PEYGAMBERE BAĞLILIK
Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı
kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de
bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz.
Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını telâfi
edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu. Bu esnada sevinmesi
gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip, sorgusuz sualsiz bağlanan)
lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil
üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu.
Sordular:
- Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek
bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi:
- Allah'ın Resulünün en büyük
arzusu amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü
gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın yerinde şehadet
getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm
hoşnud olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün
gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.
O NE YAPARSA DOĞRUDUR
Peygamberimiz (s.a.v) azadlı kölesi
Zeyd bin Hârise'yi çok severdi. Oğlu Üsame'yi de. Babayı da oğulu da
gerektiğinde kollardı.
Hz. Ömer bir gün ganimet malı
dağıtıyordu. Oğlu Abdullah'a üç verirse Üsame'ye dört veriyordu.
Abdullah bunun sebebini öğrenmek istedi:
- Ben Üsame'nin katılıp da benim
katılmadığım tek gaza (savaş, cihad) hatırlamıyorum. Neye dayanarak ona
benden fazla veriyorsun?
Hz. Ömer şöyle açıklamada bulundu:
- Hz. Peygamber onun babasını senin
babandan, Üsame'yi de senden çok sever ve kollardı. O'nun her işinde
muhakkak bir hikmet vardır. Ben O'nun sevdiğini kendi sevdiğime tercih
ederim.
BAL
ŞERBETİ
Bir Ramazan'da Medineli bir
müslüman Halife Hz. Ömer'i iftar yemeğine davet etti. Yemek sırasında
yalnız Hz. Ömer'e bir kab içinde bir içecek
sunuldu. Hz. Ömer sordu: "Bu
nedir?" Ev sahibi cevab verdi: "Bal şerbetidir efendim, sizin için
ayırmıştık da..." Hz. Ömer onu içmeyi reddederek şöyle dedi: "Benim
yönetimini üstlendiğim halkın çoğu içmek için henüz kuyu suyunu bile
bulamazken ben burada bal şerbeti içemem."
EN
BÜYÜK CÖMERT
Önemli bir sefer hazırlığı
yapılıyordu. Peygamberimiz herkesten yapabileceği yardımı en üst sınırda
yapmasını istedi. Hz. Ömer bu isteğe uyarak büyük miktarda bir yardımla
Hz. Peygamberin huzuruna çıktı. Hz. Peygamber sordu:
- Ya Ömer, malının ne kadarını
yardım olarak getirdin?
Hz. ömer cevap verdi:
- Tam yarısını getirdim ya
Resulallah, size getirdiğim kadar da geride var.
Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. O
da büyük bir yardımda bulundu. Hz. Peygamber ona da sordu:
- Malının ne kadarını getirdin?
Cevap verdi:
- Tamamını getirdim ya Resulallah,
evimde Allah ve Resulünün sevgisinden başka bir şey bırakmadım.
Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle
buyurdu: - Allah yolunda fedakarlıkta Ebû Bekir'i kimse geçemeyecek.
BİR
MUSİBET...
Kumandanlarından biri bir zafer
dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa boylu, tıknaz
biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye sordu. Kumandan anlattı:
"Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile
tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel
hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim."
Aradan zaman geçti, aynı kumandan
halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak Halife
sordu:
- Hani sağ kolun nerede?
- Sormayın ya Ömer, ihanet etti,
düşman tarafına geçti.
Hz. Ömer bu defa konuştu:
- Allah'tan başka hiç kimseye
dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet
bin nasihattan yeğdir diye düşündüm.
ADAMIN
ÖNEMİ
Halife Hz. Ömer bir mecliste
hazır bulunanlara sordu:
- Eğer dileğiniz hemen kabul
ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, "Benim falan vadi dolusu
altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim
diye" dedi. Bir başkası, "Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve
mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım
diye" dedi. Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini
beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu:
- Ya Ömer peki sen ne dilerdin?
Cevap verdi:
- Ben
de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde
gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet
edeyim diye.
GURURA KARŞI İLAÇ
Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını
(su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık
sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu
Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:
- Baba sen ne yapıyorsun, koskoca
halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?
- Oğlum, bunu taşıtacak adam
bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim.
Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu
küçültmek için bu yola başvurdum.
HZ. ALİ'NİN BÜYÜKLÜĞÜ
Birgün ashab Peygamberimiz
(s.a.v)'den Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda
mecliste bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada
bulananlara sordu:
- Birisine iyilik etseniz, o da
size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:
- Yine iyilik ederiz.
- Yine kötülük yapsa?
- Biz yine iyilik ederiz?
- Yine kötülük yapsa?
Ashab cevab vermedi, başlarını öne
eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik
yapmaya devam etmeyiz, demekti.
Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi.
Rasulullah Hz. Ali'ye sordu:
- Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana
kötülük etse ne yapardın?
- Yine iyilik ederdim.
- Yine kötülük yapsa?
- Yine iyilik yapardım.
Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa
tekrarladı. Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap
verdi. Ashab,
- Ya Rasulallah, Ali'yi çok
sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.
HZ. ALİ'NİN RÜYA YORUMU
Ashabtan (Peygamberimizin
arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük
inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay
kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın
hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir
rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı
yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin
"İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir
açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz.
Ali'ye müracaat etti. Rüyasını tane tane anlattı ve
ne anlama geldiğini yormasını rica
etti. Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze
başladı ve şöyle devam etti. "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması,
yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve
memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini
arzetmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan
yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan
ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim
adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde
ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade
eder."
GERÇEK
NEDEN
Hz. Ali'nin halifeliği sırasında,
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan fitne, fesad daha da arttı. Bu
durumdan üzülen, şikayetçi olan bir mümin Hz. Ali'ye gelip sordu:
- Ya Ali neden Hz. Ebû Bekir ve
Ömer zamanında meydana gelmeyen bu olaylar senin zamanında meydana
geliyor, müminler birbirine düşüyor?
Hz. Ali cevap verdi:
- Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında
biz vardık, ama bizim zamanımızda onlar yok.
TİTİZLİĞİN BÖYLESİ
İslâm dünyasında Kur'an'dan sonra
en güvenilir kaynak Sahih-i Buhari adındaki hadis kitabıdır.
İsmail el-Buha-ri'nin Hz. Peygamberin hadislerini toplamaya kendini
vakfettiği, yeni bir hadis duymak ve almak için dere tepe dolaştığı,
günlerce, haftalarca yol katettiği sıralardaydı. Kendisine birçok sahabi
ile görüştüğü bilinen birinden söz edildi. Çok zaman yaptığı gibi uzun
bir yol katederek bahsedilen adamı buldu. Fakat adamı bulduğu sırada
kazığından boşanmış olan devesini boş torba ile aldatarak yakalamaya
çalıştığına şahit oldu. Bu halde hiçbirşey sormadan geri döndü. Niçin
boş döndüğünü, birkaç hadis not etmediğini soranlara şöyle cevap verdi:
- Ben devesini aldatarak yakalamaya
çalışan adamın rivayet edeceği hadise güvenmem.
MAL SEVGİSİ KALBİ KAPLAMAMALI
Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi
mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl)
ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu
malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders
verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders
verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi:
- Ya imam, gemin battı!... (İmamın
ticari mal taşıyan gemileri mevcut)
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten
sonra
- Elhamdülillah dedi.
- Bir müddet sonra aynı adam
yeniden gelip haber verdi:
- Ya imam, bir yanlışlık oldu batan
gemi senin değilmiş.
İmam bu yeni habere de:
- Elhamdülillah, diyerek mukabele
etti. Haber getiren kişi hayrete düştü:
- Ya imam, gemin battı diye haber
getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını
söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme böyle?
İmam-ı Azam izah etti:
- Sen gemin battı diye haber
getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok
olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu
nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini
getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı
kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı
için de Allah'a şükrettim.
İMAM-I ÂZAM VE KADILIK
Zamanında İmam-ı Azam ile herhangi
bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir. Hem derya gibi
ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı sayesinde hepsinden
kendisi galip çıkıyordu.
Abbasi Halifesi Me'mun İmam-ı
Azam'ı Kufe'ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı ve bu niyetini
açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına alet olmamak için bu
teklifi kabul etmedi.
- Ben kadılık yapamam, dedi.
Halife de herkes de kabul ederdi ki
ondan iyi kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı:
- Yalan söylüyorsun, sen kadılık
yaparsın!
İmam-ı Azam akan suları durduracak
şu cevabı verdi:
- Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan
söylediğim için kadılık yapamam, çünkü yalancıdan kadı olmaz. Eğer
"yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam, sözümün gereği olarak kadılık
yapamam. O halde her iki halde de kadılık yapamam,
KÂFİR Mİ MÜMİN Mİ?
İmam-ı Azam'ın da bulunduğu bir
mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti istemez,
cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz namaz kılar,
görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir
midir, mümin mi?" Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar
kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler.
İmam-ı Azam susuyordu: "Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam,
"Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi.
itiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi,
cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı: "Gerçek
(bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah'ı) ister, cehennemden
korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine
şahitlik eder, çünkü Allah'ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz
kıldığı namaz
cenaze namazıdır, fitneyi sever,
çünkü fitneden maksat mal ve evladdır, (Kur'an'da mal ve evladın
müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez,
çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."
SEN BİR KIZINI VERMEZSİN DE...
Kufe'de bir adam üçüncü Halife Hz.
Osman için "Yahudiymiş" diye tutturmuştu. Herkes bunun asılsız olduğunu,
imkansız olduğunu söylüyor ama adam bir türlü ikna olmuyordu. Bu konu
İmam-ı Azam'a da duyuruldu. "Adamı bu saçma inancından kimse
caydıramadı, sununla bir de siz görüşseniz" dendi. "Hay hay" dedi İmam-ı
Azam, bir akşam bu kıza dünürlüğe diye adamın evine gitti. Dereden
tepeden konuştuktan sonra sözü esasa getirdi:
- Biz Allah'ın emri, Peygamberin
kavliyle kızına dünür geldik.
- Kime istiyorsunuz kızımı,
öğrenebilir miyim?
- Kızını istediğimiz kimse son
derece ahlâklı, dürüst çok zengin ve alabildiğine cömert, Kur'an'ı
ezbere biliyor ve sürekli okuyor... (Bunların hepsi Hz. Osman'ın
nitelikleri)
Adam sözünü kesti:
- Yeter, bunlardan bir tanesi bile
kızımı vermek için yeterli meziyettir.
- Ama bu damat adayının bir kusuru
var, kendisi Yahudi.
-Adam parladı:
- Nasıl olur, benim kızımı bir
Yahudiye istersiniz?
İmam-ı Azam için artık taşı
gediğine koymanın zamanı gelmişti:
- Sen bir kızını yahudiye vermezsin
de Hz. Peygamber iki kızını birden bir Yahudiye nasıl verir? deyince
adamın artık bir inat ve itiraza mecali kalmadı, bilinen gerçeği kabul
etti.
(Hz. Osman peygamberimizin
damadıydı, önce bir kızıyla evlenmiş, o ölünce diğer bir kızıyla
evlenmişti. Bunun için Hz. Osman'a "Zi'nNureyn'' (İki nur sahibi)
denmiştir.)
ATEŞ DÜNYADAN GİDİYOR
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun
Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl)
dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has
tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama
bunu maksatlı yapardı. Behlül daima Harun Rediş'in yakınında bulunur,
çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül, üstü başı
toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile
Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:
- Be ne hal Behlül, nereden
geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey
hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya
gittim.
- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim.
Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş
bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.
BEHLÜL
DİVÂNE
Birgün adamın biri Behlül'e akıl
danıştı:
- Ey Behlül Dana, ben zengin olmak
istiyorum, bana ne tavsiye edersin?
Behlül bir an düşünüp cevap verdi:
- Demir al, demir sat.
Demir ticareti eski çağlardan beri
kârlı bir iş olarak biliniyordu. Çünkü demir hiç fire vermeyen, daima
üstüne koyan bir maddeydi. Adam Behlül'ün tavsiyesine uyup demir
ticaretine başladı ve gerçekten kısa zamanda dilediği gibi zengin biri
oldu. Zengin olduktan sonra Behlül için "Bu ne budala adam, verdiği
akılla herkes köşeyi dönüyor,
kendisi fakirlikten kırılıyor" diye
düşündü. Bir zaman sonra Behlül'ün karşısına çıktı, yeni bir akıl
danıştı:
- Ey Behlül Divâne (Dana yerine
aptal yerine koyarak divane diyor) ben demir alıp satmaktan yeterince
zengin oldum. Biraz da başka bir iş yapayım. Bu sefer ne tavsiye
edersin?
Behlül adamın içini dışını
bildiğinden onu kötü niyetine kurban edecek bir tavsiyede bulundu: -
Soğan al, soğan sat.
Soğan ticaretinin de riskli
işlerden biri olduğu bilinir. Soğan devamlı fire veren bir nesnedir.
Adam soğan ticaretine başlayınca kısa zamanda iflas bayrağını çekti ve
kötü kalbliliğinin cezasını pahalı bir biçimde ödedi.
ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI
Behlül Dana birgün Harun Reşid'den
bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini)
verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç
ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya
sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla
ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu
bir şey yoktu. Behlül birşey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti.
Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından
fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de
sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere
uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi.
Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?"
dedi.
Behlül açıkladı:
- Efendimiz çarşı pazarın ağası
varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre
herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.
SARAYDA
İFTAR
Harun Reşid bir
Ramazan günü Behlül'e tembih etti:
- Akşam namazında camiye git,
namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan
sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:
- Behlül bunlar kim? Ben sana
namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o
kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..
- Efendimiz, siz bana camiye
gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra
bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken
hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler
bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.
SENİN İŞİN DAHA ZOR
Behlül Dânâ'nın menkıbelerinden
kitaplar meydana getirilmiştir. Bunların hepsi insanları iyiliğe,
doğruluğa, Allah rızasını kazanmaya özendirici bir nitelik taşır. Türk
halkı arasında da bunlardan bir bölümü bilinmekte ve anlatılmaktadır.
Bir hac ibadeti sırasında Harun
Reşid ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu
arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dana
halifeyi uyarmak için yeni bir fırsat yakalamıştı. Dedi ki:
- Ey müslümanların halifesi, bütün
bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefislerinin günahlarının hesabını
verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen
kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını
vereceksin.
GERÇEK ZENGİNLİK
Başlangıçta Türkistan taraflarında
bir bölgenin hükümdarı yani dünya sultanı iken vâkî olan bazı ikazlarla
hükümdarlığını bırakıp maneviyat sultanı olmaya azmeden, bunu da
gerçekten başaran İbrahim Edhem (VIII. y.yıl) dünya malına karşı o kadar
tenezzülsüzdü ki kimseden bir şey istemez ve beklemezdi. Nefsini yokluğa
ve mahrumiyete o derece alıştırmıştı ki bir benzerine
rastlanamazdı. Birgün büyük
velilerden çağdaşı ve hemşehrisi Şakik Belhi ile karşılaştı ve ona
sordu:
- Ey Şakik nasıl geçiniyorsun?
Şakik Belhi cevap verdi:
- Bulunca yiyoruz, bulmayınca
sabrediyoruz. İbrahim Edhem:
- Horasan'ın köpekleri de aynı şeyi
yapıyorlar, bulunca yiyorlar, bulmayınca sabrediyorlar, diye karşılık
verdi.
Belhi sordu:
- Peki siz ne yapıyorsunuz?
- Biz bulunca dağıtıyoruz,
bulmayınca sabrediyoruz.
Bizim İbrahim Edhem Hazretleri
hakkında söylemek istediğimiz bu değil. İbrahim Edhem'in, amaç edindiği
ve ulaşmayı başardığı yokluk ve mahrumiyeti o derece aşikar, o derece
göze batıcı idi ki görenlerde kendisine yardım hissi uyandırıyordu.
Varlıklı bir kişi İbrahim Edhem'e
yardım etmek istedi. İbrahim Edhem:
- Yardımını gerçekten zenginsen
kabul ederim, dedi.
Adam gerçekten zengin olduğunu, bir
şeye ihtiyacı bulunmadığını söyledi. Büyük veli sordu:
- Ne kadar paran var?
- Üç bin altınım var.
- Dört bin olmasını istemez misin?
- Elbette isterim.
- Beşbin olmasını?
- İsterim.
- On bin altının olsa çok
sevinirsin değil mi?
- Şüphesiz çok memnun olurum.
- Zengin olduğunu söylüyorsun ama,
sen gerçekte züğürdün birisin. Sen, on bin değil yüz bin altının olsa
yine kanaat etmez fazlasını istersin. Kanaati olmayan insan zengin
sayılmaz. Gerçekten zengin olsaydın yardımını kabul edecektim.
TEVEKKÜL BÖYLE Mİ OLUR?
Büyük velilerden Şakik Belhi
(VIII. yyıl) bir kıtlık senesinde, herkesin kara kara düşündüğü bir
ortamda, zengin bir adamın kölesinin şakır şakır oynadığına şahit oldu.
Yanına yaklaştı ve sordu:
- Herkes kıtlıkla, açlıkla karşı
karşıya olmaktan inler dururken sen neye güvenerek böyle
oynayabiliyorsun? Köle cevap verdi:
- Herkesten bana ne? Benim için bir
tehlike söz konusu değil. Benim efendimin 7-8 tane köyü var, her
ihtiyacımız o köylerden sağlanıyor.
Bu açıklama Şakik'i adeta bir şamar
gibi sarstı. Çünkü kendisi de kıtlıktan dolayı endişe içindeydi. Ama
köle onu uyandırdı ve kendi kendine şöyle dedi:
- Hey Şakik kendine gel! Şu köle
nihayet bir insan olan efendisine bunca güveniyor, kendini emniyet
içinde hissediyor. Sen ki bütün canlıların rızkını garanti eden Allah'a
inanıyor, tevekkül ediyorsun, Bu nice tevekküldür ki rızık endişesi
içindesin?
HEDİYE
En büyük velilerden biri olduğunda
şüphe bulunmayan Bayezid-ı Bestâmi'yi ölümünden sonra bir dostu
rüyasında gördü ve kendisine sordu:
- İlahi huzurda seni nasıl
karşıladılar? Bayezid-i Bestami cevap verdi:
- Bana, "ne getirdin?" diye
sordular. Ben de dedim ki "Bir dilenci bir padişahın huzuruna çıkınca
ona ne getirdin diye sormazlar, dile bizden ne dilersen" derler.
Sözüme Rabbimin cevabı erişti:
"Doğru söylüyor, doğru söylüyor."
GÜVENE LÂYIK OLMAK
Tasavvuf tarihinin önemli
simalarından Zünnun Mısri (IX. y.yıl) kendisine bir yıl mürid
olup hizmet ettikten sonra İsm-i Azam'ı (Allah'ın bütün vasıflarını
ifade eden en yüce adı) öğrenmek isteyen Yusuf bin Hüseyin'in arzusunu
yerine getirmedi. Bu isteğe gülüp geçti. Aradan tam altı ay daha geçti.
Yusuf bin Hüseyin sabırla hizmete devam etti. Bir fırsatını bulup
isteğini yine tekrarladı. Zünnun Mısri bu defa Yusuf bin Hüseyin'e ağzı
bir bezle bağlanmış bir testi vererek, "Bunun içindeki hediyeyi falan
yerdeki filan zata götür" dedi. Dikkatle götürmesini, içindekine bir
zarar
gelmemesini de ayrıca
hatırlattı. Yusuf, hediyeyi aldı ve yola koyuldu. Yolda kendi kendine
söyleniyordu: "Bir buçuk yıldır hizmetindeyim, benim bir dileğimi yerine
getirmeyen şeyhim, hizmetinde bulunduğum bir buçuk yıldır bir defa
ziyaretine bile gelmemiş olan bir dostunu hediye ile taltif ediyor..."
Yolculuğu sırasında bir yerde
dinlenirken, içini, özenle götürülmesi istenen bu hediye nedir diye
şiddetli bir merak sardı. Merakına mağlup olarak testinin ağzandıki bezi
çözdü ve açtı. Açmasıyla birlikte bir fare fırt diye atladı ve
çalılıkların, arasında kayboldu. Yusuf bin Hüseyin çok üzüldü, pişman
oldu. Emanete hiyanet etmişti. Artık götürülecek hediye kalmadığına göre
yoluna devam etmesi gereksizdi. Çaresiz üzüntülü ve mahcup bir halde
geri döndü. Olacağı kalbine malum olan Zünnun Mısri "Sıradan bir
hediyenin bile güvenilemeyeceği bir kimseye İsm-i Azam nasıl emanet
edilir?" diyerek her isteyene her şeyin emanet edilemeyeceğini anlatmak
istedi.
YUNUS
HÜRMETİNE
"Anadolunun iç aydınlığı" bütün
Anadolu'nun sevgilisi insan sevgisinin, hoşgörünün sınırlarını,
Yaradılmışı hoşgör
Yaradandarr ötürü
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil.
gibi söyleyişlerle kimseye nasip
olmayacak ölçüde genişleten Yunus Emre (1240-1320) Tapduk
Emre'nin dergahında uzun süre zevk ve hevesle odun taşımış, ayak işleri
yapmıştı. Ama Tapduk bir türlü arzuladığı gibi Yunus'u ele almıyor, eren
lerin gönül deryasından bir katre sunmuyordu. Yunus bu konuda bir
dilekte bulunsa "Sen hâlâ dünya kokuyorsun" deyip savuşturuyordu. Yunus
"Herhalde benim nasibim burada değil, bir başka şeyhin kapısında"
diyerek Tapduk'a dahi haber
vermeden dergahı terketti. Ama
dergahtan uzaklaştıkça içini bir hüzün kapladı. Tapduk Emre'nin
kapısında en basit işleri yaparken bile gönlünde bir aydınlık, bir
ferahlık, bir yumuşaklık vardı. Dergahtan ayrılalı gönlü kararmış,
katılaşmıştı, uzaklaştıkça içini Tapduk'a ve dergaha karşı bir hasret
kaplıyordu. Bu yolculuk sürerken bir akşam vakti yedi kişilik bir başka
yolcu grubuna rastladı. İçini kaplayan hüzün ve hasrette belki bir
hafifleme olur diye kendi de onlara katıldı. Yol arkadaşları ermiş
kılıklı, yaşlıca insanlardı. Güven veren halleri vardı. Birlikte
sürdürülen bu yolculuk sırasında bir an geldi ki hiçbirinin çıkınında
(azık çantası) birşey kalmadı. Biryerde mola verdiler, açlık canlarına
tak etmişti. Bu yedi arkadaştan bi ri ellerini kaldırıp Yaradan'a
niyazda bulundu. Bu dua ve yakarmanın akabinde önlerinde türlü
yiyeceklerle donanmış bir sofra peydah oldu. Yediler içtiler Rablerine
şükrettiler. Bundan sonra bu yedi yolcudan herbiri yolda acıktıkça dua
etti ve yemekleri ilahi bir lütuf olarak ikram edildi. Sonunda dua
sırası Yunus'a gelmişti.
Yunus soğuk terler döküyordu. İşin
içinde mahcup olmak vardı. Yol arkadaşlarının her biri Allah katında
makbul kişilerdi ki duaları kabul görüyordu. Kendinin böyle bir imtiyazı
yoktu. Ama duayı yapacaktı, çaresi yoktu. Bütün varlığı ve içtenliğiyle
Allahla yalvardı: "Ya Rabbi, şu yol ar kadaşlarım sana kimin yüzü
suyu hürmetine yalvarıyorlarsa ben de onun yüzü suyu hürmetine
yalvarıyorum, beni mahcup etme..." Bu duanın arkasından öncekilerin
iki katı yiyecek içecek lütfedildi. Şaşkınlık sırası yedi yolcudaydı.
Sordular:
- Ey arkadaş, sen kimin hürmetine
dua ettin? Yunus,
- Önce siz söyleyin dedi.
Açıkladılar:
- Biz Tapduk Emre'nin dergahında
Yunus adında çok makbul ve muteber bir derviş varmış onun hürmetine
Allah'a yakarmıştık.
Yunus esas şimdi mahcup olmuştu.
Yunus'un kendisi olduğunu açıklamaya utandı. Tapduk Emre'ye karşı da
kalbini bozmuştu. Halbuki Tapduk ona Allah yolunda epeyi dereceler
kazandırmıştı. Büyük bir pişmanlık içinde, bedeninden sıyrılmış bir ruh
gibi akarak Tapduk dergahına döndü ve şeyhine bu defa kendini kayıtsız
şartsız teslim etti.
GÖREV
ŞUURU
Osmanlıların ilk Şeyhülislamı
Molla Fenari
(1350-1431) Şeyhülislam
olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan
bir at satın aldı. Fakat alış-verişin hemen arkasından atın hasta
olduğunu farketti. Geri ver
mesi gerekiyordu, ama
satın aldığı adamı zorluk çıkartır, atın hastalığını kabul etmez diye
önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye
gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamadı. İşini ertesi güne
bıraktı. Fakat at o gece öldü. Adam ertesi gün olanları kadıya anlattı,
mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenari "Senin
zararını ben ödeyeceğim" dedi. Adam hayretle kadıya baktı, "Niçin siz
ödeyeceksiniz, konuyla hiçbir ilginiz ve suçunuz yok ki..." dedi. Molla
Fenari, "Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen
dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı
geri verdirir, paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş
olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda
bulunmamam sebep olduğu için zararını ben ödeyeceğim" dedi ve ödedi.
ARADAKİ
FARK
Anadolu'nun yetiştirdiği en büyük
velilerden biri olan Hacı Bayram (XV. y.yıl) Anadolu kökenli
başka birçok bilgin ve erenin de üstadıdır. Bunlardan biri de Fatih'in
hocalarından Akşemseddin idi. Akşemseddin Hacı Bayram'a bağlanışından
kısa bir zaman sonra zekası, anlayışı, kavrayışı, en önemlisi de şeyhine
tam teslimiyeti sayesinde icazet (diploma) aldı ve irşadla
görevlendirildi. Akşemseddin'in bu başarısı Hacı Bayram'ın diğer
müridleri arasında kıskançlığa sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram'a
sordu:
- Efendi Hazretleri, kırk yıldır
talebeniz olanlar
henüz halifeliğe (sizi temsile)
layık görülmezken Akşemseddin'in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının
sebebi ne ola?
Hacı Bayram, gerek maddi gerekse
manevi hayatta yükselmenin veya yerinde saymanın sebebini açıklarcasına
cevap verdi:
- Bu köse (Akşemseddin) bizde ne
gördü ve işittiyse hemen inandı ve teslim oldu. Sebep ve hikmetini sonra
kendi kendine bulup öğrendi. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise
bizde gördüklerinin ve duyduklarının önce sebep ye hikmetini öğrenip
sonra inandı ve teslim oldu. İşte aradaki fark budur.
İKİ ER KİŞİ İLE BİR HATUN KİŞİ
Hacı Bayram Veli, Sultan II.
Murad'ın saygı duyduğu manevi önderlerdendi. Hükümdarın Hacı Bayram'a
saygısı o derece büyüktü ki ona mürid olanlardan vergi almıyordu. Ama
gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia
ediyordu. Ankara'da kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın
müridiyim" deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara
yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, "Gerçek
müritlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes
vergiden mual tutulmak üzere kabulümdür"dedi.
Hacı Bayram devletine saygılı bir
maneviyet büyüğü olarak kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından
zaten şikayetçi idi. Mektubu fırsat bilerek müridlik iddiasındaki
herkese haber saldı: "Falan gün falan yerde toplanınız" diye. O gün
hemen bütün Ankara halkı şeyhlerinin davetine uyarak bildirilen yere
akın ettiler. Hacı Bayraı ı bir tepeciğe kurdurduğu siyah kıl bir
çadırdan çıkarak kalabalığa sordu: "Beni seviyor musunuz?'
Kalabalık hep bir ağızdan karşılık verdi: "Elbette seviyoruz." "Bana
yürekten bağlı mısınız? İstesem benim için canınızı verirmisiniz?"
Kalabalık cevab verdi: "Canımız senin yoluna feda olsun..." Hacı
Bayram bunun üzerine "Bugün bana inananları şu çadırın içinde bir bir
kurban edip
canlarını cennete göndereceğim.
Şimdi bir kişi çıksın"
dedi. Kalabalıktan bir kişi çıktı. Hacı Bayram onu çadıra aldı. Çadırda
önceden hazırlattığı koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan
dışarıya akıttırdı. Dışardakiler adamın gerçekten kurban edildiğini
sanarak ürperdiler. Hacı Bayram dışarı çıktı, "Bir kişi daha
gelsin"dedi. Bir adam daha çıktı. Onu da çadıra alıp aynı işlemi
yaptı. Sonra dışarı çıktı ve bir kişi daha istedi. İşin şakayla gelir
yanı yoktu. Giden gidiyordu. Bu defa bir şaşkınlık ve duraksama görüldü.
Yine de bir hanım ileri çıktı. Hacı Bayram onu da çadıra aldı. Aynı olay
tekrarlandı. Dördüncü defa Hacı Bayram kurbanlık isteyince tek kişi
çıkmadı. Hacı Bayram artık hükümdara cevap verecek durumdaydı:
- Sultanım, vergiden affedilmek
üzere gerçek müridlerimi sormuştunuz. Benim gerçek müritlerim iki er
kişi ile bir hatun kişiden ibaret üç kişidir.
Ünlü hükümdar Timur'dan sonra
yerine geçen oğullarından Şahruh
(XV.
y.yıl) babasının tersine
bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle
oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden
biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah
Efendi'nin dilinden düşürmediği
bir söz vardı: "Allah haramdan
kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez,
nasip etmez, demek istiyordu.)
Bu sözü sık sık tekrar eder,
bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da
bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el
uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle
Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta
hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular.
Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi
Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı
korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve
adamları da bıyık altından
gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:
- Allah haramdan kaçanı her zaman
ve her durumda korur mu?
- Evet korur, haramdan kaçana Allah
haram nasip etmez.
- Ama hocam seni korumadı, sende
bizimle birlikte haram yedin.
- Hayır, ben haram yemedim haramı
siz yediniz.
- Boşuna iddia etme hocam, sofrada
yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...
- Olabilir, size haramdı, ama bana
helaldi. Hükümdar lahavle çekti:
- Nasıl olur hocam, çalınmış bir
kuzu bize haram, sana helal?
Nimetullah Efendi sözünü bağladı:
- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun
sahibini bulun sorun...
Gerçekten hükümdarın adamları
çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi.
Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını
ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve
kendilerine beddua etti.
- Ben o kuzuyu parası için değil,
bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram
etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.
GERÇEK TEDBİR BUDUR
İstanbul'un Vefa semtine adı
verilen Şeyh Vefa, Fatih devrinin büyük alimlerinden ve evliyasındandı.
Akşemseddin, Molla Gürani gibi devrin manevi önderlerinden biriydi. Bu
büyük zatın oyun yaşlarındaki bir oğlu kötü bir alışkanlık edinmişti.
Ucuna çivi çakılmış bir sopa ile o devirde evlere içme suyu taşıyan
sakaların kırbalarını deliyordu. Evcil hayvan derisinden yapılmış su
tulumu demek olan kırba, sivri bir madde ile dokunuldu mu kolayca
delinecek bir nesneydi. Şeyh Vefa'nın oğlu da bunu yapıyordu. Sakalar,
"Bir din ulusunun oğludur, çok sürmez geçer" diye bir müddet
dayandılarsa da baktılar vazgeçeceği falan yok, Şeyh Vefa'ya şikayet
ettiler. Vefa Hazretleri olanları duyunca hayretler içinde kaldı. Nasıl
olur da bunca dikkat ve özenle yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan
bir çocuk böyle bir şey yapardı? Şeyh Vefa sakalara, "Tamam" dedi. Konu
anlaşıldı, gereken yapılacak, sizin de zararınız
ödenecektir. Önce kendinden işe
başladı. "Acaba ben bu çocuğa yanlışlıkla da olsa haram yedirdim mi?"
diye düşündü. Bir şey bulamadı. Hanımına sordu; "Sen bu çocuğa
hamileyken veya süt verirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün, bana
bildir, yoksa oğlanın sonu kötü" dedi. Hanım
düşündü, taşındı, rüyaya yattı,
nihayet bir olay hatırladı. Oğlana hamileyken oturmağa gittiği bir komşu
evinde, masadaki bir tabakta portakallar varmış. Görünce canı çekmiş ama
istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım bulundukları odadan dışarı çıktıkça
yakasındaki iğneyi portakallara batırıp sularını içmiş. Bunu şeyhe
anlattı. Şeyh Vefa "Aman hatun hiç vakit geçirmeden o komşuya git,
olanı biteni dosdoğru anlat ve
helallik dile" diye tenbihledi. Kendi de sakaları çağırdı, kimin kaç
tane kırbası delinmişse hepsinin parasını ödedi ve haklarını helal
ettirdi. Oğlana olayın başından sonuna kadar bir şey denmedi. Hakkında
böyle şikayet var, bir daha yaparsan asarız, keseriz yollu tehdit
edilmedi. Ama çocuk bir daha çivili sopa ile kırbaları delmedi.
DAHA
SIRA GELMEDİ
Sultan Mahmud Sebüktekin (XI.
y.yılın ilk yarısı) tarihte ilk Müslüman Türk devletlerinden biri olan
Gaznelilerin en büyük ve en dirayetli hükümdarı idi. Tarihte ilk defa
"sultan" adını kullanan Gazneli Mahmud Sebüktekin idi.
İslam'ı yaymak için Hindistan'a 17 sefer düzenlemiş olan Sultan Mahmud
din ve ilim ulularıyla görüşür, hiç erinmeden ziyaretlerine gider,
onların tavsiye ve irşadlarına göre kendini ayarlardı.
Birgün vezirleri, kumandanları ile
birlikte zamanın tanınmış evliyasından Şeyh Ebu'l-Hasen Harakani'nin
ziyaretine gitti. Adamlarından bazıları önce gidip Şeyh'e,
hükümdarın kendisini ziyarete gelmekte olduğunu, karşılaması gerektiğini
haber verdiler. Şeyh Harakani kös dinlemiş gibi hiç aldırmadı. Yerinden
bile kımıldamadı. Hükümdar ve adamları dergahın kapısına kadar geldi.
Baş vezir rica etti: "Ey din ulusu, hiç değilse bu
değerli hükümdarı
odanızın kapısında karşılayın!" Harakani bu kadarını bile yapmadı. Vezir
feryad etti. "Ey mübarek insan sen Allah'ın Kur'an'da "Allah'a,
Peygambere ve içinizden emir sahibi olanlara itaat edin" buyurduğunu hiç
görmedin mi?"
Şeyh Harakani cevap mahiyetindeki
şu açıklamada bulundu:
"Biz o
sözünü ettiğin Allah emrinin
'Allah'a itaat ediniz' kısmına o kadar daldık ki, henüz peygambere bile
sıra gelmedi. Nerde kaldı hükümdara itaat edelim..."
Sultan Mahmud bu açıklama
karşısında, Şeyh'in başından beri takındığı tavra zerre kadar kızmadığı
gibi, kendi de müritleri arasına katıldı. Yanındakilerle beraber büyük
bir saygı göstererek huzurundan ayrıldı.
ALTINI DÜŞMAN BELLE
Sultan Mahmud imanlı, amelli,
bilgin bir hükümdardı ama güzel yüzlü değildi. Bundan müteessir de
olmuyordu. Ne var ki halk güzel yüzlü hükümdarları daha çok severdi.
Endişesi bundan ileri geliyordu.
Devrinin büyük velilerinden birine
sordu:
- Efendi Hazretleri, malumdur ki
halk güzel yüzlü hükümdarları daha çok sever. Halbuki ben bundan
yoksunum. Ama halkımın da beni sevmesini istiyorum, bana ne tavsiye
edersiniz?
Allah dostu şu tavsiyede bulundu:
- Halkın seni sevmesini istiyorsan
altını kendine düşman belle... (Halkın refah ve mutluluğu için onu
gözünü kırpmadan harca).
|