MESNEVİ'DEN ÖYKÜLER..
3
Mevlâna Ve Eserleri Hakkında.
3
Hırsız Ve Ayak İzleri
3
Cimri Adam..
3
İhtiyarlıktan.
3
Mesnevi'den Öyküler
4
Sağır Ziyaretçi
4
Bir İşin Sonu.
4
İşini Bilen Manav.
5
Konuşma, Namazın Bozulur!
5
Zahidin Karısı
5
Uyanık Hırsızın Cezası
5
Fil Neye Benzer?.
5
Kuruntulu Öküz.
6
Gramer Bîlginiyle Kayıkçı
6
Başsız, Kuyruksuz Arslan.
6
Şeytandan Beter
6
Haddini Aşmanın Zararı
7
Anasını Öldüren Kîşî
8
Rızkın Mecburiyeti
8
Diken Eken Adam..
8
Eşkıyaya Dua Eden Vaiz.
9
Bahçedeki Hazîne.
9
Toprak Yiyen Adam..
9
Beden Ve Ruh.
10
Buzlar Eriyince.
10
Derviş Dekuki
10
Helvacı Çocuk.
10
Çileli Zorluğun Mükafatı
11
Şeyh Ve Mürid.
11
Kabe Yolcusu.
12
Cenaze Nereye Gidiyor?.
12
Ressamların Yarışı
12
Kafirin Cevabı
13
Dost Ve Düşman.
13
Suyun Tatlı Sesi
13
Ben Mi, Sen Mi?....
13
Sen Elini Uzat
13
Gerçek Dostun Ölümü.
14
Hz. Yusuf'a Verilen Hediye.
14
Azrail'den Kaçan Genç.
14
Ayakkabıdaki Yılan.
14
Ayna.
15
Konuşan Taşlar
15
Mesciddekî Direk.
15
Ahmaktan Kaçan Hz. İsa.
16
Hz. Ömer Ve Çalgıcı
16
Ateşe Atılan Çocuk.
16
Allah'ın Cevabı
17
Rüya.
17
Kölenin Sözleri
17
Müezzin Ve Papaz.
18
Kendim Bilmez Yoksul
18
Muaviye'nin Üzüntüsü.
19
Saray Mı, Kervansaray Mı?.
19
Nefis Avcısı
19
Ebedî Sultanlık.
20
Hükümdar, Şehzade Ve Büyücü.
21
Emırin Gücü.
21
Süleyman Ve Sivrisinek.
22
Devenin Yularını Çeken Fare.
23
Kuyudaki Arslan.
23
Boyalı Çakal
23
Papağanın Çektiği Dilindendir
24
Ayıdan Dost Olur Mu?.
25
Ağızdan Giren Yılan.
25
Paylaşım..
25
Doğan Kuşu Ve Kazlar
26
Kuşun Öğütleri
26
Kuşun Gölgesini Vuran Avcı
26
Mecnunun Endişesi
26
Sevenin Cevabı
27
Âşığın Mektubu.
27
Leyla'nın Verdiği Cevap.
27
Bugün dünyada en çok okunan eserlerin başını
Mevlâna'mn Mesnevi'si çekiyor. Yaşadığımız şu günlerde Mevlâna yeniden
keşfediliyor âdeta. Televizyon, bilgisayar, internet, sinema, cep telefonu
gibi hayatımızı etkileyen teknolojiye sahip çağımızda, onü-çüncü yüzyılda
yaşayan bir bilginin hikâyelerinin böylesine ilgi görmesi şaşırtıcı
bulunabilir. Amerika ve Avrupa'da Mevlâna sevgisi ve felsefesi zirveye
ulaşmış durumda, ilgi o kadar büyük ki, Mevlâna'mn Mesnevi'si uzun zamandır
en çok okunan eserler listesinin başında.
İnternet sitelerinde veya cep telefonu
mesajlarında Mevlâna'mn hikâyelerinin ve Öğütlerinin böylesine yaygın
olması, dünyanın dört bir yanında Mevlâna etkinlikleri yapılması,
Konya'daki türbesine milyonlarca insanın akın akın ziyaret etmesi, hatta
adına Örgütler-dernekîer kurulması çoğu insanı şaşırtıyor.
Oysa bunun sebebini anlamak çok zor değil.
Günümüzün teknolojisiyle donatılmış insanın
boş kalan yanına hitap ediyor Mevlâna. Maddeye doymuş insanlar, manevi
boşluklarını onun yüzyıllarca önce yazdıklarıyla dolduruyorlar. İnsan
sevgisi, Allah'ı keşfetme, hayatın özünü keşfetme gibi ihtiyaçlarını
karşılıyorlar. Gerçeği bulmak için yola koyuluyorlar.
Onüçüncü yüzyılın başında Türkistan'ın Belh
şehrinde doğan, 17 Aralık 1273 günü Konya'da hayata gözlerini yuman
Mevlâna'mn bütün zamanlara hitap eden eserlerine, günümüzde her zamankinden
daha fazla ihtiyaç olduğu bir gerçektir.
Şöyle diyor Mevlâna:
"Ben senin anlaman, bilmen ve öğrenmen için
hikâyeler söylüyorum. Sen bu hikâyelerden sonuca var, gerçekleri ara.."
'Anlayan, bilen, öğrenen' ve 'gerçekleri
arayan' insanların daha da artması dileğiyle...
Adamın biri evine giren hırsızı görünce
kovalamaya başladı. Bu kovalamaca uzun bir zaman sürdü. Adam kan-ter içinde
hırsızı yakalamak üzereyken, birinin avazı çıktı -ğmca kendisini çağırdığını
duydu.
"Çabuk buraya gel yetiş!" diyordu, "Orada çok
kötü bir durum var. Herhalde ailemin başına bir iş geldi," diye düşünerek
sesin geldiği tarafa koştu. Kendisini çağıran adamın yanma gitti ve:
"Ne var ne oldu? Neden böyle feryad edip
duruyorsun? Durmadan beni çağırıyorsun, kötü bir şey mi oldu?" diye sordu
adama.
Adam heyecanla cevap verdi:
"îşte bak," dedi. "Hırsızın ayak izlerini
buldum. O alçak mahlûk bu tarafa gitmiştir. Zaman kaybetme, koş peşinden
yetiş."
Ev sahibi adama çıkıştı:
"Ey sersem! Sen neler söyleyip duruyorsun, ben
hırsızın kendisim yakalamak üzereydim. Sen beni çağırınca vazgeçtim. Sen
ise tutmuş, bana hırsızın ayak izlerinden bahsediyorsun."
Zengin, zengin olduğu kadar da cimri bir adam
vardı. Cimriliği her tarafta konuşulurdu. Bir gün, bu adam camiye gitti.
Namazdayken aklına "Acaba evde kandili söndürdüm mü?" diye bir kuşku geldi.
Hemen evine koşarak kapıyı çaldı. İçerden ses veren hizmetçiye:
"Sakın kapıyı açma... Sözlerime kulak ver.
Odada kandil yanıyorsa, hemen söndür. Kandilin yağı tükenmesin," diye
emretti.
Hizmetçi:
"Peki, kandili söndüreyim ama, kapıyı neden
açmayayım?." diye sordu.
Cimri:
"Kapının tokmağı aşınmasın," dedi. Hizmetçi:
"Güzel... Kapıyı da açmayayım. Ama sen camiden
eve kadar yürümekle papuçlarının eskiyeceğini düşünmedin mi?"
Cimri adam bunun da cevabını verdi.
"Düşünmez olur muyum hiç... Elbette düşündüm.
Buraya kadar çıplak ayakla geldim. Papuçlanm koltuğumun altında!"
Yaşlı bir adam hastalanmıştı. Konu komşu
toplamp, bir doktor çağırdılar. Doktor, nabzına baktı, ateşini aldı, sıkı
bir muayeneden sonra hastaya:
"Ben bir şey göremiyorum, neniz var?" diye
sordu.
Hasta:
"Ah, doktorcuğum.. Halimi sorma, dimağım
yorgun, aklım durgun..." dedi.
Doktor sözünü kesti:
"Merak edecek birşey yok, ihtiyarlıktan..."
dedi.
Sonra aralarında şu konuşma geçti:
"Gözüm de kararıyor, çoğu zaman göremez
oluyorum..."
"O da bir şey değil, ihtiyarlıktan..."
"Ah doktor, ne yesem bana dokunuyor..." "Mide
zayıflığı da ihtiyarlıktan..."
"Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes
darlığım var, doktor. Bu da mı ihtiyarlık?"
"Evet, bu da ihtiyarlıktan... İnsan
ihtiyarlayınca yüz türlü derdi, şikâyeti olur."
Yaşlı adamın tepesi attı. Bağırmaya başladı:
"Ne biçim doktorsun sen? Başka sözün yok mu?
Doktorlukta yalnız bunu mu öğrendin? Her derdin bir dermanı var, bunu
bilmez misin? Yazıklar olsun senin gibi doktora..."
Doktor, sakin bir tavırla cevap verdi:
"Ey yaşı yetmiş, işi bitmiş adam... Bu
kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan..."
Sağır bir adam, komşuluk görevini yapmış olmak
için hasta komşusunu ziyarete gitti. Giderken de ona soracağı şeyleri ve
tahminen alacağı cevaplara vereceği karşılıkları kafasında tasarladı.
Selâmdan sonra tasarladığı gibi ilk olarak,
"Nasılsın komşu?" diye sordu.
Hasta komşu,
"Ölüyorum" diye cevap verdi.
"Sağır duymaz, uydurur" derler ya, tam da öyle
oldu.
Hasta, "Herhalde iyiyim" demiştir diye
düşünüp,
"Oh, şükür elhamdülillah" karşılığım verdi.
İkinci olarak,
"Neler yiyip içiyorsun?'J^diye sordu.
Hasta ve hasta olduğa kadar da aksi komşu,
"Zehir" diye cevapladı bu soruyu. O ise,
"Herhalde mercimek çorbası, sütlaç..." gibi
şeyler söylemiştir diye düşünerek,
"Afiyetler olsun, inşaallah iyi gelir"
karşılığını verdi. Son olarak da,
"Hangi doktor seni tedavi ediyor?" diye sordu
sağır adam.
Hasta komşusu, daha önce aldığı karşılıkların
da kız-gınlığıyla,
"Azrail!" cevabını verdi. Sağır adam,
"Herhangi bir doktor adı söylemiştir" diye
düşünüp mora! olması maksadıyla,
"Ayağı uğurludur onun, yakında iyileşirsin,
sevin, gönlünü hoş tut!" dedi ve görevini yapmış olmanın rahatlığı içinde
müsaade isteyip ayrıldı.
Adamın biri komşusuna:
"Bulgur tartacağım, bana bir terazi ver," diye
başvurdu.
Komşusu anlamamış gibi davranarak:
"Kusura bakma, evde süpürge yok!" dedi.
Adam:
"Alay etme komşu, ver şu terazini," deyince
komşusu bu kez:
"Kalbur da yok!" cevabını verdi. Adam kızdı:
"Ben senden terazi istiyorum. Sen ise "süpürge
yok, kalbur yok" diye saçma sapan şeyler söylüyorsun. Sağır mısın, nesin?"
Komşu şu karşılığı verdi:
"Sağır değilim, ne istediğini de biliyorum.
Söylediğim sözler saçma değil, gerçeğin ta kendisi.. Sen ihtiyar bir
adamsın, baksana ellerin titriyor. Bulguru tartarken kuşkusuz yere
dökeceksin. Bunlan toplamak için süpürge lâzım olacak. Hadi süpürgeyi
buldun, diyelim. Bu kere elemek gerekecek, benden kalbur isteyeceksin. Ben
işin sonunu önceden gördüğüm için öyle söyledim. îyisi mi sen git.
Terazisi, süpürgesi, kalburu olandan, bunları iste.."
Hırsızın biri bir manavdan turp çaldı. Bunu
gören manav:
"Sen ne yapıyorsun be adam?.." diye bağırdı.
Hırsız kendinden emin bir şekilde karşılık verdi: "Ne bağırıyorsun, bu
Allah'ın takdiridir."
Bunu duyan manav, iki üç tane okkalı yumruk
attı. Adam yere serildi.
"Koy turpları yerine!.." dedi adam. "Bu da
Allah'ın takdiridir."
Yeni müslüman olmuş dört Hintli vaktin girip
girmediği konusunda tereddüt içinde namaza durmuşlardı.
Bu sırada mescidin kapısı açıldı ve müezzin
içeri girdi. Hintlilerden biri namazda olduğunu unutarak:
"Ey müezzin, ezanı okudun mu yoksa daha vakit
var mı?" diye sordu.
ikinci Hintli:
"Sus yahu, namazda iken niçin konuşuyorsun?"
dedi.
Üçüncü Hintli:
"Sen onu kınayacağına kendine bak, senin de
namazın bozuldu" dedi.
Dördüncü Hintli de:
"Çok şükür ki, ben üçünüz gibi kuyuya
düşmedim; konuşup da namazımı bozmadım" dedi.
Böylece farkında olmadan dördünün de namazı
bozulmuş oldu.
Bir zahidin çok korkunç bir karısı ve bir de
huriler kadar güzel bir cariyesi vardı. Kadın kıskançlıktan dolayı sürekli
kocasının peşinde dolaşır, onu cariyesiyle hiç yalnız bırakmazdı.
Bir gün kadın cariyeyi de yanına alarak hamama
gitti. Hamama varınca hamam tasını evde unuttuğunu görerek, cariyeyi eve
yolladı. Kocasının evde olduğunu unutmuştu.
Cariye, efendisinin evde olduğunu bildiği için
âdeta uçarak eve gitti.
Bu sırada hamamdaki kadının aklı başına geldi.
"Ben bu hatayı nasıl yaptım, cariyeyi kendi
ellerimle kocama gönderdim" diye dövünerek, aceleyle giyinip hamamdan
çıktı. Fakat iş işten geçmişti.
Hırsızın biri bir ağacın tepesine çıkmış
meyvelerini düşürmek için ağacı var gücüyle silkeleyip duruyordu.
Bunu gören bahçe sahibi;
"Bre adam benim ağacıma çıkmış ne yapıyorsun,
Allah'tan korkmuyor musun?" dedi.
Ağaçtaki hırsız cevap verdi:
"Allah'ın bahçesinde bir Allah'ın kulu olarak,
Allah'ın kendisine ihsan ettiği meyvelerden yiyorum. Neden bana öyle
bağırıyorsun, yoksa Allah'ın bana verdiği ihsanı mı kıskanıyorsun?" dedi.
Bunun üzerine bahçe sahibi hizmetçisine
seslendi: "Getir o ipi de şu şaşkına cevap vereyim."
Hizmetçi ipi getirince bahçe sahibi hırsızı
ağaca sıkıca bağladı, ondan sonra da bir sopa alarak vurmaya başladı.
Hırsız acıyla feryad ederek, "Ne yapıyorsun be
adam Allah'tan kork, beni öldüreceksin." dedi.
Bahçe sahibi sakın bir şekilde cevap verdi:
"Neden bağırıyorsun! Allah'ın kulu Allah'ın
başka bir kulunu Allah'ın sopasıyla dövüyor."
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil koyup o
güne kadar hiç fil görmeyen insanları çağırarak bir deneme yaptılar.
Fili görmek için gelenler, ortamın karanlık
olması sebebiyle hiçbir şey göremiyordu. Gözlerini kullanamayınca bu sefer
el yordamıyla file dokunarak onun nasıl bir şey olduğunu anlamaya
çalıştılar.
Dışarıya çıktıklarında tek tek hepsine filin
ne olduğu soruldu. Filin hortumuna dokunanlar, "Fil, oluğa benzer bir
şeydir" dediler.
Kulağına dokunanlar, filin yelpazeye
benzediğini; ayağını tutanlar, filin direğe benzediğini; sırtını
elleyenler, tahtaya benzediğini söylediler.
Böylece herkes, filin neresine dokunduysa fili
öyle sandı ve ona göre bir tarif getirdi. Her birinin anlattığı başka başka
olup, hiçbirinin gerçek fille alakası yoktu.
Eğer bir mum yakıp onun ışığında baksaydılar,
hepsi gerçek fili görür, ihtilaflar sona ererdi.
Çayın ve otu bol, yemyeşil bir adada obur bir
öküz vardı. Gün boyu yayılır» tıkabasa doyar, semirip şişmanlardı.
Ama akşam oldu mu bir kenara çekilir, "Yarın
ne yiyeceğim, ya otlar kurur, aç kalırsam" diye kuruntulara kapılır,
üzülüp kederlenirdi. Ve üzüntüsünden sabaha kadar erir, zayıflardı.
Sabah olunca otların kurumadığını görüp
sevinir, yeniden yemyeşil otların içine dalar, yedikçe yer, semirirdi. Ama
akşam olunca yine aynı kuruntular onu zayıflatır, iğne ipliğe döndürürdü.
Bir gün, bir gramer bilgini, iskelede duran
bir kayığa binerek, karşı sahile geçmek istedi. Kıyıda müşteri bekleyen
kayıkçılardan birine seslendi. Kayık iskeleye yanaşınca, bilgin de kayığa
atladı. Kayık yavaş yavaş, deniz üzerinde seyretmekte iken, bilgin kayıkçıya
sordu:
"Sen hiç gramer okudun mu?" "Hayır, ben o
dediğin şeyi bilmem." Bilgin:
"Vah vah, çok üzüldüm. Demek yarı ömrün boşa
gitmiş..." diye, acıyarak kayıkçıya baktı.
Tam bu sırada, bir fırtına koptu. Kayık,
denizin ortasında yalpalar yaparken, kayıkçı bütün gücüyle tehlikeyi
atlatmak için çalışmaktaydı. Fırtına, giderek arttı. Kayık batmak
üzereydi. O zaman kayıkçı, karşısında titreyip duran bilgine sordu:
"Ey, benim bilgin dostum. Şimdi ben sana
soruyorum. Yüzme bilir misin?"
"Hayır!.."
Kayıkçı bu cevap üzerine konuştu:
"Vah, vah, sen Ömrünü boşuna harcamışsın.
Şimdi bütün ömrün gitti. Az sonra kayığın batacak... iyi bil şimdi burada
nahiv (gramer) bilgisi değil, mahiv (yok olma) bilgisi gerek... Eğer bu
bilgiyi biliyorsan, benim gibi korkusuzca denize dal..."
Kol, göğüs, kürek gibi bir organın derisi
üstüne iğne ba-tırıiıyor, sonra bu iğne deliklerinden boya akıtılarak
değişik resimler yapılıyordu ki, buna dövme deniyordu. Eskiden hamamlarda
bu iş için tellak denen özel görevliler vardı.
Kazvinli'nin biri dövme yaptırmak için hamama
gitti ve tellaktan sırt kürek kemiklerinin üstüne bir arslan resmi yapmasını
istedi.
Tellak işe başlayıp iğneyi batırmca
Kazvinli'nin canı yandı.'
"Arslanm neresinden başladın?" diye sordu.
Tellak,
"Başından" diye cevap verdi.
Kazvinli,
"Bırak başı olmasın" dedi.
Tellak, bu sefer iğneyi biraz aşağıda bir yere
batırdı, ama tezcanh Kazvinli yine duyduğu azıcık acıya sabredemeyip:
"Şimdi neresini yapıyorsun arslanın?" diye
sordu.
Tellak,
"Kuyruğunu yapıyorum" deyince Kazvinli,
"Bırak kuyruğu da eksik olsun" dedi.
Tellak, "La havle..." çekti ve iğneyi kürek
kemiklerinin tam ortasına batırdı.
Mıymıntı Kazvinli,
"Şimdi neresini yapıyorsun?" diye sordu
tekrar.
Tellak, "Karnını!" cevabını verdi.
Kazvinli,
"Karnı da olmasın!" deyince tellak kızdı ve
iğneyi fırlatıp,
"Başsız, kannsız, kuyruksuz bir arslanı kim
görmüştür? Allah bile böyle bir arslan yaratmamıştır" diyerek Kazvinli'yi
kovdu.
Bir gün şeytan, üzgün ve ümitsiz bir halde
giderken bir kocakarı onu bu halde gördü ve sordu:
"Ne oldu sana, neden böyle mahzunsun?" Şeytan:
"Şuradaki mabette Barsisa isminde bir adam
var. 40 yıldır ibadet edip duruyor. Ne yaptıysam ona tesir edemedim.
Sonunda ümidimi kestim, mağlup oldum ve gidiyorum" dedi.
Kocakarı, yırtık-pırtık ayakkabılarını
gösterip,
"Bana yeni bir ayakkabı vaad edersen, ben
senin yapamadığını yapar, onu azdırıp yoldan çıkarırım" dedi.
Şeytan, "Peki," dedi.
Kocakarı birisinin süt emen çocuğunu çaldı,
yanına da bir şişe şarapla bıçak aldı ve Barsisa'nın ibadet ettiği mabede
gitti. Bir tarafa gizlendi.
İbadet bitince mabedin hizmetçisi, her zaman
yaptığı gibi ortalığı temizledi ve anahtarı Barsisa'nın yanına bırakıp
gitti.
Gece yarısına doğru Barsisa ibadete devam
ederken kadın gizlendiği yerden fırlayıp anahtarı kaptı ve elinde bıçak
karşısına geçerek Barsisa'ya şöyle dedi:
"Ya şu şişedeki şarabı içersin, ya çocuğu
öldürürsün ya da benimle zina edersin. Kararı sen ver. Bu üç işten birini
yapmazsan, 'Bu adam beni buraya hapsetti, ırzıma geçecek' diye bağırmaya
başlarım."
Barsisa,
"Yapma etme, bunlardan hiçbirini yapamam,
Allah'tan korkarım. Benden başka bir şey iste" diye yalvarıp yakar-dıysa da
kadın, söylediklerinde ısrar etti.
Barsisa çaresiz kalınca, bu üç işten şarap
içmeyi diğerlerine göre daha az günah olarak düşündü ve şarabı içti. Sarhoş
olduğunu gören kadın bütün cazibesini kullanarak onu tahrik etmeye başladı.
Barsisa baştan çıktı ve kadınla ilişkiye girmek istedi.
Kadın,
"Ancak çocuğu öldürürsen kendimi sana teslim
ederim" dedi.
Barsisa, çocuğu öldürdü ve kadına saldırdı.
Kadm bütün bunlardan sonra pencereyi açıp,
"imdat, yetişin, beni bu adamdan kurtarın!"
diye feryat etmeye başladı.
Duyanlar koşup geldi ve kapıyı kırarak içeri
girdiler. Kanlı bıçağı ve kanlar içinde yerde yatan çocuğu, şarap şişesini
ve üstü başı perişan kadını gördüler. Sarhoş Barsi-sa'yı tutup suç
delilleriyle hakime götürdüler. Herşey açık bir şekilde aleyhinde olduğundan
ve inkara mecali olmadığından hâkim, Barsisa'yı idama mahkum etti.
Barsisa asılacağı sırada şeytan ona görünüp,
"Bana imanını verirsen seni kurtarırım!" dedi.
Artık kimin suretinde görünmüşse Barsisa, ona uyup imanından da oldu.
Şeytan istediğini elde edince,
"Ben senden uzağım!" diyerek gitti.
Kocakarıya vaad ettiği ayakkabılarını alan
şeytan, onları epeyce uzun bir sopaya takarak kadına uzattı.
Kadın,
"Niçin elinle vermiyorsun?" diye sorunca,
Şeytan,
"Ne olur ne olmaz, bana da bir iş edersin,
senden korkulur" diyerek hızla oradan uzaklaştı.
Bir gün adamın biri Hz. Musa'ya geldi:
"Ya Musa, ne olur dua ette ben hayvanların
dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkararak daha iyi bir insan
olayım," dedi.
Hz. Musa:
"Kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye
çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır," dedi.
Fakat adam dinlemedi, ısrar etti:
"Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan
köpekle horozun dilini anlayayım,"dedi.
Hz. Musa her ne kadar bundan vazgeçmesi için
çalıştıysa da adam istediğinde ısrarlıydı. Bunun üzerine Hz. Musa ona dua
etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken
bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak ekmeği kaptı. Köpek buna çok
kızdı.
"Bre horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğdayda
yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense
ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı alıyorsun?" dedi.
Horoz cevap verdi:
"Haklısın fakat hiç üzülme yann bizim
efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın," dedi.
Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek
sattı.
Ertesi sabah da, "Bakalım köpekle horoz ne
konuşacaklar?.." diye onların yanına geldi.
Köpek horoza sitem ediyor:
"Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de
karnımızı doyuracaktık," diyordu. Horoz:
"Eşek Ölmeye öldü lakin başka yerde çünkü
sahibimiz onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha
büyük ziyafete konacaksın," dedi.
"Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı
gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü.
"Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu
böylece zarardan kurtuldum," diye düşünüyordu.
Ertesi sabah yine "Acaba ne konuşacaklar?.."
diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem edip duruyordu:
"Yahu horoz kardeş, bu sefer de, dediğin
olmadı, yoksa, sen de mi yalana başladın?.." dedi.
Horoz:
"Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin
sahibimiz, efendimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın efendimizin çok
değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek
hepimiz doyacağız," dedi.
Bunu duyan adam hiç beklemeden, kölesini
götürüp sattı.
"Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu.
Böylece bir çok zarardan kurtuldum," diye düşünerek sevindi. Ertesi gün
yine köpekle horozun yanına gitti. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer
çok kızgındı:
"Yalancı horoz, hâni köle ölecek bu sayede
karnımız doyacaktı, günlerdir beni yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır
bir davranış mı?" dedi.
Horoz da:
"Ben yalancı değilim ve yalan söylemem," diye
başladı. "Köle öldü fakat burada değil başka yerde. Çünkü sahibimiz onu da
sattı. Ama hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendisine geldi. Zira ilkin
kaza, belâ eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan ve kazadan kurtulmuş
olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca onun yerine
köleye geldi, köleyi de satınca bela kendisine geldi. Sura onda, yarın
sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız," dedi.
Bunları duyan adam ah vah etti, dövündü durdu,
ama neye yarardı ki, iş işten geçmişti bir defa.
Böylece tamahkârlığın cezasını canıyla ödedi.
Adamın biri bir gün annesini hançerleyerek
öldürdü. Bunun üzerine halk başına toplanıp onu azarlamaya başladılar.
Dediler ki:
"Ananı niçin öldürdün, ne hayırsız evlâtsın!"
Adam cevap verdi:
"Anam çok çirkin bir iş yaptı onun için
öldürdüm, günahını toprak örtsün," dedi.
Bunun üzerine halk:
"Ananı öldüreceğine ona musallat olan adamı
öldür-seydin, ananı neden öldürdün?" dediler.
Adam:
"Her gün başka birini öldüreceğime sadece bir
kişiyi öldürdüm," dedi. "Kötülüğün kaynağını kuruttuğunu" söylemek
istedi.
Adamın biri,
"Herkesin rızkı Allah'tan gelir" hadisinin
manasım anlamak istiyordu. Başını alıp çöllere düştü. Bir kenarda yatıp
uyuyor gibi gözlerini kapattı.
Kendi kendine:
"Bakalım rızkım nasıl gelecek?.." diyordu.
Derken yolunu kaybetmiş bir kervan, o adamın
yattığı yere geldi. O adamı yatmış vaziyette gördüler.
Birisi:
"Bu adam neden böyle kimsenin uğramadığı yerde
yatıyor?.. Kurttan, düşmandan korkmuyor mu?.. Ölümü, diri mi?.." dedi.
Kervandakiler birlikte adamın yanına geldiler.
Adam, "Bakalım ne olacak?.." diye hiç sesini
çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı, ne de gözünü açtı.
Kervandakiler adamın bu halini görünce:
"Bu zavallı adam, açlıktan ölmek üzere.."
dediler.
Ekmek ve yemek getirdiler. Adam dişlerini
iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip, dişlerinin arasından çorbayı döktüler.
Adam direndikçe, zorla karnını doyurdular.
Zamanın birinde adamın biri, yolun kenarına
diken ekti. Dikenler büyüyüp gelişince yoldan geçenleri rahatsız etmeye
başladı.
Gelip geçenler:
"Bu dikenleri sök, insanları rahatsız
etmesin!" demeye başladılar. Adam bunları duyuyor ama aldırış etmiyordu.
Bir gün Allah'ın sadık dostlarından biri onu
uyardı:
"Bu dikenleri mutlaka sök!.."
Adam itiraz etmedi:
"Tamam efendim," dedi. "Bir gün mutlaka
sökerim."
Adam bugün yarın derken, dikenler büyüdüler,
kuvvetlendiler.
Allah'ın sadık dostu yine geldi:
"Ey sözünde durmayan adam, sök şu dikenleri.
Bu işi zamana bırakma."
Adam:
"Efendim, bir hayli gün var" dedi. "Bugün
olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım."
Allah'ın sadık dostu bunun üzerine şu sözleri
söyledi:
"Sen hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun ama
şunu bil ki, her geçen gün, o dikenler büyüyüp güçleniyor. Dikenleri
sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun. Dikenler güçlenirken, sen
ihtiyarlıyorsun."
Memleketin birinde bir vaiz vardı. Vaaz etmek
için kürsüye çıkınca, yol kesici eşkıyaya dua ederdi.
Ellerini kaldırır.
"Yarabbi!" derdi. "Kötülere, bozgunculara ve
eşkıyaya merhamet et. Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kafir
gönüllülere, kiliselerde, manastırlarda bulunanlara sen merhamet et."
derdi.
Ancak iyi ve temiz kişilere hiç dua etmezdi.
Halk bir gün basma toplanarak:
"Senin bu duaların, alışılmış, işitilmiş
dualara benzemiyor. Sapıklara, hayır duada bulunmak, büyüklük, asalet
değiîdir. Biz böyle şeyler görmedik, neden kötülere dua edip duruyorsun?"
dediler.
Vaiz dedi ki:
"Ben onlardan iyilikler gördüğüm için onlara
hayır dua ediyorum. Onlar bana o kadar kötülüklerde bulundular, o derece
zulmedip cefalar çektirdiler ki, nihayet beni serden kurtardılar, hayra
yönlendirdiler. Ben ne zaman dünyaya yöneldiysem, dünya malına candan
bağlandımsa onlardan eziyetler gördüm, dayaklar yedim. Bütün çektiklerime
karşı, Allah'a sığındım, iyiliğe, güzelliğe yöneldim. Kısaca beni o vahşi
eşkıyalar dize getirdiler. Benim iyiliğime sebep onlardır. Onlara dua
etmeyeceğim de kime dua edeceğim?"
Bir zamanlar, karlarla kaplı bir dağın
tepesinde mavi boyalı bir evde yaşayan ve geçimini çobanlıkla sağlayan bir
genç vardı. Her geçen gün birbirine benzer sayılırdı onun için. Ailesiyle
huzurlu bir hayat sürer, hayvanları vadilerde otlatır ve akşam olunca eve
dönerdi.
Bu sıradan gibi görünen hayatın derinine
inmeye de çalışırdı çoban. Koyunlarını otlatmaya gittiğinde, geceleri
gökyüzüne uzun uzun bakar yıldızları düşünür, Yaratıcının haşmetine hayret
ederdi. Bahar mevsiminde tepeleri kaplayan rengarenk çiçeklerin sergilediği
güzellikleri seyreder, Yaratıcısının sanatının güzelliğine hayran kalırdı.
Genç çoban bir gece bir rüya gördü ve hayatı
değişti. Rüyasında şehre gidiyor, şehri ikiye bölen nehrin üzerindeki
köprünün ayaklarına iniyor ve orada gömülü bir hazine buluyordu. Önceleri
üzerinde durmadığı bu rüyayı defalarca görünce karar verdi: Şehre gidecek,
köprünün altında gerçekten bir hazine olup olmadığını anlayacaktı.
Uzun süren bir yolculuktan sonra şehre ulaştı
ve doğruca köprüye gitti. Köprünün çok sıkı bir koruma altında olduğunu
görünce biraz ümidi kırıldı. Şehrin bu kısmı silahlı askerlerle kaynıyordu,
çünkü köprü kralın sarayına giden yolu taşıyordu üzerinde.
Genç, günlerce köprünün civarında dolaştı
durdu, üstündeki yoldan geldi geçti, ama bir türlü ayakların olduğu kısma
inemedi. Aradan iki hafta geçti. Bir gün muhafızlardan birisi onu yakaladı
ve sorguya çekmeye başladı.
"Seni her gün bu köprünün etrafında görüyorum.
Maksadın nedir ey köylü? Yoksa, kralımıza suikast mi yapmak istiyorsun?"
diye soran muhafıza, zaten hayal kırıklığına uğramış olan genç rüyasını
olduğu gibi anlattı.
O hikâyesini bitirdiğinde muhafız müthiş bir
kahkaha patlattı. Öyle kendinden geçercesine gülüyordu ki, genç neye
uğradığını şaşırmıştı. Askerin bu davranışına bir anlam veremiyordu.
Sonunda, muhafız kahkahalarına hakim olup doğru dürüst nefes alabilmeyi
başardı ve gülme hıçkırıklarının arasında şunları söyleyebildi:
"Siz köylüler ne kadar safsınız ki, gördüğünüz
rüyalara inanıyorsunuz. Ben de senin gibi rüyalarıma aldırış edecek
olsaydım, şimdi tozlu topraklı yollarda, tepesi karla kaplı dağın üstündeki
mavi boyalı bir eve gidiyor olurdum. Günlerdir gördüğüm rüyaya bakılırsa, o
evin bahçesindeki ağacın altında bir hazine gizliymiş."
Köylü, askerin bahsettiği evin ve bahçenin
kendisininki olduğunu anlamıştı. Evine döndü. Ağacm altını kazdığında o
hazineyi buldu. Hazine hep kendi bahç es indeydi, ama onu önce uzaklarda
araması gerekmişti.
Toprak yemeye alışmış bir adam bir aktar
dükkanına girip şeker almak istedi. O hilebaz aktarın terazisinde dirhem ve
taş yerine toprak vardı. Dükkan sahibi, müşterinin toprak yemeye alışkın
olduğunu anladı,
"Benim terazimin kiloları ve gramları
topraktandır, biraz bekle de getireyim" dedi.
Adamın işi aceleydi.
"Benim önemli bir işim var, acele şeker almam
lâzım. Gramların neden olursa olsun, benim için mühim değil" dedi.
Aktar terazinin gözüne topraktan kiloyu koydu
ve şeker kırmaya gitti.
Müşteri baktı. Terazinin kefesindeki toprak
ağırlık ölçüsü, dayanılmaz güzellikteydi. Sonunda dayanamadı, gizlice ondan
bir parça koparıp yedi. Toprak müthiş güzeldi. Aktarcıya fark ettirmeden bir
parça daha kopardı. Bu işi mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyordu.
Aktara ise işi ağırdan alıyor, yan gözle müşterisinin hareketlerini
gözlüyor, o terazideki toprak ölçüden koparıp yedikçe seviniyor, biraz daha
yemesi için işini bile bile uzatıyor, içinden de şöyle diyordu:
"Ye ahmak ye, sen yedikçe alacağın şeker
azalıyor. Sen zarar ederken, ben kâr ediyorum."
Beden ile ruh aralarında konuşuyorlardı. Beden
güzelliğine ve parlaklığına mağrur olarak ruha dedi ki:
"Ben senden daha değerliyim; bak herkes bana
ilgi gösteriyor ve beni seviyor."
Ruh ise, kendi letafetini gizlemiş olduğu
haJde o bedene dedi ki:
"Hey süprüntülük! Sen kim oluyorsun? Ben
senden çıkayım da o zaman görürsün. Seni sevenler sana mezar kazarlar. İki
gün bile seni saklamaz, böcek ve karıncalara gıda olman için seni toprağa
gömerler."
Bağdat'ta Ağustos sıcağı ortalığı yakıp
kavurmaktaydı. Herkes, serinleyeceği gölge bir yer, ferahlatacak bir rüzgâr
arıyordu. Çarşı-pazar kurulmuş, alışveriş başlamıştı.
Bu arada bir adam, yüksek dağların
mağaralarından getirdiği buzları satıyordu. Buz kalıpları eriyip ziyan
olmadan bir an önce onları satmalıydı. Gel gör ki, ekonomik durgunluk
sebebiyle fazla buz satılmıyordu.
Öğle sıcağı bastırınca buzlar yavaş yavaş
erimeye başladı. "Mal canın yongasıdır!" ya; tek sermayesi olan buzlarının
gözü önünde eridiğini görmek, adamın içini de eritiyordu.
Erimenin hızlanmasıyla içi yanan adam şöyle
bağırmaya başladı: "Sermayesi sürekli tükenen bu fakirden buz alan yok
mu?"
O sırada talebeleriyle oradan geçmekte olan
büyük veli Cüneyd-i Bağdadî bu sözleri duyunca birden durdu ve olduğu yere
çöktü. Başını ellerinin araşma aldı. Talebeler telaşlandılar ve "Ne oldu
hocam?" diye sordular.
Cüneyd-i Bağdadî, "Şu adamın söylediklerine
dikkat edin!" diyerek, buz satıcısının tarafına baktı. Adam, içinin yandığı
sesinden belli olacak şekilde sürekli bağırıyordu: "Sermayesi tükenen
buzcudan alışveriş yapan yok mu?"
Büyük veli, o durumun, "Fırsat eğitimi" için
iyi bir vesile olduğunu düşünerek şunları söyledi talebelerine:
"Bu sözler beni sarstı. Eriyenin sadece buzlar
değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu farkettim. Sıcak, adamın maddî sermayesi
olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü
tüketiyor. Saniye saniye, dakika dakika ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor
musunuz? Sahip olduğunuz en değerli sermaye ömürdür. Onun ne kadarını
Allah'a satabilirsek yani Onun yolunda değerlendirirsek elimizde o kâr
kalacak. Gerisi, satılmadan eriyip toprağa damlayan buzlar gibi boşu boşuna
ziyan olup gidecek. Ayrıca bizden de hesabı sorulacak. Bunun unutmamalıyız.
Adamın buzlarının erimesine olduğu kadar, ömürlerinin boşa tükenmesine
karşı içi sızlamayanla-ra yazıklar olsun..."
Talebeler ayak üstü unutamayacakları iyi bir
ders almış, çok etkilenmişlerdi. Düşüne düşüne yollarına devam ettiler.
Dekuki adında bir derviş vardı bir zamanlar.
Derviş sürekli köyden köye, kasabadan kasabaya dolaşır, hiç bir yerde üç
günden fazla kalmazdı.
Dekuki'nin bu durumunu merak eden biri:
"Neden bir yerde üç günden fazla kalmıyorsun?"
diye sordu. Derviş Dekuki gülerek cevap verdi:
"Eğer üç günden fazla bir yerde kalırsam
gönlümün oraya alışacağından korkuyorum," dedi.
Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı bir
zamanlar. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.
Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı
da borcu artıkça arttı. Sonunda borcunun tamamı döıtyüz dinara yükseldi. O
zamanlar dört yüz dinar çok yüksek bir meblağ idi.
Bir gün şeyh hastalandı. Hastalığı ağırdı.
Öleceğini anlayan alacaklıları şeyhin başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü
bakıyor, onun hakkında kötü şeyler düşünüyorlardı.
O sırada helva satan bir çocuk sokaktan
geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
"Git şu çocuktan helvanın tamamını al da bu
alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süreliğine gönülleri hoş olsun/' dedi.
Hizmetçi dışarı çıkıp helvacı çocuğu çağırdı.
Helvanın tamamım yarım dinara satın alıp şeyhin borçlularına ikram etti.
Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi ve ücretini
istedi, ölmek üzere olan şeyh:
"Ben zavallı ve ölmek üzere olan biriyim, ben
de para ne gezer?.." dedi.
Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp inlemeye
başladı. Alacaklıların buna iyice canlan sıkıldı ve ileri geri söylenmeye
başladılar. Çocuk taa ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu.
Şeyh bu arada gözlerini yummuş çocuğa hiç
bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir
tabakla içeriye girip, tabağı şeyhin önüne koydu. Şeyh, hizmetçisine tabağı
alacaklılanna vermesini söyledi. Hizmetçi de söyleneni yaptı, tabağı
alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler
içinde kaldı. Zira tabakta şeyhin borcu olan, döıtyüz dinar vardı. Tabağın
kenarında da beze sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı
çocuğundu.
Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar. Şeyh
hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman olup şeyhin
ellerine sarıldılar.
"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir
anlat bize," dediler.
Bunun üzerine şeyh:
"Ey insanlar bunun sırn şudur. Ben bunu
Allah'tan diledim. Cenabı Hakk bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi
çocuğun ağlamasına bağlı idi. Helvacı çocuk ağla-masaydı rahmet denizi
coşmazdı," dedi.
Bir zamanlar bir kadm vardı. Her yıl bir çocuk
doğururdu. Fakat çocukları altı aydan fazla yaşamazdı. Üç-dört veya beş
aylık olunca ölüp giderdi. Sürekli çocuklarını kaybeden bu kadın, bunun
üzerine ağlayıp dua etmeye başladı.
"Allah'ım!" dedi. "Bu çocuklar bana dokuz ay
yük oluyorlar. Peşinden üç-dört ay sevindiriyorlar. Bana verdiğin nimet
ebed kuşağından da tez geçip gidiyor."
Kadın bununla da yetinmedi kendisine dua
etmeleri için Allah'ın veli kullarına gidip dua talebinde bulundu.
Bu kadının ölen çocuklarının sayısı yirmiye
ulaşmış, canı da iyice yanmıştı. Bir gece rüyasında cenneti ve oradaki
sayısız nimetleri, köşkleri gördü. Kendisine; "Bu nimet; acılara katlanan,
büyük ıstırablara tahamül edenin, Hak sevgisi uğruna her şeyini feda
edenindir," dendi. "Sen ibadetinde ve Rabbine sığınmada tembellik ettin.
Ancak buna karşılık Rabbin sana o musibetleri verdi."
Kadın; "Ya Rabbi!" dedi. "Madem öyle o halde
yıllarca bana bu tarzda musibetler ver, hatta Senin uğrunda canımı al,
kanımı dök!" dedi.
Gördüğü köşklerden birinin üzerinde kendi adı
yazılıydı. Kadın bütün bu güzellikler karşısında mest olup kendinden
geçti. Adı yazılı kapıdan içeriye girince, bütün çocuklarının orada
olduğunu görerek Allah'a şükretti.
Mürid, görmeden bağlandığı şeyhini görmek için
can atıyordu. Nihayet bir fırsatmı bulup hazırlandı ve şeyhin köyüne doğru
yola çıktı.
Üç günlük zahmetli bir yolculuktan sonra
şeyhinin köyüne vardı.
Evi öğrendi ve avluya geldiğinde önce hasretle
eğildi, toprağı öptü; sonra da kalbi çarpa çarpa kapıyı çaldı.
Asık suratlı bir kadın kapıyı açtı ve "Ne
istiyorsun?" diye sertçe sordu. Mürid,
"Efendi Hazretlerim ziyarete gelmiştim. Üç
gündür bu anın özlemiyle yollardayım. Ne olur lütfedip beni kabul ederler
mi?" dedi.
Şeyhin karısı kızgın bir şekilde,
"Efendin evde yok. O bunaktan ne umuyorsunuz
da geliyorsunuz, bilmem. Bu kadar yol onu görmek için tepilir mi? Zındığın
teki o. Çektiğin zahmete yazık..," dedi.
Ve daha bir sürü sövüp sayarak kapıyı müridin
yüzüne çarptı.
Mürid, neye uğradığını şaşırdı. Tepesinden buz
gibi bir su dökülmüşçesine, donakalmış bir vaziyette bekledi bir süre. Bütün
ümitleri, hayalleri alt üst oldu. Sonra da bozguna uğramış bir halde başı
önde döndü, şeyhinin kapısından.
Yolda rastladığı bir ihtiyara şeyhinden söz
etti ve nerede olabileceğini sordu. O da şeyhinin ormana odun getirmeye
gittiğini ve o saatlerde dönmek üzere olduğunu söyleyip yolu gösterdi.
Mürid ormanın yolunu tuttu. Hem gitti, hem düşündü:
"Şeyhim böyle bir kadınla nasıl beraber
duruyor?"
Nihayet orman yolunda, gerçekten Allah'ın veli
bir kulu olan şeyhini gördü. Hem de odunları bir arslana yüklemiş, kendisi
de üstüne oturmuş gelirken. Hayretinden ağzı açık kaldı. Ne söyleyeceğini
bilemedi.
Şeyh, müridinin karşılaştığı durumu tahmin
etmiş ve-sarsılan güvenini tamir etmek için ona bu kerameti göstermişti.
Ayrıca şeyh, herkese ders olacak şu sözleri söyledi müridine:
"Ey oğlum! Ben sabredip o kadının yükünü
çekmesey-dim, bu erkek arslan beni üzerinde taşıyıp yükümü çeker miydi?"
Mürid, biraz önceki düşüncelerinden dolayı
mahcubiyet duydu ve yüzü kızardı. "Âlimlerin yanında dilini, mürşitlerin
yanında da kalbini kontrol altında tut" sözünün ne kadar doğru bir söz
olduğu geldi aklına.
Ve kerametine şahit olduğu mürşidinden feyz
almış ve teslimiyeti artmış bir şekilde memleketine dönen müridi, o günden
sonra kendi hanımının huysuzluklarına karşı daha sabırlı olacağına dair
kendi kendine söz verdi.
Allah'ın veli kullarından Bayezid-i Bestamî,
gençlik yıllarında hacca giderken fakir bir Allah dostu ile karşılaştı.
Selamlaşmadan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Fakir
"Nereye gidiyorsun?"
Bayezid:
"Kabe'ye."
Fakir:
"Bu yolculuk için ne kadar para biriktirdin?"
Bayezid:
"200 gümüş dirhem."
Fakir:
"Etrafımda yedi defa tavaf et; o 200 dirhemi
de benim önüme bırakıp geri dön."
Bayezid:
"Neden?"
Fakir:
"Allah, Hz. İbrahim'e Kabe'yi yaptırdığından
beri onun içine girmedi; fakat beni yarattığından beri benim gönül evime
Ondan başkası girmiş değildir."
Fakir Allah dostunun bu sözleri, Bayezid-i
Bestamî'yi düşündürdü ve çok etkiledi. Sonuçta onun dediğini yaptı ve
huzurundan, büyük bir olgunluk elde etmiş olarak ayrıldı, memleketine
döndü.
Cenazesi götürülen adamın oğlu, babasının
tabutu yanında hem ağlıyor, hem de şöyle ağıt yakıyordu:
"Babacığım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?
Seni öyle dar ve sıkıntılı bir eve götürüyorlar ki orada ne halı, ne de
hasır var. Ne aydınlatacak bir ışık, ne de yenilecek bir dilim ekmek
bulunur. O evin ne açılan bir güzel kapısı, ne de dertleşecek bir komşusu
var. Amansız bir ev, daracık bir yer; orada ne yapacaksın, halin nice
olacak?"
O sırada böyle diyerek gözyaşı döken adamın
söylediklerini dinleyen masum bir çocuk, elinden tuttuğu babasına,
"Babacığım bu cenazeyi bizim eve mi
götürüyorlar?" diye sordu.
Babası,
"Aptal olma, neler saçmalıyorsun, bunu nereden
çıkarıyorsun?" deyince çocuk,
"Duymuyor musun? Adamın, ölen babasını
götürdükleri ev hakkında saydığı ve yakındığı şeylerin hepsi aynen bizim
eve uyuyor. Ne ışık var, ne hasır; ne yiyecek, ne içecek; ne doğru dürüst
bir kapı, ne de komşumuz" dedi.
Çinli ve Rum ressamlar, "Resim san'atında
dünyada en üstün biziz" diye övünüyorlardı. Bu iddiaları duyan adil bir
hükümdar:
"Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin
dediği doğru" dedi.
Ve bir perdeyle ikiye böldüğü büyük bir
salonun bir tarafını Çinli ressamlara, diğer tarafını Rum ressamlara
tahsis etti. Kendi bölümlerinde çalışıp eserlerini orada sergilemelerini
emretti.
Çinliler de Rum diyarının ressamları da
hazırlanıp çalışmaya başladılar.
Çinliler, hükümdardan yüz türlü boya isteyip
aldılar ve onlarla çeşitli resimler, süsler yapıp salonun kendilerine
ayrılan bölümü donattılar.
Rum ressamlar ise sadece duvarları cilalayıp
durdular. Sonuçta kendilerine ayrılan bölümün duvarları pırıl pırıl
parlayan, gökyüzü gibi berrak bir ayna haline geldi.
Her iki taraf da kazanacaklarından emin
oldukları halde hükümdara işlerinin bittiğini, sergiyi gezebileceğini
bildirdiler.
Hükümdar geldi ve önce Çinli ressamların
süsledikleri bölüme girdi. Yapılanlar fevkalade şeylerdi. Çinliler, bütün
renk tonlarının fark edildiği harika resimler çizmiş, boyalı tablolarla her
tarafı donatmışlardı.
Çinli ressamların eserlerini takdir eden ve
onlara hediyeler veren hükümdar, daha sonra Rum ressamların bölümüne doğru
ilerledi.
Tam bu sırada bir Rum ressam, salonu ikiye
bölen perdeyi açtı. Perdenin kalkmasıyla Çinli ressamların yaptıkları
resimler ve oradaki bütün ihtişam, bu bölümün cilalanmış aynalar halindeki
duvarlarında yansıdı. Orada olan her şey burada da, üstelik daha parlak ve
daha güzel bir biçimde görünüyordu. Ayrıca hükümdar, bütün bu güzellikler
arasında kendini de seyrediyordu.
Rum ressamların çalıştıkları bölüm, hükümdarın
gözlerini kamaştırdı. Salondaki tüm güzellikle birlikte kendi güzelliğini
de yansıtan bu bölümü hükümdar daha anlamlı buldu ve daha çok beğendi.
Böylece Rum diyarının ressamları bu imtihanı
kazandılar ve hükümdardan daha çok hediye ve takdire mazhar oldular.
Beyazid-ı Bestami devrinde yaşayan bir kafir
vardı. Bir kaba softa, ona cehennemden bahsettikten sonra:
"Ne olur, " dedi. "Sen de gel müslüman ol.
Cehennem azabından kurtul."
Kafir adam şöyle bir baktı.
"İyi diyorsun da benim Beyazıd gibi müslüman
olmak elimden gelmez. Doğrusu senin gibi de müslüman olmak istemem. Senin
tavrın, dininize olan sevgimi azaltıyor."
İbrahim Peygamberi yakmak için müthiş bir ateş
yığını hazırlayıp içine atmışlar.
O sırada gökte, ağzında küçücük bir kuru dal
olan minik bir kuş belirmiş ve peygamberin üzerinden geçerken kuru dalı
ateşe bırakmış.
İbrahim Peygamber kuşa seslenmiş:
"O minicik çöpü atmışsın, bu koskocaman ateş
için ne fark eder ki?"
Kuş:
"Olsun," demiş. "Düşman olduğumuz belli
olsun."
Az sonra minicik gagasında bir damla su ile
bir başka kuş belirmiş ve o da suyu ateşin üzerine bırakmış.
İbrahim Peygamber ona da sormuş:
"Bir damlacık suyu bıraktın, ama bu kocaman
ateş için ne fark eder ki?"
Kuş cevap vermiş:
"Olsun," demiş. "Dost olduğumuz belli olsun."
Bir dere kenarında yüksek bir duvar vardı.
Duvarın üstünde de susamış ve dertli bir adam vardı. Duvarın yüksek oluşu,
suya ulaşmasına mani oluyordu. Zavallı adam su için, sudan çıkmış balık gibi
çırpınıp duruyordu, birden aklına duvardan bir kerpiç koparıp suya atma
fikri geldi. Attığı kerpicin çıkardığı su sesi kulağına çok tatlı ve hoş
geldi. Suyun tatlı sesi adamın kulağına bir sevgili sesi gibi adamı
kendinden geçirdi. Bunun üzerine adam duvardan taşlar, kerpiçler kopararak
suya atmaya başladı. Bunun üzerine su adama seslendi:
"Ey adam bana niçin taş atıp duruyorsun?
Bundan nasıl bir fayda bekliyorsun?" dedi.
Adam içten bir sesle cevap verdi:
"Ey su, bu işin bana iki faydası olduğu için
bu işten vazgeçemiyorum. Birinci; Suyun sesi susuzun kulağına en güzel
musiki gibi gelir. İkincisi de kopardığım her taş, her kerpiç duvarı biraz
daha alçaltıp, beni sana yaklaştırıyor." dedi.
Birbirlerine kınlan iki arkadaştan biri, uzun
bir aradan sonra diğer arkadaşının kapısını çaldı.
"Kim o ?..." Diye seslendi içeriden arkadaşı.
"Benim/' dedi kapıyı çalan.
"Burada ikimize birlikte yer yok," diye cevap
geldi.
Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra yeni
bir umutla tekrar çaldı kapısını arkadaşının..
"Kim o ?.." diye sordu içerideki. "Sen'im,"
dedi kapıyı çalan arkadaş. Ardına kadar açıldı kapı.
Adamın biri bataklığa düşmüş, çırpınıyordu.
Vücudu bataklığa saplanmasına karşın başı henüz batmamıştı.
Bütün gücüyle bağırarak yardım istiyordu.
Yalvarışlarını duyan birisi zavallı adama yardım etmeye karar verdi ve
"Elini bana uzat, seni bataklıktan kurtaracağım," diye seslendi.
Fakat başı dışında tüm vücudu çamura iyice
saplanan adam yardım için yalvarmanın dışında kendine yardım edilebilmesi
için birşey yapamıyordu.
Bu arada yardım edecek adam birkaç defa daha
"Elini bana uzat," diye seslendi. Fakat her seferinde aldığı tek tepki
yardım için perişan bir seslenişti.
Tam bu sırada birisi ortaya çıkti ve yardım
etmek isteyen adama seslendi:
"Görmüyor musun?" dedi. "Sana elini asla
uzatamaya-cak. Sen elini ona uzatmalısın.. Ancak o zaman onu
kurtarabilirsin."
Bir zamanlar, hemen her konuda derin bilgisi
bulunan ve sözleriyle herkesi kendisine hayran bırakan bir âlim yaşardı.
Yaşadığı toplulukta herkes, o ne söylerse onaylar, kimse ona karşı
çıkamazdı.
Bir kişi hariç. Ishak ismindeki bu adam,
âlimin yorumlarıyla ters düşmekten çekinmez ve yanlış gördüğü noktaları
cesurca dile getirirdi. Âlimin etrafındaki toplulukta bulunan herkes,
îshak'ın bu çıkışlarından rahatsız olur, ama ellerinden de bir şey gelmezdi.
Bir gün Ishak öldü. Cenaze merasimi sırasında»
insanlar âlimin son derece üzgün olduğunu fark etti.
"Neden bu kadar üzüldünüz?" diye sordu birisi.
"O neredeyse her söylediğinizi eleştirirdi."
"Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaşım
için üzülmüyorum" diye cevap verdi âlim. "Kendim için üzülüyorum. Herkes
beni hayran hayran dinlerken, o mertçe hatalarımı yüzüme vuruyor ve beni
kendimi geliştirmeye zorluyordu. Şimdi yanımda o yokken gelişememekten
korkuyor ve üzülüyorum."
Hz. Yusuf, eşsiz bir güzelliğe sahipti.
Kuyuoan, kölelikten ve zindandan kurtulup Mısır'a sultan olmuştu.
Ziyaretine gelen bir can dostuna başından geçenleri anlattı. Uzun süre
sohbet edip dertleştiler.
Bu arada Hz. Yusuf misafirine ikramlarda
bulundu. Misafir dostu da Hz. Yusuf a getirdiği hediyeyi bir paket içinde
takdim etti.
Hz. Yusuf paketi açtı, dostunun hediyesinin
cilalanmış güzel bir ayna olduğunu gördü. Merak edip, hediye olarak neden
aynayı tercih ettiğini sordu. Misafir mahcubiyet içinde şöyle dedi:
"Efendim, dostun evine eli boş
gidilemeyeceğini, uygun bir hediye götürmek gerektiğini bildiğimden, uzun
zaman sana uygun bir hediye araştırdım. Neye baktıysam hiçbirini sana lâyık
görmedim. Bir küçük altın, altın madenine, bir içimlik su, okyanusa nasıl
hediye götürülürdü?
"Sana canımı hediye getirdim, desem bile
Hindistan'a baharat götürmek gibi bir şey olurdu. Senin güzelliğine lâyık
bir hediye olarak en sonunda, senin içinde kendini bulacağın bu aynayı
getirmeye karar verdim. Her defasında ona baktıkça güneş gibi parlayan
cemalini görür, şükreder ve beni hatırlarsın."
Hz. Yusuf dostunun hediyesine çok sevindi ve
bu ince anlayışından dolayı onu çok takdir etti.
Zaman zaman insan suretinde peygamberlerle
görüşen ölüm meleği Azrail (a.s.), Hz. Süleyman'ın ziyaretine gitmişti. O
sırada orada bulunan bir gence manalı ve hayret dolu gözlerle baktı. Kısa
süren bir sohbetten sonra da izin isteyip ayrıldı.
Genç, Hz. Süleyman'a onun kim olduğunu sordu.
Hz. Süleyman "Azrail'di" diye cevap verdi. Birden gencin içine bir korku
düştü. Yüzü sarardı ve tir tir titremeye başladı. Hz. Süleyman bu durumu
görünce, "Ne oldu sana, nedir bu halin? Metin ol, o senin için gelmedi,
zaman zaman yanıma gelir" dedi. Genç:
"O çok tuhaf ve manalı gözlerle baktı. İçime
bir korku düştü" dedi ve şu dilekte bulundu:
"Ey adaletli hükümdar! Allah rüzgârları senin
emrine verdi. N'olur, rüzgârlara emret de beni Hindistan'a götürsünler.
Azrail'den uzak olmak istiyorum. Bir müddet orada kalıp dönersem içimi
dolduran bu korkudan kurtulurum."
Hz. Süleyman, gencin ricasını kabul etti ve
rüzgârlara emretti. Onlar da onu Hindistan'ın Seylan adasına uçurdular.
Ertesi gün Azrail (a.s.) yine uğrayınca Hz.
Süleyman, bir gün önce olanları hatırlatıp gencin durumunu sordu. Azrail
(a.s.) şöyle cevap verdi:
"Ey Allah'ın peygamberi, benim o gence manalı
bakmamın nedeni, onu burada görünce şaşırmam dolayısıyla idi. Çünkü Allah
bana o günün gecesinde onun ruhunu Hindistan'da almamı emretmişti. Bu adamın
yüz tane kanadı olsa yine de o vakte kadar Hindistan'a gidemez, diye
düşündüm. O yüzden kendisine tuhaf tuhaf baktım. Fakat Hindistan'a gidip tam
vaktinde onun da oraya gelmiş olduğunu görünce emri yerine getirdim ve
Allah'ın takdirine hayran oldum. Sana bugün tekrar uğramamın nedeni de, bu
işin sırrını ve dün benden sonra olanları öğrenmek içindi."
Hz. Süleyman,
"O güya senden uzak olmak ve ölümden kurtulmak
için oraya gitmek istemişti" dedi ve olanları anlattı.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v),
arkadaşlarıyla bir gezintiye çıkmıştı. Güzel bir yerde, bir pınar başında
oturup dinlendiler.
Namaz vakti girince pınar suyundan abdest
aldılar. Peygamberimiz de abdestli olduğu halde mestlerini çıkarıp abdest
aldı.
Mestin birini giyerken bir tavşancıl kuşu
hızla uçarak geldi ve diğer mesti ağzına alıp havalandı. Oradakiler bu olayı
garipsediler ve gözleriyle kuşu takip etmeye başladılar.
Peygamberimiz de, "Hayırdır inşaallah!" dedi
ve sonucu beklemeye başladı.
Kuş epey havalandıktan sonra mesti ters
çevirdi. Simsiyah bir yılanın mestten düştüğünü gördüler. Sonra da kuş
döndü ve mesti aldığı yere bıraktı.
Hz. Peygamber, "İki ayak üstünde yürüyen ve
karınları üstünde sürünenlerin şerrinden Allah'a sığınırım" dedikten sonra
arkadaşlarına dönüp şu yorumu yaptı:
"Gördünüz mü? Biz kuşun mestimizi kapıp
kaçmasını şer zannetmiştik. Meğer hayrın ta kendisiymiş. Yoksa o korkunç
yılan içinde iken meste ayağımı sokacaktım."
Bir gün Peygamber Efendimizle karşılaşan Ebu
Cehil, "Beni Haşim soyundan senden daha çirkin yüzlü biri yoktur" dedi.
Peygamber Efendimiz:
"Söylediğin doğrudur" cevabını verdi.
Biraz sonra Hz. Ebubekir geldi ve "Yüzün güneş
gibi parlıyor. Senin yüzünden daha güzel ve göz kamaştırıcı bir yüz görmedim
ya Resulallah" dedi.
Peygamberimiz ona da "Doğru söyledin"
karşılığını verdi.
Orada bulunanlar, "Ey Allah'ın peygamberi,
birbirine zıt şeylerin ikisine de 'Doğru' dedin, bunun sebebi nedir?" diye
sordular.
Peygamber Efendimiz:
"Ben, Allah'ın cilaladığı bir aynayım. Bana
bakan kendini görür" buyurdu.
Peygamberimiz daha sonraları bu hükmü
genişleterek, "Mü'minmü'minin aynasıdır" diyecekti.
Ebu Cehil, avucuna küçük taşlar alıp,
ashabıyla oturan Peygamberimizin yanına geldi ve onu mahcup etmek için,
"Peygambersen avucumda ne var söyle?" dedi.
Aklı sıra Peygamberimiz bilemeyecek, o da,
"Gördünüz mü daha avucumdakini bilemiyor,
göklerden haber vermeye kalkışıyor" deyip onunla alay edecekti.
Fakat bir sürprizle karşılaştı. Peygamberimiz
gayet sakin ona şöyle dedi:
"İstersen avucunda ne olduğunu ben söyleyeyim,
istersen avucundakiler benim kim olduğumu sana söylesin."
Ebu Cehil bocaladı ve: "İkincisi daha ilginç
olur" dedi. Peygamberimiz,
"Herşeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu"
mealindeki âyeti okuyarak:
"Ey taşlar konuşun ve söyleyin ona benim kim
olduğumu" dedi. Resulullah böyle der demez Ebu CehiTin avu-cundaki taşların
her biri, "Eşhedü enne Muhammede'rRe-sulullah" diyerek şehadet getirmeye
başladılar.
Bunun üzerine Ebu Cehil kızdı ve hiddetle
taşları yere fırlatarak, "Senin gibi bir sihirbaz görmedim" dedi ve oradan
bozguna uğramış olarak uzaklaştı.
Peygamberimizin Medine Mescidinde kuru hurma
ağacından bir direk vardı. Peygamberimiz hutbe okurken ona dayanıyordu.
Çünkü henüz mescidde minber yoktu.
Nihayet bir sahabi üç basamaklı bir minber
yapıp mescide getirince bu direği arka tarafta bir köşeye koydular. İhtiyaç
olunca da yakarız diye düşündüler.
Cuma namazı vaktinde Resulullah yeni
minberinde hutbe okuyordu. Camide bir ağlama sesi işitildi. Hamile bir
devenin inleyip ağlaması gibi bir sesti bu. Herkes birbirine baktı. Acaba
kim ağlıyordu?
Sonuçta sesin kuru hurma direğinden geldiğini
anladılar. Bu olay üzerine Peygamberimiz, minberden inerek direğin yanına
gitti. Okşarcasına mübarek elini üzerine koydu. Direk susmuştu.
Peygamberimiz cemaate,
"Allah'ın zikrinden ayrı ve uzakta kalmak onu
ağlattı" dedi.
Onlar da çok duygulanmış ve ağlamaya
başlamışlardı. Peygamberimiz direğe dedi ki:
"İstersen seni mescidin bahçesine dikeyim.
Yeniden dalların yeşersin. İnsanlar gölgende oturup dinlensinler. İstersen
de seni Cennette dikeyim. Orada Allah'ın dost kullan meyvelerinden yesinler.
Hangisini tercih edersin?"
Direk şu cevabı verdi:
"Beni Cennete dik ya Resulallah. Çünkü orada
Ölmek, yok olmak yoktur; sonsuz hayat vardır."
Peygamberimiz cemaate,
"Duydunuz mu, ebedî olanı fânî olana tercih
etti" dedi. Ve direğe de, "Senin isteğini yaptım" buyurdu. Sonra da
kıyamette insanlar gibi haşrolsun diye onu toprağa gömdürdü.
Hz. isa'nın var gücüyle kaçtığını gören bir
adam merak edip peşine düştü. Zar-zor, nefes nefese ona yetişti ve sordu:
"Arkandan kimse kovalamıyor, neden böyle
kaçıyorsun?"
Hz. İsa cevap vermeden yeniden kaçmaya
başlayınca adam bağırdı:
"Peşinden gelecek takatim kalmadı. Allah
rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak ettim."
Hz. İsa durdu ve adama yanına gelmesini işaret
etti. Adam yaklaşınca,
"Evet, arkamdan kovalayan yok ama, biraz önce
ahmağın birine rastladım, şimdi ondan kaçıyorum" dedi.
Adam, hayreti artmış bir şekilde sordu:
"Körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını
açan, topraktan kuşlar yapıp canlandıran, nefesinle ölüleri dirilten sen
değil misin?"
Hz. İsa,
"Evet, Allah'ın izniyle benim" dedi.
Adam:
"Peki bu kadar mu'cizeye sahipken korkman ve
kaçman neden?"
Hz. İsa cevap verdi:
"îsm-i Âzam'ı köre okudum, gözleri açıldı;
sağıra okudum, işitmeye başladı; ölüye okudum, dirildi; cansıza okudum,
canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta tekrar tekrar okudum, hiç
etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar verimsiz gördüm. İşte
ondan kaçmamın sebebi bu!"
Hz. Ömer'in halifeliği zamanında müthiş cenk
çalan bir çalgıcı vardı. Yaşı ilerleyip ihtiyarlayınca sesinin güzelliği
kayboldu, beli büküldü ve itibardan düştü.
Artık kimse onu davet etmiyor ve para
kazanmıyordu. Üstelik biriktirdiği paralar da tükenmiş, bir parça ekmeğe
muhtaç hale gelmişti.
Çaresizlik insana "Allah" dedirtir ya, bu
çalgıcı da ellerini açarak:
"Ya Rabbi, bunca zamandır Sana isyan edip
durduğum halde rızkımı verdin. Şimdi kazanç yolum kapandı, kazandıklarım da
bitti. Artık çengi Senin için çalacağım" dedi ve çengi alıp mezarlığa gitti,
dertli dertli bir hayli çaldıktan sonra, çengi yastık yapıp uyudu.
O sırada Hz. Ömer'i de uyku tutmuş ve öğle
uykusuna yatmıştı. Rüyasında bir ses ona şöyle dedi:
"Ey Ömer, mezarlıkta mübarek bir kulumuz var,
bey-tü'1-maldan 700 dinar götürüp vererek onu ihtiyaçtan kurtar."
Hz. Ömer, bu sesin heybetinden irkilerek
uyandı. Hemen beytü'1-mala koştu ve 700 dinar alıp doğruca mezarlığa
gitti. Aradı taradı, fakat halen uyumakta olan ihtiyar çalgıcıdan başka
kimse yoktu. Onun böyle bir ikrama lâyık olabileceğine ihtimal vermediğinden
yeniden mezarlığı dolaştı. Fakat kimsecikler yoktu.
Bunun üzerine "Allah'ın gizli velileri vardır,
belki de ihtiyaçtan kurtarmam bana bildirilen mübarek kul bu çalgıcıdır"
diye düşünerek gelip yanına oturdu.
Çalgıcı uyandığında Hz. Ömer'i yanı başında
görünce hem şaşırdı, hem de korktu. Hz. Ömer:
"Korkma, sevin. Sana Allah'ın emriyle 700
dinar getirdim. Bunları alıp ihtiyaçların için kullan. Bitince de yine gel,
sana yardımcı olacağım" dedi.
Gördüğü rüyayı anlattı ve parayı çalgıcının
kucağına bırakıp yanından ayrıldı.
Çalgıcı çok utandı. Mahcubiyetinden gözleri
yaşlarla doldu. Allah'tan uzak yaşadığı yıllara bin pişman olmuştu. Çengini
yere vurup parçaladı ve tövbe etti. Artık kalan ömrünü Allah yolunda
değerlendirecekti.
İslâmiyetten önce îsrailoğullarından zalim bir
kral kendi dininden olmayanlara zulmediyordu. Bir meydanda Nemrud'un ateşi
gibi büyük bir ateş yaktırmış, yanına da bir put diktirmişti. Isa dinine
inananları oraya toplamış, puta secde etmeyenlerin ateşe atılmasını
emretmişti.
inancından vazgeçmeyenler tek tek ateşe
atılmaktaydı. Sıra, kucağında çocuk olan bir kadına gelmişti. Herkese
söyledikleri gibi ona da puta secde etmesini söylediler. Kadın, "Ben
Allah'tan başkasına secde etmem" deyince, çocuğu kucağından alıp ateşe
fırlattılar. Dev alevler hem çocuğu, hem de kadının içini yaktı kavurdu.
"Eğer inancında direnir, puta secde etmezsen
seni de atacağız" dediler.
Çocuğunun yakılması karşısında aklı başından
giden kadın, ne yaptığını bilmez bir halde puta yaklaştı. Tam
secde edeceği sırada ateşin içinden
çocuğunun sesini işitti:
"Anne, sakın yapma. Ben burada çok rahatım.
Dıştan ateş görünen bu yer bir gül bahçesi, Yüce Allah'ın Cenneti. Hiç
korkmadan at kendini ateşe."
Çocuğun sesiyle kendine gelen anne döndü ve
kendini ateşe attı. Diğer inanmışlar da kendiliklerinden ateşe atlamaya
başladılar.
Gelenin kendini atması karşısında zalim kral
korktu, utandı ve yaptıklarına pişman oldu. insanlara bir fiili zorla kabul
ettirmenin mümkün olmadığını anladı, zorlamanın inancını daha çok
pekiştirdiğini gördü, bundan vazgeçti.
Bir adam devamlı "Allah Allah" diye zikreder
ve bu zikirden dolayı ağzı bal yemişçesine tatlanıldı.
Şeytan böyle insanlarla çok uğraşır ve onları
huzurdan uzaklaştırmak ister ya, bir gün de bu adama gelip:
"Durmadan 'Allah Allah* dediğin halde bir
kerecik olsun Allah sana karşılık vermedi. Hiç 'Lebbeyk kulum' sözünü
duydun mu? Demek ki Allah senin zikrini kabul etmiyor ve zikretmeni
istemiyor. Niçin sen hâlâ utanmadan, 'Allah Allah' demeyi sürdürüyorsun?"
diyerek adamı vazgeçirmeye çalıştı.
Adam da şeytanın bu vesvesesi üzerine utandı,
sıkıldı ve zikri bıraktı. Allah'ın kendisine Önem vermediğini düşünüp gönlü
kınk bir halde yattı uyudu.
Rüyasına Hz. Hızır girdi ve ona:
"Neden yaptığın güzel işi terk ettin, Allah
Allah demekten vazgeçtin?" diye sordu.
Adam:
"Yaptığım onca zikre karşılık verilmeyince
Allah'ın buna razı olmadığını düşündüm ve tamamen kapıdan kovulmaktan
korktum."
Bunun üzerine Hz. Hızır:
"Senin 'Allah' demen, Allah'ın sana 'Lebbeyk
kulum' diye karşılık vermesi sayılır. Allah isminin zikrini herkese nasip
eder mi?" diyerek adamı şeytanın tuzağına düşmekten kurtardı.
Bir yahudi, bir Hristiyan, bir de Müslüman yol
arkadaşı olmuşlardı. Müslüman olana hediye edilen bir altını bozdurup helva
almışlar ve bir konaklama yerine gelmişlerdi. Niyetleri geceyi orada
geçirmekti.
Müslüman oruçluydu. Yahudi ve Hristiyan ise
acıkma-mıştı. Akşam namazı vakti girince Müslüman, "Yemeğimizi yiyelim"
dedi.
Tok olan açın halinden anlar mı? Diğer ikisi
itiraz edip, "Şimdi acıkmadık, yatıp uyuyalım, helvayı sabaha bırakalım"
dediler.
Yahudi ilâve olarak; "Bu helva hepimize
yetmez, en güzel rüyayı kim görürse helva sadece onun olsun" teklifinde
bulundu. Hristiyan da bu teklifi kabul etti. İkisinin de maksadı helvayı
yalnız yemekti. Ve uykuya daldılar.
Müslüman gece yansı kalktı. Âşık ve karnı aç
kişide derin uyku ne gezer? Kalktı ve helvayı bir güzel yedi. Sonra da
abdest alıp ibadet etti. Hem karnını, hem kalbini doyurdu. Sabah namazını
da kılıp onlarla beraber uyanmak üzere tekrar yattı.
Bir süre sonra hep beraber uyandılar. En güzel
rüya hakkında seçim yapmak üzere konak sahibini çağırıp rüyalarını anlatmaya
başladılar.
Önce Hristiyan söze başladı:
"Rüyamda İsa'yı gördüm. Gökten inip yanıma
geldi. Yüzü ışıl ısıldı. Benimle konuştu ve halimi sordu. Sonra beraber
göklere çıktık ve melekler âleminde dolaştık" dedi ve daha bir sürü ilâve
yaptı.
İkinci olarak Yahudi anlattı:
"Ben de rüyamda peygamberim Musa'yı gördüm.
Beni Tur Dağına çıkardı. İkimiz de nurlar içinde kalmıştık. Sonra Cenneti
bana seyrettirdi. Orada gözler kamaştıran nice nimetler gördüm" dedi ve
binler yalan uydurarak görmediği bir çok harikuladeliklerden sözetti.
Sıra helvayı zaten yemiş olan Müslümana
gelmişti. O gayet sakin ve mütevazı bir şekilde şöyle dedi:
"Bana da Muhammed (a.s.m.) geldi ve 'Ey
çaresiz ümmetim,' dedi. 'Onlardan birini İsa göklere, diğerini Musa Cennete
götürdü. Sen burada tek başına kaldın. Oruç tuttuğun halde daha iftar bile
etmedin. Bari kalk da helvayı ye.' Ben de kalktım helvayı yedim."
Yahudi ve Hristiyan şaşkın şaşkın birbirlerine
bakıp,
"Vallahi," dediler. "Rüya dediğin senin
gördüğün gibi olur, bizimkiler de rüya mı, hepsi hayal."
Hz. Ali'nin küçük oğlu Hz. Hüseyin, bir gün
ziyaretine gelen bazı zevat ile bir arada yemek yiyordu.
Kölesi, yemek getirirken kaza ile yemek kabını
Hz. Hüseyin'in üzerine döktü. Hz. Hüseyin bir anda öfkelenip köleye dik
dik baktı. Bunu gören köle:
"Takva sahipleri öfkelerini yutanlardır"
mealindeki âyeti okuyunca Hz. Hüseyin'in sinirleri gevşedi ve:
"Öfkemi yuttum" dedi.
Bunun üzerine köle, âyetin devamını okudu:
"Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir." Hz. Hüseyin,
"Kusurunu affettim" karşılığını verdi. Köle,
âyetin sonunu da okudu:
"Allah, iyilik yapanları sever."
Hz. Hüseyin, "İyilik olarak seni âzâd
ediyorum, artık hür ve serbestsin" dedi.
Köle son derece sevindi ve mutlu oldu.
Hz. Hüseyin, yanındaki misafirlerine, bu
vesileyle herkese ders olacak şu açıklamayı yaptı:
"Gördünüz, Allah'ın kitabından bir âyet
bilmesi ve yerinde okuması onun, hem cezadan kurtulmasına, hem de
hürriyetine kavuşmasına neden oldu. Sizler ve bizler de Allah'ın kitabından
ne kadar çok şey öğrenir ve uygularsak o kadar hür yaşar; nefsimizin ve
dünyanın esaretinden kurtuluruz. Ayrıca Allah bizi o kadar mükafatlandırır."
Evet, Allah'a hakkıyla kul olmak, insanı bütün
maddî şeylerin tutsaklığından kurtarır ve Kur'ân'ın saadet ikliminde daha
özgür yaşamamıza neden olur.
Müslümanlarla Hristiyanlarm birlikte yaşadığı
bir mahallede bir cami, bir de kilise vardı. Kilisede çan çalar, minareden
de ezan okunurdu.
Caminin güzel sesli müezzini, duygulu ve tatlı
sesiyle birçok Hristiyanın Müslüman olmasına neden olmuştu.
Bu müezzinin başka yere tayininden sonra, sesi
pek çirkin bir müezzin geldi camiye. Ezan okuyuşu, herkesi rahatsız edecek
kadar kötüydü.
"Bırak ezanı başkası okusun, senin okuman
yüzünden birçok kavgalar oldu, düşmanlık uzamasın" dedilerse de müezzin inat
etti ve pervasızca ezan okumaya devam etti.
Halk, umumi bir kargaşanın çıkmasından
korkarken, bir de baktılar ki kilise papazı, elinde bir hediye paketi
olduğu halde müezzini arıyor.
"Söyleyin, o müezzin nerede? Onun salası ve
ezanı beni çok mutlu etti; bu hediyeyi ona sunacağım" diyordu.
"Yahu!" dediler, "Nasıl olur? Hiç o bet ses,
insana rahatlık verir mi, bir yanlışlık olmasın?"
Papaz dedi ki:
"Hayır, sizin bildiğiniz gibi değil, bir
anlatayım da dinleyin. Benim pek güzel ve çok akıllı bir kızım var.
Çoktandır Müslüman olmaya karar vermişti. Bu sevda kafasından bir türlü
çıkmıyordu. Nice papazlar ona öğüt verdiği halde bir türlü tesir edemediler.
Gönlüne iman sevgisi Öyle bir yerleşmişti ki, vazgeçirmek mümkün değildi. O,
an be an imana yöneldikçe ben dert, azap ve işkence içinde kıvranıyordum.
Elimde hiçbir çare kalmamıştı.
"Nihayet bu müezzin ezan okuyup da sesi
kiliseye gelince kızım, 'Bu çirkin ses nedir? Kulağıma geldi de beni berbat
etti. Bütün ömrüm boyunca bu kilisede, şu manastırda bu derece çirkin bir
ses duymadım* dedi.
"Kızkardeşi, onun ezan olduğunu, Müslümanların
okuyup insanları ibadete çağırdıklarını söyledi. Kızım önce inanmadı.
Başkalarına da sorup araştırdı. Onlar da aynı şeyi söyleyince yüzü sapsarı
kesildi ve Müslümanlık hevesi kalmadı. Dinini değiştirmekten vazgeçti. Ben
de dertten, azaptan kurtuldum. Dün gece korkusuz, rahat bir uyku uyudum.
"İşte onun sesinden mutluluk duymamın sebebi
bu. Bundan dolayı da ona hediye sunacağım, nerede o adam?"
Harat şehrinde yoksul bir kişi vardı. Yoksul
olduğu kadar da küstah ve kendini bilmez biriydi. Bir gün pazarda
dolaşırken bir efendi ile yanındaki kölesini gördü. Kölenin sırtında atlas
bir elbise, belinde de altın bir kemer vardı.
Başını gökyüzüne kaldırıp:
"Ya Rabbi," dedi, "şu efendinin, kuluna
baktığı kadar sen kuluna bakmıyorsun. Kula nasıl bakılır, şu efendiden
öğren."
Günler sonra yine o pazardaydı. Padişahın o
atlas elbiseler giyen, altın kemerler takan köleleri topladığını gördü.
Padişahın adamları onlara olmadık işkenceler ediyor ve "Söyleyin efendinizin
hazineleri nerede?" diye soruyorlardı.
O kölelerin hepsi işkeılceden ölecek duruma
geldikleri
halde hiçbiri efendisinin aleyhinde konuşmadı
ve sır vermedi.
Bu durumu şaşkınlıkla seyreden yoksulun
kulağına şöyle bir ses geldi:
"Ey kula nasıl bakılır, diyen yoksul! Sen de
kul nasıl olur gör. Ve bilmiyorsan o efendileri için can veren kölelerden
öğren."
Yoksul adam çok mahcup oldu, yüzü kızardı. Hiç
kulluk etmediği halde Rabbi hakkında su-i zandan ve küstahça sözlerinden
dolayı tevbe edip af diledi.
Hz. Muaviye, bir sabah uyandığında Hz.
Peygamberin mescidinde sabah namazının kılındığı vakit biraz geçmişti.
Alelacele hazırlanıp mescide koşan Muaviye,
oraya vardığında namazın bitmiş olduğunu, cemaati kaçırdığım görünce öyle
bir "âh" çekti ki, bu âh'i duyanlar, onun kalbine bir hançer saplanmış
olduğunu zannedip koştular.
O gün üzüntüsünden kimseyle konuşmadı, hiçbir
şey yiyip içmedi ve odasına kapanıp ağladı.
Günler sonra yine erken uyanamadığı ve cemaati
kaçıracağı bir sabah birisi odasının kapısını hızlı hızlı çalıp ona
seslendi:
"Hey Muaviye! Kalk, cemaati kaçıracaksın!"
Muaviye, korkuyla uyandı, kapıyı açtı.
Kapıdaki tanımadiği kimseye bu iyiliği için teşekkür ettikten sonra, kim
olduğunu sordu. O, "Ben Şeytan'ım!" cevabım verdi.
Muaviye, "Bildiğim kadarıyla Şeytan, insanları
namazdan alıkoymak için uyutur. Senin beni namaza uyandırman ve cemaati
kaçıracağımı hatırlatman çok garip!" diyerek şaşkınlığını ifade etti.
İblis, "Evet, şaşırma! Seni cemaate yetiş diye
uyandırdım. Çünkü geçenki gibi yetişmeyip ah çekseydin, o dertli ah edişin
yüz namaz yerine geçerdi. Namaz nerede kalırdı, o niyazın tesiri nerede?"
Nur yüzlü bir ihtiyar, bastonuna dayanarak
durdu. Uzun yoldan geliyordu. Yorulmuştu. Önünde durduğu ihtişamlı yapı,
Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem'in sarayıydı. Sarayı
süzerken kapı nöbetçileri,
"Ne arıyorsun ihtiyar?" diye sordular.
"Ben yolcuyum, bu gece konaklayacak bir
kervansaray arıyorum. Herhalde burası uygundur" dedi. Nöbetçiler,
"Sen yanlış gelmişsin baba, burası kervansaray
değil, hükümdarımızın sarayıdır" dediler.
Nur yüzlü adam biraz durdu. O arada ne
düşündüyse, "Hayır, ben kendimden eminim, burası kervansaraydır, burada
gecelemek istiyorum. Tanrı misafiriyim!" diye diretti.
Nöbetçiler ne söyledilerse ihtiyarı ikna
edemediler ve gidip hükümdara durumu bildirdiler, ibrahim bin Ethem,
"Bırakın gelsin bakalım, biz de tanıyalım şu
ihtiyarı" diye emretti.
Nuranî çehresiyle saraya girdiğinde âdeta
sarayı aydınlattı adam ve "Selâmün aleyküm" diyerek hükümdarı selâmladı.
"Aleyküm selâm" diye selâmı alan hükümdar, ihtiyarın yüzünde güven verici,
farklı bir mânâ hissetti ve ona yer gösterdi. Ve aralarında şöyle bir
konuşma geçti:
Hükümdar:
"Bak baba, ben bu ülkenin hükümdarıyım. Burası
da benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını kervansaray diyerek
küçümseyebilirsin? İyi niyetli birisi olduğunu zan-netmeseydim, bunun cezası
büyük olurdu. Ama sen iyi birine benziyorsun. İleride yolcuların kaldığı
bir kervansaray var, seni orada misafir ettireyim."
İhtiyar:
"Nöbetçilerin de anlamadılar, sen de
anlamıyorsun. Burası kervansaraydır, istersen sana ispatlayayım."
Hükümdar:
"Peki ispatlarsan seni burada misafir ederim.
Yoksa cezanı çekmeye hazır ol."
İhtiyar:
"Peki şimdi sorularıma cevap ver. Sen ne kadar
zamandır burada oturmaktasın?"
Hükümdar: "Üç yıldır."
ihtiyar:
"Senden önce kim oturuyordu burada?" Hükümdar:
"Babam, on yıl oturduktan sonra vefat etti."
ihtiyar:
"Peki ondan önce kim, ne kadar oturdu?"
Hükümdar:
"Dedem. O da on ilci yıl hükümdarlık yaptıktan
sonra öldü."
ihtiyar:
"Senden sonra kim oturacak?
Hükümdar:
"Herhalde oğlum oturur."
Bu cevaplardan sonra ihtiyar güldü ve şöyle
devam etti:
"Sana dememiş miydim, burası kervansaray diye.
Bak sen söyledin: Deden geldi, kondu göçtü. Baban geldi, bir müddet kaldı
gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine oğlun gelecek ve bu gelip
gitmeler devam edip gidecek. Kervansaraylar da yolcuların gelip gittikleri
yerler değil mi?"
ihtiyarın bu sözleri ibrahim bin Ethem'in
zihninde şimşekler çaktırdı ve onu epey düşündürdü. Sonuçta,
"Peki ihtiyar" dedi. "Sen kazandın, bu gece
benim misafîrimsin."
Hükümdar ibrahim bin Ethem'in sarayında
misafir olan nur yüzlü ihtiyar, o gece hükümdara bir ders daha vermek
istedi.
Bunun için herkesin uyuduğu bir vakitte kalkıp
sarayın tavanına çıktı ve hükümdarın odasının üzerinde ayaklarını vurarak
sağa sola koşmaya başladı.
Gündüz, sarayına kervansaray diyen ihtiyarın
söyledikleri kulağında çınlayan ve zaten bu yüzden gözüne uyku girmeyip
yatağında düşünen hükümdar, tavandan gelen koşma seslerine şaşırdı ve
yatağından fırlayarak seslendi:
"Kim var orada, ne arıyorsun?" ihtiyar, sesini
değiştirerek cevap verdi:
"Ben çobanım, develerimi kaybettim. Onları
arıyorum."
Hükümdar:
"Sarayda çobanın işi ne, tavanda deve aranır
mı?" ihtiyar:
"Sen de bu milletin çobanı değil misin? Ve
zevk safa içinde, kuş tüyü yataklarda Cennet aramıyor musun? Böyle Cennet
bulunursa, tavanda da deve bulunur."
Sonra sesler kesildi. îhtiyar usulca odasına
geçti ve yattı. Nöbetçiler baktıklarında onu yatağında uyuyor buldular.
ibrahim bin Ethem ise duyduklarıyla ikinci
defa şok olmuş ve sarsılmıştı. Beyni allak bullak olmuş bir halde sabaha
kadar düşündü. Güya Müslümandı, ama ibadetlerini yapmıyordu. Dünyada ebedî
kalacakmışçasına zevk ve eğlencelerle ömür geçiriyordu.
Üstelik millete karşı sorumluluklarına da
fazla aldırış etmiyordu, iyi ama, bu saltanat ne kadar sürecekti. Böyle bir
hayat, gerçekten de sonunda onu pişman etmez miydi? Cennette ebedî mutluluk
vardı ve ona ulaşmayı da çok istiyordu.
Fakat hayatını değiştirmedikçe bunun mümkünatı
yoktu. Hayatını değiştirmek de saray şartlarında kolay değildi. İçine kurt
düşmüştü fakat kararsız kaldı. Sadece "Allah'ım bana yardım et, Sana dönmemi
nasip et!" diye dua etti.
O sabah ihtiyarı uğurladıktan sonra ava çıktı,
ibrahim bin Ethem, avlanmayı sever ve haftada en az bir gününü buna
ayırırdı, ihtiyar, saray görevlilerinden onun bu özelliğini ve avlanmaya
gittiği yerleri öğrenmişti. Ona son bir ders daha vermek istiyordu.
ibrahim bin Ethem orman içinde dolaşırken
şöyle bir ses kulaklarında yankılandı:
"Ey İbrahim! Sen dünyaya avlanmak için
geîmedin. Yaratıldığın şeye dön. Sorguçlarla, tahtlarla oynamayı bırak.
Büyük sultanlığa talip ol!"
ihtiyar, ellerini boru gibi yaparak,
gizlendiği yerden böyle bağırmıştı. Sesin nereden ve kimden geldiğini
bilemeyen hükümdar, o gün çok garip bir olaya daha şahit olmuştu.
Veziri ve muhafızlarıyla birlikte yemek
yedikleri bir sırada süzülerek gelen bir keklik, bir parça ekmek kopararak
havalanmış ve biraz ötedeki çalılıkların arkasına inmişti.
Bu işte bir gariplik olduğunu düşünerek gidip
baktıklarında kekliğin, ekmeği, bataklığa saplanan bir adamm ağzına
koyduğunu hayretle gördüler.
Yardım edip adamı çıkarttılar. Adam, avladığı
kuşun oraya düşmesi üzerine bataklığa girdiğini ve çıkamadığını, üç gündür o
kekliğin kendisine ekmek taşıdığını anlattı. Dehşete düşen İbrahim bin
Ethem, kendi nefsiyle yüzleşerek şöyle dedi nefsine:
"Sen onları avlarken o keklik, çaresiz kalmış
bir adamı besliyor. Seninse halkından haberin yok!"
Bu düşüncelerle saraya dönen hükümdar, o gün
her zamanki avladıklarından bir şey avlayamamıştı ama çok daha önemli
birşey avlamıştı: Nefsim. O zamana kadar, ona av olduğu nefsini.
Hükümdar İbrahim bin Ethem nefsini avladığı o
günkü son avdan döndükten sonra saatlerce düşündü. Ve gece yansına doğru
vezirini çağırtıp kararını ona açıkladı:
"Ben bu sultanlık oyununu bırakıyorum. Zaten
bunu iyi beceremedim. Bundan sonra hükümdar sensin, tnsan-lara iyi davran ve
adaletle hükmet. Allah'a hesap vereceğini unutma!"
Vezirin itirazları, yalvarışları bir şey
değiştirmedi ve o gece derviş kıyafetiyle saraydan ve Belh'ten ayrılan
İbrahim bin Ethem, kendini daha hafif ve Özgür hissederek yollara düştü.
Yolu bazen dağlardan, bazen çöllerden geçti.
Geceleri gökyüzünün ihtişamını, gündüzleri yeryüzündeki ilâhi san'atlan
tefekkür etti.
Gittiği her yerde Allah'ın saltanatını
seyrederek ve Onun büyüklüğünü düşünerek ibadet etti. Tefekkürü geliştikçe
iç dünyası ve gönül âlemi de genişledi.
Karşılaştığı insanlara kendini değil Kâinat
Yaratıcısını tanıtmaya ve Ona karşı görevlerini hatırlatmaya çalıştı,
insanın, ancak Allah'a teslim olarak nefsin esaretinden kurtarabileceğini,
Onu bulanın herşeyi bulacağını, Ondan yoksun olanın herşeyden yoksun
olacağını anlattı. Hükümdarlıktan gelmenin asaleti ve tok gözlülüğü ile son
derece de etkili oldu.
Köyden köye, ilden ile nihayet Mekke'ye
ulaştı. Büyük bir saygı içinde varıp Kabe'nin örtüsüne tutunarak şöyle
yalvardı Rabbine:
"ilâhî, asi ve günahkâr kulun sana geldi.
Günahlarını itiraf edip Sana yalvarıyor. Eğer onu affedersen, bu zaten Senin
şanındır. Eğer reddedersen, Senin kapından başka hangi kapıya gitsin, kim
ona merhamet etsin?"
Gözyaşları içinde yalvardı ve aylarca orada
ibadet etti. Soma, "Allah'ı aramakla bulmak mümkün değildir, ancak Onu
bulanlar yine de aramaya devam edenlerdir" diye düşünüp yeniden yollara
düştü.
Kızıldeniz kenarında bir taşın üzerinde oturup
kopan düğmesini diktiği sırada oradan geçen bir kervanda bulunanlar onu
tanıdılar ve yanında durup, "Vah vah, bir zamanların hükümdarı ibrahim bin
Ethem'e bakın, iğne elinde, düğme dikiyor. Hiç o saltanat bırakılıp da bu
hallere düşülür mü?" dediler.
ibrahim bin Ethem, gerçek sultanlığın Allah'a
kulluk olduğunu anlasınlar diye iğnesini denize attı:
"Ey balıklar, iğnemi getirin bana!" diye
seslendi. Binlerce balık, ağızlarında altın birer iğne olduğu halde
denizden başlarını çıkarıp ona uzattılar.
İbrahim bin Ethem kervan yolcularına, "Önceki
saltanatım im üstündü, şimdiki mi?" diye sorduktan sonra şöyle tamamladı
sözlerini:
"Allah'a kul olmak öyle bir saltanattır ki,
eğer bilselerdi bütün sultanlar, sultanlığı bırakıp bu manevî saltanata
talip olurlardı. Çünkü bu, ebedî bir sultanlıktır."
Yıllar sonra garip bir his ibrahim bin Ethem'i
Belh'e geri döndürdü. Yağmurlu bir gecede, yorgun ve hasta bir halde bir
külhancıya misafir oldu. Sohbet ederlerken, ermiş bir insan olduğunu
anladığı külhancıya, "Allah'a ettiğin dualar içinde, kabul olmayan bir duan
oldu mu?" diye sordu.
Külhancı, "Bütün dualarım kabul oldu, ama
İbrahim bin Ethem'i dünya gözüyle görme isteğim konusundaki duam kabul
olmadı" deyince, kendisini Belh'e çeken sırrı anladı ve külhancıya:
"Sen öyle mübarek bir insansın ki, senin
duanın kabul olması için Allah, İbrahim bin Ethem'i sürüye sürüye senin
ayağına getirttirdi" dedi.
Ve kelime-i şehadet getirerek başı külhancının
dizinde, ruhunu Allah'a teslim etti.
Bir hükümdarın tek bir oğlu vardı. Onu her
yönüyle mükemmel yetiştirmeye çalışmıştı.
Bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü.
Büyük bir acı içinde kıvranmaya başlamıştı ki, uyandı. Gördüğünün gerçek
olmadığım anladığında, "Çok şükür rüyaymış" dedi ve çok sevindi. Sonra da
şöyle düşündü:
Rüyada çektiğim acılar, uyanınca nasıl sevince
dönüşmüşse rüya gibi olan bu hayat uykusundan âhiret sabahında uyanınca;
hayatın acı ve sıkıntıları sevinçlere dönüşecek. En büyük saadetler büyük
ve acı felâketlerden sonra elde edilir. Allah bir sebep ihsan edip hem beni
sevindirdi, hem de bir büyük gerçeği anlamamı sağladı.
Hükümdar, oğlu büyüyünce, "Soyumun devamı için
oğlumu evlendirmem, bunun için de ona Jâyik bir kız bulmam lâzım" diye
düşündü. "Kötü bir padişahın kızını al-maktansa, fakir de olsa iyi bir
ailenin kızım almayı tercih ederim" diyerek fikrini şehzadenin annesine
açıkladı.
O,
"Oğlumuzu bir yoksulla mı evlendireceksin?"
diye itiraz edince, Hükümdar:
"Kişilerin temiz ve gönül zenginliğine sahip
olmaları, para zenginliğinden çok daha iyidir. Zira paranın bu dünyada bile
mutlu edeceği şüpheli iken, gönül zenginliği iki dünyada da mutlu eder"
karşılığını verdi.
Uzun münakaşalar sonunda nihayet hükümdar,
düşüncesini kabul ettirip, oğluna yaratılışı ve ahlâkı güzel bir kızı
nişanladı. Güzellikte eşi olmayan bu kızın içi de dışı da tertemizdi. Ve her
yönüyle şehzadeye lâyıktı.
Gel gör ki, ihtiyar bir büyücü de o güzelim
şehzadeye âşık olmuştu. O büyücü kocakarı, şehzadenin nişanlandığını
duyunca öyle bir büyü yaptı ki, şehzadenin yüzünü o dünya güzeli kızdan
çevirtti ve kendini döndürdü. Şehzade, uzun zaman o kokmuş karının esiri
gibi yaşadı ve nişanlısını unuttu.
Hükümdar ne yapacağını şaşırdı. Sadakalar
dağıtıyor, kurbanlar kesiyor, ne çare varsa başvuruyor ama oğlunu
kocakarıdan vazgeçiremiyordu.
Nihayet bu işten haberdar olan Allah dostu bir
hoca şehzadeyi okuyup dua ederek sihri bozdu. Ve onunla konuşarak aklını
başına getirdi. Hatasını anlayan şehzade
koşarak babasına geldi ve "Olmayacak
bir yanlışlık yaptım; seni çok üzdüm, özür diliyorum, beni affet!" dedi.
Padişah oğlunun bu dönüşüne çok sevindi.
Şenlikli bir düğün yaptı. Öyle bir düğün olmuştu ki, şehrin köpekleri bile
ziyafetten mest olmuştu. Büyücü kocakarı da üzüntüsünden Öldü.
Şehzade gelinin yanına gidip onun ay gibi
parlayan yüzünü görünce neredeyse bayılacaktı. İkisi de çok mutlu oldular.
Bir yıl sonra babası söz arasında:
"Oğlum o büyücü kocakarıyı hatırlıyor musun?"
diye sorunca şehzade,
"Bırak baba" dedi. 'Hatırlatma bana onu. Ben
hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum. Ve şükür ki ona aldanmaktan
kurtuldum."
Gazneli Mahmut birgün divana gittiğinde bütün
memleket eşrafının orada toplanmış olduğunu gördü. Beylerinin ve
vezirlerinin sadakat derecesini anlamak istedi. Bunun için cebinden
çıkardığı mücevherleri önce vezirine uzatarak sordu:
"Bu nasıl bir mücevher vezir, değeri ne
olabilir?" Vezir, mücevheri evirip çevirdikten sonra,
"Bu çok kıymetli bir mücevherdir Sultanım. Bir
sandık dolusu altın eder" dedi.
Padişah,
"Bu mücevheri kır" diye emretti.
Vezir,
"Efendim," dedi. "Bunu nasıl yapabilirim. Ben
sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim. Size kötülük yapamam."
Padişah,
"Berhudar ol" dedi ve vezirini takdir edip ona
armağanlar verdi.
Sonra beylerden birine mücevheri gösterip,
"Bunun bir müşterisi çıksa ne kadar eder?"
diye sordu. Bey:
"Bu şimdiye kadar benzerini görmediğim çok
değerli bir mücevherdir. Hiç kimsenin zenginliği bunu satın almaya yetmez"
dedi.
Padişah:
"Bu mücevheri yere çalıp kırmanı emrediyorum"
dedi.
Bey:
"Sultanım, yazık olur. Bu mücevher sizin
hazinenize lâyıktır, orada kalsın" cevabını verdi.
Padişah, beyin bu cevabını da beğendi ve ona
da çok değerli hediyeler verdi.
Daha sonra aynı denemeyi başka beyler ve
vezirler üzerinde de yaptı. Onlar da benzer şeyler söyleyip hediyelerini
aldılar.
Böylece birçok kişiyi sınayan padişah, sonunda
sadık bendesi Eyaz'ı çağırdı ve mücevheri vererek değerini sordu.
Eyaz:
"Sultanım bu mücevheri ben de ilk görüyorum ve
beylerimin ve vezirlerimin söylediklerinden de daha değerliye benziyor"
dedi.
Padişah,
"Eyaz, onu kır" dedi.
Eyaz hiç tereddüt etmeden mücevheri yere
çarpıp param parça etti.
Oradakiler hep beraber iç çektiler ve "Ne
yaptın Eyaz? Böyle değerli bir mücevheri nasıl kırdın, nasıl kıydın ona?"
dediler.
Eyaz onların şaşkın şaşkın sordukları bu
soruya gayet sakin şöyle cevap verdi:
"Evet bu mücevher çok değerliydi. Ama
Padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa, bu mücevheri kırdım."
Bu cevaptan son derece memnun olan Sultan
Malîmud:
"Sadakat sınavım Eyaz kazandı ve en büyük
hediyeyi de o haketti" dedi.
Bir gün bir sivrisinek, Yemen Ülkesinin
padişahı Peygamber Süleyman'ın huzuruna çıkarak, şöyle içini döküp,
yalvardı:
"Ey, insanların ve cinlerin sultanı, ey bütün
yaratıklara, suya, ateşe, rüzgâra hükmeden Süleyman... Senin adaletin
dünyaya yayıldı... Kurt, kuş, balık senin adaletine sığındı... Bize de insaf
ve merhamet denizinden ihsanlar var... Hak ve hukukumuzu koru.. Çok
perişanız, ne bağdan nasibimiz var, ne gül bahçesinde rahat bir
seyranımız... Sen zayıflara, çaresizlere imdat edersin... Bizi bu dertten
kurtar..."
Süleyman, parmağı üzerine konan, gözü yaşlı
sivrisineğe sordu:
"Söyle... Kimden şikâyet ediyorsun?. Bizim
zamanımızda zalim var mı ki, sana zulmetsinler, senin hakkını yesinler?.."
Sivrisinek, boynunu bükerek cevap verdi:
"Benim şikâyetim rüzgârdan... O, bize çok
zulmediyor... Onun yüzünden huzurumuz, rahatımız yok... Nereye gitsek, bizi
bir saman çöpü gibi alıp atıveriyor..."
Süleyman:
"Ey güzel sesli sivrisinek... Allah bana
"Hasım hazır olmadıkça, kimsenin şikâyetini dinleme..." diye emir buyurdu.
İki hasım, hazır bulunmazsa, hâkim haklı haksız kimdir, nasıl bilebilir.
Haydi git, hasmını al Öyle gel..." diye emretti.
Sivrisinek:
"Sözün doğru, fakat o da senin emrinde...
Emrediniz de buraya gelsin..." dedi.
Bunun üzerine Süleyman rüzgâra seslendi:
"Ey seher yeli, sivrisinek zulmünden şikâyet
ediyor. Gel, hasmının karşısına geç, cevap ver ona.."
Rüzgâr bu emir üzerine, eserek geldi. Fakat
sivrisineği yerinde bulabilirsen bul!..
Süleyman ardından.
"Aa, sivrisinek, nereye?" dedi. "Dur, gitme de
ikinizi dinleyip hükmümü vereyim..."
Sivrisinek kaçarken cevap verdi:
"Padişahım, benim yokluğum, onun varlığı... O
gelince ben nasıl durabilirim... Benim kökümü kazıyan o..."
Bir fare, bir devenin yularından tutmuş,
kurula kurula yola düzülmüştü. Gururundan kabına sığamıyor, kendi kendine
söyleniyordu:
"Ben ne büyük kılavuzum, koca bir deveyi
yularından tutmuş, çekip götürüyorum."
Derken önlerine koca bir ırmak gelmişti. Fare,
ırmağı görünce duraladı. Suya dalsa, kuşkusuz boğulurdu. Deve, farenin
durakladığını görünce:
"Hayrola dostum," dedi. "Niçin durdun. Dal şu
ırmağa, karşı tarafa geçelim..."
Fare, utancından delik arıyordu kaçacak...
Boynunu büktü:
"Ben bu ırmağı naşı] geçerim, görmüyor musun
su çok derin?"
Deve:
"Hele bir görelim, ne kadarmış bu su," diyerek
ırmağa daldı. Su ancak dizlerine kadar çıkmıştı. Güldü. Fareye:
"A korkak cüce.. Derin dediğin su, ancak diz
boyu.. Korkacak ne var. Haydi dal suya da, karşıya geçelim..."
Fare titriyordu. Deveye yalvardı:
"Ey büyük üstad! Dizden dize fark var. Bu
ırmak sana diz boyu ama, bana koca bir deniz.. Sana iki adımlık bir su
birikintisi, bana aşılamayan bir nehir.."
Deve dayanamadı, konuştu:
"Öyleyse bir daha küstahlık yok. Boyundan
büyük işlere girişme.. Kendin gibilerle boy ölçüş.. Haydi titreyip durma,
sıçra da hörgücüme bin. Seni de, senin gibi yüzlercesini de karşıya
geçirebilirim. Bu sana bir ders olsun..."
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir Arslan
yaşıyordu. Ormandaki tüm hayvanlar, korku içindeydi. Böyle yaşamaktansa bir
çare aramak zorundaydılar. Düşündüler, taşındılar, aralanndan bir heyet
seçerek arsiana gönderdiler.
"Ey ormanların şahı Arslan... Hergün içimizden
birini yakalıyor, yiyorsun... Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet
niye? Sen tahtında otur, sana hergün içimizden birini yollarız, sen de
rahatça yersin. Böylece, biz de sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz"
dediler.
Bu teklif arslanm hoşuna gitti ve kabul etti.
Artık her sabah bir hayvan Arslan'a teslim oluyordu.
Günlerden bir gün, sıra tavşana geldi.
Hayvanlar:
"Eh ne yapalım, kısmet böyle... Çoğumuzun
rahatı için birimizin Ölmesi gerek... Haydi vakit geçirmeden yola düş...
Arslanı kızdırmayalım..." diye teselli de bulundular
ama tavşan işi ağıra aldı, pek
aldırmadı. Hayvanlar telâşlandılar. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola
düşürdüler...
Tavşan, kaygısız, seke oynaya Arslanın
huzuruna geldiğinde vakit bir hayli ilerlemişti.
Açlıktan ateş püsküren Arslan, kükredi:
"Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?"
Tavşan, yalancı bir telâşla terlerini silerek,
boynunu büktü:
"Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim.
Sabah erken yola çıktım ama başka bir Arslan yolumu kesti, elinden
kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilmezsiniz?"
Arslanm öfkesi büsbütün başına vurdu:
"Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm
geçer. Kim miş o, çabuk söyle?"
Tavşan durumdan memnun, hep öteki Arslan'ı
övdü, böylece Arslan'ın onurunu incitti. Arslan dayanamadı... "Düş önüme,
göster bu alçağı..." dedi.
Yola koyuldular. Tavşan Arslan'ı bir kuyunun
başına getirdi:
"İşte sultanım, yolumu kesen o arslan bu
kuyunun içinde.. Bakınız nasıl da kurulmuş..."
Arslan, hırsla kuyunun içine baktı. Suda kendi
görüntüsünü gördü. Hırlayınca, kuyudaki aksi de hırladı. Tavşan firsatı
kaçırmadı:
"Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan
okuyor.."
Arslan büsbütün hiddetlendi, gözleri döndü.
"Bir diyardaki iki sultan olmaz, parçalamahyım
onu..." diye mırıldandı, ardından kendini kuyuya attı.
Bu kendi sonu oldu..
Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke giderek
hayvanlara kurtuluşu müjdeledi...
Bir çakal bir boyacı küpüne düştü. Küpün
içinde biraz kaldıktan sonra postu boyanmış olarak küpten çıktı. Küpten
çıktığında, derisinin ve tüylerinin boyandığını gördü.
Boyalı tüyleri parlak bir renk almıştı. Güneş
vurdukça renkler parlıyordu. Tüylerini böyle rengarenk gören çakalın aklı
başından gitti. Diğer çakalların yanma koştu. Onlara kendini gösterdi.
Çakallar onu böyle görünce:
"Ey çakal nedir sendeki bu hal?.." dediler.
"Bu rengarenk tüyler, bu sonsuz neşe sana nereden geldi?.. Böylesine
gururlanıp kibirlenmenin sebebi nedir?.."
Çakallardan biri öne çıktı:
"Ey dost!.. Sen hile mi yapıyorsun?.. Yoksa
sen manevî bir mükafata kavuşup salihlerden biri mi oldun?.. Bence böyle
boyanarak meydana çıkıp boş laflar ederek kendini göstermen, bizleri
kandırmak için hilekarlıktır. Hileye sapıp utanmazlığı ele aldın. Manevî
zevkler Enbiya ve Evliya gibi Allah dostlarına, utanmazlık da hilekarlara
mahsustur. Senin gibiler, bizim gibi saf kişilerden iltifat görmek için biz
hoşuz, salih kimselerdeniz derler. Halbuki, sizler hiç de hoş olmayan
kimselersiniz."
Bu sözleri duyan çakal, konuşan çakalın yanına
geldi. Kulağına fısıldayarak konuştu:
"Bak şu renklerime!.. Kimin benim rengimde bir
putu var. Görüyorsun ki tıpkı bir gül bahçesi gibi güzel bir hale gelmişim.
Böylesine güzel renkler taşıyorum. Bana karşı gelme, çabuk karşımda eğil,
secde et!.."
Sonra bütün çakallara seslendi:
"Ey çakallar!.. Aklınızı başınıza toplayın,
sakın bana çakal demeyin. Bu güzelliklerin bir çakalda bulunması mümkün
mü?.."
Bu sözleri duyan diğer çakallar etrafına
toplandılar. Biri:
"Efendimiz, size ne dememizi istersiniz?.."
dedi. Boyalı çakal gururla:
"Bana müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus
kuşu deyin" dedi.
Biri sordu:
"Peki ama tavuslar gül bahçelerinde cilveler
yapar, nazlı nazlı dolaşırlar. Sen de öyle cilve yaparak dolaşabilir
misin?.."
"Hayır!.."
"Peki tavuslar gibi ötebilir misin?.."
"Hayır!.."
Çakallar üstüne yürüdü.
"Ey sahtekâr!.." diye bağırdılar. "O halde sen
tavus değilsin. Boşuna bizi kandırmaya çalışma. Tavusun renk renk olan
tüyleri kökten gelir. Sen geçici renklerinle nasıl olur da tavus olduğunu
iddia edersin."
Zengin bir adam, evinde güzel sesli, konuşkan,
şen, şakrak bir papağan beslemekte, onunla eğlenmektedir. Bir gün, ticaret
için Hindistan'a gitmek üzere yol hazırlığına başlar. Ev halkının her birine
ayrı ayrı:
"Söyleyin, size Hindistan'dan ne getireyim? Ne
istersiniz?..."
Diye sorar. Herkes bir şeyler ister. Sıra
papağana gelince adam:
"Sen de söyle bakalım güzel kuşum. Sana ne
getireyim?" der.
Papağan boynunu büker:
"Madem ki Hindistan'a gidiyorsun, oradaki
papağanları görünce, benim halimi etraflıca anlat. De ki, sizin hasretinizi
çeken bir papağanım var. Bizim evde bir kafeste hapsolmuştur. Size selâm
söylüyor ve sizden yardım istiyor. Yazık değil midir ki ben burada, gurbet
ellerde acı çekeyim de siz yeşillikler, ağaçlar arasında, gül bahçelerinde
dolaşınız. Dostların vefası böyle mi olur? diyor de..." Adam:
"Pekâla, bütün bunları söyleyeceğim..."
Diyerek yola düşer. Hindistan sınırlarına
girdiği zaman, gerçekten dallarda ötüşen bir kaç papağan görür. Atını
durdurup, onlara seslenir. Papağanın kendisine söylediği sözleri birer birer
anlatır. Bu sözleri dinleyen papağanlardan biri, titremeğe başlar. Az sonra
da, nefesi kesilir, düşüp Ölür.
Adam bu duruma çok üzülür:
"Yazık, bir cana kıydım. Herhalde benim
papağanımın ya sevgilisi, ya akrabasıydı. Keşke konuş masaydım, haber
vermeseydim. Zavallıyı, yaktım, canına kıydım."
Diye düşünür. Bu üzüntüyle Hindistan'a gelir,
alışverişini yapar, herkese ayrı ayrı hediyelerini alır... Bir süre sonra
da memleketine döner.
Evinde hediyeleri dağıtırken, papağan
seslenir.
"Bu kulun armağanı yok mu? Hindistan'da ne
gördün, oradaki papağanlara ne söyledin?"
Adam gördüklerini anlatmak istemez ama,
papağan ısrar eder, o zaman Tacir:
"Söyleyemem. Bir aptallık ettim senden onlara
haber götürdüm, şimdi pişmanım, o sözlerden" der. Papağan:
"Efendim, niçin pişmansın. Bu üzüntüye sebep
nedir? Lütfen söyle..."
Adam bu ısrara dayanamaz:
"Ne olacak?" der. "Senin şikâyetlerini onlara
iletince, içlerinden biri, dayanamadı, titreyerek düşüp öldü. Şimdi ben, "Ne
yaptım da söyledim" diye pişmanlık içinde kıvranıyorum. Ama olan oldu."
Papağan bu sözleri işitince o da titremeğe
başlar. Biraz sonra da kaskatı kesilir!. Adam durumu görür görmez:
"Eyvah!.." der... "Ey güzel papağanım, ey
güzel sesli kuşum, ey gönlümün neş'esi, sana ne oldu böyle. Vah yazık..."
Diye inlemeğe başlar. Papağanı kafesten
çıkararak dışarı atar. Atmasıyla da papağan birdenbire firlayarak bir dala
sıçrar. Adam şaşırmıştır. Papağana seslenir:
"Hey, bu hal nedir? Ne oluyor?" Papağan şen,
şakrak cevap verir:
"Hindistan'daki papağan o hareketiyle bana bir
öğüt verdi. Dedi ki: "Konuşmayı, neşeyi, ötüşü bırak çünkü sen bu hallerinle
kafestesin." Ve sonra kendisini ölü göstererek: "Benim gibi yap! Benim gibi
öl ki kurullasın.." demek istedi."
Papağan bunları söyledikten sonra, daldan dala
sıçrayarak uzaklaşır, gider.
Bir adam ormanda gezerken uzun bir yılanın bir
ayıyı sarmış olduğunu gördü. Eline aldığı bir taşla yılanın başını ezerek
ayıyı yılandan kurtardı. Ayı da bu iyiliği için ona dostluk gösterdi ve
peşinden gitti.
Akıllı biri ona, ayıdan dost olmayacağını, bir
yolunu bu-lup ondan ayrılması gerektiğini ısrarla söylemesine rağmen adam,
bunun kıskançlık olduğunu sanarak o adamı dinlemedi.
Ve ayı ile dostluğunu devam ettirdi.
Nihayet yorgun düştükleri bir yerde, bir
ağacın altında oturup dinlenirken adam uykuya daldı. Ayı, başında nöbetçi
gibi bekledi ve yüzüne konan sinekleri kovmaya çalıştı.
Ancak ne kadar kovsa da sineklerle baş
edemeyince kızdı. En son büyük bir kaya parçasını alarak adamın yüzünün
üzerine koydu ve adamı öldürdü.
Eskiden Türk boylarından birinin yaşadığı bir
beldede bir Bey, atıyla giderken yolun kenarındaki ağacın altında uyuyan bir
adam gördü.
Baktı ki, siyah bir yılan, kendi aşiretinden
olan o adamın açık ağzından içeri giriyor. Adam her şeyden habersiz derin
uykusunu sürdürüyordu.
Bey, hemen atından inip adamın yanına gitti ve
onu uyandırdı. Adam, karşısında Beyi görünce hemen toparlanıp kalktı ve
"Buyur Beyim, birşey mi oldu?" diye sordu.
Bey, "Hiç itiraz etmeden yerdeki şu çürük
elmayı ye ve şu karşı duvara kadar koş, gel" diye emretti. Adam, çürük
elmayı yiyip koşmaya başladı.
Ama içinden, "Bu Bey niçin bana zulmediyor?
Ben ona ne yaptım da bana böyle muamele ediyor?" diye düşünüp kızdı.
Derken çürük elma midesini bulandırdı, koştuğu
için de midesi ağzına gelip istifra etti. Bir de baktı ki, siyah bir yılan,
içinden çıkmış. Şaşkın şaşkın Bey'e baktı. Bey dedi ki:
"Sen uyurken o yılanın ağzına girdiğini
gördüm. Seni uyandırıp, 'îçinde yılan var!' deseydim, ödün patlar belki de
korkudan ölürdün. Sen içindeki yılanı bilmediğin için çürük elmayı sana
yedirip koşmanı istememi zulüm zannettin. Halbuki ben seni o yılandan
kurtarmak için böyle yaptım."
Adam, gerçeği anlayınca Bey'in ayağına kapandı
ve teşekkür edip övgüler yağdırmaya başladı.
Arslan, kurt ve tilki beraber ava çıktılar.
Günün sonunda bir yaban sığın, bir keçi, bir de tavşan avlamış olarak geri
döndüler.
Aslında hepsini arslan avlıyordu. Kurtla tilki
yanında durup onu seyrediyorlardı.
Avlanma bittikten sonra bir yerde oturdular.
Dağlar kralı arslan,
"Kurt kardeş! Avladıklarımızı aramızda taksim
et bakalım!" dedi.
Kurt,
"Yaban sığırı, arslan payı olarak size düşer.
Keçi, benim hakkım. Tavşan da tilkinin olsun" diye taksim etti.
Arslan bu taksimi beğenmedi.
"Hepsinin benim olduğunu bildiğin halde sen
nasıl kendine pay çıkarırsın?" dedi ve bir pençe atarak kurdu yere serdi.
Sonra da tilkiye dönüp, "Paylaştırma sırası
sende" dedi. Tilki,
"Efendim," dedi, "bu tavşan sizin sabah
kahvaltınız, keçi öğle yemeğiniz, yaban sığın da mükellef akşam sofranıza
lâyık; hepsi de size afiyet olsun. Bana da size hizmet etme şerefi yeter."
Arslan,
"Tilki kardeş! Bu paylaştırmayı kimden
öğrendin?" diye sordu.
Tilki, biraz ötede upuzun yatan kurdu
göstererek, "Ondan" cevabını verdi.
Adaletli olduğu kadar merhametli de olan
arslan, tilkinin bu cevabından hoşnut olarak şöyle dedi:
"Hiçbirine benim İhtiyacım yok, hepsini sana
bırakıyorum."
Böylece kendine pay çıkarmayıp, avların
hepsini arsla-na lâyık gören tilki, tamamına sahip oldu.
Kazlar suda tehlikesiz ve kolay yiyecek
bularak yaşıyorlardı. Bunu gören bir doğan kuşu onları karaya davet etti.
"Kazlar!" dedi. "öylesine suyun içinde gezinip
duracağınıza karaya çıkın. Burada yeşil çayırlar, renkli çiçekler, güzel ve
lezzetli ekinler var. Gelin hep birlikte bu nimetlerden faydalanalım. Suda
kalarak kendinize yazık etmeyin."
Akıllı kaz da ona dedi ki:
"Ey doğan kuşu sen bizden uzak dur. Çünkü su
bizim kalemizdir, temizdir, bizi korur. Sudan çıkarsak binbir tehlikeye
maruz kalırız. Bizim neşemiz ve sevincimiz sudur. Kırların yeşil çimenleri,
renkli çiçekleri ve ekinleri senin olsun,suyumuz bize yeter."
Bir varmış bir yokmuş ülkesinde kuşlara
meraklı bir avcı varmış.
Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese
kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye.
Ormanın kuytusuna kapanı kurmuş, pusuya
yatmış. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsinden bir
kuş da gelmiş girmiş kapanın içine.
Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış:
"Avcı avcı bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan
ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan
ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan
sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarıh."
Avcı düşünmüş taşınmış:
"Eh söyle bakalım şu üç öğüdünü o zaman
bırakırım seni," buyurmuş....
" Önce..." demiş kuş, başlamış saymaya:
"1- Sağduyuya, akla aykırı düşecek
hiçbir şeye inanma.
2-
Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleştiremeyeceğin şeyler için
üzülme
3-
Asla ama asla imkânsızın peşine takılma...." Avcı şöyle bir bakmış kuşa:
"Bu söylediğin büyük cevherler değil, ben
zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla işe yarayacak
bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım," demiş.
Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine,
açmış ağzını yummuş gözünü..
"Avcı avcı, salak avcı sen beni herhangi bir
kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum.
Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde
kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydm dünyanın en zengin
adamı olacaktın."
Bunu duyan avcı çılgına dönmüş, bağırıp
çağırmaya başlamış... "Seni yine yakalayacağım" diye tepinmiş, deliye
dönmüş hırsından. Hemen ağaca tırmanmaya başlamış.
Kuş ağacın en üst dallarından birine adamın
erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım
derken yuvarlanmış ağaçtan....
"Nasılsın bakalım?" demiş kuş, "Öğütlerimi
beğenmemiştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne
dedim önce? Sağduyuya akla ters gelecek hiçbir şeye inanma. Be adam kalbi
yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün döndü. Yaptığın hiç bir şeyden
pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi yapmadan önce
iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından da hemen bıraktığına
pişman olup peşime düştün.
Üçüncü öğüdüm, gerçekleşmesi imkânsız bir şey
için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum, uçmuş
uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam?"
Kuş bunları söyledikten sonra uçmuş gitmiş.
Kuşlar yüksekten uçarken gölgeleri de yerde
uçar görünür. Budala avcı, başını kaldırıp havada uçan kuşları
görmediğinden, yerdeki gölgeleri gerçek zannediyor ve onlar; avlamak için
ok atıp duruyordu.
Nihayet gölgelerin peşinde koşmaktan ve ok
atmaktar yoruldu. Ok torbası boşaldığı halde bir kuş bile avlayamadi.
Gün sona ermiş, oklar boşa gitmişti. Eve eli
boş döner ken üzüntü içindeydi. Bütün emekleri ziyan olmuştu.
Mecnun ayrılık derdinden dolayı boğaz
hastalığına yakalandı. Tedavi için hekim çağırdılar. Hekim gelip Mec-nun'u
muayene etti ve Mecnun'dan kan almaktan başka çare bulamadı. Kan alma işini
yapan bir hacamatçı çağırdılar. Hacamatçı geldi, Mecnun'un kolunu bağladı.
Şişmiş olan yeri keseceği sırada Mecnun bir nara atarak dedi ki:
"Ey kan alan adam!.. Ey hacamatçı hekim!..
Paranı al ve git, bana dokunma, damarımı kesme. îsterse bu dertten
Öleyim!.."
Hacamatçı şaşırdı:
"Bundan niçin korkuyorsun, sen kükremiş
arslandan bile korkmazsın. Aslan, kaplan, ayı, kurt gibi yabani hayvanlar
geceleri saf saf etrafında toplanıyorlar, onlardan korkmuyorsun da, bundan
mı korkuyorsun?.."
Bunu duyan Mecnun:
"Hayır," dedi. "Beni yaralamandan, damarımı
kesmenden korkmuyorum. Benim bütün vücudum Leyla ile dolu, damarlarımı
keserken ona zarar vermenden korkuyorum.
Bir sevgili, âşık olduğu kişiye, "Yiğidim!
dedi. "Sen çok gurbet gezdin, bir çok şehirler gördün. Söyle bakalım
gördüğün şehirlerin hangisi daha güzeldi?"
Sevgilisi hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
"En güzeli, sevgilinin oturduğu şehir," dedi
ve şöyle devam etti:
"Padişah yaygısını nereye yaydıysa, orası iğne
deliği kadar dar da olsa bize bir sahra kadar geniş gelir. Ay yüzlü
Yusuf'un oturduğu yer kuyunun dibi de olsa orası bize cennetten farksızdır."
Sevgili, âşıklarından birini huzuruna çağırdı.
Âşık sevgilinin huzuruna gelince, ona yazdığı mektubu çıkarıp okumaya
başladı.
Mektup beyitler hasretleri ve Övmeler gibi bir
sürü sözlerle doluydu.
Bunları dinleyen sevgili:
"Ben buradayken sen tutmuş huzurumda mektup
okuyorsun. Bu boşuna zaman kaybı değil midir? Ben yanında duruyorum sen
tutmuş bana kavuşma arzularını ifade eden mektuplar okuyorsun Bu nasıl
âşıklıktır/' dedi.
Âşık cevap verdi:
"Biliyorum sen burdasın, fakat ben yanında
olmaktan dolayı gereken heyecanı ve mutluluğu duymuyorum. Sen benim hayat
kaynağımdın ben o kaynaktan ölümsüzlük
suyu içiyordum. Şimdi o kaynağı
görüyorum fakat su yo] Suyun yolunu birilerimi kesti?" dedi.
Bunun üzerine sevgili:
"O halde sen bana değil bendeki hâle âşıksın,
hâl ded: ğin şey kalıcı değil an be an değişen bir şeydir," dedi.
Padişahın biri Mecnun âşkından deli divane
olup çö3 lere düştüğü Leyla'yı merak etmişti. Leyla'nın bulunu huzuruna
getirilmesini emretti. Leyla'yı bulup getirdileı Padişah Leyla'yı görünce
hayretler içinde kalıp sordu:
"Mecnun'un aşkından deli divane olup dağlara
çöller düştüğü Leyla sen misin? Senin öyle fevkalâde bir güzel ligin
olmadığı gibi, sıradan bir kadından hiç farkın yoi Hal böyle iken nasıl olur
da Mecnun senin için deli divan' olur."
Leyla hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
"Padişahım susunuz! Çünkü sen Mecnun değilsin
Bendeki güzelliği görebilmen için sen de Mecnun'un göz lerinin olması ve
bana Mecnun'un gözleriyle bakmaı gerekir."
Padişah bu sözler karşısında söyleyecek bir şe
bulamadı.