İslam Kaynaklarında Örtünme
Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN
Yeni Şafak, 3-9 Nisan 2001
"Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti
olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir,
başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan
cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif
etmiştir."
GİRİŞ
Müslümanların takvimine göre Medine'ye hicretten bu yana on dört asrı
geride bıraktık. Bu uzun zaman dilimi içinde müslümanlar Kur'an'ı okudular,
Sünnet ve Sîret'in (Hz. Peygamberin açıklamaları ve uygulamalarının) da
yardımıyla onu anladılar, hayatlarına uyguladılar; bir hidayet, bir rehber
olarak gönderilen Kur'an bu vazifesini yerine getirdi.
Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi sekiz yıl) içinde parça parça
indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile
ilgili idi, bu sûre iner inmez İslam kadınları başörtülerini, boyun ve
gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, ondört asır hiçbir âlim örtünme
emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun
giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana
geldi).
Son birkaç asırda oryantalizm, sömürgecilik ve kültür istilası bazı
müslümanların kafalarını karıştırdı, kendi değerlerinin evrensellik veya
geçerliğinden şüphe etmeye başladılar, bunları başka düşünce ve kültürlerin
değerleriyle değiştirmenin zorunlu olduğuna inandılar, bunu yapabilmek için
yine dine dayanmak gerektiğinden usule uygun olmayan, zorlamalara ve
saptırmalara dayanan ictihadlara (!) kalkıştılar. Bu yeni, zorlama ve
uyarlama (kitabına uydurma) amacına yönelik ictihadların son yirmi otuz yıl
içinde yöneldiği hedeflerden biri de örtünme oldu. Yeni yorumcular ondört
asırlık uygulamayı, Kur'an âyetlerini, hadisleri, fıkıh âlimlerinin icmâını
bir yana bırakarak önce "madem ki uygar dünya örtünmüyor güzel ve doğru olan
budur, biz de böyle yapmalıyız" fikrine geldiler, sonra bu fikri zorla
uygulamaya koyanların işini kolaylaştırmak için mûteber olmayan okuma ve
yorumlama yollarına saptılar.
Türkiye altmışlı yılların sonlarına doğru başörtüsünü üniversitelerde
(önce Ankara İlahiyat'ta) yasakladı, sonra bütün fakülteler yasak kaplamına
alındı derken sıra İlahiyat Fakültelerine ve İmam Hatip okullarına geldi.
Buralarda okuyan ve dini uygulamalar bakımından daha hassas olan kızlarımız
yasağa karşı direnmeye başlayınca bir yandan ceza uyguladılar, öğrenim
haklarını ellerinden aldılar, "ya kırk katır ya kırk satır" dediler,
insanları en tabiî iki hak ve taleplerinden birini diğeri için feda etmek
(ya örtünmeyi, ya okumayı ve çalışmayı seçmek) durumunda bıraktılar, bir
yandan da örtünmeyi dini bir gereklilik olmaktan çıkarmak için
ilahiyatçılardan yetkisiz, bilgisiz, duyarsız, uyumlu olan bazı kimseleri
devreye soktular. Şimdi onlar her gün yeni bir şey bulduklarını zannederek
(veya iddia ederek) yirmi otuz yıl önce söylenmiş ve cevaplandırılmış
"argümanlarını" tekrarlıyorlar. Biz bu yazı serisinde, sekiz on yıl önce
bana, Ezher Üniversitesi'ne ve Diyanet'e, "bir dergi adına Dr. Fahri Demir
tarafından" sorulmuş sorular ile bunlara tarafımdan verilmiş cevapları
okuyacaksınız. Sonunda göreceksiniz ki, bugün söylenenler yeni değildir ve
insaflı olanlar için ikna edici açıklamalar yapılmış, cevaplar da
verilmiştir.
Hollanda'da neşredilen Arayış ve İslâm Dergisi, T.C. Diyanet İşleri
Başkanlığı'na, Mısır Müftülüğü'ne ve şahsıma 17 (onyedi) sorudan oluşan bir
yazı göndermiş, bu yazıda özellikle yurtdışında bulunan müslümanların
örtünme anlayış ve uygulamalarından kaynaklanan güçlükleri ve olumsuzlukları
dile getirmiş, örtünme emrinin dindeki yerinin incelenmesini, eğer bu emir
kesin, olmazsa olmaz kabilinden değil ise ki, yazıda bu hüküm, üstü kapalı
olarak benimsenmiş gözükmektedir, bu hususun ilgililer tarafından ortaya
konulmasını istemiştir. Aşağıda, maddeler halinde bu sorulara özlü cevaplar
verilecek, görüşler tartışılacaktır. Yazıda, sorulara geçilmeden önce şöyle
bir giriş yapılmıştır:
Giriş:
"İçinde yaşadığımız toplumda, "İSLAM" adı, "Şerîat Devleti" ve
"Başörtüsü" gibi bazı kavramlarla özdeşleştiriliyor. Ayrıca, değişik kültür
çevresinde yaşayan ve millî ve manevî değerleri korumayı hayatî bir mesele
olarak kabul eden vatandaşlarımızdan önemli bir kısmı da başörtüsünü,
namazdan da zekâttan da önde bir namus meselesi olarak görüyor; çocuğunun,
büyüdükten sonra başörtüsünü takmayacağını, dolayısıyla temel dinî
değerlerinden kopmuş olacağını düşünerek, çocuğunun okul çağından, hattâ
ilkokul sıralarından itibaren başını örtmek istiyor ve onu buna zorluyor.
Buna ilaveten, Hollanda'daki okullarda okuyan çocuklarımızın din dersine,
burada görevli dinî öğrenim görmüş resmî din görevlilerinin ders verme
istekleri, kısmen kabul ediliyor ise de, ilkokul için gerekli pedagojik
formasyon ve dil (Hollandaca) eksikliği sebebiyle çoğunlukla reddediliyor.
Bu konuların, kuruluşlarımız çapında müzakere edildiği bir toplantıda
şöyle bir tecrübe intikal etti: Hollanda'nın Tilburg kentindeki kuruluşumuz,
resmî din görevlilerinin okuldaki din derslerine girebilmesi için gereken
teşebbüslerde bulunmuş. Önlerine çıkan engelleri bir aştıktan sonra, isteği
kabul durumuna gelen okul yönetimi demiş ki;
-Peki madem öyle istiyorsunuz, hocanız okulumuza din dersine gelsin;
fakat bir şartla: Uzun görüşmeler sırasında bizim edindiğimiz intiba odur
ki, çocuklarınız hocanızın din dersine gelmesini istemeyeceklerdir.
Çocuklarınıza soralım. Onlar arasında bir anket yapalım. Şayet çocuklarınız,
hocanızın derse girmesini isterlerse, biz de yönetim olarak bunu kabul
edeceğiz, demişler.
Buradaki kuruluşumuz sekreterinin naklettiğine göre, çocuklarımız
arasında anket yapılmış, camideki hocalarının kendilerine din dersine
gelmesini isteyip istemediklerini sormuşlar. Alınan sonuç çok ilginç.
Çocuklarımız demişler ki:
-Hoca bizim kılık-kıyafetimize karışmıyacaksa,
-Hoca bizim başörtümüze karışmayacaksa,
-Hoca bizim sporumuza karışmayacaksa,
-Hoca bizim bazı haklarımızı engellemeyecekse gelmesini isteriz. Değilse
gelmesin.
Bir diğer husus da, bu ülkede bir çocuk başını örter de okula
giderse, okul arkadaşları ona "dilenci" gözü ile bakmakta, hattâ bazan ona
"dilenci" dedikleri bile olmaktadır. Bu tecrübe de, camiye Kur'an Kursu
niteliğindeki öğrenim için gelen çocuklara, hocalarının başörtüsünün
gereğini anlatmaları sırasında çocukların anlattıkları olaylardan elde
edilmiştir.
İşin diğer yönü ise, Avrupa insanınca, örf ve âdetin tesiri ile
olacak ki, başörtüsünün "dinin vazgeçilmez gereği (zarûrat-ı dîniyyeden)
sayılmasının sebep ve hikmeti anlaşılmamakta, dolayısıyla İslâm'ın, mânâsı
anlaşılmaz, pratiği olmayan, bir din olarak değerlendirilmesine yol
açmaktadır. Eğer başörtüsü, maslahat-ı dünya gereği olarak emredilmemiş de
ahiret sevabına müteallik vazgeçilemez dinî bir emir (zarûrat-ı dîniyyeden)
ise, her şeye rağmen, onu, bizzat dinimizi nasıl savunuyorsak öylece
savunmak boynumuzun borcudur. Şayet Kur'ân-ı Kerîm'deki başörtüsü emri, örf
ve âdet şartlarına bağlı, maslahat-ı dünya gereği bir irşad emri ise o
zaman:
a) Bir yandan, vatandaşlarımızı, içinde yaşadıkları değişik kültür
muhitinde karşılaştıkları zorluklardan kurtarmak.
b) Öbür yandan gayr-i müslimlere mübîn olan Kur'an emirlerini
"anlaşılmaz" olarak göstermiş olmamak için, konuyu dergimiz vasıtasıyla
herkese bildirmek istiyoruz. Eğer sonuç bu son şıktaki gibi tecelli ederse,
bu ülkemizde nerede ise içinden çıkılmaz halini alan "başörtüsü" problemine
de bir ışık tutmuş olur."
Biz de soru-cevap kısmına geçmeden önce bu giriş kısmında ileri
sürülen görüşler ve tesbitler konusunda bazı açıklamalar yapmayı faydalı
buluyoruz:
a) İslâm adının, şerîat devleti ve başörtüsü ile özdeşleştirilmesinden
maksat "İslâm eşittir başörtüsü ve şerîat devletidir." demek ise, başka bir
ifade ile şerîat devleti ve başörtüsü yoksa İslâm da yoktur denmek
isteniyorsa, bu anlayış isabetli değildir.
Sünnî anlayışa, ehl-i sünnet müslümanlığına göre, gerek başörtüsü ve
gerekse şerîat devleti "amel"e dahildir; bunlar dinin iman kısmı değil de
amel, uygulama kısmı içinde yer alırlar. Amel imandan cüz olmadığına göre,
"Başını örtmeyen kimse, şerîat devletini gerçekleştirmeyen toplum mü'min
değildir, müslüman değildir." denemez. Nitekim namaz kılmayan, oruç
tutmayan, farz olduğu halde zekât vermeyen, hacca gitmeyen, haram olduğu
halde faiz yiyen, alkollü içki kullanan kimselere de, eğer imanları varsa,
bütün bunların dinî hükümlerine inanıyor, farzı farz, haramı haram olarak
biliyor ve kabul ediyorlarsa kâfir denemez. Bunların vasfı "fâsık mü'min"dir;
yani bunlar imanı olan, fakat ameli olmayan, amel bakımından kusurlu ve
günahkâr sayılan müslümanlardır. Ancak yukarıda sayılan hususların imanın
bir parçası, vazgeçilmez bir unsuru olmaması, önemsiz olduklarını ifade
etmez. Amel bir yandan imanın güçlenmesini ve korunmasını sağlamakta, diğer
yandan, iman edenlerin en yüce emelleri olan Allah rızasını kazanmaya vesile
teşkil etmektedir. Bu iki yönüyle amel, İslâmda vazgeçilmez bir unsur olarak
ortaya çıkmaktadır. Bunları korumak, bir bakıma İslâmı korumak, dinin
hayatiyetini sağlamak mânâsına gelmektedir. Çünkü uzun süre amelsiz olarak
gayr-i müslim bir çevrede yaşamak, önce imanın zayıflamasına, sonra da sönüp
gitmesine sebep olabilmektedir.
b) Bir kısım vatandaşımızın başörtüsünü, namazdan ve zekâttan önde bir
namus meselesi olarak görmesi tartışılabilir; ancak ilk nazarda yanlış
görülmez. Kişinin iman ve kimliğinin korunmasında bazen kılık, kıyafet,
namaz ve zekâttan önemli olabilir. Bu, "Namaz kılmayalım, zekât vermeyelim,
yalnızca başımızı örtelim." demek değildir. "Onları da yapalım, ancak
öncelikle başımızı örtelim." demektir.Öncelik değerlendirmesi de içinde
yaşanan şartların zorlanmasıyle oluşabilir.
Başörtüsü ile namusun ilgisine gelince; şüphesiz başını örtmeyen
kadınlarımıza namussuz demek mümkün ve caiz değildir; ayrıca her başını
örten kadına da namuslu demek isabetli olmayabilir. Cinsî hayatta namusu, "meşrû
olmayan cinsî tatminden kalben ve bedenen uzak kalmak" mânâsında alırsak
bunun, başörtüsü ile "birbirinden ayrılmaz" bir ilişkisi yoktur.
Başını örten ve örtmeyen kadınlar arasında namuslu ve iffetli olanlar
bulunduğu gibi, namus ve iffetten yoksun olanlar da bulunabilir. Ancak
meseleye İslâm ahlâkı ve ahkâmı açısından bakarsak, hüküm bir ölçüde
değişmektedir. İslâm, ileride isbat edileceği üzere, kadın ve erkeğin
vücudunda bazı yerlerin avret olduğunu, bunların yabancılara (nâmahrem
olanlara) gösterilmemesi gerektiğini bildirmiş, insanların gözleri ve elleri
ile de zina yapabileceklerine işaret etmiştir. (Buhârî, İstîzân, 12; Müslim,
Kader, 20)
Gözün zinası kadına ve erkeğe şehvetle, cinsî arzu ile bakmaktır; elin
zinası da cinsî arzu ile dokunmaktır. Toplum içinde kadının ve erkeğin avret
yerlerine şehvetle bakacak insanlar her zaman ve her yerde bulunabileceğine
göre, bunu bilen bir müslümanın avret yerlerini açarak dışarı çıkması,
İslâmî namus ve iffet kavramını zedeleyen bir davranış olmaktadır.
Çocuğunun ileride örtünmesi gerektiğine inanan bir müslümanın, küçük
yaşında onu örtünmeye alıştırması, örtünme eğitimi vermesi de yadırganacak
bir husus değildir. Burada yanlış olan zorlamadır. Henüz örtünme ve ibadet
ile yükümlü olmamış çocukları, ibadet ve örtünmeye zorlamak, eğitim
kaidelerine aykırıdır ve caiz değildir. İleride çocukların, örtünme ve
ibadetten nefret etmelerine sebep olabileceği için bu davranıştan mutlaka
uzak durulmalı, zorlama yerine teşvik ve sevdirme çarelerine
başvurulmalıdır.
c) Hollanda'da anılan okulda yapılan anket sonucu çocukların, cami
hocasını ancak "kılık kıyafetlerine ve sporlarına karışmaması" şartıyla din
derslerine kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Bu sonuca bakarak hemen
başörtüsünü suçlamak, bu gelişmeye başörtüsünün sebep olduğunu îmâ etmek
uygun olmasa gerektir. Burada bir kusur vardır; ancak bu kusur başörtüsü
emrine değil, taraflardan birine aittir; ya cami hocası iyi niyetli olmasına
rağmen ehliyetsizdir, öğretmenlik formasyonu eksiktir, kaş yapayım derken
göz çıkarmıştır, çocukların nefretini kazanmıştır; yahut da çocuklar İslâmî
eğitim açısından uygun olmayan bir çevrede olumsuz yönde
şartlandırılmışlardır, peşin olarak İslâmî hayat onlara itici gelmeye
başlamıştır. Ayrıca çocukların ileri sürdükleri şartlar içinde ilgi
çekenleri, üzerinde durulması gerekenleri var. Hiçbir hoca çocukların
normal, İslâmî âdâb ve ahkâm ile çalışmayan sporlarına karışmaz, kimsenin
meşrû haklarını da engellemez. Fakat Batı'da, bazı ülkelerde ve okullarda
spor dersi içinde yüzme de vardır. Okullardaki veya okul dışında bulunan
spor salonlarındaki yüzme havuzlarına çocuklar ve gençler, kızlı erkekli
mayolar giyerek girmekte, yarı çıplak bir vaziyette yüzmektedirler. Bunu
hangi müslüman caiz görür ki cami imamı, yahut din bilgisi öğretmeni caiz
görsün! Gençlerin mahrum edildiklerini söyledikleri hakları, kızlarla düşük
kalkmak, İslâmın haram kıldığı bazı davranışlarda bulunmaksa, din bilgisi
hocasının bu konuda onları uyarması, bunların günah olduğunu söylemesi hâtâ
mıdır? Hakları engellemek midir? Hür ve demokrat ülkelerde kanunları,
nizamları çiğneyen kimseler uyarılmıyor mu, bu davranışlarında ısrar edenler
engellenmiyor mu? Bir müslümana göre ilâhî emir ve yasalar kanun kuvvetinde
olduğundan, bunlara riâyet etmek, bunları korumaya çalışmak niçin hak
engellemek şeklinde değerlendirilmekte ve kınanmaktadır?
d) Eğer bir çevrede dilenciler başlarıın örtüyorlarsa ve bu sebeple
başlarını örten çocuklara, gençlere dilenci gözü ile bakılıyorsa bunun,
örtünme karşısında bir zorluk, hattâ bir engel oluşturacağı düşünülebilir.
Ancak buna karşı alınacak tedbir, başörtüsünden vazgeçmek değil, başını
inancı gereği örtenleri, dilenmek için örtenlerden ayıran modalar, şekiller,
renkler, kıyafetler bulmaktır. Ben, batıda gördüğüm yerlerde dilenci
kızların başlarını örttüklerine şahit olmadım. Bunun çok yaygın bir âdet
olduğunu sanmıyorum. Bu sebeple "başörtüsü-dilencilik" ilişkisinde bir hile,
bir propaganda seziyorum. Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde, İslâmı içlerine
sindirememiş çevreler, dinini yaşayan müslümana gerici, helal-haram
konusunda titiz davranana mutaassıp ve bağnaz, faiz yemeyene, rüşvet kabul
etmeyene ahmak, kadın-erkek ilişkilerinde İslâmın koyduğu sınırlara riayet
edene hasta... diyorlar. Onlar böyle diyorlar diye müslümanların da
kendilerini öyle sanmaları, yahut aşağılık duygusuna kapılmaları beklenemez;
müslümanlara yakışan davranış ve tavır alış, makul, dengeli ve faydalı
davranışları ile aksini isbat etmek, başkalarını kendilerine imrendirmektir.
e) Avrupa insanının, başörtüsünü dinin vazgeçilmez bir gereği olarak
anlamakta güçlük çekmeleri tabiîdir. Çünkü onların modern gelenekleri,
âdetleri, felsefeleri ve hayat görüşleri içinde "dinî bir emir olarak
"başörtüsünün" yeri yoktur. Eğer Avrupa insanına başörtüsünün dindeki yerini
anlatmak gerekiyorsa işe, bir bütün olarak İslâmı anlatmakla başlamalıdır.
Batı İslâmı, İslâmda kadın-erkek ilişkilerinin sınırlarını, bu sınırların
dayandığı gerçekleri anlayınca başörtüsünün dindeki yerini de anlatmakta,
makul karşılamakta, İslâm bütünü içinde tutarlı bulmaktadır. Meseleye bizim
problemimiz açısından bakıldığında, Avrupa insanının başörtüsü emrini
anlaması gerekmemektedir. Onlara göre önemli olan, bu konuda müslümanların
neye inandığı, nasıl davrandıklarıdır. Laik, hür ve demokrat Avrupalı, bir
insanın belli bir davranışı, inancı gereği yaptığını bilirse, bunu anlarsa
ona saygı duyar, imkân ve hürriyet tanır; bu davranışın kendi inanç ve
kafasına sığıp sığmadığına bakmaz. Eğer meseleye tebliğ açısından bakılıyor
ve başörtüsünün bu bakımdan Avrupalı için itici, caydırıcı olduğu
düşünülüyorsa, bu "itici ve caydırıcı davranışlar" listesine daha birçok
vazgeçilmez dinî davranışı eklemek gerekecektir. Avrupalı muhtemelen domuz,
içki, reşitlerin rızalarıyla yaptıkları zina, faiz, usulüne göre
öldürülmemiş hayvan etini yeme yasaklarının da hikmetini anlamıyacak,
bunların dinin vazgeçilmez talimatı olmasını kafasına sığdıramayacaktır.
Onların müslüman olmalarını sağlamak için bunlardan vazgeçilemeyeceğine
göre, müslümanların yapacağı, dinlerini bir bütün halinde yaşamak, İslâmın
âlemlere rahmet olduğunu davranışları ile isbat etmek, gayr-i müslimlere
sevgi, merhamet, anlayış ve iyilikle yaklaşmak, şahıslarında İslâmın
sevilmesini sağlamaktır. Anlaşılan sayısız kural ve talîmatı ile İslâm
benimsendikçe, anlaşılmaz sanılan kısımlar da anlaşılır olacaktır.
f) Bize göre İslamın örtünme emri ve bu arada başı örtmek, "maslahat-ı
dünya gereği bir irşat emri" değildir, örf, âdet ve fayda-zarar (maslahat)
anlayışı değişti diye değiştirilemez bir dinî emirdir. Başını, kol ve
bacaklarını, boyun ve gerdanını örtmeyen kadınlar müslüman olsalar dahi bu
davranışları ile günah işlemiş olurlar, şüphesiz günah ve kusur sahibi
müslümanlar da Allah'ın kullarıdır; Allah dilerse onların günahlarını
bağışlar, dilerse cezalandırır. İslâm âliminin vazifesi insanları cennet
veya cehenneme göndermek değildir; onun görevi İslâm gerçeklerini insanlara
ulaştırmak, anlatmak, yani tebliğ etmektir. Biz de karınca kararınca bunu
yapmaya çalışacağız.
|