ilgili fıkhi eserlerden
öğrenilebilir hatta geçmiş dönemde de günümüzde de yanlızca bu alana dair
eserler de yazılmıştır.
Bu hükümlerin bir bölümü kadının hicabı ve erdeminin korunması ile
alakalıdır.
Yüce Allah’ın erkek ve kadına özel olarak tesbit etmiş olduğu bu hükümler
bir takım hususları da ifade eder. Aşağıda kaydedeceğimiz üç husus bunlar
arasında yer alır:
1-
Erkek ile kadın arasında maddi manevi ve şer’i farklılıkların bulunduğuna
inanmak ve bunları teslimiyet ile karşılamak. Herkes Allah’ın takdiri ve
şeriatı itibariyle kendisine tayin etmiş oldukları ile razı olmalıdır. Bu
farklılıkların adaletin ta kendisi olduğuna insanlık toplumunu hayatının
bununla nizam ve intizam bulacağına inanmak.
2-
Erkek olsun kadın olsun hiç bir müslüman Allah’ın diğerine tahsis etmiş
olduğu sözü geçen farklılıkları temenni etmemelidir. Çünkü böyle bir
temenni Allah’ın kaderine Allah’ın hüküm ve şeriatine razı olmamak
demektir. Kul rabbinden lütf-u ihsan istesin. İşte bu kıskançlığı ortadan
kaldıran, mü’min ruhu güzel bir şekilde eğiten, Allah’ın kaza ve takdirine
razı olmaya alıştırıp bu yolda eğiten şer’i bir edeptir. Bundan dolayı yüce
Allah böyle bir razı olmayışı yasaklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın
kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin.
Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vadır. Onun lûtfundan isteyin. Şüphesiz Allah
herşeyi çok iyi bilendir”
(en-Nisa, 4/32)
Âyetin nüzul sebebi, Mücahid’in rivayetine göre şöyledir: Umm Seleme
“Ey Allah’ın Resûlu” dedi “Erkekler gazaya çıkıyor, biz ise çıkmıyoruz. Hem
bizim mirastan payımız (erkeklerin) yarısıdır” dedi. Bunun üzerine:
“Allah’ın kendisi ile kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni
etmeyin…” Âyeti nâzil oldu. Bunu Taberi, İmam Ahmed ve başkaları rivayet
etmiştir.
Taberi –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Bununla şanı
yüce Allah şunu demek istemektedir: Allah’ın kendisi ile kiminizi kiminize
üstün kıldığı şeyleri arzulamayınız. Nakledildiğine göre bu erkeklerin
konumunda olmayı temenni eden ve erkeklere has bir takım özelliklerin
kendilerinin de olmasını isteyen bir takım kadınlar hakkında inmiştir. Yüce
Allah kullarına batıl temennilerde bulunmayı yasaklayarak kendi lütfundan
dilekte bulunmayı emretmektedir. Çünkü temennilerde bulunmak kişileri
kıskançlığa ve haksız yere azgınlığa iter.”
3-
Sadece temennide bulunmak bile Kur’ân nassıyle yasaklandığına göre; erkek
ile kadın arasındaki şer’î farklılıkları inkâr ederek bunları ortadan
kaldırmaya davet eden, eşitlik isteyen ve “erkek kadın arasında eşitlik” adı
altında buna çağıran kimselerin durumu ne olabilir? Şüphesiz ki bu inkârcı
bir nazariyedir. Çünkü böyle bir iddia ile erkek ile kadın arasındaki
yaradılış ve manevi bakımlardan mevcut farklılıklar hususunda yüce Allah’ın
kevnî ve kaderi iradesine karşı çıkmak ve daha önce bir bölümünden söz
ettiğimiz gibi bir çok hükümde erkek-kadın arasındaki farklılıkları ortaya
koyan kesin şer’î nasslar çerçevesinde İslam ile mücadeleye girişmek
demektir.
Yaratılış ve yetkinlik hususlarındaki farlılıklara rağmen, bütün hükümlerde
eşitlik söz konusu olursa, elbette bu fıtrata karşı çıkmaktır ve bu hem
üstün olana, hem daha alt mertebede bulunana zulmün ta kendisi olur. Hatta
beşeri toplumun hayatına bir zulümdür; çünkü bunun neticesinde üstün olanın
güçlerinin meyvelerinden mahrum kalınacak ve daha alt mertebede olanın
gücünün üzerinde de ağır yükler yükletilecektir. Hakimler hakiminin
şeriatinde bu kâbilden, bir hardal tanesi ağırlığı kadar zulüm dahi
bulunamaz. Bundan dolayı bu yüce hükümlerin himayesinde kadın anne olarak,
evinin idaresini üstlenen olarak, ümmetin gelecek nesillerinin eğiticisi
olarak daima teminat altında tutulmuştur.
Büyük ilim adamı Mahmud b. Muhammed Şakir’in az önce geçen Taberi’nin (VIII,
260) daki sözleri ile ilgili olarak şunları söylediğini görüyoruz: “Fakat bu
kabilden sözler ve arzular bu dönemin insanlarının bolca yaptıkları bir
iştir. Onlar bu hususu anlamakta öyle bir karışıklığa düşmüş bulunuyorlar ki
bundan kurtulabilmeleri ancak samimi bir niyyet, bu insanın tabiatını
sağilıklı bir şekilde kavramak, hiç bir dayanağı bulunmayan asılsız
temennileri ayırdedebilmek, üstün gelmiş toplumları taklit etmek
boyunduruğundan kurtulmak, günümüzdeki toplumları sağa sola savuran tutarsız
toplumların esaretinden özgürlüğe kavuşmakla mümkün olabilir. Fakat Allah’ın
kendilerine hidayet vermesini, hallerini ıslah etmesini dilediğimiz bizim
ümmetimizin insanları, sapıklık yoluna sürüklenmiş bozulan hallerini,
gayret, akıl ve hikmet ile düzeltebilecekleri şeylerle düzeltmek suretindeki
fesadı birbirine karıştırmış bulunuyorlar. İnsanlar öyle aşırıya gitmiş,
çağlarının basınına egemen olan kin sahibi propagandistler öyle çoğalmış ki,
artık kimse kimseyi anlamaz olmuş, akıllar karmakarışık bir hal almış, çoğu
insanların ayağı bu propagandistlerin arkasından kaymıştır. Nihayet dine
müntesip ilim ehli bir takım kimseler arasından bile bu husuta dindar
herkesin uzak olduğu sözler söylemekte olduğunu görecek hale geldik. Bir
ümmetin erkekleriyle, kadınlarıyla afet, musibet ve bilgisizliklerden uzak
sağlıklı bir hayat yaşaması ile ümmetin erkek ile kadın arasındaki her türlü
farkı bir kenara iterek işin –Ebu Cafer et-Taberi’nin (Allah’ın rahmeti
üzerine olsun) dediği gibi- kişileri kıskançlığa iten, haksızca azgınlığa
götüren, batıl temennilere dönüşmesi arasında büyük bir fark vardır.
Allah’ım, dillerin kalplere hainlik ettiği bir zamanda bizi dosdoğru yola
ilet! Yüce Allah’ın emrine kendileri hakkındaki hükmüne muhalefet eden
kimseler, –kendilerinden öncekileri alıp götürdüğü gibi, bu yeryüzündeki
izlerini silip süpürecek, onlardan geriye hiç bir şey bırakmayacak bir
musibetin kendilerine gelip çatmasından korksunlar.”
Bu esas ile ilgili açıklamalarımızla erkek ile kadın arasındaki maddi,
manevi ve şer’î farklılıklar ortaya çıkmış olmaktadır.
Bu esasa bağlı olarak zinet ve hicap hususlarında erkekler ile kadınlar
arasındaki farklılılara dair gelecek esaslar bina edilecektir.
Genel anlamıyla hicap, alıkoymak, setretmek (örtmek, kapatmak) demektir.
Erkek yahut kadın her müslümana farzdır. Erkek erkekler ile birlikte, kadın
kadınlar ile birlikte, biri diğeri ile beraber, her birisi fıtratına,
karakterine, kendisi için şeriatta belirlenmiş hayatî görevlerine uygun
düşecek şekilde hicap ile emrolunmuştur. Her iki cins arasındaki hicab,
yaratılış, güçler ve onların herbirisi için şeriatte tesbit edilmiş görevler
çerçevesinde farklılıklar arzeder.
Erkeklerin -göbekten diz kapağına kadar- hem erkeklere hem de kadınlara
karşı avretlerini setretmeleri farzdır. Bundan hanımları, yahutta erkeğin
sahip olduğu cariyeler müstesnadır.
Şeriat, şehveti uyandıran dokunmak ve bakmak korkusu dolayısı ile,
çocukların aynı yatakta bir arada uyumalarını yasaklamış ve birbirinden
ayrılmalarını emretmiştir.
Erkeğin üzerinde hiç bir şey bulunmaksızın namaz kılması yasaklanmıştır.
Erkek olsun kadın olsun çıplak hiç bir kimse Beytullah’ı tavaf edemez.
Erkek ya da kadın, kimsenin kendisini görmediği bir yerde geceleyin dahi
olsa, çıplak olarak namaz kılamaz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem çıplak yürümeyi yasaklayarak:
“Çıplak olarak yürümeyiniz” buyurmuştur.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yalnız kaldığımız takdirde
çırılçıplak soyunmamızı yasaklayarak: “Allah, insanlardan çok kendisinden
hayâ edilmeye lâyık olandır” diye buyurmuştur.
İhramda iki cins arasındaki farklılıklar bilinen bir husustur.
Erkeklerin, erkekliğe yakışmayan zinetlerle giyim, süs eşyası, konuşma ya da
benzeri herhangi bir yolla kadınlara benzemeleri yasaklanmıştır.
Erkeklere elbiselerini ayak bileğinden aşağıya sarkıtmaları yasaklandığı
halde, kadınlar ayaklarını örtmek üzere elbiselerini bir arşın kadar
sarkıtmaları emrolunmuştur.
Allah mü’minlere, gözlerini bakmaları yasak olan şeyler ile şehvetlerini
harekete getirecek her bir şeye bakmaktan sakınmalarını emretmiştir. Bu
nefsin kendisini harama düşürmesi muhtemel olan herhangi bir şeye göz
dikmekten uzaklaştırılması hususunda pek büyük şer’î bir edeptir.
Erkeklerin tüyü bitmemiş çocuklarla başbaşa kalmaları, şehvetle yahutta
şehvetin galeyâna gelmesi korkusu ile onlara bakmak da yasaklanmıştır.
Ve buna benzer günahlardan pisliklerden insanı arındıran ve tertemiz eden
başka hususlar… Çünkü böylesi kişiye imanın tadını almak imkanını verir,
kalbini nurlandırır, güçlendirir, edep yerlerini korumasını,
hayasızlıklardan, çirkinliklerden, mertliğe yakışmayan işlerden uzak
kalmasını sağlar, hayasını korur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den:
“Haya hayırdan başka bir şey getirmez” dediği sabittir.
Bütün mü’min kadınlara yüz ve eller de dahil olmak üzere, bedenin tamamını
örten şer’î hicaba riayet etmek şer’an farzdır. Hicabı sağlayan bu elbise,
ziynet eşyası ve buna benzer edinilen bütün ziynetleri her türlü yabancıya
karşı koruyacak şekilde olmalıdır. Böyle bir hicabın farz oluşu Kur’an ve
Sünnetteki pek çok delil ile Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
çağından itibaren Raşid halifeler dönemindeki mü’min kadınlara varıncaya
kadar gelen amelî icmâ’ delil teşkil etmektedir. Böylelikle faziletli
nesillerden sonra da İslam devletinin küçük devletçiklere bölündüğü hicri
ondördüncü asır ortalarına kadar bu uygulama, bu şekilde devam edegelmiştir.
Bu husutaki sahih rivayetler ve kıyas da bunun farz olduğuna delildir.
“Maslahatların gerçekleştirilmesi ve mefasedetlerin bertaraf edilmesi”
şeklindeki sahih kaide de bunu gerektirmektedir.
Kadına farz olan bu hicap kadın evde bulunuyor ise, duvar ve perdelerin
arkasında olmakla; şayet kendisine yabancı (nâmahrem) bir erkeğin karşısında
evin içinde ya da dışında bulunuyor ise, o takdirde hicap şer’î elbise ile
yani onun bütün bedenini ve edinilmiş diğer ziynetlerini örten aba ve baş
örtüsü ile gerçekleştirilecektir. Nitekim nasslar böyle bir hicabın ancak
şartlarını taşıdığı takdirde şer’î bir hicap olduğunu orataya koymaktadır.
Yine nasslar bu hicabın pek büyük faydalarının olduğunu, pek çok hayırları
ve oldukça büyük erdemleri ihtiva ettiğini ortaya koymaktadır. Bundan dolayı
şeriat, bu hicabı ortadan kaldıracak yahut bu hususta gevşekliğe gitmeyi
engelleyecek bir takım sebeplerle onu kuşatmış bulunmaktadır.
Bundan dolayı bu esası dört önemli meseleyi ele alarak açıklamamız
gerekmektedir:
Birinci mesele:
Hicabın tarif edilmesi
İkinci Mesele:
Hicab kaç örtü ile olur
Üçüncü Mesele:
Mü’min hanımlara hicabın farz oluşunun delilleri
Dördüncü Mesele:
Hicabın faziletleri hakkında olacaktır
Şimdi bu meseleleri açıklayalım:
Hicab, sözlük anlamı itibariyle örtmek, engel olmak, engel koymak anlamları
çerçevesinde dönüp dolaşan bir masdardır.
Kadının hicabı şer’î anlamı itibariyle:
Kadının bütün bedenini ve ziynetini örtmesi demektir. Bu örtme, ona yabancı
olanların (namahremlerin), bedenini yahutta süslendiği herhangi bir
ziynetini görmelerini engellemeli ve bu örtünme, ya elbiselerle yahut da
evin içinde bulunmakla gerçekleşmelidir.
Bedenin örtünmesi bedenin tamamını kapsar, yüz ve eller de bedenin kapsamı
içerisindedir. İleride yüce Allah’ın izniyle buna dair deliller oraya
konacaktır.
Kadının ziynetinin örtünmesine gelince; kadının yaratılışı dışında kalıp
kendileriyle süslendiği eşyanın örtünmesi demektir. İşte yüce Allah’ın:
“Süslerini göstermesinler” (en-Nur, 24/31) buyruğundaki “ziynet: süs”
‘ün anlamı budur. Buna “edinilen ziynet” adı verilir. Yüce Allah’ın:
“Ondan görünen kısmı müstesnâ” buyruğundaki istisnâ, görünmeleri halinde
kadının bedeninin herhangi bir bölümünün görünmesini gerektirmeyen, sonradan
edinilen ve dışarıda bulunan ziynettir. Cilbâbın yahut abanın dış kısmı
gibi. Bunun görünmesi zorunlu bir şeydir. Aynı şekilde rüzgarın abayı açarak
altındaki elbisenin görünmesi de böyledir. İşte yüce Allah’ın: “Ondan
görünen kısmı müstesnâ” buyruğunun anlamı budur. Yani isteyerek değil de
istemeyerek görünen kısmı demektir. Çünkü yüce Allah: “Allah hiç bir
nefse takatinden fazlasını yüklemez” (el-Bakara, 2/286) buyurmaktadır.
“Görülmeleri bedeninden bir kısmını görmeyi gerektirmeyen” şeklindeki
ifademiz, kadının kullandığı fakat bununla birlikte görülmeleri bedeninden
bazı yerleri görmeyi gerektiren süsleri kapsam dışı bırakmak içindir.
Gözlerdeki sürme gibi. Sürmenin görülmesi yüzü kısmen de olsa görmeyi
gerektirir. Kına ve yüzük te böyledir. Bunlar görülürlerse el de görülür.
Küpe, gerdanlık ve bilezik te görülecek olursa, açıkça anlaşılacağı gibi,
bunların bedendeki yerlerinin de görülmesini beraberinde getirir.
Âyet-i kerimedeki “ziynet” kelimesinin anlamı, bedenin bir kısmı
olmayıp edinilen ziynet olduğunun delili şu iki husutur:
1.
Arap dilinde ziynetin anlamı budur.
2.
Kur’an-ı Kerimde ziynet (süs) lafzı ile dış süs yani sonradan edinilen
süsler kasdedilir. Bu aslın bazı cüzleri kasdedilmez. Bu durumda Nur
suresindeki âyet-i kerimede geçen “ziynet: süs”ün anlamı, doğru bir şekilde
anlaşılacak olursa, görülmesi kendileriyle süslenilen bedenin bir bölümünün
görülmesini gerektirmeyen, edinilen ziynet olduğu ortaya çıkacaktır. Çünkü
ancak bu anlam kabul edildiği takdirde şeriatın hicabı farz kılmasındaki
maksat tahakkuk eder. Bu ise tesettür, iffet, haya, gözün haramdan
sakınılması, mahrem yerlerin korunması, erkek ve kadınların kalplerinin
temiz tutulmasıdır. Böylelikle de kadın hakkında beslenilen umutlar ortadan
kaldırılmaktadır. Böylesi şüpheden, fesad ve fitne sebeplerinden daha bir
uzaklaştırıcıdır.
Hicab’ın “örtmek” anlamında genel bir lafız olduğunu öğrendik. Burada bu
lafızla kadının bedenini ve onun edinmiş olduğu elbise, süs eşyası ve
benzeri şeylerini yabancı erkeklere karşı örten örtü kasdedilmektedir. Hicap
nassların delâletlerinin tetkik edilmesi sonucu şu iki husustan birisi ile
tahakkuk eder:
1-
Evlerden ayrılmamak suretiyle hicap: Çünkü evler kadınları yabancı
erkeklere ve onlar ile karışmaya karşı örter.
2- Elbise ile
örtünmesi:
Bu da cilbâb ve himâr ile örtünmekledir. Buna aba ve misfa’ adları da
verilir. Buna göre elbise ile hicap (tesettür ve örtünme) şöylece
tanımlanabilir: “Kadının yüzü, elleri ve ayakları dahil olmak üzere
bedeninin tamamı ile edinilmiş ziynetini yabancıların bunlardan herhangi
birisini görmesini önleyecek şekilde setredip örtmesidir.” Bu örtünme
(hicap), cilbâb ve himâr ile tahakkuk eder. Bunları şöylece açıklayabiliriz:
Tekil bir kelime olup çoğulu “humur” diye gelir. Anlamı örtmek ve setretmek
etrafında döner, durur. Himâr, kadının başını, yüzünü, boynunu ve alnını
kendisi ile örttüğü şeyin adıdır.
Buna göre üzeri örtülen ve setredilen her bir şeyin üzerine “himâr” çekilmiş
olur.
Meşhur: “Hammirû âniyetekum: Kablarınızın üstünü, ağızlarını örtünüz”
hadisinde de bu lafız bu anlamda kullanılmıştır.
el-Munirî’nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
“Takvâlarından dolayı parmak uçlarını dahi örterler (:yuhammirne)
Ve gece karanlığında örtülerine bürünerek dışarı çıkarlar.”
Araplar buna aynı zamanda “mikna’” adını da verirler ki çoğulu “mekâni’”
diye gelir. Bu da örtmek anlamındaki “tekannu’” den türetilmiştir. İmam
Ahmed’in Müsned’inde rivayet ettiği hadisde de bu kökten gelen lafız
kullanılmıştır: “Peygamber sallallahu aleyhi vesellem iki rekat namaz
kıldı mı ellerini kaldırıp dua eder ve onlarla yüzünü örterdi (yüzüne
sürerdi.)”
Baş örtüsüne “nasîf” adı da verilmektedir. Nâbiğa bir kadını anlatırken
şunları söylemektedir:
“Nasifi (başörtüsü) düştü; fakat onu düşürmek istememişti,
Eliyle onu aldı ve bize karşı elleriyle kendisini korudu.”
Buna “el-ğudfe” adı da verilir. Kökü “ğadefe” harflerinden ibaret olup sahih
ve illetli harfi bulunmayan bir köktür. Örtmek ve üzerini kapatmak
anlamlarını ifade eder. “Ağdefet el mer’atu kinâ’ahâ: Kadın peçesini yüzünün
üzerine örttü, saldı” denilir.
Şair Antere şöyle demektedir:
“Şayet seni görmeyeyim diye peçeni yüzüne örtersen (in tuğdifi), şunu bil ki
ben;
Zırhlara bürünmüş suvariyi bile yakalayan, maharetli birisiyim.”
“Misfa” da denilir. Fasih arap dilindeki asıl anlamı; ne olursa olsun her
türlü elbisedir. Avam buna “eş-île” adını da verir.
Himârı (başörtüsünü) başının üzerine koyar, sonra onu çenesinin etrafından
ve yüzünün üzerinden çevirecek şekilde, boynunun üzerine sarkıtır, daha
sonra artan bölümünü yüzünün, gerdanının ve göğsünün üzerine bırakır,
böylelikle evinde açması adet olan yerlerini de tamamen örtmüş olur.
Bu baş örtüsünün, altındaki saçlarını, yüzünü, boynunu, gerdanını, göğsünü
ve küpe taktığı yerleri göstercek şekilde ince olmaması gerekir. Umm
Alkama’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Abdurahman b. Ebi Bekr’in kızı
Hafsa’nın Âişe radıyallahu anha’ın yanına girdiğini gördüm. Üzerinde
alnını gösterecek kadar ince bir başörtüsü vardı. Âişe bu örtüyü çekerek
yırttı ve: “Sen Allah’ın Nur suresinde ne indirdiğini bilmiyor musun” dedi.
Sonra bir baş örtüsünün getirilmesini isteyerek onu üzerine örttü. Bunu İbn
Sa’d, Muvatta’da İmam Malik ve başkaları rivayet etmiştir.
Çoğulu “celâbîb” diye gelir. Cilbâb kadının başından ayaklarına kadar
kendisiyle örtündüğü üzerindeki elbise ve ziynetiyle bütün bedenini örten
bir elbisedir.
Cilbâb’a mülâe, milhafe, ridâ, disâr ve kisâ da denilir. Arap yarım adasında
kadınların giyindikleri “abâye” diye adlandırılan da budur.
Kadın cilbâbı başının üstüne, başörtüsünün üzerinde, bütün bedenini ve
ziynetini ayaklarını örtünceye kadar salmasıdır.
Böylelikle kadının vucüt çizgilerini, üzerindeki elbiseleri ve süs
eşyalarını örtmesi gereken abada bir takım şartların bulunması gerektiği
anlaşılmaktadır:
Bu aba (cilbâb) kalın olmalıdır, ince ve şeffaf olmamalıdır.
Bu abanın başın üst tarafından giyilmesi gerekir. Omuzlar üzerinde değil.
Çünkü omuzlar üzerinde giyilmesi yüce Allah’ın mü’min hanımlara farz kıldığı
ve cilbâb adını alan elbiseden farklıdır. Ayrıca omuzlar üzerinde giyildiği
takdirde vucudun bir bölümünün çizgileri de ortaya çıkar. Diğer taraftan
erkeklerin kıyafetlerine, onların ridâ ve abalarını giyinmelerine benzeyiş
te sözkonusudur.
Bu abanın özü itibariyle de bir ziynet olmaması gerekir, süslemek gibi,
görünür bir ziynet de ilave edilmemelidir.
Abanın (cilbâbın) başın üst tarafından itibaren ayaklara kadar örtecek
özellikte olması gerekir. Böylelikle dizlere kadar örten ve “nısfu fecce:
yarım abaye” diye adlandırılan kıyafeti giyinmenin şer’î bir hicap olmadığı
anlaşılmaktadır.
Burada şu hususa dikkat çekmemiz gerekir. Yeni alışkanlıklardan birisi de,
adının yahut adının baş harflerinin arapça ya da başka bir dille görenin
okuyabileceği bir şekilde yazılmasıdır. Oysa bu kadın hakkında yeni bir
oyundur. Kadının başına türlü belâların gelmesine sebep olacak büyük bir
fitnedir. Dolayısıyla böyle bir işi yapmak ve bu yolla para kazanmak
haramdır.
Bilindiği gibi sahabe asrından ve onlardan sonra gelenlerden kesintisiz
olarak devralınan uygulama, uyulması ve kabul ile karşılanması gereken şer’i
bir delildir. Mü’min kadınlar arasında sürekli olarak devralınagelen amelî
uygulamanın icma ile ortaya koyduğu şu ki: Onlar herhangi bir zaruret ya da
bir ihtiyaç bulunmadıkça evlerinde kalır, dışarıya çıkmazlar aynı şekilde
mü’min hanımlar erkeklerin karşısına ancak örtünerek çıkarlar, yüzlerini
açmazlar, vucutlarından herhangi bir tarafı açıkta bırakmazlar, süs
takınarak görünmezlerdi. Müslümanlar bu uygulamayı ittifakla
yapagelmişlerdir. Sözkonusu bu uygulama onların iffet, temizlik, haya, edep
ve namusa düşkünlük binalarını yükseltmek maksatları ile de uyum arzeden bir
uygulamadır. Bu bakımdan kadınlarının yüzleri açıkta, bedenlerinin yahut
ziynetlerinin herhangi bir bölümünü örtmeksizin dışarı çıkmalarına imkân
vermemişlerdir. Bunlar İslam’ın ilk günlerinden, ashab ve onlara güzelce
uyan tabiin dönemlerinden bu yana bilinegelen, miras olarak devralınagelen
iki icma konusudur. Bunu aralarında Hafız İbn Abdilberr, İmam Nevevi,
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye ve başkalarının da bulunduğu büyük imamlar
topluluğu nakledegelmiştir. Bu uygulama İslam devletinin devletçiklere
bölünme zamanı olan -yaklaşık- hicri on dördüncü asrın ortalarına kadar
devam edegelmiştir.
Açılma önce Mısır’da yüzün üzerinden örtülerin kaldırılması ile başladı. Bu
uygulama daha sonra Türkiye’de, arkasından Suriye’de arkasından Irak’ta
görüldü. Daha sonra İslam ülkesinin batısında ve arap olamayan müslümanların
arasında da görülmeye başladı. Arkasından bu çıplaklık vücudu örten
elbiselerin tamamını çıkarmak demek olan açılıp saçılmaya kadar devam etti.
İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn.
Bu açılıp saçılmanın arap yarım adasında da bir takım başlangıçlarını
görüyoruz. Yüca Allah’dan sapan müslümanları hidayete iletmesini ve onlara
gelecek musibetleri bertaraf etmesini dileriz.
Şimdi bu husutaki delillerimizi ortaya koyalım:
Hicabın mü’minlerin bütün hanımları için genel ve ebedî bir farz olduğuna
dair Nur ve Ahzab surelerinde çeşitli deliller yer almaktadır. Bu delilleri
aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:
Birinci delil:
Yüce Allah’ın: “Evlerinizde oturun” buyruğudur:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey peygamber
hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takvalı
kimseler iseniz edâlı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık
bulunan kimse umutlanır. Siz hep uygun söz söyleyin. Evlerinizde oturun. İlk
cahiliyyeninki gibi açılıp saçılarak, salınıp yürümeyin. Namazı da dosdoğru
kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resûlune itaat edin. Ey ehl-i beyt, Allah
sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.”
(el-Ahzab,
33/32-33)
Bu, yüce Allah’ın peygamber hanımlarına bir hitabıdır, mü’minlerin hanımları
da bu hususta onlara tabidir. Yüce Allah’ın özel olarak peygamber
hanımlarına hitap etmesi şerefleri, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın
nezdindeki konunmları dolayısıyladır. Diğer taraftan onlar mü’minlerin
hanımları için uyulacak örneklerdir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e
de pek yakındırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman
edenler, tutuşturucusu insanlarla taşlar olan o ateşten, nefislerinizi ve
ailelerinizi koruyunuz…”
(et-Tahrîm, 66/6)
Mü’minlerin annelerinden –hâşâ- bir hayasızlık asla umulmamakla birlikte –ki
Kur’an ve Sünnetteki bütün hitaplar da bu şekildedir- bu buyrukla umum
kasdedilmektedir. Çünkü şer’i hüküm koymak, geneldir ve ayrıca muteber olan
lafzın genelliğidir. Sebebin özelliği değildir. Özel oluşuna dair delil
olmaya elverişli bir delil varid olmadıkça bu böyledir. Burada da böyle bir
delil yoktur. Yüce Allah’ın Resûlune şu hitabında da durum böyledir:
“Andolsun eğer
Allah’a ortak koşarsan, hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve andolsun sen
hüsrana uğrayanlardan olursun.”
(ez-Zümer,
49/65)
İşte bundan dolayı bu iki âyet-i kerimenin ve benzerlerinin hükümlerinin,
bütün mü’minlerin hanımları için genellik ifade etmesi öncelikle
sözkonusudur. Nitekim Yüce Allah’ın: “Onlara öf bile deme” (el-İsra,
17/23) buyruğu da böyledir. O halde –mesela- anne babayı dövmek öncelikle
haramdır. Hatta Ahzab suresindeki iki âyet-i kerimede sonradan gelen
ifadeler, hükmün hem mü’minlerin anneleri hem de onların dışındaki kadınlar
için umumi olduğuna delil teşkil edecek ifadeler vardır. Bunlar da yüce
Allah’ın: “Namazı da dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resûlune
itaat edin” buyruklarıdır. Bunlar dinden oldukları kesinlikle bilinen,
herkesi kapsayan genel farzlardır. Bu husus böylece anlaşıldığına göre, bu
iki âyet-i kerimede mü’minlerin bütün hanımlarına hicabın ve yüzün
örtünmesinin farz olduğuna üç bakımdan delâlet bulunmaktadır:
Birincisi:
Edalı söz söylemenin yasaklanışı:
Yüce Allah mü’minlerin annelerine -mü’minlerin hanımları da bu hususta
onlara tabidir- yumuşak ve edalı söz söylemeyi yasaklamıştır. Bu da
erkeklerle konuşurken sözü yumuşatmak ve bir çeşit kırıtarak konuşmaktır. Bu
yasak, kalplerinde zina arzusu hastalığı ve zinaya götüren sebepleri yapmak
için kalbinin tahrik olma hastalığı bulunan kimselerin ümitlerini kesmek
içindir. Böyle konuşmak yerine kadın, konuşma esnasında sözü uzatmadan,
gereksiz açıklamalar katmadan ve yumuşatmadan ihtiyaç kadarı ile konuşur.
Konuşmada yumuşak ve edalı söz söylemeyi yasaklayan bu şekil, hicabın
mü’minlerin hanımlarına farz olduğuna öncelikli olarak delil teşkil
etmektedir. Şüphesiz yumuşak ve edalı konuşmamak, mahrem yerini korumanın
sebeplerindendir. Yumuşak ve edalı konuşmamak, ancak haya, iffet ve
utangaçlık ile tahakkuk eder. İşte bu hususiyetler hicabda saklıdır. Bundan
dolayı evlerin içerisinde hicaplı bulunmak emri, bundan sonraki şekilde
sözkonusu edileceği üzere açık bir şekilde gelmiştir.
İkincisi:
Yüce Allah’ın: “Evlerinizde oturun” buyruğudur. Bu ise kadınların
bedenlerini yabancı erkeklere karşı evlerin içerisinde korumak hakkındadır.
Bu yüce Allah’ın mü’minlerin annelerine -ki bu şer’î hükümde mü’minlerin
hanımları onlara tabidir- evlerde kalmalarına orada huzur ve sükûn
bulmalarına, orada karar kılmalarına dair bir emridir. Çünkü kadının hayati
görevinin karargâhı orasıdır. Herhangi bir zaruret ya da bir ihtiyaç
olmadıkça kadın dışarı çıkmaktan kendisini alıkoymalıdır.
Abdullah b. Mesud radıyallahu anh dedi ki: Resûlullah sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Kadın bir
avrettir. Dışarı çıktı mı şeytan onu gözetler. Kadının rabbinin rahmetine en
yakın olduğu hal, evinin içinde bulunduğu vakittir.”
Bu hadisi Tirmizi ve İbn Hibban rivayet etmiştir.
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- fetvâlarında
(XV, 297) şunları söylemektedir: “Çünkü kadının erkekten oldukça farklı
olarak korunması ve muhafaza edilmesi gerekir. Bundan dolayı ona özel olarak
hicap emri verilmiş, süslerini açığa vurmayı terketmesi, açılıp saçılmaktan
vazeçmesi istenmiştir. Kadın hakkında elbiselerle ve evlerin içerisinde
gizlenme emri, erkek hakkında sözkonusu olmayacak şekilde emredilmiştir.
Çünkü kadının erkeklere görünmesi fitneye sebeptir; erkekler de onlar
üzerinde hakimdirler.”
Fetvâlarında (XV, 379) şunları da söylemektedir: “Başkalarının avretine ve
buna benzer muharremâta bakmaktan gözü sakınmayı kapsadığı gibi, insanların
evlerine bakmaktan gözü sakınmayı da kapsar. Çünkü kişinin, elbiseleri
kendisini nasıl örtüyorsa evi de bedenini öylece örter. Şanı yüce Allah
istizan (başkasının evine girmek için izin istemek) ile ilgili âyetten
sonra, gözü haramdan sakınmayı ve edep yerini korumayı sözkonusu etmiştir.
Çünkü evler tıpkı bedenin üstündeki elbiseler gibi örtücü şeylerdir. Nitekim
yüce Allah şu buyruğunda iki tür giyimi bir arada sözkonusu etmiştir:
“Allah yarattığı
şeylerden sizin için gölgeler yaydı. Dağlarda sığınıp barınacağınız yerler
yarattı. Sizi sıcaktan (ve soğuktan) koruyacak elbiseler ve (savaşta)
kendinizi kuvvetinizden (düşmanınızdan) koruyacak zırhlar bağışladı.”
(en-Nahl,
16/81)
Çünkü onların herbirisi sıcak güneş ve soğuk gibi yerine göre derinin
gözeneklerinden içeriye işleyen rahatsızlık verici hususlara ve Adem
oğullarının gözü, eli ve bunun dışındaki vasıtalarla verebileceği zararlara
karşı bir koruyucudur.”
Üçüncüsü:
Yüce Allah’ın: “İlk cahiliyyeninki gibi açılıp saçılarak, salınarak
yürümeyin” buyruğundaki ifadelerdir.
Yüce Allah mü’minlerin annelerine evlerinde oturmayı emrettikten sonra
çokça, dışarı çıkarak yüzleri açık, hoş kokular sürünüp süslenmiş, yüce
Allah’ın örtülmesini emrettiği güzellik ve ziynetlerini açığa çıkarmış bir
şekilde cahiliyye dönemindeki gibi açılıp saçılmayı yasaklamaktadır.
“Teberrüc:
açılıp saçılmak”
lafzı “burc” dan gelmektedir. Baş, yüz, boyun, göğüs, kol, bacak ve buna
benzer yaratılış itibariyle ziynet (süs) olan güzellikleri yahutta sonradan
edinilmiş süsleri göstermekte ileri gitmek te bu kabildendir. Çünkü çokça
dışarı çıkmak yahut açılıp saçılmakla birlikte dışarı çıkmak, pek büyük bir
fesat ve bir fitneyi ihtiva eder. İlk cahiliyye ile bunun nitelendirilmesi
konuyu açıklığa kavuşturan bir nitelemedir. Tıpkı yüce Allah’ın: “İşte
bunlar tam on gündür” (el-Bakara, 2/196) buyruğundaki “tam” lafzını
andırmaktadır.
“İlk” lafzının bir benzeri de yüce Allah’ın: “Ve o evvelki Âd’i helâk
edendir” (en-Necm, 53/50) buyruğunda geçmektedir.
“Teberrüc: açılıp saçılmak” Yüce Allah’ın izniyle ileride gelecek olan
altıncı esasta açıklanacak bir kaç şekilde ortaya çıkar.
İkinci Delil:
Hicap Âyeti:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Peygamberin evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden
girmeyin. Yemek vaktini de beklemeye kalkışmayın. Fakat davet olunduğunuzda
girin. Yemek yediniz mi dağılın, söze dalmak için de beklemeyin. Çünkü bu
peygamberi rahatsız etmekte ama o sizden utanmaktadır. Allah ise haktan
utanmaz. Hanımlarından ihtiyacınız olan bir şey istediğinizde onlardan perde
arkasından isteyin. Bu sizin kalbiniz için de onların kalpleri için de daha
temizdir. Sizin Allah’ın Rasûlüne eziyet vermeniz de, ondan sonra
zevcelerini nikâhlamanız da ebediyen olacak bir şey değildir. Çünkü bu,
Allah’ın yanında çok büyük bir iştir
Siz bir şeyi açıklar veya onu gizlerseniz şüphesiz ki Allah herşeyi çok iyi
bilendir.
Hanımlar için
babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kendi (müslüman)
kadınları ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) hakkında günah yoktur.
Allah’tan korkun. Şüphe yok ki Allah herşeye tanıktır.”
(el-Ahzap,
33/53-55)
Bu âyetlerin ilki “hicâb âyeti” diye bilinmektedir. Çünkü mü’minlerin
annelerine ve hanımlarına hicabın farzoluşu ile ilgili nazil olan ilk âyet
odur. Bu âyet hicretin beşinci yılı zü’l ka’de ayında inmişti.
Nüzûl sebebi, Enes radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadise göre
şöyledir: Ömer radıyallahu anh dedi ki: Ben “Ey Allah’ın Resûlu,
dedim. Senin huzuruna iyi kimseler de kötü kümseler de girmektedir. Keşke
mü’minlerin annelerine hicabı emretsen.” Bunun üzerine yüce Allah hicap
âyetini indirdi. Hadisi, Ahmed ve Sahih’inde Buhari rivayet etmiştir.
Bu buyruk, vahyin mü’minlerin emiri Ömer b. el-Hattab’ın temennisine uygun
olarak geldiği hususlardan birisidir. Ve bu onun için büyük bir meziyettir.
Âyet nâzil olunca Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yabancı
erkeklerin onların yanına girmelerini engelledi. Müslümanlar da hanımlarını
yabancı erkeklere karşı örttüler. Bu, kadınların başlarından ayaklarına
kadar bedenlerini örtmesi ve üzerlerindeki yapay ziynetleri setretmeleriyle
oldu. O halde hicap, kıyamet gününe kadar her mü’min hanıma genel bir
farzdır. Bu âyetlerin bu hükme delâletleri aşağıda görüleceği üzere bir kaç
şekildedir:
Birinci Şekil:
Bu âyet nâzil olunca Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hanımlarını
hicaba soktu, ashab-ı kiram da hanımlarını hicaba soktu. Bunu da yüzlerini,
bedenlerinin diğer kısımlarını ve yapay süslerini örtmek suretiyle
gerçekleştirdiler. Mü’minlerin hanımları bu şekilde uygulama yapıp devam
ettiler. İşte bu âyetin hükmünün mü’minlerin hanımlarının tümünü
kapsadığına, hükmünün genelliğine delâlet eden amelî bir icmadır. Bundan
dolayı İbn Cerir –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu âyetin tefsirinde
(XXII, 39) şunları söylemektedir:
“Yüce Allah’ın: “Hanımlarından ihtiyacınız olan bir şey istediğinizde
onlardan perde arkasından isteyin” buyruğuyla şunları söylemektedir:
Eğer sizler Peygamber’in ve sizin eşleriniz olmayan mü’minlerin
hanımlarından bir şey isteyecek olursanız, onlardan perde arkasından
isteyiniz. Sizin ve onlar arasında örtücü bir cisim arkasından isteyiniz
demek istiyor…”
İkinci Şekil:
Bu hicab âyetinde: Yüce Allah: “Bu sizin kalbiniz için de onların
kalpleri için de daha temizdir” diye buyurmaktadır. Bu buyruk, daha önce
geçen Yüce Allah’ın: “Onlardan perde arkasından isteyin” buyruğundaki
hicabı farz kılmanın gerekçesidir. Bunu ima ve dikkat çekme yoluyla ortaya
koymaktadır. Buradaki sebep genel olduğundan ötürü hüküm de geneldir. Çünkü
erkek ve kadınların kalplerinin temizliği, şüpheden uzak oluşu, bütün
müslümanlardan istenen bir şeydir. Dolayısıyla hicabın mü’minlerin hanımları
için de farz oluşu, mü’minlerin annelerine farz oluşundan daha önceliklidir.
Çünkü her türlü eksiltici özellik ve kusurdan temizdirler. Allah tümünden
razı olsun.
Böylelikle hicabın farz oluşunun, Peygamber’in hanımlarına has olmadığı ve
bütün hanımlar hakkında umumi bir hüküm olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Çünkü hükmün gerekçesinin genel oluşu bu husustaki hükmün genelliğine de
delildir. Bir müslüman çıkıp: Buradaki bu “sizin kalpleriniz için de,
onların kalpleri için de daha temizdir” buyruğundaki illet (gerekçe),
mü’minlerden herhangi birisi hakkında kasdedilmiş değildir, diyebilir mi?
Küçük olsun büyük olsun hicabın farzoluşunda gözetilen bütün maksatları
kapsayan ve hiç birini dışarda bırakmayan ne büyük bir gerekçedir bu!
Üçüncü Şekil:
Hükmün tahsis edildiğine (genelliğinin daraltıldığına, özelleştirildiğine)
dair bir delil ortaya konulmadıkça muteber olan lafzın genelliğidir. Sebebin
özelliği değildir. Kur’ân’ın bir çok âyetinin nüzul sebebi vardır. Bu
âyetlerin hükümlerini herhangi bir delil bulunmadan sadece sebepleri
dairesine hasretmek, teşrîi iptal etmektir. O vakit diğer mü’minlerin bu
hükümlerden payı nedir?
Bu, Yüce Allah’a
hamdolsun ki açık bir husustur. Bunu biraz daha açıklayalım: Şeriatte
hitabın muhataba yöneltilmesi kaidesi şudur: Bir kişiye yönelik hitabın
hükmü ümmetin tamamını kapsar. Çünkü hepsi teklif hükümleri bakımından
birbilerine eşittir: Ancak tahsise delâlet eden bir delilin bulunması
halinde, o vakit o delile dönülür. Burada ise tahsis edici bir delil
bulunmamaktadır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kadınlarla
bey’atleştiği sırada şöyle demiştir:
“Ben kadınlarla
tokalaşmam. Benim bir tek kadına söylediğim söz, hiç şüphesiz yüz kadına
söylediğim söz gibidir”
Dördüncü Şekil:
Peygamber’in hanımları bütün mü’minlerin anneleri gibidir. Nitekim Yüce
Allah: “Ve onun hanımları mü’minlerin anneleridir” (el-Ahzab, 33/6)
diye buyurmuştur. Peygamber’in vefatından sonra onları nikâhlamak tıpkı bir
kimsenin annesini nikâhlaması gibi ebediyyen haramdır.
“Ondan sonra
zevcelerini nikâhlamanız da ebediyyen olacak bir şey değidir.”
(el-Ahzâb,
33/53)
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’ın hanımları böyle olduğuna
göre, hicabı mü’minlerin diğer hanımlarını dışarda tutarak munhasıran
mü’minlerin anneleri hakkında kabul etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bundan
dolayı hicabın farz oluş hükmü, bütün mü’min hanımları kapsayan kıyamete
kadar genel bir hükümdür. Daha önce geçtiği üzere, onların hanımlarını
hicaba sokmaları uygulamasından görüldüğü gibi, ashabın anladığı da budur.
Beşinci şekil:
Hicabın Farz olduğu hükmünün mü’minlerin hanımları hakkında da delil teşkil
eden karinelerden birisi de Yüce Allah’ın âyetin baş tarafında: “Ey iman
edenler, Peygamber’in evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden girmeyin…”
diye buyurmuş olmasıdır. Bu izin isteme bütün mü’minlerin evlerine girmek
için genel bir edeptir. Kimse çıkıp ta bu hüküm mü’minlerin diğer evleri
dışarda kalacak şekilde, sadece Peygamberin evlerine munhasırdır, diyemez.
Bundan dolayı merhum İbn Kesir Tefsirinde (III, 505) şunları söylemektedir:
“Müslümanların cahiliyye döeminde ve İslam’ın başlangıç dönemlerinde
uyguladıkları şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın
hanelerine girmeleri mü’minlere yasaklanmaktadır. Yüce Allah bu ümmet için
gayrete gelince, bunu (izin istemeyi) emretti. Bu da Yüce Allah’ın bu ümmete
olan ikramlarındandır. Bundan dolayı Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem: “Sakın (yanlız başına bulunan) kadınların yanına
girmeyiniz…” diye buyurmuştur.
Hicabın farz oluşunun peygamberin hanımlarına özel olduğunun söyleyen
kimselerin, izin isteme hükmünün de ona munhasır olduğunu söylemesi gerekir
ki; böyle bir kanaât bildiren olmamıştır.
Altıncı şekil:
Hükmün genellik ifade ettiğini ortaya koyan husulardan birisi de bundan
sonraki Âyet-i Kerimede: “Hanımlar için babaları, oğulları … hakkında
günah yoktur” diye buyurulmuş olmasıdır. Günah olmaması genel olan asıl
hükümden bir istisnâdır ki, bu hüküm hicabın farz olduğudur. Asıl hükmün
tahsis edildiği (özelleştirildiği) iddiası, ona bağlı olan fer’î hükmün
tahsis edilmesini de gerektirir. Ancak icma ile böyle bir şey kabul
edilmemiştir. Çünkü kadının mesela babası gibi mahremlerin önüne elleri ve
yüzünü örtmeksizin çıkmasının günah olmadığı herkes hakkında genel bir
hükümdür. Mahrem olmayanlar hakkında ise kadının hicaba girmesi farzdır.
İbn Kesir Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu âyetin tefsirinde (III, 506)
şunları söylemektedir: “Yüce Allah hanımlara yabancılara karşı hicaba
girmeyi emrettikten sonra, bu akrabalara karşı hicaba girmenin gerekmediğini
açıklamaktadır. Tıpkı Nur suresinde: “Ziynetlerini eşlerinden,
babalarından başkasına sakın göstermesinler (en-Nur, 24/31) buyruğunda
onları istisna ettiği gibi, burada da etmiştir. Bu âyet-i kerime tamamıyla
dördüncü delilde ele alınacaktır. Merhum İbnu’l-Arabî bu âyete “Damair
(zamirler) âyeti” adını vermektedir. Çünkü Yüce Allah’ın kitabında zamirleri
en çok ihtiva eden âyet budur.
Yedinci şekil:
Bu surede hükmün umumi olduğunu ve tahsis (hükmünü daraltıp özelleştirme)
davasının bâtıl olduğunu ortaya koyan Ahzab suresi 59. Âyet-i Kerimesi:
“Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına de ki:
cilbâblarını üzerlerine giyinsinler” buyruğunda yer alan “mü’minlerin
hanımlarına” buyruğudur. Bu ifade ile hicabın ebediyyete kadar bütün
müminlerin hanımlarına farz oluşunun genel bir hüküm olduğu açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Üçüncü Delil:
Cilbâbları yüzlere sarkıtmayı emreden ikinci hicab âyeti:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber,
zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına de ki: Cilbâblarını
üzerlerine giysinler. Bu onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur.
Allah bağışlayandır, merhamet buyurandır”
(el-Ahzab,
33/59)
Suyuti –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Bu hicap âyeti
diğer kadınlar hakkındadır. Bu âyet-i kerimede onların baş ve yüzlerini
örtmelerinin farz olduğu hükmü belirtilmektedir.”
Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede özellikle Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem’in hanımlarını ve kızlarını sözkonusu etmesi onların şerefleri
ve bu tesettürün diğer kadınlara nisbetle Peygamber Efendimize yakınlıkları
sebebiyle onların hakkında daha kesin oluşundan dolayıdır. Yüce Allah da:
“Ey İnsanlar, kendinizi ve aile halkınızı ateşten koruyun” (et-Tahrîm,
66/6) diye buyurmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah, hükmü bütün mü’minlerin hanımları hakkında
umumileştirmektedir. Bu âyet-i kerime tıpkı birinci hicap âyeti gibi, bütün
mü’minlerin hanımlarının yüzlerini, bütün bedenlerini ve sonradan
edindikleri yapay ziynetlerini kendilerine yabancı sayılan erkeklere karşı
bütünüyle örtmenin farz olduğu hususunda çok açık hüküm ihtiva etmektedir.
Bu ise onların cilbâb ile örtünerek tessettüre bürünmeleriyle olur. Cilbâb
yüzlerini, bütün bedenleri ve onun ziynetlerini örtüp setreder; bununla
onlar açılan cahilî kadınlarından ayırd edilmektedirler. Bu onların
başkaları tarafından herhangi bir eziyete maruz kalmaması ve herhangi bir
kimsenin onlardan yana ümide kapılmaması içidir.
Bu âyet-i kerimede yüzün setredilip örtülmesinin kasdedildiğine dair bir kaç
bakımdan delil vardır. Sözkonusu bu şekilleri şöylece açıklayabiliriz:
Birinci Şekil:
Âyet-i kerimedeki cilbâbın anlamı Arap dilindeki anlamının kendisidir. Bu da
vucudun tamamını örten geniş elbise demektir. Mülâe, abae anlamındadır. Bu
kadının elbiselerinin üzerinden, başının üstünden, yüzünün ve bedeninin
diğer kısımları ile bedenindeki yapay ziynetleri ve ayaklarını örtecek
şekilde uzatılan elbisenin adıdır.
Böylelikle hem sözlük, hem de şer’î anlamı itibariyle bedenin diğer
bölümleri gibi yüzün de cilbâb ile örtülmesi gerektiği sabit olmaktadır.
İkinci Şekil:
Cilbâbın yüzü örtmeyi de kapsaması kasdedilen ilk anlamdır. Çünkü cahiliyye
döneminde kimi kadınların bedeninden görünen kısımları yüzleri idi. O
bakımdan yüce Allah, Peygamber’in ve mü’minlerin hanımlarına cilbâbı
üzerinden sarkıtarak yüzlerini setredip örtmelerini emretmiştir. Çünkü
buradaki “idnâ: sarkıtmak, salmak” fiili “alâ: üzerine” harfi (edatı) ile
geçişli fiil haline getirilmiştir. Bu ise gevşek bir şekilde sarkıtmak
anlamını ihtiva ettiğini göstermektedir. Gevşek bir şekilde sarkıtmak ise,
ancak yukarıdan aşağıya olur. Burada başların üzerinden yüzlerin ve
bedenlerin üzerine sarkıtmakla gerçekleştirilmesi sözkonusudur.
Üçüncü Şekil:
Cilbâbın yüzü, bütün bedeni ve bedenin üzerindeki -yapay ziynet olan-
elbiseleri örtmesi gerektiği, ashabın hanımları tarafından anlaşılmış bir
hükümdür. Şöyle ki Abdürrezzak’ın Musannef’inde Umm Seleme radıyallahu
anha’dan şöyle dediğine dair bir rivayet nakledilmektedir: “Şu:
‘Cilbâblarını üzerlerine salsınlar’ âyeti nazil olunca ensar hanımları
üzerlerinde giyindikleri siyah örtüleri olduğu halde dışarı çıktıklarında
vakarlarından adeta başalarının üzerinde kargalar varmış gibi göründüler.”
Âişe radıyallahu anha’dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Yüce
Allah ensar hanımlarına rahmet buyursun! Çünkü “Ey Peygamber,
zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına de ki…” âyeti nazil
olunca çarşaflarını yırttılar. Onlara büründüler, Resûlullah sallallahu
aleyhi vesellem’ın arkasında başlarının üzerinde kargalar konmuş gibi
namaza durdular” Bu hadisi de İbn Merduyeh rivayet etmiştir.
Âişe radıyallahu anha’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah ilk
muhacir hanımlara rahmet buyursun. Çünkü Yüce Allah: “Baş örtülerini de
yakalarının üzerine indirsinler” (en-Nur, 24/31) buyruğunu indirince
onlar çarşaflarını yırtıp onlarla örtündüler” Bu hadisi Buhari, Sahih’inde
rivayet etmiştir.
Her iki hadisde de hanımların yüzlerini örttüklerinden bahsedilmektedir.
Umm Atiyye radıyallahu anha dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem bizlere Ramazan ve Kurban bayramlarında kadınları, ay hali
olanları ve henüz evlenmemiş genç kızları dahil (namazgâha) çıkarmamızı
emretti. Ay hali olanlar namaza durmayacaklar, fakat hayra ve müslümanların
dualarına (ve ibadetlerine) tanık olacaklar. Ben
“Ey Allah’ın Rasulu, ya bizim herhangi birisinin cilbâbı yoksa ne yapsın?”
diye sordum. Peygamber şöyle buyurdu:
“Kız kardeşi ona
kendi cilbâbını versin”
Hadis Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
İşte bu kadının cilbâbsız olarak yabancı erkeklerin önüne çıkmasının yasak
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Doğrusunuı en iyi bilen Allah’dır.
Dördüncü Şekil:
Âyet-i kerimede cilbâbın bu anlamına ve ensar ve muhacirlerin hanımlarının
(Allah hepsinden razı olsun) cilbâblarını üzerlerine salmak suretiyle
yüzlerini örtmek için ellerini çabuk tuttukları bu uygulamalarına delalet
eden nassda zikredilmiş bir karine de bulunmaktadır. Bu karine Yüce Allah’ın
“Ey Peygamber, zevcelerine… de ki” buyruğundadır. Buna göre
Peygamber, hanımlarını hicaba büründürmek ve yüzlerini örtmelerini
sağlamakla yükümlüdür. Bu hususta müslümanlar arasından farklı bir kanaat
belirten hiç bir kimse yoktur. Bu âyet-i kerimede Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem’ın hanımlarının kızları ve mü’minlerin hanımlarıyla
birlikte sözkonusu edildiğini görüyoruz. İşte bu bütün mü’min hanımların
cilbâblarını salmak suretiyle yüzlerini örtmelerinin farz olduğuna açık bir
delalettir.
Beşinci Şekil:
“Bu, onların tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur” buyruğundaki
gerekçe (illet), Yüce Allah’ın: “Giysinler, salsınlar” buyruğundan
anlaşılan salmak ile alakalıdır. Bunun böyle olması yüzün setredilmesinin
vucubunu öncelikle gerektiren bir durumdur. Çünkü yüzün örtülmesi iffetli
kadınların bilinip de herhangi bir eziyete maruz kalmamaları için bir
alâmettir. Bu âyet-i kerime yüzün örtülüp kapatılması hususunda açık bir
nasstır. Diğer taraftan yüzünü örten bir kadının, bedeninin geri kalan
bölümünü ve avretini açması asla ümit edilemez. Dolayısıyla hicabın yüzün
üzerinden açılması, serseriler tarafından eziyete maruz kalmasına bir
sebeptir. O halde bu gerekçe mü’min kadınların cilbâb ile bütün bedenlerini
ve ziynetlerini örtmelerinin farz oluşunun gerekçesidir. Böylelikle iffetli
oldukları onların şüphe ve kötü niyetli kimselerin düşündüklerinden uzak,
örtülü, tesettürlü kimseler oldukları bilinsin; kendileri fitneye maruz
kalmasın, başakalarını fitneye çekmesin ve böylelikle eziyete maruz
kalmasınlar. Bilindiği gibi kadın son derece tesettürlü olduğu takdirde
kalbinde hastalık bulunan bir kimse ona hiç bir şekilde ilişemez. Hain
bakışlar ona bakmaz. Oysa yüzünü açan, saçılan bir kadın böyle değildir;
herkes ondan bir şeyler umabilir.
Şunu bilelim ki cilbâb ile tesettür, iffetli kadınların tesettürüdür. Daha
önce cilbâbın nasıl giyileceğine dair açıklamalarda geçtiği üzere; cilbâbın
başın üzerinden salınması gerekir. Omuzların üzerinden değil. Aynı şekilde
cilbâbın –abanın- bizatihi ziynet olmaması da gerekir, Ona herhangi bir
nakış ya da dikiş yoluyla ziynet ve dikkat çekici bir şey katılmamalıdır.
Aksi takdirde bu, şari’in bedeni ve ziyneti saklamak onu ona yabancıların
gözlerinden örtmekteki maksadını gerçekleştirmemiş olur.
Müslüman kadın, hiç bir zaman erkeklerin karşısına çıkmalarından,
yabancıların dikkatini çekmekten zevk alan, erkekleşmiş kadınlara sakın
kanmasın. Bunlar yaptıkları ile açılıp saçılan kimseler arasında
sayıldıklarını açıkça ilan etmektedirler. Bunlar evlerin ışığı olan
iffetli, takvalı, tertemiz, şerefli ve hoş kadınlar olmaktan sarfı nazar
etmiş kimselerdir. Yüce Allah mü’minlerin hanımlarına iffet ve iffete
götüren yollar üzerinde sebat versin.
Dördüncü Delil:
Nur Suresi’nde yer alan iki âyet-i kerimededir:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minlere söyle ki: gözlerini (haramdan) sakınsınlar, mahrem yerlerini de
korusunlar. Böylesi onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah yaptıkları
işlerden çok iyi haberdar olandır.
Mü’min kadınlara
da de ki: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar.
Dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini göstermesinler.
Başörtülerini de yakalarının üzerine indirsinler. Ziynetlerini eşlerinden,
babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının
oğullarından, kardeşlerinden, kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin
oğullarından, kendi (müslüman) kadınlarından, cariyeleri (olan müslüman ve
kâfir kadınları)ndan, kadınlara meyli olmayan erkeklerden ve kadınların
avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan başkasına sakın
göstermesinler. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye de ayaklarını
vurmasınlar. Ey iman edenler. Allah’a topluca tevbe edin ki felah
bulasınız.”
(en-Nur,
24/30-31)
Bu iki âyet-i kerimede hicabın ve yüzün örtülmesinin farz oluşuna dair
delâlet, biri diğeri ile alakalı dört şekilde ortaya çıkmaktadır. Şöyleki:
Birinci Şekil:
Birinci âyette ve ikinci âyetin başında aynı zamanda hem erkeklere hem de
kadınlara gözlerin haramdan sakınılması ile mahrem yerlerinin korunması
emrinin verildiğini görüyoruz. Bunun tek sebebi zina günahının büyüklüğü ve
gözü haramdan sakınmak ile mahrem yerlerini korumanın hem dünyada hem de
ahirette mü’minler için daha temiz oluşu ve bu hayasızca günaha düşmekten
uzak tutmasıdır. Şüphesiz mahrem yerinin korunması ancak bu hususta esenliğe
kavuşup günahtan korunmak için gerekli sebepleri gerçekleştirmekle olabilir.
Bu sebeplerin en büyüğü gözün haramdan sakınmasıdır. Gözün haramdan
sakınması ise ancak bedenin bütünüyle ve gerçek anlamda örtülmesiyle
gerçekleşir. Yüzün açılmasının, yüze bakıp ondan zevk almaya sebep olduğu
hususunda aklı başında hiç bir kimsenin şüphesi yoktur. Gözler de zina eder.
Gözlerin zinası bakmaktır. Vesile ve sebeplerin hükmü maksatlarına göre
değişir. Bundan dolayı bundan sonraki şekilde açıklayacağımız gibi hicab
emri açıkça gelmiş bulunmaktadır.
İkinci Şekil:
“Dışarıda kendiğilinden görünen kısmı hariç, süslerini göstermesinler.”
Yani bilerek ve kasdî olarak yabancılara hiç bir ziynet göstermesinler.
İsteyerek değil de zorunlu olarak kendiliğinden görünen müstesnadır. Kadının
buluz ve başörtüsünün üstüne giyindiği cilbâb –aba- nın dış yüzü gibi
gizlenmesine imkan bulunmayan şeyler, buna örnektir. Bu gibi şeylerin
görünmesi, onlara bakılması, yabancı kadının bedeninden herhangi bir tarafı
görmeyi gerektirmez. İşte bu gibi şeylerin görülmesi affedilmiştir.
Yüce Allah’ın: “Süslerini göstermesinler” buyruğundaki ilahi ifadenin
bir sırrı üzerinde dikkatle duralım. Yüce Allah burada süsün gösterilmemesi
fiilini kadınlara isnad etmiş bulunmaktadır. Bu muzari bir fiildir.
Bilindiği gibi nehiy eğer muzari kipi ile gelirse haram hükmünü daha da
vurgulu bir şekilde ifade eder. İşte bu da bedenin tümünün ve üzerinde
bulunan yapay süslerin örtünmesinin vucubuna açık bir delildir; yüzün ve
ellerin örtülmesi ise öncelikle söz konusudur.
Diğer taraftan, “Kendiliğinden görünen müstesnâ” ifadesindeki
istisnâda; fiil, kadınlara isnad edilmemiştir. (Yani “kendiliğinden
gösterilen” denilmeyip “kendiliğinden görünen”denilmiştir.) Çünkü bu fiil
geçişli değil, geçişsiz olarak zikredilmiştir. Bu da şunu gerektirmektedir:
Kadın mutlak olarak süsünü gizlemekle emrolunmuştur. Onun herhangi bir
bölümünü açığa çıkarmakta serbest bırakılmış değildir. Kasıt bulunmaksızın
zorunlu olarak kendiliğinden görünen kısmı müstesna. Süsün herhangi bir
kısmını kastî olarak açması caiz olamaz. Zorunlu olarak görünenden dolayı
ise onun için bir günah sözkonusu değildir. Rüzgar yahut tedavi ve buna
benzer zorunlu haller sebebiyle ziynetinin herhangi bir kısmı açılması buna
örnektir. Bu durumda bu istisnânın anlamı zorluğu kaldırmaktır. Yüce
Allah’ın: “Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez”
(el-Bakara, 2/286) buyruğu ile; “O size kaçınılmaz olarak kendisine
ihtiyaç duyduklarınızı müstesnâ kılarak neyi haram kıldığını ayrı ayrı
açıklamıştır” (el-En’âm, 6/119) buyruklarında olduğu gibi.
Üçüncü Şekil:
“Başörtülerini de yakalarının üzerine indirsinler”: Şöyle ki:
Yüce Allah mü’min kadınlara bedenlerini ve az önce sözü edilen iki yerdeki
süslerini örtmelerini emrettikten, kadının ziynetinin herhangi bir kısmını
açmayı kasdetmemesini buyurduktan, kasıt olmadan görüneninin afedileceğini
analattıktan sonra, burada tesettürün mükemmelliği için başkasına
gösterilmesi haram olan süsün kapsamına bedenin tamamının girdiğini
açıklamaktadır. Bulüz adeten boynun, gerdanın ve göğsün bir bölümünü
gösterecek şekilde yaka bölümü kesik olduğundan ötürü, Yüce Allah onun
setredilip örtülmesinin vücubunu ve kadının bulüzün örtmediği bölüm üzerine
hicabını nasıl indireceğini belirterek: “Başörtülerini de yakalarının
üzerine indirsinler” diye buyurmaktadır. Bu buyruktaki “darp:
indirmek” bir şeyi bir şeyin üzerine düşürmek demektir. “Onların
üzerine zillet darbedildi” (Âli İmran, 3/112) buyruğunda da bu
anlamdadır. Yani nasıl ki çadır kurulduğu zaman altındakileri örtüyor ise,
zillet te onları öylece örtmüştür.
“Humur:
Başörtüleri”
lafzı “himâr” lafzının çoğulu olup “hamr” dan alınmıştır. Bu da setretmek ve
örtmek demektir. Şaraba “hamr” denmesi de bundan ötürüdür. Çünkü şarap aklı
setredip örter. Hafız İbn Hacer –Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-
Fethu’l-Bari’de (VIII, 489) şunları söylemektedir: “Kadının himârı da
buradan gelmektedir. Çünkü o kadının yüzünü örter”
Kadın hicaba bürünüp yüzünü örttüğü vakit: “İhtemarati’l-mar’atu ve
tehammarat” denir.
“Cuyûb: yakalar”
ın tekili “ceyb” dir. Bu da buluzda uzunlamasına açılan bir yarık demektir.
Buna göre “başörtülerini yakalarının üzerine indirsinler” buyruğu, yüce
Allah’ın mü’min hanımlara yönelik bir emri olup onlardan başörtülerini açık
yerlere sağlam bir şekilde sarkıtmaları emrini ihtiva etmektedir. Açık
yerler ise baş, yüz, boyun, gerdan ve göğüstür. Bu da kadının başına koyduğu
ve sağ taraftan sol omuzuna doğru doladığı başörtüsünü sarmakla olur. İşte
“takannu: başın örtülmesi” budur. Bu şekil cahiliyye dönemi
kadınlarının başörtülerini arkalarından salarak, ön taraflarını açık
bıraktıkları uygulamalarından farklıdır. Bu buyrukla kadınlar tesettür ile
emrolunmaktadır.
Bundan önceki ifade ile uyum arzeden ve görüldüğü gibi Arap diline de uygun
gelen bu tefsir, açıkça şunu göstermektedir: İşte ashabın hanımlarının
anladıkları ve uyguladıkları da budur. Buna bağlı olarak Buhari, Sahih’inde
açtığı başlıkta: “Başörtülerini yakalarının üzerine indirsinler”
dedikten sonra senedini kaydederek Âişe radıyallahu anha’nın şu
sözlerini nakletmektedir: “Allah ilk muhacir kadınlara rahmetini ihsan
buyursun. Yüce Allah: “Başörtülerini yakalarının üzerine indirsinler”
buyruğunu indirince çarşaflarını yırtarak onlar ile başlarını örttüler.”
İbn Hacer, Fethu’l-Bâri (VIII, 489) da bu hadisi açıklarken: “Onunla
örtündüler, ifadesi yüzlerini örttüler demektir” dedikten sonra önce geçtiği
şekilde örtünme şeklini açıklamaktadır.
Bu hususta tartışmaya koyularak yüzün açılacağını söyleyen ve buna Yüce
Allah’ın bundan açıkça sözetmediğini ileri süren kimseye şunları söyleriz:
Şanı Yüce Allah burada aynı şekilde başı, boynu, gerdanı, göğsü, pazuları,
kolları, elleri de sözkonusu etmemektedir. Acaba buraları açmak caiz midir?
Eğer bize: Hayır, diyecek olursa biz de ona: Yüz de böyledir, onun da
açılması öncelikle caiz olmaz, deriz. Çünkü yüz güzelliğin ve çekiciliğin
toplandığı yerdir. Şeriat nasıl olur da başın, boynun, gerdanın, göğsün,
kolların, ayakların setredilmesini emreder de yüzün setredilip örtülmesini
emretmez. Oysa o daha çok fitneye düşürücüdür. Bakana ve kendisine bakılana
daha çok etki eder. Aynı şekilde ashabın hanımlarının âyeti anlayışı
hakkında ne söyleyebilirsiniz- Çünkü onlar bu âyet nâzil olunca yüzlerini de
örtmekte adeta biribirleriyle yarıştılar.
Dördüncü Şekil:
“Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar”
buyruğundadır.
Yüce Allah süsün gizlenmesini emredip nasıl başörtüsü kullanılacağını onun
yüzün, göğsün ve benzeri organların üzerine bırakılacağını sözkonusu
ettikten sonra, tesettürün mükemmel olması ve fitneye düşmeye iten sebepleri
ortadan kaldırılması için mü’min hanımlara yürüdükleri takdirde ayaklarını
yere vurmalarını yasaklamaktadır. Ta ki üzerlerindeki halhal ve buna benzer
süs eşyaları ses çıkarmasın. Bu yolla ziynetleri bilinmesin ve fitneye sebep
teşkil etmesin. Böyle bir uygulama şeytanın işindendir.
Bu şekilde üç türlü delâlet vardır:
1-
Mü’min hanımların üzerlerindeki süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere
vurmaları haramdır.
2-
Mü’min hanımların ayaklarını ve ayakları üzerindeki süsleri setretmeleri
gerekir bunları açmaları caiz değildir.
3-
Yüce Allah mü’min hanımlara fitneye çağıran herbir şeyi haram kılmıştır.
Kadının yabancı erkekler karşısında yüzünü açması, öncelikle ve daha güçlü
bir şekilde haramdır. Çünkü yüzün açılması fitnenin çıkması ve harekete
geçirilmesi için daha güçlü bir sebeptir. Dolayısıyla yüzün örtülmesi ve
yabancıların önünde açılmaması daha doğrudur. Aklı başında hiç bir kimse bu
hususta şüphe etmez.
Şimdi bu âyetin yabancı erkeklere karşı kadının başın üzerinden ayaklara
kadar hicaba bürünmesi gerektiğini nasıl ortaya koyduğuna ve bedeninin
yahutta süslerinin herhangi bir bölümünü fitneye düşürür ihtimali
dolayısıyla kasten açmaya götüren kapıları nasıl kapattığına dikkat edelim.
Şer’i hükümlerini koyup bu hükümlerini hikmetli ve sapasağlam kılan Allah’ın
şanı ne yücedir!
Beşinci Şekil:
Yaşlı kadınların hicabı bırakabileceklerine dair ruhsat ve bu ruhsatı
kullanmayışlarının kendileri için daha hayırlı oluşu:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nikâh ümidi
kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar için süslerini göstermemek şartıyla dış
giysilerini bırakmakta onlar üzerine vebal yoktur. Bununla beraber iffet
etmeleri onlar için hayırlıdır. Allah çok iyi işitendir çok iyi bilendir.”
(en-Nur, 24/60)
Yüce Allah yaşları ilerlemiş ve bunun sonucunda ay halinden kesilmiş, çocuk
doğurma ihtimalleri kalmamaış kadınların, yüce Allah’ın sözünü ettiği mü’min
hanımların hicaba bürünmelerini farz kılan âyet-i kerimedeki dış giyimleri
olan cilbâb ve himârı bırakmalarına ruhsat vermiştir. Böylelikle yüzlerini
ve ellerini açabileceklerdir. Yüce Allah iki şartla bu hususta onlardan
günahı kaldırmış bulunmaktadır:
Birinci Şart:
Kendilerinde süs namına herhangi bir şey kalmamış ve arzu duyulacak halden
çıkmış olmalıdırlar. Bunlar ise evlenme ümitleri kalmamış olan ve
kendilerinin de böyle bir şeyi ummadıkları gibi kendileriyle kimsenin de
evlenmeyi ümit etmeyeceği kìmselerdir. Buna sebep ise onların kendileri de
arzu duymayan ve kendilerine arzu duyulmayan derecede yaşlanmış olmalarıdır.
Bir dereceye kadar güzelliği devam eden ve kendisine arzu duyulan kadınların
ise bundan yararlanmaları caiz değildir.
İkinci Şart:
Herhangi bir ziynet ile süslenmemelidirler. Bu da şu iki hususla birlikte
gerçekleşir:
1-
Bunlar dış elbiseleri giymemekle, açılıp saçılmak maksadını gütmemelidirler.
Bundan maksatları ihtiyaç duymaları halinde elbise yüklerini hafifletmek
olmalıdır.
2-
Ziynet eşyası sürme, boya, dış elbiselerle güzelleşmek ve buna benzer çekici
olan herhangi bir ziynete bürünmemiş olmalıdırlar.
O halde mü’min kadının yaşlanmış bir kadın olmadığı halde kendini böyle
saymak suretiyle; bu ruhsatı kullanmak yahut herhangi bir ziynet türü ile
süslenerek dışarı çıkmak hususunda işi sıkı tutmalıdır.
Daha sonra Yüce Rabbimiz: “Bununla beraber iffet etmeleri onlar için
hayırlıdır” buyurmaktadır. Bu ise nikâh ümidi kalmamış olan kadınların
iffetli tarafı tercih etmeleri için bir teşviktir. Bir ziynete bürünmeseler
bile bu tarafı tercih etmelerinin onlar için daha hayırlı ve daha faziletli
olduğunu belirtmektedir. Bu âyet-i kerime mü’min hanımların yüzlerini de
bedenlerinin diğer kısımlarını da, süs eşyalarını da örterek hicaba
bürünmeleririnin farz olduğuna delildir. Çünkü bu ruhsat, kendilerinden
günahın kaldırıldığı, haklarında vebalin sözkonusu edilmediği, nikâh ümidi
kalmamış kadınlar içindir. Zira böyleleri hakkında kötü zan beslemek, bu
yaşa ulaşmış oldukları halde sözkonusu olmaz. Ruhsat ise ancak azimetin
sözkonusu olduğu halde sözkonusu olur. Azimet ise bundan önceki âyet-i
kerimelerde sözü geçen hicabın farz kılınmasıdır.
Nikâh ümidi kalmamış kadınların iffetli davranmalarının, yüz ve ellerini
açma ruhsatını kullanmalarından daha hayırlı olması da gösteriyor ki mü’min
hanımlar arasından bu yaşa gelmemiş olan kimseler hakkında iffetli
davranmak, bir farzdır ve bu onlar için öncelikli olarak sözkonusudur.
Böylesi fitne sebeplerinden ve hayasızca işlere düşmekten daha bir
uzaklaştırıcıdır. Eğer böyle bir iş yapacak olurlarsa günah ve vebal
sözkonusu olur.
Bundan dolayı bu âyet-i kerime; yüzün, ellerin, bedenin diğer bölümlerinin
ve süslerin, cilbâb ve himâr (başörtüsü) ile hicaba büründürülüp
örtülmesinin farz olduğunun en güçlü delillerindendir.
Temiz sünnetteki bu deliller, bir çok açıdan ve pek çok hadis-i şeriflerle
gelmiş bulunmaktadır. Bu deliller kimi zaman yüzün setredilip örtülmesini
açıkça ifade etmiş, kimi zaman cilbâbsız dışarıya çıkılmayacağını, kimi
zaman ayakları setretmeyi ve bunları setretmek için elbisenin sarkıtılması
emrini ifade etmiş, kimi zaman kadının avret olduğu, avretin de setredilmesi
gerektiğini dile getirmiş, bazan halveti (yalnızca başbaşa kalmayı) ve
kadınların yanına yalnızken girmeyi haram kılmakla, kimi zaman evlenmek
isteyen kimsenin evlenmek istediği kişiye bakma ruhsatını vermekle bu
hükümler dile getirilmiş bulunmaktadır: Bu şekilde mü’min hanımları koruyan
ve onları iffet, haya, ırzlarını himaye çerçevesinde koruyan, sünnetten
çeşitli deliller gelmiş bulunmaktadır
İşte bu hususta peygamberin yol gösterici sünnetinden bazı rivayetleri
aşağıya kaydediyoruz:
1-
Mü’minlerin annesi Âişe radıyallahu anha’dan dedi ki: “Bizler
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte ihramda bulunuyor
iken kafileler yanımızdan geçip giderdi. Bizim hizamıza geldiklerinde bizden
herhangi bir kadın cilbâbını başından yüzü üzerine sarkıtırdı, yanımızdan
geçip gittiler mi onu açardık.”
Bu hadisi Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, Darakutnî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
İşte bu, Âişe radıyallahu anha’nın, Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem ile birlikte ihrama girmiş sahabe hanımlarının biri mü’min
hanımın yüzünü örtmesi, diğer ihramlı kadının yüzünü açması şeklindeki
birbiriyle çakışan iki farz ile ilgili davranışlarını açıklayan bir
rivayettir. Bu durumda ihramlı kadın yabancı erkekler karşısında ise asıl
olan hükmü uygulamaya geçiriyordu. Bu hüküm ise hicabın farziyyetidir.
Bundan ötürü yüzünü örtüyordu. Eğer yanında ona yabancı bir erkek
bulunmuyorsa ihram halinde yüzünü açma hükmüyle amel ediyordu. İşte bu
-Allah’a hamdolsun ki- bütün mü’min hamınlarının hicaba bürünmelerinin farz
oluşuna açık bir delildir.
Genel bir hüküm ile ilgili olarak buna dair açıklamalar daha önceden
el-Ahzab, 33/53 âyetin tefsirinde geçtiği gibidir. Bu hükmün umumi oluşunu
bundan sonra zikredeceğimiz hadis de desteklemektedir.
2-
Ebu Bekr’in kızı Esmâ radıyallahu anha’dan dedi ki: “Bizler erkeklere
karşı yüzlerimizi örterdik. Bundan önce de ihramlı iken saçlarımızı
tarardık.”
Hadisi İbn Huzeyme ve Hakim rivayet etmiş olup, Hakim: Bu Buhari ve
Müslim’in şartına göre sahih bir hadistir demiş, Zehebi de bu hususta ona
muvafakat etmiştir.
3-
Mü’minlerin annesi Âişe radıyallahu anha’dan dedi ki: “Allah ilk
muhacir hanımlarına rahmetini ihsan etsin! “Başörtülerini yakalarının
üstüne salsınlar” buyruğu nâzil olunca onlar çarşaflarını yardılar ve
onunla örtündüler.”
Bu hadisi Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, Tefsir’inde İbn Cerir, Hakim, Beyhakî
ve başkaları rivayet etmiştir.
Hafız İbn Hacer -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Fethu’l-Bâri, (VIII,490) da
şunları söylemektedir: “onunla örtündüler” lafzı yüzlerini örttüler
anlamındadır.
Hocamız Muhammed el-Emin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Advâu’l-Beyân, VI,
594-595’te şunları söylemektedir:
“Bu sahih hadis burada sözü geçen sahabe hanımlarının Yüce Allah’ın
“Onlar başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar” buyruğundan
yüzlerini de örtmeleri gerektirdiği manasını çıkartmış oldukları hususunda
açık bir delildir. Bunun için örtülerini yarmış (onlara yaka yapmış) ve
böylece başlarını örtmüşlerdir. Yani o örtüleriyle Yüce Allah’ın yüzlerini
de örtmelerini gerektiren “Başörtülerini yakalarının üstüne salsınlar”
buyruğundaki emrine uyarak yüzlerini de örtmüşlerdir. Böylelikle insaflı bir
kimse kesin olarak şunu anlar: Kadının erkeklere karşı hicaba bürünmesi ve
yüzünü onlara karşı örtmesi, Yüce Allah’ın Kitabını açıklayıcı durumdaki
sahih sünnette sabit bir husustur. Aişe radıyallahu anha Yüce
Allah’ın Kitabındaki emirlere uymak için ellerini çabuk tutan o kadınlardan
övgüyle söz etmiştir. Bilindiği gibi onlar Yüce Allah’ın: “Başörtülerini
yakalarının üzerüne salsınlar” buyruğundan yüzlerin de örtülmesi
anlamını, ancak Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den
öğrenmişlerdir. Çünkü Peygamber aralarında bulunuyor ve onlar ona dinleri
ile ilgili içinden çıkamadıkları her hususa dair soru soruyorlardı. Şanı
Yüce Allah da: “İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın diye
sana da bu zikri indirdik” (en-Nahl, 16/44) buyurmaktadır. Dolayısıyle
onların kendiliklerinden bu buyruğu böylece açıklamalarına imkân yoktur. İbn
Hacer, Fethu’l-Bari’de şunları söylemektedir: İbn Ebi Hatim’in Abdullah b.
Osman b. Heysem’den, onun Safiyye’den buna açıklık getiren bir rivayeti
vardır. O rivayetin lafzı şöyledir: Biz Aişe’nin huzurunda Kureyş
kadınlarını ve onların faziletlerini sözkonusu ettik te şunları şöyledi:
Şüphesiz Kureyş kadınları faziletlidirler. Ama ben Allah’a yemin ederim ki
ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Onlar kadar Allah’ın
Kitabını tasdik eden, onlar kadar indirilen ilahi buyruklara iman eden kimse
görmedim. Nur suresindeki “Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar”
buyruğu indirilince erkekleri hemen onlara gidip bu surede Allah’ın
indirdiği buyruğu onlara okudu. İstisnasız herbir kadın hemen kalktı ve
örtüsüne yöneldi. Sabah olduğunda sabah namazını örtülerine bürünmüş olarak,
başları üzerinde kargalar varmış gibi namaz kıldılar.” Nitekim bu az önce
sözü geçen Buhari’nin rivayetinde de açıkça geçmiş bulunmaktadır. Aişe
radıyallahu anha bilgisi, anlayışı ve takvası ile birlikte, o
kadınlardan böyle büyük bir övgüyle söz etmekte ve Yüce Allah’ın Kitabını
onlardan daha çok tasdik eden, indirilen buyruklara onlardan daha çok iman
eden kimse görmediğini açıkça ifade etmektedir. İşte bu, onları Yüce
Allah’ın: “Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar” buyruğundan
yüzlerini de örtmeleri gerektiğini anladıklarına açık bir delil olduğu gibi;
bu anlayışlarının Allah’ın Kitabını tasdik etmenin, onun inidirdiği
buyruklarına iman etmenin, bir neticesi olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu
kadınlarınların erkeklere karşı hicaba bürünmelerinin yüzlerini
örtmelerinin, Allah’ın Kitabını tasdik etmek ve indirdiği buyruklarına iman
etmek demek olduğu da –görüldüğü gibi- açık bir ifadedir. İlme müntesip
kimselerin kalkıp Kitapta da Sünnette de kadının yabancılara karşı yüzünü
örtmesine delil teşkil edecek herhangi bir hususun varid olmadığını
söyleyenlere gerçekten hayret doğrusu. Halbuki ashab kadınları, bu işi
Allah’ın buyruklarına iman ederek Kitabında indirmiş olduğu emre uyarak
yaptılar. Bu anlamdaki açıklamalar az önce Buhari’deki rivayette de geçtiği
gibi, sahih hadiste sabittir. Ve bu görüldüğü üzere bütün müslüman
hanımlarının hicaba bürünmeleri gereği hususunda en büyük ve en açık
delillerdendir.”
4-
Aişe radıyallahu anha’nın İfk hadisesi ile ilgili hadisinde şu
ifadeler yer almaktadır: “Safvan hicab emrinden önce beni görüyordu, ben
onun beni teşhis etmesi üzerine, istircâı (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn
demesi) üzerine uyandım. Hemen ona karşı cilbâbımla yüzümü örttüm.”
Bu hadisin sahih olduğu üzerinde ittifak vardır (Buhari ve Müslim tarafından
rivayet edilmiştir.)
el-Ahzab, 33/53. âyetin tefsirinde mü’minlerin anneleri ile bütün mü’min
hanımlar hakkında hicabın farz olduğuna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
5-
Âişe radıyallahu anha’dan; süt amcası Ebu’l-Kuays’ın kardeşi Eflah
ile başından geçen olaya dair hadis nakledilmiştir. O hicabın nüzulunden
sonra yanına girmek üzere izin istemek için geldiğinde Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem amcasının girmesine izin verinceye kadar o da
ona izin vermedi. Bunun (Peygamber’in izin vermesinin) sebebi ise Eflah’ın
onun süt amcası oluşudur. Bu hadis te Buhari ve Müslim tarafından rivayet
edilmiştir.
İbn Hacer –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Fethu’l Bâri’de (IX, 152) şunları
söylemektedir: “Bu hadisten kadının yabancı erkeklere karşı hicaba
bürünmesinin farz olduğu anlaşılmaktadır.”
İşte Hafız İbn Hacer’in hicab emrinin genel oluşu hususundaki tercihini
ortaya koymaktadır; doğru olan da budur.
6-
Aişe radıyallahu anha’dan dedi ki: “Mü’min hanımlar Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte sabah namazına cilbâblarına
bürünmüş olarak gelirlerdi. Sonra namazı bitirdiklerinde evlerine geri
dönerlerdi de alacakaranlıktan ötürü kimse onları tanıyamazdı.”
Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
7-
Umm Atiyye radıyallahu anha’nın rivayet ettiği hadise göre Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem kadınların bayram namazgâhına
çıkartılmasını emredince onlar: “Ey Allah’ın Resûlu bazan birimizin cilbâbı
bulunmayabilir (bu durumda ne yaparız?)” diye sormuşlar. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem da: “Kızkardeşi ona cilbâb(lar)ından
birisini versin” diye buyurmuştur. Hadis Buhari ve Müslim tarafından
rivayet edilmiştir.
Hadisin bu husustaki delalet yönü gayet açıktır. Şöyle ki kadının bütün
vucudunu örten cilbâbı ile hicaba bürünmeden evinden dışarıya çıkması caiz
değildir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hanımlarının
döneminde, Mü’min hanımların uygulamaları bu idi.
8-
İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan; dedi ki: Resûlullah sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Her kim
büyüklenerek elbisesini sürükleyecek olursa kıyamet gününde Allah ona
bakmayacaktır.”
Umm Seleme bunun üzerine şöyle sordu:
“Peki, ya kadınlar elbiselerinin alt taraflarını ne yapacaklar?” Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Bir karış
gevşek tutarlar.”
Umm Seleme:
“O vakit ayakları görünür”, deyince Peygamber şöyle buyurdu:
“Bu sefer bir zîra kadar gevşek tutarlar ve bundan fazla gevşetmezler”
Hadisi Ahmed, Sünen sahipleri ve başkaları rivayet etmiş olup Tirmizi: Hasen
sahih bir hadistir, demiştir.
Bu hadis iki bakımdan delil olarak gösterilebilir:
a-
Kadın kendisine yabancı olan kimseye karşı bütünüyle avrettir. Buna delil
Peygamber Efendimizin ayakların örtülmesini emretmesi ve bu önemli maksat
dolayısıyla elbiselerini ve cilbâblarını sürüklemelerinin haram oluşundan,
kadınların istisna edilmesidir.
b-
Bedenin tamamının örtülmesinin vacib oluşunun delâleti ise kıyasa göre
öncelikle (kıyas-ı evlâ) sözkonusudur. Mesela, yüzün çekiciliği ayaklardan
daha ileridir. O halde yüzün örtülmesi ayakların örtülmesine göre daha bir
vaciptir. Daha önemsiz olanın örtülmesi emredilirken daha çekici ve fitneye
düşürücü olan bölümün açık bırakılmasını istemek, herşeyi bilen herşeyden
haberdar olan Allah’ın hikmetine uygun değildir.
9-
İbn Mes’ud radıyallahu anh dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurdu:
“Kadın avrettir.
O dışarı çıktı mı şeytan onu kendisine yakınlaştırır. Kadının rabbine en
yakın olduğu hal, evinin içerisinde bulunduğu zamandır.”
Hadisi Tirmizi, İbn Hibban ve el-Kebir’de Taberânî rivâyet etmiştir.
Hadisin delâlet yönü şudur: Kadın avret olduğuna göre hakkında avret adının
kullanılabileceği her tarafını setretmesi ve örtmesi de icab eder.
Ebu Talib’in İmam Ahmed’den rivayetinde şöyle dediği nakledilmiştir:
“Kadının tırnağı avrettir. Kadın evinden çıktığı takdirde ayakkabısı da
dahil hiç bir şeyi dışarıda bırakmamaldır” Yine ondan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: “Kadının tırnağı dahil her şeyi avrettir” Bu
rivayeti Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye zikretmiş olup: “Bu aynı zamanda İmam
Malik’in de görüşüdür” demiştir.
10-
Ukbe b. Âmir radıyallahu anh’dan rivayete göre Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Sakın
kadınların yanına girmeyiniz.”
Ensardan bir adam:
“Ey Allah’ın Rasulu! Ya kayın(lar) hakkında ne dersin?” diye sordu.
Peygamber:
“Kayın ölümdür”
diye buyurdu. Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
Bu hadis hicabın farz oluşuna delildir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem yalnızken kadınların yanına girmekten sakındırmış ve erkeğin
yakın akrabasını ölüme benzetmiştir. Bu tabir ise bu husustaki sakındırmanın
oldukça ileri derecede olduğunu ortaya koyar. Erkeklerin kadınların yanına
girmeleri ve onlarla başbaşa kalmaları yasak olduğuna göre –başka hadislerde
de sabit olduğu üzere- onlardan ancak hicap arkasından birşeyler isteneceği
öncelikle sözkonusudur. Onların yanına giren hicabı delmiş olur. Halbuki bu,
bütün kadınlar hakkında umumi bir emridir. O bakımdan bu buyruk da Yüce
Allah’ın: “Onlardan perde arkasından isteyiniz” buyruğu gibi bütün
kadınlar hakkında genel bir hükümdür.
11-
Evlenmek talebinde bulunan erkeğin evlenmek istediği hanıma bakmasına ruhsat
veren hadisler:
Bu hadisler pek çoktur. Bunları; aralarında Ebu Hureyre, Câbir, Muğire,
Muhammed b. Mesleme ve Ebu Humeyd (Allah tümünden razı olsun) gibi
ashabı kiramdan bir topluluk rivayet etmiştir.
Biz bu hususta Câbir radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadis-i şerif
ile yetiniyoruz. O dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurdu:
“Sizden herhangi
bir kimse bir kadına talip olduğu takdirde şayet onun ile nikâhlanmasına
kendisi için yeterli olacak kadarı ile onu görebilirse bunu yapsın.”
Bunun üzerine ben de onu görmek için gizlenip saklandığım, sonunda kendisini
nikahlayıp onunla evleneceğim kadarıyla onu görebildiğim bir kıza talip
oldum. Bu hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Hakim, rivayet etmiş olup Hakim
Müslim’in şartına göre sahihtir, demiştir.
Bu hadisin delaleti bir kaç yönden gayet açıktır:
a-
Aslolan kadınların tesettürü ve erkeklere karşı hicaplı olmalarıdır.
b-
Evlenme talebinde bulunacak olanın, kendisiyle evleneceği hanımı görmesine
ruhsat verilmesi, bu hususta azimetin varlığına bir delildir. Burada azimet
ise hicaptır. Eğer onların yüzleri açık olsaydı böyle bir ruhsat olmazdı.
c-
Evlenmek talebinde bulunacak olan Câbir radıyallahu anh onun için
gizlenip saklanmak yolunu tutmuştur. Böylelikle kendisini nikâhlayacak kadar
onu görmeye çalışmıştır. Eğer hanımların yüzleri açık olsaydı bu halleriyle
girip çıksalardı, elbette talip olmak istediği kızı görmek için saklanmaya
gerek duymazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
Şeyh Ahmed Şakir -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Müsned’in tahkikinde
(XIV, 236); kendisiyle evlenilmek üzere talip olunan kadının
görülebileceğine dair Ebu Hureyre’nin hadisini açıklarken şunları
söylemektedir: “Bu hadis-i şerif –ve bu anlamda erkeğin talip olduğu hanımı
görebileceğini belirten diğer rivayetler- çağımız inkârcılarından Avrupa’ya
kadınlara ve şehvetlerine köle olan günahkârların, oyuncak edinmek istediği
rivayetlerdir. Onlar bu gibi rivayetleri olmadık yerde delil diye
kullanmakta ve bunları sağlıklı İslami anlamlarından uzaklaştırmaktadırlar.
Bu anlam, erkeğin inceden inceye olmayan ve geçici bir şekilde bakmasıdır.
Fakat bu günahkâr kâfirler alabildiğine inceleyen, tam analamıyla bir
görmenin caiz olduğu kanaatini çıkarmaktadırlar. Hatta daha da ileriye
giderek kadının görülmesi caiz olmayan yerlerinin de görülebileceğini
söylemektedirler. Daha da ileri vararak haram olan halvetin cevazına hüküm
verdiler. Bu kadarıyla da kalmayarak arkadaşlığa, birlikte oturup kalkmaya
kadar işi götürdüler. Bunlarda hiç mahzur da görmezler. Allah kahretsin
onları, onların kadınlarını ve onların bu kanaatlerini beğenen herkesi! Bu
hususta aralarında günahları en ağır olanlar ise, dine müntesip görünen
kimselerdir. Halbuki bu din onlardan uzaktır. Allah bize esenlik ihsan etsin
ve bizleri dosdoğru yola iletsin!”
Bedenin ve ziynetlerin diğer bölümleri gibi yüz ve elleri de örtmeyi
kapsayan, bunların herhangi bir kısmını açmayı yahut dar kıyafet giyinmeyi
haram kılacak şekilde, hicabın mü’min hanımlara farz olduğuna dair âyet ve
sünnetten deliller bulunduğu gibi, bu nasslar aynı zamanda kıyas delili ile
de bedenin tamamının ve ziynet gibi yüzün ve ellerin de örtülmesi
gerektiğine delâlet etmişlerdir. Kadınların karşısındaki fitne kapılarını
kapatıp onların da fitneye düşmelerini önleyen Şeriatın yüce maksatlarını
gerçekleştirmeye, iffet, temizlik, haya, gayret (namusu kıskanmak) gibi
üstün ahlâkî değerleri korumaya; hayasızlık, kıskançsızlık, açılmak,
saçılmak, ihtilat gibi bayağı ahlâkı önlemeye yönelik tertemiz şeriatın
üstün kaidelerini uygulamayı hedeflemiştir. Maslahatların sağlanması,
kötülüklerin giderilmesi; daha büyük bir kötülüğü önlemek için (zaruret
halinde) daha küçük olanın işlenmesi; eğer dinde bir fesada ulaştırıyor ise
mübahın terkedilmesi gibi kaidelerin uygulanması bu kabildendir. İşte bu
esaslara binaen yapılan kıyaslardan bazıları:
Gözün haramdan sakınılması ve edep yerlerinin korunması emrine kıyasen,
yüzün açılması, vücuda bakmaya daha çok davetkâr ve mahrem yerini korumamaya
daha büyük çapta bir sebeptir.
Ayakların yere vurulmasına kıyasen, yüzün açılması fitneyi daha büyük çapta
gerektiricidir.
Yumuşak edâlı konuşmanın yasaklanmasına kıyasen, yüzün açılması daha büyük
bir fitnedir.
Ayakların, kolların, boynun ve saçın örtülmesinin nass ve icmâ’ ile
emredilmiş olmasına kıyasen, yüzün açılması fitneyi ve fesadı daha büyük
çapta gerektirir.
Ve buna benzer açıkladıklarımızdan çıkartılabilecek daha pek çok kıyas
yapılabilir. Bütün bunların sonucunda, yüzün ve ellerin örtülüp onların
açılmamasının öncelikli ve kıyasa daha uygun olduğu ortaya çıkmaktadır. İşte
bu tür kıyaslara da “celi (açık) kıyas” adı verilir. Böyle bir kıyas gayet
açıktır ve hiç bir şekilde eleştirilemez. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.
Sonuç:
Yapılan bu açıklamalardan Yüce Allah’ın, basiretine nur verdiği her kimse,
mü’min hanımlar hakkındaki hicabın farziyyetinin, bedenin tamamını, üzerinde
bulunan yapay bütün ziynetleri kapsadığını, Kur’an ve Sünnetin meydana
getirdiği hatadan uzak vahyin ve sahih kıyasın delâleti ile genel şer’i
kaidelerinin nazar-ı itibara alınması halinde, tercihe değer bir şekilde
açık delillerle sabit olduğunu görmüş olmaktadır. Bundan dolayıdır ki
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’ın döneminden günümüze kadar
Arap yarım adasında ve sair İslam diyarlarında mü’minlerin hanımları hep
buna uygun uygulamalarda bulunagelmişlerdir. Bugün genel olarak İslam
dünyasında görünen yüzün açılması, bedenin çoğu bölgelerinin ve ziynetin
tamamının çıplaklığa, açılıp saçılmaya, tefessühe varan açıklığın
başlangıcını teşkil etmiştir. Bu açılıp saçılmaya çağımızda “açılmak” adı
verilmektedir. Böyle bir bela ve musibet ancak hicretin öndördüncü asrın
başlarında hıristiyan araplar ile batılılaşmış sözümona araplardan ve
müslüman iken hristiyanlığa dönmüş olan bir azınlığın eliyle
gerçekleştirilmiştir ki; biz bunu ikinci bölümde açıklayacağız.
Bunun için hanımları bir dereceye kadar açılmış mü’min erkeklerin Allah’tan
korkmaları, Allah’ın emrettiği şekilde hanımlarını cilbâb ve başörtüsüyle
hicaba büründürmeleri, onların bu şekilde hicap üzerinde sebat gösterip onun
dışına çıkmamaları için gerekli sebepleri gerçekleştirmeleri icab eder.
Çünkü Yüce Allah kadınların velilerine İslami gayret ve dini hamiyyet
esasları üzere velâyetlerini yerine getirmelerini farz kılmıştır. Mü’min
hanımların da hicab ve himâr emrine, Allah’a ve rasulune; mü’minlerin
annelerine ve hanımlarına uyarak gönül isteğiyle bu çağrıyı kabul etmeleri
gerekir. Şüphesiz Allah erkek ve kadın kullarından salih olanların gerçek
dostudur.
Uyarıya
gelince; bu
dine inanan erkek ve kadın her mü’minin, bu dinin düşmanlarının ister
safların içinden ister dışlarından gelen batılılaşma çağrılarına mü’min
kadınların iffetin tacı ve şeref ve haysiyetin koruyucusu olan hicaplarından
çıkartılarak açılıp saçılmaya ve onları yabancı olan erkeklerin kollarına
atma propagandalarına kanmayarak; bunlardan son derece sakınmaları; nassları
delen temel esasları yıkan; iffet namus ve bunların korunmasını isteyen
şer’i maksatlar ile çatışan bir takım şâz (temel kurallara uymayan)
görüşlere aldanmamaları, bu şaz görüşleri kabul edenlerin ülkelerinde
görülen açıklık ve ihtilat saldırılarının önünde durmaları icab eder.
Erkek kadın her mü’mine diyoruz ki tertemiz şeriatin bilinen hükümleri ile
muhakkik ilim adamlarının kabul ettiklerine göre; açılmaya çalışanların açık
ve sağlıklı hiç bir delili yoktur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’ın
döneminden öndördüncü asrın başlarında ortaya çıkan açılma olayının
müslümanlar arasında görüldüğü zamana kadar dayanacakları sürekli bir
uygulamaları da yoktur. Yüze ve ellerin açılmasına davet edenlerin
getirdikleri bütün deliller hakkında şu üç durumdan birisi sözkonusudur:
1-
Delil sahih ve sarih olmakla birlikte, hicabı farz kılan âyetlerle
nesholmuştur. Bunu olayların tarihlerini tahkik eden herkes bilir. Yani
ortaya koydukları bu delil ya hicretin beşinci yılından önce varid olmuştur;
ya nikahtan ümidi kalmamış kadınlar hakkındadır yahutta kadınların
avretlerini anlayacak yaşa ulaşmamış çocuklar ile ilgilidir.
2-
Delil sahih olmakla birlikte sarih (ifadesi açık) değildir. Dolayısıyla
Kitap ve Sünnetteki yüzün ve ellerin de bedenin diğer bölümleriyle ziynet
gibi setredilmesini, örtülmesini ortaya koyan kitap ve sünnetteki
delâletleri kesin deliller karşısında delil olabilecek bir özellikte
değildir. Müteşabih olan (delâleti açık olmayan) nassın, muhkem olana havale
edilip onun ışığında anlaşılmaya çalışılması ise ilimde derinleşmiş
kimselerin yolu olduğu bilinen bir husustur.
3-
Delil sarih (açıkça anlaşılır) olmakla birlikte, sahih değildir; delil
olmaya elverişli olamaz; Sarih ve sahih nasslara ve hanımların bütün
bedenlerini ve ziynetlerini, bu arada yüz ve ellerini örtmeleri şeklinde
görülegelen kesintisiz uygulamaya karşı delil olarak ortaya çıkartılması
caiz olamaz.
Bununla birlikte İslam tarihi boyunca fitnenin varlığı ve dine bağlılığın
zayıfladığı, zamanın bozulduğu bir dönemde, yüz ve ellerin açılmasının caiz
olduğunu hiç bir kimse söylemiş değildir. Aksine bir çok alimin de
naklettiği üzere hepsi de yüz ve ellerin örtülmesi gerektiği hususunda icma
halindedirler.
İşte fesada veren olaylar günümüzde açıkça ortadadır. Dolayısıyla bu
olaylar, başka bir takım deliller olmasa dahi yüz ve ellerin örtülemesini
gerektirmektedir.
İslam dünyasını kaplayan dine bağlılığın zayıflığı ve bunca fesad açıkça
görülmekle birlikte; bu çağda kadınların yüzlerini açma propagandasını
güçlendirmek için böyle bir görüşü kayıtsız ve şartsız mutlak olarak
herhangi bir kimseye nisbet etmek; şüphesiz nakilde bir hainliktir.
Aslında farz olan, kadının bütün bedenini ve edindiği bütün yapay
ziynetlerini örtmesidir. Bunun herhangi bir kısmını yabancı olan bir erkeğe
kasten göstermesi caiz değildir. Yüce Allah’ın emri ile Rasûlünün emrini,
ashabı kiramın hanımlarına yaptıkları uygulamayı kabul etmek; sürüp gelen
İslam asırlar boyunca müslümanların uygulamalarına bağlı kalmak bunu
gerektirir. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allaha’dır.
Yüce Allah mü’min hanımlara bütün bedenlerini ve ziynetlerini örterek,
kendilerine yabancı olan erkekler karşısında hicabı farz kılmak suretiyle,
kendisine ibadet etmelerini istemiştir. Bu şekildeki ibadetin yerine
getirilmesi karşılığında sevap ve mükâfat; terkedilmesi halinde ise ceza
sözkonusudur. Bundan dolayı hicap emrinin çiğnenmesi, insanı helâk eden
büyük günahlardandır. Başka bir takım büyük günahlara düşmeye de sebeptir.
Bedenin herhangi bir bölümünü kasden açığa çıkarmak, yapay ziynetin herhangi
bir kısmını kasdi olarak göstermek, ihtilat, başkalarını fitneye düşürmek ve
buna benzer hicab emrinin çiğnenmesinin sebep olduğu pek çok afet, buna
örnektir.
O halde mü’min hanımlara düşen Yüce Allah’ın kendilerine farz kılmış olduğu
hicab, tesettür, iffet ve haya emirlerine, ona ve Rasulune itaat olmak
üzere, gereği gibi uyup riayet etmektir. Şanı yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Allah ve Rasulu
bir işi hükme bağladığında hiç bir mü’min erkek ve hiç bir mü’min kadına o
işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasulune isyan
ederse şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.”
(el-Ahzab,
33/36)
Hem Yüce Allah bu emri farz kılmanın ötesinde pek çok hikmetler ve büyük
sırlar, övülmeye değer erdemler, pek büyük amaç ve maslahatlar vardır.
Bunların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz:
1- Namusu
Korumak:
Hicap namusları korumanın şer’i bir himayesidir. Şüphe, fitne ve fesada
sebep olan hususların bertaraf edilmesidir.
2- Kalplerin
temizliğini sağlaması:
Hicab mü’min erkek ve hanımların kalplerinin temizliğini, takva ile mamur
hale gelmesini, haram kılınan hususlara karşı gereken saygının
gösterilmesini sağlar. Nitekim Yüce Allah: “Bu sizin kalbiniz için de
onların kalpleri için de daha temizdir” (el-Ahzab, 33/53) buyruğu ile
bunu dile getirmektedir.
3- Yüksek ahlâkî
değerler:
Hicap; iffet, ihtişam, haya ve kıskançlık gibi yüksek ahlâkî değerlere sahip
olmayı sağlar; örtülmesi gereken yerlerini açılıp saçılmaya, aşağılık bir
konuma düşmeye, fesada kapılmaya ve benzeri kötü hallerle kirlenmeye karşı
onu muhafaza eder.
4- İffetli
hanımların alameti olması:
Hicab hür ve iffet sahibi hanımlar için iffetli, şerefli olduklarına; şüphe
ve onlar hakkında kuşku duyulacak kirli hallerden uzaklıklarına dair şer’i
bir alamettir:
“Bu, onların
tanınıp incitilmemeleri için daha uygundur”
(el-Ahzab,
33/59) buyruğu bunu göstermektedir. Ayrıca hicab, kalbin temiz oluşuna,
dışarıdan görünen açık bir delildir. Şüphesiz iffet kadının baş tacıdır.
İffet bir yuvanın üzerinde kanat çırpacak olursa mutlaka o yuvada huzur ve
sükûn olur.
Burada hatırlanması hoş bir husus ta şudur: Şair en-Numeyrî, Haccac’ın
yanında kendisinin:
“Onlar takvalarından ötürü parmak uçlarını dahi örterler
Ve gece karanlığı içerisinde örtülerine bürünerek dışarı çıkarlar”
beytini okuyunca, Haccac: İşte hür müslüman kadın böyle olur, demiştir.
5-
Başkalarının ümide kapılmalarını ve şeytanî vesveselerini kesip atar:
Hicap türlü rahatsız edilmelere, erkek ve kadınların kalplerindeki
hastalıklara karşı toplumsal bir koruyucudur. Kötü umutların ardını arkasını
keser, hainâne bakışları geri çevirir, erkeğin namusuna kadının da namusuna
ve mahremlerine gelebilecek rahatsız edici her bir şeyi geri çevirir. Muhsan
(namuslu ve iffetli) hanımların hayasızlık yaptıkları iftirasına, onlar
hakkında kötü sözler söylenmesine, şüphe ve tereddütler uyanmasına ve buna
benzer şeytani bir takım vesveselere karşı koruyucudur.
Bir şair şöyle demiştir:
“Onlar hür kadınlardır; kötü bir şüpheyi gerektirecek hiç bir şeyi
hatırlarından geçirmemişlerdir;
Tıpkı avlanılmaları haram olan Mekke ceylanları gibidirler.”
6- Hayanın
muhafaza edilmesi:
“Haya” kelimesi hayat’tan alınmıştır. Hayasız hayat olmaz. Bu Yüce Allah’ın
üstün ve şerefli kılmayı murad ettiği ruhlarda yerleştirdiği bir huydur. Bu
huy kişiyi erdemli davranışlarda bulunmaya iter ve bayağı ve adi hareketleri
defeder. Haya insanın özelliklerindendir. Fıtratın bir hasleti ve İslam’ın
bir ahlakıdır. Haya imanın kollarından bir koldur. Arapların İslam
tarafından da onaylanıp kendisine davet edilen övülmeye değer
hasletlerindendir. Abs oğullarından olan Antere şöyle demiştir:
“Komşu hanım bana görünecek olursa, sakınırım, gözümü ona bakmaktan
Komşu olan o hanım, evine girip saklanıncaya kadar”
Hayanın etkisi ile kişi erdemlere bezenir; kişiyi kötülüklerden alıkoyan bir
muhafazaya bürünür. Haya nefsi düşük ahlaki davranışlara düşmekten alıkoyup
engeller.
Hicap ise hayanın korunması için etkin bir araçtır. Hicabın bırakılması ise
hayanın terkedilmesidir.
7-
Haya açılıp saçılmanın ve ihtilâtın müslüman toplumlarına sızmasını
engeller.
8-
Hicap zinaya ve herşeyi mübah gören ibâhî akıma karşı bir himayedir. Bunun
sonucunda kadın her köpeğin yaladığı bir kap olmaz.
9-
Kadın bir avrettir. Hicap ise bu avreti örten unsurdur. Bu da takvadan ileri
gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey Adem
oğulları, size avret yerlerinizi örtecek bir libas ile giyinip
süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takva elbisesine gelince o, daha
hayırlıdır.”
(el-A’raf, 7/26)
Abdurrahman b. Eslem –Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu âyetin
tefsirinde şunları söylemektedir: “Allah’dan korkup da avretini örtmesi
takva elbisesinin kendisidir.”
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e kadar ulaşan bir hadiste şöyle
dua ettiği zikredilmektedir: “Allah’ım avretlerimi ört, korkularımı
güvenliğe çevir.” Bu hadisi Ebu Davud ve başkaları rivayet etmiştir. O
halde Allah’ım; bizim de mü’minlerin hanımlarının da avretlerini setret ört.
Âmin.
10-
Gayreti (namus ve iffeti, kıskanmayı) koruması: Buna dair geniş açıklamalar
onuncu esasta yapılacaktır.
Aslolan kadınların evlerinde kalmalarıdır. Çünkü Yüce Allah: “Evlerinizde
oturun” (el-Ahzab, 33/33) diye buyurmuştur.
O halde evlerde oturmak, kadınlar hakkında şer’î bir azimettir. Evlerden
çıkmaları ise ancak bir zaruret yahut bir ihtiyaç dolayısı ile sözkonusu
olabilecek bir ruhsattır.
Bundan dolayı daha sonra: “İlk cahiliyyeninki gibi açılıp saçılarak
salınıp yürümeyin” diye buyurulmuştur. Yani cahiliyye mensubu kimselerin
alışkanlık ve adetleri gibi süslenerek ya da hoş kokular sürünerek dışarıya
çokça çıkmayın.
Evlerde kalma emri hanımlar için duvarlarla, perdelerle yabancıların önüne
çıkıp görünmeye ve ihtilâta karşı bir hicaptır. Yabancıların önüne çıkacak
olurlarsa, o takdirde hicap bütün vucudu ve sonradan edinilmiş yapay
ziynetleri örten elbiseye bürünmekle gerçekleşir.
Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine bakan kimse şunu görür: Evler Yüce Allah’ın
Kitabındaki üç âyet-i kerimede kadınlara izafe edilmiştir. Oysa evler
aslında erkeklere yahutta hanımların velilerine aittir. Bu izafetin
yapılmasının sebebi –doğruyu en iyi bilen Allah’tır- kalmalarının
devamlılığının gözönünde bulundurulmasıdır. O halde buradaki izafet, onların
orada iskân olmalarından, meskenlerinde kalıp oradan ayrılmamalarından
dolayıdır. Yoksa evlerin onlara mülk olarak verilmesi anlamında bir izafet
değildir.
(Sözü edilen bu üç âyeti kerimede) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Evlerinizde
oturun!”
(el-Ahzab,
33/33);
“Evlerinizde
okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın!”
(el-Ahzab,
33/34);
“Evlerinden
onları çıkarmayın!”
(et-Talak, 65/1)
Bu asıl ilkenin korunması sayesinde aşağıdaki şer’i maksatlar da
gerçekleşir:
1-
Fıtratın, insan varlığının durumunun ve âlemlerin Rabbinin şeriatinin
öngördüğü, kulları arasındaki adaletli görev paylaşımı olan kadının evin
içerisinde, erkeğin de dışında çalışması şeklindeki iş bölümüne riayet
etmek.
2-
Şeriatın gereği olan İslam Toplumu –karma karışık olmaması anlamında-
bireysel bir toplum olduğu ilkesine riayet etmek. Çünkü kadının kendine has
bir toplumu vardır ve o da evin içerisindedir; erkeğin de kendine has bir
toplumu vardır ve o da evin dışındadır.
3-
Kadının hayatî görevini ifa edeceği evinde kalması ona çok yönlü görevini
yerine getirecek zamanı ve duyguyu kazandırır. Onun bu çok yönlü görevi eş,
anne, kocasının evini koruyup gözetmek, onun yanında sükuna kavuşanın
(eşinin) haklarına vefakârlık göstermek, yiyecek, içecek, giyecek hazırlamak
ve bir nesil yetiştirmektir.
İbn Ömer (radıyallahu anhumâ)’ın rivayet ettiği hadiste sabit
olduğuna göre Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: “Kadın kocasının evinde bir çobandır ve güttüklerinden
sorumludur.” Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
4-
Kadının evinde oturması, Yüce Allah’ın ona farz kıldığı namaz ve benzeri
diğer rükünleri eksiksiz yerine getirmesini sağlar. Bundan dolayı kadının
üzerinde evinin dışında bir görev yoktur. Namazları cemaatle kılıp, cumalara
katılma yükümlülüğü ondan kaldırılmıştır. Kadının üzerindeki hac farizası,
onunla beraber hacc edecek bir mahremin varlığı şartına bağlıdır.
Leys’li Ebû Vâkid’in rivâyet ettiği hadiste sabit olduğuna göre Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellem hac ettiği esnada hanımlarına şunları
söylemiştir: “İşte bu böyle! Artık bundan sonra hasırların sırtı
(üzerinde kalacaksınız).” Hadisi Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmiştir.
Merhum İbn Kesir Tefsirinde şunları şöylemektedir: “Yani bundan böyle sizler
hasırların sırtı üzerinde kalınız, evlerinizden dışarıya çıkmayınız”
Şeyh Ahmed Şakir -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu hadis ile ilgili olarak
Umdetu’t-Tefsir’de (III, 11) şunları söylemektedir: “Hac, Allah nezdinde
Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerin en üstünlerinden birisi olmakla birlikte,
farz olan haccın edasından sonra yapılacak olan haclarla ilgili yasak böyle
dile getirildiğine göre, bu çağda İslâm’a müntesip hanımların şehirler
arasında gidip gelmeleri hakkında ne denir? Öyle ki bunlar, küfür diyarına
tek başlarına mahremsiz olarak yahut ta adeta varlığı ile yokluğu
farketmeyen şekilde kocalarıyla yahut bir mahrem ile birlikte küfür diyarına
açık-saçık, isyankâr bir halde bile çıkacak hale gelmişlerdir. Ah nerede
erkekler nerede erkekler?”
Yüce Allah kadına cihadı da farz kılmamıştır. Bundan dolayı Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem hiç bir zaman cihad için herhangi bir kadına
bir sancak vermemiştir. Ondan sonraki halifeler de böyledir. Hiç bir zaman
bir kadın savaşa yahut ta savaş ile ilgili herhangi bir göreve
çağırılmamıştır. Aksine savaşlarda kadınların yardımını istemek ve onların
katılımı ile çok görünmeye çalışmak, ümmetin zayıflığına ve düşünce ve
yaklaşımlarındaki dengenin altüst olduğuna delildir.
Umm Seleme radıyallahu anha’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ey
Allah’ın Rasulu, erkekler gazaya çıkıyor. Biz ise çıkmıyoruz. Üstelik biz
mirasın yarısını alıyoruz”, deyince Yüce Allah: “Allah’ın kendisi ile
kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin” (en-Nisa, 4/32)
buyruğunu indirdi. Bunu Amed, Hakim ve başkaları sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.
Şeyh Ahmed Şakir –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu hadis ile ilgili
olarak Umdetu’t-Tefsir (III, 157) de şunları söylemektedir: “Bu hadis
mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını tutkuyla isteyen çağımızdaki
müfteri yalancıların söylediklerini redd etmektedir. Bunlar kadını
korunağından, yuvasından, içinde bulunduğu himaye ortamından ve Allah’ın
kendisine emrettiği tesettürden soyutlayarak onu kolları, baldırları çıplak,
önde yahutta arkalarda açık saçık günahkâr bir vaziyette askerliğe almak
istemektedirler. Onlar böylelikle aslında, askerlik yaptıkları sırada
kadınlardan mahrum kalan genç askerleri lanetli bir şekilde rahatlatmak için
bunu istemektedirler. Böylece Yahudiler ile diğer kafirlere benzemeğe
çalışmaktadırlar. Kıyamet gününe kadar Allah’ın kesintisiz lanetleri onların
üzerine olsun”
5-
Pak şeriatın kendileriyle etrafını çerçevelediği kadının şeref ve
haysiyetinin, iffetinin korunması, evdeki görevlerini eda edip yerine
getirmesinin gereği kadarıyla takdir edilmesini sağlamak.
Böylelikle kadının, evin dışında çalışmasının, erkeğin özel alanında erkeğe
ortaklık demek olduğu anlaşılmaktadır. Bu iş bütün bu maksatları ortadan
kaldırır yahut ta onları ihlal eder. Kadının dışarıda çalışması, erkeğin
özel görev alanında onunla çatışması anlamına gelir. Erkeğin kadının
işlerini, sorumluluklarını yüklenmesini ortadan kaldırır, erkeğe de
haksızlık olur. Çünkü erkeğin biri mübah rızkı kazanıp elde etmek, geçimini
kazanmak ve hayatı kurmak uğrunda mücadele ve cihad etmek –ki bu evin
dışındadır- diğeri ise sükûn, rahat ve huzur ortamı –ki bu da evin
içerisindedir- olmak üzere iki dünyada yaşamak zorundadır. Kadının evinden
çıkması oranında erkeğin iç dünyasında dengesizlik meydana gelir. Erkeğin
dışarıdaki çalışmalarını bozacak şekilde rahat ve huzurunu kaybeder. Hatta
ailelerin çözülmesi sonucunu verecek şekilde, erkek ve kadın arasında
problemlerin çıkmasına sebep olur. Bundan dolayı “erkek toplar getirir,
kadın da yuva yapar” denilmiştir.
Yabancılarla karışmanın (ihtilatın) sonucu olarak kadın için olumsuz etkiler
sözkonusu olur.
Şüphesiz İslâm, fıtrat dinidir Kamu menfaati insanın fıtratı ve mutluluğu
ile aynı noktada birleşir. O halde kadına ancak fıtratı, tabiatı ve dişiliği
ile uyuşan görevleri yapması mübahtır. Çünkü o gebe kalan, çocuk doğuran,
emziren bir eştir, ev hanımıdır. Çocukların annesidir, ilk okulları olan
evde aile yuvasında nesillerin eğiticisidir.
Kadınların evlerinde kalmalarının emredilmesi şeklindeki bu esas böylece
sabit olduğuna göre, şüphesiz Yüce Allah bu evlerin saygınlığını da korumuş,
herhangi bir şüphe veya tereddüt uyandırıcı hususlara karşı himaye etmiş,
evlerin mahremiyetlerini açığa çıkartan herbir durumu yasaklamıştır. Bu da
evin içerisindekilerin görülmemesi için evlere girmek istendiği vakit
gerekli iznin alınmasının meşru kılınması ile gerçekleştirilmiştir. O
bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp o ev halkına
selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki (bunları
düşünüp) öğüt alırsınız:
Eğer evlerde kimse bulamazsanız size izin verilinceye kadar oralara asla
girmeyin. Eğer size geri gidin denilirse geri dönüp gidin. Bu sizin için
daha temizdir. Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilir
Oturulmayan ve
içlerinde size ait meta bulunan evlere girmenizde size günah yoktur Allah
açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.”
(En-Nur,
24/27-29)
İzin almak, izin istemek ve selam verip girmenize müsaade edilerek,
selamınızın alınması demektir.
Başkalarının evini kendilerinin izni olmaksızın görüp gözeten kimsenin;
gözünün çıkarılması halinde gözünün heder olduğuna (bunun karşılığında göz
çıkaranın cezalandırılmayacağına) dair sahih pek çok sünnet gelmiş
bulunmaktadır. Yine bu husustaki sünnetlere göre izin isteyen kimse, kapının
önünde durmamalıdır. Sağında veya solunda beklemeli, kapıyı aşırıya
kaçmaksızın hafif bir şekilde vurmalı, esselamu aleykum demelidir. Bu
şekilde izin istemeyi üç defaya kadar tekrarlayabilir.
Bütün bunlar müslümanların avretleri olan evlerin korunması içindir. Peki o
avretlerin (hanımların) evlerin dışına açık, saçık ve erkeklerle
karmakarışık bir halde dışarıya çıkarılmalarını isteyenin hali ne olacak? O
halde ey Allah’ın kulları! Allah’ın size verdiği emirlere sıkı sıkıya bağlı
kalın.
Kadınların herhangi bir zorunluluk ya da bir ihtiyaç bulunmaksızın;
evlerinden dışarıya çıkmaları başgösterdiği takdirde; bu hiç şüphesiz
kadınlar üzerinde gerekli sorumluluğun yerine getirilmesinde bir zaaftan
yahut bunun büsbütün ortadan kalkmasından kaynaklanır. Bizler evlenmek
isteyen kimseye seçimini güzel yapmasını, olur olmaz çıkıp giren, işinde
olduğu zamanları yollarda gezmek için fırsat olarak değerlendiren adaylardan
uzak kalmasını öğütleriz. Bu ise onun çevresindeki kadınların tabiatından ve
aile halkının yetişmesinden anlaşılabilecek bir durumdur.
İffet, ihtilâtın paramparça ettiği bir hicaptır. Bundan dolayı İslâm’ın
izlediği yol, yabancı erkek ile kadını birbirinden ayırmak ve uzak tutmak
şeklindedir. Önceden de geçtiği üzere İslam toplumu dual değil ferdi bir
toplumdur. Yani erkeklerin kendine has toplum ve toplantıları, kadınların da
kendine has toplum ve toplantıları vardır. Kadın şeriatin dışarı çıkmak için
koymuş olduğu ilkeler çerçevesinde ancak bir zaruret yahut bir ihtiyaç
dolayısıyla erkekler topluluğu arasına çıkar.
Bütün bunlar, ırzların, neseplerin korunması, erdemlerin himaye edilmesi,
şüpheli hallerden ve bayağılıklardan uzak kalınması, kadının evindeki temel
görevlerinden başka şeylerle uğraştırılmaması içindir. İşte bu sebepten
ötürü, ihtilat haram kılınmıştır. İster öğretim, ister çalışma, ister kongre
ve toplantı, ister özel ve genel toplantı için olsun isterse başka bir
sebepten olsun. Çünkü ihtilatın sonucunda namus ve şerefin çiğnenmesi,
kalplerin hastalanması, kalpten kötü düşüncelerin geçmesi, erkeklerin
kadınlaşmaya, kadınların da erkekleşmeye doğru değişime uğraması, hayanın
ortadan kalkması, iffet ve ihtişamın gerileyip kıskançlığın ortadan kalkması
sonuçlarını doğurur. İşte bundan dolayı müslümanların, kadınları kendilerine
yabancı olan erkeklerle karışık oldukları bir dönemleri görülmemiştir. İslam
topraklarında ihtilâtın başlatıcısı olan ilk kıvılcım, emperyalist, yabancı
ve uluslar arası okullar aracılığıyla olmuştur. Bunlar İslam toprakları
arasında ilk olarak Lübnan’da açılmıştır. Nitekim ben bu hususu daha önce
“Uluslararası yabancı ve emperyalist okullar, bu okulların tarihleri ve
İslam toplumu açısından tehlikeleri” adlı eserimde açıklamış bulunuyorum.
Tarihen bilindiği üzere böylesi, yönetilenleri zelil kılıp onlara boyun
eğdirmenin en güçlü yoludur. Yani onların şeref ve haysiyetlerini ayakta
tutan unsurları ortadan kaldırmak ve toplumu erdemli hallerinden soyutlayıp
uzaklaştırmak. -lâ havle velâ kuvvete illa billah-.
Yine tarihen bilindiği üzere açılıp saçılmak ve ihtilât, uygarlıkların
çöküşünün, devletlerin sona erişinin en büyük sebepleri arasındadır. Nitekim
Yunan ve Roma uygarlıklarında görülen budur. Saptırıcı hevâ ve görüşlerin
akibetleri de böyledir. Nitekim Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye -Allah’ın rahmeti
üzerine üzerine olsun- Fetvâlarında (XIII, 182) şunları söylemektedir: “İşte
Emevi devletinin çöküşü Muattile’ye mensup Ca’d ve buna benzer diğer
sebeplerden ötürü olmuştur.” İşte ihtilata ve erkeklerle kadınların
birbirlerinden uzak tutulması sünnetinin çiğnenmesine götüren sebepler,
bundan dolayı haram kılınmıştır. Bu sebeplerin bazıları:
Yabancı kadının yanına girmenin ve onunla başbaşa kalmanın haram oluşu.
Çünkü bu hususta pek çok sahih hadis varid olmuştur. Şoförün, hizmetçinin,
doktorun ve başkalarının zaman zaman kadın ile başbaşa kaldıkları
görülmektedir. Kimi zaman bir halvetten ötekine intikâl ettiği görülür. Evde
hizmetçi, arabada şoför, muayenehanede doktor kadın ile başbaşa kalabilmekte
ve benzeri halvetler ortaya çıkmaktadır.
Yanında mahremi bulunmadan kadının yolculuk yapmasının haram kılınması. Bu
hususta da bilinen mütevatir pek çok hadis vardır.
Erkek ve kadının birbirlerine kasdi olarak bakmaları Kur’an ve Sünnetin
nassı ile haramdır.
Erkeklerin –kocanın akrabaları olan- kayınlar da dahil, yalnız bulunan
kadınların yanına girmeleri haram kılınmıştır. O halde kadınların ziynetleri
ile birlikte fitneye düşürücü yerlerini göstererek yumuşak ve edalı konuşup
gülerek… ihtilâtlı ailevi oturumlara ne demeli.
Erkeğin selamlaşmak kasdıyla tokalaşmak dahil, yabancı kadının bedenine
dokunmasının haram oluşu.
Erkeğin ve kadının birbirlerine benzemeye çalışmalarının haram kılınışı.
Kadının namazını evinde kılmasının meşru kılınması. Bu İslamî evin
şiârlarındandır. Kadının evinde namaz kılması mahalle mescidinde namaz
kılmasından daha hayırlıdır. Mahalle mescidinde namaz kılması Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellem’ın mescidinde namaz kılmasından hayırlıdır.
Nitekim bu hususta hadis böylece sabit olmuştur.
Bundan dolayı kadın üzerinde cuma namazı kılmak farziyyeti yoktur. Kadına
aşağıdaki hükümler çerçevesinde mescide gitmesine izin verilmiştir:
1-
Kendisi sebebiyle ve kendisi hakkında fitneden yana emin olunması.
2-
Kadının mescide gelmesi dolayısıyla şer’i bir mahzurun ortaya çıkmaması.
3-
Yolda da camide de erkekler arasında sıkışmaması.
4-
Hoş koku sürünmeksizin dışarı çıkması.
5-
Herhangi bir süse bürünmeden hicablı olarak dışarı çıkması.
6-
Mescitlerde hanımlara has ayrı kapıların tahsis edilmesi. Kadınlar bu
kapıdan girecek ve bundan çıkacaklar. Nitekim bu hususta Ebu Davud’un
Sünen’inde ve başkalarında hadis sabit olmuş bulunmaktadır.
7-
Kadınların safları erkeklerin saflarının arkasında olmalı.
8-
Kadınların saflarının, en hayırlısı erkeklerinkinin aksine sonuncusudur.
9-
İmam namaz esnasında herhangi bir yanlışlık yapacak olursa erkekler tesbih
eder (sübhanallah der), kadınlar ise el çırparlar.
10-
Kadınlar erkeklerden önce mescitten çıkarlar. Erkekler de kadınlar evlerine
gidinceye kadar beklerler. Nitekim Sahih-i Buhari’de ve başkasında yer alan
Umm Seleme radıyallahu anha’nın rivayet ettiği hadiste böyle
belirtilmiştir.
Ve buna benzer erkekler ile kadınların arasındaki mesafeyi, ihtilâtı
uzaklaştıran daha başka hükümler de vardır.
Burada şuna dikkat çekmek kaçınılmazdır: Herşey mubah olsun çağrısı
yapanların, önceleri önemsiz görünen bir takım başlangıç noktaları vardır.
Bu önemsiz görülen başlangıç noktaları çok büyük tuzaklar ihtiva eder.
Bunlardan birisi de ihtilât yapı taşını yerleştirmektir. Onlar bu işe çocuk
yuvalarından ve haber programlarından başlarlar. Çocuklar arasında basın
yoluyla tanışma esasından, toplantılarda her iki cinsin karşılıklı olarak
birbirlerine çiçek sunmaları ile başlarlar. Böylece çoğu kimsenin önemsiz
gördüğü bu gibi başlangıçlarla ihtilâttan nefret engelini kırmaya götüren
işlerle devam ederler.
Müslümanlar velâyetleri altında bulunanlar hakkında Allah’tan
korkmalıdırlar. Hayatlarında attıkları adımların hesabını yapmalıdırlar.
Yüce Allah’ın sorumlulukları altına verdiği, himaye etmekle yükümlü
oldukları kimseleri korusunlar. Sapıklık basamaklarında adım adım ilerlemek
için fitneye yapılan çağrıyı kabul etmek ve bu hususta kusurlu hareket
etmekten çok, ama çok sakınmak gerekir. Herkes kendisini hesaba çekebilecek
durumdadır.
Saçılmak (teberrüc), açılmak (süfûr) dan daha geneldir. Çünkü açılmak,
sadece yüzün üzerindeki örtüyü açma anlamındadır. Saçılmak ise kadınının
bedeninin yahut yapay ziynetinin bir bölümünü, kendisine yabancı olan
erkeklerin önünde açıp göstermesi demektir. Buna dair açıklamayı şöylece
yapabiliriz:
Teberrüc (saçılmak), ortaya çıkmak ve görünmek anlamındadır. Burada bununla;
kadının bedeninin yahut ziynetinin bir bölümünü göstermesi demektir.
Gezegenlere “semanın burçları” adının verilmesi de bu kökten gelmektedir ki;
semanın ziyneti demektir. Bu ismi alış sebepleri ise açıkça görülmeleridir.
Teberrücün, kadının burcundan yani köşkünden çıkıp görünmesi anlamından
alındığı da söylenmiştir. Çünkü burûc (burçlar) köşkler demektir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yüksek burçlar
içinde olsanız bile...”
(en-Nisa, 4/78)
Kadının burcu ise evidir. Yüce Allah kadınlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Evlerinizde
oturun! İlk cahiliyyeninki gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin.”
(el-Ahzab,
33/33)
Köşke “burç” adının verilmesi, genişliğinden ötürüdür ve bu “genişlik” demek
olan “burc” lafzından alınmıştır. Dua eden bazı kimselerin söyledikleri:
“Allahummebruc li ve lehu” sözleri “benim için de onun için de genişlik ver”
demektir.
Açılmak (süfur) ise “sefr” den alınmış olup örtüyü açmak demektir. Bu ayni
şeyler hakkında kullanılır. “İmra’atun safirun, imra’atun safiratün”
tabirleri, üzerindeki ve yüzündeki örtüyü açan kadın hakkında kullanılır.
Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O günde
apaydınlık (süfûr ile aynı kökten: müsfire) yüzler vardır.”
(Abese, 80/38)
Bu da aydınlık ve parıldayan yüzler demektir. Şanı Yüce Allah aydınlık ve
parlaklık niteliğini, bedenin geri kalan kısımları arasında yalnızca yüze
tahsis etmiş bulunmaktadır.
Geçen bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere süfûr (açılma), yüzü açmak
demektir. Teberrüc (saçılma) ise, yüzün yahut onun dışında bedenin ya da
yapay ziynetin açığa çıkartılması ile gerçekleşir. O halde süfûr (açılmak),
teberrüc (saçılmak) dan daha özel bir anlam ifade eder. Kadın eğer yüzünü
açacak olursa aynı zamanda hem açılmış hem saçılmış (safira müteberrice)
olur. Eğer yüzün dışında bedeninin yahut yapay ziynetinin bir bölümünü
açacak olursa, o kadına müteberrice hasire (bedeninin gösteren, saçılan
kadın) denilir. İşte teberrüc ve süfurun hakikati budur. Kitap, sünnet ve
icma kadının teberrücünün (saçılmasının) haram olduğunu ortaya koymuştur.
Teberrüc kadının bedeninin yahut ta kendisine yabancı erkeklerin önünde
açığa çıkartılmasını kadına haram kıldığı yapay ziynetinin bir bölümünü
açması demektir.
Aynı şekilde Kitap, Sünnet ve amelî icma da kadının süfurunun yani yüzünün
üzerinden örtüyü açmasının haram olduğuna delil teşkil etmiştir. Teberrüc ve
diğer fesadı ortaya koyan görünümler hakkında tekeşşüf (açılmak), tehettük
(hayasızca giyinmek), çıplaklık, ahlakî çözülüş, hayatın kanunu ihlal etmek
ve ibahiyyenin (zinanın) davetçisi gibi tabirler kullanılır. Açılıp saçılmak
önceki şariatlerde de haram kılınmıştır. Beşeri kanunlarda da kağıt üzerinde
yasaktır. Fakat pratikte bu yasağın hiç bir etkinliği yoktur. Çünkü bu kanun
zoru ile öngörülmüş bir yasaktır.
İslam’da ise bu, iman, imanın müslümanların kalpleri üzerindeki egemenliği
sayesinde haram kılınmıştır. Müslüman bu yasağa Yüce Allah’a ve Rasulune
itaat ederek, iffet ve fazilete bezenerek, bayağılıklardan uzak kalarak,
günahlardan sakınarak, ecir ve mükâfat umarak, can yakıcı azaptan korkarak
riayet eder. Müslüman hanımların –o halde- Allah’tan korkmaları ve Yüce
Allah’ın ve Rasulunun yasakladıklarından uzak durmaları gerekir. Taki
müslümanların arasında fesadın, hayasızlıkların yayılması, aile ve yuvaların
yıkılması, zinanın yaygınlaşması suretiyle müslümanların arasında fesadın
sirayet etmesinde bir pay sahibi olmasınlar. Ve hain bakışları, hasta
kalpleri üzerlerine çekerek günaha girmesinler, başkalarını da günaha
sokmasınlar.
Teberrüc, hicabın çıkartılması ve kadının kendisine yabancı olan erkekler
önünde bedeninin bir bölümünü açık bırakması ile olur.
Teberrüc, kadının cilbâbının altındaki elbiseleri gibi yapay ziynetinden bir
bölümünü açığa çıkarmasıyla olur.
Teberrüc, kadının erkekler önünde yürürken kırıtmasıyla, sağa sola eğilip
bükülmesiyle olur.
Teberrüc, kadının sakladığı ziyneti bilinsin diye ayakların yere
vurulmasıyla olur. Bu ziynetin kendisine bakmaktan daha çok arzu uyandıran
bir davranıştır.
Teberrüc, yumuşak ve edâlı konuşmakla olur.
Teberrüc, erkeklerle karışmak, kadınların bedenlerinin erkeklerin
bedenlerine tokalaşmakla dokunması, vasıtalarda, dar yollarda ve benzeri
yerlerde sıkışmak suretiyle olur.
Teberrüc halindeki kadınlar erkeklere benzeyen, onlar gibi olmaya çalışan
yahutta kafir kadınlara benzemeye çalışan kadınlardır.
Erkeklere benzeyen kadınlara bazı Avrupalılar “üçüncü tür cinsiyet” adını
verirler.
Teberrücün haram oluşuna dair Allah’ın Kitabından bir takım âyetler vardır.
Bunların ikisi teberrücü açıkça yasaklamaktadır:
“Evlerinizde
oturun! İlk cahiliyyeninki gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin.”
(al-Ahzab, 33/33)
“Nikâh ümidi
kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar için süslerini göstermemek şartıyla,
rubalarını bırakmakta onlar üzerine vebal yoktur. Bununla beraber iffet
etmeleri onlar için hayırlıdır. Allah çok iyi işitendir, çok iyi bilendir”
(en-Nur, 24/60)
Hicabı farz kılan âyetler ile bunun hem mü’minlerin anneleri hem mü’minlerin
hanımları için farz kılınması, ziynetlerini açığa çıkarmalarının
yasaklanması da aynı şekilde teberrücün ve süfûrun (açılıp saçılmanın) haram
oluşuna dair kesin nasslardır.
Sünnet-i seniyyeden delillerden birisi de Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın
rivayet ettiği şu hadistir: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki:
“Henüz
kendilerini görmediğim cehennem ehli iki sınıf insan vardır. Bunların biri
beraberlerinde inek kuyruklarını andıran ve kendileri ile insanları
vurdukları kamçılar taşıyan bir topluluk; diğeri ise giyinmiş fakat çıplak,
kendisi meyleden, başkalarını kendilerine meylettiren, başları deve
hörgücünü andıran kadınlardır. Bu kadınlar Cennete girmeyecek, kokusunu dahi
almayacaklardır. Ve şüphesiz onun kokusu şöyle şöyle bir uzaklıktan dahi
alınır.”
Hadisi Müslim Sahih’inde rivayet etmiştir. Bu hadiste çok ağır bir tehdit
vardır. Bu ifadeler teberrücün (saçılmanın) büyük günahlardan olduğunu
göstermektedir. Çünkü büyük günah; cehennem ateşi, gazap, lanet, azap
yahutta cennetten mahrum olmak gibi ilahî bir tehdidin sözkonusu olduğu
herbir günahtır.
Allâme San’ânî’nin “Minhatu’l-Gaffar alâ Davi’n-Nehâr” adlı haşiyesinde (IV,
2011-2012) belirttiği üzere müslümanlar teberrücün haram olduğunu icma ile
kabul etmişlerdir.
Diğer taraftan mü’min hanımların Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
döneminde açılıp saçılmamaları, buna karşılık beden ve ziynetlerini setretme
uygulamalarını, icma ile uygulaya gelmişlerdir. Bu uygulama bin üç yüz
kırk iki hicri senesinde Osmanlı devletinin çöküşü ve İslam dünyasının
dağılıp emperyalizmin oralara girmesine kadar devam etmiştir.
Bir şairin açılıp saçılmaya davet edenlere karşı etkileyici bir kasidesi
vardır ki ilk beyiti şöyledir:
“Yasaklamıştır açılıp saçılmayı Kitabımız ve Peygamberimiz
İstiyorsanız hanımlar, bu husustaki rivayetlere ve âyetlere bakınız”
Müslüman, mahremi olan kadınlar arasında teberrücün baş göstermesinden
sakınmalıdır. Bu ise küçük kızlarının; buluğa ermiş büyük bir kız olup,
aynısını giyinmesi halinde fasıklık ve facirlik olarak değerlendirilecek
kıyafetler giyinmesine göz yummasıyla başlar. Ona kısa, dar elbiseler,
pantolon, tenini gösteren ince elbiseler giydirmek, az önce sahih hadiste
geçtiği gibi cehennemliklerin elbiselerini giydirmek bu türdendir. Çünkü
böyle yapılacak olursa açılıp saçılmaya bir çeşit alışkanlık sağlanmış;
bundan nefret duyma engelinin kırılmış, hayanın izale olmuş olacağı açıkça
anlaşılan bir husustur. O halde Yüce Allah’ın velâyet sorumluluğu verdiği
kimselerin Allah’tan korkmaları gerekir.
Pak şeriatın şu kaidesi vardır: Şanı yüce Allah bir şeyi haram kılmışsa ona
götüren yolları, araçları ve sebepleri de haram kılmıştır. Böylelikle onun
haramlığını gerçekleştirmek, ona ulaşmayı ya da onun çevresine yakınlaşmayı
engellemek, günah işlemeye karşı ve fert ve topluma zarar veren etkilerinin
görülmesine karşı korumaktır.
Eğer Allah bir hususu haram kılmakla birlikte ona götüren yollar mübah
kılınacak olsa, bu o işin haram kılınması ile bir çelişki olur. Âlemlerin
Rabbinin şeriatı ise böyle bir çelişkiden münezzehtir.
Zina hayasızlığı, dinin kesin hükümlerine karşı tehlike zarar ve sonuç
itibariyle en ağır ve en çirkin ve en büyük hayasızlıklardandır. Ondan
dolayı zinanın haram kılınışı, dinin kesin olarak bilinen hükümlerindendir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o gerçekten bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur.”
(el-İsra,
17/32)
İşte bundan dolayı zinaya götüren açıklık, onun yolları, saçıklık ve
yolları, ihtilat ve yolları, kadının erkeğe ve kafir kadınlara benzemesi ve
buna benzer şüpheli yollar, fitne ve fesada ulaştıran bütün yollar da haram
kılınmıştır.
Şimdi Kuran-ı Kerim’in îcâzı ve sırlarından büyük bir sır olan şu husus
üzerinde düşünelim: Şanı yüce Allah, Nur suresinin baştarafında zina suçunun
çirkinliğini ve nihai olarak haram kılındığını sözkonusu ettikten sonra, bu
surenin başından itibaren otuz üçüncü âyetin sonuna kadar zinaya karşı
koruyucu bu hayasızlığı engelleyici, temizlik ve iffetin toplumu olan
müslüman toplumunda bunun gerçekleşmesine karşı on dört koruyucu yol da
sözkonusu etmiştir. Söz konusu bu koruyucu yolların kimi fiilî, kimi kavlî,
kimisi de iradîdir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
1-
Zina eden erkeklerle kadınları öngörülen had cezası ile temizlemek.
2-
Zinakâr kadının nikâhlanması ile zinakâr erkeğe kadın nikâhlamaktan –tevbe
edip bu hususta samimi oldukları bilininceye kadar- uzak kalmak suretiyle
temizlenmek.
Bu iki yol, fiilî koruyucu yollardır.
3-
İnsanlara zina hayasızlığını işledikleri iftirasını yapmaktan dilleri
temizlemek, arındırmak. Delili olmaksızın bu işi söyleyen kimseye ise kazf
haddi uygulanır.
4-
Erkeğin dilinin, delili olmadan hanımına zina iftirasını yapmaktan
arındırılması. Aksi takdirde liân sözkonusudur.
5-
Müslüman bir kimsenin fuhuş işlediğine dair kötü zan beslemekten yana
ruhları temizleyip kalpleri uzak tutmak.
6-
Müslümanlar arasında hayasızlığın yaygınlık kazanmasını arzu etmekten yana
iradenin arındırılması ve böyle bir şeyi istemekten alıkonulması. Çünkü
hayasızlığın yayılması ona karşı tepki gösteren tarafı zayıflatır; fasıklar
ve bu işi mübah görenlerin tarafını güçlendirir. Bundan dolayı bu kesimin
azabı diğerlerinden daha ağırdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki
mü’minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere dünyada da âhirette
de çok acıklı bir azap vardır.”
(en-Nur, 24/19)
Hayasızlığın yayılmasını istemek, ister sözlü, ister fiili ister yapılan işe
tepki göstermemek, ister sebeplerini teşvik etmek, ister herhangi başka bir
yolla olsun bu hayasızlığa götüren bütün çirkin yolları sevmeyi de kapsar.
Böyle bir ağır tehdit ise, İslâm diyarında müslüman kadının hicabdan
çıkartılmasına ve kadının iffetini haya ve ihtişamını sağlayan şer’î
emirlerden kurtulmaya çağıran kimseleri de kapsamına alır.
7-
Şeytanın mü’minleri fuhuşa düşürmek için nefislerine doğru attığı ilk adım
olan çeşitli vesvese ve kötü düşüncelerden nefsi korumak suretiyle genel
koruma tedbiri. Bu ise hayasızlıktan, fuhuştan korumakta en ileri bir
adımdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman
edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse şunu
bilsin ki o çirkin işleri ve münkeri emreder.”
(en-Nur, 24/21)
8-
Evlere girilmek istendiğinde izin istemek meşru kılınmıştır. Ta ki evde
bulunan halkın, görülmesi istenmeyen avretleri görülmesin.
9, 10-
Gözün yabancı hanıma yahut hanımın kendisine yabancı erkeğe haram bakıştan
arındırılması.
11-
Kadının kendisine yabancı olan erkeklere karşı ziynetini göstermesinin haram
kılınışı.
12, 13-
Kadının halhalının sesi duyulup ta hasta ruhluların dikkatini kendisine
çekmesi için yürürken ayağını yere vurmak gibi erkeği tahrik eden
davranışların yasaklanışı.
14-
Evlenmeye gücü yetmeyen bu iş için gerekli yollara başvurma imkanını
bulamayan kimselere iffetli davranmalarının emredilmesi.
Kur’ân-ı Kerim ve yüce sünnet, gerek erkekler gerek kadınlar hakkında bu
hayasızca işten koruyan tedbirleri ve yolları ihtiva eden teşrî’lerle dolup
taşmaktadır.
Bunların bir kısmı erkeklerin erkekler ile birlikte olmaları hali
hakkındadır: Bu durumda erkeğin avretini örtmesi gerekir. Erkeğin göbek ile
diz kapağı arasında avretini bir başka erkeğe göstermesi caiz değildir.
Bu teşrî’lerin bir kısmı erkeğin yabancı kadınlara bakmasının önlenmesi ile
ilgilidir.
Bir kısmı erkeğin tüysüz erkeklerle oturup kalkmasının ve zevk alacak
şekilde onlara bakılmasının yasaklanmasıyla ilgilidir.
Bu teşrî’î hükümlerin bir bölümü kadınların kadınlarla birlikte olmaları
hali hakkındadır: Kadın kadına karşı avretini örtmelidir.
Kadının kocasına bir başka kadından niteliklerini belirterek söz etmesi
haramdır.
Zinaya karşı koruyucu en büyük sebep ve tedbirlerden birisi de, müslüman
hanımlara hicabın farz oluşudur. Çünkü hicab kadınları korur, iffet,
tesettür içerisinde yaşamalarını sağlar, onları muhafaza eder, haya ve
ihtişamlarına gölge düşmesini engeller, çirkinliklerden uzaklaşmalarını
sağlar. Bütün bunların zıddı olan açılıp saçılmak, bayağılaşmak ve
hayasızlaşmaktan uzak tutar.
Evlilik, Nebi ve Resûllerin bir sünnetidir. Yüce Allah: “Andolsunki biz
senden önce peygamberler göndermiş, onlara da eşler ve evlatlar
vermişizdir.” (er-Ra’d, 13/38) diye buyurmaktadır.
Evlilik aynı zamanda yüce Allah’ın şu emrine uyarak mü’minlerin de
izledikleri bir yoldur:
“İçinizden evli
olmayanları köle ve cariyelerinizden de salih olanları evlendirin eğer onlar
fakir iseler Allah onları lütfu ile zengin kılar. Allah rızık ve lutfu bol
olandır, her şeyi çok iyi bilendir. Nikah için imkan bulamayanlar da Allah
lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar iffetlerini korusunlar.”
(en-Nur, 24/32-33)
İşte bu, şanı yüce Allah’ın velâyetleri altında bulunan evli olmayan erkek
ve kadınları nikâhlayarak evlendirmelerini emretmektedir. Hayasızlıktan
korunmak ve iffetlerini sürdürmek için bizzat kendilerinin nikahlanmalarına
dair bu emrin onlara da yönelik olması ise öncelikle söz konusudur.
Diğer taraftan evlilik, Allah Rasûlünün emrine de uymanın bir gereğidir. İbn
Mesud radıyallahu anh’ın rivayetine göre Resûlullah sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Ey gençler topluluğu, aranızdan evlenmeye gücü yetenler evleniversin. Çünkü
o, gözü haramdan daha iyi korur; insanın mahrem yerini daha güzel muhafaza
eder. Kim de evlenmeye güç yetiremiyorsa oruç tutmaya baksın. Çünkü o
(şehveti) keser.”
Hadis, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Bu anlamdaki hadisler pek çoktur.
Yüce Allah’ın iyi kullarının yaptıkları dualar arasında şu da vardır:
“Ve onlar ki:
Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olacak salih
kimseler ver; bizi takva sahiplerine önder yap, derler”
(el-Furkan,
25/74)
Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem geceleyin namaz
kılmak, gündüzün oruç tutmak için evlenmek istemeyen kimselere tepki
göstererek şöyle buyurmuştur:
“Bana gelince Allah’a yemin ederim ben aranızda Allah’tan en çok korku duyan
ve aranızda en takvalı olanım. Bununla berbaber oruç tuttuğum günler de
olur; tutmadığım günler de olur. Namaz kıldığım da olur, uyuduğum da olur.
Hanımlarla da evlenirim. Benim sünnetimden kim yüz çevirirse benden
değildir.”
Hadis, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Evlenmek, erkek ve dişi türlerinde fıtrî olarak bulunan evlenme ihtiyacının,
temiz ve semereli bir yoldan karşılanmasıdır.
İşte bu ve benzeri hususlar dolayısıyla müslümanlar evliliğin meşruiyeti
konusunda ihtilâf etmemişler, kendisinin günaha düşeceğinden hayasızlık
işleyeceğinden korkan kimse hakkında da asıl hükmün vacib olduğunu kabul
etmişlerdir. Özellikle dine bağlılık zayıf ve harekete getiren şartlar çok
ise. Çünkü kul kendi iffetini korumak ve kendisini haramdan kurtarmakla
yükümlüdür. Bunun yolu da evliliktir.
Bundan dolayı ilim adamları evlenecek kimsenin evlenmesi ile sünneti yerine
getirmeyi, din ve iffetini korumayı niyet ederek evlenmesini müstehab kabul
etmişlerdir. Bundan dolayı şanı yüce Allah, evlenmek isteyen kadını
evlenmekten alıkoymayı yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
“Artık o
kadınların kocalarıyla nikâhlanmalarına engel olmayınız.”
(el-Bakara,
2/232)
Bundan dolayı şanı yüce Allah evliliğin büyük bir müessese olduğuna dikkat
çekmiş ve: “Ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken” (en-Nisa,
4/21) buyruğunda, ondan “Kuvvetli bir söz” diye söz etmiştir.
Nikâh akdine verilen bu parlak isme dikkat ediniz! Nasıl kalpleri
etkilediğine, kalplere bu akde karşı bir saygı ve gereken riayeti gösterme
duygusu yerleştirdiğine dikkat ediniz. Artık müslümanlar, kafirlerin yolunun
izlendiği bu sarhoşluk halinde, müslüman ülkelerin bir çoğuna girmiş bulunan
“kutsal sözleşme” şeklindeki kilise lakabını kullanmaktan, uzak kalacaklar
mı?
Çünkü evlilik şer’i bir bağdır. Erkek ile kadın arasında şer’an muteber olan
şart ve rükünleri ile yerine getirilen bir akittir. Önemi dolayısıyla
muhaddis ve fukahanın bir çoğu bunu cihattan önce ele almışlardır. Bunun bir
diğer sebebi de cihadın ancak erkeklerle yapılan ve cihada ancak evlenmek
yoluna ulaşılabileceğidir. O bakımdan evlenmek hayatın kurulmasında ve
dosdoğru yol almasında daha üstün bir mertebeyi ifade eder. Çünkü nikahın
muhtevâsı içerisinde pek büyük maslahatlar, pek çok hikmetler ve oldukça
üstün fayda vardır. Bunların bazılarını sayalım:
1-
Şeriatın uygulanması, dinin yüceltilmesi, kâinatın imar edilmesi, yeryüzünün
ıslah edilmesi için İslam toplumunun oluşması maksadıyla insan türünün
doğarak çoğalması, nesil benesil devam ederek neslinin korunması. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar,
sizi tek bir candan yaratan ve ondan da zevcesini var eden, her ikisinden
bir çok erkek ve kadın türeten rabbinizden korkun!”
(en-Nisa, 4/1)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“Ve o sudan
insan yaratan, ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O’dur. Rabbin herşeye
güç yetirendir.”
(el-Furkan,
25/54)
Yani insanı hakir bir sudan yarattıktan sonra ondan kalabalık bir zürriyet
yayan, bunları dağınık ve toplu olarak neseb ve sıhri akrabalıklar ile bir
araya getiren şanı yüce Allah’tır. Bütün bu unsurlar o değersiz sudan
yaratılmıştır. Herşeye güç yetiren, her şeyi görenin şanı ne yücedir! Bundan
dolayı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem çokça evlenmeye teşvik
etmiş bulunmaktadır. Enes radıyallahu anh’dan rivayete göre
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Çok doğuran ve
çok seven kadınlarla evleniniz. Çünkü ben kıyamet gününde çokluğunuzla diğer
peygamberlere karşı övüneceğim.”
Hadisi İmam Ahmed, Müsned’inde rivayet etmiştir.
İşte bu, erdemin daha önce de sözünü ettiğimiz esasını teşkil eden “evlerde
oturma” esasını öne çıkartır. Çünkü neslin sayıca artırılması bizatihi
maksat değildir. Fakat maksat onun çoğalması ile birlikte salih olması,
dosdoğru yolda olması, eğitilmesi ve yetiştirilmesidir. Böylelikle bu yeni
nesil ümmetin arasında hem salih, hem ıslah edici, hem anne babasının
gözbebeği olabilsin vefatlarından sonra da onların adını güzel bir şekilde
hatırlatsın. Böyle bir sonuç ise hiç bir zaman evine olur olmaz girip çıkan,
evdeki hayati görevinden alıkonulmuş olan bir eşten alınamaz. Bu çocuğun
babası da onun korunup gözetilmesi için kazanmak ve harcamak
yükümlülüğündedir. İşte bu, erkek ile kadın arasındaki farklılıkların
sebepleri arasında yer alır.
2-
Namusun korunması, mahrem yerin muhafaza edilmesi, ihsân (hayasızlıktan uzak
kalma) özelliğinin gerçekleştirilmesi, hayasızlık ve günahlardan uzak iffet
ve erdem niteliklerine sahip olunması.
Bu amaç da zinanın ve zinaya götüren yollar olan açılıp saçılmanın,
ihtilatın, harama bakmanın haram kılınmasını gerektirdiği gibi, mahremlerin
namus ve iffetlerinin çiğnenmesine karşı kollanmalarını, onlara kötü
maksatla yaklaşılmasını engelleyecek şekilde gerekli duvarların örülmesini
gerektirmektedir. Bunların en önemlileri ise, kadınların hicaba
bürünmeleridir. İşte bu iki amacın daha önceden geçtiği üzere erdemin
esaslarının elde edilmesi ile nasıl uyum arzettiklerine dikkat edelim.
3-
Erkeğin keder ve yorgunluğundan, kadının da çalışıp çabalayıp kazanmak
sıkıntısından uzaklaşıp huzur bulacakları bir ortamın varlığı gibi evliliğin
diğer maksatlarının gerçekleştirilmesi; “Kadınların üzerlerindeki haklar
gibi kendilerinin de maruf şekilde hakları vardır.” (el-Bakara, 2/228)
Kadınların zaaf noktalarının erkeklerin güçlü oldukları yönle bir araya
gelip nasıl tamamlandıklarına ve böylelikle iki cinsin birbirlerini nasıl
mükemmelleştirdiklerine bir bakalım!
Evlilik, zenginliğin elde edilmesinin, fakirlik ve ihtiyacın da bertaraf
edilmesinin yollarındandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İçinizden evli
olmayanları, köle ve cariyelerinizden de salih olanları evlendirin. Eğer
onlar fakir iseler, Allah onları lütfu ile zengin kılar. Allah rızık ve
lütfu bol olandır, her şeyi çok iyi bilendir”
(en-Nur, 24/32)
Evlilik eşlerin herbirisini tenbellik ve fitne yaşayışından, gayret,
çalışkanlık ve iffet yaşantısına taşır. Meşru olan evlilik yoluyla zevk ve
lezzetlerinin ihtiyaçlarının gerçekleşmesini sağlar.
Evlenmekle eşlerin herbiri özelliklerini tamamlar. Özellikle erkek, hayatın
sıkıntılarına karşı durmak ve sorumluluk yüklenmek suretiyle erkekliğinin
kemal derecesine ulaşır.
Evlilikle eşler arasında sevgi, merhamet, şefkat ve dayanışma esasları
üzerinde yükselen bir ilişki ortaya çıkar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sizin için
nefislerinizden kendileri ile sükûn bulacağınız ve aranızda muhabbet ve
merhamet kıldığı eşler yaratmış olması da O’nun âyetlerindendir. Muhakkak
bunlarda düşünen bir topluluk için âyetler vardır.”
(er-Rum, 30/21)
Evlilik ile hayat, akraba ve sıhrî yakınlıkların ortaya çıkardığı diğer
ailelerle ilişkili olarak devam edip gider. Bunun da yardımlaşmak, sağlam
bağlar kurmak ve karşılıklı faydalar elde etmek bakımından pek büyük bir
etkisi vardır.
Evlenmenin çokluğuyla artan, azalmasıyla azalan, yokluğuyla da ortadan
kalkan, sayılabilecek daha pek çok menfaat ve maslahat da vardır.
Evliliğin maksatları üzerinde durmakla evlilikten yüz çevirmenin zararları
da anlaşılmış olur: Neslin sonunun gelmesi, hayat kandillerinin sönmesi,
ülkelerin harap olması, iffetin, afifliğin geri çekilmesi ve kötü âkibetler…
Evlilikten yüz çevirmenin en güçlü gerekçelerinden birisi de yeni yetişmekte
olan neslin ruhundaki dinî terbiyenin zayıflığıdır. Bu eğitimi
güçlendirmenin yolu ise iman ile olur. İman yetişmekte olan nesle iffet ve
kendini haramlardan korumak özelliklerini kazandırır. Böylelikle kişi
kendisini kötülüklere karşı koruyabilmek için gerekli gayreti kendi nefsinde
toplamış olur:
“Kim Allah’tan
korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder.”
(et-Talâk, 65/2)
Evlilikten yüz çevirmenin en güçlü sebeplerinden birisi de açılıp saçılmanın
ve ihtilât ortamlarının yaygınlık kazanmasıdır. Çünkü iffetli bir kimse
iffeti ve kendisini korumayı önemsemeyen bir eşle evlenmekten korkar.
Günahkâr kimse de arzusunu gerçekleştirmek için hayasızlık yuvalarında gidip
gelerek haram bir yol bulur.
Kötü âkibetten Allah’a sığınırız. O halde evlilikten yüz çevirmeye karşı
mücadele görevi için çıplaklığın, açılıp saçılmanın ve ihtilatın karşısında
durmak ve onlara karşı da mücadele vermek gerekir. Böylelikle evliliğin,
daha önce açıkladığımız erdemin esasları ile uyum arzettiği anlaşılmış
olmaktadır.
Evliliğin en büyük sonuçlarından birisi çocuk sahibi olmaktır. Onlar
velileri olan anneleri, babaları yahut diğer velileri nezdinde bir
emanettir. Şer’an bu emaneti çocukların İslam’ın hidayet yoluna uygun olarak
eğitmek ve din ve dünya hususlarında kendileri için gerekli olan hususları
onlara öğretmek suretiyle bu emanetin gereğini yerine getirmek icab eder.
İlk görev Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Resûllerine, âhiret gününe,
hayrıyla şerriyle kadere iman, akidesini yerleştirmek, ruhlarında katıksız
tevhidi kalplerinin her tarafını işgal edecek şekilde derinleştirmek;
İslam’ın rükünlerini nefislerinde yaygınlaştırmak; namazı onlara
emretmektir. Onların sahip oldukları kabiliyetleri geliştirmek,
istidatlarını üstün ahlâkî değerler ve güzel adab ile geliştirip kötü
arkadaşlardan ve düşük seviyeli kimselerle oturup kalkmaktan korumak
gerekir.
Eğitimin bu kilometre taşları, dinin bilinen kesin gerçeklerindendir.
Önemleri dolayısıyla ilim adamları özel olarak bu hususlara dair eserler
yazmış, fıkhî teliflerde ve diğerlerinde küçük çocuklara dair ahkâmı ardı
arkasına söz konusu etmişlerdir.
Bu eğitim, peygamberlerin sünnetlerinden ve seçkin kimselerin ahlâkındandır.
Şimdi de Lokman’ın oğluna vermiş olduğu şu kapsamlı öğüde faydalı ve geniş
çerçeveli vasiyete dikkat edelim:
“Hani Lokman oğluna öğüt verirken şöyle demişti: ‘Oğulcuğum Allah’a şirk
koşma! Muhakkak şirk, büyük bir zulümdür’.
Biz insana ana babasını (onlara iyilik yapmasını) tavsiye ettik. Annesi onu
güçsüzlük üstüne güçsüzlükle taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda
olur. ‘Bana ve ana babana şükret, dönüş yalnız banadır’ dedik.
Eğer onlar bilmediğin şeyi bana ortak koşmak için zorlarlarsa sen onlara
itaat etme! Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin ve sen bana dönenlerin
yoluna uy! Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ben de sizlere neler yapmakta
olduğunuzu haber veririm.
(Lokman
dedi ki): ‘Oğulcuğum, eğer sen bir kaya içinde veya göklerde yahut yerde
olsan ve o (yaptığın) hardal tanesi ağırlığınca dahi olsa, Allah onu
getirir. Muhakkak Allah lütufkârdır, herşeyden haberdardır.
Oğulcuğum, namazı dosdoğru kıl! İyiliği emret, kötülükten alıkoy, sana
isabet edene de sabret! Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir
İnsanlardan yüzünü çevirme! Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah
büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez.
“Yürüyüşünde
mutedil ol! (Konuşurken) sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin
sesidir.”
(Lokman,
31/13-19)
Babanın evladına verdiği bu öğüt, eğitimin, çocuğu yetiştirmenin temel
esaslarını ihtiva etmektedir. Bu, vasiyyet üzerinde düşünen kimseler için
gayet açıkça anlaşılan bir öğüttür.
Şanı Yüce Allah: “Ey iman edenler! Tutuşturucusu insanlarla taşlar olan o
ateşten kendinizi ve ailelerinizi koruyunuz!” (et-Tahrim, 66/6) diye
buyurmaktadır.
Evlad babasındandır, dolayısıyla “kendinizi” lafzı onu da kapsar. Evlad aynı
zamanda aile halkındandır. Dolayısıyla “ailelerinizi” ifadesi de
evladı kapsamaktadır. Bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak Ali b. Ebi Talib
radıyallahu anh’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Onlara ilim öğretiniz
ve onları edeplendiriniz” Bunu İbn Ebi’d-Dünya el-İyal, (I, 495) de rivayet
etmiştir.
Salih bir zürriyet Yüce Allah’ın şu buyruğunda görüldüğü gibi mü’minlerin
dualarında istedikleri bir şeydir:
“Ve onlar ki:
Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olacak (salih)
kimseler ver, bizi takva sahiplerine önder yap, derler.”
(el-Furkan,
25/74)
Hasan-ı Basrî -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şunları söylemektedir:
“Bu kişinin hanımının ve çocuklarının yüce Allah’a itaatkâr olduğunu
görmesidir. Kişinin hanımını ve çocuklarını şanı yüce Allah’a itaat
ettiklerini görmesinden daha çok gözünü aydınlatan ne olabilir!” Bunu İbn
Ebi’d-Dünya Kitabu’l-İyal, (II, 617) de zikretmiş bulunmaktadır.
Buhari ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilen hadiste İbn Ömer
(radıyallahu anhuma) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın
şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Erkek aile halkı
arasında bir çobandır ve o onlardan sorumludur.”
Bu nasslardan çocukları İslam üzere eğitmenin farziyyeti ve bu eğitimin
çocukların velilerinin boynunda bir emanet olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Aynı zamanda bunun çocukların velileri olan baba ve diğerleri üzerindeki
hakkı olduğu da anlaşılmaktadır. Bu anne babanın kendisi ile rablerine daha
bir yakınlaşmaya çalışacakları salih ameller arasındadır. Bunun sevabı tıpkı
câri sadaka gibi devam eder durur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den
şöyle dediği sabittir:
“Adem oğlu öldü mü onun ameli kesilir. Şu üç şey müstesnâ: Kendisi ile
yararlanılan bir ilim yahut kendisine dua edecek salih bir evlat yahut
sadaka-i câriye (bırakırsa).”
Bu emanetin gereklerini yerine getirmekte kusurlu davranan kimse, Yüce
Allah’a karşı günahkâr ve isyankârdır bu kişi hem rabbinin huzurunda bu
isyanının günahını yüklenir, hem de kullarının önünde.
Humeyd ed-Dabbî’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Bizler bir takım
kimselerin aile halkları tarafından helâk olacakları yerlere
sürüklendiklerini işitir, dururduk.” Bunu İbn Ebi’d-Dünya Kitabu’l-İyal,
(II, 622) de rivayet etmiş bulunmaktadır.
Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman
edenler; muhakkak ki eşleriniz ve evlatlarınızdan size düşman olanlar
vardır. O halde onlardan sakının.”
(et-Teğabun,
64/14)
Onların eğitilmelerinde kusurlu olmak, sonuç itibariyle günaha götürmesi,
anne babaya düşmanlıklarının bir yansımasıdır.
Katade b. Deâme es-Sedûsi -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle
demiştir: “Şöyle denirdi: Çocuk ergenlik yaşına vardığı halde babası onu
evlendirmeyip o da bir fuhuş işleyecek olursa baba günah kazanır.” Bunu İbn
Ebi’d-Dünya Kitabu’l-İyal, (I, 172) de zikretmiş bulunmaktadır.
Mukatil b. Muhammed el-Atekî dedi ki: “Babam ve kardeşim ile birlikte Ebu
İshak (İbrahim el-Harbî)’in huzurunda bulunduk. İbrahim el-Harbi babama:
“Bunlar senin çocukların mıdır?” diye sordu. Babam.
“Evet” deyince İbrahim şunları söyledi:
“Bunların seni Allah’ın sana yasak kıldığı bir yerde görmemelerine dikkat
et! Aksi takdirde gözlerinden düşersin.” İbnu’l-Cevzi’nin Sıfatu’s-Safve
adlı eserinde olduğu gibi.
Onlara karşı böyle bir kusur, kişinin velâyetten azledilmesini yahutta salih
bir kimsenin onunla beraber bu işe görevlendirilmesini gerektirir. Çünkü
kural, kafirin de fasıkın da velâyet yetkisinin olmadığı şeklindedir. Zira
bu gibi bakıcılar çocuklara karşı müslümanlıkları ve ahlakları konusunda
tehlikeli olurlar.
Burada mesele faydalı olan ile zararlı olanı birbiriden ayrıd etmek
suretiyle eşyayı birbirinden ayırdedebilecek aşamaya gelmiş olan çocukların
karşı karşıya kaldıkları zararlı başlangıçlar ile saptırıcı öncelikleri
teşhis etmek meselesidir. Ayırd etmek ise çocukların güçlerinin farklılığına
göre farklılık arzeder. İşte bu şefkat ve merhamet saiki ile çocukların
eğitimi hususunda gevşeklik görülen bir takım başlangıç noktalarıdır.
Nihayet çocuk reşitlik yaşına varınca, bu rahatsız edici hususları
benimsemiş, onun kanına ve kalbine işlemiş, kendisi ile kendisine zarar
verecek yahut saptıracak şeyler arasındaki nefret engelleri kırılmış olur.
Bunun sonucunda anne, baba ve veliler ne yapacaklarını bilemezler, çaresiz
kalırlar ve çocuklarını tekrar esenlik yoluna geri çevirmek için mücadele
verirler. Sanki hallerinin diliyle: “Allah’a karşı işlediğim kusurlardan
vay benim halime!” (ez-Zümer, 39/56) derler.
O halde fıtrat, sahih akide ve akl-ı selim üzere yükselen bu esası, Kitab ve
sünnet çerçevesinde açıklamak ve velilerin bu hususa dikkatlerini çekmek,
bizim boynumuzun borcudur. Böylelikle çocukların temel eğitimlerinin
çerçevesi ortaya çıksın; din ve dünyalarına zarar verecek başlangıç
noktalarına karşı korunabilsinler. Erdemli ahlâka ve özellikle de hicaba
zararlı olan bu başlangıçlardan bazıları:
1-
Fâsık kimsenin terbiye edici olması: Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan
rivayete göre Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Fakat onun anne ve babası onu
Yahudi, Hıristiyan yahut Mecusi yapar.” Hadisi, Buhari Sahihinde rivayet
etmiştir.
İşte bu büyük hadis-i şerif, anne ve babanın çocuğun eğitimi üzerindeki
etkisinin boyutunu ve sapmaları halinde onu fıtratın gereğinden küfre ya da
fasıklığa dönüştüreceklerini ifade etmektedir. İşte başlangıçların da
başlangıç noktası budur.
Buna göre eğer anne, hicaba bürünen yahut tesettüre uyan birisi değil ise;
olur olmaz çıkıp giren birisi olup açılıp saçılan bir kadın ise, eğer
kendisine yabancı erkeklerin toplu halde bulundukları yerlere gidip geliyor
ise ve benzeri nitelikleri varsa; bu onun yetiştirdiği kızı sapma esası
üzere fiilî bir eğitimi olur. Bununla yetiştirdiği kızı salih terbiyeden,
onu örtünme, tesettür, iffet ve haya gibi dosdoğru yolun gereklerinden
uzaklaştırmış olur. İşte “fıtri öğretim” denilen şey budur.
Bu da hizmetçinin yahutta evdeki dadının -olumlu ya da olumsuz- çocuklar
üzerinde pek büyük bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır.
Bundan dolayı ilim adamları şunu tesbit etmişlerdir: Kafirin de fasıkın da
hadane hakkı (küçük çocuğu eğitme hakkı) yoktur. Çünkü bu gibi çocuk
eğiticileri müslümanlıkları, ahlâkları ve istikametleri hususunda çocuklar
için tehlikedirler.
2-
Yataklarda karışıklık: Abdullah b. Amr (radıyallahu anhuma)’dan
rivayete göre Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur:
“Yedi yaşında
çocuklarınıza namaz kılmayı emrediniz; on yaşına geldiklerinde (kılmazlarsa)
namaz için onları dövünüz ve yataklarını ayırınız,”
Hadisi, Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmiştir.
Bu hadis, çocuklar on yaşına geldikleri takdirde evlerin içinde ihtilâtın
başlangıcını yasaklamak hususunda açık bir nasstır. O halde velilerin,
çocukların yataklarını ayırmaları ve onları karıştırmamaları gerekir. Bundan
amaç, iffet ve hayayı ruhlarında yerleştirmek. Bu başlangıçtaki karışıklığın
ulaştırabileceği şehvet gâilelerinden korunmaktır. Çünkü tehlikeli bölge
etrafında dolaşan bir kimsenin o tehlikeli bölgeye girmesinden korkulur.
İbrahim el-Harbî –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir:
“Çocukların fesadlarının başı birbirlerindendir.” Nitekim İbnu’l-Cevzi’nin
Zemmu’l-Hevâ adlı eserinde de böyle denilmektedir.
3-
Çocuk yuvalarında ihtilât: Bu da evlerin dışındaki ihtilâtın ilk başlangıç
noktasıdır. Kardeş olmakla birlikte babalarının kontrolü altında ve evlerin
içinde çocukların yataklarda karışık yatmaları şeriatın nehyettiği bir husus
olduğuna göre; anne babanın kontrolünün bulunmadığı evlerin dışındaki böyle
bir karışıklık hakkında ne denir?
Anne ve baba çocukların, bu gibi karışık çocuk bakıcıları ortamlarından uzak
tutmakta Allah’tan korkmaları gerekir.
4-
Çiçek demetleri sunmak: Bu da açılıp saçılmanın, vücut hatlarını
göstermenin, haya perdesini kaldırmanın, kıskançlığı paralamanın başlangıç
noktalarındandır. Bu küçük kızın ruhuna bu başlangıçları yerleştirir ve onun
hem cinsi olan kızlar, ateşin kuru otta alevinin yayılması gibi, onu
etkilerler. O halde ey Allah’ın kulları, zürriyetleriniz hususunda Allah’tan
korkun!
5-
Giyim hususunda açılıp saçılmanın başlangıcı: Mümeyiz küçük kız çocuğuna,
baliğ olan kıza haram olan kıyafetleri giydirmek. –Dar yahut şeffaf ya da
kısa elbisede olduğu gibi, bedeninin tamamını örtemeyen elbiseler yahut
üzerinde resim, haç bulunan ya da erkeklerin ve kâfir kadınların
elbiselerine benzeyen kıyafetler giydirmek ve buna benzer ırzlarını satan
fahişelerden geldiği açıkça sabit olan açılıp saçılmak ve benzeri hususlar.
Yüce Allah’tan bizleri setretmesini ve güzel akibet ihsan etmesini niyaz
ederiz.
“Kıskançlık: gayret” Hicabı korumanın, açılıp saçılmayı ve ihtilâtı bertaraf
etmenin manevî koruma duvarıdır. “Gayret:kıskançlık” her suçlu ve gaddar
kimseye karşı mahremleri, şerefi ve iffeti koruyan Yüce Allah’ın kulda
yerleştirmiş olduğu ruhi bir güçtür. İslam’da kıskançlık, övülen bir huydur
ve şer’i dayanakları olan bir çeşit cihaddır. Çünkü Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah kıskançlık duyar ve şüphesiz mü’min de kıskançlık duyar.
Şüphesiz Allah’ın kıskançlığı mü’min kimsenin yüce Allah’ın haram kıldığı
şeyleri işlemesi dolayısıyla ortaya çıkar.”
Hadis, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir başka hadisinde de şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim ailesi uğrunda öldürülürse, o da şehittir.”
Hadisi, Tirmizi rivayet etmiştir. Bir diğer lafızda: “Her kim namusu
uğrunda ölürse, o da şehittir” şeklindedir.
İşte hicab, mahremlerin namus ve iffetlerinin çiğnenmesini yahutta onlara
dil uzatılmasını önlemeğe karşı kıskançlığı geliştirebilen önemli bir
unsurdur. Aynı zamanda hicap, bu yüce ahlâkın aile ve soydan gelenler
arasında miras olarak devralınmasına da sebeptir. Böylelikle kadınlar kendi
namus ve ırzlarını, şereflerini kıskanırlar; onların velileri de onları
kıskanır; mü’min erkekler diğer mü’minlerin mahremlerine, onların saygı
duyulması gereken haklarına dil uzatılmasını kabullenemez yahutta onların
şeref ve haysiyetlerinin, iffetlerinin, arınmışlıklarının, yabancı bir
kimsenin bir bakışı ile dahi olsa yaralanmasına müsaade etmezler,
kıskanırlar.
İşte bundan dolayı “kıskançlık: gayret”in zıddı “deyyûsluk”dur “Gayyûr:
gayret sahibi, kıskanç kimse” nin karşılığı da deyyûstur. Deyyûs ise; kendi
namusu olan kadınların kötülüklerine ses çıkarmayan ve bundan dolayı onları
kıskanmayan kimse demektir.
İşte bu sebepten dolayı pak şeriat, hicabın parçalanmasına ve deyyusluğa
ulaştıran yolları tıkamış, kapatmıştır. Şimdi merhum Şeyh Ahmed Şakir’in Ebu
Hureyre radıyallahu anh’ın Peygamber Efendimizden naklettiği:
“Herhangi bir kadın mescide gitmek için hoş bir koku sürünecek olursa, o
kokusundan ötürü tıpkı cünupluktan yıkanır gibi yıkanmadıkça, Allah onun hiç
bir namazını kabul etmez” –Hadisi Ahmed rivayet etmiştir- hadisini
şerhederken Müsned tahkikinde (XV, 108-109 da) söylediği şu sözlere bir
bakalım:
“Şimdi ey müslüman erkek ve ey müslüman hanım! Rasûlullah sallallahu
aleyhi vesellem’ın Rabbine ibadet etmek maksadıyla mescide gitmek
isterken hoş koku sürünmesinin hükmünü ne kadar ağırlaştırdığına bir
bakalım! Eğer bu kadın o hoş kokunun etkisi silinsin diye cünupluktan
yıkanır gibi, bu hoş kokudan ötürü yıkanmayacak olursa, onun hiç bir namazı
kabul olunmayacaktır. Şimdi bir buna bakalım, bir de günahkâr, açık saçık,
çağımız kadınlarının yaptıklarına bakalım, bu kadınlar gerçekle ilgisi
olmayan yalan yere İslam’a müntesiptirler. Yüce Allah’a ve onun Rasûlüne
İslâm’ın apaçık hükümlerine karşı cüretkârlık gösteren günahkâr erkekler de
bu kadınlara yardım etmektedirler. Bunlar hep birlikte kadının açılıp
saçılmasının, dışarıya çıplak ve günahkârca çıkmasının çarşı pazarlarda
eğlenme ve günah mekânlarında erkeklerle karışmasının bir sakıncası
olmadığını iddia etmekte ve hep birlikte cesaretlerini daha da ileriye
götürerek İslam’ın kadına “bilimsel” adını verdikleri heyetler arasında
yolculuk yapmasının haram olmadığını ileri sürmekte, siyasal mevkileri
üstlenmesini caiz kabul etmektedirler.
Bu günahkâr kadınların çarşı pazarlarda, yollarda nasıl göründüklerine de
bir bakın! Bunlar Allah’ın ve Resûlunun setredilmesini emrettiği avretlerini
açıyorlar. Kadın başını açmış, süslenmiş, açık saçık vaziyette, göğüslerini
açığa çıkarmış, sırtını örtmemiş, koltuk altları ve daha başka yerleri
görünmekte, kendisini örtmeyen ve altındakini gösteren elbiseler giyinmekte,
bütün bunları görünebildiği en güzel şekliyle dışa vurmaktadır. Hatta bizler
Ramazan ayı gündüzlerinde bile bu münkerleri görebiliyoruz. Bu kadınlar
bundan utanmıyor. Yüce Allah’ın onlardan sorumluluk konumuna getirdiği
erkekler daha doğrusu erkeğe benzeyen o deyyuslar da utanmamaktadırlar.
Şimdi kalk, bütün bunlara rağmen erkeğiyle, kadınıyla bunlar müslümandırlar,
de bakayım.”
Ben de diyorum ki: Hicabın ve kadınların yüzlerini yabancılara karşı
örtmelerinin faziletini bilmek isteyen bir kimse, örtülü hanımların haline
bakmalıdır. Onları kuşatan hayaya, onların çarşı pazarlarda erkekler
kalabalığı arasına girmekten uzak kaldıklarına, rezil edici olaylara
bulaşmaktan yahutta günahkâr bir kimsenin bakışlarının kendilerine
uzanmaktan alabildiğine nasıl da korunduklarına bir bakalım! Onların
velileri durumunda olan erkeklerin, nefisleri itibariyle ne kadar şerefli,
mahremleri arasında bu erdemleri korumak için ne kadar uğraştıklarını
görelim. Şimdi bunu, erkekler tarafından yüzündeki bütün güzellikleri
görülen, yüzünü açan açık kadının durumu ile bir karşılaştıralım. Böyle bir
kadın ne kadar açılıp saçılmışsa o oranda bu tür erdemleri kaybetmiş
demektir. Bazan açık saçık günahkâr bir kadının yine günahkâr, yabancı bir
erkekle konuştuğunu görürüz de onların bu hallerinden adeta Ebu Hureyre
radıyallahu anh’ın şahitliği ile yapılmış bir akitle evli olduklarını
zannederiz. Eğer bu kadını bu haliyle deyyus kocası görecek olursa, gayreti
ölmüş olduğundan ötürü, onun kılı dahi kıpırdamaz. Gayretin ölümünden ve
kötü akibetten Yüce Allah’a sığınırız.
Şimdi bu kocalar nerede, hanımına bakan bir kimseyi gördüğü için,
mahremlerine kıskançlığından ötürü o hanımını boşayan o bedevi arap nerede?
Bunu yaptığı için kendisine sitem edilince o bedevi arap ünlü Hâiyye
(kafiyesi he harfi olan) kasidesini söylemişti. Şu beyitler bu kasidedendir:
“Buğzetmeksizin ona olan sevgimden vazgeçerim
Buna sebep ise bu husustaki ortakların çokluğudur
Bir yemeğe bir sinek düşecek olursa
Canım onu çekse dahi elimi çekerim
Yaklaşmaz artık arslanlar o suya
Köpeklerin ondan içtiklerini görünce.”
Şimdi bu hanımlar nerede, yüzünün üzerinden örtüsü düşüp te eliyle örtüsünü
alıp diğer eliyle yüzünü örten hanım nerede? İşte bu olayı anlatmak üzere
şöyle denilmiştir:
“Düştü başörtüsü, hiç te onu düşürmek istemeden
(Bir eliyle) aldı onu, (diğer) eliyle de korudu bize karşı kendisini.”
Bundan daha yüce ve üstün olmak üzere Medyenli yaşlı adamın iki kızının
kıssaları ile ilgili olarak kullanılan şu ifadelerdir:
“Sonra onlardan
birisi, utana utana yürüyerek ona geldi.”
(el-Kasas,
28/25)
Ömer radıyallahu anh’dan sahih bir senedle şöyle dediği rivayet
edilmiştir: “Yani kızı utanarak, elbisesiyle yüzünü örterek ona geldi. O
kadın hiç bir zaman yüksek sesle bağırıp çağıran, olur olmaz girip çıkan
kadınlardan değildi.” (İbn Kesir, Tesfir, III, 384)
Âyet-i kerimede aynı zamanda edep, iffet ve haya o derece ileri ki o yaşlı
zatın kızı bunun neticesinde alabildiğine dikkatli ifadeler kullanmış ve
kendisi hakkında kötü zan beslenmemesi için özen göstermiştir:
“Bize
(koyunlarımızı) sulamanın ücretini sana vermek üzere babam seni çağırıyor,
dedi.”
(el-Kasas,
28/25)
Bu ifadeleriyle daveti babasının yaptığını söyleyerek, kendisi hakkında
şüphe ve tereddüt uyandırıcı ifade kullanmaktan uzak kalmıştır.
Ebu Muhammed Abdu’l-Hak el-İşbilî Rahimehullah şöyle demiştir:
“Doğru dinden alıkoymasın bir grup seni
Hakkı aramakta en ufak bir desteğe mazhar olmayan
Kalpleri kördür onların, her türlü doğruya götürücü önderden uzaktırlar.
Çünkü onlar başkalarını taklit ederek Allah’ı inkâr etmişlerdir.”
(Muhibbuddin el-Hatîb, el-Hadîka)
İşte, mümin hanımların erdemi budur. Onun üzerinde yükseldiği ve ona
yapılacak saldırılardan onu koruyacak esaslar da bunlardır. Fakat
kalplerinde hastalık bulunan bir takım kimseler ne olursa olsun, bunlara
karşı çıkmakta ve yüksek sesle bunu dile getirmektedirler. Münkerin açıkça
ilan edilip ona davet edilmesiyle, marufun bastırılıp ona ulaşmanın
alıkonulması gözle görülüp açıkça işitilmekle birlikte, bizden ıslaha, bu
saldırganlığa karşı iyiliğe çağıran kimselerin olmamasından, yakına da uzağa
da ulaşan bir sesin yükselmemesinden; Allah’a sığınmak gerekir. Bu sesle din
savunulur, bu abes yaygaracıların uçurumuna düşmeye karşı müslümanlara öğüt
verilir ve bununla erdemler korunulur, adilikler, aşağılıklar önlenir ve
sefihlerin yapmak istedikleri engellenir. Bilindiği gibi münkerlerin,
kötülüklerin yayılması büyük, küçük günahlara karşı susmakla, küçük
günahların tevil edilmesiyle olur. Özellikle bizler şüphe ve fitne mensubu,
kimlikleri bilinmeyen aynı zamanda bu hususta konuşmak gücü de olmayan,
batıya yönünü çevirmiş, yüce Allah’ın dini ve şeriatı ile oynamakla görevli
kalemler taşımak ile görevlendirilip, yönlendirilmiş kalabalık bir kitle ile
karşı karşıya bulunuyoruz. Bunlar gazetecilik ve medya kılığı ile her türlü
münkere kalplerini açmış vaziyette aramızda dolaşmaktadırlar. Kötü sözlerle
dillerini uzatmakta, çirkinliklerle kalemlerinin mürekkebi akmaktadır.
Hepsinin söylediklerinin ortak noktası da şudur: Fıtrata karşı çıkmakta
delicesine bir aşırılık, şeriate karşı çıkmak ve müslüman hanımların
bayağılıklara sürüklenmesini sağlamak, erdemlerden onları soyutlamaktır.
Bunu da İslam dünyasında kadının özgürlüğünü, bütün hükümlerde kadın erkek
arasında eşitliğini sağlamak gibi günahkârca bir propaganda ile yapmak
istemektedirler. Böylelikle açılıp saçılmak, ihtilat suçuna ve örtüyü atmak
cinayetine kadar işi götürmek istemektedirler. Kendilerini Allah’a teslim
etmiş Abdullah’ın oğlu Muhammed’in önderliğini kabul eden müslüman
hanımlarının elinde kalan örtüyü de bıraktırmak için gerekli sebepleri
oluşturmak üzere, dört bir yandan hüsrana mahkûm seslerini
yükseltmektedirler.
Yüce Allah’tan bizlere de, o mümin hanımlara da sebat vermesini diler,
sapıklıktan uzak olduğumuzu Allah’ın huzurunda bildirir, kötü âkıbetten yüce
Allah’a sığınırız.
Şu müfteri, ümmetlerini aldatan, kendi hemcinslerine hatta bizzat
kendilerine hiçbir fayda sağlamayan bu zararlı varlıkların cüretkârlıkları
oldukça ileriye varmış, hile ve tuzakları ağızlarından çıkarak kalemlerine
dökülecek hale gelmiştir. Çünkü bunlar doğru yolları yıkmaya ve adiliklere
götüren yolları tıkayan engelleri delmeye, erdemlerin üzerine yürümeye,
erdemleri küçümsemeye erdemlerle ve erdemlilerle alay etmeye de başladılar…
Evet, bu batızede kimseler, kadının bütün hayati meselelerinde yazmaya,
bilimsel her bir alana hatta anneliği, fıtratı ve erdeminin korunması
hususlarına dahi dalmaya koyulmuşlardır.
Bütün bu zincirleme belâlar, günahkârca boş sözler, seviyesiz konuşmalar ile
gazeteler ve başka organlar, kadının haklarını almak, kadını özgürlüğe
kavuşturmak, bütün hükümlerde erkekle eşitliğini sağlamak adına, kadının
yardımına koşmak, onun kötü haline ağlamak adına yapılmaktadır. Böylelikle
batıcı bu küçük insanlar şu gayeye ulaşmak istemektedirler. Kadını hayatın
bütün alanlarına indirmek, erkeklerle karışmasını sağlamak ve onu hicabından
soyutlamak. Hatta kadın kendi iradesiyle yüzünü eline uzatarak ona bağlı
olan diğer erdemlerle birlikte, üzerinden başörtüsünü indirmesini sağlamak.
Eğer hicab yüzden çekilip alınacak olursa, artık gayret sahibi kimselerin ne
kadar yıkılacaklarını, fazilet gölgesinin ne kadar geri çekileğini, adiliğin
ve dinden uzaklaşmanın ne kadar yayılacağını, açıklığın, saçıklığın,
çıplaklığın, erkek kadın zinakârlar arasında herşeyi mübah görmenin, kadını
kendisini dilediği kimselere teslim edeceğinin hangi boyutlara ulaşacağını
sorma gitsin.
Yüce Allah’ın: “Allah tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetlerine
uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler” (en-Nisa,
4/27) buyruğunu açıklarken İbn Cerir, Tefsir’inde Mücahid b. Cebr
-Allah’ın rahmeti üzerine olsun-’in şu açıklamalarını nakletmektedir:
“Şehvetlerine uyanlar” zinakârlar demektir. “Büyük bir sapıklığa
düşmenizi isterler” buyruğu hakkında da şu açıklamaları yapmaktadır:
“Kendilerinin zina ettikleri gibi müslümanların da zina etmelerini isterler.
Bu yönüyle Yüce Allah’ın “Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu
ettiler, kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı” (el-Kalem,
68/9) buyruğunu andırmaktadır.”
Artık mesele, kadın meselesinden çıkıp bütün İslam dünyasını ifsad etmek
meselesine doğru ilerlemektedir. Bu sapık plan bugün doğmuş değildir. Bu
İslam dünyasının bir çok bölgesinde daha önceden kötü plan sahiplerinin
izleyip durdukları bir yoldur. Nihayet iş, artık zinanın yaygınlaştığı,
resmi izinlerle hayasızlık ve fuhuş yuvalarının kapılarının sonuna kadar
açıldığı bir noktaya gelmiştir. Sahneler şarkı, dans ve temsil türünden
seviyesiz sanatlarla dolup taşmakta, hadlerin uygulanmaması için kanunlar
yapılmış isteyerek yapılan herhangi bir iş için en ufak bir ceza dahi
sözkonusu edilmemektedir… İşte bütün bunlar, namus, ahlak, edep ve
terbiyenin yerle bir edilmesinin sonuçlarındandır.
Bugünkü herşeyi mübah gören bu günahkâr vakıaya, Allah’ın, kalbinden
basireti söküp aldığı kimselerden başkası taraftar olamaz.
Bu günün ücretli köleleri, diğer ülkelerin sefil ahlâkının ve günahkâr ve
acı vakıasının ulaştığı hale ulaşmasını mı istemektedirler acaba?
İşte erdem üzerine bu hayasızca saldırı, adilliğe verilen günahkârca destek,
Allah’ın hudutlarının aşılması, onun pak şeriatinin haramlarının çiğnenmesi
karşısında insanları düşmanlarının içlerinde gizledikleri kötü niyetlerden
sakındırarak şunu açıklıyoruz: Meydanda batılılaşmış ücretli köleler vardır.
Onların fasık ve akli seviyeleri düşük yine ücretli uyduları da vardır. Her
bağırıp çağıranın arkasından giden kimselerdir bunlar. Bunlar oklarını mümin
hanımlardan erdemi çekip almak, onların seviyesizleşmelerini sağlamak için
yöneltmektedirler; bunun için gayret ederler. Bütün bu olumsuz tabloyu yüce
Allah’ın: “Allah tevbelerinizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar
ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler” (en-Nisa, 4/27)
buyruğu ifade etmektedir.
İbn Cerir Taberi -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Tefsir’inde
(VIII,214-215 te) şunları söylemektedir: “Buyruğun anlamı şudur: Batıl ehli
zina talebkârları baba bir kızkardeşleri ve Allah’ın kendileriyle
evlenilmesini haram kıldığı diğer kimseleri nikâhlamak isteyen, şehvetlerine
uyan o kimseler, sizlerin haktan ve Allah’ın size izin verdiği hususlardan
sapmanızı ve böylelikle onun itaatinin dışına çıkarak ona isyana düşmenizi,
Allah’ın haram kıldığı şeyleri ve itaatini terk hususlarında kendi
nefislerinin arzularına uymak bakımından kendilerine benzemenizi ve
böylelikle “Haktan alabildiğine uzak” bir sapıklığa düşmenizi isterler.
Bunun (âyetin anlamı ile ilgili olarak) doğruya daha yakın olduğunu
söylememizin sebebi de Yüce Allah’ın: “Şehvetlerine uyanlar ise” buyruğunun
umumi olması ve böylelikle onların kötü nefislerini şehvetlerine uymakla
nitelendirmesi, onların bu vasıfları ile hepsini kapsamasıdır. Onları
yerilmiş arzularının bir kısmına uymakla nitelendirmemektedir. Durum böyle
olduğuna göre; o halde âyetin anlamı ile ilgili olarak âyetin en uygun
açıklaması, âyetin zahirinin delâlet ettiği açıklamadır. Herhangi bir asli
dayanak ya da kıyas gibi hakkında bir tanık bulunmayan batınî anlamı olamaz.
Durum böyle olduğuna göre şehvetlerine uyan kimselerin kapsamına yahudiler,
hıristiyanlar, zinakârlar herhangi bir batıla tabi olan herkes
girmektedir.Çünkü Allah’ın yasakladığı şeylere uyan herbir kimse, kendi
nefsinin şehvetine, arzusuna uyan bir kimsedir. Bu anlam âyetin te’vili
açısından daha uygun olduğuna göre, bizim bu te’vil ile ilgili olarak tercih
ettiğimiz bu görüşün de doğru olması gerekmektedir.”
İşte bu caniler, bu amaçlarına ulaşmak için gerek lisan-ı halleriyle, gerek
sözlü açıklamalarıyla hayatın bütün alanlarında son derece sapık ve İslam’a
karşı duyulan öfkeden kaynaklanan bir takım planları uygulamaya
koymuşlardır:
1-
Yüzü açarak, hicabı geriletmek ve cilbâbtan da temelli kurtulmak için
çağrıda bulunmak.
Bu, hal dili ile aslında bedenin tamamından hicabı çıkarmaya, çeşitleriyle
fitneye düşürücü kıyafetlere bürünmeye bir çağrıdır. Bunlar şekliyle fitneye
düşürücü kısa elbiseler giyinmekle, çıplaklık, organların çizgilerini
belirten dar elbiseler, kadının tenini gösteren ince elbiseler giyinmek
suretiyle çeşitli fitnelerdir.
Aynı zamanda kılık kıyafet konusunda erkeklere benzemeye;
Yine giyim hususlarında kafir kadınlara benzemeye bir çağrıdır.
2-
Evlerde genel olarak hayatın bütün alanlarında yabancı erkeklerle ihtilâtı
istemek suretiyle, kadınların evlerdeki hicabı ortadan kaldırmalarına bir
çağrı.
Bu aynı zamanda şunu da ihtiva etmektedir:
3-
Hayatı geliştiren bütün alanlarda kadının da müdahele etmesine bir çağrı.
İşte bu, açık ve saçık bir şekilde yollarda ve kamuya açık mekânlarda
kadının kendisini göstermesine yapılan bir çağrıdır.
4-
Kadının toplantılara, heyetlere, kongrelere, konfranslara ve çeşitli
klüplerdeki etkinliklere katılmasına çağrı.
Bu aynı zamanda kadının edalı konuşmasına, yumuşak söz söylemesine,
kendisine yabancı erkeklerle tokalaşmasına –henüz aralarında akit yapılmamış
nişanlısı ile tokalaşması da bu çerçevededir- bir çağrıdır.
Aynı zamanda bu kadının yabancıların önüne, evinden, elbisesiyle yürüyüşüyle
fitneyi körükleyecek bir halde dışarı çıkmasına bir çağrıdır. Çeşitli makyaj
malzemelerinin kullanılmasına, kokular sürünmeye, onları gençleştirecek
kıyafetler giymeye, yüksek topuklu ayakkabılar giymeye ve buna benzer
çeşitli tahrik edici fitneye düşürücü yollara da bir davettir.
5-
Onlar için özel klüpler, şiir geceleri düzenlemeye ve bunlara herkesi davet
etmeye yönelik çağrılar.
6-
Kadınlara ait ve karma internet kahveler açmaya çağırmak..
7-
Kadının araba ve diğer araçları kullanmasını istemek ve buna çağırmak..
8-
Mahremler hususunda işi gevşetmeye çağırmak; bunlar arasında kadının
beraberinde mahremi bulunmaksızın yolculuk yapmaya çağırmaktır. Beraberinde
mahremi bulunmaksızın öğrenim maksadıyla doğuya, batıya yolculuk yapması, iş
adamlarının kongreleri için çeşitli yolculuklar yapması bu kâbildendir.
9-
Yabancı bir kadınla başbaşa kalmaya çağırmak. Evlenmek isteyen gencin,
aralarında henüz nikâh akdi yapılmadan evlenmek istediği kız ile başbaşa
kalması bunlardandır.
10-
Kadının sanat ile uğraşmasına çağırmak. Mesela:
11-
Sanat, şarkı ve temsil gibi alanlarda üzerine düşen rolü yerine getirmesine
çağırmak.
Bu, sonunda güzellik kraliçesi seçimine katılımına çağrılması ile biter.
12-
Batılı kıyafetler dikiminde katılmaya çağırmak.
13-
Kadın için spor kapılarını açmaya çağırmak.Mesela:
Bir kadın futbol takımını kurmak istemek.
Yarışmak için kadınların da at binicilik yapmalarını istemek.
Normal bisikletlere ve motosikletlere binerek kadınların spor yapmalarını
istemek…
14-
Çeşitli merkezlerde, klüplerde ve başka yerlerde kadınlara özel yüzme
havuzlarının açılması.
15-
Kadının saçına gelince: Bu hususta da günahkârca pek çok propaganda vardır.
Kaşların aldırılması, erkeklere yahut kâfir kadınlara benzeyecek şekilde
saçların traş edilmesi, kadınlar için kuaför salonlarının açılması…
16-
Kadının gazete ve dergilerde fotoğrafının neşredilmesi.
17-
Kadının şarkıcı, oyuncu, defile mankeni, spiker ve benzeri rol ve görevlerde
televizyonlara çıkması.
18-
Kadınlarla erkekler arasında radyo ve televizyonda yumuşak ve edalı
konuşmalara dayalı canlı yayınlar.
19-
Çekici kadın fotoğraflarını yayınlamakla ünlü, düşük seviyeli dergi ve yayın
organlarının yaygınlaştırılmaya çalışılması.
20-
Reklam ve propagandalarda kadın unsurunun kullanılması.
21-
Radyo, televizyon ve yazılı basın organlarında hazırlanan programlar
çerçevesinde iki cins arasında arkadaşlıklar kurulmasına çağrı, şarkı ve
benzeri karşılıklı armağanlar edilmesi.
22-
Liderler ve bakanlar düzeyinde çeşitli medya organlarında erkeklerin eşleri
ile kucaklaşmalarını ve öpüşmelerini gösteren fotoğrafların yayılması.
23-
Öğretimin ilk sınıflarında karma eğitim propagandası.
24-
Kadınların erkeklere, erkeklerin de kadınlara öğretmenlik yapma
propagandası.
25-
Kız okullarına beden eğitiminin programa alınması.
Bu kızlar için güzel sanat okullarının açılmasını istemeyi de gerektirir.
26-
Kadınların erkekler gibi istisnasız bir şekilde hayatın tüm alanlarında
görev yapmalarına çağrı.
27-
Mağazalarda, otellerde, uçaklarda, bakanlıklarda, ticaret odalarında ve
şirket ve benzeri diğer kurumlarda, bunların dışındaki bütün alanlarda
kadının çalışmasının propagandası.
28-
Turizm, mühendislik ve planlama amaçlı kadın bürolarının kurulmasının
istenmesi.
Bu, su tesisatçısı, elektirik ve buna benzer bedeni çalışmayı gerektiren
mesleklerde kadının da çalışmasının propagandasını yapmayı gerektirir.
29-
Kadının satış temsilcisi olarak görevlendirilmesini istemek. Ayrıca kadının
asker ve polis olarak görevlendirilmesini istemek (bunun için “dördüncü
esas”a bakılabilir).
Kadının parlamentolarda, seçimlerde ve milletvekili olarak görev yapmak
suretiyle siyasete girmesini istemek.
Kadınlar için fabrikalar kurulmasını istemek.
30-
Kanuni belgelendirme dairelerinde (noterde) kadınların görevlendirilmesini
ve mahkemelerde kadınlara ait özel bölümlerin açılmasını istemek.
Ve buna benzer uzunca istekler listesi. Yine bu liste istenmeyen şeyleri de
kapsamına alır. Yüce Allah’tan onların tuzaklarını boşa çıkarmasını, onların
kötülüklerini müslümanlardan uzak tutmasını dileriz. Ondan başka hiç bir
ilâh yoktur.
İşte bunlar “Kadın meselesi” hakkında amel bakımından en büyük zarara
uğramış kimselerin çağrı ve propagandalarından bazı örneklerdir. Bunlar
üzerinde basın 1419 h. yılı boyunca kaşarlanmış bir yüzle durdu. Bu
hususları her birisi gazete diye anılan sekiz kağıt tomarından özetledik.
Bunların hepsinin sayıları, yazarlarının isimleri bellidir. Hepsi de bu
batılılaşma ile mübtelâ kimselerdir. Kimileri bu hayasızlıklarına tesettür
ve tesettürlülerle alay etmek ve yüce şeriatın bir takım hükümleri hakkında
ağır sözler söylemek gibi bir günahı da katmıştır.
Hatta bunun dışında başka tavırlar takınanlar da olmuştur. Biz bu gibi
kimseleri küfür, münafıklık, fasıklık ve günahkârlık arasında gidip gelen,
pek büyük bir tehlike içerisinde görmekteyiz.
Bu tür eziyetler geçmiş bir zamanda arada sırada biri diğeri arkasında
körükleniyor, ilim adamları bunlar ortaya çıkar çıkmaz işlerini bitiriyor ve
yeryüzünün dörtbir yanında bunlara karşı seslerini yükselterek onların
ardından alevli atışlarda bulunuyorlardı. İşte bu günümüzde bütün
güçleriyle, cüretkârlıklarıyla, atılganlıklarıyla bir kaç ay içerisinde bu
tür adilikleri ağız dolusu yeniden gündeme getirmeye başlamışlardır. Zorluk
ve sıkıntılı zamanlar da olayların yoğunlaştığı bir dönemde bu gibi
hususları gündeme getirmenin zamanı olarak tesbit etmeleri de, onların
sinsice planlarının bir neticesidir.
Dışarıdan gelen ve getirilen bu propagandalar hem özleri hem konuları hem de
şekilleri itibariyle pek çok çelişkileri bir arada ihtiva etmektedir.
Bu görüşleri dile getirenlere bakacak olursak, bunların müslüman ismi
taşıdıklarını görüyoruz. Muhtevaya ve yapılan hazırlıklara bakacak olursak,
bunun İslam’ı yıkmak için kullanılan bir kazma olduğunu görüyoruz. Böyle bir
kazmayı ise ancak başkası tarafından yönlendirilen, kalbi hevâ ve
frenkleşmek ile dolup taşmış bir kimse yapabilir. Bilindiği gibi söz ve
davranış, kalpteki imanın ve münafıklığın bir göstergesidir. Kullanılan
ifadelere baktığımız takdirde sonradan uydurulmuş kelimeler, basit
terkipler, büyük dilbilgisi hataları, şuradan buradan çalınmış, kes yapıştır
metoduyla kullanılan gazeteci ibarelerinin, yazar olabilecek gücüne
erişememiş acizlerin yöntemiyle yazıldığını ve Arap dilinden, anlatım
zevkinden en küçük bir paya sahip olan kimselere rahatsızlık verecek bir
uslupta bunları sunduklarını görüyoruz.
İşte bu şekilde… Arap dilini ve Kur’ân’ı, sünneti bilmeyen bir kimse bu gibi
gariplikler ortaya koyar.
Bununla birlikte birilerinin diğerlerini pohpohlaması neticesinde hepsini
bir gurur ve bir kibir çevrelemiştir.
Acaba böyle başarısız bir kesimin basında köşe başlarını tutması ve ümmetin
düşüncelerini yönlendirmesi uygun mudur? Eserleri bunlar olan bu gibi
yazarların bulunduğu bir ümmet için insan gerçekten elem, keder ve üzüntüyle
dolup taşar.
Böyle bir çağda müslüman cemaate muhalif onların yollarından uzaklaşmış
hakkı örtmek ile hevâya yardımcı olmakla meşgul olmuş, güdülen ve saptırıcı
bir kalem grubunun bu çağda ahlâkı yönlendirecek bir konumda olması, Allah’a
yemin ederim ki utanılacak bir şeydir. Allah bunlara hakkettikleri cezayı
versin! Hesaplarını Rabbimiz görecektir. Biz onlara Allah’ın gazabını,
intikamını ve onlar üzerindeki tahakkümünü hatırlatır, sakındırırız. Hiç
kimse Allah’ı yenik düşüremez. Onlara Yüce Allah’ın şu buyruklarını
hatırlatmak istiyoruz:
“Bilin ki
muhakkak Allah içinizdekini bilir. Artık O’ndan sakının!”
(el-Bakara,
2/235);
“Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: ‘Şu helaldır, şu da
haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok
ki Allah’a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar.
Pek az bir
menfaat; ama onlar için acıklı bir azap vardır.”
(en-Nahl,
16/116-117)
Herkesin gözü önünde sahife sütunlarındaki bu çığırtkanlara Allah buğzeder,
onlardan nefret eder. Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet
ettiği hadise göre Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’ın şöyle
buyurduğu sabittir: “Böbürlenen ve büyüklük taslayan, çarşı pazarlarda
yüksek sesle bağırıp çağıran, geceleyin bir leş, gündüzün bir eşşek (gibi)
olan, dünya işlerini bilip âhiret işlerini bilmeyen her kişiye Allah
buğzeder.” Bu hadisi, İbn Hibban Sahih’inde rivâyet etmiştir.
Büyük ilim adamı muhaddis Ahmed b. Muhammed Şakir (vefatı 1377 -Yüce
Allah’ın rahmeti üzerine olsun-) İbn Hibban’ın Sahih’ine düştüğü
notlarda (I, 230) şunları söylemektedir:
“Peygamber Efendimizin bu bir grup insana -tövbe estağfirullah hatta hayvana
diyecektim- dair yapmış olduğu bu tasvir, belağat ve anlatım güzelliği
itibari ile zirveye ulaşmış bir nebevi anlatımdır. Bu nitelikleri her gün
çevremizde bulunup İslam’a müntesip görünen pek çok kimsede görebiliyoruz.
Hatta biz bunu İslam Ümmetinin -din değil de dünya- büyüklerinin çoğunda da
görebilmekteyiz. Hatta biz bunları kendi kendilerine alim diyen kimselerde
de görürüz. Bunlar ilmi İslam’da Kitap ve Sünetten bilinen gerçek anlamından
uzaklaştırmakta, dünya ilimlerine sanat ve mala dair bilgilere bu ünvanı
vermekte; sonra da bununla dolup taşarak tam bir cehalet olan bilgileri ile
din hakkında ahkâm kesmek istemekte, İslam’ı müslümanlardan daha iyi
bildiklerini iddia etmekte, İslam’ın bilinen hükümlerini red, İslam’ın kabul
etmediği hükümleri uygun görmekte, kendilerine ya da ümmete dinini bilmek
için izlenmesi gereken doğru yolu göstermeye çalışanları ise sert bir
şekilde her bir mütekebbir ve büyüklük taslayana yakışan bir şekilde
reddetmektedirler. Şimdi bu hadis üzerinde iyice düşünüp aklımızı kullanacak
olursak her yerde bunları gözümüzün önünde görüveririz.”
Bizler bu cani kimseler için, İslam adabını, öğretmenlerin ve küçük
çocukları eğitenlerin disiplini altına koyarak, çocuk öğretim yuvalarına
koymaktan daha uygun bir yerleri olduğu görüşünde değiliz. Allah büyük ilim
adamı Ahmed b. Muhammed Şakir’e rahmetini ihsan eylesin. O bu gibi bedbaht
kimselerin geçmişlerinin halini defalarca açıklamış bulunmaktadır. Merhum,
Camiu’t- Tirmizi’yi tahkik mukaddimesinde (I, 71-72) şunları söylemektedir:
“Misyonerlerin aklına, kalbine egemen
olup ancak onların gözleriyle gören, ancak onların kulaklarıyla duyan, ancak
onların gösterdikleri yolu gören, onların ateşlerinin ışığında görerek o
ateşi nur zanneden, diğer taraftan annesi babası tarafından kendisine
müslüman ismi verilmiş bulunup nüfus kütüklerinde ve sayım kayıtlarında
müslümanlar arasında sayılan, fakat kendisine bir tabiiyyet kazandırmakla
birlikte, kendisinin dini bir akide olarak benimsemediği böyle bir İslam’dan
başkasını savunmayı kabul etmediğinden, Kur’ânı üstadlarından öğrendiklerine
boyun eğdirecek şekilde te’vil etmeye kalkışan, onların görüşlerine ve
koydukları ilkelere uymayan hiç bir hadisi kabul etmeyip kendisi ondan hiç
bir şey anlamadığından ötürü bunları delil diye ortaya koyanların, İslam’a
karşı delil olacağından korkan kimseler arasından bilmek isteyenler, şunu
bilsin ki… Aynı şekilde bir önceki kimse gibi olmakla birlikte kendisini
rahata vererek ruhuna üfledikleri din ve akideye sarılıveren, arkasından
müslüman ismini taşımak yahut bazı nikâh ve miras ile ilgili meseleler ve
ölülerin gömülmesi gibi hususlar dışında din olarak İslam’ı bilmek yahut
kabul etmek istemeyen kimseler de bilmeli ki... Yine müslümanlara mensup
okullarda öğrenim görüp pek çok ilmi bilmekle birlikte pek az bazı hususlar
yahut kabuktaki bir takım meseleler dışında dinine dair bir şey bilmeyen,
diğer taraftan batı uygarlığı ve bu uygarlığın bilgileri karşısında ruhunda
yenik düşen, böylelikle onların uygarlıkta mükemmelliğe ve üstünlüğe
eriştiklerini, ilmî nazariyelerde kesinliği ve apaçık gerçekleri
yakaladıklarını zan eden, bunun sonucunda yanlış kanaatlerinin etkisi ile
kendisinin bu dini bizzat bu dinin alimlerinden, bu dini bellemiş ve bu dini
samimi olarak savunan kimselerden daha iyi bildiğini iddia edip din hakkında
sağda solda olmadık şekilde ahkâm kesen ve böylelikle dini din adamlarının
donukluğundan kurtarmayı, din adamlarının vehimlerinden arındırmayı ümit
eden… Yahut içindekini açığa çıkartıp bu dini inkâr ettiğini, ona düşman
olduğunu ortaya koyan bunlar... Başkalarını taklit ederek Allah’ı inkâr
etmişlerdir, sözleri kendilerine revâ görülen kimseler… Bu dönemde Mısır
toplumunun başına bela kesilerek büyük, edebiyatçı Kamil Kîlânî’nin
“el-müceddidiynât”
adını verdiği kimseler… Yahutta şu kâbilden veya bu kâbilden olan kimseler…”
İşte bu sapık istekler, kadını özgürleştirmek adına iki çerçeve içerisinde
sunulmaktadır. Bunlar kadının özgürlüğü ve kadın ile erkek arasındaki
eşitliktir. Bu iki görüş şer’an de aklen de batıl, batıcı görüşlerdir.
Müslümanlar bunları tanımaz, bunlar amelleri bakımında hüsranda olanların
yoluna doğru başkalarını çekmektedir. O hüsrana uğrayanlar, daha önceden
İslam dünyasının diğer bölgelerinde haddi aşarak baş kaldırmışlar ve bu iki
görüş çerçevesi içerisinde mümin hanımları dinleri hususunda fitneye
düşürmeye, aralarında hayasızlıkları yaygınlaştırmaya, müminlerin yolundan
uzaklaşmış bu istekleri dile getirerek, sapıtmışlardır. Sonra da başlangıç
noktasını açıkça dile getirerek bunun yüzün açılması olduğunu belirtmişler,
daha sonra yüzün örtüsünü kaldırmak için de fiilen uygulamaya geçmiş, onu
ayaklar altında çiğnemiş, ateşe atmışlardır. Bu işlerin akabinde o vakit
Türkiye, Tunus, İran, Afganistan, Arnavutluk, Somali ve Cezayir gibi bir
takım cumhuriyetlerde yüzün örtülmesini yasaklayan ve yüzünü örten kadının
suçluluğunu ortaya koyan bir takım kanunlar çıkarılmış, bazı ülkelerde
örtünen kadınlar hapis yahutta para cezası ile cezalandırılmışlardır.
İşte böylece insanlar kanun zoru ile seviyesiz davranışlara ve batıcı
ilişkilere sürüklenirler. Nihayet İslam dünyasında çoğu mümin kadın artık
açılıp saçılmakta her türlü kayıttan uzaklaşıp ibahîliğe yönelmekte, resmi
izinle fuhuş yuvalarının açılmasında kâfir batı ile yarışacak duruma
gelmişlerdir. Hatta mübah kılmanın da ötesinde fuhuş için zina eden erkek ve
kadının sigortalanması için resmi düzenlemeler dahi getirmişlerdir. Bunlara
bağlı olarak hadler kaldırılmış, fuhuş yayılmıştır. Kadın çok erken dönemde
bakireliğini kaybetmiş, hatta yakın akrabalarla zina, kadının bir başka
kadınla evlenmesi, rahimlerin kiralanması gibi hadiseler dahi ortaya
çıkmıştır.
Bunun arkasından hamileliği önleme yolları ücretsiz gerçekleştirilmiş, bunun
için basında yoğun propagandalar yapılmıştır. Bununla birlikte en basit
gerekliliğe dahi riayet edilmemiştir. Mesela bu konuda tıbbi gereklilik
halinde evli olan bir kadının kocasının izni ile alınmış bir doktor reçetesi
dahi istenmemiştir. Kadınlar arasında suç oranları yükselmiş ve intihar
oranı artmıştır. Çünkü maneviyatları paramparçadır.
Bunun arkasından doğum kontrolü, çok kadınla evliliğin yasaklanması, evlilik
dışı doğmuş çocukların evlat edinilmesi, metresler edinmek gibi uygulamalar
görülmüştür. Bu lanetli hal o duruma varmıştır ki beraberinde yabancı bir
kadın bulunan kimse, onun arkadaşı olduğunu söyleyecek olsa hemen serbest
bırakılır. Fakat ikinci hanımı olduğunu, söyleyecek olsa ona o meş’um kanun
uygulanır.
Görülüyor ki Allah’ın meşru kıldığı evlilik ve çocuk sahibi olmak, kanunda
alabildiğine dar sınırlara hapsedilmişken, Allah’ın haram kıldığı gizli dost
edinmek ve zina evlatlarını evlad edinmek ise kanunen kayıtsız ve şartsız
mübah kabul edilmiştir.
Şimdi bu kanaatleri savunanlar Yüce Allah’ın: “Allah’ın dini hususunda
her ikisine de acıyacağınız tutmasın” (en-Nûr, 24/2) buyruğu hakkında ne
düşünürler!
Bu ibâhîliğin karşısında evde kalmışların sayısı, en basit bir neden
dolayısıyla boşananların sayısı artış göstermiş, şer’î doğumların sayısı
düşmüştür. Buna sebep te kadının evinin dışında işleriyle meşgul olması
gösterilmiştir. Zina mahsulü çocukların sayısı artmış, tedavisi doktorları
çaresizleştiren müzmin hastalıklar yaygınlık göstermiştir.
Bunun sonucunda müslüman topluluğu batılılaştırdılar –Allah haklarından
gelsin- ve onları namus ve dinlerinde kanayan yaralarla takatsiz duruma
düşürdüler. Bu hallerine kâfirleri sevindirdiler, müslümanları günaha
soktular, dinlerinden uzaklaştırdılar. Kendileri de hak dinlerinden
uzaklaştıkları gibi, Yahudi, Hıristiyan, inkârcı, komünist ve başka
kâfirlere hizmetkârlık ettiler. Her iki diyar yani hem dar-ı İslam hem küfür
diyarı bu bayağı hayvanilik derekesinde bir araya geldiler. Öyleki artık
müslüman bile bu hususta iki diyar arasında bir ayırım gözetmemektedir. İnnâ
liillâh ve innâ ileyhi râciûn.
Şimdi de bu isteklerin, taleplerin tenkidinin münhasıran iki noktada
toplanmasına söz sırası gelmiş bulunmaktadır:
Birinci nokta:
Hürriyet ve eşitlik nazariyesinin tarihi ve bunların İslam dünyasındaki
yıkıcı etkileri ile ilgilidir:
Şunu bilelim ki kadının özgürlüğü ve kadının erkek ile eşitliği nazariyeleri
çerçevesinde kadının özgürleştirilmesi çağrısı, hıristiyan Avrupa’da
Fransa’da doğmuştur. Hıristiyanlık kadını bütün günahların kaynağı
biliniyordu. Bütün kötülükler ve hayasızlıkların saklandığı yer o kabul
ediliyordu. O kendisinden uzak kalınması gereken, amelleri boşa çıkartan
necis bir cinstir. Bu ister anne, ister kız kardeş olsun böyledir.
İşte Avrupa’da hıristiyan rahipler böylece kadına karşı bu düşmanca ve
gergin konumu yaygınlaştırmışlardır. Halbuki bu rahiplerin bizzat kendileri
hem bedenen hem ruhen tepeden tırnağa pis idiler. Ahlâkî her türlü günah
onlarda odaklanmıştı. Kiliselerde terbiye etmek ve kindar rahipler halinde
yetiştirmek amacıyla çocukları kaçıranlar onlardı. Böylece rahiplerin
sayılarını çoğaltmaya çalışıyorlardı. Bunun neticesinde hükumetler ve
yönetilenler karşısında dehşete düşürecek kadar bir kalabalık oluşturdular.
İşte bu katı ve aşırı din adamlarının bu konumları neticesinde insanlar,
oldukça gergin ve son derece baskı altında yaşayan bir duruma geldiler.
Nihayet onlara karşı duyulan bu tepkinin bir sonucu olarak, kadının
özgürlüğü ile kadın erkek eşitliği adı altında kadının özgürleştirilmesi
çağrıları da ortaya çıktı. Her ikisinin de parolası, gerek kiliseyle gerek
kilise din adamlarıyla ilintisi olan her bir şeyi reddetmekti. Bu tepkiler
gittikçe katlandır; sonunda din ve ilmin uyuşamayacağı propagandasını
yazmaya, aklın ve dinin birbirleriyle çeliştiklerini söylemeğe başladılar.
İbahîliğe, kendilerince hürriyete zararı olan, fıtri ya da dini her türlü
ilke ve kayıttan kurtulmaya çağırdılar. Sonunda kadının özgürlüğünü isteyen
bu sesler, aralarındaki bütün farklılıkları ortadan kaldırıp bunları
paramparça etmek suretiyle erkekle eşit olduğunu ileri sürmek noktasına
kadar yükseldi. Bu farklılıkların dini ya da toplumsal olması hiç bir şeyi
değiştirmezdi. Her erkek ve her kadın hürdür. Dilediğini yapar, dilediğini
yapmaz. Dinin, edep ve ahlâkın veya herhangi bir otoritenin onu bağlayıcı
hiç bir tarafı yoktur. Nihayet Avrupa ve onun ardından iki Amerika ve diğer
kâfir diyarlar bu ibahîliğe, bu açılıp saçılmaya hayatın kanununu temelinden
sarsma noktasına geldiler ve dünyadaki ahlâkî vebanın kaynağını
oluşturdular.
Kâfir batıda doğmuş bu iki nazariye altında bu inkârcı anlamı ile kadının
özgürleştirilmesi için ortaya konan bu sapkın istekler, garpzedelerin İslam
dünyasına bulaştırdığı hastalıklardır. Şimdi bütün İslam dünyasını
hanımlarını örten, onları himaye eden, onların her türlü işlerini gören
erkekler, kadınları da kendilerini Allah’ın üzerlerine farz kıldıklarını
yerine getiren hanımlar iken; bütün İslam dünyasında bu uğursuzca açılıp
saçılmaya ve haramları mübah gören ibahiliğe doğru götüren bu masum
başlangıcın tarihi hakkında neler biliyoruz?
Daha önce bir kaç defa tekrar ettik. Mümin hanımlar hicablı idiler,
yüzlerini göstermiyorlardı. Bedenlerini açmıyorlardı, hiç bir ziynetlerini
göstermiyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminden
hicri on dördüncü asrın ortalarına kadar bu böyleydi.
Hicri on dördüncü asrın ilk yarısının sonlarında İslam ülkelerinin çözülmeye
ve küçük devletçiklere dağılması ile birlikte kâfir batı emperyalizmi İslam
ülkelerine girdi. Onlar müslümanlarda şüpheler uyandırmaya başladılar ve
müslüman reâyâyı İslâmî renge boyanmışlıktan küfrün rengiyle boyanmaya ve
çözülüşe doğru değiştirmeye koyuldular. İslam ümmetini vurmak için ilk
kıvılcım kadınlarının yüzlerini açması ile başladı. Bu da Mısır’da Mısır
valisi Muhammed Ali Paşa’nın Fransa’ya öğrenim için gönderdiği heyetlerle
başladı. Bunların arasında bu heyetlerin vaizi 1290/hicri yılında ölen Rifaa
Rafi et-Tahtavi de vardı. Mısır’a dönüşünden sonra kadının
özgürleştirilmesinin propagandası için ilk tohumları ekmeye başladı;
arkasından garpzedelik fitnesine kapılmışlar ve bir takım hıristiyanlar bu
yolda çalışmaya koyuldular. Bunlardan biri 1374 yılında ölen haçlı
hıristiyan Markos Fehmi’dir. “Doğuda kadın” adında hicabın atılmasını
hedefleyen ve erkek kadın ihtilatını mübah kılan bir kitabında bunu yapmak
istemiştir.
1382/hicri yılında ölen Ahmed Lutfi es-Seyyid, Mısır kızlarını erkeklerle
karışık ve yüzleri açık bir şekilde üniversitelere sokan kişi budur. Bu
Mısır tarihinde ilk defa gerçekleşti. Bu hususta 1393/hicri yılında ölen
batılılaştırmanın dekanı Taha Hüseyin ona yardımcı olmuştur.
Bu fitnenin en büyük sorumluluğunu da açılıp saçılma propagandisti olan
1326/hicri yılında ölen Kasım Emin üstlenmiştir. O “Kadının
özgürleştirilmesi” adında bir kitap yazmıştı. İlim adamlarının buna karşı
pek çok reddiyeleri de yayınlanmıştı. Mısır, Şam ve Irak’taki bir takım ilim
adamları onun mürted olduğuna da hüküm vermişti. Daha sonra bir takım
hallerden geçmiş ve arkasından “Yeni kadın” adındaki kitabını yazmıştı ki,
bu da müslüman kadının Avrupalı bir kadına dönüştürülmesi muhtevâsını
taşıyordu.
Saray hanedanından bu istikamette Nazlı Mustafa Fadıl da destekçi olmuştur.
Bu kadın İslam’dan irtidat etmiş ve Hıristiyanlaşmıştı.
Daha sonra açılmanın propagandisti olan Kasım Emin’in düşüncesini uygulamaya
koyan ve 1346/hicri yılında ölen Sa’ad Zağlul ile 1332/hicri yılında ölen
kardeşi Ahmet Fethi Zağlul gelmektedir.
Daha sonra 1919 yılında Kahire’de kadının özgürleştirilmesi için “Kadın
hareketi” 1367/hicri yılında ölen Huda Şa’ravi’nin başkanlığında ortaya
çıktı. Bu kadınların ilk toplantısı Mısır’da M. 1920 yılında Markos
kilisesinde yapıldı. Huda Şa’ravi örtüyü kaldıran Mısırlı ilk Müslüman
kadındır. -bedbahtlıktan Allah’a sığınırız- Bu açılma olayı insanın
ruhunu keder ve üzüntü ile dolduran bir olaydır. Şöyleki Sa’ad Zağlul
İngiltere’den İslam dünyasında fesad çıkarmak için gerekli bütün unsurlarla
donatılmış yapay bir kişilik olarak geri döndüğünde, onu karşılamak için
biri erkeklere ait diğeri kadınlara ait yol boyunca iki saf oluşturuldu.
Uçaktan inince hemen örtülü kadınların bulunduğu safa doğru gitti,
üzerindeki örtüsünü alsın diye önüne örtülü olarak Huda Şa’ravi gidip onu
karşıladı. O da elini uzattı, yüzünden örtüyü kaldırdı. Herkes alkışladı ve
kadınlar yüzlerindeki örtüyü sıyırıverdiler.
İkinci kederli gün şuydu: Sa’ad Zağlul’un eşi –ki Sa’ad Zağlul ona
Avrupalıların hanımlarını kocalarına nisbet etmeleri uygulamasına uyarak
Sa’ad Zağlul’un hanımı Safiyye adını vermişti- Mustafa Fehmi’nin kızı
Safiyye, Kahire’de Nil kasrının önündeki kadınların yaptığı gösterinin
ortasında bulunuyordu. O da örtüsünü alıp yerde ayaklar altında
çiğneyenlerden birisi idi. Sonra da örtülerini ateşe vermişlerdi. İşte
bundan dolayı bu alana “Meydanu’t-Tahrir: Özgürlük alanı” adını
vermişlerdir.
İşte bu şekilde bu diyarın bedbahtları biri diğerinin arkasından geldi.
İhsan Abdulkuddus, Mustafa Emin, Necib Mahfuz, Taha Hüseyin…
Hıristiyanlardan: Şibli Şumeyl, Ferah Antun ve benzerleri –bedbahtlıktan ve
bedbahtlardan Allah’a sığınırız-; İslam’a ve müslümanlara karşı girişilen bu
kopmloda basın da onların desteği idi. Çünkü basın bu fitnenin yayıldığı
birinci araçtı. Nihayet yaklaşık M. 1900 yıllarında “Mecelletü’s-Süfur:
Tesettürsüzlük dergisi” adı altında bir dergi yayınlandı. Müstehcen yazarlar
çıplaklığı ve fesadı desteklemeye yönelik talepler üzerinde duran
makalelerini bütün hızlarıyla yazmaya koyuldular. Faziletlere ve ahlâka
aşağıdaki fesad araçları vasıtası ile hücum etmeye başladılar:
Utanılacak derecede çıplak kadın fotoğraflarının yayınlanması, tartışma ve
diyaloglarda erkek ile kadının bir araya getirilmesi, “kadın erkeğin
ortağıdır” şeklinde dışarıdan bize gelen uydurma slogan üzerinde yani
onların eşitliği propagandası üzerinde durmak, erkeğin kadının sorumluluğunu
üstlenmesi tezinin akılsızca olduğunu ileri sürmek, açık saçık yeni moda
elbiseleri sunmak için kadının ayağını kaydırmak. Kuaför salonları kadınlara
ait ve karma yüzme havuzları, oyun ve eğlence salonları, kahvehaneler, namus
ve şerefi ihlal eden olayları yaygınlaştırmak, artist şarkıcı güzel
sanatlarda ileri durumda olanları alabildiğine yüceltmek…
Bu düzenli hücum iki şeyle desteklendi: İçerden bunların desteklenmesi ile
dilleriyle, kalemleriyle bunları ıslah etmeye çalışanların zayıflığı,
onların hayasızlıklarına karşı sessiz kalmak, hayasızlığın yayılması ve
karşı tarafın susturulması, onların yazdıkları makalelerin yayınlanmaması
yahut engellenmesi kökten dincilik ve gericilik gibi ithamlara maruz
bırakılması ile yönetimlerin güvenilir, muktedir müslüman ehil kimselerden
başkalarına verilmesi.
İşte bu ümmet arasında çıplaklığın kötü başlangıcı yüzün üzerindeki örtünün
kaldırılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu hususa dair geniş açıklamalar Prof.
Ahmed Ferac’ın “el-Muâmera Ala’l-Mera’l-Müslime: Müslüman kadına
karşı komplo” eseri ile şeyh Muhammed b. Ahmed İsmail’in “Avdetu’l-Hicab:
Örtünün geri dönmesi” adlı eserlerinde belgeleriyle geniş bir şekilde
açıklanmıştır. Daha sonra İslam dünyasında bu açıklık bir kaç sene zarfında
saman alevi gibi yayılmaya başaladı. O kadarki yüzü açmaya mecbur eden
kanunlar yayınlandı. Türkiye’de 1920 yılında çıkarılan kanun İran’da Rafızi
Rıza Pehlevi’nin M. 1926 yılında yüzün açılmasına dair kanun Afganistan’da
Muhammed Eman da yüz örtüsünün kaldırılmasıyla ilgili bir karar çıkardığı
gibi, Arnavutluk’ta Ahmed Zoğoba yüzün örtülmesinin yasaklanmasıyla ilgili
kanun çıkardı. Tunus’ta da Burgiba yüz örtüsünün yasaklanması ve birden
fazla evliliğin suç sayılmasıyla ilgili bir kanun çıkardı ve bu kanuna göre
aksi hareket edenler bir yıl hapis ve para cezasıyla cezalandırılacaklardı.
Bundan dolayı büyük ilim adamı Iraklı Şair Muhammed Behcet el-Eseri
–Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şunları söylemiştir:
“Ey Burgiba önünde hiç bir boyun eğilmeyesice
Bir gün olsun Allah’dan korkmadın onun önünde boyun eğmedin”
Irak’ta yüzün açılması propagandasında en büyük görevi ez-Zuhavî ile
er-Rusâfi yüklendi. Her ikisinin de halinden Allah’a sığınırız. Şimdi
Cezair’de hicabın kaldırılması ile ilgili üzücü günün haberini “et-Tağrib
fi’l-Fikri ve’s-Siyaseti ve’l-İktisad: Düşünce siyaset ve iktisad
alanlarında batılılaşma” adlı eserinden (s.139) okuyalım:
“13 mayıs 1958 de örtünün atılmasının hikayesi sözkonusu oldu. Bu insan
ruhunu duyulan hasretlerden dolayı paramparça eder. Şöyle ki bir cuma
hutbesinde hicabın atılması için bir hatip sağlandı. Bu musibet şahıs
denileni yaptı. Hemen arkasından Cezairli bir genç kız ayağa kalktı,
elindeki mikrofonla hicabın atılmasını söyledi. Kendisi de hicabını çıkartıp
yere attı. Arkasından bu maksatla örgütlenmiş kızlar da hicablarını
çıkardılar ve bu iş görevlendirilmiş kimseler de alkışlayıverdiler. Buna
benzer bir olay Vehran şehrinde de yapıldı. Aynı şey Cezayir’in başkenti
Cezayir’de de uygulandı. Bunun arkasından basın hem bu haberi
yaygınlaştırdı, hem destekledi.
Fas’ta ve Lübnan, Suriye, Ürdün ve Filistin’den oluşan dört kısmıyla Şam
bölgesinde de kimi zaman Baasçı propagandistlerin, kimi zaman ırkçı
propagandistlerin vasıtası ile açılıp saçılmak ve haramları mübah görmek
anlayışı yaygınlaştı. Ancak eldeki kaynaklar bu işin nasıl olduğunu yeteri
kadar aydınlatamamaktadır. Bu işe önderlik eden bedbahtların ismini de
vermemektedir. Yazarların ve o dönemde olayları kaydedenlerin özellikle Şam
topraklarında bu uğursuz başlangıcı neden kayda geçirmediklerini
bilemiyorum. Halbuki cinsel patlama, çıplaklık, açılıp saçılmak ve ibahîlik
gizlenmeyecek bir seviyededir.
Hint ve Pakistan’a gelince, Müslüman hanımların durumu hicab konusunda en
iyi idi. Onlar haya ve iffet zırhına bürünmüş idiler. Aynı dönemde –1950 li
yıllarda- kadını özgürleştirme hareketi ile özgürlük ve eşitlik cenahları
ile birlikte bunun propagandası da başlamış oldu. Bunun için Kasım Emin
“Tahriru’l-Mare: Kadının özgürleştirilmesi” ünvanlı kitabı tercüme
edildi. Arkasından basın karma eğitime ve örtünün atılmasına çağıran
propagandalara koyuldu. Nihayet bu kıta da öyle bir hale ulaştı ki, bundan
ötürü şikayet sadece Allah’adır. Bu husus “Eseru’l-Fikri’l-Garbi
fi’n-Hirafi’l-Müctemai’l-Müslim fi şibhi’l-Karra el-Hindiyye: Hind
kıtasında Müslüman toplumun sapmasında batı düşüncesinin etkisi” adını
taşıyan Hadim Hüseyin’in eserinde (s.182-195 te) genişçe açıklanmış
bulunmaktadır.
İşte bu şekilde özgürlük ve eşitlik adı altında kadının özgürlüğüne
çağırmakla, fitne körükleyicilerinin baskısı ile, sonunda batılı kadının
ulaştığı son nokta, bu topraklarda müslüman kadının başlangıç noktasını
teşkil etmiş oldu.
Özgürlük ve eşitlik adı altında:
Kadın evinin dışına çıkartılarak, hayatın bütün alanlarında erkekle birlikte
yürümesi sağlandı.
Üzerinden örtü ve ona bağlı olarak iffet, haya, temizlik gibi bir takım
faziletler de elinden alındı.
Kendi cinsel isteklerini doyurmak için çıplaklığın, müstehcenliğin en aşağı
basamaklarına onu gömdüler.
Üzerinde herhangi bir kontrol gücü bulunmaksızın, ırzını pazarlamasını uygun
göstermek için, erkeğin onun üzerindeki kayyûmiyyet (nafaka ve benzeri
ihtiyaçlarını karşılamak) sorumluluğunu kaldırdılar.
Özgürleşmek, özgürlük ve eşitlik kayası üzerinde bütün erdemlerini
parçalamak için ihtilâtı ve erkekle başbaşa kalmayı önleyen engelleri
kaldırdılar.
Anne, eş, nesil eğiticisi, erkeklerin huzuru için bir sükûn yeri gibi hayati
misyonunu sona erdirerek, onu hain ve günahkâr her bir avcının elinde,
değersiz, hakir ve ucuz bir meta haline getirdiler.
Ve buna benzer biri diğerini doğuran sayısız belalar. Biz bunları İslam ve
namus gayreti olan herkesin yazdıklarında satır satır görebiliyoruz.
Bunlardan birisi de Muhammed b. Abdullah Arefe’nin “Hukuku’l-Mar’a
fi’l-İslam: İslam’da kadın hakları” adlı eseridir.
İşte müminlerin yolundan sapıp uzaklaştıran talepler bunlardı ve işte İslam
dünyasında bunların yıkıcı tesirleri…
İkinci husus:
İslam’ın son barınağında erdemi vurmak ve orayı da bozuk ahlâkın açıkça
görüldüğü bir mekân haline getirmek için sapık talepleri yeniden gündeme
getirilmektedir.
Şüphesiz başlangıç sonun gelişidir. Şüphesiz kadını bayağılığa çağıranların
ilk karşılaştıkları zorluk İslamî erdemin ifadesi olan mümin hanımların
hicabıdır. Eğer kadınlar yüzlerini açacak olurlarsa, arkasından Yüce
Allah’ın kendilerine yabancı olan erkeklere karşı örtülmesini ve
setredilmesini emretmiş olduğu bedenlerini ve ziynetlerini de açarlar.
Müminlerin hanımlarının hali faziletlerden soyutlanarak çüzülüş, açılıp
saçılma ve her türlü haramı mübah görmek gibi bir takım adi ve bayağı
derekelere inmiş olur. Nitekim İslam Dünyası’nın çoğu yerinde egemen olan bu
haldir. Yüce Allah’tan müslümanların durumunun düzeltilmesini niyaz ederiz.
Bugün kiralık batıcılar aynı adımları izlemekte ve büyük bir gayretle
çabalarını ortaya koymaktadırlar. Amaçları ise İslam’ın son kalesinde hicab
erdemini vurmaktır. Ta ki burada da hal, istesinler yahut istemesinler ilk
ve son İslam diyarının ortasında bu inkarcı amaçlarına ulaşsın. Burası Yüce
Allah’ın kalbini ve kıblesini himaye ettiği müminlerin sevdikleri diyar olan
Hicaz diyarıdır. Bu diyar son peygamber ve son Rasulun gönderilmesiyle
birlikte müslüman olduğundan bu güne kadar, emperyalizme boyun eğmemiş bir
bölgedir. İslam Yüce Allah’a hamdolsun ki burada açıkça görülmektedir.
Şeriat uygulanmakta, toplum bu diyarda müslümandır. Herhangi bir kâfir
tarafından kirletilmemiştir. Şu sahife sütunlarında çığırtkanlık yapan
garpzedeler, kendileri gibi olan önceden gelmiş diğer sapıkların yollarını
izlediler. Onların vaktiyle hicaba karşı mücadele ederken uyguladıkları
planlarını, bizim ülkemize ve basınımıza da taşıdılar. Kendilerinden
öncekilerin başladıkları noktadan başlayarak bu taleplerini dile getirdiler
ve mevcut şartlardan şikâyete koyuldular. Mevcut durum ise hicabın,
temizliğin ve iffetin sözkonusu olduğu İslami bir durumdur. Erkek, kadın her
iki cins de pak ve temiz şeriate uygun olması gereken konumdadır. Bunlar
neye karşı nefret beslemektedirler?
Şüphesiz daha önce açıkladığımız erdemin esasları, bayağılık atmosferinde
sözkonusu edilen batıl ve sapkın bu isteklerin cevabını vermektedir. İstenen
yüzün açılması, açılıp saçılmak ve kadın erkek karışımı bir topluluktur.
Erkeklerin kadınların ihtiyaçlarını görmek sorumluluklarının ellerinden
alınması, erkeğin özel alanında kadının da erkekle mücadele etmesidir ve
buna benzer yıkıcı diğer amaçlardır.
Şüphesiz müminlerin yolundan sapmak özelliğine sahip bu isteklerin gerçek
mahiyeti, doğrudan doğruya münkerin istendiğini ilan etmektir. Bu ise maruf
olanı terketmek fıtrata karşı çıkmak, şeriata karşı dikilmek, erdeme ve onu
ayakta tutan bütün değerlere karşı tertemiz şeriati egemen kılmakla yükümlü
İslâmî otoriteyi tanımamaktır. İslam diyarını açılıp saçılmaya, erkek kadın
karışımına ve müstehcenliğe bir beşik yapmaktır.
İşte bu, dil ile savaşmanın bir çeşididir Kalem de iki dilin birisidir. Ve
hatta bazan dil ile savaş el ile savaştan daha etkindir. Yeryüzünde fesat
çıkarmanın bir çeşididir.
Merhum Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye “es-Sarimu’l-Meslul” adlı eserinde
(II, 735) şunları söylemektedir: “Dilin dinlere verdiği fesat, elin verdiği
fesadın kat kat fazlasıdır. Nitekim dilin düzelttiği dini hususlar, elin
düzelttiğinin kat kat fazlasıdır.”
İşte bundan ötürü aşağıdaki hususların gerçekleştirilmesi kaçınılmaz bir
şeydir:
1-
Allah’ın kendilerine yönetim sorumluluğu verdiği kimseler, açılıp saçılmak
ve ihtilât gibi salgın hastalıklardan erdemi korumak maksadı ile kesin
emirler çıkarmak ve müstehcenliğe çağıran, bu açıklık ve saçıklığın
davetçisi olan kimselerin kalemlerinin bu isteklerini yazılı olarak dile
getirmekten alıkonmaları gerekir. Böylelikle ümmet onların kötülüklerine
karşı korunur ve hicab ile alay eden kimseler de şeriatın öngördüğü ceza
kendilerine uygulansın diye şer’i yargıya havale edilmeleri gerekir.
Açılıp saçılan kadınlara da gereken ceza verilmelidir. Çünkü onlar fitneye
düşürücü bir ağdırlar. Ve onlar onlara dil uzatan genç delikanlıya göre
öncelikle cezalandırılmalıdır. Çünkü onu tahrik edip kendisine doğru
cezbeden odur.
2-
İlim adamlarının ve ilim talep edenler kötü yaygaracılara karşı insanları
sakındırmalı ve onlara Allah için öğüt vermeli, mümin hanımlara sahip
oldukları erdeme sahip çıkmak için sebat verici nasihatlerde bulunmalı,
bunlara saldıranlara karşı bu erdemin korunması, hevalarının kölesi olan
kötülüğün propagandasını yapan kimselere karşı onları uyarıp sakındırarak
müslüman hanımlara gereken merhameti göstermeleri gerekir.
3-
Baba, oğul, eş ve buna benzer herhangi bir kadının sorumluluğunu Yüce
Allah’ın verdiği herbir kimsenin bu sorumluluğu altındaki kadınlar konusunda
Allah’tan korkmaları ve onları açılmaktan, saçılmaktan, ihtilattan, bunlara
sebep olan nedenlerden ve kötülüğe çağıran kimselerden koruyucu yollara
başvurmaları gerekir.
Kadınların fesat bulmalarının ilk sebebinin, erkeklerin bu husustaki
gevşeklikleri olduğunu da bilmelidirler.
4-
Mümin hanımların kendi nefisleri hakkında ellerinin altındaki çoluk çocuk
hakkında Allah’tan korkarak, fazileti elden bırakmamaları, cilbâb ve
başörtüsü ve peçe kullanmak suretiyle şeri elbise ve hicabı elden
bırakmamaları, fitneye çağıran ve adiliğin sevdalılarının arkasından
yürümemeleri gerekir.
5-
Bu tür yazarlara samimi bir şekilde tevbe etmelerini ve kendi aileleri ve
ümmetleri aleyhine kötü bir kapı açmamaları, Allah’ın gazabından ve çok
acıklı azabından korkmalarını öğütleriz.
6-
Her müslümanın, hayasızlığın yayılmasından ve onu bizzat yayıp
yoğunlaştırmaktan sakınması gerekir. Bilmeli ki hayasızlığın yayılmasını
sevmek, merhum Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin Fetva’larında (XV, 332 ve 344
te) açıkladığı üzere sadece söz ve fiil ile olmaz. Bununla ve ondan söz
etmekle, kalple ona meyletmekle, ona karşı susmakla da olur. Çünkü şüphesiz
ona duyulan bir sevgi onun yaygınlaşmasına imkân hazırladığı gibi, ona karşı
çıkan müminlerin yüzüne karşı o hayasızlıkları savunma imkanını da verir. O
halde müslüman her kişi hayasızlığın yayılmasını sevmekten uzak kalarak
Allah’tan korkması gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki
müminler arasında; hayasızlıkların yayılmasını arzu edenlere dünyada da
ahirette de çok acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz”
(en-Nur,
24/19).
İşte bunlar benim açıklamak istediğim hususlardır. İlim ve iman ehline düşen
de sorumluluklarını hafifletmek ve Allah’ın kulları arasından Allah’ın
bunlarla yararlanmasını dilediği kimselerin yararlanması ümidiyle öğüt verip
açıklamaktan başkası değildir. Bu açıklamaların sebebi, bu yolla öğüt
vermektir ve Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’ın şu buyruğudur:
“Din öğütten ibarettir.”
“Kime ey Allah’ın Rasulu”, diye sordular. O:
“Allah’a, onun
kitabına, Rasulune, Müslümanların yöneticilerine ve onların hepsine”
diye buyurdu”
Hadisi Müslim Sahih’inde rivayet etmiştir.
Hafız İbn Receb –Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- el-Hikemu’l-cedire
bil izâah (s. 43 de) şunları söylemektedir: “İmam Ahmed’den rivayet
edildiğine göre ona: Abdulvehhab el-Verrak şunlara şunlara karşı çıkıyor,
dediler bunun üzerine o şöyle demiş: “Aramızda bir takım şeylere karşı çıkan
kimseler bulunduğu sürece hayır içerisinde kalmaya devam ederiz.”
Allah’tan kork ey müminlerin emiri, diyen kimseye Ömer radıyallahu anh’ın
söylediği şu sözler de bu kâbildendir: “Eğer siz bu sözü bize söylemeyecek
olursanız sizde hayır yok, demektir, eğer biz sizin söylediğiniz sözü kabul
etmeyecek olursak bizde hayır yok demektir.”
Ancak özlü akıl sahipleri öğüt alır Amellere karşılık vermek, hesaba çekmek
ise Yüce Allah’a aittir. Peygamberimiz Muhammed’e onun aile halkına ve
ashabına Allah’ın salat ve selamları olsun.