Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Reddül Muhtar,İbn-i Abidin

TALÂK BAHSİ 2

ZORLAMAKLA SAHİH OLAN MESELELER. 9

SARHOŞUN TARİF VE HÜKMÜ. 12

TALÂKIN SAYISI KADINLARA BAKARAK İTİBAR EDİLİR. 18

SARİH BÂBI 1

İNKILÂB, İKTİSAR, İSTİNAD VE TEBYİN. 1

CİMA EDİLMEYEN KADINI BOŞAMA BABI 1

KİNÂYELER BÂBI 2

SARİH SARİHA VE BÂİNE MÜLHAK OLUR. 9

TALÂKI TEFVİZ BÂBI 15

EMRİN ELİNDEDiR BÂBI 24

MEŞİET (DİLEK) HAKKINDA BİR FASIL 29

TÂLİK BÂBI 2

TÂLİKTAN MURAD CEZA VERMEKTİR, ŞART DEĞİLDİR. 4

TAS MESELESİ 8

İSTİSNA VE DİLEMEK MESELELERİ 21

VAZ' İSTİSNANIN HÜKÜMLERİ 29

HASTANIN TALÂKI BÂBI 36

HASTANIN TALÂKI BÂBI 1

RİC'AT BÂBI 2

İLÂ BÂBI 2

HUL BÂBI 2

HASTA KADININ HUL'U. 20

ZIHÂR BÂBI 2

KEFFÂRET BÂBI 2

LİÂN BÂBI 2

İNNİN VE BAŞKALARI 2

İDDET BÂBI 2

HİDAD (YAS TUTMA) HAKKINDA BIR FASIL 2

NESEBİN SÜBUTU HAKKINDA BİR FASIL 2

HADÂNE BÂBI 2

NAFAKA BÂBI 2


TALÂK BAHSİ

 

METİN

Talâk, lügatta bağı çözmek demektir. Lâkin ulema onu kadın hakkında boşama saymışlardır. Kadından başka şeyler hakkında o, salıvermek demektir. Bundan dolayıdır ki, "sen mutlakasın" sözü, kinâyedir. Şer'an talâk; lâfz-ı mahsus ile bâinde halen, ric'îde meâlen nikâh kaydını kaldırmaktır.

İZAH

Musannıf nikâhı ve nikâha bitişik ve ondan sonra gelen hükümlerini bitirdikten sonra, nikâhı ortadan kaldıran şeyleri izaha başlamış, bu hususta süt meselesini önce almıştır. Çünkü süt meselesi ebedî haram olmayı icabeder. Talâk bunun hilâfınadır. Yani şiddetliyi hafiften önce zikretmiştir. Bahır.

«Lâkin ulema onu ilh...» Bahır'ın buradaki ibaresi şöyledir: «Ulema bu kelimenin nikâhta tatlîk, başka yerlerde itlâk şeklinde kullanıldığını söylemişlerdir. Hattâ birincisi sarih, ikincisi kinaye olmuştur. Binaenaleyh, "seni tatlîk ettim, sen mutallakasın" sözlerinde niyete muhtaç değildir. Fakat, "seni ıtlâk ettim, sen mutlakasın" sözlerinde niyete bağlıdır.»

Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Bu kullanma örfe göredir. Velevki mânâ lügaten her iki lâfızda değişmesin. Böyle şeyler caizdir. Nitekim 'Hasân' kelimesi kadın hakkında; 'Hisân' kelimesi ise at mânâsında kullanılır.» Zâhire bakılırsa, Bedâyi sahibi örften, lügat örfünü kasdetmiştir. Çünkü kendisi başka bir yerde, "Talâk lügatta ve şeriatta nikâh kaydını kaldırmaktan ibarettir." diye açıklamıştır. Keza talâkın lügatta sarih ve kinaye kısımlarına da delâlet ettiğini açıklamıştır.

«Şer'an talâk ilh...» tarifine Bahır sahibi birkaç şekilde itiraz etmiştir.

Birincisi: Ulema; talâkın rüknü, kaydın kaldırıldığını bildiren lâfz-ı mahsustur, demişlerdir. Binaenaleyh tarifi bununla yapmak gerekir. Zira bir şeyin hakikatı rüknüdür. Bu izaha göre talâk; nikâh bağını kaldırmaya delâlet eden sözdür.

İkincisi: Kayıt, kadının çıkmaktan ve görünmekten men edilmiş olmasıdır. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir. Binaenaleyh bu tarif lügavî mânâya münasiptir. Şer'î mânâya münasip değildir.

Üçüncüsü: Talâkı, "Nikâh akdini velev meâlen olsun lâfz-ı mahsusla kaldırmaktır." diye tarif etmek gerekirdi.

Ben derim ki: Birincinin cevabı şudur: Talâk kelimesi mastar mânâsına gelen bir isimdir. Mastar tatlîktir, Nasılki selâm teslim mânâsına; serâh da tesrîh mânâsına gelir. Yahut talâk kelimesi talukat veya talekat fiilinin mastarıdır. Fetih'te böyle denilmiştir. Yukarıda geçti ki, lügaten talâk, mutlak surette bağı kaldırmaktır. Yani ister devenin ve esirin bağı gibi hissî olsun, ister buradaki gibi mânevî olsun fark etmez. Şer'î mânâ lügat mânâsında dahikullanılır. Böylece sabit olur ki, şer'î talâkın hakikatı, mastarın delâlet ettiği fiildir. Lâfzınkendisi değildir. Lâkin bu mânevi bir şey olup, ancak kullanıldığı lâfızla tahakkuk ettiği için, onun rüknü lâfızdır denilmiştir. Demek ki lâfız onun hakikatı değil; ona delâlet eden şeydir. Onun için musannıf Fetih sahibine uyarak, "Talâk, lâfz-ı mahsus ile nikâh bağını kaldırmaktır." demiştir.

İkinci ile üçüncünün cevabı da şudur: Kayıttan murad, akittir. Onun için Cevhere'de, "Şeriatta talâk, nikâh düğümünü çözmek için konulan mânâdan ibarettir." denilmiştir. Demek oluyor ki, Cevhere sahibi onu evvelâ söylediğimiz gibi mastar mânâsıyla tefsir etmiştir. Bağın kaldırılmasını düğümün çözülmesi tabiriyle; yani istiare yoluyla nikâh bağının çözülmesiyle ifade etmiştir. Akdin kaldırılmasından murad, hükümlerini kaldırmaktır. Çünkü akitler kelimelerden ibarettir. Bunlar konuşulduktan sonra meydanda kalmazlar. Nitekim bunu Telvîh sahibi illetler bahsinde tahkîk etmiştir. Bundan dolayıdır ki Bedâyi sahibi, «Nikâhın hükmünü kaldıran şeyin beyanına gelince: O talâktır." demiştir. Bundan önce şunları söylemiştir: «Sahih nikâhın hükümleri vardır. Bunların bazıları aslî, bazıları da tâbi'lerdendir. Birincisi, cimanın helâl olmasıdır. Ancak bir ârıza bulunursa helâl olmaz. İkincisi, bakmanın helâl olması, milk-i müt'a, milk-i hapis vesairedir.» Bahır sahibi, "Akdin eserlerinden biri de, cima edilen kadın hakkında iddettir. Onun için ulema talâkı akdin kaldırılmasıdır diye tefsir etmemişlerdir." diye itirazda bulunmuşsa da kendisine, "İddet nikâhın hükümlerinden değildir. Çünkü nikâh iddet için tahsis edilmiş değildir. iddetin nikâh eserlerinden olması, nikâhın hükümleri kalktıktan sonra bulunmasına aykırı değildir. Nasılki bizzat talâk nikâh akdinin eserlerindendir. Ama nikâhın hükümlerinden olması doğru değildir." diye itiraz edilmiştir.

Bunun izahı şudur: Akitler hükümlerinin illetleridir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Yine ulemanın söylediklerine göre, hariçten hükme taallûk eden bir şey eğer hükümde müessir ise, bu illettir. Tesirsiz olarak hükme ulaştırırsa sebeptir. Müessir değil, ulaştırmış da değilse bakılır: Hükmün vücudu o şeye bağlı ise, bu şarttır. Bağlı değilse, o şeye delâlet ettiği takdirde alâmettir. Tamamı usûl kitaplarındadır. Şüphesizki nikâh akdi cimanın helâl olması için illettir. Helâllığı kaldırmanın illeti değildir. Helâllığı kaldırmanın illeti talâktır. Çünkü talâk onun için konulmuştur. Evet, nikâh bunun şartıdır. Nitekim talâk da iddetin vâcip olması için şarttır. Ulemanın iddet bâbında açıkladıklarına göre, iddetin şartı, nikâhı veya nikâh şüphesini kaldırmaktır. Şu halde nikâh talâkın iddet için şart olabilmesinin şartıdır. Bu suretle iddetin bu itibarla nikâhın eserlerinden olması sahihtir. Anla!

"Meâlen" yani ileride iddet bittikten sonra yahut birinci talâka iki talâk daha katıldıktan sonra nikâh kaydını kaldırmaktır. Bu izaha göre kadın iddet içinde veya kocası kendisine döndükten sonra ölürse, birinci talâkın vukubulmadığı anlaşılmak gerekir. Hattâ kocasıkarısını hiç boşamadığına yemin etse, yemini bozulmuş olmaz. Bahır. Burada şöyle denilebilir: Kadına dönmek talâkın vukuunu gerektirir. Zeylâî ve başkalarının açıkladıklarına göre talâk vukubulmadan kadına dönmek imkânsızdır. Makdisî. Binaenaleyh talâkın her iki nev'ine şâmil olacak doğru tarifi, Kuhistânî'nin yaptığıdır. Kuhistânî, «Talâk, nikâhı yahut onun noksanlaşan helallığını lâfz-ı mahsus ile gidermektir.» demiştir. Onun içindir ki Bedâyi sahibi, «Ric'î talâka gelince: Ona verilen aslî hüküm, sayının eksilmesidir. Milkin elden gitmesi, cimanın helâl olması ise onun aslî hükmü değildir. Hattâ derhal sabit olmaz. Bilâkis iddet bittikten sonra sabit olur. Bu bize göredir. Şâfiî'ye göre ise cimanın helallığının kalmaması onun aslî hükümlerindendir. Hattâ müracaat etmezden önce o kadına cima etmesi helâl değildir.» demiştir.

METİN

Lâfz-ı mahsus talâka şâmil olan sözdür. Bununla âzâd ve bülûğ muhayyerliği gibi fesihler ve dinden dönmek tariften hariç kalır. Zira bunlar talâk değil fesihtir. Bununla anlaşılır ki, Kenz ile Mültekâ'nın ibareleri hem tard hem akis yoluyla bozuktur. Bahır. Umumiyetle ulemayo göre kadın boşamak mübahtır .Çünkü âyetler mutlaktır. Ekmel. Bazılan - yâni Kemâl - esah olan haram olmasıdır. Ancak şüphe ve yaşlılık gibi bir hâcetten dolayı mübah olur demiştir. Ama mezhep birinci kavildir. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Ulemanın, «Talâkta asıl haram olmasıdır.» sözlerinin mânâsı şudur: Şâri hazertleri bu esası bırakarak onu mübah kılmıştır.

İZAH

«Talâka şâmil olan sözdür.» Yani t, I, k maddesine şâmil olan sözdür ki, sen tâliksin dediğinde açık; sen mutlakasın sözünde kinaye yoluyladır.

«Fesihler hariç kalır ilh...» Fetih sahibi şöyle demiştir: «Böylece, kadın müslümanlığı kabulden çekindiği, karı-kocadan birinin dinden döndüğü, iki memleketin birbirine hakikaten veya hükmen zıt düştüğü, bülûğ ve âzâd muhayyerliği, küf' olmamak ve mehir noksanlığı gibi bir sebeple hâkimin karıkocayı birbirinden ayırması tariften hariç kalmıştır. Çünkü bunlar talâk değildir.» Velî bâbında manzum olarak nelerin talâk, nelerin fesih sayılacağı ve hâkimin hükmünün şart olup olmadığı yerler geçmişti. Oraya müracaat edebilirsin!

«Bununla...» Yani meâlen ve lâfz-ı mahsus kayıtlarını ziyade etmekle demektir.

«Kenz ile Mültekâ'nın ibareleri» ki, «Şer'an nikâhla sabit olan kaydı kaldırmaktır.» şeklindedir.

«Hem tard hem akis yoluyla bozuktur.» Yani yaptıkları tarif ağyarını mâni değildir. Çünkü fesihler dahildir. Efradını cami de değildir. Çünkü talâk-ı ric'î hariç kalır.

«Şüphe» den murad, kadının fahişelik yaptığını zannetmektir.

«Mezhep birinci kavildir.» Çünkü Teâlâ Hazretlerinin, «O kadınları iddetleri için boşayın.» «Kadınları boşarsanız size bir günah yoktur» gibi âyetleri mutlaktır. Bir de Peygamber (s.a.v.) Hz. Hafsa'yı ortada bir şüphe ve yaşlılık bulunmadığı halde boşamıştır. Ashab-ı Kiram da öyle yapmışlardır. Hasan b. Ali (r.a.) çok kadın almış ve boşamıştır. Ebû Dâvûd'un rivayet ettiği, «Peygamber (s.a.v.); Allah indinde helalın en sevimsizi talâktır, buyurdu.» hadîsine gelince: Burada helaldan murad; yapılması lâzım olmayan şeydir ki mübaha, menduba, vâcibe ve mekruha şâmildir. Nitekim bunu Şümunnî söylemiştir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.

Ben derim ki: Lâkin cevabın hâsılı şudur: Bir şeyin sevimsiz olması helâl olmasına aykırı değildir. Çünkü bu mânâya helâl, mekruha şâmildir. Mekruh da sevimsizdir. Helaldan, «terki fiiline tercih olunmayan» mânâsı kasdedilirse, bunun hilâfınadır. Sen biliyorsun ki, bu cevap ikinci kavli te'yid etmektedir. Ondan sonra dahi ikinci kavlin te'yidi gelmektedir.

«Ulemanın» sözü Fetih sahibine cevaptır. Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Ulemanın talâk mubahtır demeleri ve talâk ancak yaşlılıktan veya şüpheden dolayı mübah olur diyenlerin sözünü Peygamber (s.a.v.) Hz. Hafsa'yı boşadı diye iptal etmeleri talâkta asıl haram olmasıdır sözlerine aykırı değildir. Çünkü talâkta nikâh nimetine karşı küfran (nankörlük) vardır. Talâkın mübah kılınması, kurtuluşa ihtiyaç olduğu içindir. Bir de; Allah indinde helalın en sevimsizi talâktır, buyurulduğu içindir.»

Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Bu kaide şer'an talâkın haram olduğuna delâlet etmez. O ancak burada esas haram olduğunu bildirir. Bu da şeriatla terkedilmiştir. Binaenaleyh meşru olan helâl olmasıdır. Bu, fukahanın şu sözlerine benzer: Nikâhta asıl, haram olmasıdır. O ancak doğurmaya, üremeye ihtiyaç olduğu için mübah kılınmıştır. Bu sözden onun haram olduğu anlaşılır mı? Hak olan, kadından kurtulmak isteyerek ihtiyaç yokken talâkın mübah olmasıdır. Buna delil, yukarıda geçen âyetlerdir.»

Ben derim ki: İki esasın arasındaki fark gizli değildir. Çünkü nikâhta asıl olan memnuiyet tamamiyle giderilmiştir. Onda aslâ memnu taraf kalmamıştır. Meğerki haricî bir ârıza olsun. Talâk böyle değildir. Hidâye sahibinin açıkladığına göre, o köleliği yok etmek cihetinden haddi zatında meşrudur. Bu da başkasından gelen bir mânâ için memnu olmasına aykırı değildir. Bu mânâ kendisine birçok dînî ve dünyevî yararların taallûk ettiği nikâhı kesmektir. Bu açık gösterir ki, talâk hem meşru hem memnu iki taraflı bir şeydir. Meşru ile memnuun bir yere gelmelerinde zıddiyet yoktur. Çünkü haysiyet muhteliftir. Gaspedilen yerde namaz kılmak gibi ki, burada asıldaki memnuiyet tamamiyle yok olmamıştır. Bilâkis şimdiye kadar mevcuttur. Nikâhtaki memnuiyet bunun hilâfınadır. O, muhterem olan insan cüzüyle faydalanmak ve başkalarının avret yerlerini görmek cihetinden memnu idi. Fakat bu memnuiyet, doğuma ve bu âlemin devamına olan ihtiyaç sebebiyle ortadan kalkmıştır.

Talâka gelince: Onda asıl olan, memnuiyettir. Yani haram olmasıdır. Ancak onu mâbah kılan bir ârıza sebebiyle mâbah olur. Ulemanın, «Talâkta asıl, haram olmasıdır. Mübah kılınması kurtuluşa olan ihtiyaçtan ileri gelir.» sözlerinin mânâsı budur. Talâk hiç sebepsiz olursa, onda kurtulmaya ihtiyaç yok demektir. Bilâkis ahmaklık, düşüncesizlik ve sırf nankörlük olur. Sadece kadına, ailesine ve çocuklarına eza, cefadan ibarettir. Onun içindir ki ulema, «Talâkın sebebi, karı-kocanın ahlâkı birbirine uymadığı ve Allah'ın emirlerini yapmamayı icabeden küsüşme ârız olduğu vakit, birbirlerinden kurtulmaya ihtiyaç hâsıl olmasıdır.» demişlerdir. Demek ki hâcet, söylenildiği gibi yaşlılığa ve şüpheye mahsus değildir. Bilâkis umumîdir. Nitekim Fetih sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Şer'an mübah kılan hâcetten ayrıldığı yerde aslî memnuiyeti üzere kalır. Onun için Teâlâ Hazretleri, «Eğer kadınlar size itaat ederlerse, onların aleyhine yol aramayın.» Yani ayrılmayı istemeyin buyurmuştur. Allah indinde helâlın en sevimsizi talâktır, hadîsi de buna göre yorumlanır.

Fetih sahibi diyor ki: «Mübah sözü, bazı vakitlerde mübah kılınan mânâsına yorumlanır. Yani mübah kılan hâcet tahakkuk ettiği zaman demektir.» Zikredilen hâcet bulundu mu talâk mübahtır. Peygamber (s.a.v.) ile ashabının ve diğer imamların yaptıklan da, kendilerini abesle iştigalden ve sebepsiz yere eziyet vermekten korumak için buna yorumlanır. Şu halde Bahır sahibinin, «Hak olan, kadından kurtulmak için hâcet yokken talâkın mübah olmasıdır» sözünden muradı, sebepsiz kurtulmaksa - ki hatıra gelen budur - memnudur. Çünkü ulemanın, «Talâkın mübah kılınması, kurtulmaya hâcet olduğu içindir.» sözlerine muhaliftir. Onlar bunun ancak ihtiyaç hâsıl olduğu vakit helâl olduğunu söylemişlerdir. Mucerret kurtulmak istediği vakit helâl olur demek istememişlerdir. Bahır sahibi ihtiyaç anında kurtulmayı kasdettiyse, matlub olan budur. Yine Bahır sahibinin, «Fetih sahibinin sahih kabul ettiği kavil, zayıf olan kavli tercihtir. Ulemamızın mezhebi değildir.» ifadesi söz götürür. Çünkü zayıf olan, yaşlılık veya şüpheden başka bir sebeple talâkın mübah olmamasıdır. Fetih sahibinin sahihlediği ise, böyle bir şeyle kayıtlı» olmamasıdır. Nitekim ulemanın hâceti mutlak söylemeleri de bunu iktiza eder. Yine bu anlattığımız ile, ulemanın mübahtır demeleriyle talâkta asıl haram olmasıdır sözlerinin arasındaki zıddiyet ortadan kalkmıştır. Çünkü haysiyet muhteliftir. Keza Bahır sahibinin mezhep budur diye iddia etmesiyle, Fetih sahibinin sahih kabul ettiği kavil arasında muhalefet olmadığı da anlaşılmıştır. Bu izahı ganimet bil! Çünkü o, kâdir olan Allah'ın bahşettiği fütûhattandır.

METİN

Hattâ eza veren veya namazı terkeden kadını boşamak müstehap bile olur. Gâye. Bu şunu ifade eder ki, namaz kılmayan kadınla geçinmekte günah yoktur. İyilikle elde tutmak mümkün değilse, kadını boşamak vâcip; talâk bid'î olursa haramdır. Talâkın iyiliklerinden biride onunla kötülüklerden kurtulmaktır. Bununla anlaşılır ki; «Seni boşarsam sen ondan önce üç talâk boşsun.» gibi devir talâkı bilittifak vâkidir. Nitekim bunu musannıf Cevâhiru'l-Fetevâ'ya nisbet ederek beyanda bulunmuştur. Hattâ devrin sahih olduğuna bir hâkim hükmetse, hükmü asla geçerli olmaz.

İZAH

«Eza veren kadın» sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh kendine eza verenle, başkasına eza verene; diliyle eza verenle, fiiliyle eza verene şamildir. T.

«Veya namazı terkeden kadın.» öyle anlaşılıyor ki, namazdan başka farzları terketmek de namaz gibidir. İbn-i Mes'ud (r.a.)'un, «Kadının mehri boynumda borç olarak Allah Teâlâ'ya kavuşmam, namaz kılmayan bir kadınla geçinmemden daha hayırlıdır.» dediği rivayet olur. T.

«Bu şunu ifade eder ki...» Yani boşamanın müstehap olması, namaz kılmayan kadınla geçinmenin günah olmadığını ifade eder. Bunu Bahır sahibi söylemiş ve şöyle demiştir: «Onun için Fetevâ kitaplarında ulema; erkek karısını namazı terkettiği için dövebilir. demişlerdir. Fakat buna bel bağlamamışlardır. Halbuki kadını namazı terkettiği için dövmek hususunda iki rivayet vardır. Bunları Kâdıhân zikretmiştir.»

«İyilikle elde tutmak mümkün değilse...» Meselâ erkek enenmiş veya âleti kesik yahut kalkınamaz olursa; yahut şekkâz veya bağlı olursa, kadını boşaması vâcip olur. Şekkâz; kadınla düşüp kalkmazdan önce âleti kalkıp, sonra cima için kalkmâyan kimsedir. Bağlıdan murad; sihirlenen kimsedir.

«Bid'î» talâkın beyanı az ileride gelecektir.

«Talâkın iyiliklerinden biri de, onunla kötülüklerden kurtulmaktır.» Yani gerek dînî, gerek dünyevî kötülüklerden kurtulmaktır. Bahır. Meselâ evliliğin hakkını veremez yahut kadına karşı şehvet duymaz olmuştur. Fetih sahibi diyor ki: «Onun iyiliklerinden biri de, kadınların değil, erkeklerin eline verilmiş olmasıdır. Çünkü kadınların akılları eksik, heva hevesleri galip, dinleri noksandır. Bunlardan biri de. talâkın üç defa meşru olmasıdır. Zira nefis yalancıdır. Çok defa kadına ihtiyaç yokmuş gibi gösterir, sonra pişmanlık hâsıl olur. Binaenaleyh erkek birinci ve ikinci defalarda kendini denesin diye üç defa meşru olmuştur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«Bununla» Yani zikredilen kurtuluşun talâkın iyiliklerinden olmasıyla anlaşılır ki, devir talâkı vâki olur. Çünkü bu talâk vâki olmasa, bu hikmet de elden gider. H. Buna devir talâkı denilmesi, iş iki zıt arasında döndüğü içindir. Çünkü halen geçerli olmak üzere yapılan talâkın vukuundan, ondan öncesine tâlik edilen üç talâkın vukuu lâzım gelir. Ondan önce yapılan üç talâka vukuundan bir talâkın, vâki olmaması lâzım gelir. Şu halde devirden murad, kelâm ilminde ıstılah olan devir değildir. Oradaki devir, iki şeyden herbirinin diğerine bağlıolmasıdır. Bundan da bir şeyin kendi nefsine bağlı olması ve ondan bir yahut iki mertebe geri kalması lâzım gelir. T.

«Vâkidir.» Yani kadını bir defa boşadı mı, geçerli olan bir talâkın üçü, muallâk olanın da ikisi vâki olur. Kadını iki defa boşarsa, ikisi de vâki olur; bir de muallâk talâk vâki olur. Üç defa boşarsa, üçü de vâki olur. Muallâk talâka ehliyet kalmamış olur. Bu sebeple o hükümsüz kalır. Karısına, «seni boşarsam sen ondan önce boşsun» der de, sonra bir defa boşarsa, biri halen geçerli, biri muallâk olmak üzere iki talâk vâki olur. Başkalarını buna kıyas et. Fethu'l-Kadir'de böyle denilmiştir.

«Bir hâkim hükmetse ilh...» sözü, bilittifak vâki olur ifadesi üzerine tefri edilmiştir. Buna musannıf dahi Cevâhiru'l-Fetevâ'dan naklen söylemiş ve şöyle demiştir: «Bir hâkim devrin sahih olduğuna, nikâhın devamına ve talâk vâki olmadığına hüküm verirse, hükmü gecerli olmaz. Başka bir hâkimin o karı-kocayı ayırması vâcip olur. Çünkü böyle bir şey hilâf sayılmaz. Zira meçhul, bâtıl, fâsit, butlanı meydanda bir sözdür. Bundan önce Cevâhiru'l-Fetevâ'dan naklen bu kavlin Şâfiîlerden Ebu'l-Abbâs b. Süreyc'e ait olduğunu ve bütün müslüman imamlarının bunu reddettiklerini, bunun yalan bir söz olduğunu söylemiştir. Zira sahabe ve tâbiinden al da selefin imamlarından Ebû Hanife, Şâfiî ve onların arkadaşlarına varıncaya kadar bütün ümmet mükellefin vâkidir diye ittifak etmişlerdir.»

Ben derim ki: Lâkin icma dâvâsı karşısında şu müşkil kalır: Şafiî imamlarından Müzenî, İbn-i Haddâd, Kaffâl, Kadı Ebu't-Tayyib, Beyzâvî gibi birçokları, devrin sahih olduğunu söylemişlerdir. Gazâlî ile Sübkî de bunlardan iseler de, sonradan dönmüşlerdir. Fethu'l-Kadir sahibi müteehirin ulemamızdan bazılarının devir bâtıldır dediklerini; ekserisinin ise sahih olduğunu söylediklerini ve kadının boş düşmediğini nakletmiştir. Bahır sahibi de onu te'yid etmiştir. Lâkin ben Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî'nin mufassal bir eserini gördüm ki, devrin bâtıl olduğunu ve ekseri Şâfiîlerin kavli bu olduğunu bildiriyor. Mâlikîlerden Karâfî'nin üstadı Izz b. Abdiselâm'dan - ki 'Ulemanın Sultanı' lâkabını taşır. Bir Şâfiî âlimidir.- naklettiğine göre devir sahih değildir. Onun sahih olduğunu söyleyen kimseye uymak haramdır. Bununla hüküm veren bir hâkimin hükmü bozulur. Çünkü şeriat kaidelerine aykırıdır.

Allâme İbn-i Hacer Hanefîlerle Mâlikîlerden ve Hambelîlerden bir cemaatın, devrin sahih olduğunu kabul edenlere ağır hücumlarda bulunduklarını söylemiş ve şöyle demiştir: «Bazı imamlar, Ebû Hanife ile arkadaşlarının devrin fâsit olduğuna ittifak ettiklerini nakleylemişlerdir. Onlardan yalnız üç talâk mı yoksa bir talâk mı sayılacağı hususunda ihtilâf rivayet edilmiştir. İrşad şarihinin bildirdiğine göre, fetva hususunda mutemet kavil, müneccez olan bir talâkın vukuudur. Mısır ve Şam beldelerinde amel buna göredir. Râfiî bu kavli Ebû Hanife'ye nisbet etmiştir. Hanefîlerden Sürûcî, mubalâğa göstererek demiştir ki: Bu, hıristiyanların mezhebine benzer. Onlar; koca, ömrü müddetince karısını boşayamaz derler.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Fethu'l-Kadir'de dahi bildirildiğine göre, devir sahihtir demek, hem lügatın, hem aklın, hem de şeriatın hükmüne muhaliftir. Fetih sahibi bunu gereğince anlatmıştır. Ona müracaat edebilirsin!

TEMBİH: Anladın ki, Şâfiîlerce mutemet olan kavil, yalnız müneccez bir talâkın vukuudur. Onlar bunu bütün tâlik cümlesini iptal ederek söylemişlerdir. Fetih'ten naklen yukarıda geçti ki, bize göre kesin olarak üç talâk vâkidir. Biz bunu yalnız cümledeki «ondan önce» sözünü iptal ederek söyleriz. Çünkü devir ancak bununla olur. İbn-i Hacer, Hambelîlerin müftüsünden onlarca bu hususta iki kavil olduğunu nakletmiştir. Hilâfın bizim mezhebimizde de sabit olduğunu evvelce arzetmiştik. Allahu a'lem.

METİN

Talâkın kısımları üçtür: Hasen, ahsen ve bid'î. Bid'î talâkı yapan günaha girar. Talâkın lâfızları, sarih ve ona mülhak olan sözlerle kinâye lâfızlardır. Talâkın mahalli, nikâhlı kadındır. Ehli de âkıl bâliğ ve uyanık olan kocadır. Rüknü; istisnadan hâli olan lâfz-ı mahsustur.

İZAH

«Sarih...» Yalnız nikâh bağını çözmek hususunda kullanılan sözdür, Bu sözle talâk-ı ric'î yahut talâk-ı bâin vâki olması müsavidir. Nitekim izahı gelecek bâbta yapılacaktır.

«Ona mülhak...» Yani niyete ihtiyacı olmadan boşamakta kullanılan tahrim kelimesi gibi yahut ric'î talâk ifade eden kelimelerden olmasına bakarak sarih hükmü verilen sözlerdir. Velevki niyete muhtaç olsunlar. İddetini bekle, rahmini temizle, sen birsin gibi sözler bu kabildendir. Bunu Rahmetî söylemiştir.

•Kinaye...» Talâk için konulmayan sözdür ki, talâka da, başka şeye de ihtimali vardır. Nitekim bâbında görülecektir.

«Talâkın mahalli nikâhlı kadındır.» Yani velevki ric'î talâkın iddeti içinde olsun; yahut hür kadın hakkında üçten aşağı, cariye hakkında ikiden aşağı talâk-ı bâin iddeti içinde bulunsun; veya karı ile kocadan birinin İslâmiyeti kabulden çekindiği veya dinden döndüğü için nikâhları feshedilsin de iddet halinde olsun. Kocasının oğlunu öpmek gibi hürmet-i müebbede sebebiyle feshedilen nikâhtan dolayı iddet bekleyen bunun hilâfına olduğu gibi, müebbed olmayan âzâd muhayyerliği, bülûğ muhayyerliği, küf'ü olmamak, mehir noksanlığı, karı iIe kocadan birinin esir edilmesi ve hicreti gibi hürmetten dolayı iddet dahi bunun hilâfınadır. Bu gibi iddetlerde talâk vâki olmaz. Nitekim Bahır sahibi bunu Fetih'ten naklen izah etmiştir. Keza bâbımızın sonunda geleceği vecihle, bir kadın kocasına mâlik olduğu an onu âzâd eder de kocası iddet içinde kendisini boşarsa, bu talâk vâki olmaz. Bu hususta sözün tamamı kinayeler bâbının sonunda gelecektir.

«Ehli de âkıl bâliğ kocadır ilh...» Şarih kocadır sözüyle kölenin efendisinden ve küçük çocuğun babasından ihtiraz ettiği gibi; âkıl sözüyle de -velev hükmen olsun - deliden, bunaktan, çıldırmıştan ve baygından ihtiraz etmiştir. Sarhoş, muztar olsun zorla içirilsin bunun hilâfınadır. Bâliğ sözüyle çocuktan ihtiraz etmiştir. Velevki mürâhik, yani bülûğa yaklaşmış olsun. Uyanık sözüyle de uyuyandan ihtiraz etmiştir. Bu gösterir ki, müslüman olması, sağlam, gönüllü, ciddi bulunması ve talâkı kasdetmesi şart değildir. Binaenaleyh kölenin, haram bir içki sebebiyle sarhoş olanın, kâfirin, hastanın, boşamaya zorlanan kimsenin, şakadan boşayanın ve hataen boşayanın talâkları vâkidir. Nitekim gelecektir.

«Rüknü; lâfz-ı mahsustur.» Bundan murad, talâk mânâsına delâlet eden sarîh veya kinaye sözdür. Binaenaleyh yukarıda geçtiği vecihle fesihler talâktan hariçtir. Lâfızla velev hükmen olsun sözü kasdetmiştir. Tâ ki okunaklı yazı, dilsizin işareti ve sen şöyle boşsun diyerek parmaklarıyla sayıya işareti tarife dahil olsun. Nitekim bunlar gelecektir. Bu izahtan anlaşılır ki, karısıyla kavga eden bir adam onun eline üç taş vererek boşamayı niyet eder, fakat sarih veya kinaye bir söz söylemezse, talâk vâki olmaz. Nitekim Hayreddin-i Remlî ve başkaları bununla fetva vermişlerdir. Keza bazı bedevîlerin yaptığı gibi kadına, başını tıraş et diye emir vermekle, niyet etse bile talâk vâki olmaz.

«İstisnadan hâli» olan sözle talâk vâki olur. Fakat boşama sözüyle birlikte şartlarını hâvi istisna bulunursa, talâk vâki olmaz. Binaenaleyh inşaallah boşsun gibi sözlerle talâk tahakkuk etmez. Bahır sahibi, «Talâk gayenin sonu olmamalıdır.» sözünü ilâve etmiştir. Zira bir adam karısına, «sen birden üçe kadar boşsun» derse, İmam-ı Âzam'a göre üçüncü talâk vâki değildir.

METİN

İçinde cima bulunmayan temizlik müddetinde yalnız ric'î bir talâk ile boşayıp, kadını iddeti geçinceye kadar terketmek, diğer talâklara nisbetle ahsen (en güzel) talâktır.

İZAH

«Yalnız ric'î bir talâk» diye kayıtlaması, bâin bir talâk olursa zâhir rivayete göre bid'î sayılacağı içindir. Ziyâdât'ın rivayetine göre bu mekruh değildir. Bunu Bahır sahibi Fetih'ten nakletmiş; sonra Muhit'ten naklen, «Hayız halinde hul' yapmak bilittifak mekruh değildir. Çünkü bedel elde etmek ancak bununla mümkün olur.» demiştir. Şarih bunu söyleyecektir ve tamamı iIeride gelecektir. Yalnız bir talâk demesi, başka bir kelime daha katarsa talâk bid'î olacağı içindir. Bir talâka aralıklı olarak başka talâklar ilâve ederse, bu da ahsen olmaz. Bahır. İçinde cima bulunan bir temizlik müddetinde yapılan talâk sünnî olur. Hattâ karısına sen sünnet vecihle boş ol dese ve kadın temiz olup başkası tarafından cima edilmiş bulunsa, yapılan zina ise, talâk vâki olur. Şübheyle cima ise, talâk vâki olmaz. Muhit'te böyledenilmiştir. Galiba fark, zinaya nikâh hükümleri terettüp etmediğinden ileri gelmektedir. Binaenaleyh o hiçe çıkarılmıştır. Şüpheyle cima bunun hilâfınadır. Bu izahtan anlaşılır ki, musannıfın, içinde cima bulunmayan temizlik müddeti» demesi, başkalarının, «içinde karısıyla cima etmediği» sözünden daha iyidir. Lâkin mutlaka, «Ondan önce hayız esnasında da cima etmemiş olması ve bunların ikisinde de talâk bulunmayıp, kadının hamileliği zuhur etmemesi, hayızdan kesilmiş veya küçük kız olmaması» demek lâzım gelir. Nitekim Bedayi'de böyle denilmiştir. Çünkü kadına hayız halinde cima edip de ondan sonraki temizlik müddetinde boşarsa, bu talâk bid'î olur. Keza temizlik halinde iki defa boşarsa yine bid'î olur. Çünkü bir temizlik halinde iki defa boşamak bize göre mekruhtur. Kadını hamileliği anlaşıldıktan sonra boşarsa, yahut kadın cima ettiği temizlik müddetinde hayız görmeyenlerden ise, talâk bid'î olmaz. Çünkü illet yani iddetini uzatma yoktur. Nehir.

«Kadını iddeti geçinceye kadar terketmek» sözünün mânâsı talâksız terketmek demektir. Yoksa mutlak surette semtine varmamak değildir. Çünkü o kadına ricat ederse, yapmış olduğu talâk ahsen olmaktan çıkmaz. Bahır.

«Ahsen» yani en güzel talâktır. Çünkü müttefekun aleyhtir. İkinci kısım talâk bunun hilâfınadır. Çünkü İmam Mâlik onun mekruh olduğuna kaildir. Zira bir talâkla hacet bitirilmiş olur. Bunu Bahır sahibi Mi'râc'tan nakletmiştir.

«Diğer talâklara nisbetle» ahsendir. Yoksa haddi zâtında bu talâk hasen demek değildir. Bununla, «Talâk helalların en sevimsizi olduğu halde nasıl güzel olur?» diye vârit olan itiraz defedilmiş olur. Talâkın mesnun olan iki kısmından biri budur. Burada mesnunun mânâsı, sevap celbeden sünnettir, demek değil; muahazeyi icabetmeyecek şekilde sabit olan mânâsınadır. Çünkü talâk haddi zâtında bir ibadet değildir ki, ona sevap verilsin. Burada murad onun mübah olmasıdır. Evet, kadını bid'î talâkla boşamaya sebep varken kocası sabreder de vakti gelince sünnî şekilde boşarsa, günaha girmekten sakındığı için sevaba girer. Yoksa talâktan kaçındığı için bir sevap yoktur. Zina etmek için bütün sebepler mevcut olduğu halde bir adamın kendini zinadan muhafaza etmesi gibi ki sevaba girer, fakat zina etmediği için değil, kendini tuttuğu içindir. Zira sahih kavle göre kulun mükellef olduğu şey, yokluk değil kendini tutmasıdır. Nitekim usûl-ü fıkıhtan öğrenilebilir. Bahır ve Fetih.

METİN

Hayız görenlerden cima edilmeyen bir kadını velev hayız esnasında olsun bir talâkla boşamak, cima edilen kadını ayrı ayrı üç temizlik müddetinde - o müddette veya ondan önceki hayızda cima etmemek ve boşamamak şartıyla - birer defa boşamak hasen ve sünnîdir. Hayız görmeyenler hakkında ise üç ayda birer defa boşamak hasen ve sünnîdir. Bundan anlaşılır ki, birinci kısım evleviyetle sünnîdir. Böylelerin, yani hayızdan kesilmiş, küçük ve hamile kadınların cimanın akabinde boşanmaları helaldır. Çünkü hayız görenler hakkında kerahet, gebelik tevehhümünden ileri gelir. Bunlarda ise o yoktur.

İZAH

Buradaki metnin hâsılı şudur: Sünnet vecihle talâk, biri sayı, diğeri vakit itibariyle olmak üzere iki kısımdır. Sayı itibariyle sünnet bir talâkın üzerine başka bir kelime katmamaktır. Bu hususta cima edilen kadınla edilmeyen arasında fark yoktur. Ancak cima edilen hakkında talâkın içinde cima bulunmayan bir temizlik müddetinde olması gerekir. Keza ondan önce geçen hayızda da cima bulunmamalıdır. Nitekim yukarıda geçti. Yoksa talâk bid'î olur.

Cima edilmeyen kadın hakkında talâkın, temizlik müddetinde olmasıyla hayız esnasında olması arasında fark yoktur. Çünkü vakıt yani cimadan hâli temizlik müddeti cima edilen kadına mahsustur. Binaenaleyh cima edilen kadın hakkında hem vakte hem sayıya dikkat etmek lâzımdır. Onu bir temizlik müddetinde bir defa boşamalıdır. En güzel sünnî talâk budur. Yahut üç ayrı temizlik müddetinde veya üç ayda birer defa boşar ki, bu da sünnî ve hasendir. Bahır sahibi Mi'râc'dan naklen burada halvetin de cima gibi olduğunu söylemiştir. Nikâh bahsinin halvet hükümlerinde bunun açıklaması geçmişti.

«Üç temizlik müddetinde» birer defa boşamak hür kadınlara mahsustur. Kadın cariye olursa, iki temizlik müddetinde birer defa boşanır. Bercendî. Temizlik müddetinin evveli ve sonu hakkında geçen hilâf burada da mevcuttur. Nitekim Bahır sahibi buna tembihte bulunmuştur.

«Ve boşamamak şartıyla...» Yani hayız halinde boşamamak şartıyla demektir. Çünkü bu, bir temizlik müddetinde iki talâkla boşamak gibidir ve mehruhtur. Şarihin, «o hayız müddetinde ve o temizlik müddetinde talâk bulunmamak» dememesi, sözümüz üç talâkı üç temizlik müddetine dağıtmak hususunda olduğu içindir. T.

«Üç ayda» birer defa boşamaktır. Yani kadını kamerî ayın başında boşarsa ki, bundan murad, hilâlin göründüğü gecedir. Üç ay itibara alınır. Aksi takdirde talâkı üç aya dağıtmış olmak için her ay bilittifak otuz gün üzerinden hesap edilir. İmam-ı Azam'a göre iddetin bitmesi hakkında dahi bu usül tâkip edilir. İmameyn'e göre bir ay gün hesabıyla, iki ay da hilâl hesabıyla itibara alınır. Fetih sahibi diyor ki: «Fetvanın İmameyn kavline göre olduğu söylenir. Çünkü bu daha kolaydır demişlerdir. Fakat bir şey değildir.»

«Hayız görmeyenler hakkında...» Yani yaşça bülûğa erip, kan görmeyen veya hamile yahut küçük olup muhtar kavle göre dokuz yaşına varmayan kız veya râcih kavle göre ellibeş yaşına varmış hayızdan kesilen kadının aylarla boşanması hasen ve sünnîdir. Temizlik mûddeti uzayan kadın ise, hayız görenlerden sayılır. Çünkü kendisi gençtir, kanı görmüştür, onu sünnet vecihle boşamak, hayızdan kesilme çağına varmadıkça yalnız bir talâkla olur. Zira onun hakkında hayız görmek ümidi vardır. Bunu birçok ulema açıklamışlardır. Nehir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu izaha göre kocası o kadınla temizliği esnasında cima etmiş de temizlik müddeti uzun sürmüşse, hayzını görünceye kadar onu sünnet vecihle boşaması mümkün olmaz. Hayzını görecek, sonra temizlenecektir. Bu hal, süt emzirme müddetinde hayız görmeyen genç kadınlarda çok görülür.»

Ben derim ki: Küçük kızı dokuz yaşına varmamışsa diye kayıtlamak, dokuz yaşına varan kızın talâkı aylara bölünmeyeceğini ifade eder. Halbuki öyle değildir. Bunun faydası, ondan sonra zikrettiği, «böylelerin cimanın akabinde boşanması helaldır» ifadesinde görünür. Nitekim anlayacaksın.

«Evleviyetle sünnîdir.» Çünkü birinci kısım bundan daha güzeldir. Bu söz Nehir sahibinin Fetih sahibine verdiği cevaptır. Fetih sahibi, «Bunu sünnet talâk diye tahsis etmenin bir vechi yoktur. Zira birinci talâk da öyledir. Binaenaleyh münasip olan onu iki sünnî talâktan fazileti az olan ile ayırmaktır.» demiştir.

«Çünkü hayız görenler hakkında kerahet ilh...» Yani hayız gören kadınlar hakkında cima edildiği temizlik müddetinde boşamanın mekruh olması, gebelik tevehhümünden dolayıdır. Böylece iddetin hayızla mı yoksa doğurmakla mı biteceği şaşırılır. Fetih sahibi diyor ki: «Bu vecih, küçüklüğünden veya büyüklüğünden dolayı değil de küçüklüğünden başlayarak temizlik müddeti uzayıp giden kadınla, bülûğ çağına vardığı halde henüz bülûğa ermeyen hakkında cimasının akabinde boşanmasının caiz olmamasını gerektirir. Çünkü bunların herbirinde gebelik tevehhüm olunur.» Bundan önce de şöyle demiştir: «Muhit sahibinin beyanına göre Hulvânî demiştir ki: Bu, gebeliği umulmayan küçük kız hakkındadır. Gebeliği umulan kadın hakkında ise erkek için efdal olan, o kadının ciması ile talâkı arasını bir ayla ayırmaktır. Nitekim Züfer böyle demiştir. Aşikârdır ki İmam Züfer'in kavli ayırmanın efdal olduğu hakkında değil, lüzumu hakkındadır.»

Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Teşbih sadece fâsıla yani ayın aslı hakkındadır. Efdaliyet hususunda değildir.» Fetih sahibi, «küçüklüğünden başlayarak» yani yaşca bülûğa erip de temizlik müddeti uzarsa sözüyle, hayız görerek bülûğa erdikten sonra temizlik müddeti uzayan kadından ihtiraz etmiştir. Çünkü böylesi sünnet vecihle yalnız bir defa boşanır, Nitekim yukarıda geçti. Çünkü bu kadın hayzını görmüş bir gençtir. Hayzının her an gelmesi beklenmektedir. Binaenaleyh onun hakkında hayız görenlerin hükmü bâkîdir. Bülûğa erip de hiç hayız görmeyen bunun hilâfınadır.

METİN

Bid'î talâk, bir temizlik müddetinde ayrı ayrı zamanlarda üç defa yahut bir defada iki talâk veya iki defada iki talâk boşayıp kadına dönmemektir. Yahut kadını cima edildiği bir temizlikmüddetinde bir defa boşamak veya cima edilen kadını hayız halinde bir defa boşamaktır. Musannıf, bid'î talâk bu ikisine muhalif olandır, dese daha kısa ve daha faydalı olurdu. Esah kavle göre hayız halinde boşadığı karısına dönmesi vâcip olur. Bu, günahı gidermek içindir.

İZAH

«Bid'î» bid'ata mensup demektir. Burada ondan murad, haram olan talâktır. Çünkü ulama boşayanın âsl olduğunu açıklamışlardır. Bahır.

«Ayrı ayrı zamanlarda üç defa» boşamaktır. Bir kelimeyle üç defa boşamak evleviyetle bid'î talâk olur. İmamiyye taifesinden rivayet olunduğuna göre, üç lâfzıyla talâk vâki olmadığı gibi; hayız halinde de vâki olmaz. Çünkü haram kılınmış bir bidattır. İbn-i Abbâs'dan bir rivayete göre, bu sözle bir talâk vâki olur. İbn-i İshak, Tâvûs ve İkrime buna kâildirler. Çünkü Müslim'in bir rivayetinde, «İbn-i Abbâs dedi ki: Resulullah (s.a.v.) ile Ebû Bekir devrinde ve Ömer'in hilâfetinin iki yılında üç talâk bir sayılırdı. Nihayet Ömer; halk öyle bir işte acele ettiler ki, kendilerine o işte mehil vardı. Bunu onlara geçerli kılsak ha! dedi ve aleyhlerine yürürlüğe koydu.» buyrulmuştur. Sahabe ve Tâbiinin cumhuru ile onlardan sonra gelen müslümanların imamları üç talâk vâki olduğuna kaildirler.

Fetih sahibi buna delâlet eden hadîsleri sıraladıktan sonra şunları söylemektedir: «Bu, yukarıda geçene aykırıdır. Ashabın Ömer'e muhalefet göstermemesi ve bu sözle geçmişte bir talâk vâki olduğunu bilmesi ile birlikte Ömer'in üç talâkı aleyhlerine geçerli sayması olacak şey değildir. Meğerki son zamanda nâsih bulunduğunu öğrenmiş olsunlar. Yahut son zamanda kalmadığını bildikleri birtakım mânâlara dayanan hükmün sona erdiğini bildikleri için muhalefet göstermemişlerdir. Hambelîlerden birinin, «Resulullah (s.a.v) kendisini görmüş bulunan yüz bin gözü dünyada bırakarak vefat etti. Onlardan yahut onların onda birinin onda birinin onda birinden üç talâk vâki olacağına dair size sahih bir kavîl rivayet olundu mu?» sözü bâtıldır. Şöyle ki: evvelâ Ashabın icmaı zâhîrdir. Çünkü Hz. Ömer üç talâkı geçerli kıldığı vakit onlardan hiçbirinin muhalefet göstermediği nakledilmemiştir. İcma ile sabit olan bir hükmü yüz binkişiden naklederken, herbirinin adını büyük bir ciltte tesbit edip bir kitap yazmak lâzım gelmez. Hem bu icma sükûtîdir. Sonra cimayı naklederken dikkat edilecek cihet, müctehidlerden nakledilendir. Bu yüz binin içinde fakih ve müctehid olanların sayısı yirmiyi geçmiyordu. Bunlar; Dört Halife ile dört Abdullah, Zeyd b. Sâbit, Mûaz b. Cebel, Enes ve Ebû Hureyre Hazretleri idi. Geri kalanlar bunlara muracaat eder, bunlardan fetva alırlardı. Bu zevatın çoğundan naklen açıkça sabit olmuştur ki üç talâk vâkidir. Kendilerine tek muhalif çıkmamıştır. Artık haktan sonra delâletten başka ne beklenir! Bundan dolayı diyoruz ki; bir hâkim, bir defada söylenen üç talâk birdir diye hüküm verse, geçersiz olur. Çünkü burada içtihada cevaz yoktur. Bu bir hilâftır, ihtilâfdegildir. Bu iş olsa olsa ümmüveled cariyeleri satmaya benzer ki, bunların satılamıyacağına icma vardır. Halbuki bunlar ilk devirlerde satılırlardı.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Fetih sahibi bu hususta sözü uzun tutmuştur.

«Bir temizlik müddettinde» sözü üç talâkın da, iki talâkın da kaydıdır.

«Kadına dönmemektir.» İki talâk arasında kadına dönmesi kavlen yahut öpmek, şehvetle dokunmak gibi fiilen olursa mekruh değildir. Fakat cima ile bilittifak caiz değildir. Çünkü bu, içinde cima bulunan temizlik müddeti olur. Bu izah aşağıda gelen Tahâvî rivayetine göredir. Zâhir rivayete göre kadına dönmek fâsıla sayılmaz. Araya nikâh girmesi de böyledir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Cima edildiği bir temizlik müddetinde...» Yani gebe kalmamak, hayızdan kesilmiş veya dokuz yaşına varmamış küçük kız olmamak şartıyla bir defa boşamak bid'î talâktır.

«Cima edilen kadını hayız halinde bir defa boşamaktır.» Yukarıda geçtiği vecihle, kendisiyle halvette bulunduğu kadını boşamak da böyledir.

«Daha kısa ve daha faydalı olurdu.» Daha kısa olması zâhirdir. Daha faydalı olmasına gelince: Çünkü hem onun zikrettiğine, hem de evvelce geçtiği vecihle talâk-ı bâine ve nifas halinde boşadığı karısına şâmil olurdu. Zira bu da bid'î talâktır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Keza hayız halinde cima edip ondan sonra gelen temizlik müddetinde boşadığı karısına da şâmil olurdu. tîA

«Esah kavle göre» sözünün mukabili, Kudûrî'nin, «müstehaptır» demesidir. Çünkü günah işlemiştir. Onu yok etmek imkânsızdır. Esas olmasının vechi, Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ömer'e, «Oğluna emret de hayız: halinde boşadığı karısına dönsün!» hadisidir. Bu hadis Sahihayn'da İbn-i Ömer (r.a.)'den rivayet olunmuştur. Zira hadîs-i şerif; biri açık, biri zımmî olmak üzere iki vücûba şâmildir. Açık vücûp Hz. Ömer'in emretmesidir. Zımnî olan da, oğluna söylerken ona taallûk edendir. Çünkü Ömer (r.a.) burada Peygamber (s.a.v.)'in naibidir. Binaenaleyh mübelliğ gibidir. Günahın yok edilmesinin imkânsızlığı sîgayı vücûp ifade etmekten değiştiremez. Zira onun eseri olan iddeti kaldırmayı icabetmesi ve iddeti uzatması caizdir. Çünkü bir şeyin devamı, bir vecihten eserinin devamıdır. Binaenaleyh hakikat terkedilemez. Meselenin tamamı Fetih'tedir.

METİN

Kadın hayızdan temizlendikten sonra isterse onu boşar, isterse tutar. Boşar diye kayıtlaması şundandır: Çünkü hayız halinde muhayyer bırakmak, kendini ihtiyar etmek ve hul' yapmak mekruh değildir. Müctebâ. Nifas da hayız gibidir. Cevhere.

İZAH

«Temizlendikten sonra isterse onu boşar.» Musannıfın ibaresinin zâhirinden anlaşıldığına göre, karısını hayzı içinde boşadığı temizlik devresinde boşar. Bu da Tahâvî'nin söylediğine muvafıktır ve İmam-ı Âzam'dan bir rivayettir. Çünkü talâkın eseri ricatla yok olmuştur ve sanki o hayzın içinde karısını boşamamıştır. Binaenaleyh o hayzın temizlik devresinde kadını boşaması sünnet olur. Lâkin Asıl'da zikredilen - Ki zâhir rivayet odur. Nitekim Kâfî'de de belirtilmiştir. Zâhir-i mezhep ve bütün imamlarımızın kavli de odur. - karısına hayız içinde dönerse, temizleninceye kadar boşamadan beklemesidir. Sonra hayzını görüp temizlendiğinde onu ikinci defa boşar. İçinde boşadığı hayızdan sonra gelen temizlik devresinde boşamaz. Çünkü bu bid'î talâk olur. Bahır ve Minah'ta böyle denilmiştir. Musannıfın ibaresi de buna ihtimallidir. H. Sahihayn'daki, «Oğluna emret de karısına dönsün! Sonra temizleninceye kadar onu tutsun; sonra hayzını görüp temizlendikte boşamayı dilerse ona dokunmadan boşasın! İşte Allah Azze ve Cellenin emir buyurduğu gibi iddet budur!» hadisi de zâhir rivayete delâlet etmektedir. Bahır. Fetih sahibi diyor ki: «Hadisin lâfzından, kadına dönüşün, boşadığı bu hayızla kayıtlı olduğu anlaşılıyor. Düşünülürse Ashabın sözlerinden anlaşılan da budur. Bunu yapmaz da kadın temizlenirse, ma'siyet karar kılar.» Ama şöyle denilebilir: «Bu Tahâvî'nin rivayetine göre zâhirdir. Mezhebe göre ise ikinci temizlik müddeti gelmeden ma'siyetin karar kılmaması gerekir. Bahır.»

Ben derim ki: Bu da söz götürür. Zira hadisten ve Ashabın sözünden anlaşılan bu olunca, mezhep de buna yorumlanır.

«Boşar diye kayıtlaması...» Yani, «yahut cima edilen kadının hayzında boşarsa» demesini kasdediyor. Bir de talâktan murad, ric'î olandır. Bu, bâinden ihtiraz içindir. Çünkü zâhir rivayete göre talâk-ı bâin bid'îdir. Velevki temizlik müddetinde yapılsın. Nitekim yukarıda geçti.

«Muhayyer bırakmak ilh...» Yani kadın hayızlı iken ona. «kendini seç» demek ve keza kadının kendini seçmesi mekruh değildir. Zahîre'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmektedir: «Kadının hoşlanmadığı bir hâlini gördüğü vakit. onu hayızlı iken hul' etmesinde bir beis yoktur. Hayız halinde muhayyer bırakmasında da bir beis yoktur. Kadının nefsini hayız halinde ihtiyar etmesinde dahi beis yoktur. Kadın bülûğa erer de kendini ihtiyar ederse, hayızlı olduğu zaman hâkimin onları ayırmasında beis yoktur.» Bedâyi, «Keza cariye âzâd olundukta hayızlı iken kendisini ihtiyar etmesinde bir beis yoktur. Âleti kalkmayanın karısı da öyledir.» denilmiştir.

«Mekruh değildir.» Çünkü kerahetin iIIeti, iddetl uzatması sebebiyle kadından zararı def etmektir. Çünkü içinde talâk vâki olan hayız iddetten sayılmaz. Kadın kendini ihtiyar etmekle ve hul' yapmakla buna razı olmuştur. Rahmetî.

«Nifas da hayız gibidir.» Bahır sahibi şöyle demiştir: «Hayızlı iken boşamak kadına iddetiuzatması sebebiyle men edilmiş olunca, nifas da onun gibidir. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir.

 

ZORLAMAKLA SAHİH OLAN MESELELER

 

METİN

Bir adam hayız görenlerden olup cimada bulunduğu karısına, «sen sünnet için üç defa boşsun yahut iki defa boşsun» dese, her temizlik müddetinde bir talâk vaki olur. Birinci talâk, içinde cima bulunmayan temizlik müddetinde olur. Eğer kadın cima edilmemişse yahut hayız görmeyenlerdense, bir talâk derhal vâki olur. Sonra kadını her nikâh ettikçe yahut her ay geçtikçe bir talak vâki olur. Bu adam üç talâkın o anda yahut her ay birer talâk vâki olmasını niyet ederse, niyeti sahih olur. Çünkü sözünün buna ihtimali vardır. Âkıl bâliğ olan her kocanın, velevki köle veya boşamaya zorlanmış olsun, velevki takdiren akıllı sayılsın, talâkı vâki olur. Takdiren sözünü, sarhoş dahil olsun diye Bedâyi sahibi ziyade etmiştir. Zorla boşayanın talâkı sahih; fakat talâkı ikrarı sahih değildir.

İZAH

«Sen sünnet için ilh...» sözünden murad vakittir. «Sen sünnet üzere yahut sünnetle beraber» demesi de aynı mânâyadır. Sünnet kelimesi kayıt değildir. Bu mânâyı ifade eden sair kelimeler de onun gibidir. Meselâ âdil talâk, iddet talâkı, din talâkı, İslâm talâkı. talâkın en iyisi, talâkın en güzeli, hak olan talâk yahut Kur'an veya kitap talâkıyla boşsun demesi bu kabildendir. Tamamı Bahır'dadır.

«Birinci talâk...» Yani üç talâkın yahut iki talâkın birincisi demektir. İçinde cima bulunmayan sözünden, ondan önceki hayız halinde de cima bulunmamasını kasdetmiştir. Nitekim önceki sözünden anlaşılmaktadır. İçinde bulunduğu temizlik müddeti kadını boşadığı temizlik müddeti ise, derhal bir talâk vâki olur. Sonra her temizlik müddeti geldikçe birer talâk olur. Kadın o anda hayızlı veya kendisiyle cimada bulunmuş ise boş düşüvermez. Hayzını görüp temizlendikten sonra boş olur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.

«Eğer kadın cima edilmemişse» sözü, "cimada bulunduğu karısına" ifadesinin muhterezidir. (Yani o sözle bundan ihtiraz etmiştir.) Nitekim, "hayzını görmezse" sözü de, ilk cümledeki "hayız görenlerden olup" sözünün muhterezidir. Hayız görmezse sözü, hâmileye de şâmildir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

«Bir talâk derhal vâki olur.» Yani iki surette hemen bir talâk olur. Derhal sözü hayız haline de şâmildir.

«Sonra kadını her nikâh ettikçe» ifadesi birinci surete râcîdir. Yani bir talâk derhal vâki olunca, kocasından iddetsiz olarak boş düşer. Çünkü olmadan önce boşanmıştır. Tekrar onunla evlenmedikçe öteki talâklar vâki olmaz. Evlenirse yine iddetsiz bir talâk vâki olur. Tekrar evlenirse üçüncü talâk vâki olur. Bahır sahibi bunu, "Yeminden sonra milkin elden çıkması onu bozmaz." şeklinde ta'lil etmiştir.

«Yahut her ay geçtikçe» sözü ikinci surete râcîdir. (Yani kadın hayız görmeyenlerdense, heray geçtikçe boş düşer.)

«Niyet ederse ilh...» demesi gösteriyor ki, üç talâkın üç temizlik müddetinde olması, bunu niyet ettiği yahut mutlak bıraktığı takdirdedir. Bundan başkasını niyet ederse niyeti sahihtir. Nehir.

«Çünkü sözünün buna ihtimali vardır.» Şöyle ki: "Sünnet için" sözü sünnet vakti mânâsına geldiği gibi; ta'lil mânâsına da gelebilir. Yani sen sünnet icabettiği için üç defa boş ol demiş olur. O anda talâkı niyet etmesi sahih olunca, her ay başında bir talâk olması evleviyetle sahihtir. Üç defa boşsun diye kayıtlaması şundandır: Çünkü bunu zikretmezse, cima etmediği temizlik devresinde boşadığı takdirde, hemen bir talâk vâki olur. Cima ettiği temizlik devresinde boşarsa, temizleninceye kadar hemen boş düşmez. Üç talâkı birden niyet ederse, bu hususta iki kavil vardır. Fetih sahibi sahih olmayacağını tercih etmiştir. Tamamı Nehir'dedir.

«Her kocanın talâkı...» Bu kaide talâk-ı bâinle boşananın kocasıyla bozulur. Çünkü iddet halinde kocasının ona yaptığı bâin talâk vâki olmaz. Buna şöyle cevap verilmiştir: «Bu adam her cihetle koca değildir. Yahut bu talâkın mümkün olmaması bir ârızadan dolayıdır. O da hâsılı tahsil lâzım gelmesidir.» Sonra musannıfın sözü talâk için vekil tayin ettiği ve talâkı fuzuli yapıp kocanın kabul ettiği suretlere de şâmildir. Nehir. Bunlar ileride gelecektir.

«Sarhoş dahil olsun diye...» Çünkü sarhoş, aklı başında hükmündedir. Bu onu içkiden men etmek içindir. Binaenaleyh musannıfın, "aklı başında" sözüyle, ileride gelecek olan. "yahut sarhoş" sözlerine aykırı değildir.

«Zorla boşayanın talâkı sahihtir.» Bu talâka vekil tayin etmek için zorlanması haline de şâmildir. Zorla vekil tayin eder de kadını vekil boşarsa. talâk vâki olur. Bahır. Bahır'ın hâşiye yazarı Hayreddin-i Remlî diyor ki: «Köle âzâdı da bunun gibidir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Nikâha tevkilini ise açık söyleyen görmedim. Zâhire bakılırsa bu hususta o da diğer ikisine muhalif değildir. Çünkü ulema zorla üçünün de sahih olduğunu açıklamışlardır. Bu istihsanen sahihtir. Zeylâî talâk meselesinde vukuun istihsanen olduğunu, kıyasa bakılırsa vekâletin sahih olmaması icabettiğini söylemiştir. Çünkü vekâlet şakayla olursa bâtıldır. Zorla olması da böyledir ve satışla emsali gibidir. İstihsanın vechi şudur: Zorlamak satışın münakit olmasına mâni değildir. Lâkin fâsit olmasını gerektirir. Keza tevkil de zorla münakit olur. Fâsit şartlar vekâlete tesir etmez. Çünkü vekâlet ıskat sayılan şeylerdendir. Batıl olmayınca vekilin tasarrufu geçerlidir. Talâktaki istihsanın illetine bir bak! Onu nikâhta da bulacaksın. Şu halde ikisinin hükmü de birdir.» Remlî'nin sözü burada biter.

Ben derim ki: Bu hususta sözün tamamı inşaallah ikrah bahsinde gelecektir.

«Fakat talâkı ikrarı sahih değildir.» Talâkı ikrarı diye kayıtlaması, sözümüz talâkta olduğuiçindir. Yoksa zorla ikrar ettirilen kimsenin başka şeyleri ikrarı da sahih değildir. Meselâ kölesini âzâd ettiğini veya nikâhı yahut karısına dönmesini vesaireyi zorla ikrar ederse hiçbiri sahih değildir. Nitekim Hâkim Kâfî'de bunları söylemiştir. Şu da var ki Bahır'da, "Zorlamaktan murad, talâk sözünü söyletmektir. Karısını boşadığını yazmaya zorlanır da yazarsa, kadın boş düşmez. Çünkü yazı hâcetten dolayı söz yerine geçer. Burada hâcet yoktur. Hâniyye'de de böyle denilmiştir. Bir kimse talâkı yalandan veya şakadan ikrar ederse, kazaen talâk vâki, diyaneten vâki değildir." denilmiştir. Tamamı ileride gelecektir.

METİN

Nehir sahibi zorlamakla sahih olan şeyleri nazma çekerek şöyle demiştir:

«Talâk, îlâ, zıhâr ve ricat

Nikâh, beraberinde döl alma, amden kısastan afv

Radâ', yeminler, îlâdan dönme ve nezri

Vedia kabulü, keza amden kısastan sulh.»

İZAH

"Talâk" sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh bâinin iki kısmıyla talâk-ı ric'îye şâmildir. Bu kelime ona atfedilenlerle birlikte müptedadır. Haber-i muhzuftur ve zorlamakla sahih olur takdirindedir. (Yani talâk ve arkadaşları zorla yaptırılırsa sahih olur demektir.) Buna delil, sonunda, "işte bunlar zorlamakla sahih olur" demesidir. Sonra kocası cimada bulunmuşsa, mehr-i müsemmanın yarısını ondan alabilir. Bunu musannıf ikrâh bahsinde böyle anlatmıştır. T.

"İlâ." (liâ; karısına dört ay yaklaşmayacağına yemin etmektedir.) Dört ay yaklaşmazsa, kadın ondan boş düşer. Henüz zifaf olmamışsa, mehrinin yarısını vermesi vâcip olur ve bunu kendisini zorlayandan alamaz. Kâfî.

"Nikâh..." sözü, kadını veya kocayı nikâh akdine zorlamaya şâmildir. Nitekim ulemanın bunu mutlak söylemelerinin muktezası budur. Bazılarının, "Kadın nikâh akdine zorlanırsa akit sahih olmaz." sözü buna muhaliftir. Nitekim biz bunu nikâh bahsinde, "İki şâhidin huzuru şarttır." dediğimiz yerden az önce izah etmiştik.

«Döl alma»nın sureti, bir kimseyi cariyesini doğurtmaya zorlamaktır. O kimse cariyesiyle cima ederek bir çocuk doğursa nesebi ondan sabit Olur. Benden değildir demesi caiz değildir. T. Burada şöyle denilebilir: Bu, hissî bir fiil için zorlamaktır. Bu fiil cima olup, üzerine başka bir hüküm terettüb eder. O da cariyenin ümmüveled olmasıdır. Bunun misalleri çoktur. Nitekim, "ben filân hâneye girersem kölem âzâd olsun" dedikten sonra kendisi o hâneye girmeye zorlanırsa, köle âzâd olur. Ama zorlayan şahıs kendisine bir şey ödemez. "Keza filân köleye mâlik olursam âzâd olsun" dedikten sonra onu satın almaya zorlanırsa, köleazâd olur. Satana kıymetini ödemesi icabeder. Ama kendisi zorlayandan bir şey alamaz. Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinin ikrâh bahsinde böyle denilmiştir.

«Amden kısasdan afv...» Yani bir adam için insan öldürmek veya ondan aşağı bir cinayet sebebiyle kısas hakkı sabit olur da ölüm veya hapisle tehdit edilerek affederse, bu afv caizdir. Ne cinayet işleyene, ne de kendisini zorlayana bir ödeme yoktur. Çünkü kendinin bir malı telef edilmemiştir. Keza şahitler şahitlikten vazgeçerlerse kendilerine bir şey ödettirilmez. Bir kimsenin birinde mal veya nefisle kefâlet gibi bir hakkı olur da ölüm veya hapisle tehdit edilerek zorla o kimseyi ibrâ ederse, bu beraet bâtıldır, Kâfi'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, 'amden' sözüyle, hatadan ihtiraz etmiştir. Çünkü onun mücebi maldır. Ondan beraet sahih olmaz.

"Radâ' " sözüne döl alma meselesinde söylediklerimiz vârid olur. Çünkü bu da hissî bir fiil olup, üzerine başka bir hüküm terettüp eder. Bildiğin gibi bu inhisar altına alınamaz. Meselâ bir kimse karısıyla halvette kalmaya veya cimada bulunmaya zorlansa aynı şey söylenir ve o kimseye kadının bütün mehrini vermek vâcip olur. Keza karısının anasıyla yahut karısının kızıyla zina etmeye zorlansa karısı kendisine haram olur.

"Yeminler" hususunda Kâfî'nin ikrâh bâbında şöyle denilmiştir: «Bir adam ölüm tehdidiyle zorlanarak kendisine Allah için sadaka vermeyi veya oruç tutmayı, hacc veya umre yapmayı yahut Allah yolunda gazaya gitmeyi veya bir deve boğazlamayı yahut Allah Teâlâ'ya yaklaşmak sayılacak bir şeyi yapmayı farz kılarsa, o şey kendisine lâzım gelir. Zorlayan kimse bir şey ödemez. Keza onu bunlardan birini yapmaya veya başka bir tâat veya masiyet işlemek için yemine zorlarsa hüküm yine budur.»

«Vedia kabulü» sözünü Bahır sahibi Kınye'nin şu ifadesinden almıştır: «Bir kimse vediayı kabul etmek için zorlanır da o emanet elinde telef olursa, hak sahibi onu mûda'a (vediayı alana) ödettirir.» Nehir sahibi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Sonra bence bunun mûdi olduğu anlaşıldı. Ama hiçbir yerde yoktur. Sebebi şudur: Bezzâziye sahibinin söylediğine göre bir kimse malını bu adama emanet için hapis tehdidiyle zorlansa, mûda dahi onu kabul için zorlansa, o mal zayi olduğu zaman, zorlayana da, emanet alana da ödeme yoktur. Çünkü onu kendisi için almamıştır. Nitekim rüzgâr eserek o malı bunun kucağına atsa, o da sahibine iade ederim diye olsa, mal elinde zayi olduğu takdirde ödemez.»

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Zikredilen ta'lil gösteriyor ki, Kınye'nin meselesinde vedianın sahibi mûda'a bir şey ödettiremez. Çünkü onu kabule zorlanınca kendisi için almamış olur. Böylece kelimenin mûda değil mûdi olduğu, taayyün eder. Çünkü mûdi (vediyaı veren) onu kendi ihtiyarıyla vermiştir. Sahibi ona ödettirebilir. Bununla beraberkelimenin mûda okunması sahih olsa da bu yerlerden değildir. Çünkü sözümüz zorlamakla sahih olan şeyler hakkındadır. Onun ödetmesi ise, vediayı kabulü sahih olmadığını gösterir. Çünkü mûda'ın hükmü, emanet telef olursa ödememektir.

«Keza amden kısastan sulh...» Yani kâtilin mal pazarlığı ile kasten adam öldürmekten uzlaşmayı kabul için zorlanması böyledir. Bahır'ın ifadesi budur. Yani kâtil hak sahibiyle diyetten daha çok veya daha az mal vermek şartıyla zorlanır da uzlaşırsa, kısas bâtıl olur. Cinayeti işleyene bir şey lâzım gelmez. Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Bundan önce de, "Kasten öldürülen kimsenin velîsi bu işe bin dirhemle uzlaşmak için zorlanırsa, bin dirhemden başka bir şey alamaz." denilmiştir. İkincide kâtilin mal ödemesi lâzım gelmesi, zorlanmış olmadığı içindir.

METİN

«Mal karşılığı talâk, o talâkı getiren yemin

Keza âzâd etmek, İslâm, köleyi müdebber yapmak

İhsan icabetmek ve köle âzâd etmektir. İşte bunlar

Zorla sahih olur. Sayıda yirmidirler.»

İZAH

«Mal karşılığı talâk...» Yani kadının mal karşılığı boşanmayı kabul etmesidir. Bahır. Talâk vâki olur, fakat kadının hiçbir mal vermesi lâzım gelmez. Şayet boşamak yerinde bin dirheme hul' yapılsaydı, talâk bâin olurdu. Kadının bir şey vermesi lâzım gelmezdi. Bin dirhem karşılığında hul'u yapmaya zorlayan koca olursa, ve kadının rızasıyla kendisine cimada bulunduysa hul' vâki olur; bin dirhemi ödemek kadına lâzım gelir. Tamamı Kâfî'dedir.

«O talâkı getiren yemin...» Bundan murad, talâkı bir şeye tâlik etmektir. Meselâ erkek, "Zeyd'le konuşursam karım şöyle olsun." demeye mecbur edilirse, bu söz talâkı getiren yemin olur.

«Keza âzâd etmek...» Yani kölesini âzâd edeceğine yemin vermesi için zorlamak da böyledir. Âzadın kendisi için zorlamak meselesi ileride gelecektir. Nitekim bir kimse kölesine, "Şu hâneye girersen sen hürsün." yahut, "Namaz kılarsan veya yiyip içersen sen hürsün." demeye zorlanır da o da bunları yaparsa köle âzâd olur. Ama zorlayan kimse kıymetini vermeye borçludur. Tamamı Kâfî'dedir.

"İslâm..." Velevki zımmî tarafından zorlanmış olsun. Nitekim ulemadan birçokları bunu mutlak söylemişlerdir. Gerçi Hâniyye'de tafsilât verilerek; zorlayan zımmî ise sahih değildir, harbî ise sahihtir denilmişse de bu kıyastır. İstihsana göre mutlak surette sahihtir. Bunu şarih ikrâh bahsinde söylemiştir. T. Zorlama, geçmişte müslüman olduğunu ikrar içinse, bu ikrar bâtıldır. Kâfî'de böyle denilmiştir.

«İhsan icabetmek...» Yani sadaka vermeyi kendisine vâcip kılmak için zorlamaktır. Bahır. Bunu evvelce Kâfi'den nakletmiştik.

«Ve köle âzâd etmektir.» Köleyi kefaretten başka bir şey için âzâd ederse, kıymetini zorlayandan alır. Aksi takdirde ondan bir şey isteyemez. Nitekim bunu musannıf ikrâh bahsinde zikretmiştir. T. Bu fiilen âzâda da şâmildir. Nasıl ki mahremini satın almak için zorlar da o da satın alırsa fiilen âzâd etmiş olur. Lâkin Kâfî'den ve naklettiğimiz gibi zorlayandan bir şey isteyemez. Bezzâziye'de dahi ikrâh bahsinde bu açıklanmıştır. Şarihin ikrâh bahsinde İbn-i Kemâl'den naklettiği bunun hilâfını îhâm etmektir.

«Sayıda yirmidirler.» Nehir sahibi diyor ki: «Bunlar onaltıya irca edilirler. Çünkü ihsan icabetmek nezirde dahil olduğu gibi; mal karşılığı talâk ile talâka yemin talâk da, âzâda yemin de köle âzâdında dahildirler.» H. Nehir'den naklen geçmişti ki, vediayı kabul etmek bunlardan değildir. Şu halde sayıları onbeşe iner. Yukarıda arzetmiştik ki, döl almak ve çocuk emzirmek hissî fiillerdendir. Bunların üzerine başka bir şey terettüp eder. Binaenaleyh bunların ikisini hassaten zikretmek gerekmez. Böylece sayıları onüçe iner. Ben bunların üzerine Hâkim'in Kâfi'sindeki ikrâh bahsinden alarak diğer beş şey ilâve ettim.

Birincisi: mal karşılığında hul' yapmaktır. Şöyle ki: Karısını bin dirhem karşılığında hul' yapması için zorlanır. Onu dört bin dirhem mehirle almıştır. Zifaf olmuştur. Kadın zorlanmış değildir. Bu hul' vâkidir. Kadının bu adamda bin dirhem alacağı vardır. Zorlayan şahsa bir şey lâzım değildir. Şayet zorlayan kadın olursa, talâk bâin olur, kadının bir şey vermesi icabetmez.

İkincisi; fesihtir. Meselâ bir cariye âzâd olur, kocası hür olup onunla zifafa girmemiştir. Bu cariye bulunduğu mecliste kendisini ihtiyar etmeye zorlanırsa, kocasından alacağı mehir bâtıl olur; zorlayan şahsa bir şey lâzım gelmez. Bundan önce kocası onunla zifaf olmuşsa, mehri efendisinin hakkı olmak üzere kocasının borcudur. Zorlayandan bir şey alamaz.

Üçüncüsü; kefaret vermektir. Meselâ bir adam ölüm tehdidiyle bir yeminden dolayı kefaret vermeye zorlanır. O yemini bozmuştur. Bu adam zorlayandan bir şey alamaz. Bu kölesini âzâd etmek için zorlarsa, âzâd kefaret için kâfi değildir. Kıymetini ödemesi zorlayana düşer. Hapis tehdidiyle zorlarsa, kefaret nâmına kâfidir. Keza Allah için kendine vâcip olan nezir, hedy kurbanı, sadaka ve hacc gibi şeylerden birini yapmaya zorlanır, fakat zorlayan kimse muayyen bir şey emretmezse, yaptığı iş kâfidir. Zorlayana ödeme yoktur.

Dördüncüsü; başkası için şart kılınan şeydir. Meselâ bir kölenin âzâd olmasını bunun satın almasına tâlik eder. Yahut karısının talâkını hâneye girmesine tâlik eder de sonra köleyi satın almaya yahut hâneye girmeye zorlanır. Yahut yakın akrabası olan köleyi veya kendinden çocuk doğuran cariyeyi satın almaya zorlar. Burada süt meselesi de dahildir. Çünkümahrem olmak ve döl almak için bu şarttır.

Beşincisi; evvelce arzettiğimiz talâk ve köle âzâdına tevkildir. Bununla suretler onsekiz olur.

 

SARHOŞUN TARİF VE HÜKMÜ

 

METİN

Velevki şakadan söylesin, sözünün hakikatını kasdetmesin yahut sefih yani aklı hafif veya sarhoş olsun talâkı vâkidir.

İZAH

«Velevki şakadan söylesin.» Yani bu talâk şarihin dediği gibi hem kazaen, hem diyaneten vâki olur. Hulâsa sahibi bunu açıklamış, illetini de gösterek; "Çünkü bu adam sözle inatlık etmektedir. Binaenaleyh ağır cezayı hak etmiştir." demiştir. Bezzâziye'de de böyle denilmiştir. Gerçi Hâniyye'nin ikrâh bahsinde, "Bir kimse boşadığını ikrar etmeye zorlanır da ikrar ederse. talâk vâki olmaz. Nitekim şakadan veya yalandan talâkı ikrar etse hüküm budur." denilmişse de; Bahır sahibi, "Onun müşebbehünbihte vâki olmaz demekten muradı, diyaneten olmaz demektir." dedikten sonra Bezzâziye ile Kınye'den şu ifadeyi nakletmiştir: «Bu sözle geçmiş bir haberi yalandan haber vermek isterse, diyaneten vâki olmaz. Bundan önce şahit getirirse, kazaen dahi olmaz.»

Hâniyye'nin sözü şakadan talâkı ikrar edeceğine şahit çağırdığı surete yorumlamak mümkündür. Sonra şurası gizli değildir ki, Hulâsa'dan nakledilen söz, şakadan talâk meydana getirmek hususundadır. Hâniyye'nin sözü ise, talâkı şakadan ikrar etmek hususundadır. Binaenaleyh aralarında zıddiyet yoktur. Telvîh sahibi diyor ki: «Zorla talâk ve köle âzâdını ikrar etmek nasıl bâtılsa, onları şakadan ikrar etmek de öylece bâtıldır. Çünkü şaka zorlamak gibi yalanın delilidir. Hattâ caiz kabul etse caiz olmaz. Çünkü caiz kabul etmek ancak sahih ve bâtıl cimaya ihtimalli bir sebebe mülhak olur. Cevaz vermekle yalan doğruluğa dönmez. Bu talâk ve köle âzâdını yeni yapmanın hilâfınadır. Talâkla köle âzâdı ve benzerlerinin feshe ihtimali yoktur. Çünkü bunlara şaka tesir etmez.» Bununla, Remlî'nin iddia ettiği, "Hâniyye ile diğerlerinin ibareleri arasında zıddiyet vardır." iddiası def edilmiş olur.

"«Sözünün hakikatını kasdetmesin.» ifadesi, şakacımn mânâsını beyandır. Fakat kusurludur. Tahrîr ile şerhinde şöyle denilmektedir: «Hezl, lügatta oyundur. Istılahta ise lâfızdan ve delâletinden hakikî veya mecazî mânâ kasdedilmeyip, başka mânâ kasdedilen sözdür ki, o mânâyı bu lâfızdan murad etmek doğru değildir. Hezlin zıddı ciddiyettir. Ondan murad, lâfızdan hakikî mânâ ile mecazî mânâdan birinin kasdedilmesidir.»

«Aklı hafif» sözü, sefihin beyanıdır. Tahrîr ve şerhinde şöyle denilmektedir. «Sefeh lügatta hafiflik demektir. Fukahanın ıstılahında ise, bir nevi hafifliktir ki, insanı malında aklın gereği hilâfına çalışmaya sevkeder.»

«Veya sarhoş olsun.» Sarhoşluk aklı gideren bir sevinçtir. Artık insan onunla yeri gökten ayıramaz olur. İmameyn'e göre aklı da galebe çalan bir sevinçtir. Artık o kimsekonuşmasında hezeyan yapmaya başlar. Ulema, taharet, îman ve hudud bahislerinde İmameyn'in kavlini tercih etmişlerdir. Bekir şerhinde bildirildiğine göre, tasarrufata mâni olmayan sarhoşluk, insanların çirkin gördüğü şeyi hoş görür, onların hoş gördüğünü çirkin görür halde bulunmak, lâkin yine de erkeği kadından ayırabilmektir. Bahır sahibi, "Mezhepte mutemet olan birinci kavildir." demiştir. Nehir.

Ben derim ki: Lâkin muhakkık İbn-i Hümam'ın Tahrîr'de açıkladığına göre, sarhoşluğun yukarıda İmam-ı Âzam'dan nakledilen tarifi yalnız haddi icabeden sarhoşluk hakkındadır. Çünkü sarhoş yerle göğü birbirinden ayırırsa, sarhoşluğunda noksan var demektir. Bu da yokluk şüphesi olduğundan, onunla had vurmak bertaraf edilir. Had vâcip olmayacak yerlerde İmam-ı Âzam'a göre sarhoşluğun tarifinde muteber olan İmameyn'in kavli gibi sözünü hezeyanla karıştırmaktır. Tahrîr şarihi İbn-i Emîr-i Hâcc'ın nakline göre murad, ekseri sözlerinin hezeyan olmasıdır. Sözlerinin yarısı doğru olursa, bu sarhoşluk değildir ve o kimsenin hadleri vesaireyi ikrarı hususunda hükmü sağlam kimseler gibidir. Çünkü örfe göre sarhoş; sözünün ciddisiyle şakası birbirine karışan ve bir halde durmayan kimsedir. Ulemanın ekserisi İmameyn'in kavline meyletmişlerdir. Üç mezhep imamının kavilleri de budur. Ulema fetva için bunu tercih etmişlerdir. Çünkü bu örf-ü adet olmuştur. Bu kavil, Hz. Ali (r.a.)'ın, "Sarhoşladı mı hezeyan savurur." sözüyle de te'yid bulmuştur. Bunu İmam Mâlik'le Şâfiî rivayet etmişlerdir. Bu kavlin vechi zayıf olduğu için şarih orada za'fının vechini de anlatmıştır. Ona müracaat edebilirsin.

Bununla anlaşılır ki, bütün bâblarda muhtar olan kavil İmameyn'in kavlidir. Tahrir sahibi bunun hukmünü de beyan etmiştir. Hükmü şudur: Sarhoşluğu haram yoluyla olmuşsa, o kimse mükellef olmaktan çıkmaz. Bütün hükümler kendisine lâzım gelir. Ağzından çıkan; talâk, köle âzâdı, satış, ikrar, küçükleri dengiyle evlendirmek, ödünç vermek ve ödünç almak gibi bütün ibareleri sahihtir. Çünkü aklı başındadır. Yalnız işlediği günah sebebiyle hitabı anlamak kabiliyeti kalmamıştır. O da günah ve kazanın vâcip olması hakkında mevcut sayılır. Zorlanan kimse gibi bunun da müslümanlığı sahihtir. Kasıt olmadığı için dinden dönmesi sahih değildir. Şaka yapana gelince: Kastı olmamakla beraber kâfir olması, alay ettiği içindir. Çünkü söylediği söz dinle alay için kendisinden kasten sâdır olmuştur. Sarhoş bunun hilâfınadır.

METİN

Bir kimse şıra veya esrar yahut afyon veya beng kullanmak suretiyle dahi sarhoş olsa, kendisini bundan men etmek için talâkı vâki olur. Fetva bununla verilir. Bunu Kudûrî sahihlemiştir. Zorla sarhoş edilen veya sarhoş olmaya muztar kalan kimse hakkında sahih kabul edilen kavil muhteliftir. Evet, başı ağrımakla, veya mübah bir şeyle aklı başındangiderse talâk vâki olmaz. Kuhistânî'de Zahîdî'ye nisbet edilerek, "Hitabın kıvamını ayırmazsa, tasarrufu bâtıldır." denilmiştir. Eşbâh'ta sarhoşun tasarruflarından yedi mesele istisna edilmiştir ki, onlardan biri de ayık iken talâka vekil edilendir. Lâkin Bezzâzi bunu mal karşılığı olmakla kayıtlamıştır. Aksi takdirde mutlak olarak talâkı vâkidir.

İZAH

«Şıra veya esrar...» Yani sarhoşluğu ister şarap içmekle, ister haram olan dört şıradan birini içmekle veya İmam Muhammed'e göre hububat ve baldan yapılan sair içkilerden olsun fark etmez. Fetih sahibi fetvanın İmam Muhammed'in kavline göre olduğunu söylemiştir. Çünkü her içkiden meydana gelen sarhoşluk haramdır. Bahır'da Bezzâziye'den naklen, "Bizim zamanımızda muhtar olan, had lâzım gelmesi ve talâkın vukuudur." denilmiştir. Hâniyye'de talâkın vâki olmadığı sahihlenmiş ise de bu Şeyhayn'ın kavline göredir. Onlara göre şıra helaldır. Fetva bunun hilâfınadır. Nehir'de Cevhere'den naklen, "Buradaki hilâf, tedavi için içmekle kayıtlıdır, Keyif ve eğlence için olursa bilittifak talâk vâkidir." denilmiştir.

"Esrar" hakkında Fetih'te şöyle denilmiştir: «İki mezhebin yani Şafiîlerle Hanefîlerin uleması, esrar yutmakla aklı başından giden kimsenin talâkı vâki olacağına ittifak etmişlerdir. Kınnab yaprağı dedikleri budur. Ulema bunun ne olduğunda ihtilâf ettikten sonra haram olduğuna fetva vermişlerdir. Şâfiîlerden Müzenî haram olduğuna, Hanefîlerden Esed b. Amr helâl olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü evvelki ulema onun hakkında bir şey söylememişlerdir. Çünkü onların zamanında meydana çıkmamış idi. Bunun büyük bir fesat çıkardığı anlaşılıp şuyu bulunca, her iki mezhebin uleması onun haram olduğuna kail olarak, esrar içmekle aklı başından giden kimsenin talâkı vâki olduğuna fetva vermişlerdir.»

«Yahut afyon veya beng...» Afyon, haşhaştan çıkarılan bir maddedir. Beng, uyuşturucu bir nebattır. Bedâyi ve diğer kitaplarda, bunu yemekle talâk vâki olmadığı açıklanmıştır. Buna illet olarak da, o kimsenin aklı günah sebebiyle başından gitmediğini göstermişlerdir. Hak olan tafsilâttır. Yani tedavi için yutmuşsa talâkı vâki değildir. Çünkü bunda günah yoktur. Keyif için ve kasten o âfeti başına getirmek niyetiyle içmişse, talâkının vâki olacağında tereddüt göstermemek gerekir. Kudûrî'nin Cevhere'den naklen sahih bulduğu kavilde, "Bu zamanda beng ve afyondan sarhoş olursa, o kimseyi men etmek için talâkı vâki olur. Fetva buna göredir." denilmektedir. Tamamı Nehir'dedir.

«Men etmek için» sözüyle şarih, zikri geçen tafsile işaret etmiştir. Yani tedavi için içerse men edilmez. Çünkü günah kastı yoktur. T.

«Sahih kabul edilen kavil muhteliftir ilh...» Tûhfe ve diğer kitaplarda talâkının vâki olmadığı sahih kabul edilmiş; Hulâsa sahibi ise kesin olarak talâkının vâki olduğunu söylemiştir. Fetih sahibi şöyle demektedir: «Birinci kavil daha güzeldir. Çünkü aklı başından gidince, talâkınolmasını icabeden şey haram bir sebebe istinat etmekten başka bir şey değildir. Bu da yoktur.» Nehir sahibi Kudûri'nin Tashih'inden naklen, "Tahkîk budur." demiştir.

«Başı ağrımakla» aklı başından giderse, talâk vâki olmaz. Çünkü aklının başından gitmesine illet, baş ağrısıdır. İçmesi, illetin illetidir. Bir hüküm illetin illetine ancak illet işe yaramadığı vakit izafe edilir. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Şu da var ki, Fetih ve Bahır sahipleri bu meseleyi şarap içerek başı ağrıyan kimse hakkında farzetmişlerdir, Mültekât'ın ifadesi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: «Şıra şiddetli değil de başı ağrır ve bu sebeple aklı başından giderse, talâkı vâki olmaz. Şıra keskin ve haram olur da başı ağrır, bu sebeple aklı başından giderse, talâkı vâki olur.» Demek oluyor ki, Mültekat sahibi haram yoldan sarhoş olmakla, haram olmayan yoldan sarhoş olmak arasında fark görmüştür.

«Veya mübah bir şeyle» meselâ nar yaprağından sarhoş olsa, talâkı ve köle âzâdı vâki olmaz. Tekzib sahibi bu hususta icma nakletmiştir. Hindiyye'de dahi öyledir. T.

Ben derim ki: Beng veya afyonu günah değil de tedavi suretiyle alırsa, hüküm yine budur. Nitekim geçti.

«Kuhistâni'de ilh...» sözü, sarhoşun bize göre tasarrufatı sahih olan tarifine göredir. Yani mükellef olacak miktarda aklı vardır. Bu söze Fetih sahibi şaşmış ve, "Şüphesiz ki bu takdire göre hiçbir kimse onun tasarrufatı sahih değildir diyemez." demiştir.

«Ayık iken talâka vekil edilendir.» Yani o kimse sarhoşken boşarsa talâkı vâki değildir. Bu meselelerden bazıları da; "Dinden dönmek, sırf hadlerden sayılan bir şeyi ikrar, kendi şahitliğine şahit getirmek, küçük kızı mehr-i mislinden daha azla, küçük oğlanı mehr-i mislinden daha çokla evlendirmektir. Zira bu geçerli değildir. Biri de, satışa vekil edilen kimsenin sarhoş olarak satmasıdır ki, müvekkili nâmına geçerli olmaz. Adı geçen meselelerden biri de, ayık bir şahıstan gasbetmek, sarhoşken aldığını ona iade etmektir." Eşbâh'ta böyle denilmiştir. H.

Ben derim ki: Lâkin hâşiye yazarı Hamevî ona son meselede itiraz etmiş; "İmâdiyye'de nakledildiğine göre, gâsıp, aldığını iade etmekle ödemekten kurtulur. Binaenaleyh onun bu meselede hükmü ayık gibidir. Keza talâka tevkil meselesinde sahih olan talâkın vâki olmasıdır. Bunu Hâniyye ve Bahır sahipleri bildirmişlerdir." demiştir.

«Lâkin Bezzâzi ilh...» Nehir'de Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: «Birini mal karşılığı karısını boşamaya vekil eder de o da sarhoşken boşarsa, bu talâk vâki değildir. Ama hem tevkil, hem boşama sarhoş halde olursa, talâk vâkidir. Tevkil mal karşılığı değilse, mutlak surette talâk vâkidir. Çünkü bedeli takdir için rey mutlaka lâzımdır.»

Ben derim ki: Bu ta'lilin ifadesine göre o kimseyi bin dirhem karşılığında karısını boşamaya vekil eder de o da sarhoşken boşarsa, mutlak surette talâk vâki olur. H.

METİN

Şâfiî sarhoşun talâkını vâki saymamıştır. Tahâvî ile Kerhî bunu ihtiyar etmişlerdir. Tatarhâniyye'de Tefrid'den naklen, "Fetva buna göredir." denilmiştir. Dilsizin de mâlûm işaretiyle talâkı vâkidir. Çünkü bu işaret istihsanen konuşan kimsenin sözü gibidir. Velevki sonradan ârız olsun. Ölünceye kadar devam ederse hüküm birdir. Fetva bununla verilir. Bu izaha göre onun tasarrufları mevkuftur. Kemâl yazı yazma şartını beğenmiştir. Hata ederek, meselâ talâktan başka bir söz söylemek isterken, ağzından talâk sözü çıkıveren, yahut mânâsını bilmeden talâk sözünü söyleyen veya gaflet halinde yahut yanılarak ağzından talâk çıkan kimsenin talâkı sadece kazaen vâkidir.

İZAH

«Tahâvi ile Kerhî» keza Muhammed b. Seleme bu kavli ihtiyar etmişlerdir. İmam Züfer'in kavli de budur. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir.

«Fetva buna göredir.» Biliyorsun ki söz sair metinlerin ifadesine aykırıdır. H. Tatarhâniyye'de, "Şarap veya şıradan sarhoş olan kimsenin talâkı vâkidir. Ulemamızın mezhebi budur." denilmiştir.

«Malûm işaretiyle talâkı vâkidir.» Bu işaret ses çıkararak olacaktır. Çünkü dilsizin âdeti böyledir. Binaenaleyh işareti mücmel bırakıp anlatamadığını beyan sayılır. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Di-sizin işaretle anlaşılan talâkı üçten az ise rıc'îdir. Muzmerât'ta böyle denilmiştir. Bunu Tahtâvî Hindiyye'den nakletmiştir.

«Ölünceye kadar devam ederse» sözü, yalnız ârız olan dilsizliğin kaydıdır. H. Bahır sahibi diyor ki: «Bu izaha göre dili tutulan bir kimse karısını boşarsa tevakkuf olunur. Bu hal ölünceye kadar devam ederse talâkı geçerlidir. Sonradan yok olursa talâkı bâtıldır.»

Ben derim ki: Keza işaretle evlenirse, kadına ciması helâl olmaz. Çünkü ölmeden bu işareti geçerli değildir. Diğer akitleri de öyledir. Bunda ne kadar güçlük olduğu gizli değildir.

«Fetva bununla verilir.» Timurtâşî dilsizliğin devamını bir sene ile sınırlandırmıştır. Bahır. Tatarhâniyye'de Yenâbî'den naklen şöyle denilmiştir: «Dilsizin işaretiyle talâkı vâki olur.» Bundan maksat, dilsiz olarak doğan yahut dilsizlik sonradan ârız olup işareti anlaşılır oluncaya kadar devam edendir. Böyle olmazsa muteber değildir.

«Kemâl ilh...» Şöyle demiştir: «Şafiîlerden bazısı yazı yazmayı becerirse işaretle talâkı bâkî değildir. Çünkü zaruret murada işaretten daha çok delâlet eden bir şeyle giderilmiştir. Demiştir ki bu güzel bir sözdür. Bizim ulemamızdan bazıları da buna kaildir.»

Ben derim ki: Hattâ bu kavil zâhir rivayetten anlaşılan mefhumun açıklamasıdır. Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde şöyle denilmektedir: «Dilsiz yazı yazamaz da talâkında, nikâhında, alışında verişinde bilinen bir işareti olursa bu caizdir. İşareti anlaşılmıyor yahut şüpheediliyorsa bâtıldır.» Görülüyor ki işaretin caiz olmasını yazı yazmaktan âciz kalmaya tertip etmiştir. Bu gösterir ki, yazı yazmayı becerirse işareti caiz değildir. Sonra sözümüz Nehir sahibinin dediği gibi sadece dilsizin tasarrufatının yazıya münhasır kalması hakkındadır. Yoksa dilsizden başkasının yazıyla talâkı vâkidir. Nitekim bâbın sonunda gelecektir.

«Talâktan başka bir söz söylemek isterken» meselâ sübhanallah diyecekken ağzından sen boşsun sözü çıkıverse kadın boş olur. Çünkü bu söz açıktır. Niyete ihtiyacı yoktur. Ancak şaka eden ve oyun yapan kimsenin talâkı gibi kazaen geçerlidir. Bunu Tahtâvî Minah'tan nakletmiştir.

«Şaka eden ve oyun yapan kimsenin talâkı gibi» ifadesi, yukarıda söylediklerimize muhaliftir. Az ileride söyleceklerimize de muhaliftir. Fet-hu'l Kadirde Hâvî'den naklen bildirildiğine göre Esed'e sorulmuş: "Bir kimse, Zeynep boştur diyecekken ağzından Amre boştur sözü çıkıverse hangisi boş düşer?" demişler. "Kazaen adını söylediği boş düşer. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında ise hiçbiri boş düşmez. Çünkü adını söylediğini boşamak istememiştir. Ötekine gelince: O boş düşerse, sırf niyetle boş düşmek lâzım gelir." cevabını vermiştir.

«Yahut mânâsını bilmeden» meselâ kadın kocasına şu cümleyi bana oku: "İddetini bekle. Sen üç defa boşsun." dese, o da okusa, kazaen üç defa boş düşer. Ama kendisiyle Allah Teâlâ arasında bir şey bilmediği ve niyet etmediği takdirde talâk vâki olmaz. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir.

«Gaflet halinde veya yanılarak...» Minah'ta gaflet şöyle anlatılmaktadır; «Gaflet, bir şeyin insanın hatırından kaybolması ve onu hatırlayamamasıdır.» Yine orada yanılma hakkında şöyle denilmektedir: «Bir şeyden yanıldı demek, kalbi ondan gafil oldu; hattâ aklından gitti de onu hatırlayamadı demektir. Ulema yanılanla unutan arasında fark görmüşlerdir. Unutan unuttuğunu hatırlayınca, unuttuğu şey aklına gelir. Yanılan bunun hilâfınadır.» Zâhire bakılırsa buradaki gafilden murad, unutandır. Buna karine, yanılanı onu üzerine atfetmesidir. Bu şöyle olur: Erkek karısının talâkını meselâ şu hâneye girmesine tâlik eder. Kadın bu tâliki unutarak veya yanılarak oraya giriverir.

METİN

Bozuk lâfızlarla yapılan talâk da yalnız kazaen vâki olur. Şaka eden ve oyun oynayanın talâkı bunun hilâfınadır. Çünkü o hem kazaen, hem diyaneten vâkidir. Zira şarih bu sebeple onun şakasını ciddi saymıştır. Fetih. Hasta ile kâfirin talâkları da vâkidir. Çünkü mükeleftirler. Fuzulî'nin talâkına, kavle ve fiilen icazeye gelince: Bunlar nikâh gibidir. Bezzâziye. Adı geçen koca itibara alınacağına binaen, sahibi kölesinin karısını boşasa vâki olmaz. Çünkü İbn-i Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste, "Talâk bacağı tutana aittir." buyrulmuştur. Ancak sahibi, "Bu cariyeyi sana verdim. Ama emri benim elimde olacak. Ne zaman istersem onuboşayacağım." der de köle, "Kabul ettim." cevabını verirse, cariyenin emri sahibinin elinde olur.

İZAH

«Bozuk lâfızlarla» meselâ talâk diyeceği yerde talâ'; telâğ ve telek derse, kazaen talâk vâki olur. Nitekim şarih bunları bundan sonra gelen bâbın başında zikredecektir.

T E M B İ H : Zahîdî'nin Hâvi adlı eserinde şöyle denilmiştir: «Bir kimse fetvaya ehil olmayan birinin fetvasıyla karısının üç talâkla boşandığını zannederek hâkime bunun sicille yazılmasını teklifde bulunur, o da yazdırırsa, sonra fetvaya ehil birine sorar o da talâk vâki olmadığına fetva verirse - halbuki üç talâk zan üzerine sicille yazılmıştır - o kimse diyaneten karısına dönebilir. Lâkin mahkemece tasdik edilmez.»

«Oyun oynayan» kelimesi, zâhire bakılırsa şaka eden üzerine tefsir için atfedilmiştir. H.

«Bu sebeple onun şakasını ciddi saymıştır.» Çünkü bu adam sebebi kasten söylemiştir. Binaenaleyh hükmü kendisine lâzım gelir. Velevki ona razı olmasın. Çünkü talâk; köle âzâdı, nezir ve yemin gibi bozulmaya ihtimali olmayan şeylerdendir.

"Hasta"dan murad; aklı başında olan hastadır. Ta'lil bunu göstermektedir. T.

"Kâfir" müslüman mahkemesine başvurursa, talâkı muteberdir. Çünkü kâfirin nikâhında geçtiği vecihle, ancak üç şeyde karıkocanın birbirinden ayrılmalarına hüküm verilir. T.

«Çünkü mükelleftirler.» sözü, hasta ile kâfirin illetidir. Bu söz küffar hakkında, "Onlar fer'î hükümlerle hem îtikat, hem edâ cihetinden mükelleftirler." diyen mutemet kavle göredir. T.

«Nikâh gibidir.» Yani nasılki fuzulînin nikâhı sahih olup kavlen veya fiilen icazeye mevkuf ise talâkı da öyledir. H. Bir adam karısını boşamayacağına yemin eder de karısını bir fuzulî boşarsa, kavlen cevaz verdiği takdirde yemini bozulur. Fiilen cevaz verirse bozulmaz. Bahır. Fiilen cevaz vermek, kadını fuzulî boşadıktan sonra kocasının ona geri kalan mehrini vermesiyle mümkün olur. Nitekim bunu Nehir sahibi söylemiştir. Lâkin Hayreddin-i Remlî'nin hâşiyesinde bildirildiğine göre, Câmiu'l-Fusuleyn'de Muhit sahibinin Fevâid'inden naklen, "Kadına mehrinin gönderilmesi cevaz sayılmaz. Çünkü bu talâktan önce de vâciptir. Nikâh bunun hilâfınadır," denilmiştir, Mecmuu'n-Nevâzil'den de talâk ve hul'da alınan bahşişin cevaz vermek sayılıp sayılmayacağı hakkında iki kavil nakletmiştir. Ona müracaat edebilirsin.

Ben derim ki: Fevâid'in ifadesi mehr-i muacceli gönderdiğine yorumlanabilir. Binaenaleyh Nehir'in ifadesine aykırı değildir.

«İbn-i Mâce»nin hadisi İbn-i Abbâs Hazretlerinden rivayet edilmiştir ki, senedinde İbn-i Lehîa vardır. Onu Dârekutnî de başkasından rivayet etmiştir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Dârekutnî'nin muradı hadisi takviyedir. Çünkü İbn-i Lehîa, hakkında söz edilmiş bir râvidir. Hadis imamları onun cerh ve ta'dili hakkında ihtilâf etmişlerdir.

«Talâk bacağı tutana aittir.» ifadesi milk-i müt'adan kinâyedir.

«Ancak sahibi» cariyesini kölesine nikâhlarken cariyenin emri benim elimde olacak derse, emri sahibinin elinde olur. Şarih meseleyi cariye sahibi söze başladığına göre tasvir etmiştir. Köle söze başlar da; "Şu cariyeni bana tezviç et. Emri senin elinde olsun. Onu istediğin zaman boşarsın." der, o da tezviç ederse nikâh caiz olur. Ama emir sahibinin elinde olmaz. Nitekim Hâniyye'den naklen Bahır'da beyan edilmiştir. Şarih farkın vechini zikretmemiştir. Fakat Hâniyye'de bu meseleden bir öncekinde fark zikredilmiştir. Mesele şudur: Bir kimse boş olmak şartıyla bir kadınla evlenirse; nikâh caiz, talâk bâtıl olur.

Ebu'l-Leys demiştir ki: «Bu, söze koca başladığına göredir. Kadına, seni boş olman şartıyla aldım der. Fakat kadın söze başlayarak nefsimi sana boş olmam şartıyla tezviç ettim yahut emir elimde olmak şartıyla tezviç ettim, her ne zaman dilersem kendimi boşarım der de kocası kabul ettim cevabını verirse nikâh caiz; talâk da vâki olur yahut emir kadının elinde olur. Çünkü söze kocası başlarsa, talâk ve tefvîz nikâhtan önce olur ve sahih değildir. Söze kadın başlarsa, tefvîz nikâhtan sonra olur. Çünkü kocası kadının sözünden sonra kabul ettim deyince, cevap sualdekinin iadesini tazammun eder ve sanki sen boş olman şartıyla kabul ettim yahut emir senin elinde olmak şartıyla kabul ettim demiş gibi olur. Bu suretle nikâhtan sonra tefvîz yapmış sayılır.»

METİN

Keza köle, "Onunla evlendiğim vakit emri ebediyyen senin elinde olsun." derse öyle olur. Hâniyye. Delinin talâkı da vâki değildir. Meğerki aklı başında iken tâlik yapıp sonra delirmiş ve şart bulunmuş olsun. Yahut âleti kalkmaz veya kesik olsun. Yahut erkek kâfir olduğu halde karısı müslüman olsun da kâfirin anne-babası müslüman olmaktan çekinsinler. Bu suretlerde talâk vâki olur. Eşbâh. Çocuğun talâkı da vâki değildir. Velevki mürâhik olsun yahut talâkı bülûğa erdikten sonra caiz görsün. Ama talâkı ikâ ettim derse vâki olur. Çünkü bu baştan ika'dır. Çocuğun talâkını İmam Ahmed caiz görmüştür. Bunağın, birsâmlının, baygının, medhuşun ve uyuyanın talâkları da vâki değildir. Bunaklık bir nevi akıl bozukluğudur. Birsâm, delilik gibi bir hastalıktır. Kâmûs'ta medhuş, şaşırmış mânâsına gelir. Uyuyanın talâkının vâki olmaması, kendisinde irade bulunmadığındandır. Onun için uyuyan kimse doğrulukla, yalancılıkla, haberle, inşa ile vasıflanamaz. "Ben ona cevaz verdim" yahut, "ben onu ika ettim" dese. talâk vâki olmaz. Çünkü zamiri muteber olmayan bir yere iade etmiştir. Cevhere. "Bu talâkı ika ettim" yahut. "ben bunu talâk yaptım" derse, talâk vâki olur. Bahır.

İZAH

«Keza ilh...» Bu suret, kölenin kabulüne tevakkuf etmeksizin emrin efendisinin elinde olmasıiçin bir hiledir. Çünkü birincide nikâh efendisinin, "sana cariyemi tezviç ettim" sözüyle tamam olmuştur. Kölenin kabul etmemesi mümkündür ve emir efendisinin elinde olamaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

"Deli..." Telvih sahibi deliyi şöyle tarif etmiştir: «Delilik, iyi şeylerle kötü şeylerin arasını ayıran ve sonlarını idrak eden kuvvetin bozukluğudur. Ya dimağın yaratılışındaki bir noksandan, yahut bir karışma veya âfet yahut şeytan istilâsı ve fasit hayaller ilkası sebebiyle iyi ve kötü şeylerin eserleri görülmez olur, fiiileri bozulur. Artık o kimse hiçbir sebep yokken sevinir, bağırır çağırır.» Bahır'da Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Geçmişte deli olduğu bilinen bir adama karısı, "sen beni dün boşadın" der, o da "bana delilik isabet etti" cevabını verirse ve bu onun söylediğinden başka hiçbir suretle bilinmezse, söz onun olur.»

«Meğerki aklı başında iken tâlik yapıp ilh...» Meselâ şu hâneye girersen deyip o haneye delirdikten sonra girmiş olsun. "Ben delirirsem sen boşsun" deyip arkacığından delirmesi bunun hilâfınadır; talâk vâki değildir. Bunu şarih kâfirin nikâhı bâbında böyle zikretmiştir. Binaenaleyh murad, deli değilken tâlik yapmasıdır.

«Yahut âletl kalkmaz veya kesik olsun.» Yani hâkim aralarını ayırmış bulunsun. Karısının isteği ile hâkim âleti kalkmayan ile karısını bir sene müddetle birbirlerinden ayırır. Çünkü delilik şehveti yok etmez. Nitekim inşaallah bâbında gelecektir. Aleti kesik olanı ise, karısının isteği ile derhal karısından ayırır.

«Talâk vâki olur.» sözü, yukarıdaki dört meselenin cevabıdır. Bu meselelerde talâkın vâki olması ihtiyaçtan dolayı ve zararı def etmek için olup, başka meselelerde talâka ehil olmamasına aykırı değildir. Nitekim tahkiki kâfirin nikâhı bâbında geçti.

«Çocuğun talâkı da vâki değildir.» Yani ancak âleti kesik olur da araları ayrılırsa; yahut karısı müslüman olur da kendisine de mümeyyiz olduğu halde İslâmiyet arzedilerek onu kabulden çekinirse, talâkı vâki olur. Remli. Remlî diyor ki: «Çocuğu babası bir kadınla evlendirir de üzerine tâlik yaparak ne zaman bu kadının üzerine evlenir veya cariye alırsan şöyle olsun derse, bu çocuk büyüdükte tâlik olduğunu bilerek veya bilmeyerek evlenirse, talâkın vâki olmadığına ben fetva verdim.»

«Yahut talâkı bülûğa erdikten sonra caiz görsün.» Çünkü talâk yapıldığı vakit batıl olarak vâki olmuştur. Bâtıla ise cevaz verilmez. T.

«Çünkü bu baştan ika'dır.» Zira ika ettim cümlesindeki zamir talâkın cinsine râcîdir. "Bu talâkı ika ettim" demesi de bunun gibidir. Fakat şu söylediğimi ika ettim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu, bâtıl olduğuna hükmedilen muayyere işarettir ve "sen bin defa boşsun" deyip sonra. "üçü senin, geri kalanı ortaklarının olsun" demesine benzer. Zira üçten geri kalanı hükümsüzdür. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Çocuğun talâkını İmam Ahmed caiz görmüştür» Yani çocuk talâkı akıl eder, iyiyi kötüyü ayıracak yaştaysa, meselâ bu sözle, karısının boş düşeceğini bilirse, ona göre talâkı vâki olur. Nitekim mezhebinin metinlerinde ifade edilmiştir.

«Bunaklık bir nevi akıl bozukluğudur.» Bu sözü Bahır sahibi deliliği tarif için söylemiş ve, "Bunda bunak da dahildir." demiştir. Delilikle bunaklık arasındaki farkı gösteren sözlerin en güzeli şudur: «Bunak, anlayışı az olup sözü karışık, tedbiri bozuk olan kimsedir. Lâkin kimseye vurmaz ve sövmez. Deli böyle değildir.» Usûl-ü fıkıh ulemasının açıkladıklarına göre bunağın hükmü çocuk gibidir. Şu kadar vâr ki Debbûsî, "Ona ibadetler ihtiyaten vâciptir." Demiş; Sadru'l-İslâm ise bunu reddederek, "Bunaklık bir nevi deliliktir. Binaenaleyh bütün hakların vücûb-u edâsına mânidir." demiştir. Nitekim Tahrîr şerhinde uzun uzadıya izah edilmiştir.

"Baygın" hakında Tahrîr sahibi şunları söylemiştir: "Baygınlık, kalb ve dimağda bir âfet olup, idrak kuvvetiyle hareket kuvvetlerini çalışamaz hale getirir. Akıl ise mağlûp bir halde bâkîdir. Böyle olmasa peygamberlerin başına gelmezdi. Baygınlık uykunun üstündedir. Uyuyana Iâzım gelen bayılana da lâzım gelir. Fazla olarak abdesti de bozar. Namazın üzerine bina etmeye de mânidir. Namazda bir şeye dayanarak uyumak bunun hilâfınadır. O kimse namazına bina edebilir.»

«Kâmûs'ta medhuş şaşırmış mânâsına gelir.» Şarihin bu kadarla bırakması doğru değildir. Çünkü Kâmûs'ta bundan sonra, "Yahut unutmakla veya şaşkınlıkla aklı başından gitmektir." denilmiştir. Şarihin dediği kadar bırakan Misbah sahibidir. O bu kelime hakkında, "Utanarak veya korkarak aklı başından gitti demektir." mânâsını vermiştir. Burada murad budur. Onun için Bahır sahibi medhuşu deli saymıştır. Hayriyye sahibi şöyle demektedir. Burada medhuşu şaşıran diye tefsir eden hata etmiştir. Çünkü hayrette kalıp şaşırmaktan aklın baştan gitmesi lâzım gelmez. Kendisine bir manzume ile kızgın medhuş bir adamın hâkim meclisinde üç defa karısını boşamasının hükmü sorulmuş; o da yine manzum olarak; «Medhuş bir nevi delidir, talâkı vâki olmaz. Bu hal onun âdeti ise, meselâ evvelce bir defa kendisinden görüldüyse delilsiz tasdik edilir." diye cevap vermiştir.

Ben derim ki: Hâfız İbn-i Kayyim Hambelî'nin, kızgın bir kimsenin talâkı hakkında bir risalesi vardır. Orada şöyle demiştir: «Kızmak üç kısım olur. Birincisi; kendisinde öfkenin mukaddimeleri hâsıl olur. Öyle ki aklı değişmez. Ne söylediğini ve ne istediğini bilir. Bunun hakkında işkâl yoktur. İkincisi; öfkenin son haddine varır. Ne söylediğini ve ne istediğini bilmez. Böylesinin hiçbir sözünün geçerli olmadığı şüphesizdir. Üçüncüsü; bu iki mertebenin arasında bulunandır ki, deli gibi olmamıştır. Üzerinde durulacak budur. Deliller bunun sözlerinin geçersiz olmasını göstermektedir.» Bu sözler Gâyetü'l-Hambeliyyeşerhinden kısaltılarak alınmıştır. Lâkin Gâye sahibi üçüncüsünde ona muhâlif olduğuna işaret etmiş; "Kızan şahsın talâkı vâkidir. İbn-i Kayyim buna muhaliftir." demiştir. Bizce uygun olan da budur. Lâkin buna şöyle itiraz edilir: Biz bunağın sözlerini itibara almadik. Halbuki bunaklığın ne söylediğini ve istediğini bilmeyecek hale varması lâzım değildir. Buna şöyle cevap verilebilir: Bunak bir hal üzere devam ettiği için zabtı mümkün olduğundan bunak hakkında mücerret akıl noksanlığı ile yetinilmiştir. Kızmak bunun hilâfınadır. Çünkü o bazı hallerde ârız olur. Lâkin buna da dehşette kalmakla itiraz edilir. O da böyledir denilir. Bana zâhir olan şudur ki; medhuş ile kızgının ne söylediğini bilmeyecek hale varmış olmaları lâzım değildir. Bilâkis hezeyanı fazla olması, şaka ile ciddiyi karıştırması kâfidir. Nitekim yukarıda geçtiği vecihle sarhoş hakkında da fetva verilen kavil budur. Dehşetin, akıl baştan gitmektir diye tarifi buna aykırı değildir. Zira delilik dal dal olur. Onun içindir ki Bahır sahibi onu aklın bozukluğudur diye tefsir etmiş; bunaklığı, birsâmlılığı, baygınlığı ve medhuş olmayı hep delilikten saymıştır.

Bu söylediklerimizi şu da te'yid eder ki; bazıları, "Akıllı; özü sözü doğru plan kimsedir. Ancak nâdiren böyle olmayabilir. Deli bunun zıddıdır. Bir de bazı deliler ne söylediğini ve ne yapmak istediğini bilirler. Bazen öyle şeyler söylerler ki, bilmeyen kimse akıllı olduğuna şehadet eder. Sonra yine o mecliste buna aykırı harekette bulunur." demiştir.

Hakiki deli bazen ne söylediğini ve ne istediğini bilirse, deli olmayan evleviyetle bilir. Şu halde medhuş ve benzeri hakkında itimada şayan olan âdeti harici fiil ve sözlerinde bozukluğun fazla olmasına göre hüküm vermektir. Yaşlılıktan, hastalıktan veya ani bir musibetten dolayı aklı bozulan kimse hakkında dahi fiil ve sözlerinde bozukluk hâli gâlip geldiği müddetçe söylenecek söz budur. Yani sözlerine itibar yoktur. Velevki bilerek ve isteyerek söylemiş olsun. Çünkü bu bilgi ve iradenin itibarı yoktur. O sahih bir idraktan hâsıl olmamıştır. Nitekim aklı eren çocuğun da fiil ve sözlerine itibar yoktur. Evet, buna göre tâlik hususunda aşağıda Bahır'dan naklen zikredilen; Fetih, Hâniyye ve diğer kitaplarda da açıklanan şu mesele müşkil kalır: «Bir adam karısını boşar da yanında bulunan iki şahit; sen istisna yaptın (yani inşaallah dedin) diye şehâdette bulunurlar. Fakat o adam bunu hatırlamazsa bakılır. Ne söylediğini bilmeyecek kadar öfkeli bir halde söylemişse, o şahitlerin şehadetiyle amel edebilir. Aksi takdirde edemez.»

Bunun muktezası şudur ki: O adam ne söylediğini bilmezse talâkı vâkidir. Aksi takdirde şahitlerin; sen istisna yaptın demeleriyle amel etmeye hâcet yoktur. Bu son derece müşkildir. Meğerki şöyle cevap verilsin. Onun ne söylediğini bilmediğinden murad, çok kızdığı için bazen söylediği şeyi unutur, hatırlayamaz demektir. Yoksa anlamadığını veya kasdetmediğini ağzı söylemeye başlar mânâsına değildir. Zira şüphesiz bu dereceye varırsa, deliliğin en yüksek derecesine çıkmış olur. Bu yorumu şu da te'yid eder ki, bu meselede o kimse boşadığını ve boşamayı kasdettiğini bilir. Lâkin çok kızdığı için istisna yaptığını hatırlamaz. Bu makamın izahı hususunda bana zâhir olan budur. Hakikatı Allah bilir. Sonra bu cevabı te'yid eder ibare gördüm. O da şudur: Valvalciyye sahibi, "O kimse kızdığı vakit sonra hatırlayamayacağı birtakım sözler ağzından çıkarsa, şahitlerin sözüne itimat etmesi caizdir." demiştir.

«Sonra hatırlayamayacağı sözleri» demesi, bizim söylediğimiz mânâda açıktır. Allahu a'lem.

«Çünkü zamiri muteber olmayan bir yere iade etmiştir.» Şarih bununla çocuğun sözüyle uyuyanın sözü arasındaki farkın şu olduğuna işaret etmiştir: Çocuğun sözü lügatta ve nahivde muteberdir. Şu kadar var ki, şeriatta hükümsüzdür. Uyuyanın sözü bunun hilâfınadır. O hiçbir yerde muteber değildir. H.

Ben derim ki: Bu mânâ şarihin, "Onun için uyuyan kimse doğrulukla, yalancılıkla, haberle, inşa ile vasıflanamaz." sözünden alınmıştır. Tahîr'de şöyle denilmiştir: «Uyuyan kimsenin müslüman olmak, dinden dönmek ve karı boşamak hususundaki sözleri bâtıldır. Bu sözler kuş sesleri gibi haber ve inşa ile, doğrulukla, yalanla vasıflanamaz.» Bu ifadenin bir misli de Telvîh'tedir. Bu açık gösterir ki, uyuyan kimsenin sözüne, lügaten ve şer'an söz denilemez. O mühmel mesabesindedir. Konuşmakla namazının bozulmasına gelince: Namazın bozulması, lügaten ve şer'an mu'teber olan söze bağlı olmadığı içindir. Çünkü namaz mühmel ve mânâsız sözlerle diğer sözlerden daha çok bozulur. Böylece uyuyanın sözüyle çocuğun sözü arasındaki fark açıklanmış olur.

Sonra, "ben ona cevaz verdim" sözü hususunda uyuyanla çocuğun sözleri arasında fark aramaya hâcet olmadığı gizli değildir. Zira ikisinde de talâk vâki olmaz. Cevaz vermek mevkuf olarak mün'akittir. Çocukla uyuyanın talâkı ise mevkuf değil bâtıldır. Nitekim çocuğun boşamakla âzâd etmek gibi sırf zarar olan tasarrufları hakkında hüküm budur. AIış-veriş ve nikâh gibi fayda ile zarar arasında deveran eden tasarrufları bunun hilâfınadır. Onlar mevkuf olarak mün'akittir. Hattâ çocuk bülûğa erer de yaptığı bu tasarrufu caiz kabul ederse sahih olur. Nitekim biz bunu mehir bâbından az önce arzetmiştik. Uyuyanla çocuğun arasında fark sadece, "ben onu ika ettim" sözünde aranır. Zira daha önce şarih çocuk hakkında vâki olduğunu söylemişti. Çünkü bu baştan talâkı ika'dır. Uyuyan hakkında böyle dememişti.

Farkın izahı şudur: Çocuğun sözünün bir mânâsı vardır. Velevki şeriat mûcebince ameli ona lâzım kılmasın. Binaenaleyh, "ben onu ikâ ettim" cümlesindeki zamiri, karısına söylediği, "seni boşadım" cümlesinin tazammun ettiği talâk cinsine iade etmek sahihtir. Uyuyan kimse bunun hilâfınadır. Onun sözü lügat itibariyle dahi muteber olmadığından mühmeldir. Hiçbirşey tazammun etmez. Zamir hiç zikredilmedik bir mercie döner. Sanki hiç zamir söylemeden, "ika ettim" demiş gibi olur. Bunu iptidaen talâk ika'ı yapmak doğru değildir.

«Ben bunu talâk yaptım» ibaresi Bahır'da da böyledir. Benim Tatar-hâniyye'de gördüğüm ise, "yahut ben bu talâkı talâk yaptım derse" şeklinde olup, önceki gibi ism-i işaretle kullanılmıştır.

Ben derim ki: Fark müşküldür. Çünkü geçen bir kelimeye dönmesi hu-susunda ism-i işaret zamir gibidir. Binaenaleyh burada da talâk vâki olmaması gerekir. Ama şöyle cevap verilebilir: İsm-i işaretin mercii hükümsüz kalınca, ondan sonra zikredilen talâk sözü muteber olur ve sanki, "ben talâkı ika ettim" yahut "talâkı talâk yaptım" demiş gibi olur. Bunu iptidaen talâk yapmak sahihtir. Zamirin mercii hükümsüz kalırsa, bunun hilâfınadır. Tatarhâniyye'de, "Uyurken söylediğimi ika ettim dese bir şey vâki olmaz." denilmiştir. Bu zâhirdir. Nitekim çocuğun talâkında geçmişti.

 

TALÂKIN SAYISI KADINLARA BAKARAK İTİBAR EDİLİR

METİN

Karı-kocadan biri diğerinin tamamına veya bir kısmına mâlik olursa nikâh bâtıl olur. Kadın kocasına mâlik olduğu onda onu âzâd eder de o da kadını iddeti içinde boşarsa; yahut kadın müslüman olarak İslâm diyarına çıkar da sonra kocası da müslüman olarak İslâm diyarına çıkar ve kadını iddet içinde boşarsa. İmam Ebû Yusuf her iki meselede bu talâkı hükümsüz bırakmış, İmam Muhammed ise her iki meselede vâki saymıştır. Talâkın sayısı kadınlara bakarak itibar edilir. İmam Şâfii'ye göre ise erkeklere bakarak itibar olunur. Binaenaleyh hür kadının talâkı üç, cariyenin talakı ise mutlak surette ikidir. Talâk: niyet veya hâlin delâleti bulunursa, âzâd lâfzıyla vâki olur. Bunun aksi caiz değildir. Çünkü milki izale etmek kaydı izaleden daha kuvvetlidir.

İZAH

«Karı-kocadan biri diğerine» hakiki milkle mâlik olursa nikâh bâtıl olur. Şu halde mükâteb karısını satın alırsa araları ayrılmaz. Zira kölelik bâkîdir. Koca için sabit olan milkiyet hakkıdır. O ise nikâhın devamına mâni değildir. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir.

«İmam Ebû Yusuf» her iki meselede bu talâk vâki değildir demiş, İmam Muhammed ise her iki meselede vâki olduğunu söylemiştir. Çünkü iddet devam etmektedir. İddet bekleyen bir kadın ise talâka mahâldir. Ebû Yusuf'un delili şudur: Ayrılık karı-kocadan birinin diğerine mâlik olmasıyla yahut iki memleketin birbirine zıt olmasıyla meydana gelmiştir. Binaenaleyh kadın talâka mahâl olmaktan çıkmıştır. İddet beklemekle mahalliyet sabit olmaz. Nitekim fâsit nikâhta böyledir. Şarih âzâd etmek ve İslâm diyarına çıkmakla kayıtlamıştır. Çünkü bunlardan önce talâk bilittifak vâki değildir. İddetin talâk hakkında eseri zâhir değildir. Onun eseri ancak başka bir kocayla evlenmek hakkında zâhirdir. Musaffâ'da böyle denilmiştir. İbn-i Melek.

T E M B İ H : Şurunbulâliyye sahibi diyor ki: Musannıf birinci meselenin aksini zikretmemiştir. Ondan murad; kocası karısını satın aldıktan sonra âzâd ederek iddet içinde onu boşamasıdır. Hüküm İmam Muhammed'in kavli ile Ebû Yusuf'un birinci kavline göre talâkın vukuudur. Sonra Ebû Yusuf bu kavilden dönmüş, talâkın vâki olmadığını söylemiştir. Züfer'in kavli de budur. Fetva da buna göredir. Bunu Kâdıhân söylemiştir. Bu izaha göre musannıfın Mecma sahibine uyarak talâk vâki değildir demesi hususundaki fetva, kadın kocasını satın alıp da âzâd ettiği surete göredir.

«Talâkın sayısı kadınlara bakarak itibar edilir.» Çünkü Peygamber (s.a.v.). "Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki hayızdır." buyurmuştur. Bu hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce ve Darekutnî Hz. Âişe'den merfu olarak rivayet etmişlerdir. Tirmîzî, "Bu hadis gariptir. Ama Rasulullah (s.a.v)'in Ashabıyla başkalarından olan ehl-i ilim bununla amel etmişlerdir." demiştir. Darekutnî'de, "Kâsım ve Sâlim müslümanların bununla amel ettiklerini söylemişlerdir." denilmiştir. Tamamı Fetih'tedir. Fetih sahibi bu hadîsi incelemiş ve, "Sahih değilse hasendir." demiştir.

«Mutlak surette» sözü hem hürreye, hem cariyeye râcîdir. Yani hürre ve cariye ister hür, ister köle olan erkeğin nikâhında bulunsunlar hüküm birdir. T.

«Âzad lâfzıyla» talâk vâki olur. Yani bir adam karısına, "seni âzâd ettim" der de boşamayı niyet eder veya hal bunu gösterirse, kadın boş düşer. Ama cariyesine, "seni boşadım" derse âzâd olmaz. Çünkü milki yok etmek kaydı yok etmekten daha kuvvetlidir. Azâd etmek talâkın lâzımı değildir. Binaenaleyh talâkı âzâd için istiare etmek sahih değildir. Ama bunun aksi sahihtir. Dürer.

METİN

FER'Î MESELELER: Bir adam tahta gibi bir şeyin üzerine okunaklı bir şekilde talâk kelimesini yazarsa, niyet ettiği takdirde talâk vâki olur. Mutlak surette vâki olduğunu söyleyenler de vardır. Su gibi bir şeyin üzerine yazarsa, mutlak surette talâk vâki olmaz. Mektup ve hitap suretiyle yazarsa, meselâ "Ey filane! Bu mektubum sana geldiği vakit sen boşsun" derse, mektup ulaştığında kadın boş olur. Cevhere. Bahır'da şöyle denilmiştir: Bir adam karısına, "Senden ve filaneden başka benim her karım boş olsun." diye yazar da, son kadının ismini silerek gönderirse, kadın boş düşmez. Bu acayip bir hîledir. Yazı ile istisna yapması ileride gelecektir.

İZAH

«Talâk kelimesini yazarsa ilh...» Hindiyye sahibi diyor ki; «Yazı mersûm ve gayrı mersûm olmak üzere iki nevidir. Mersûmdan maksadımız, gaibe yazılan mektup gibi adresli olmasıdır. Gayrı mersûm, adressiz olandır. O da okunaklı okunaksız olmak üzere iki vecihledir. Okunaklı olanı, bir sahifeye veya duvara yahut yeryüzüne okunup anlaşılacak şekilde yazılandır. Okunaksızı, havaya ve su üzerine yazılan okunup anlaşılması mümkün olmayandır. Okunmayan yazıda talâk vâki olmaz. Velevki niyet etmiş olsun. Yazı okunur fakat adressiz olursa, talâkı niyet ettiği takdirde talâk vâki olur, aksi taktirde olmaz. Yazı adresli ise, niyet etsin etmesin talâk vâki olur. Sonra adresli yazı ikiden hâli değildir, ya talâkı gönderir ve, "bundan sonra malûmun olsun ki sen boşsun" diye yazar. Bunu yazdığı gibi talâk vâki olur ve yazdığı andan itibaren kadının iddet beklemesi icabeder. Yahut kadının talâkını mektubun varmasına tâlik eder ve, "Bu mektubum sana vardığında sen boşsun!" der. Mektup kadına geldiğinde onu okusun okumasın talâk vâki olur. Hulâsa'da böyle denilmiştir. T.»

«Okunaklı bir şekilde» Yani adressiz mutad şekilde yazarsa demektir. Adressiz diyekaydetmemesi, mukabilinden anlaşıldığı içindir. Mukabili, "Mektup suretiyle ilh..." sözüdür. Adresliden murad budur.

«Mutlak surette» sözünden murad; niyet ettiği ve etmediği yerlerdir. «Mektup ulaştığında kadın boş olur.» Yani mektup kadına vardıkta boş olur. Okunaklı ve adresli olan mektupta niyete muhtaç değildir. "Ben bununla yazımı denemek istedim." diye iddiası kazaen tasdik edilmez. Bahır. Bunun mefhumundan anlaşılır ki, adresli mektupta diyaneten tasdik edilir. Rahmetî. Mektup kadının babasına varır da kızına vermeden onu parçalarsa, bakılır: Babası kızının bütün işlerinde tasarruf sahibi olup mektup kızın bulunduğu yerde eline geçmişse, talâk vâki olur. Böyle olmazsa, kızın eline geçmedikçe talâk vâki olmaz. Babası mektup aldığını kızına haber verir de mektubu parçalanmış olarak ona teslim ederse, okunup anlaşılması mümkün olduğu takdirde talâk vâki olur. Aksi takdirde olmaz. Bunu Tahtâvi Hindiyye'den nakletmiştir.

Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bir adam bir kâğıda; bu mektubum sana vardığında sen boşsun, diye yazar da sonra onu başka bir nüshaya geçirir yahut başka birine istinsah emri verir fakat kendisi yazdırmazsa, kadına mektupların ikisi de geldiği takdirde, kocası bu mektupları kendisi gönderdiğini ikrar eder veya kadın bunu isbat ederse, kazaen iki defa boş olur. Diyaneten mektupların hangisi gelse bir defa boş olur. Diğer mektup bâtıldır, Adam kâtibe, "Benim karımın talâkını yaz." derse, bu talâkı ikrar olur. Velevki yazmasın. Başka birinden karısının talâkını yazmasını istese, yahut bunu biri kocaya okusa, koca da mektubu alarak mühürlese ve adresini yazarak kadına gönderse, mektup kadına vardığında koca kendi mektubu olduğunu ikrar ederse talâk vâki olur. Yahut o adama, "bu mektubu karıma gönder" veya, "bir nüsha yaz da ona gönder" derse, kendi mektubu olduğunu ikrar etmez, beyyine de bulunmaz, lâkin bu işi olduğu gibi anlatırsa, kazaen ve diyaneten kadın boş düşmez. Keza kendi eliyle yazmadığı ve kendisi söyleyerek yazdırmadığı her mektup ile - o mektubu kendisi gönderdiğini ikrar etmedikçe - talâk vâki olmaz.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«Bir adam karısına ilh...» Bu meselenin sureti şudur: Adamın Zeynep adında bir karısı vardır. Sonra başka bir beldeden Aişe isminde biriyle ev-lenmiştir. Zeynep bunu duymuştur. Adam Zeynep'ten korkarak ona, "Benim sen ve Aişe'den başka her karım boş olsun." diye yazar, sonra "Aişe'den başka" sözünü siler. H.

Ben derim ki: Sildiği yazıyı şahitlere göstermesi gerekir. Tâ ki iş meydana çıkıp da hâkim Aişe'nin boş düştüğüne hüküm etmesin.

«Bu acayip bir hiledir.» Acayip olması, yazının silindikten sonra yine işe yaramasıdır.

«Yazı ile istisna yapması ileride gelecektir.» Yani tâlik bâbında, "kadına, sözü birbirine bitişikbir şekilde; sen boşsun inşaallah derse" dediği yerde gelecektir. H. Hindiyye'de bildirildiğine göre bir kimse talâkı bir şey üzerine yazar da diliyle istisna yaparsa (inşaallah derse); yahut diliyle boşayıp yazı ile istisna yaparsa, sahih olur mu olmaz mı? Bu mesele hakkında rivayet yoktur. Ama sahih olması gerekir. Zahîriyye'de böyle denilmiştir. T. Allahu a'lem.

 

 

 

 

 

SARİH BÂBI

METİN

Talâkın sarîhi yalnız talâkla kullanılan kelimelerdir. Velevki Farsça olsun. "seni tatlik ettim, sen boşsun ve sen mutallakasın." gibi sözler bu kabildendir. Kadına hitabı kaydetmesi şundandır: Zira "Dışarı çıkarsan talâk vâki olur."; yahut "Benim iznim olmaksızın çıkma. Çünkü ben talâka yemin ettim." der de kadın çıkarsa talâk vâki olmaz. Çünkü kadına izafeti terk etmiştir.

İZAH

Musannıf nefs-i talâkı ve talâkın sünnî ve bid'î diye yapılan ilk taksimiyle bu külliyatın bazı hükümlerini daha önce zikretti. Şimdi de talâkın bazı cüz'iyyatını kadına ve kadının bir cüzüne izafe ederek, yapılan talâk ile bu cüz'iyyatın sarih ve kinayelerinin hükümlerini beyan ediyor. Binaenaleyh bu icmalden sonra gelen tafsilât gibidir.

«Yalnız talâkta kullanılan kelimelerdir.» Yani ekseriyetle yalnız talâkta kullanılırlar. Nitekim Bahır sahibinin sözü de bunu ifade etmektedir. Tahrir'de sarih: "Şer'i hükmü niyetsiz sabit olan şeydir." diye tarif edilmiştir. Şeyden murad: sözdür yahut söz yerini tutan okunaklı yazı veya anlaşılır işarettir. Şu halde kadına üç taş atmakla yahut saçlarını tıraş etmesini emretmekle kadın boş düşmez. Velevki taş atmakla ve tıraş olmakla talâkı kasdetsin. Çünkü talâkın rüknü sözdür yahut yukarıda geçtiği vecihle söz yerini tutan şeylerdir.

«Velevki Farsça olsun.» Binaenaleyh Farsçada yalnız talâkta kullanılan kelimeler sarih sözlerdir. Onlarla niyetsiz talâk vâki olur. Hem talâkta hem başkasında kullanılanların hükmü ise, bütün ahkâmda Arapça'nın kinayelerinin hükmü gibidir. Bahır. Hayreddin-i Remli'nin Bahır hâşiyesinde Camiu'l-fusuleyn'den naklen bildirildiğine göre, bir adam Farsça bir söz söyler de bu söz, "Şöyle yaparsam seninle benim aramızda şeriatın kelimesi câri olsun." manâsına gelirse, bununla talâka yemin sahih olmak gerekir. Çünkü bu söz Acemler arasında yemin hususunda âdettir.

Ben derim ki: Lâkin Nûru'l-Ayn sahibinin beyan ettiğine göre zâhir olan, bununla yeminin sahih olmamasıdır. Çünkü Bezzâziye'de elfâzı küfür bahsinde bildirildiğine göre, Şirvan köylerinde bir kimse, "Ben her ne zaman şöyle yaparsam şöyle olsun." diyerek yemin ederse, üç muallâk talâk olur, şeklinde şöhret bulmuştur. Ama bu bâtıldır. Avam taifesinin saçmalarındandır.

T E M B İ H : Şurunbulâliyye'de şöyle denilmiştir: «Türk diliyle, "sen boş" yahut "sen boş ol!" diyerek yapılan talâk, maksada göre ric'î midir, bâin midir diye sual vâki oldu. Çünkü bu sözün mânâsı, kof veya boş demektir. Araştırılmalıdır.»

Ben derim ki: Hayreddin-i Remlî'nin talebesi Rahîmi ric'î talâk olacağına fetva vermiş ve; "Nitekim Şeyhülislâm Ebussuud bununla fetva vermiştir." demiştir. Bizim üstadlarımızınüstadı Türkmânî de dâr-ı saltanat müftüsü Ali Efendi Fetevâ'sından ve Hâmidiyye'den bunun mislini nakletmiştir.

«Çünkü kadına izafeti terk etmiştir.» Yani kadına mânevi izafeti terk etmiştir. Zira şart odur. Hitap da izafet-i mâneviyedendir. İşaret de öyledir. "Şu kadın boştur" gibi. Keza "karım boştur, Zeynep de boştur" gibi sözler de böyledir. H.

Ben derim ki: Şârihin zikrettiği ta'lilin aslı Bahır sahibine aittir. O da bunu Bezzâziye'nin yeminler bahsindeki şu sözünden almıştır: «Bir adam karısına; benim iznim olmaksızın bu hâneden çıkma. Çünkü ben talâka yemin ettim, der de kadın dışarı çıkarsa talâk vâki olmaz. Çünkü kadının talâkına yemin ettiğini söylememiştir. Başkasının talâkına yemin etmiş olması ihtimali vardır. Binaenaleyh söz adamındır.» Bu ifadenin bir misli de Hâniyye'dedir. Ama bundan çıkarılan hüküm söz götürür. Çünkü Bezzâziye'nin sözünün mefhumu şudur: O adam karısının talâkına yemin etmek isterse talâk vâki olur. Çünkü bu sözü başkasının talâkına sarfetme hakkı kendisine verilmiştir. Şârihin Bahır sahibine uyarak yaptığı ta'lilin mefhumu ise, asla talâk vâki olmamaktır. Çünkü izafet şartı yoktur. Halbuki kadını boşamak istese izafet mevcut olur ve, "Çünkü ben senden talâka yemin ettim yahut senin talâkına yemin ettim." mânâsına gelir. Erkeğin sözünde izafetin açık olması lâzım değildir. Çünkü Bahır'da şöyle denilmektedir: «Bir adam boş olsun der de kimi kasdettin diye sorulduğunda karımı cevabını verirse, karısı boş düşer.»

Şu da var ki, Kınye sahibi Bürhan'a nisbet ederek şunu söylemiştir:«Bir adamı bir cemaat şarap içmeye dâvet eder de adam ben talâka yemin ettim; ben içemem cevabını verir ve bunda yalan söylerse, sonra içtiği takdirde karısı boş düşer. Tûhfe sahibi diyaneten boş düşmez demiştir.» Tuhfe'nin sözü öncekine muhalif değildir. Çünkü murad, sade kazaen boş düşer demektir. Yukarıda geçmişti ki, bir adam yalandan talâkı haber verirse, diyaneten talâk vâki olmaz. Şakadan söyleyen bunun hilâfınadır.

Bu gösterir ki, talâkı açıktan kadına izafe etmese de talâk vâkidir. Evet, bu sözü, "Ben başkasının talâkına yemin etmeyi murad ettim" demediğine yorumlamak mümkündür. O zaman Bezzâziye'nin ifadesine muhalif olmaz. Bunu Bahır'ın şu sözü de te'yid eder: «Bir adam; bir kadın boştur yahut bir kadın üç defa boş oldu diye söyler de ben kendi karımı kasdetmedim derse tasdik olunur.» Bundan anlaşılır ki, böyle demezse karısı boş düşer. Çünkü âdet şudur: Karısı olan bir adam ancak onun talâkına yemin eder, başkasının talâkına yemin etmez. Binaenaleyh, "Ben talâka yemin ettim" sözü, başkasını kasdetmedikçe karısına sarfedilir. Zira sözü buna ihtimallidir. Kadının ismini yahut babasının veya anasının yahut çocuğunun ismini zikretmesi ve, "Amra boş olsun". yahut "filan adamın kızı", yahut "filan kadının kızı" veya "filanın annesi boş olsun" demesi bunun hilâfınadır. Zira ulema bukadının boş olduğunu açıklamışlardır. Burada o adam, "Ben karımı kasdetmedim" derse, karısı söylediği gibi olduğu takdirde kazaen tasdik edilmez. Nitekim kinayeler bahsinden az önce gelecektir. Musannıf yakında zikredecektir ki, çok kullanılan sözlerden bazıları da, "Talâk bana lâzım gelir, haram bana lâzım gelir, üzerime talâk lâzım gelsin ve üzerime haram lâzım gelsin..." sözleridir. Binaenaleyh örf olduğu için niyetsiz talâk vuku bulur ilh... Ulema bu gibi sözlerle talâkın vâki olduğunu söylemişlerdir. Halbuki bunların hiçbirinde açık olarak talâkı kadına izafe yoktur. Bu da Kınye'nin ifadesini te'yid eder. Zâhirine bakılırsa o adam. "Örften dolayı karısını murad etmemiştir." iddiasında tasdik edilmez. Allahu a'lem.

METİN

Bunlarla, yani bu sözlerle ve bunların mânâsındaki sarîh sözlerle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Bunlarda talâğ, telâğ ve telâk yahut t, I, k veya talâkbaş gibi sözler de bilenle bilmeyen arasında fark yapılmaksızın dahildir. Ben bunu korkutmak için söyledim demesi de kazaen tasdik edilmez. Meğerki böyle yapacağına önceden şahit getirmiş olsun. Bununla fetva verilir. O adama; sen karını boşadın mı diye sorulur da evet yahut belâ diye cevap verirse, karısı boş düşer. Bahır,

İZAH

«Ve bunların mânâsındaki sarih sözlerle...» Yani aşağıda söyleyeceği, "boş ol veya mutallaka" gibi sözlerle, keza daha ziyade hâl mânâsında kullanılan, "seni boşadım" gibi sözlerle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Zamanımızda âdet olan, "boş oluyorsun" sözü ile, "talâkını al" sözü; kadının da aldım demesi dahi bu kabildendir. Bu sözle niyet şart koşulmaksızın talâk vâki olduğu sahihlenmiştir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Bahır'da; "Senin talâkını diledim, talâkına razı oldum." gibi sözler de bu kabildendir denilmişse de, burada hilâf vardır. Zeylâî'nin kesinlikle ifade ettiğine göre bunların her ikisinde mutlaka niyet lâzımdır. Nitekim Hayreddin-i Remlî de böyle demiştir. Yani bunlar kinayedir. Çünkü sarîh söz niyetle muhtaç değildir. Yine Bahır'da, "Tâlâkını sana bağışladım, talâkını sana tefdi ettim ve talâkını sana rehin ettim gibi sözler dahi bu kabildendir." denilmişse de, şârih bunlarla talâkın vâki olmadığının sahihlendiğini söyleyecektir.

«Sen talâksın.» sözüne gelince: Bu söz, zikredilenler mânâsında değildir. Çünkü bundan murad, bununla bir talâk-ı ric'î vâki olur. Velevki hilâfını niyet etsin demektir. Nitekim musannıf bunu açıklamıştır. "Sen talâksın" sözünde üçü niyet etmek de sahih olur. Nitekim musannıf onun akabinde bunu söylemiştir.

«Sen filaneden daha boşsun.» sözüne gelince: Nehir'de Valvalciyye'den naklen bunun kinaye olduğu bildirilmiş ve şöyle denilmiştir: «Bu söz, kadının, filan karısını boşamışdemesine cevaben söylenirse talâk vâki olur. Ama diyaneten olmaz. Nitekim Hulâsa'da bildirilmiştir. Çünkü hâlîn delâleti niyet yerine geçer. Hattâ geçmemiş olsa talâk ancak niyeti» olur.»

Talâğ, telâğ ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Yanlış telâffuz edilen sözler de sarîh kısmındandır. Bunlar beştir.»

«T, l, k...» Buradakinin zâhirinden ve Fetih ile Bahır'da dahi mislinin zikredilmesinden anlaşılıyor ki, maksat hece harflerinin müsemmalarını söylemektir. Zâhire göre bunlarla isimlerinin arasında fark yoktur. Zahîre'nin köle âzâdı bahsinde İmam Ebû Yusuf'tan naklen; "Bir kimse cariyesine elif, nun, ta, ha, ra, ha derse (Bu harfler bitiştiği takdirde. 'entihurratün'. 'sen hürsün' sözü meydana gelir.) yahut karısına elif, nun, te, ta, elif, lam, kaf ('entitalikun'. 'sen boşsun' sözü meydana gelir.) der de karısının boş olmasını, cariyesinin âzâdlığını niyet ederse, karısı boş, cariyesi de âzâd olur. Bu kinaye, mesabesindedir. Çünkü bu harflerden açık kelime mânâları anlaşılır. Yalnız bu şekilde kullanılmazlar. Binaenaleyh niyete muhtaç olmak hususunda kinaye gibidirler." denilmiştir.

Sen biliyorsun ki, niyete muhtaç olunca, burada zikredilmesi münasip değildir. Çünkü sözümüz ric'î talâkın neyle olacağı hususundadır. Velev ki niyet etmesin, Şârih dahi bir sahife sonra bunların niyete muhtaç olduğunu açıklayacaktır. Kinayeler bâbında dahi zikredecektir. Bunu biz de talâk bahsinin başında Fetih'ten naklen arzetmiştik. Bahır'da, şöyle denilmektedir: «Hece harflerini söylemekle, meselâ 'sen t, I, k' demekle; ve keza erkeğe karını boşadın mı diye soruldukta, n, a, m; yahut b, I, y, diye hece harfleriyle cevap verirse konuşmasa bile talâk vâki olur. Hâniyye sahibi bunu mutlak bırakmış; niyeti şart koşmamıştır. Bedâyi sahibi ise niyeti şart koşmuştur.»

Ben derim ki: Şart olduğunu açıklamamak şart olmaya aykırı değildir. Şu da var ki, Hâniyye'deki ibare meselenin sözle sorulup cevabın hece harfleriyle verilmesine aittir ki, bu da cevap istediğine bir karinedir. Binaenaleyh niyetsiz olarak talâk vâkidir. Adamın baştan hece harfleriyle sen boşsun demesi bunun hilâfınadır.

"Talâkbaş" Fârisî bir kelimedir. Zahîre sahibi diyor ki: «Kadına, "seh-talâkbaş" yahut "betalâkbaş" dese niyet hakem kılınır. İmam Zahîruddin bu üç surette niyetsiz talâk vâki olduğuna fetva verirmiş.»

«Ben bunu...» Yani yanlış telâffuzu kadını korkutmak için boşamaya niyetim yokken söyledim. derse kazaen tasdik edilmez.

«Sen karını boşadın mı?» Kezâ, "sen karını boşadın değil mi?» denilse, Fetih sahibinin incelemesine göre örfen belâ' yahut neam diye cevap vermesi arasında fark yoktur. Kadın boş düşer. Nitekim bu bâbın sonundaki fer'î meselelerde gelecektir.

«Karısı boş düşer.» Yukarıda anlattığımız vecihle, niyetsiz olarak kadın bir talâk-ı ric'î ile boş düşer. Yani talâkı bâin yapacak bir karine bulunmazsa talâk ric'î olur. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «(Sarih iki nev'idir. Ric'î sarîh, bâin sarih. Ric'î sarih: Hakikaten zifaf olduktan sonra karşılıksız olmak şartıyla, bir de nassan veya işareten üç adedi bulunmamak ve bâin olduğunu bildirecek bir sıfatla mevsuf olmamak veya atıfsız bâin olduğunu bildirmemek, sayı ile veya bâin olduğuna delâlet edecek sıfatla benzetme yapmamak şartıyla talâk harfleriyle yapılır. Ric'î bâin: Bunun hilâfınadır ki, ayrılık ifade eden harflerle ve yine talâk harfleriyle yapılır. Lâkin hakikaten zifaftan öncedir yahut zifaftan sonra olup nassan yahut işareten üç adediyle beraberdir veya ayrılık bildiren bir sıfatla mevsuftur yahut atıfsız ayrılık bildirir veya ayrılığa delâlet eden bir sayı yahut sıfata benzetilir.»

Bu kayıtlarla neden ihtiraz ettiği musannıfın bâbın sonunda zikredeceği sözlerden anlaşılacaktır. Orada, "Parmaklarıyla işaret ederek sen şöyle boşsun derse, üç talâk vâki olur. Sen bâin talâkla boşsun derse, bâin talâk olur." diyecektir. Ve bâin derse bunun hilâfınadır. Sen bin gibi boşsun yahut "sen uzun boşsun" derse bâin talâk olur. Fetih sahibi ikinci kısmın sarîhten olmadığını tercih etmiştir. Binaenaleyh ondan ihtiraza hacet yoktur. Bahır sahibi Bedâyi'nin sözünü zâhir bularak, "Sarîhin haddi hepsine şâmildir." demiştir. Nehir sahibi, "Çünkü kesin olarak mâlûmdur ki, zifaftan önce yahut mal karşılığı talâkta ve benzerlerinde bu söz kinaye değildir. Aksi takdirde niyete yahut halin delâletine muhtaç olur. Bu suretle sarîh olduğu taayyün eder. Zira aralarında vasıta yoktur." demiştir. Yine Nehir'de Sayrafiyye'den naklen, "Karısına; sen boşsun. Benim sa-na döneceğim yok, derse ric'î talâk olur. Fakat sana dönmemem şartıyla derse bâin olur." denilmiştir. Bâbın sonunda son mesele hakkında sözün tamamı gelecektir.

METİN

Talâk-ı ric'înin hilâfını, yani bâini veya bir talâk' tan fazlayı niyet etse bile bir talâk-ı ric'î olur. Şâfiî buna muhaliftir. Yahut hiçbir şey niyet etmese yine talâk ric'î olur. Bu sözle bağlı olduğu ipten boşanmayı niyet ederse, sayı ile birlikte söylememek şartıyla diyaneten tasdik olunur. Zorla söyletilirse kazaen dahi tasdik olunur. Nitekim ipten veya bağdan boşsun diye açık söylese sözü tasdik olunur. Keza kadının ilk kocasından boş olduğunu niyet ederse, sahih kavle göre tasdik edilir. Hâniyye. İşten boş olduğunu niyet ederse asla tasdik edilmez. Fakat bunu açık söylerse yalnız diyaneten tasdik olunur.

İZAH

«Talâk-ı ric'inin hilâfını niyet etse bile» cümlesini niyetle kayıtlaması şundandır: Çünkü ben bunu bâin yaptım yahut üç talâk yaptım derse, İmam-ı Âzam'a göre dediği gibi olur. Onun kavline göre biri üç yapmasının mânâsı, bire iki daha kattı demektir. Yoksa bir talâkı üçeböldü demek değildir. Bedâyi'de böyle denilmiştir. Bâin olma meselesinde İmam Ebû Yusuf 'da onunla beraberdir. Üç olma meselesinde beraber değildir. İmam Muhammed her ikisini kabul etmemiştir. Nehir. Meselenin tamamı Nehir'le Bahır'dadır. Onu musannıf da kinayeler bâbında zikredecektir.

Bu anlattıklarımızdan anlaşılır ki, talâkı boştan sayı ile birlikte söyleyerek; sen iki defa boşsun yahut üç defa boşsun dese vâki olur. Çünkü bundan sonraki bâbta görüleceği vecihle talâk her ne zaman sayı ile birlikte söylenirse, sayı ile vâki olur. Talâk kelimesini söyleyip sustuktan sonra sayıyı katarsa, hükmün ne olacağını kinayeler bahsinde söyleyeceğiz.

«Şâfii buna muhaliftir.» sözü, sadece "veya bir talâktan fazlaya". ifadesine râcîdir. Eimme-i Selâse buna muhaliftir dese daha iyi olurdu. Nitekim Bahır'ın ifadesinden bu anlaşılır. İmam-ı Âzam'ın ilk kavli de budur. Çünkü sözünün muhtemel olduğu mânâyı niyet etmiştir. T.

«Yahut hiçbir şey niyet etmese yine talâk ric'î olur.» Çünkü yukarıda geçti ki, sarih talâk niyete muhtaç değildir. Lâkin talâkın hem kazaen hem diyaneten vâki olması için talâk sözünü mânâsını bilerek kadına izafeyi kasdetmesi mutlaka lâzımdır ve onu ihtimalli bulunduğu mânâya sarfetmemesi gerekir. Nitekim bunu Fetih sahibi ifade etmiştir. Nehir sahibi dahi tahkîkte bulunmuştur. Bu şundan korunmak için lâzımdır: Kadının yanında talâk meselelerini tekrar eder yahut bir kitaptan naklederek karım boştur sözünü söyler yazarsa; veya başkasının yeminini hikâye ederse, kendi karısını kasdetmedikçe asla talâk vâki olmaz. Bir de şundan korunmak içindir: Kadın kocasına talâk sözünü söylemeyi öğretir de mânâsını bilmeden söylerse, Özcend ulemasının verdikleri fetvaya göre asla talâk vâki olmaz. Onlar buna gizlemekten korunmak için fetva vermişlerdir. Başkaları ise sadece kazaen talâk vâki olmasın diye; bir de, sen hayızlısın diyecekken, dili sürçüp sen boşsun demesinden korunmak için böyle fetva vermişlerdir. Çünkü böyle bir sözle yalnız kazaen talâk vâki olur. Aynı zamanda sen talâksın sözüyle ipten boşsun mânâsını niyet ederse ondan da korunmuşlardır. Çünkü bu sözle dahi yalnız kazaen talâk vâki olur.

Şakacıya gelince: Onun talâkı hem kazaen hem diyaneten vâkidir. Çünkü o, sebebi bile bile kasdetmiştir. şeriat da hükmünü ister istemez aleyhine yürütmüştür. Nitekim yukarıda geçti. Bundan anlaşılır ki, Bahır ve Eşbâl'taki, "Sarîh söz niyete muhtaç değildir." ifadeleri yalnız kazaen geçerlidir. Diyaneten ise niyete muhtaçtır. Bu mânâ ulemanın, "ipten boşanmasını niyet ederse: yahut yanlışlıkla ağzından talâk sözü çıkıverirse, yalnız kazaen talâk vâki olur." sözlerinden alınır. Yani diyaneten talâk vâki değildir. Çünkü onu niyet etmemiştir demektir. Fakat bu söz götürür. Çünkü birincide diyaneten talâk vâki olmaması, sözü ihtimâIli bulunan mânâya serfettiği içindir. İkincide ise sözü kasdetmediği içindir. Bundan şu lâzım gelir: Diyaneten talâk vâki olmak için sözü kasdetmek şarttır ve sahih te'vil yapılmamalıdır. Talâk niyetine gelince: O şart değildir. Şu delille ki: İşten boşanmayı niyet ederse tasdik edilmez. Diyaneten dahi talâk vâki olur. Nitekim gelecektir. Halbuki bu adam talâkın mânâsını niyet etmemiştir. Şakadan boşadığında da öyledir.

«Diyaneten tasdik olunur» Yani niyeti kendisi ile Allah Teâlâ arasında sahihtir. Zira sözünün muhtemil olduğu mânâyı niyet etmiştir. Binaenaleyh müftü talâk vâki olmamıştır diye fetva verir. Fakat hâkim kendisini tasdik etmez. Talâk vâki olmuştur diye aleyhine hüküm verir. Çünkü söylediği karinesiz zâhirin hilâfıdır.

«Sayı ile birlikte söylememek şartıyla...» Bu şartı Bahır sahibi ve baş-kaları düğüm veya bağı açık söylediği yerde zikretmişlerdir. Meselâ sen şu düğümden üç kere boşsun derse, hem kazaen hem diyaneten talâk vâki olur. Nitekim Bezzâziye'de böyle denilmiştir. Muhit sahibi bunun illetini beyan ederek; "Çünkü bir düğümü üç defa çözmek tasavvur edilemez. Bu sebeple söz mânâsız kalmamak için nikâh bağına yorumlanır." demiştir. Nehir sahibi diyor ki: Bu ta'lil. iki defa söylemiş olsa hükmün ne olacağını ifade eder.» Onun için şârih adedi mutlak söylemiştir. Âşikârdır ki, açıkça düğümü söylemekle beraber âdet sebebiyle bu söz nikâh bağına yorumlanınca, düğüm söylenmezse evleviyetle nikâh bağına yorumlanır.

«Kazaen dahi tasdik olunur.» Yani diyaneten tasdik olunduğu gibi kazaen de tasdik edilir. Çünkü boşama kasdı olmadığına delâlet eden karine vardır. O da zorla boşattırılmasıdır. T.

«Keza ilk kocasından boş olduğunu niyet ederse ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Ey talik veya ey mutallâka sözü de sarihtendir. Koca, ben bununla sövmeyi kasdettim derse, kazaen tasdik edilmez. Diyaneten tasdik edilir. Hulâsa. Kadının evvelce boşandığı bir kocası varsa ve kocası ben ondan boşandığını kasdettim derse, bütün rivayetlerin ittifakıyla diyaneten tasdik olunur. Ebû Süleyman rivayetine göre kazaen de tasdik edilir. Bu güzeldir. Nitekim Fetih'te böyle denilmiştir. Sahih olan da budur. Nasıl ki Hâniyye'de bildirilmiştir. Kadının boşandığı kocası yoksa erkek tasdik edilmez. Keza ölmüş kocası varsa yine tasdik edilmez.»

Ben derim ki: Ulema bu tafsili nidâ suretinde zikretmişlerdir. Sen boşsun gibi ihbar suretinde zikreden görmedim.

«Aslâ tasdik edilmez.» Yani hem kazaen hem diyaneten tasdik edilmez. Fetih sahibi şöyle demiştir: «Zira talâk, bağı çözmek içindir. Kadın ise işle bağlı değildir. Binaenaleyh sözün muhtemeli değildir. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre diyaneten tasdik olunur. Çünkü bu söz kurtulmak için kullanılır.»

«Yalnız diyaneten tasdik olunur.» Yani kazaen tasdik olunmaz. Çünkü boşadı da sonra istidrak yoluyla iş kelimesini sözüne ekleyiverdi zannedilir. Düğüm kelimesini eklemesibunun hilâfınadır. Çünkü o burada az kullanılır. Fetih. Hâsılı Bahır sahibinin dediği gibi düğüm ile kaydın ve işin herbiri ya söylenir ya niyet edilir. Söylenirse, ya sayı ile beraberdir yahut değildir. Sayı ile beraber söylenirse, niyetsiz talâk vâki olur. Aksi takdirde işi zikrederse yalnız kazaen talâk vâki olur. Düğüm ve kayıt sözlerinde hiçbir şey vâki olmaz. Bunları söylemez de niyet ederse, iş sözünde diyaneten tasdik edilmez. Düğüm ve bağ sözlerinde diyaneten tasdik edilir, kazaen talâk vâkidir. Meğerki zorla söyletilmiş olsun. Kadın hâkim gibidir. Erkeğin söylediğini işitir veya kendisine âdil bir kimse haber verirse, cima için imkân vermesi helâl olmaz. Fetvaya göre kadın bu koca yı da öldüremez, kendisini de öldüremez. Kendisi için malla fidye verir yahut kaçar. Nitekim kadın haram olunca, erkeğin de onu öldürmeye hakkı yoktur. Erkek her kaçtıkça kadın onu sihirle geri çevirir. Bezzâziye'de Özcendî'den naklen bildirildiğine göre kadın onu dâvâya verir. Erkek yemin eder de kadının beyyinesi bulunmazsa günahı onun olur.

Ben derim ki: Yani kadın fidye vermeye veya kaçmaya yahut kocasını men etmeye kâdir olamazsa, günah kocasının olur. Binaenaleyh bu söz evvelkine aykırı değildir.

METİN

Talâk sensin yahut sen talâksın veya sen talâkın tâlikisin veya sen bir talâk tâliksin sözleriyle hiçbir şey niyet etmez veya mastarla niyet ederse, bir veya hürrede iki talâk vâki olur. Çünkü açık mastardır, sayıyı taşımaz. Tâlik kelimesiyle ikinci bir talâkı niyet ederse, kadın cima edilmiş olmak şartıyla iki ric'î talâk vâki olur ve sen boşsun sen boşsun demiş gibi olur. Zeylâî. Üçü niyet ederse üç olur. Çünkü üç hükmî ferddir. Onun içindir ki cariyede iki talâk, hürrede üç talâk mesabesindedir. Keza kendinden önce bir kadın geçen hürre de böyledir. Cevhere. Lâkin Bahır sahibi bunun hata olduğunu kesinlikle söylemiştir.

İZAH

«Talâk sensin ilh...» sözleri kadını belirli veya belirsiz mastarla yahut sonunda mastar bulunan ism-i faille ifade etmenin hükmünü beyandır.

«İki ric'î talâk vâki olur.» Hidâye sahibinin tuttuğu yol budur. Bu kavil İmam Ebû Yusuf'tan rivayet olunur. Ebû Yusuf Câfer dahi buna kaildir. Sözün mutlak olmasının gereği sahih olmamaktır. Fahru'l-İslâm buna kail olmuştur. Fetih sahibi de onu te'yid etmiştir. Nehir sahibi mezhepte tercih edilen kavlin bu olduğunu söylemiştir.

«Cima edilmiş olmak şartıyla» iki ric'î talâk vâki olur. Cima edilmemişse, birinci talâkla boş olur; ikinci talâk hükümsüz kalır.

«Çünkü açık mastardır.» sözü, yahut iki talâk vâki olur ifadesinin illetidir. Yani mastar, birlikleri ifade eden sözlerdendir. Onda hâlis adede riayet edilmez, birliğe riayet edilir. Bu da ya hakikaten bir, yahut cins itibariyle bir olmakladır. İki adedi bunların ikisinden de uzaktır. Nehir.

«Çünkü üç hükmî ferddir.» Zira üç bütün talâkların hepsidir. Binaenaleyh o talâkın kâmil ferdidir. Onu murad etmek, sayıyı murad etmek değildir. T.

«Onun içindir ki...» Yani hükmen fert olduğu içindir ki demektir.

«Lâkin Bahır sahibi ilh...» şöyle demiştir: «Cevhere'deki; hürreden önce bir kadın almışsa her ikisini niyet ettiği takdirde iki talâk vâki olur, ifadesi açık hatadır.» Nehir sahibi bu hususta söz etmiş; "Birinci kadınla birlikte iki talâkı niyet ederse üç talâkı niyet etmiş demektir. O halde milkinde yalnız vâki olan iki talâk kalmıştır." demiştir. H.

Ben derim ki: Eğer maksat birinciye katılan iki talâkı niyet etmesi ise, bununla o kimse ikiyi niyet etmekten çıkmaz. Bu da hâlis adettir, niyet edilmesi sahih değildir. Maksat bu adam birinci talâk da içlerinde olmak üzere üçü niyet etmiştir demekse bu sahihtir. Çünkü üç itibarî ferddir. Zahîre'de şöyle denilmiştir: «Hürreyi bir defa boşar da, sonra ona, sen bana haramsın diyerek ikiyi niyet ederse niyeti sahih olmaz. Üç talâkı niyet ederse, niyeti sahih olur ve diğer iki talâk vâki olur»

FER'İ MESELE: Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Bir adam iki karısına; siz haramsınız der de birisi hakkında üç talâkı, diğeri hakkında bir tâlakı niyet ederse. İmam-ı Azam'a göre niyet sahih olur. Fetva da buna göredir»

METİN

Talâkta kullanılan sözlerden bazıları da; talâk bana lâzım geliyor, haram bana lâzım geliyor, bana talâk düşüyor, bana haram düşüyor, sözleridir. Örf bulunduğu için bunlarla niyetsiz talâk vâki olur. O adamın hiç karısı yoksa, bu söz yemin olur. Yeminini bozarsa kefaret verir. Kudûri'nin Tashih'i.

İZAH

«Örf bulunduğu için bunlarla niyetsiz talâk vâki olur.» Yanı bunlar kinaye değil sarih sözlerdir. Buna delil; niyetin şart olmamasıdır. Velevki haram kelimesiyle vâki olan bâin olsun. Çünkü sarih sözle bazen bâin talâk vâki olur. Nitekim yukarıda geçti. Lâkin sarih sözle bâin talâkın vukubulması söz götürür. Biz onu kinayeler bâbında söyleyeceğiz. Şârihin söylediklerinin sarih olması, örf-ü âdette kadın boşamada bu sözlerin kullanılmaları yaygın olduğu içindir. Halk bunlardan başka talâk sîgası bilmezler ve bunlarla ancak erkekler yemin ederler.

Yukarıda geçti ki sarih, örf-ü âdete göre talâkta kullanılması daha fazla olan kelimedir. Öyle ki örfen ancak talâkta kullanılır. Yani hangi dilde olursa olsun böyledir. Bu, zamanımızın örfünde de böyledir. Binaenaleyh bu sözleri sarîh itibar etmek gerekir. Nitekim müteehhirin ulema, "Sen bana haramsın." sözüyle, niyetsiz talâk-ı bâin vâki olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü örf vardır. Halbuki mütekaddimin ulemaya göre nassan sâbit olan bunun niyete bağlı olmasıdır. Bu. aşağıda gelecek olan, "Karısına, talâkın üzerime olsun dese bir şey vâki olmaz." ifadesine aykırı değildir. Çünkü o örf galebe etmediğine göredir. Rumeli müftüsü Allâme Ebussuud Efendi'nin, "Talâk borcum olsun veya talâk bana lâzım olsun. sözleri ne sarîhtir ne de kinaye." diye fetva vermesi buna yorumlanır. Yani onun zamanında onlar örf-ü âdet olmamıştır. Onun içindir ki, musannıf Minah adlı eserinde, "Bunların talâkla kullanılması bizim memleketimizde yaygın örf haline gelmiştir. Halk bunlardan başka talâk sigası bilmezler. Binaenaleyh böyle bir sözle niyetsiz dahi fetva vermek icabeder. Nitekim haram bana lâzım geliyor, haram üzerime borç olduğu gibi sözlerde hüküm budur." demiştir.

Örf bulunduğu için bununla talâk vâki olduğunu açıklayanlardan biri de Şeyh Kâsım'dır. Tashih'inde. "Ebussuud'un fetvası, onların memleketinde bu sözün talâkta aslâ kullanılmamasına mebnîdir. Nitekim gizli değildir." demiştir. Şeyh Kâsım'ın söylediğini ondan önce muhakkık üstadı Kemâl b. Hümam Fethu'l-Kadîr'de söylemiş; Bahır ve Nehir sahipleri de ona tâbi olmuşlardır. Abdülgâni Nablusi'nin bu hususta, "Ref'ül-İnfilâk fialeyye't-Talâk" adını verdiği bir risalesi vardır ki, o risalede diğer üç mezhebe göre talâk vâki olduğunu nakletmiştir.

Ben derim ki: Ben bu meselenin bizim mezhebimizde mutekaddimin ulemadan nakledildiğini gördüm. Zahîre'de şöyle denilmektedir: «Şu işi yaparsam üç tatlîk üzerime olsun; yahut vâcipler üzerime olsun diyen bir kimse hakkında İbn-i Selâm'dan rivayet edildiğine göre, o belde halkının yeminlerinde galebe çalan âdeti itibar olunur» Bunu Surûcî dahi Gâye'de zikretmiştir. Nitekim gelecektir. Gerçi Hayriyye sahibi Ebussuud Efendi'ye uyarak bununla talâk vâki olmaz diye fetva vermişse de, sonra ondan dönerek hemen arkacağından hilâfına fetva vermiş ve şöyle demiştir: «Ben derim ki: Bu sözle şu zamanda talâkın vâki olması haktır. Çünkü boşama manâsında şöhret bulmuştur. Binaenaleyh fercler meselesinde ihtiyatla amel etmiş olmak için buna dönmek ve buna itimat etmek vâciptir

TEMBİH: Muhakkık İbn-i Hümam'ın Fetih'teki ibaresi şöyledir: «Yemin ederken, talâk bana lâzım gelsin, bunu yaymam demek bizde örf olmuştur. Bunu söyleyen, yaparsam bana talâk lâzım gelsin demek ister. Binaenaleyh bunu aleyhlerine yürütmek gerekir. Çünkü bu söz, ben şunu yaparsam sen boşsun demiş gibi olur. Keza köyler hâlkı, "üzerime talâk borç olsun bunu yapmam" diye yemin etmeyi örf-ü âdet edinmişlerdir.» Bu açık olarak gösteriyor ki, bu söz mânâ itibariyle üzerine yemin edilen fiile örfün galebesiyle tâlik yapmaktır. Yalnız bunda açık olarak tâlik edatı yoktur. Tatarhâniyye'nin ondokuzuncu faslında da, bu muteberdir diye açıkca ifade edildiğini gördüm. Orada şöyle deniliyor: «Hâvî'de Ebu'l-Hasen Kerhi'den naklen bildirildiğine göre, sabah namazını kılmamış olmakla itham edilen birkimse; kölem hür olsun ben onu kıldım derse, ve bu sözle şart yapmak onların dilinde örf-ü âdet ise, Kerhî; ben onların işini örf edindikleri şarta göre yürütürüm. Nasıl ki bir adam; sabah namazını kılmadımsa kölem hür olsun der de, kıldığı anlaşıldığında köle âzâd olmazsa, burada da öyledir demiştir.»

Bezzâziye'de şu ibare vardır: «Bir adam karısına: şu hâneya girersen sen boşsun, seni mutlaka boşarım derse, işte bu adam o hâneye girerse karısını boşayacağına talâkla yemin etmiştir. Bu söz; şu hâneye girersen kölem hür olsun, seni mutlaka döverim demesi mesabesindedir. Bu adam hâneye girerse karısını mutlaka dövmek için, kölesinin âzâdına yemin etmiştir. Binaenaleyh karısı o hâneye girerse onu boşaması lâzım gellr Kan-disi veya karısı ölürse, hayatın sonunda şart ortadan kalkmış demektir.» Yani talâk vâki olur. Nitekim Münyetü'l-Müfti'de beyan edilmiştir.

Ben derim ki: O adam şöyle demiş gibi olur: «Sen şu hâneye girersen ve ben de seni boşamazsam sen boşsun.» ve «Sen şu hâneye girersen ben de seni dövmezsem kölem hür olsun.» Hambeliler kitaplarında bunun, vallâhi yaparım mesabesinde yemin yerine kullanıldığını söylemiştir. Nehir sahibi de şöyle demiştir: «Bir kimse, talâk borcum olsun veya talâk bana lâzım gelsin yahut haram lâzım gelsin der de şunu yapmam demezse, hükmün ne olacağını ulemanın kitaplarında bulamadım.» Miskîn hâşiyelerinde şöyle denilmiştir: «Bunu üstadımız Surûci'nin Gâye'sinde Mugnî'ye nisbet edilmiş olarak açıklandığını görmüştür. İbaresi şudur: Talâk bana lâzım gelir yahut talâk bana lâzımdır, sarihtir. Çünkü talâkı vâki olan kimseye, ona talâk lâzım oldu denilir. Üzerime talâk lâzım gelsin sözü de öyledir.» Seyyid Hamevî'nin Gâye'den naklettiğine göre, talâk bana lâzımdır sözü niyetsiz vâki olur.

Ben derim ki: Lâkin ihtimâl Gâye'nin muradı, üzerine yemin edilen şey zikredildiği surettir. Zira biliyorsun ki, bununla örfte tâlik kasdedilir. Bana talâk borç olsun bu işi yapmam demek, bu işi yaparsam sen boşsun demek gibidir. Şöyle yapmam sözünü söylemeyince, sadece talâk bana borç olsun kısmı tâliksiz olarak kalır. Örf olan, bunun inşada değil tâlik yerinde kullanılmasıdır. İnşada anında geçerli olarak kullanılması örf olmayınca sarih sayılmaz ve aşağıda gelen, seni boşamak borcum olsun sözündeki hilâfa göre olmak gerekir. Sonra gördüm ki Seyyid Abdulgâni risalesinde bunun benzerini zikretmiş.

TETİMME: Üçü niyet edenin niyeti sahih olmak gerekir. Çünkü talâk sözü mastarla zikredilmiştir. Mastarda üçü niyetin sahih olduğunu biliyorsun. Haram üzerime borç olsun sözünde de böyledir. Ulema, sen bana haramsın sözünde üç talâkı niyet etmenin sahih olduğunu açıklamışlardır.

«Yemin olur ilh.. » Yani harama yemin ettiği surette yemin olur. Zira Zahîre ve diğer kitaplardazikredilen budur. Sonra gördüm ki Bezzâziye sahibi şöyle demiş »Talâkın haram lâfzıyla vâki olduğu yerlerde o adamın karısı yoksa yeminini bozduğu zaman kendisine kefaet lâzım gelir. Nesefî kefaret lâzım gelmez kanaatındadır.»

METİN

Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin sözü de böyledlr. Bahır. Seni boşamak boynuma borç olsun dese talâk vâki olmaz. Vâcip olsun, lâzım olsun, sabit olsun veya farz olsun kelimesini ziyade etse acaba talâk olur mu? Bezzâzî muhtar olan kavle göre olmaz demiş; Kaadı Hâsî olur diye cevap vermiştir.

İZAH

«Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin.» sözü Bahır sahibinin bir incelemesidir. O bunu yukarıda geçen; «Bir kimse; sen şu işten boşsun der de yanında sayı zikretmezse kazaen talâk vâki olur, diyaneten olmaz.» sözünden almış ve şöyle demiştir: «Çünkü bu söz, burada talâkın evleviyetle vâki olduğunu göstermektedir.» Allâme Makdisî bunu reddetmiş; «Çünkü kendisine benzetilende talâka mahâl olan kadına hitap etmiş; sonra kadının hissen ve şer'an bağlı olmadığı ameli zikretmiştir. Binaenaleyh sözü örf-ü âdet olan şer'i mânâdan başkasına değiştirmek delilsiz sahih değildir. Benzetilen bunun hilâfınadır. Çünkü talâkı mahalli olmayan bir şeye izafe etmiştir ki o da koludur. Halbuki ben senden boşum dese hükümsüz olur.» demiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır, Hayreddin-i Remlî de bunun benzerini söylemiştir.

Ben derim ki: şöyle denilebilir: Burada talâkı mahallinden başka bir yere izafe etmek yoktur. Zira yukarıda geçtiği vecihle. «Üzerime talâk lâzım gelsin ben bu işi yapmam.» sözü, «Eğer yaparsam sen boşsun.» demek gibidir. Binaenaleyh örfte mânâ itibariyle kadına izafe edilmiştir. Adı geçen izafet muteber olmasa talâk vâki olmazdı. Bunun gibi bu da, «Ben şöyle yaparsam sen benim kolumdan boşsun.» demek gibi olur ve kadına izafette kendisine benzetilene müsavi olur. Şu da var ki, «Ben senden boşum.» sözünde açık olarak erkeği talâkla vasıflandırmak vardır. Binaenaleyh talâk vâki olmaz. Çünkü talâk kadının sıfatıdır.

«Üzerime talâk borç olsun.» sözüne gelince: Bunun mânâsı, kadını boşamanın kocası üzerine vâki olmasıdır. Burada talâkı mahallinden başka bir yere izafe yoktur. Bilâkis mahalline izafe vardır. Hem de vukuun mahalline izafetiyle birliktedir. Çünkü halkın dilinde. «Böyle dediği vakit onun üzerine talâk vâki olur.» sözü şuyu bulmuştur. Evet, Hayreddln-i Remlî şöyle demiştir: «Üzerime kolumdan talâk lâzım gelsin, sözüyle yemin eden kimse, bununla kesin olarak karısını kasdetmez. Çünkü avam takımının âdeti, talâk olur korkusuyla bu sözü kadına söylemekten çekinmektir. Onun için bazen kolundan, bazen mürüvvetinden derler. Bazıları bunu söyledikten sonra, "Çünkü kadınları anmakta hayır yoktur". cümlesiniziyade ederler.»

Ben derim ki Eğer örf böyle ise, talâk vâki olmayacağında tereddüt etmemek gerekir. Çünkü bu adam talâkı koluna ve benzerine yapmıştır, kadının üzerine yapmamıştır. Sonra Hayreddin-i Remli şöyle demiştir: «Meğerki üzerime kolumdan üç talâk lâzım gelsin demiş olsun. Bunun vukuu için bir vecih söylenebilir. Çünkü üçü zikretmek onu tayin eder.»

«Seni boşamak boynuma borç olsun derse...» Hâniyye'de şöyle denilmiştir «Seni boşamak boynuma borç olsun, dese Asıl adlı kitapta istişhadın vechi anlatılırken şöyle denilmiştir: Görmüyor musun bir adam Allah için karımı boşamak boynuma borç olsun dese bir şey lâzım gelmez.»

Ben derim ki: Bu sözün muktezası şudur: Seni boşamak boynuma borç olsun sözünde talâk vâki olmamasının illeti, bunun nezir sigası olmasıdır. Bu hacc boynuma borç olsun demek gibidir ve kadını boşamaya nezretmiş gibidir. Nezir ise ancak maksut olan bir ibadette yapılır. Talâk Allah Teâlâ'ya helalların en çirkinidir. O ibadet değildir. Bu sebeple o kimseye bir şey lâzim gelmez.

«Ziyade etse ilh...» demesinden anlaşılıyor ki, bir şey ziyade etmeksizin seni boşamak boynuma borç olsun sözünde zikredilen hilâf yoktur. Hâniyye ve Hulâsa'dan anlaşılan da budur. Lâkin Seyyidi Abdülgâni'nin, Serahsî'nin Edebu'l-Kaadi'sinden naklettiğine göre bir adam karısına. «Seni boşamak üzerime farz olsun» yahut «lâzım olsun» veya «Seni boşamak borcumdur.» dese, sahih kavle göre bunların hepsinde talâk vâki olur. Köle âzâdı bunun hilâfınadır. Çünkü o vâcip olan şeylerdendir. Binaenaleyh ihbar sayılır. Bu sözün bir mislini Muhit Muhtasar'ından da nakletmiştir.

«Kaadı hâsi olur diye cevap vermiştir.» Kaadı Hâsî'nin Fetevâ'sında ibaresi şöyledir: «Bir adam karısına, seni boşamak üzerime vâcip olsun; yahut seni boşamak bana lâzımdır dese. Ebû Hanife'ye göre niyetsiz talâk vâki olur. Muhtar olan kavil budur. Muhammed b. Mukâtil buna kaildir. Fetva da buna göredir. Sen bilirsin ki, fetva sözü sahihleme sözlerinin en kuvvetlisidir. Hâniyye sahibinin Fatih Ebû Cafer'den naklettiğine göre. «Üzerime vâciptir.» sözüyle talâk vâki olur. Çünkü halk bunu örf-ü âdet edinmiştir.»

«Sabit olsun, farz olsun, lâzım olsun...» sözleriyle talâk vâki olmaz. Çünkü bu hususta örf-ü âdet yoktur. Bu sözün muktezası şudur: Üzerime talak borç olsun sözüyle talâk vâki olur. Çünkü bu, bildiğin gibi zamanımızdan örf olmuştur. Hâsi talâkın vukuunu şu sözüyle ta'lil etmiştir: «Çünkü talâk vâcip veya sabit olmaz. Bilâkıs onun hükmü sabit olur. Hükmü de ancak vukuundan sonra vâcip ve sabit olur.''»

Fetih sahibi diyor ki: «Bu, talâkın iktizaen sabit olduğunu gösterir ve niyetine bağlıdır. Meğerki bu hususta yaygın bir örf bulunduğu anlaşılsın. O zaman sarih olur ve başkamânâya yorumlamak hususunda kazaen tasdik edilmez. Ama o kimseyle Allah Teâlâ arasında talâkı niyet etmişse talâk olur, etmemişse olmaz. Çünkü bazen bu iş bana vâciptir denilir de yapmam gereklidir mânâsı kasdedilir, yaptım mânâsı kasdedilmez. Bu adam sanki seni boşamam gerekir demiş gibidir.»

METİN

Seni Allah boşasın dese, acaba niyete muhtar olur mu? Kemâl diyor ki: «Doğrusu evet olur.» Kocası karısına, «sen tâlik ol» yahut «boşanmış ol» veya «ey mutallâka» dese talâk vâki olur. Keza, «ey tâli», «ey tâlu» sözleriyle talâk vâki olur. Çünkü bu terhimdir. (Ey tâlik kelimesinin kısaltılmışıdır.) Yahut, «sen tâli» derse talâk vâki olur. Aksi takdirde niyete bağlı kalır. Nitekim bunu heceleyerek harf harf söylese; yahut âzâd kelimesini böyle söylese niyetine bağlıdır.

İZAH

«Kemâl diyor ki: Doğrusu evet olur.» Bu sözü ondan Bahır ve Nehir sahipleri nakletmiş ve hilâfı hikâye ettikten sonra Kemâl'i tasdikte bulunmuşlardır. Vechi şudur: Bu söz duaya ihtimallidir. Binaenaleyh niyete bağlıdır. Tatarhâniyye'de Attabiyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Muhtar olan kavil, niyete bağlı olmamasıdır. Zahîruddin bununla fetva verirdi. Makdisî, bizim zamanımızda vâki olur demiştir. Bunun benzeri şudur: Adam karısından beraet ister, o da Allah seni beri kılsın der. Bu fetva hâdisesi olmuştur. Ben bunun sahih olduğunu yazdım. Çünkü bu halkın örfü olmuştur.»

Ben derim ki: Bunun bir misli de Kâri-i Hidâye Fetevâ'sında ve Muhibbîyye manzumesindedir. Tamamı hul'da gelecektir.

«Tâlik ol yahut boşanmış ol.» sözleri hakkında Fetih sahibi şunu söylemiştir: «İmam Muhammed'den rivayet edildiğine göre talâk vâkidir. Çünkü «ol» kelimesi hakikatta emir değildir. Zira kadının kadından boş olması tasavvur edilemez. Bu emir kadının boş olmasını isbattan ibarettir. Nitekim Teâlâ Hazretlerinin, «Ol der. O do oluverir.» âyet-i kerimesi, emir değil yaratmaktan kinayedir. Kadının boş olması önceden boşamayı iktiza eder. Bu söz, geçmişte talâk ikâını tazammun eder. Boşanmış ol sözü de böyledir. Cariyeye efendisinin hür ol demesi bu kabildendir.»

«Ey mutallâka!» sözü hakkında evvelce demiştik ki: Şayet kadının kocası var da onu evvelden boşamış olup. «Ben o talâkı kasdetmiştim.» derse diyaneten tasdik olunur. Sahih kavle göre kazaen de öyledir. Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen, «Kocası sen boşsun der de sonra ey mutallâka diye çağırırsa, ikinci bir talâk vâki olmaz.» denilmiştir. Ey mutallâka yerine ey mutlaka dese, bu söz kinayeye mülhak olur. Nitekim Bahır'dan naklen arzetmiştik,

«Talâk vâki olur.» Yani niyete muhtaç değildir. Çünkü sarîh sözdür.

«Ey tâlu» şeklini inceleme neticesi Nehir sahibi söylemiş ve şöyle demiştir. «Tâlu demesininde aynı hükümde olması gerekir. Çünkü lügaten tâlu; beklemeyen mânâsına gelir. Tâle demesi bunun hilâfınadır. Çünkü niyete bağlıdır» Kendisine itiraz edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Tâlu dediği zaman dahi niyete bağlı olması gerekir. Çünkü diğerini beklemezse, t. I, k maddesi mevcut olmadığı gibi, mülâhaza dahi edilemez. Binnenaleyh sarîh değildir. Bekler mânasına gelen tâli bunun hilâfınadır.»

Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir. Münadanın terhiminde zamme şekli sabit bir lugat olduğuna göre, terhim yapmakla o söz nidâdan önceki mânâsından çıkmaz. Çünkü terhim yapılan sözü işiten herkes, o kelimeye nidâ edildiğini bilir. Atılan kısmı bekleyip beklememek itibari bir şeydir. Ulema bunu o kelimeyi zamme va kesire ile okuyabilmek için takdir etmişlerdir. Aksi takdirde münadanın çağrılması kasdedilmeyen başka bir isim olması lâzım gelir. Bana zahir olan budur.

«Yahut sen tâli derse...» niyetsiz talâk vâki olur. «Sen tâki» demesi, yani tâlik kelimesinden 'l' harfini atması bunun hilâfınadır. Çünkü bununla niyet etse de talâk vâki olmaz. Örfen mûtad olan, kelimenin (orta harfini değil) sonunu atmaktır. Tatarhâniyye.

«Aksi takdirde...» Yani münada olmayan tâlik kelimesini tâli şeklinde söylemezse, talâkın vukuu niyete bağlı kalır. Talâk müzakeresi ile öfke hali de niyet hükmündedir. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir. Fethu'l-Kadir'in kinayeler bahsinde şöyle denilmiştir: «En güzeli, mutlak surette niyete bağlı olduğunu söylemektir. Çünkü tâlik kelimesi kafsız söylenirse, bilittifak sarih değildir. Çünkü kullanılması çok değildir. Terhim dahi lügatta nidâdan başka yerde caiz değildir. Şu halde lugaten, örfen diye bir şey yoktur. Kazaen yeminiyle birlikte tasdik olunur. Bundan yalnız öfke ile talâk muzakeresi hâli mustesnadır, Bu hallerde kelimeyi sâkin okusun okumasın kazaen talâk vâki olur.» Tamamı Fetih'tedir.

Ben derim ki: Tatarhâniyye'den naklettiğimiz. «Kelimenin sonunu atmak örten âdettir.» sözü cevabı ifade eder. Çünkü tâlik kelimesi kesin olarak sarihtir. Kelimenin sonunu atmak örfen âdet olunca, bu onu sarîh olmaktan Çıkarmaz. Gerçekten kelimenin sonunu atmak, sözün güzelliklerinden, sayılmıştır. Bedi uleması onu iktifa kısmından sayarlar. Şu da var ki, kelimenin sonunu başka bir harfle değiştirmek - evvelce geçen bozuk talâğ ve telâğ kelimeleri gibi - o kelimeyi sarih olmaktan çıkarmaz. Halbuki o kelimenin o şekilde kullanılması çok değildir. Bu olsa olsa ondan sarih lâfız kasdedildiği içindir. Bozuk şekil ârızîdir. Çünkü ya hataen ağızdan çıkıverir yahut konuşanın dili öyle olduğu için kasten öyle söylenilir. Benim akl-ı kâsırıma zâhir olan budur.

METİN

Nehir'de Tashih'ten naklen, «Sana talâkını rehin ettim.» gibi sözlerle sahih kavle göre talâk vâki olmadığı bildirilmiştir. Bir kimse, sen boşsun gibi bir sözle talâkı karısına veya boyun, ünük, ruh, beden ve ceset, ferc, yüz, baş ve keza kıç gibi kadının bütününü ifade eden bir uzvuna; yahut yarısı ve üçte biri gibi - onda birine kadar - şâyi bir cüzüne izafe ederse, talâk vâki olur. Çünkü beden parçalanmayı kabul etmez. Kollarla bacaklar cesette dahildir. Bedende dahil değildir. Bud ve dübür ile muhtar kavle göre kan bunların hilâfınadır.

İZAH

«Nehir'de Tashih'ten naklen ilh...» Yani Allâme Kâsım'ın Tashihu'l-Kudûri nâmındaki kitabından ibare nakledilmiştir ki, bununla Bahır sahibine ret cevabı verilmek istenilmiştir. Bahır sahibi, «Sana talâkını hibe ettim.» sözünden, bu sözün sarih olduğunu anlamıştır. Keza, «Sona tevdi ettim, sana rehin ettim.» sözlerinden bunların sarih oldukları mânâsını çıkarmıştır. Nehir sahibi diyor ki: «Tashih-i Kudûri'de Kâdıhân'dan nakledildiğine göre, sana talâkını hibe ettim sözünde sahih kavil, talâkın vâki olmamasıdır. O halde sana tevdi ettim, sana rehin ettim sözleriyle talâk vâki olmaması evleviyette kalır. İleride göreceğiz ki, sana rehin ettim sözü kinayedir. Muhit'te beyan edildiğine göre bir kimse karısına, «Sana talâkını rehin ettim.» dese, ulema talâk vâki olmadığını söylemişlerdir. Çünkü rehin milkin elden gitmesini ifade etmez.»

Ben derim ki: Kinaye olmasının muktezası şudur: Talâk niyet bulunmak şartıyla vâki olur. Bahır sahibi bunu kinayeler bâbında kinayelerden saymıştır. Keza sana talâkını hîbe ettim, sana talâkını tevdi ettim, sana talâkını ödünç verdim sözlerini de kinayelerden saymıştır. Tamamı kinayeler bâbında gelecektir.

«Sen boşsun gibi...» Keza o boştur, şu boştur gibi zamir ve ism-i işaretlerle veya soyadı ve benzeriyle talâkı kadına izafe ederse kadın boş olur. Musannıf muradın mânâya tahsisi itibariyle kadının bütününü ifade eden sözler olduğuna işaret etmiştir.

«Kadının bütününü ifade eden» sözüyle de, mecaz yoluyla bütününü ifade eden kelimelere işaret etmiştir. Yoksa Fetih'te beyan edildiği gibi bunların hepsiyle bütün beden ifade edilir.

«Boyun ilh...» kelimesiyle bütün ceset ifade edilir. Çünkü Teâlâ Hazretlerinin, «Bir boyun âzâd etmesi lâzım gelir.» âyet-i kerimesinde boyun kelimesi bütün ceset mânâsına kullanılmıştır. «Ünükleri ona âmâde oldu.» âyet-i kerîmesindeki ünük sözü de böyledir. «Ruhu helâk oldu.» cümlesindeki ruh kelimesi nefsi mânâsındadır. Nefis kelimesi de bütün vücudu mânâsına gelir. Nitekim, «Biz onlara Tevrat'ta nefse karşı nefis diye yazdık.» âyet-i kerîmesinde nefis bu mânâyadır.

«Ferc» kelimesi, «Allah kaltak üzerindeki ferclere lânet etsin.» hadîs-i şerifinde bütün beden mânâsında kullanılmıştır. Fetih sahibi bu hadisin cidden garip olduğunu söylemiştir.

«Yüz» kelimesi, Teâlâ Hazretlerinin, «Onun yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Yalnız Rabbinin yüzü kalacaktır.» âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ'nın zâtı mânâsında kullanılmıştır. Baş kelimesi de öyledir. "Kölelerden bir ve iki baş âzâd etti.", "Senin başın selâmette oldukça ben de hayır üzereyim." denlilir ki, bundan murad da zâttır. Fetih.

Bahır sahibi diyor ki: «Fethu'l-Kadir'in kefâlet bahsinde bildirildiğine göre bir kimse, gözümle kefil oldum dese, sahih olup olmayacağını İmam Muhammed zikretmemiştir. Belhi sahih olmayacağını söylemiştir. Nitekim talâkta sahih değildir. Meğerki bu sözle bedeni niyet etmiş olsun. Ama vâcip olan, kefâlette de talâkta da sahih olmasıdır. Çünkü göz kelimesiyle bütün vücut ifade edilir. Kavmin gözü, o insanlar arasında bir gözdür denilir. Ama ihtimâl bu onların zamanında meşhur değilmiştir. Bizim zamanımızda ise meşhur olduğunda şüphe yoktur.»

«Keza kıç gibi ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Kıç kelimesi dübüre muradif de olsa, hükümde müvasi olmaları lâzım gelmez. Çünkü burada itibar, sözün bütün vücudu ifade etmesinedir. Görmüyor musun bud kelimesi de fercin muradifidir. (İkisi bir mânâyadır.) Ama buradaki hükmü tabirdeki hükmü gibi değildir.»

Hâsılı kıç ve ferc kelimeleriyle bütün beden ifade edilir. Talâk bunlara izafe edilirse vâki olur. Birincinin muradifi ki dübürdür ve ikincinin muradifi ki bud'dur bunun hilâfınadır. Bunlarla bütün beden ifade edilmediği için talâk da vâki olmaz. Teradüf, yani aynı mânâda olmalarından, hükümde de müsavi olmaları lâzım gelmez. Lâkin Fetih sahibi itiraz ederek şunları söylemiştir: «Eğer muteber olan ifadenin şöhret bulmasıysa, ferce izafe etmekle de talâkın vâki olmaması icabeder. Çünkü bu kelime bütün vücut mânâsında şöhret bulmamıştır. Şayet bazı lisan âlimlerinin kullanmış olması muteber sayılırsa, el kelimesinde hilâfsız olarak talâk vâki olması icabeder. Çünkü elin bütün beden hakkında kullanılması Teâlâ Hazretlerinin, "Bu, senin iki elinin takdim etmesi sebebiyledir." âyet-i kerîmesiyle sübut bulmuştur. Yani sen takdim ettiğin için demektir. Rasulullah (s.a v.) dahi, "Elin aldığı şey, onu gerisi geriye verinceye kadar üzerine borçtur." buyurmuştur.»

Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir: Muteber olan birincisidir. Lâkin onun herkesçe bütün beden mânâsında kullanılmasının şöhret bulması lâzım gelmez. Sadece meselâ konuşan kimsenin örfünde şöhret bulması kâfidir. Şu halde onun memleketinde el kelimesiyle bütün beden kasdedildiği şöhret bulmuşsa, ele izafe edilen talâk vâki olur. Ferc kelimesi şöhret bulmamışsa, ona izafe edilen talâk vâki olmaz. Sonra Fetih sahibinin sözünde bu mânâyı ifade eden kelimeler gördüm. Şöyle demiş: «Başa izafe etmekle talâkın vukuu, onunla bütün beden ifade edildiği içindir. Yoksa yalnız baş itibara alındığı için değildir. Onun içindir ki koca; ben yalnız başı kasdettim dese, Hulvânî'nin beyanına göre talâk vâki olmaz demek uzak görülemez. Lâkin bu diyaneten olmak gerekir. Kazaen ise bu kelimeyle bütün bedenin ifade edilmesi şöhret bulmuşsa, o kimse tasdik edilmez. Koca, ben et kelimesiyle elinsahibini kasdettim. Nitekim âyet ve hadiste sahibi kasdedilmiştir, derse, bir kavmin örfüne göre bununla bütün beden ifade edildiği takdirde talâk vâki olur. Çünkü talâk örfe ibtina eder. Onun için melezlerden biri Farsça karısını boşasa talâk vâki olur. Fakat bunu, mânâsını bilmeyerek bir Arap söylese, talâk vâki olmaz.»

Görülüyor ki, başa veya ele izafe edilen talâkın kazaen vâki olması, bu sözlerle bütün bedenin ifade edilmesi örf olduğuna göredir. Keza, "Bir kavmin örfüne göre bununla bütün beden ilh...» sözü dahi açık olarak gösteriyor ki, o kavme göre bu meşhur değilse talâk vâki olmaz. Halbuki baş ve el kelimelerini bütün beden mânâsında kullanmak hem lügaten hem şer'an sabittir. Allahu a'lem.

«Yahut yarısı ve üçte biri gibi...» Bir cüzü şâyi'ine izafe etmekle tatâk vâki olduğu gibi: talâkı kadının bir cüzünden birine izafe etmekle de vâki olur. Nitekim Hâniyye'de bildirilmiştir. Çünkü cüz'ü şayi satış vesaire gibi tasarruflara mahâldir. Hidâye.

Tahtâvî diyor ki: «Ancak talâktan başkası hakkında parçalanmayı kabul eder. Şeyhizâde'nin söylediğine göre talâk evvelâ o cüzde vâki olur, sonra ondan öteki cüzlere sirayet eder. Böylece bütünü boş olur»

«Çünkü beden parçalanmayı kabul etmez.» sözü, "Yahut talâkı kadının bir cüzü şâyi'ine izafe ederse" ifadesinin illetidir. T. Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Bundan, meselâ bir parmağa izafe edilen talâkın vâki olması lâzım gelir. Binaenaleyh münasip olan ta'lil, yukarıda Hidâye'den naklettiğimizdir.

«Kollarla bacaklar cesette dahildir.» Cesetle beden arasındaki bu farkı Nehir sahıbi İbn-i Kemâl'e nisbet etmiştir. Rahmetî ise onu Zemahşerî'nin Faik'ı ile Misbah'a nisbet etmektedir. Zahîre'nin iddet faslında gördüm ki İmam Muhammed, "Beden, insanın iki budundan omuzlarına kadar olan kısmıdır." demiştir.

METİN

Bir kimse karısına; senin üst yarın bir defa, alt yarın iki defa boş olsun dese, Buhârâ taraflarında talâk vâki olur. Bazıları bir talâk, bazıları her iki izafetle amel ederek üç talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Hulâsa. Senden boynun veya yüzün der; veya elini, başının, boynunun veya yüzünün üzerine koyarak, şu uzuv boştur derse, esah kavle göre talâk vâki olmaz. Çünkü bütün bedenini ifade etmemiş, sadece bir cüzünü söylemiştir. Hattâ elini koymaz da bu baş boştur der ve kadının başına işaret ederse, esah kavle göre talâk vâki olur. Ama o uzvu tahsisi niyet ederse, diyaneten tasdiki gerekir. Fetih. Nitekim talâkı ele izafe etse ancak mecaz niyetiyle vâki olur.

İZAH

«Buhârâ taraflarında talâk vâki olur.» Yani bu hususta ne mütekaddimin ulemadan, nemüteehhirinden bir nass yoktur. Tatarhâniyye.

«Her iki izafetle amel ederek üç talâk vâki olacağını söylemişlerdir.» Çünkü baş bedenin üst yarısındadır. Ferc ise alt yarısında bulunmaktadır. Böylece o kimse talâkı kadının hem başına hem fercine izafe etmiş olur. Bunu Tahtâvî Muhit'ten rivayet etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bundan anlaşıldığına göre o kimse bunların yalnız birini söylemekle yetinse, bilittifak bir talâk vâki olur.» ikincisi hakkında bu söz makbul değildir. Nitekim zâhirdir. Nehir. Yani her iki izafetle bir talâk vâki olduğunu söyleyen fercin ikincide olduğunu itibara almamıştır. Yalnız ikinci izafetle yetinirse, onunla nasıl bilittifak bir talâk vâki olur. Evet. yalnız birinci izafetle yetinse bilittifok bir talâk vâki olur.

Sonra bilmelisin ki, her iki kavil müşkildir. Çünkü üst yarı veya alt yarı cüzü şâyi değildir. Bu meydandadır. Kendisiyle bütün beden ifade edilen uzuv da değildir. Başın birincide, fercin ikincide bulunması ile bütün vücudu ifade etmiş olmaz. Çünkü yukarıda geçen, "Talâk bütün bedeni ifadeye yarayan bir cüze izafe edilirse vâki olur." sözünde muzaf takdir edilir. Yani bir cüzün ismine takdirindedir. Nitekim bunu Fetih sahibi söylemiş ve şöyle demiştir «Çünkü cüzün kendisiyle bütün bedeni ifade etmek tasavvur olunamaz.» O zaman üst yarıda mevcut olan başın kendisi; alt yarıda mevcut olan da fercin kendisidir. Kendileriyle bütün beden ifade edilen isimleri değildir. Onun içindir ki, etini kadının başının üzerine koyarak; şu baş boştur dese kadın boş düşmez. Çünkü elini koyması, başın kendisini kasdettiğine karinedir. Elini başının üzerine koymaması bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir. Çünkü bu, zât mânâsına gelir. Düşünülmelidir.

«Sadece bir cüzünü söylemiştir.» Buna karine, birincide senden demesi; ikincide ise elini koymasıdır.

«Bu baş boştur» derse talâk vâki olur. Öyle görünüyor ki, şu yüz yahut şu boyun demesi de bunun gibidir. Zâhire bakılırsa burada baş ve benzeri gibi şeylerin adını söylemesi mutlaka lâzımdır. Onları şu uzuv diye ifade ederse talâk vâki olmaz. Çünkü bütünü ifade eden şey baş ve benzerinin adıdır, o uzvun adı değildir.

«Esah kavle göre talâk vâki olur.» Onun için başkasına, "bu başı sana bin dirheme sattım" der de kölesinin başına işaret ederse, müşteri kabul ettim dediği takdirde satış caizdir. Bunu Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Fetih» in ibaresini bir sahife evvel arzettik.

«Nitekim talâkı ele izafe etse...» Çünkü el tabiriyle insanın bütününü ifade etmek şöhret bulmamıştır. Hattâ bir kavmin arasında şöhret bulsa talâk vâki olur. Nitekim bunu Fetih'ten naklen arzettik.

«Ancak mecaz niyetiyle vâki olur.» Yani meşhur olmamışsa cüzü külle itlak kabilindendir. Bununla meşhur ise mecaz niyetine hâcet yoktur. Fetih sahibi bunu şöyle zikretmiştir: «Şâfiî'ye göre talâkı ele, ayağa ve benzerlerine hakikaten izafe etmekle talâk vâki olur. Bu şöyle izah edilir: Talâkın mahalli kadındır. Çünkü nikâha mahal olan odur. Kadının cüzlerinin mahâl olması tebeiyyet yoluyladır. Binaenaleyh talâk ancak kadının zâtına veya tasarrufata mahâl olacak bir cüzü şayi'ine yahut bütününü ifadeye yarayan muayyen bir yerine izafe etmekle olur. Hattâ nefsi kasdedilse olmaz. Şu halde hilâf, tebean malik olduğu bir şey hakikatı üzere talâkı izafe etmesine mahâl olur mu olmaz mı meselesindedir. O şeyin bütünden olması hakkında değildir. Şâfiî'ye göre evet olur. Bize göre olmaz. Bütününden mecaz olmasına gelince: Lügaten doğru olduktan sonra, el olsun, ayak olsun vâki olacağında işkâl yoktur.» Yani tükrük ve tırnak bunun hilâfınadır. Çünkü bunlarla bütün bedeni murad etmek doğru değildir.

Hâsılı Bahır'da da beyan edildiği gibi bu lâfızlar üç kısımdır: Birincisi; sarih olup kazaen niyetsiz olarak talâk vâki olan boyun gibi sözlerdir. İkincisi, kinayedir. El gibi ki, ancak niyetle talâk vâki olur. Üçüncüsü, Barîh ve kinaye olmayan sözlerdir. Tükrük, diş, saç, tırnak, karaciğer, ter ve kalp gibi ki, bunlarla niyet etse de talâk vâki olmaz.

METİN

Ayak, dübür, saç, burun, baldır, uyluk, sırt, karın, dil, kulak; ağız; göğüs, çene, diş, tükrük ve ter; keza meme ve kana izafe etmekle de talâk vâki olmaz. Cevhere. Çünkü bunlardan biriyle bütün beden ifade edilemez. İfade eden bir kavim bulunursa talâk vâki olur. Keza hill değil de hürmet sebeplerinden olan her şey bilittifak böyledir.

İZAH

«Çene...» Ben derim ki: Çene sözüyle bütün bedeni kasdetmek şimdi şöhret bulmuş bir örftür. "Bu çene sağlam kaldıkça ben hayır üzereyim." derler. Binaenaleyh onun da baş gibi olması gerekir.

«Keza meme ve kana izafe etmekle de talâk vâki olmaz. Cevhere.» Ben derim ki: Cevhere'nin ifadesi şöyledir: «Erkek karısına; senin kanın boş olsun derse, bu hususta iki rivayet vardır. Bunların sahih olanına göre talâk vâki olur. Çünkü kan ile bütün beden ifade edilir. Kanı heder oldu derler.» Bahır ve Nehir'de Cevhere'den böyle nakledilmiştir. Nehir'de Hulâsa'dan nakledildiğine göre talâk vâki olmadığı sahih bulunmuştur. Nitekim metinlerin zâhiri de budur.

«İfade eden bir kavim bulunursa talâk vâki olur» Yani bu söylediklerimizle, fakat hassaten değil de herhangi bir uzuvla bütün bedeni izafe eden bir kavim bulunursa talâk vâki olur. Bunu Ebussuud Dürer'den nakletmiştir. Hamevi'nin Celâlzâde'nin Muhakemât'ından naklettiği ibarede şu ziyade vardır: «Talâk Türkçe olarak el ve ayağa izafe edilirse, buhususta ihtiyat göstermek icabeder. Çünkü Türkçe'de bunlarla bütün beden ve zât ifade edilir.» T.

«Keza ilh...» Bunun aslı Fethu'l-Kadir'dedir. Orada bütün bedeni ifadeye yaramayan el, ayak, parmak, dübür gibi uzuvlarla talâk ifade edilirse vâki olmadığı bildirilmiştir. İmam Züfer, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed buna muhaliftirler. Saç, tırnak, diş, tükrük ve tere izafetle talâk vâki olmayacağı hususunda hilâf yoktur. Bundan sonra Fetih sahibi şöyle demiştir: «Köle âzâdı, zıhâr, ilâ ve hürmet sebeplerinden herbiri bu hilâfa göredir. Bir adam karısının parmağını zıhâr, îlâ veya âzâd ederse bize göre sahih olmaz. Onlara göre olur. Kısastan afv da böyledir. Nikâh gibi helâl kılma sebeplerinden olan bir şeyin bütün bedeni ifadeye yaramayan muayyen bir cüze izafeti ise hilâfsız sahih olmaz.»

Ben derim ki: Bundan, nikâhta cüz'ü şâyı'a veya bütün vücudu ifadeye yarayan bir uzva izafenin hükmünün ne olacağı anlaşılamaz. Orada geçmişti ki, senin yan kısmını tezevvüç ettim sözüyle, esah kavle göre ihtiyaten nikâh mün'akit olmaz. Hâniyye. Bilâkis akdi kadının bütününe veya bütününü ifade eden bir uzvuna izafe etmesi mutlaka lâzımdır. Sırt ve karın en münasip kavle göre bütününü ifade eden uzuvlardandır. Zahîre. Talâkta ulema bunun hilâfını tercih etmişlerdir. O halde fark göstermeye muhtaçtır. Biz bu hususta evvelce söz ettik ve dedik ki: Sırt ve karına izafetle nikâh sahih olur diyen, talâkın da vukuunu tercih etmiştir. Nikâhta sahih olmadığını söyleyen, talâkın da vukubulmadığını ihtiyar etmiştir. Binaenaleyh farka hâcet yoktur.

METİN

Bir talâkın cüzü - velevki binde biri olsun - bir boşamadır. Çünkü talâk parçalanmayı kabul etmez. Cüzler fazla gelirse başka talâk vâki olur. Yarım talâk ve üçte bir talâk ve altıda bir talâk demedikçe böyle devam eder. Fakat bunları söylerse üç talâk vâki olur. Bunların arasında "ve" edatını kullanmazsa bir talâk vâki olur. Bir talâk ve yarısı derse, muhtar kavle göre iki talâk vâki olur. Cevhere. Keza altıda birin yerine dörtte bir demiş olsa muhtar kavle göre iki talâk vâki olur. Ama bir talâk olur diyenler de vardır. Kuhistâni.

İZAH

«Velevki binde biri olsun.» Meselâ sen bir talâkın binde bir cüzü boşsun dese bir talâk vâki olur. T.

«Çünkü talâk parçalanmayı kabul etmez.» Aklı başında bir adamın sözünü hiçe çıkarmaktansa, talâkın bir cüzünü söylemesi bütününü söylemiş yerine tutulur. Onun içindir ki kısasın bir kısmını affetmeyi Allah Teâlâ bütünü yerine tutmuştur. Nehir. Bu izaha göre bir adâm karısına, sen bir talâk ve bir çeyrek boşsun; yahut birbuçuk talâk boşsun derse, karısı iki talâk boş olur. Cevhere.

«Cüzler fazla gelirse...» Yani zamire izafe etmekle beraber meselâ; sen yarım talâk boşsun, bir de onun üçte biri ve dörtte biri derse, cüzler bir talâktan altıda birin yarısı kadar fazlalaşmış olur. Binaenaleyh bununla ikinci bir talâk meydana gelir.

«Böyle devam eder» Yani cüzler iki talâktan fazla olursa üç talâk meydana gelir. Meselâ, "Sen bir talâkın üçte ikisi ile dörtte birinin üçü ve beşte birinin dördü boşsun." derse üç talâk meydana gelir. H. Fethu'l-Kadir sahibi diyor ki: «Ancak esah kavle göre mercii bir oldukta, birin cüzleri fazla da olsa bir talâk vâki olur. Çünkü o cüzleri bire izafe etmiştir. Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Birinci kavli ulemadan bir cemaat tercih etmişlerdir.»

Bahır'da şöyle denilmiştir: «Esah kavle göre bir kimse karısına; sen bir talâk ve onun yarısı boşsun dese bir talâk vâki olur. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Birbuçuk talâk demesi bunun hilâfınadır.» Zahîre'deki sözü Hindiyye sahibi Muhit ve Bedâyi'ye nisbet etmiştir. Lâkin benim Bedâyi'de gördüğüm şöyledir: «Sayı biri geçerse hükmü ne olacağı zâhir rivayette zikredilmemiştir. Ulema bu hususta ihtilâf etmiş; bazısı iki talâk, bazısı bir talâk vâki olacağını söylemişlerdir.»

«Üç talâk vâki olur.» Çünkü nekire (belirsiz) bir kelime nekire olarak tekrarlanırsa, ikincisi birinciden başka olur ve her cüz tamamlanır. "Yarım talâk ve onun üçte biri ve altıda biri" demesi bunun hilâfınadır. Bir talâk vâki olur. Çünkü ikinci ve üçüncü birincinin aynıdır. Bu söylediklerimiz zifaf edilmiş kadın hakkındadır. Zifaf olunmayan hakkında bütün suretlerde bir talâk meydana gelir. Bahır.

«Ve edatını kullanmazsa...» Yani sen yarım talâk, üçte bir talâk, altıda bir talâk boşsun derse bir talâk meydana gelir. Z,ra atıf edatının atılması, bu cüzlerin hepsinin bir talâka ait olduğunu gösterir. İkincisi birinciden bedel, üçüncüsü ikinciden bedeldir. Bedel de mübdelün-minhin kendisi veya cüzüdür.

«Muhtar kavle göre...» Yani ulemadan bir cemaata göre demektir. Biliyorsun ki Mebsût'tan rivayet edilen bunun hilâfıdır. Ona göre esah kavil, mercii bir ise bir talâk vâki olmaktır. Zahîre ve Muhit sahipleri bunu tercih etmişlerdir.

«Keza altıda birin yerine dörtte bir demiş olsa ilh...» Orada Kuhistânî'nin ibaresi Muhit'ten nakledilmiş olmak üzere şöyledir: «Bir kimse yarım talâk ve üçte bir talâk ve dörtte bir talâk boşsun dese, muhtar kavle göre kadın iki defa boş olur. Bazıları bir defa boş olur demişlerdir. Dörtte bir yerine altıda bir demiş olsa üç talâk vâki olur; bazıları bir talâk vâki olur demişlerdir.»

Öyle anlaşılıyor ki bu, Kuhistânî'nin bir kalem hatasıdır. Çünkü bu odam ikincide cüzleri bir talâktan fazla yapmamıştır. O bununla üç talâk vâki olduğunu söylemektedir. Birincide ise cüzleri bir talâktan fazla yapmıştır. Kuhistânî bunu iki saymaktadır. Halbuki her iki suretteüçer talâk vâki olmak icabeder. Çünkü cüzlerin itibara alınması ancak mercii bir olduğu zamandır. Belirsiz ismi söylediği zaman ise, her cüz bir talâk sayılır. Nitekim geçmişti. Halbuki Muhit'in ibaresi Tahtâvî'nin Hindiyye'den naklettiği vecihle şöyledir: «Bir adam karısına; sen bir talâkın yarısı ve bir talâkın üçte biri ve bir talâkın altıda biri boşsun dese üç talâk meydana gelir. Çünkü her cüzü belirsiz bir talâka izafe etmiştir. Belirsiz isim tekrarlanırsa, ikinci birinciden başka olur. Bu adam; sen yarım talâk ve onun üçte biri ve onun altıda biri boşsun derse bir talâk vâki olur. Cüzlerin mecmuu bir talâkı geçerse; meselâ, sen yarım talâk ve onun üçte biri ve onun dörtte biri boşsun derse, bazıları bir talâk, bazıları da iki talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Muhtar olan iki talâktır. Serahsî'nin Muhit'inde böyle denilmiştir. Sahih olan da budur. Zahîre'de böyle denilmiştir.»

Fetih'ten naklen arzetmiştik ki; Mebsût'ta bir talâkın vukuu sahih kabul edilmiştir. Ne olursa olsun hilâfın mevzuu zamire izafettir. Belirsiz isme izafet değildir. Lâkin ben Tatarhâniyye'de Mühit'ten naklen şöyle denildiğini gördüm: «Sadru'ş-Şehid'in Vâkıat nâmındaki kitabında zikrettiğine göre bir adam karısına; sen yarım talâk boşsun ve bir talâkın üçte biri ve bir talâkın dörtte biri dese iki talâk vâki olur. Muhtar olan kavil budur. Şu halde Sadru'ş-Şehid'in söylediğine kıyasen; sen yarım talâk boşsun ve bir talâkın üçte biri ve bir talâkın altıda biri dediğinde bir talâk boş olması gerekir.» Bunda daha az işkal vardır. Galiba bu söz zamire izafette olduğu gibi belirsiz isme izafet ederken dahi cüzler itibara alındığına göredir. Lâkin bu kavil Bedâyi, Fetih, Bahır ve Nehir sahiplerinin kesinlikle kail oldukları farkın hilâfınadır.

METİN

İleride gelecek ki, bir talâkın bazı cüzlerini istisna etmek hükümsüzdür. Bazı cüzlerini îkâ etmekse bunun hilâfınadır. Erkeğin; sen birden ikiye kadar boşsun yahut birle iki arasında boşsun sözüyle bir talâk; birden üçe kadar yahut birle üç arası boşsun sözüyle iki talâk vâki olur. Aslı haram olan bir şeyde İmam-ı Azam'a göre kaide yalnız birinci gayenin (sınırın) dahil olmasıdır. Mercii ibaha olan yerde: meselâ benim malımdan yüzden bine kadar al dediğinde ise bilittifak her iki gaye dahildir. Sen iki talâkın üç yarısı ile boşsun derse üç talâk vâki olur. Bazıları iki talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Bir talâkın üç yarısı ile veya iki talâkın iki yarısı ile boşsun derse iki talâk meydana gelir. Bazıları üç talâk olacağını söylemişlerdir. Ama birinci kavil esahtır.

İZAH

«İleride gelecek ki...» Yani metinde tâlikin sonunda gelecek ki musannıf, "Bir talâkın bir kısmını hariç bırakmak hükümsüzdür. Bir kısmı ikâ etmek ise bunun hilâfınadır. Sen üç defa boşsun, yalnız yarım talâk müstesna derse, muhtar kavle göre üç talâk vâki olur." diyecektir. Fetih sahibi diyor ki: «Bazıları Ebû Yusuf'un kavline göre iki talâk vâki olacağınısöylemişlerdir. Çünkü boşamak o işi görmek hususunda parçalanmayı kabul etmez. İstisnada da öyledir. Ve sanki yalnız biri müstesna demiş gibidir.»

«Bazı cüzlerini ikâ etmekse bunun hilâfınadır.» Bazı cüzlerini dediği, musannıfın burada söyledikleridir.

«Aslı haram olan bir şeyde...» Yani talâk gibi ancak hâceti gidermek için mübah kılınan bir şeyde İmam-ı Azam'a göre kaide yalnız birinci gayenin dahil olmasıdır. İmameyn'e göre ise her iki gaye dahildir. Binaenaleyh birincide (yani birden ikiye kadar boşsun dediği yerde) onlara göre iki talâk. İkincide (birden üçe kadar dediği yerde) üç talâk vâki olur. İmam Züfer'e göre birincide hiçbir talâk vâki olmaz. İkincide bir talâk vâki olur. Kıyas da budur. Çünkü sınırlı bir şeyde her iki sınır dahil değildir. Meselâ, sana şu yeri şu duvardan şu duvara kadar sattım sözünde, satışta duvarlar dâhil değildir. Üç imamızın kavli, örfe bakarak istihsandır. Şöyle ki: Örfen bu söz ne zaman söylenir ve iki sınırın arasında bir sayı bulunursa, onun azından çoğu ve çoğundan azı kasdedilir. Meselâ benim yaşım altmışla yetmiş arasıdır dersen; altmıştan çok, yetmişten azdır demek istersin. İmdi, "Sen birden ikiye kadar boşsun." gibi sözlerde İmam-ı Azam'a göre bu örf yoktur. Binaenaleyh boşsun sözünü işletmek vâcip olur ve onunla bir talâk meydana gelir. Aslı mubah olan şeyde hepsi dahil olur. Meselâ, benim malımdan bir dirhemden iki dirheme kadar al dese, hepsini al mânâsına gelir. Fakat aslı haram ise, o şeyin haram olması hepsini kasdetmediğine kârinedir. Şu kadar var ki, birinci gaye bizzarure dahildir. Zira ikinci talâk onun üzerine terettüp etmek için birincinin mutlaka bulunması lâzımdır. Birincisiz ikinci olamaz. İkinci gaye olan üç talâk bunun hilâfınadır. Çünkü üçüncüsü olmadan ikinci talâk olabilir. Birden ikiye kadar dediği surette ise, zikredilen zaruret olmadığı için ikinci gayeyi dahil etmeye hacet yoktur. Bu izahın tamamı Fetih'tedir.

«Her iki gaye dahildir» Binaenaleyh zikredilen misalde o adam binin hepsini alabilir. Nitekim bunu Bahır sahibi ifade etmiştir.

«Üç talâk vâki olur.» Çünkü iki talâkın yarısı bir talâktır. Şu halde iki talâkın üç yarısı bizzarure üç talâk eder. Nehir.

«Bazıları iki talâk vâki olacağını söylemişlerdir.» Çünkü iki talâk yarıya bölünürse dört yarım eder. Bunların üçü birbuçuk eder. Bu da tamamlanarak iki talâk olur. Buna şöyle cevap verilmiştir: «Bu tevehhümün menşei bizim iki talâkı yarıya böleriz dememizle, iki talâktan herbirini yarıya böleriz sözümüzü birbirine karıştırmalarıdır.» Dört yarıyı icabeden ikincisidir. Lâfzın her ne kadar buna ihtimali varsa da - onun için bunu niyet etse diyaneten kabul edilirse de - zâhirin hilâfınadır. Nehir. Fetih sahibi şöyle demiştir: «Çünkü zâhir iki talâkın yarısının bir talâk olmasıdır. İki talâkın iki yarısı değildir»

«Veya iki talâkın yarısı ile...» Keza üç talâkın yarısı ile boşsun derse iki talâk meydana gelir. İki talâkın yarısı derse bir; üç talâkın iki yarısı derse üç talâk vâki olur. Bahır. Bir talâkın üç yarısı birbuçuk talâk ederse de, talâk parçalanmayı kabul etmediği için buçuk bütünlenerek iki talâk olur. İki talâkın iki yarısı dahi bütünlenerek iki talâk olur.

Ben derim ki: Bir talâkın dört üçte biri ve bir talâkın beş dörtte biri sözleri de bir talâkın üç yarısı sözü gibi olmak gerekir.

«Bazıları üç talâk olacağını söylemişlerdir.» Çünkü her yarım başlı başına tamamlanır ve üç talâk olur.

«Ama birinci kavil esahtır.» Bahır sahibi diyor ki: «Câmiu's-Sagîr'de nakledilen budur. Nâtifî bunu ihtiyar etmiş; Attâbi de bunu sahihlemiştir.» Bahır sahibi bundan sonra yarıya bölmenin oniki sureti olduğunu ve herbirinin hükümlerini zikretmiştir. Ona müracaat edebilirsin.

METİN

Sen bir kere iki boşsun sözünde niyet etmez veya çarpmayı niyet ederse bir talâk vâki olur. Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır, fertleri çoğaltmaz. Ama bununla bir ve ikiyi niyet ederse, kadın cima edilmiş bulunduğu takdirde üç talâk; cima edilmeyen hakkında bir talâk vâki olur. Bu söz, cima edilmeyen kadına; sen bir ve iki boşsun demek gibidir. Çünkü birinci talâk vâki olduktan sonra iki talâka mahâl kalmaz. İkiyle beraber biri niyet ederse mutlak surette üç talâk vâki olur. Çarpma niyetiyle, sen iki kere iki boşsun derse, iki defa boş olur. Sebebi yukarıda geçti. "Ve" yahut "beraber" mânâsını niyet ederse, yukarıda geçtiği gibidir. Erkeğin; sen buradan Şam'a kadar boşsun sözüyle - bunu uzunluk veya büyüklükle vasıflandırmadıkça - bir talâk ric'î vâki olur. Vasıflandırırsa talâk bâin olur. Sen Mekke'de boşsun yahut Mekke'nin içinde boşsun veya şu hânede veya gölgede yahut güneşte yahut filan elbisenin içinde boşsun sözleri tencizdir (geçerlidir), derhal talâk vâki olur. Bu sözler, sen hastayken boşsun yahut namaz kılarken boşsun veya hasta olduğun halde, namaz kıldığın halde boşsun demesi gibidir.

İZAH

«Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır ilh...» Yani çarpmak, çarpılan sayının cüzlerini çoğaltmak hususunda tesir eder. Sayının çoğalması hususunda tesiri yoktur. Birçok cüzlere ayırdığı bir talâk bir talâktan fazla olmaz. Eğer çarpmak sayıyı arttırsaydı, dünyada fakir kalmazdı. Çünkü bir dirhemini yüzle çarpar, o dirhem yüz olurdu. Sonra yüzü binle çarpar yüzbin olurdu. İmam Zufer'le Hasan b. Ziyad ve üç mezhebin imamları iki talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Çünkü hesapçıların çarpma hususunda örfleri, bir sayıyı diğerinin adedince katlamaktır. Fetih sahibi bunu tercih etmiştir. Çünkü örf buna mâni değildir. Bizim farz vetahminimize göre bu adam onların örflerine göre konuşmuş, onu kasdetmiştir. Binaenaleyh talâkı bilerek Farsça veya başka bir dille yapmış gibi olur.

«Böyle olsa dünyada fakir kalmazdı» diye ilzam etmek lâzım gelmez. Çünkü bir dirhemini yüzle çarpması şayet haber vermekten ibaretse, "Bende yüz dirhemin içinde bir dirhem var." demek gibi olur ki bu yalandır. İnşa ise, bir dirhemi yüzün içine koydum demek gibi olur ve mümkün değildir. Çünkü bunu söylemekle bir dirhem yüzün içine girivermez. Bu görüşü Gayetü'l-Beyân sahibi dahi tercih etmiştir. Gerçi Bahır sahibi cevap vererek; "Bir kere iki sözünde iki hakikaten zarftır. Fakat bu bire elverişli değildir. Elverişli olmayınca, burada ne örf muteber olur, ne de niyet! Bana su ver sözüyle talâkı niyet etmek gibi olur. Böyle bir talâk vâki olmaz." demişse de, bu sözü Makdisi şöyle reddetmiştir: «Lâfız sarihtir. Yani hesapçıların örfüne göre hakikattır. Örfî mânâsında açıktır.» Onu Nehir ve Minah sahipleri de reddetmişlerdir. Rahmetî, "Böylece bu mesele İmam Züfer'in kavliyle fetva verilen meseleleri arttırmaktadır." demiştir. Demek istiyor ki; muhakkık İbn-i Hümam tercih ehlindendir. Nitekim bunu Bahır sahibi kaza bahsinde itiraf etmiştir.

«Kadın cima edilmişse...» Yani velev hükmen olsun demektir. Tâ ki kendisiyle halvet yapılan kadına da şâmil olsun. Zira iddet içinde ihtiyaten kadına talâk yapılabilir. Doğruya bu daha yakındır. Nitekim mehir bâbında halvet hükümlerinde geçmiş; biz de orada gerekeni sana izah etmiştik. Üç talâk vâki olur. Çünkü kocasının sözü buna ihtimallidir. Zira bir ve iki dersek, oradaki 've' edatı biraraya toplamak içindir. Zarf mazrufu içine toplar. Böylece bu sözden bir ve iki mânâsını kasdetmek sahih olur. Hem burada erkeğin, kendisine şiddet göstermesi vardır. Nehir.

«Mutlak surette...» Yani kadın cima edilmiş olsun olmasın mütlak surette üç talâk vâki olur. H.

«Sebebi yukarıda geçti.» Yani yukarıda şârih, "Çünkü bu söz cüzleri çoğaltır fertleri çoğaltmaz." demişti. H.

«Yukarıda geçtiği gibidir.» Yani "ve" mânâsına alırsa, cima edilen kadın üç talâkla, cima edilmeyen iki talâkla boş olur. "Beraber" mânâsına alınırsa, mutlak surette üç talâk vâki olur. H.

«Bir talâk ric'i olur» Çünkü talâkı kısalıkla vasfetmiştir. Talâk vâki oldu mu, her yerde vâki olur. Onu Şam'a tahsis etmek, başka yerlere nisbetle kısaltmak olur. Talâkın hakikaten kısaltmaya tahammülü yoktur. Binaenaleyh hükmünün kısalığını kasdetmiş olur ki, onun kısalığı ric'î ile, uzunluğu da bâinle olur. Bir de bu adam talâkı büyüklük veya ululukla vasfetmemiş, onu öyle bir yere uzatmıştır ki, o yerin ona ihtimali yoktur. Binaenaleyh bu sözle şiddet ziyadesi sabit olamaz. Nehir.

«Derhal talâk vâki olur.» sözü, 'tencizdir' kelimesinin tefsiridir. Şöyle ki: Şer'î kaydıkaldırmaktan ibaret olan talâk o anda yoktur. Şâri' Hazretleri, talâk arzu eden kimse için, onun vücudunu mevcut olmayan bir şeyin vücuduna bağlı kılmıştır. O şey bulundu mu talâk da bulunur. Buna elverişli olan şeyler, fiillerle zamanlardır. Çünkü o anda onların her ikisi mevcut değildir, sonra bulunurlar. Sabit bir ayn olan mekân bunun hilâfınadır. Çünkü ona bağlamak tasavvur edilemez. Meselenin tamamı Fetih'tedir.

METİN

Bunların hepsinde o adam "Ben girdiğim vakit veya elbiseyi giydiğin vakit veya hasta olduğun vakit ve bunun gibi bir şey kasdettim." derse, sözü diyaneten tasdik edilir, kazaen tasdik edilmez ve sözü o şarta taallûk eder. Bir seneye veya ay başına yahut kışa demiş gibi olur. Mekkn'ye girersen sözü tâliktir. Keza eve girdiğinde yahut filan elbiseyi giydiğinde ve keza namazında gibi sözler dahi tâliklir. Çünkü zarf şarta benzer. Eve girdiğin için yahut hayız gördüğün için boşsun derse, tenciz (derhal talâk) olur. Ba ile söylerse (girmenle derse) tâlik olur. Kadın hayızlı iken, sen hayzında boşsun derse, başka bir hayız görünceye kadar; hayzan esnasında derse, hayzını görüp temizleninceye kadar boş düşmez. Üç gün içinde boşsun derse, bu tenciz olur. Üç günün gelişinde derse, yemin ettiği günden ayrı üç günün gelişine tâlik olur. Çünkü şartlar gelecek zaman hakkında muteberdir.

İZAH

«Kazaen tasdik edilmez.» Çünkü bunda kendisi için işi hafifletmek vardır. Bahır.

«Bir seneye ilh...» Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse karısına; sen geceye boşsun, yahut bir aya veya bir seneye yahut yaz yarısına yahut kışa, bahara veya güze boşsun derse, bu üç vecihle olur.

1) Ya izafe ettiği vakitten sonra boş düşmesini niyet eder. Bu takdirde o vakit geçtikten sonra boş olur.

2) Veya talâkın vukuunu niyet eder. Vakti uzaması için sınır yapar. Talâk derhal vâki olur.

3) Yahut hic niyeti yoktur. Bu takdirde bize göre vakit geçtikten sonra boş düşer. İmam Züfer'e göre ise derhal talâk vâki olur. İmam Züfer bunu Mekke'ye veya Bağdat'a gibi gayeyi mekân yaptığı hale kıyas etmiştir. Zira mekânı gaye yaparsa, gaye bâtıl olup kadın derhal boş düşer.»

«Tâliktir.» Çünkü tâlikin hakikatı mevcuttur. Bahır.

«Keza ilh...» Yani bu misallerde talâk fiile taallûk eder. Fiil bulunmadan kadın boş düşmez. Bahır.

«Namazında gibi sözler dahi taliktir» Kadın bir rekât kılıp onun secdesine varmadıkça boş düşmez. Bazıları başını secdeden kaldırmadıkça, bazıları da teşehhüde oturmadıkça boş düşmeyeceğini söylemişlerdir.Ta-tarhâniyye.

«Gibi sözler.» Meselâ; hastalığında yahut ağrı çektiğinde boşsun, demesi de tâliktir. Çünkü ihtiyâri fiille ihtiyârî olmayan fiil arasında bir fark yoktur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.

«Çünkü zarf şarta benzer.» Zira şart bulunmadan nasıl meşrut bulun-mazsa, zarf bulunmadan mazruf da bulunmaz. Binaenaleyh zarf mânâsını murad etmek mümkün değilse, şart mânâsına yorumlanır. Nehir.

«Tenciz olur...» Çünkü talâkı o anda yapmış ve zikrettiği şeyle onu illetlendirmiştir. Binaenaleyh girmek veya hayız bulunsun bulunmasın derhal talâk vâki olur. Rahmeti.

«Ba ile söylerse tâlik olur» Çünkü ba, ilsak (hükmü yapıştırmak) içindir. Bu adam kadına zikrettiği şeye yapışık olarak bir talâk yapmıştır. Binaenaleyh talâk ancak onunla olur. Rahmeti.

«Sen hayzında boşsun derse» başka bir hayız görünceye kadar boş düşmez. Bedâyi sahibi diyor ki: «Sen hayzında boşsun veya sen hayzınla beraber boşsun derse, kanın üç gün devam etmesi şartıyla hayzını gördüğünde boş olur. Çünkü 'fi' kelimesi zarf bildirir. Halbuki hayız zarf olmaya elverişli değildir. Binaenaleyh şart kabul edilir. (Beraber mânâsına gelen) 'mea' kelimesi beraberlik ifade eder. Kan üç gün devam etti mi, başladığı andan itibaren hayız olduğu anlaşılır ve talâk o andan itibaren vâki olur. Sen hayzan esnasında boşsun derse, hayzını görüp temizlenmedikçe boş düşmez. Çünkü 'hayza' kelimesi kâmil hayzın ismidir. Bu da temizliğin ona bitişmesiyle olur. Bu fasılların hepsinde kadın hayızlı bulunursa, temizlenin başka bir hayız görmedikçe boş düşmez. Çünkü o adam hayzı talâkın vukuu için şart yapmıştır. Şart olması, yakın bir şekilde yok olan şeydir ki, o da gelecekteki hayızdır, halen mevcut olan hayız değildir.»

Ben derim ki: O adam mevcut hayzın müddetinde diye niyet ederse, talakın vâki olması gerekir. Cevhere' de şöyle denilmiştir: «Kadın hayızlı iken kocası ona, hayzını görürsen boşsun derse, bu söz gelecekteki hayza yorumlanır. Bu hayızdan meydana geleni kasdederse, niyetine göre vâki olur. Çünkü hayız azar azar meydana gelir. Gebe karısına, sen gebe kalırsan diyerek bu gebeliği nisbet etmesi bunun hilâfınadır. Bununla yemini bozulmaz. Çünkü onun çok cüzleri yoktur.» Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Hayızlı kadına kocası, hayzını görürsen boşsun derse, bu söz gelecekteki hayza ait olur. Kadına, Yarın hayzını görürsen boşsun derse, bu söz o hayzın yarının fecrine kadar devamına yorumlanır, Çünkü ertesi sabah hayzın meydana gelmesi tasavvur edilemez. Binaenaleyh devama yorumlanır. Keza kadın hasta iken, sen hasta olursan boşsun derse, hüküm yine böyledir. Sağlam kadına, düzeldiğin zaman boşsun demesi bunun hilafınadır ve sustuğu gibi talâk vâki olur. Çünkü sağlamlık devam eden bir haldir. Onun devamı için iptida hükmü vardır. Ayakta bir kimseye, ayağa kalktığın vakit; oturan kimseye, oturduğun vakit; milki olan birköleye, sana mâlik olduğum vakit demek de böyledir. Hayız ve hastalık uzamasa da şeriat mecmu itibariyle birtakım hükümler tâlik etmiştir ki, bunlar onun her cüzüne taallûk etmez. Bu sebeple mecmuu bir şey saymıştır.»

«Üç gün içinde boşsun derse bu tenciz olur.» Çünkü vakit kadının boş olmasına zarf olabilir ve bir vakitte boş düştü mü, sair vakitlerde de boş sayılır. Bahır.

«Üç günün gelişine tâlik olur.» Çünkü gelmek bir fiildir. Zarf olmaya elverişli değildir. Binaenaleyh şart olur. Bahır.

«Çünkü şartlar gelecek zaman hakkında muteberdir.» sözü, "yemin ettiği günden ayrı" ifadesinin illetidir. Çünkü günün gelmesi, onun ilk cüzünün gelmesinden ibaretir. Fecir doğdu mu, cuma günü geldi derler. Birinci günün ilk cüzü geçmiştir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Bunun ifade ettiği mânâ, o kimsenin bu yemini gündüz yapmış olmasıdır. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre geceleyin karısına; sen üç günün gelişinde boşsun derse, üçüncü günün fecri doğmakla kadın boş düşer. Üç günün geçişinde derse, bunu geceleyin söylediği takdirde, üçüncü günün güneşi kavuşmakla kadın boş düşer. Câmi nüshalarının bazısında böyle denilmiştir. Diğer bazılarında ise, "Dördüncü geceden yemin ettiği saati gelinceye kadar boş düşmez." denilmiştir. Kudûrî bunu böyle zikretmiştir.

METİN

Kıyamet gününde derse, bu sözü hükümsüz kalır. Ondan önce derse tencizdir. Sen şu hâneye girişinde güzel bir talâkla boşsun derse, güzel mânâsına gelen hasene kelimesini merfu söylediği takdirde tenciz olur. Mansup söylerse talâk muallâk olur. Kisâi İmam Muhammed'e şunu sormuş: «Bir kimse karısına; uysal olursan ey Hind, uysallık uğurluluktur. Sert olursan ey Hind, sertlik uğursuzluktur. İmdi sen talâksın. Talâk ise azimettir. Üçtür. Kim sertlik gösterirse. âsilik ve zulmetmiş olur derse, kaç talâk vâki olur?» İmam Muhammed. "Üç kelimesini merfu söylerse bir talâk, mansup söylerse üç talâk olur." diye cevap vermiştir. Meselenin tamamı Muğni'de ve Mülteka üzerine yazdığımız hâşiyededir.

İZAH

«Hüküsüz kalır.» Çünkü kıyamet gününde Allah'ın teklifleri kaldırılmış olur. Burada talâkın müneccez, yani derhal vâki olmaması, vukuunu muayyen bir zamana tâlik ettiği içindir. Zaman talâk îkâı için elverişlidir. Şu kadar var ki, ikâına bir mâni bulunmuştur. T.

«Ondan önce derse tencizdir.» Çünkü öncelik zarftır, geniştir, konuşma zamanına da sâdıktır. T.

«Merfu söylediği takdirde tenciz olur» Merfu ile mansup söylemesi arasında fark şudur: Hasenetün diye merfu söylerse, kelime kadının sıfatı olur ve fâsıla teşkil eder. Hasenetendiye mansup söylerse, boşamanın sıfatı olur ve fâsıla teşkil etmez. Bunu Muhitten Nehir sahibi nakletmiştir. Yani ecnebi bir fâsıla bulunmayınca, "girişinde" demesi yeni bir cümle olmaz. Boşsun kelimesine taallûk eder ve onun kaydı olur.

«Kisâi İmam Muhammed'e şunu sormuştur ilh:..» sözüyle şârih, İbn-i Kişâm'ın Muğnî adlı eserinin birinci bâbında söylediklerini redde işaret etmiştir. İbn-i Hişâm şöyle demiştir: «Hârun Reşid İmam Ebû Yusuf'a mektup yazarak bu meseleyi sormuş; O da, bu mesele hem nahvî, hem fıkhîdir. Ben onun hakkında bir şey söylersem hatadan emin değilim, diye cevap vermiş. Bunun üzerine mesela Kisâi'ye sorulmuş; O da üç kelimesini merfu söylemişse kadın bir defa boş olur. Çünkü kocası ona sen talâksın demiş, sonra tam talâkın üç olduğunu haber vermiştir. Üç kelimesini mansup söylemişse, kadın üç defa boş olur. Çünkü bunun mânâsı, sen üç defa boşsun demektir. Aralarında bir itiraz cümlesi vardır, diye cevap vermiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Fetih sahibi diyor ki: «Bu söz hata olmaktan başka içtihat makamını anlamaktan da uzaktır. Çünkü içtihadın şartlarından biri, Arap dilini ve üslûplarını bilmektir. Zira içtihat, Arapça olan nakit deliller üzerinde yapılır. Güvenilir zevatın bu mesele hakkında fetvayı okuyandan naklettikleri bunun hilâfıdır. Suali Kisâi İmam Muham b. Hasan'a göndermiştir. Ebû Yusuf'un ve Hârun Reşid'in bu meselede aslâ karşılığı yoktur. Ebû Yusuf'un makamı, imam, müctehid ve lâfızların muktezası hususundaki tasarruflarda bunca ustalığı ile beraber böyle bir terkipte başkasına muhtaç olmaktan çok daha yüksektir. Mebsût'ta bildirildiğine göre İbn-i Semâa şöyle demiş: Kisâi İmam Muhammed'e bir fetva göndermiş. O da onu bana verdi, fetvayı kendisine okudum, cevabında yukarıda geçenleri yazdı. Kisâi de cevabını beğendi. Halebî'nin Celâl-i Suyûtî'ye aid Mugnî hâşiyesinden naklen bildirildiğine göre Hatib-i Bağdâdi'nin Tarih' inde rivayet edilen budur»

«Talâk azimettir.» Yani ciddidir. şaka ve oyun değildir. Nehir.

«Tamamı Mugni' dedir.» Mugni sahibi şöyle demiştir: «Ben derim ki: Doğrusu, refi ve nasp kıraatlerinin ikisi de üç ve bir talâkın vukuuna ihtimallidir. Reli ihtimallidir. Çünkü talâk kelimesinin başındaki 'elif-lâm' ya cinsten mecaz içindir - "Zeyda'nir raculü" gibi ki, güvenilecek adam Zeyd'dir mânâsınadır. - yahut ahd-ı zikri içindir. Yani bu zikredilen talâk üç azimettir mânâsınadır. 'Elif-lâm' ı ahd için alırsak üç talâk; cins için alırsak bir talâk vâki olur. Mansup okumaya gelince: Mef'ulü mutlak olmak ihtimali vardır. Bu üç talâkın vukuuna iktiza eder. Çünkü sen üç talâkla boşsun mânâsınadır. Sonra şair bunların arasına talâk izamettir diyerek itiraz cümlesi getirmiştir. Üç kelimesinin azimetin altında gizli olan zamirden hâl olması da mümkündür. O zaman üç talâkın vukubulması lâzım gelmez. Çünkü mânâ, talâk üç olursa azimettir şekline girer ve o kimse neyi niyet ettiyse o olur. Lâfzın muktezası budur. Ama şairin murad ettiği üç talâktır.» Fetih sahibinin beyanına göre "selâsün" kelimesinin mef'ulû mutlak olmak üzere 'selâsen' okunması zâhirdir. Merfu olarak 'selâsün' okunursa, ahd-ı zikri için olur ve üç talâk meydana gelir. Onun için şairin bunu kasdettiği zâhir olmuştur.

METİN

Sen yarın boşsun, yahut sen yarının içinde boşsun sözüyle fecir doğarken talâk vâki olur. İkincisinde ikindiyi yani günün sonunu niyet etmesi kazaen sahihtir. Diyaneten her ikisinde tasdik edilir. Sen şâbanda boşsun, yahut şâban ayının içinde boşsun demesi de böyledir. Sen bugün yarın boşsun: yahut, sen yarın bugün boşsun derse, birinci söz muteber olur. 'Ve' edatıyla atfederse, birinci sözle bir, ikinciyle iki talâk vâki olur. Bu, "sen geceleyin ve gündüz boşsun"; yahut "gündüzün evvelinde ve sonunda boşsun" ve bunun aksi ile, "bugün ve ayın başında boşsun" demesi gibidir.

İZAH

«Fecir doğarken talâk vâki olur.» Fecirden murad; fecr-i sâdıktır. fecc-i kâzip değildir. Ferir doğarken boş olmasının vechi şudur: Bu adam kadını yarının hepsinde talâkla vasfetmiştir. Binaenaleyh muarız olmadığı için ilk cüzü taayyün eder. Bahır. Hidâye sahibi ile başkaları burada talâkı zamana izafe hakkında ayrıca bir fasıl yapmışlardır.

«İkincisinde ikindiyi...» (Yani yarının içinde sözüyle ikindiyi) niyet etmesi sahihtir. Çünkü Yarının bir cüzünde kadını talâkla vasfetmiştir. Bahır.

«Günün sonunu» sözü, maksadı tefsirdir. Zâhire göre kuşluk veya zevâl vaktini kasdetmiş olsa yine tasdik edilir. T.

«Kazaen» sahih olması ,İmam-ı Âzâm'a göredir. İmameyn'e göre birincisi gibi bu da sahih değildir. Diyaneten her ikisinde niyetin sahih olmasında hilâf yoktur. İmam-ı Âzâm'a göre fark müteallâkının umumudur. Zira mukadder olarak dahil olur. Lâfzan söylenmez. Lügatta, bir sene oruç tuttum demekle bir senenin içinde oruç tuttum demenin arasında fark vardır. Şer'an dahi, ömrüm boyunca oruç tutacağım demekle, ömrümün içinde oruç tutacağım sözü arasında fark vardır. Ömrüm boyunca dediğinde, bütün ömrünü oruçla geçirmedikçe yemininde durmuş olmaz. Ömrümün içinde dediğinde ise, bir saat oruç tutmakla yemininde durduğu sabit olur. Keza bir ay oruç tutarsam kölem âzâd olsun sözüyle, bu ayın içinde oruç tutarsam kölem âzâd olsun demesi arasında fark vardır. Birincisinde oruç bütün aya şâmildir. İkincisinde ise bir saate şâmildir. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Binaenaleyh zarf edatını zikrederek zamanın bir cüzünü niyet etmek, hakikati niyet etmektir. Zarf edatını atarak niyet etmek ise, âmmı tahsistir. Binaenaleyh kazaen tasdik edilmez. Hakkında zaman parçalanmayı kabul etmeyen şey bunun hilâfınadır. Çünkü onda edatı atıp atmamakarasında bir fark yoktur. Meselâ, cuma günü oruç tuttum demekle, cuma gününün içinde oruç tuttum demek müsavidir. Meselenin tamamı Bahır ve Nehir'dedir.

Ben derim ki: Keza şumulü olmadığını bilirse, zamanı parçalanan şey hakkında da aralarında fark yoktur. Meselâ, cuma günü yedim yahut cuma gününün içinde yedim sözleri arasında bir fark yoktur.

«Yahut şâban ayının içinde» sözünde, erkeğin niyeti yoksa kadın recebin son gününde güneş kavuşurken boş olur. Şâban ayının sonunu niyet etmişse, mesele yukarıdaki hilâf üzeredir. Fetih.

«Birinci söz muteber olur.» Binaenaleyh birincide o gün, ikincide yarın boş olur. Çünkü birinci söz söylemekle onun hükmü birincide derhal sabit olur. İkincide ise tâlik olur ve ondan sonra zikrettiği ile değiştirmeye ihtimali kalmaz. Zira ne müneccez tâliki kabul eder, ne de muallâk tencizi. Nehir.

«Ve edatıyla atfederse ilh...» Tebyin sahibi diyor ki: Çünkü ma'tuf ile ma'tufunaleyh başka başka şeylerdir. Şu kadar var ki, birincide bizim için ikinci talâkı ikâya hâcet yoktur. Çünkü kadının üzerine bugün yapılan bir talâkla onu yarın vasfetmek mümkündür. İkincisinde ise bu mümkün değildir. Onun için iki talâk vâki olur. H.

«Sen geceleyin ve gündüz boşsun demesi gibidir.» Yani bu sözü gece söylemişse bir talâk vaki olur. Keza gündüzün başında söylemişse, gündüzün başında ve sonunda vâki olur. H.

«Ve bunun aksi ile...» Yani, "sen gündüzün ve geceleyin boşsun", yahut "sen günün sonunda ve başında boşsun" derse, bu söz geceleyin ve keza gündüzün başında söylenmişse kadın iki talâk boş düşer. Gündüzün veya günün sonunda söylenmişse, hüküm hepsinde bunun aksi olur. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. H.

Ben derim ki: Bu hüküm ma'tufta zarf edatını açıklamadığına göredir. Zira Zahîre'de şöyle denilmektedir: «Geceleyin karısına; sen gecende ve gündüzünde boşsun; yahut gündüzleyin, sen gününde ve gecende boşsun derse, her vakitte bir talâk boş düşer. Yalnız bir talâkı niyet ederse, diyaneten tasdik olunur. Çünkü sözünün buna ihtimali vardır. Zarf edatı, beraber mânâsına yorumlanabilir. (Ve mânâ, sen gündüzünle beraber gecende boşsun şekline girer.)»

«Bugün ve ayın başında boşsun demesi gibidir.» Yani bir talâk vâki olur. Fakat ayın başında ve bugün derse iki talâk vâki olur Onun için bunu aksi ile sözünden önce söylemesi daha iyi olurdu. Nitekim gizli değildir.

METİN

Kaide şudur: Her ne zaman talâkı biri olmuş diğeri olacak iki vakte atıf edatı ile izafe ederse bakılır. Olmuştan başlamışsa ikisi birleşir. Olacaktan başlamışsa ayrı ayrı olurlar. "Senbugün boşsun ve yarın geldiğinde"; yahut "sen boşsun, hayır bilâkis yarın" derse, kadın o anda bir defa boş olur, ertesi gün de bir daha boş olur. "Sen bir defa boşsun yahut değilsin"; yahut, "benim ölümümle beraber"; yahut, "senin ölümünle beraber boşsun" sözleri hükümsüzdür. Birincinin hükümsüz olması, şüphe edatı bulunduğu içindir. İkincinin hükümsüz olması talâkı îkâya yahut vukuya zıt bir hale izafe ettiği içindir. Keza, "sen seninle evlenmenden önce boşsun": yahut bugün nikâh ettiği karısına, "sen dün boşsun" demesi de böyledir. Ama kadını dünden evvel nikâh ettiyse talâk şimdi vâkidir. Çünkü geçmişte yapılan inşâ, halde de inşâ sayılır.

İZAH

«Biri olmuş biri olacak» bugün ile yarın gibidir. Fakat dün ve bugün gibi biri geçmiş biri şimdi mevcutsa, bu hususta şerhte az ileride söz gelecektir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Günün ortasında karısına; sen bugünün başında ve sonunda boşsun derse; bir talâk vâki olur. Aksini söylerse iki olur. Çünkü günün sonunda vâki olan talâk evvelinde olamaz. Binaenaleyh iki talâk vâki olur »

«İkisi birleşir.» Çünkü kadın bugün boş düşünce yarın da boştur. Talâkın çoğalmasına hacet yoktur. Lâkin Hâniyye'den naklen Bahır'da şöyle denilmiştir: Sen bugün boşsun ve yarından sonra derse, Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'un kavline göre kadın iki defa boş olur. Bunun vechi şu olsa gerektir: Bugünle Yarın bir vakit mesabesindedir. Çünkü gece dahildir. Yarından sonra derse, bunun hilâfınadır. Zira iki vakit gibi olurlar. Aradan bir gün terketmesi, yarından sonra başka bir talâk kasdettiğine karinedir. Nitekim yakında bunu te'yid eden sözler gelecektir. Lâkin buna göre bugün ve ay başında dediğinde, bir talâk vâki olması müşkildir. Ancak şöyle cevap verilebilir: «Murad, yeminin o ayın son gününde yapılmasıdır. Binaenaleyh arada fâsıla yoktur.»

«Kadın o anda bir defa boş olur, ertesi gün de bir daha boş olur.» Ama, "sen bugün boşsun ve yarın geldiğinde" ifadesinde, gelmek îkâ üzerine mâtuf bir şarttır. Mâtuf ile mâtufunaleyh başka başka şeylerdir. Hal yerinde olan bir söz şarta taallûk etmiş olamaz. Binaenaleyh müteallikin başka bir talâk olması gerekir. 'Ve' edatını zikretmezse, kadın ancak fecir doğarken boş düşer. Müneccez talâk mevkuf olarak kalır. Çünkü birinciyi değiştiren ikinciye eklenmiştir. Bahır'da böyle denilmiştir.

«Sen boşsun hayır bilâkis yarın» sözüne gelince: Vazgeçmek suretiyle müneccez talâkı iptal etmek istemiştir. Fakat buna imkan yoktur. Bilâkis yarın sözüyle de başka bir talâk vâki olur. H.

«Şüphe edatı bulunduğu içindir.» Bu kavil İmam-ı Âzâm'ındır. Ebû Yu-suf'un son sözü de budur. İmam Muhammed ile ilk sözünde Ebû Yusuf kadının talâk-ı ric'î ile boş düşeceğinisöylemişlerdir. Çünkü bu adam şüpheyi bir talâk üzerine getirmiştir. Binaenaleyh sen boşsun sözü kalır. Şeyhayn'ın delilleri şudur: Vasıf adet zikredilerek yapılırsa, talâkın vukuu sayı ile olur. Buna delil, bir kimse cima etmediği kansına; sen üç defa boşsun derse, bütün ulemanın ittifakıyla üç talâk boş olmasıdır. Eğer talâk vasıfla vuku bulsaydı üçü zikretmek hükümsüz kalırdı. Nehir. Sayı ile kayıtlaması şundandır: O adam, sen boşsun yahut değilsin» dese, hiçbirinin kavline göre talâk vâki olmaz. Çünkü şüpheyi îkâ üzerine getirmiştir. Keza, "sen boşsun ancak..." demesi de böyledir. Çünkü istisnadır. "Sen boşsun, olsa da olmasa da" demesi de böyledir. Çünkü şarttır. İkaya istisna yahut şart katılırsa, îkâ olmaktan çıkar. Bahır. Bu meselenin fer'lerinin tamamı Bahır'dadır.

«Talâk-ı ikâya yahut vukua zıt bir hale izafe ettiği içindir.» Burada neşr-i mürettep vardır. H. Yani erkeğin ölmesi talâkı onun yapmasına mûnafidir. Kadının ölmesi de, üzerine talâk yapılmasına mûnafidir.

«Sen seninle evlenmemden önce boşsun ilh...» sözü de öyledir. Çünkü talâkı mâlûm bir hale isnat etmiştir ki, bu hâl talâka mâlik olmasına zıttır. Bunun hâsılı talâkı inkâr etmektir. Binaenaleyh hükümsüz kalır. Bir de bu sözü inşâ olarak düzeltme imkânı bulunamayınca, ihbar olarak düzeltilmesi mümkündür ve nikâh bulunmadığını haber vermiş olur. Fetih. Talâkı evlenmeye tâlik eder de meselâ, "Sen seninle evlenmemden önce boşsun, seninle evlenirsem."; yahut, "seninle evlenirsem seninle evlenmemden önce boşsun" derse, bu iki surette bilittifak evlendiği anda boş düşer. Öncelik hükümsüz kalır. Şart cümlesinin cezasını sonra söyler de, "seninle evlenirsem sen seninle evlenmezden önce boşsun" derse, talâk vâki olmaz. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.

«Ama kadını dünden evvel nikâh ettiyse talâk şimdi vâkidir.» Kadını dün nikâh etmişse hükmü nedir görmedim. Fetih sahibinin yukarıda geçen sözünün muktezası, talâk vâki olmaktır. Çünkü imkânsız değildir. Sonra Dürerü'l-Bihar şerhinde gördüm ki, talâk vâki olur diye açıkça beyan edilmiştir.

«Çünkü geçmişte yapılan inşâ, halde de inşâ sayılır» Zira onu zıt bir hale isnat etmemiştir. Yalan söylediği ve isnada kudreti de olmadığı için ihbar olarak tashihi de mümkün değildir. Binaenaleyh o anda inşâ olur. Bu nükteden dolayı müteehhirin ulemamızdan bazıları devir meselesinde talâkın vukuuna hükmetmiş; ekserisi ise vukubulmadığını söylemişlerdir. Tamamı Fetih, Bahır ve Nehir'dedir. Biz bu hususta talâk bahsinin başında yeterince söz ettik.

METİN

Dün ve bugün derse müteaddit olur. Aksini söylerse birleşir. Bunun aksine kâil olanlar da vardır. Sen, ben yaratılmazdan önce boşsun; yahut sen yaratılmazdan önce boşsun veyaben seni çocukluğumda boşadım veya uyurken yahut deli iken boşadım der de deliliği mâlûm olursa, söylediği hükümsüz kalır. Kölesine, "ben seni satın almazdan önce sen hürsün"; yahut bugün satın aldığı kölesine, "sen dün hürsün" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü köle âzâd olur. Nitekim bir köle için ikrarda bulunur da sonra onu satın alırsa köle âzâd olur. Çünkü onun hür olduğunu ikrar etmiştir. Sen, benim ölümümden iki ay önce; yahut daha fazlasında boşsun der de, iki ay geçmeden ölürse, kadın boş düşmez. Çünkü şart bulunmamıştır. İki ay geçtikten sonra ölürse; kadın öldüğü anda değil müddetin başına istinaden boş düşer. Bunun faydası kadına miras verilmemesidir. Çünkü iddet bazen üç hayız görerek iki ayda biter.

İZAH

«Bunun aksine kâil olanlar da vardır.» Hâniyye sahibi buna kesinlikle kâildir. Zahire'de Münteka'ya nisbet edilerek şöyle denilmiştir: «sen dün ve bugün boşsun derse bir talâk, aksini söylerse iki talâk olur. Sanki, "sen bir talâk boşsun, ondan önce de bir talâk" demiş gibi olur.» Halebî diyor ki: «Hak budur. Çünkü talâkı dün ikâ etmek bugün de ikâdır. Nitekim Makdisi söylemiştir.»

«Hükümsüz kalır.» Çünkü.bunun hâsılı, yukarıda geçtiği gibi talâkı inkârdır.

«Çünkü onun hür olduğunu ikrar etmiştir.» sözü her üç suretin illetidir. T.

«Çünkü şart bulunmamıştır.» Buna şöyle itiraz olunmuştur: «ölüm mutlaka başa gelecektir. O ne şarttır, ne de şart mânâsındadır. Bilâkis talâkın izafe edildiği vakti bildirir. Onun için iki aydan sonra ölürse, talâk müstenit olarak vâki olur. Gelmek bunun hilâfınadır. Nitekim ileride gelecektir.» Rahmetî buna şöyle cevap vermiştir: «Murad; istinadın sahih olmasının şartı bulunmadığı için demektir. Çünkü onun şartı ölümden evvel talâk vukuunun istinat edeceği bir zamanın bulunmasıdır. O da muayyen müddettir.»

Ben derim ki: Şu da var: Şart, ölüm değil, yeminden sonra iki ayın geçmesidir. Bunun olması da olmaması da ihtimallidir. İki ay geçmezse şart bulunur. Şayet, "Bunu geçmişten tamamlamak mümkündür. Meselâ; sen dün boşsun gibi..." denilirse, ben de derim ki: Burada iki aydan sonra ölmesi ihtimali vardır. Binaenaleyh sözünün hakikati itibar olunur. Dün bunun hilâfınadır.

«Müddetin başına istinaden boş düşer.» Bu söz İmam-ı Âzâm'ındır. İmameyn'e göre ise ölüm anında boş düşer. İkâ veya vuku ehliyeti ortadan kalkmıştır. Binaenaleyh hükümsüz kalır. Şârihin, "ölüm anında değil" demesi, İmameyn'in kavlini reddetmektir. Rahmeti

«Bunun faydası ilh...» sözüne Şurunbulâli şöyle itiraz etmiştir: «iddetin iki ayda geçmesi mümkündür diye kadına miras vermemek zayıftır. Sahih ve müftabih olan kavil, İmam-ı Âzâm'a göre iddetin ölüm vaktine münhasır olmasıdır. Kadın da mirasçı olur. Bunu Câmi-iKebir şârihi söylemiştir. Çünkü mirasta da talâkta olduğu gibi istinat zâhir değildir. Çünkü bunda kadının hakkını iptal vardır. Zayıf olmakla beraber bu kavlin vechi de zâhir değildir. Zira fârrın (miras kaçıranın) karısı iki müddetin uzun olanını iddet bekler. İki ayda hakikaten üç hayzın geçmesiyle onun iddeti bitmez. Uzun müddeti tamamlamak için dahi iki ay on gün kalır. Binaenaleyh kadın ona mirasçı olur. Şu halde iki ayda üç hayız imkânı vardır diye kadın mirastan nasıl men edilir?»

Rahmetî bu ifadeyi şöyle açıklamıştır: «Talâk İmam-ı Âzâm'a göre müddetin başına istinat ederek vâki olur. Eğer erkek o müddette hasta olup hastalığı ölüme kadar devam ederse, miras kaçırması tahakkuk etti demektir. Hasta değilse yine öyledir. Çünkü onun talâkının vukuu ancak ölmesiyle bilinir. Kadının hakkı onun malına taallûk etmiştir. İddetten sonra ölmüş olması farzedilemez. Çünkü iddet İmam-ı Âzam'a göre ölümle vâcip olur. Sahih kavil budur. Zira iddet sebebinde şüphe bulunmakla sabit olamaz. Zayıf kavle göre iddet talâkın vukuu anına istinat ederse de, iddet iki müddetin uzun olanıyla biter. Mücerret iki ayda üç hayız gör-mekle bitmez. Teslim edilse bile bunun mutlaka tahakkuku lâzımdır. Kadın üç hayız gördüğünü itiraf etmelidir. İki ayın geçmesiyle tahakkuk etmez. Hattâ bir ve iki senenin geçmesiyle bile tahakkuk etmez. Binaenaleyh musannıfın Dürer sahibine uyarak söyledikleri hiçbir suretle fıkıh kaidelerine uymaz. Buna dikkat etmelidir.»

METİN

Bir adam karısına; sen her gün boşsun yahut her cuma veya her ay başında boşsun der de bir niyeti bulunmazsa, bir talâk vâki olur. Her günü niyet ederse veya her günün içinde yahut her günle beraber veya her gün geldiğinde yahut her gün geçtikçe boşsun derse, üç günde üç talâk vâki olur. Kaide şudur: Her ne zaman zarf kelimesi terkedilirse birleşir, terk edilmezse müteaddit olur. Hulâsa'da bildiriliğine göre; sen günle beraber bir talâk boşsun sözü ile derhal üç talâk vâki olur. Erkek, ikinizden ömrü en uzun olan şimdi boştur derse, kadınlardan biri ölmedikçe boş düşmez. Ölürse diğeri boş olur. Çünkü şartı o zaman bulunmuş olur.

İZAH

«Sen her gün boşsun derse...» Bahır sahibi şöyle diyor: «Zarf edatı

olan 'fî' nin atılıp atılmamasına teferru eden meselelerden biri de şudur:Bir adam karısına; sen her gün boşsun dese, üç imamıza göre bir talâk vâki olur. İmam Züfer üç günde üç talâk vâki olacağını söylemiştir. Bu adam;her günün içinde boşsun derse, günde bir talâk olmak üzere bilittifak üç defa boş olur. Nitekim her günde yahut her gün geçtikçe demiş olsa hüküm budur. Bize göre fark şudur: Fî edatı zarf içindir; zaman ise sadece vuku itibariyle zarftır. Binaenaleyh her gün talâk vâki olmasından talâkın taaddüdü lâzım gelir. Her gün vâkiile vasıflanmak bunun hilâfınadır. Ama kadının her gün başka bir talâkla boş cimasını niyet ederse niyeti sahih olur.»

«Veya her cuma»dan murad; haftayı niyet etmesi yahut hiç niyeti bu-lunmamasıdır. Niyeti yalnız her cuma gününe ise kadın her cuma günü boş olur; üç talâkla bâin oluncaya kadar böyle devam eder. Bunu Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir. Hülasası şudur: Cuma kelimesiyle haftayı niyet eder de mutlak söylerse bir talâk; hâssaten cuma gününü niyet ederse üç talâk vâki olur. Çünkü günler arasında fasıla bulunmaktadır. Nitekim yakında izah edilecektir.

«Veya her ay başı...» Baş kelimesini zikretmesi doğru değildir, onu atmak gerekir. Zahîre, Hindiyye ve Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: «Sen her ayın başında boşsun derse, her ay başında bir defa olmak üzere üç defa boş olur. Fakat sen her ay boşsun derse, kadın bir defa boş olur. Çünkü birincide aralarında vuku hususunda fasıla vardır. İkincide öyle değildir.» Yani ayın başı evvelidir. Bir ayın başı ile diğer ayın başı arasında ise fasıla vardır. Binaenaleyh her ayın başında bir talâk îkâı gerekir. Bunun benzeri yukarıda Hâniyye'den naklen geçen, "Sen bugün boşsun ve yarından sonra" sözüdür. Her ayda boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü talâkın izafe edildiği vakit bitişiktir ve bir vakit mesabesindedir. Onun evvelinde vâki olan, bütününde vâkidir. Bunun benzeri yukarıda Hâniyye'den naklen geçen, "Sen bugün boşsun ve yarından sonra" sözüdür. Her ayda boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü talâkın izafe edildiği vakit bitişiktir ve bir vakit mesabesindedir. Onun evvelinde vâki olan, bütününde vâkidir. Bunun benzeri, "sen bugün boşsun yarın da" sözüdür. Bana zâhir olan budur.

«Her günü niyet ederse...» Yani her gün bir talâk vâki olmasını yahut her cuma günü yani haftada bir talâk vâki olmasını niyet ederse, keza cuma kelimesiyle hususi gününü niyet ederse demektir. Nitekim yukarıda geçti.

«Veya her günün içinde» derse üç günde üç talâk vâki olur. Çünkü her günü talâkın vukuu için zarf yapmıştır. Binaenaleyh vâki olan talâk da müteaddid olur.

«Hulâsa'da ilh...» Keza Bahır'da da böyle denilmiştir. Şârih de ona uymuştur. Burada gün lâfzı ziyade edilerek tahrif yapılmıştır. Zira Hulâsa'nın ibaresi, "Sen her boşamakla beraber boşsun" şeklinde olup, gün lâfzı yoktur. O zaman, "her günle beraber" sözüyle tenakuz yoktur.

«Diğeri boş olur.» Yani İmam-ı Âzam'a göre müsteniden, İmameyn'e göre ise ölüme münhasıran boş olur. Fetih. Makdisî şöyle demiştir: «Ben derim ki: İkisinin arasında kadınla cima etmişse, talâk bâin olduğu takdirde ukr vermesi lâzım gelir. Talâk ric'î ise kadına döner. Bunun yerine "ki cariyesinden birisi" deseydi hüküm yine bu idi. Düşünülsün!»

«İkisinin arasında» murad; yeminle ölümdür.

«Çünkü şartı o zaman bulunmuş olur.» Yani mânevî şartı - ki uzun ömürdür - o zaman bulunmuştur. O zamandan murad, diğerinin ondan önce ölmesidir. T. Bu şuna mebnîdir ki, "ikinizden ömrü en uzun olan" sözünden murad; ölenden sonra hanginiz geri kalırsa demektir. Yoksa doğumundan vefatına kadar ömrü diğerinin ömründen daha uzun olursa mânâsına değildir. Aksi takdirde ölenin ömrü kalandan daha uzun olabilir. Meselâ; birinci yetmiş yaşında ölür, öteki henüz yirmi yaşındadır. Murad ikincisi (yani ömrü uzun olan) ise, kalan kadın yetmiş yaşını geçmedikçe boş düşmez. Örfen bu iki mânânın ikisi de kullanılır. Burada murada en yakın olanı Fetih ve diğer kitapların tabiridir ki, "hanginizin hayatı daha uzunsa" mânâsına almışlardır. Bundan anlaşılan, hanginizin hayatı ötekinden geri kalırsa mânâsıdır. Musannıfın da bu tabiri kullanması daha iy olurdu.

METİN

Sen Zeyd'in gelmesinden bir ay önce boşsun der de Zeyd bir ay sonra gelirse, talâk o müddete münhasıran vâki olur.

İZAH

«Talâk o müddete münhasıran vâki olur.» İmam Züfer, müsteniden vâki olur demiştir. "Zeyd'in ölümünden bir ay önce boşsun" derse, Ebû Hanife'ye göre talâk müsteniden vâki olur. İmameyn ölüme münhasıran vâki olacağını söylemişlerdir. Bu hilâfın faydası, iddetin itibarında kendini gösterir. Ebû Hanife'ye göre iddet ayın başından itibar edilir. O ayın içinde kadınla cimada bulunmuşsa, talâk ric'î olduğu takdirde kadına dönmüş sayılır. Üç talâkla boşamışsa, içinde cima da ettiğine göre mehrini vermesi gerekir. İmameyn'e göre iddet ölüm anından itibar olunur. Adam karısına dönmüş sayılmaz. Mehrini vermesi de lâzım gelmez. Bazıları ihtiyaten iddetin bilittifak ölüm zamanından itibar edileceğini söylemişlerdir. Ay tamam olmazdan önce Zeyd ölürse kadın boş düşmez. Çünkü ölümden önce bir ay geçmemiştir. Ay içinde boşadığı vakit iddetten sonra ölür de kadın sonra çocuk doğurursa; yahut cima edilmemişse, iddet lâzım olmadığı için talâk vâki olmaz. Çünkü mahâl yoktur. Gelecek zaman hâl için sabit olur. Sonra istinat eder. Câmi-i Kebir'de ve Esrar'da böyle denilmiştir.

Ebû Hanife'ye göre gelmekle ölüm arasında fark şudur: Ölüm bildiricidir. Ceza yalnız bildiriciye mahsus değildir. Nasıl kl Zeyd hânede ise sen boşsun dese de, günün sonunda oradan çıksa kadın konuşma zamanından boş olur. Çünkü ölüm iptidada aydan önce olabilir. Bu suretle hiç vakit bulunmaz. İhtimalli hakkında sair şartlara benzer. Ay geçtiği zaman ölümden evvel bir oy bulunduğunu biliriz. Çünkü ölüm mutlaka olacaktır. Şu kadar var ki, halen talâk vâki olmaz. Çünkü biz ölüme bitişik bir aya muhtacız. O da sabit değildir, ölüm onu bildirir. Bu cihetten şarttan ayrıIır da, "sen ramazandan bir ay önce boşsun"sözündeki vakte benzer. Binnanaleyh her iki şeye, yani zuhura ve istinada kâil oluruz. "Ramazandan bir ay önce" derse, bilittifak şâbanda vâki olur. Tamamı Fetih'tedir.

 

 

 

 

 

İNKILÂB, İKTİSAR, İSTİNAD VE TEBYİN

METİN

Bilmiş ol ki hükümlerin sübut yolu dörttür. İnkılâb, iktisar, istinad, tebyin

İnkılâb; illet olmayan bir şeyin illet olmasıdır ki, tâlik gibidir.

İktisar; hükmün halen sübut bulmasıdır.

İstinad: mahallin bütün müddette bâkî kalması şartıyla hükmün öncesine istinaden halen sübut bulmasıdır. Sene dolduğu vakit zekâtın istinad yoluyla lâzım gelmesi bu kabildendir. Çünkü nisap mevcuttur.

Tebyin; halin önceden hüküm mevcut olduğunu meydana çıkarmasıdır. Eğer Zeyd şu hânede ise sen boşsun gibi ki. Zeyd'in orada bulunduğu ertesi gün anlaşılırsa, söylediği andan itibaren boş düşer ve o andan itibaren iddet bekler. Ben seni boşamadıkça sen boşsun yahut ne zaman seni boşamazsam boşsun veya her ne zaman seni boşamazsam boşsun der de susarsa, susmasıyla kadın derhal boş düşer.

İZAH

«Tebyin...» Ulemanın ibareleri böyledir. Bu kelime açığa çıkmak mânâsında mastardır.

«Tâlik gibidir.» Nitekim, "şu hâneye girersen sen boşsun" demesi bir tâliktir. Sen boşsun sözü, hükmünün, yani talâkın sabit olması için illettir. Nasıl ki sattım sözü milkin sabit olması için illettir. Azâd ettim sözü de hürriyetin sabit olması için illettir. Lâkin tâlik yapınca ancak şartı bulunduğu vakit illet olur ki, o da hâneye girmektir. Şâfiî'ye göre derhal illet mün'akit olur. Ama tâlik onun hükmünü şart bulununcaya kadar geciktirir. Bu hilâfın semeresi, "seninle evlenirsem sen boşsun" sözünde meydana çıkar. Bize göre bu sahihtir. Çünkü milk vaktinde illet olarak mün'akittir. Şâfiî'ye göre sahih değildir. Çünkü milk vaktinde illet mün'akit değildir. Nitekim usûl-i fıkıh ilminde izah edilmiştir.

«Hükmün halen sübut bulmasıdır.» Satış yapmak, boşamak, köle âzâd etmek vesaire böyledir. Bunu Halebî Minah'tan nakletmiştir.

«İstinad ilh...» hakkında Eşbâh'ta şöyle denilmiştir: «İstinad, tebyinle iktisar arasında döner dolaşır. Bu, ödenen şeyler gibidir. Ödendiği vakit sebebinin bulunduğu vakte istinad ederek mâlik olunur. Bir de nisap gibidir. Zira zekât sene tamam oldukta nisabın bulunduğu vakte istinaden vâcip olur. İstihazalı bir kadınla teyemmümlünün vakit çıkarken ve suyu gördüğü vakit temizlenmeleri dahi abdestin bozulma vaktine îstinaden sabit olur. Onun için bunların meshetmesi caiz değildir.»

«Mahallin bâkî kalması şartıyla ilh...» İstinadla tebyin arasını ayıran bu şarttır. Nitekim bunu Îzâh'tan naklen izah etmiştir. Bu meselenin fer'lerinden biri de ulemanın şu sözleridir: Bir kimse cariyesine; sen filanın ölümünden bir ay önce hürsün, der de sonra cariye bir coçuk doğurur, sahibi her ikisini satarsa, yahut hiçbirini satmazsa veya yalnız anayı satar yahutbunun aksini yaparsa, İmam-ı Âzam'a göre çocuk âzâd olur, İmameyn'e göre âzâd olmaz. Anneyi satmadıysa o bilittifak âzâd olur. Bunun izahı şudur: Çünkü İmam-ı Âzam'a göre âzâd olmak istinad suretiyle meydana gelince çocuğa sirayet eder. İmameyn'e göre sirayet etmez. Zira istinad yoktur. O cariyeyi ayın ortasında satar da sonra tekrar satın alır, sonra o dediği kimse ay tamam oldukta ölürse, İmam-ı Âzam'a göre cariye âzâd olmaz. Çünkü ay içinde milk elden gittiği için ayın başına istinad imkânı yoktur. İmameyn'e göre âzâd olur. Çünkü iktisar vardır (hüküm halen sabit olmuştur). Bu fer'lerin tamamı Eşbâh hâşiyelerindedir.

«Çünkü nisap mevcuttur.» Yani bütün müddette nisap mevcut olmak şartıyla senenin başından hüküm sabit olur. Tahtâvî diyor ki: «Maksat müddet esnasında bütün nisâbın yok olmamasıdır. Çünkü bütün nisap yok olur da o kimse başka bir nisaba - velev birinciden bir saat sonra olsun - mâlik olursa, yeni bir sene itibara alınır,»

«Söylediği andan itibaren boş düşer.» Yani mahallin bâki kalması şart değildir. Hattâ üç defa dedikten sonra kadın hayzını görür de sonra onu üç defa daha boşarsa, sonra Zeyd'in o hânede olduğu anlaşıldıkta üç talâk vâki olmaz. Çünkü birincinin vâki olduğu anlaşılmıştır. İkincisi iddet geçtikten sonra yapılmıştır. Nitekim Ekmel'den naklen Minah'ta böyle denilmiştir.

«Susarsa» sözüyle, aşağıda gelecek "sen boşsun ben seni boşamadıkça sen boşsun" sözünden ihtiraz etmiştir.

«Derhal boş düşer» Keza, "ben seni boşamadığım zaman sen boşsun"; yahut, "seni boşamadığım yerde" veya "seni boşamadığım gün boşsun" demesi de böyledir. Çünkü talâkı kadının talâkından hâli bir zamana veya mekâna izafe etmiştir. Mücerret susmasıyla muzâfunileyh bulunmuştur. Talâk da vâki olur. Nehir'de şöyle denilmektedir: Sonra âşikârdır ki, yemininde durmakla bozmanın eseri, ben seni boşamadıkça sen boşsun gibi sözlerde zâhir değildir. Bundan dolayıdır ki, muteehhirin ulemadan bazıları bu meselenin mevzuunu üç defa diyerek kayıtlamıştır. Evla olan da odur. Evet, ben seni her boşamadıkça sen boşsun derse, arka arkaya üç talâk vâki olur. Onun içindir ki, kadın cima edilmemişse yalnız bir talâk vâki olur.

METİN

«Ben seni boşamadımsa boşsun» sözünde susmakla kadın boş düşmez. Bilâkis erkek boşamadan karı-kocadan birinin ölümüne kadar nikâh devam eder ve kadın ölümden az önce boş düşer. Çünkü şart o zaman tahakkuk eder ve o adam fâr (mirastan kaçırıcı) olur. İmam-ı Âzam'a göre şart edatlarından vakitte, vakit kelimeleri niyetsiz olursa eğer gibidir. İmameyn'e göre ise her ne zaman gibidir. Bunların hükümleri geçmişti. Vakti veya şartı niyet ederse derhal talâkı kasdettiğine karine bulunmadıkça bilittifak o kimsenin niyeti muteber olur. Karine bulunursa derhal talâk vâki olduğuna hükmedilir.

İZAH

«Susmakla kadın boş düşmez ilh...» Çünkü yemininde durmanın şartı, kadını gelecekte boşamasıdır. Bu da karı-kocadan biri ölmedikçe gelecek her vakitte mümkündür. Biri ölürse, yemini bozmanın şartı olan boşamama tahakkuk eder. Bu niyet olmadığı veya acele talâka delâlet bulunmadığı zamandır. Nitekim, "vakitte" edatında gelecektir.

«Karı-kocadan birinin ölümüne kadar devam eder.» sözüyle musannıf, erkeğin ölmesinin de kadının ölmesi gibi olduğuna işaret etmiştir. Sahih kavil budur. Nevâdir'in rivayeti bunun hilâfınadır. Orada şöyle denilmiştir: «Ben bu hâneye girmezsem sen boşsun, demesi bunun hilâfınadır. Çünkü burada erkeğin ölmesiyle talâk vâki olur, kadının ölmesiyle olmaz. Çünkü kadın öldükten sonra adamın o hâneye girmesi mümkündür. Binaenaleyh kadının ölmesiyle ye's tahakkuk etmez. Talâka gelince: Kadının ölmesiyle ondan ye's tahakkuk eder. Fetlh.»

«Şart o zaman tahakkuk eder.» Yani yeminin bozulmasının şartı o zaman tahakkuk eder. Erkeğin ölmesinde bu zâhirdir. Kadının ölmesine gelince: Talâktan ye's tahakkuk ettiği içindir. Fetih sahibi diyor ki: «Kadının ölümünden önce talâk vâki olduğuna hükmümüzü verince kocası ona mirasçı olamaz. Çünkü kadın ölümden önce boş düşmüş; ölüm halinde aralarında karı-kocalık kalmamıştır. Muallâk sarîh olduğu halde talâk-ı bâin olduğuna hükümetmemiz, iddet bulunmadığı içindir. Cima edilmemiş kadın gibi olur. Çünkü meselemiz talâk parçalanmayı kabul etmeyen son cüzde vâki olursa diye farz edilmiştir. Ondan sonra ancak ölüm gelir. Onunla da kadın boş olur.»

Bahır sahibi şöyle demiştir: «Anlaşılıyor ki, erkeğin karısına mirasçı olamaması mutlaktır. Cima etmiş olsun olmasın üç veya bir defa boşamış olsun müsavidir. Bu da gösterir ki, Zeylâî'nin mirasçı olamamasını cima etmediyse veya üç defa boşamadıysa diye kayıtlaması doğru değildir. Nehir'de de bunun gibi denilmiştir.»

«Ve o adam fâr olur.» Yani ölen erkekse, talâkı ölüme yaklaştığı halde olduğu için o adam fâr olur. Hastanın talâkı babında gelecektir ki, bir adam talâkı sağlamken tâlik yapar da hasta iken bozarsa fâr olur. Bu da ondandır. Rahmetî. Kadın cima edilmişse, kocası miras kaçırdığı için ona mirasçı olur. Velevki üç kere boşamış olsun. Cima edilmemişse o adama mirasçı olamaz. Bahır.

«Niyetsiz olursa eğer gibidir ilh...» Yani karı-kocadan biri ölmedikçe İmam-ı Azam'a göre kadın boş düşmez. İmameyn'e göre susmasıyla derhal boş düşer. Hâsılı, "vakitte" sözü İmam-ı Azam'a göre burada harftir ve mücerret şart bildirir. Çünkü o bazen zarf, bazen harfolarak kullanılır. Binaenaleyh şüphe ile derhal talâk vâki olmaz. Bazı nahiv imamlarının sözü de budur. Nitekim Muğnî sahibi böyle demiştir. Lâkin onun bildirdiğine göre nahiv ulemasının cumhuru bu kelimenin şart mânâsını tazammun ettiğini söylemişlerdir. Bu kelime zarf olmaktan çıkmaz. Bahır sahibi, "Burada İmameyn'in kavlini tercih ettiren budur. Bunu Fethu'l-Kadir sahibi de tercih etmiştir." demektedir.

«Vakti veya şartı niyet ederse ilh...» Bahır sahibi diyor ki: «Niyeti yoktur diye kayıtlamamız şundandır: Çünkü o kimse vakitte edatıyla her ne zaman mânâsını niyet ederse, hem kazaen 'hem diyaneten bilittifak tasdik olunur. Çünkü kendisine ağır yük yüklemektedir. Keza vakitte edatıyla İmameyn'in kavline göre eğer manasını niyet ederse, onlarca yalnız diyaneten tasdik edilmesi gerekir. Çünkü onlara göre bu edat zarf için kullanılır. Şart için kullanılması bir ihtimaldır. Onu hâkim tasdik etmez.» Bu bahsin aslı Fethu'l-Kadir sahibine aittir. Eğer sözüyle derhal talâkı niyet ederse sahih olur mu bir düşün! Zâhire bakılırsa evet olur. Nitekim ona bir karine bulunsa sahih olur.

«Derhal talâkı kasdettiğine karine bulunmadıkça...» Bu karine bazen lâfzi, bazen de mânevî olur. Birinciye misâl: beni boşa, beni boşa demesidir. Kocası buna cevaben; seni boşamazsam şöyle ol der. Bu söz derhal talâk ifade eder. Nitekim Kınye'de belirtilmiştir. İkinciye misâl; kocası cima isteyip kadının buna yanaşmaması, bunun üzerine kocasının "eğer bu eve girmezsen şöyle şöyle olasın" demesidir. Kadının kocasının şehveti yatıştıktan sonra girerse boş düşer. Bevl şehveti kesmez. Koku ve benzeri ile cima mukaddimelerinden sayılan her şeyin böyle olması gerekir. Namaz hususunda hilâf vardır. Nehir. Yani kadın namaz vaktinin çıkacağından korkarsa, İmam Hasan'ın kavline göre aceleliği kesmez. Bununla fetva verilir. Nasir kestiğini söylemiştir. Bu acele meseleleri inşaallah girip çıkmaya yemin bâbının sonunda gelecektir. Bahır. Bu iki misâlde eğer edatında derhallik karinesinin itibara alınacağına delâlet vardır. Velevki bu edat bilittifak sırf şart için olsun.

METİN

«Sen boşsun, ben seni boşamadıkca sen boşsun» ifadesini, "seni boşamadıkça" sözüne ekleyerek söylerse istihsanen yalnız son müneccez talâkla boş olur.

FER'İ MESELE: Bir kimse karısına; seni bugün üç defa boşamazsam sen üç defa boşsun derse, bunun kurtuluş çaresi kadını bin dirhem vermesi şartıyla boşaması, kadının da bunu kabul etmemesidir. O gün geçerse kadın boş düşmez. Fetva bununla verilir. Haniyye. Çünkü mukayyet boşamak mutlak boşamanın içindedir. Seninle evlendiğim gün sen boşsun der de, kadını geceleyin nikâh ederse yemini bozulur. Emrin elinde demesi bunun hilâfınadır. Yani karısına, Zeyd'in geldiği gün emrin elinde olsun der de Zeyd geceleyin gelirse, kadın muhayyer olmaz. Gündüz gelirse, güneşin kavuşmasına kalır. Kaide şudur: Gün kelimesi nezaman bütün müddeti kaplayacak uzun bir fiille beraber zikredilirse, ondan gündüz kasdedilir. Emrin elindedir sözü böyledir. Çünkü onu bir gün veya bir ay kadının eline vermek sahihtir. Bu kelime ne zaman bütün müddeti kaplamayacak bir fiille zikredilirse, ondan mutlak vakit kasdedilir. Talâk ikâı gibi ki, seni bir ay boşadım dese müddet zikri hükümsüz kalır, kadın derhal boş düşer.

İZAH

«Seni boşamadıkça sözüne ekleyerek söylerse yalnız» son sözle kadın boş olur. Ayırarak söylerse, hem müneccez hem muallâk talâklar vâki olur. Bahır. Müneccez talâk vâki olup, muallâk olanın vâki olmamasının faydası şudur: Muallâk üç olsaydı, müneccez olan talâkla yalnız bir defa boş düşerdi. Bahır.

Ben derim ki: Bilâkis muallâk bir talâk da olsa faydası zâhirdir. Zira muallâk talâk yine vâki olmaz. Hattâ sözüne ekleyerek yaptığı müneccez bir talâkın faydası budur. Çünkü ekli olarak bir tatâk yapmasaydı, muallâk olan üç talâk vâki olurdu. Muallâk talâk bir olursa, bir talâkın derhal vâki olup olmaması arasında ancak İmam Züfer'in aşağıda gelecek sözüne göre fark vardır.

«İstihsanen...» hüküm budur. Kıyasa göre ise kadın cima edildiği takdirde hem muallâk, hem müneccez talâkların hepsi vâki olmalıydı. Cima edilmediyse, yalnız muallâk bir talâk vâki olmalıydı ki, İmam Züfer'in kavli de budur. Çünkü az da olsa kadını boşamadığı bir zaman bulunmuştur. O da sen boşsun sözünü bitirmeden geçen vakittir. İstihsanın vechi şudur: Yeminde durma zamanı yemin eden kimsenin hali delâletiyle müstesnadır. Çünkü o kimsenin yeminden muradı, o yeminde durmaktır. Bu ise ancak bu miktarı müstesna saymakla mümkün olur. Tamamı Fetih'tedir.

«Çünkü mukayyet boşamak...» Yani bin dirhem verirsen boşsun demek, mutlak boşamanın içinde dahildir. Mutlak boşamaktan murad; "eğer seni boşamazsam" sözüdür. Zira bu söz mukayyede de başkasına da sâdıktır. Boşama bulununca - velev ki mukayyet olarak bulunsun - yeminden dönme şartı, yani boşamamak ortadan kalkar.

«Kaide şudur: Gün kelimesi ilh...» Gün kelimesiyle kayıtlaması, gece mutlak vakit mânâsında kullanılmadığı içindir. Gece kelimesi hem va'zen hem örfen gece karanlığının adıdır. "Geceleyin girersen" derse, gündüz girdiği takdirde boş olmaz. Gün kelimesi ise gündüzün aydınlığı mânâsında hakikat olarak bilittifak kullanılır. Bazıları mutlak vakit mânâsında da hakikat olarak kullanıldığını söylemişlerdir. Şu halde müşterek olur. Bazıları mutlak vakit mânâsında mecazdır demişlerdir ki sahih olan da budur. Çünkü mecaz müşterek olmaktan evlâdır. Yani onun tekrar va'zedilmeye ihtiyacı yoktur. Meşhur olan mânâya göre gün fecrin doğmasından güneşin kavuşmasına kadar olan zamandır. Gündüz ise, doğmasındanbatmasına kadar geçen zamandır. Gün kelimesiyle gündüzün aydınlığını niyet ederse kazaen tasdik edilir. Çünkü sözünün hakikatını niyet etmiştir. Velevki bunda kendisi için bir hafifletme olsun. Bunu Zeylâî söylemiştir. Sonra gün kelimesi mutlak vakit mânâsında ancak uzamayan ve belirsiz olan bir şey hakkında kullanılır. Belirli olursa, meselâ, seninle bugün konuşmam derse, gündüzün aydınlığı mânâsına gelir. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Evet, bazen belirli olan gün kelimesi ona dahil olan gece ile birlikte zikredilirse, ona gece de dahil olur. Meselâ, senin bugün ve yarın emrin elinde olsun derse, Câmi-i Sagîr'de gece de dahildir denilmiştir.

Telvîh sahibi diyor ki: «Bu söz, gün kelimesi mutlak vakit mânâsına geldiğinden değildir. Bilâkis iki gün emrin elindedir demiş gibi olduğundadır. Böyle yerlerde gün kelimesi arkasından geceyi de sürükler. "Bugün ve yarından sonra emrin elinde olsun" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü yalnız başına söylenilen gün kelimesi, hizasındaki geceyi arkasından getirmez.»

«Uzun bir fiille beraber zikredilirse ilh...» Uzun fiilden murad; yürümek, binek gitmek, oruç tutmak, kadını muhayyer bırakmak ve talâkı havale etmek gibi müddet konulması sahih olan fiillerdir. Uzamayan fiil bunun aksidir. Boşamak, evlenmek, konuşmak, âzâd etmek, girmek ve çıkmak bu kabildendir. Bahır. Bu elbiseyi iki gün giydim; ata bir gün bindim denilir. Ama bunun hilâfına olarak, iki gün geldim ve üç gün girdim denilemez. Telvîh. Telvîh'in bazı hâşiye yazarları, "Giymenin ve binmenin uzamasından murad, mecazen devam etmeleridir. Buna karine, günle kayıtlamaktır. Yoksa asılları değildir." demişlerdir. Yani binmenin hakikatı, hayvanın üstüne kaldıran harekettir. Giymek de elbiseyi bedenin üzerine koymaktır. Bu ise uzamaz, demek istemişlerdir. Şârih, "müddeti kaplayacak" sözüyle, Vikâye şerhinin şu ifadesine işaret etmiştir: «Murad; gündüzü kaplamak mümkün olacak surette uzamaktır, mutlak uzamak değildir. Çünkü ulema konuşmayı uzamayan fiiller kabilinden saymışlardır. Şüphesizki konuşmak uzun zaman uzar. Lâkin bütün günü kaplamaz.»

Hidâye sahibi konuşmanın uzamayan fiillerden olduğuna kesin olarak hükmetmiştir. Bahır sahibi de bunun hak olduğunu söylemiştir. Hindî ise Muğnî şerhinde konuşmayı uzayan fiillerden saymış; Hidâye'nin söylediğini bazı ulemanın zannı kabul etmiştir. Fetih sahibi de bunu tercih etmiştir. Bu izaha göre uzamayı gündüzle kayıtlamaya hâcet yoktur. O, Nehir sahibinin tahkîk ettiği birinci kavle göredir. Telvîh sahibinin, "Müddet koymak sahih olan" sözü buna işaret etmektedir.

«Emrin elindedir.» sözüyle şârih uzayan fiilden maksadın mazruf olduğuna işaret etmiştir. Yani maksat günde âmil olandır. Yoksa günün izafe edildiği şey değildir. Çünkü muhakkıklara göre onun uzayıp uzamamasına itibar yoktur. O mazruf da olsa zarfı tayin içinzikredilmiştir. Zarfı zikretmekten maksat ise, âmilin onun içinde olduğunu ifade etmektir.

Hâsılı suretler dörttür. Zira bazen muzâfun-ileyh ile günün mazrufu uzayan fiillerden olur. "Zeyd'in hayvana bindiği gün emrin elinde olsun" sözü böyledir. Bazen ikisi de uzamayan fiillerden olur. "Sen Zeyd'in geldiği gün boşsun" ifadesi böyledir. Bu iki misâlde muzâfun-ileyhi veya mazrufu itibara almak arasında fark yoktur. Bazen mazruf uzayan bir fiil, muzâfun-ileyh uzamayan fiil olur. "Zeyd'in geldiği gün emrin elinde olsun" veya bunun aksi olan, "Sen Zeyd'in hayvana bindiği gün hürsün" sözleri böyledir. Bu iki misâlde fark zâhirdir. Ulema bunlarda mazrufun itibara alınacağına ittifak etmişlerdir. Zeyd gece gelir veya hayvana gece binerse kadının emri elinde olmaz. Köle de bilittifak âzâd olmaz. Bazı ulemanın sözlerine bakılırsa, muteber olan muzâfun-ileyhtir. Lâkin şârih onu bu iki misâlde itibara almamış; ilk ikisinde itibara almıştır. Halbuki sen muzâfun-ileyhi veya mazrufu itibara almak hususunda bunların arasında fark olmadığını biliyorsun. Bu izaha göre hakikatta hilâf yoktur. Nitekim Keşif, Telvîh ve başkalarında bildirilmiştir. Bununla hilâf hikâye edenlere Zeylâî ve Vikâye şerhlerine ikisinden hangisi uzarsa itibar onadır şeklini tercih ettikleri için itiraz vârid olur. Nitekim Bahır'da bidirilmiştir.

Sonra bil ki zikredilen kaide ancak mutlak söylendiğini ve mânilerden hâli olduğu zamandır. Binaenlaeyh karineye muhalif düşmesi imkânsız değildir. Çok defa gün mutlak vakit ifade etmekle beraber fiil uzayan fiillerden olur. "Düşmanın size geldiği gün hayvanlara binin; ölüm başınıza geldiği gün Allah'a hüsn-ü zanda bulunun." misâlleri bu kabildendir. Bunun aksi de olur. Meselâ; Zeyd'in oruç tuttuğu gün sen öğrencisin, güneş tutulduğu gün sen hürsün, misâlleri bu kabildendir. Bunu Telvîh sahibi söylemiştir.

«Talâk îkâı gibi...» sözüyle şârih ulemanın, "Talâk uzamayan fiillerdendir." sözlerinden muradın, talâk îkâı olduğuna, kadının boş düşmüş olması kasdedilmediğine işaret etmiştir. Çünkü kadının boş düşmesi uzun süren bir iştir. Zarfı onunla ta'lilde bir fayda yoktur. Nitekim Sadru'ş-Şeria söylemiştir. Hâsılı maksat talâkı meydana getirmektir. O uzayıp gitmez. Bilâkis mücerret ağızdan çıkmakla biter gider. Ama eseri olan boş olmak bitivermez.

METİN

Ben senden boşum yahut senden berîyim demek bir şey değildir. Velevki bununla talâkı niyet etmiş olsun. Bâin ve haram sözlerinde kadın bâin olur. Yani ben senden bâinim yahut ben sana haramım diyerek talâkı niyet ederse, kadın talâk-ı bâinle boş düşer. Çünkü ibare kelimesi aradaki bağı koparmak için kullanılır. Haram kılmak ise helâl olmayı gidermek içindir. Bu iki kelime müşterektirler. Binaenaleyh bunlardan birine izafe etmek sahih olur. Hattâ, senden yahut sana demezse talâk vâki olmaz. Sen bâinsin veya sen haramsın demesi bunun hilâfınadır. Zira niyet ederse benden demese bile talâk vâki olur. Evet, kadına emrinelindedir derse, kadının benden bâinsin demesi şarttır. Seni karım olmaktan ibrâ ettim sözüyle niyetsiz talûk vâki olur

İZAH

«Yahut senden beriyim demek bir şey değildir.» Sen benden berisin demesi bunun hilâfınadır. Zira bu sözle bir talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim kinayeler bahsinde gelecektir. Bunu Halebî ifade etmiştir.

«Bir şey değildir.» Çünkü talâka mahâl olmak, erkekle değil kadınla kaimdir. Binaenaleyh talâkı erkeğe izafe etmek yersiz bir izafedir; hükümsüz kalır. Nehir. Onun içindir ki, talâkı kadına temlîk eder de kadın onu boşarsa talâk vâki olmaz. Bahır.

«Yahut ben sana haramım» diyeceğine, "ben de sana haramım" dese daha iyi olurdu. Nitekim bazı nüshalarda böyle denilmiştir.

«Hattâ, senden yahut sana demezse ilh...» Yanı ben bâinim yahut ben haramım derse talâk vâki olmaz. Sonra evlâ olan, "demese bile" tabirini kullanmaktı. Çünkü, «senden ve sana» kayıtlarıyla ihtiraz ettiği budur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.

«Sen bâinsin demesi bunun hilâfınadır.» Tebyîn sahibi diyor ki: «Fark şudur: Bâin veya haram olmak kadına izafe edilirse, kocası ile aralarındaki vuslat ve helallığı gidermek için kullanılmakta taayyün eder. Erkeğe izafe edilirse taayyün etmez. Çünkü o adamın başka bir karısı olabilir de, ben ondan bâinim veya ben ona haramım mânâsını kasdetmiş olabilir.» H.

«Niyet ederse» kaydı, asıl mezhebe göre, "sen haramsın" sözünde câridir. Fetvada ise niyetsiz vâki olur. Nitekim îlâ bahsinde gelecektir. H.

«Benden demese bile» sözü Hızânetü'l-Ekmel'in ifadesini ret içindir. Orada beyan edildiğine göre, benden demezse bâtıl olur. Ama bu hatadır. Onun yeri ondan sonra zikredilen surettir. Nitekim Bahır sahibi Kınye'den naklen beyan etmiştir.

«Evet, kadına ilh...» Bahır sahibi şöyle demiştir: «Hâsılı erkek hürmeti veya bâin olmayı kadına izafe eder de, meselâ, sen bâinsin, sen haramsın derse, kendisine izafe etmeden talâk vâki olur. Kendisine izafe ederek; ben haramım yahut ben bâinim derse, kadına bir şey izafe etmeden talâk vâki olmaz. Kadını muhayyer bırakır da o da hürmet veya bâin olmakla icabet ederse, o zaman iki izafeti biraraya getirmek mutlaka lâzımdır. "Sen bana haramsın, ben sana haramım, sen benden bâinsin, ben senden bâinim." diyerek mutlaka iki izafeti birarada yapmak gerekir.

«Niyetsiz» olarak öfkeli veya öfkesiz halde talâk vâki olur. Tatarhâniyye. Bu sözün muktezası açık talâk olmasıdır. Ama söz götürür. Cevhere'nin kinayeler bahsinde, "Ben senin nikâhından berîyim derse, niyet ettiği takdirde talâk vâki olur. Ama ben senin boşamandan berîyim derse talâk vâki olmaz. Çünkü bir şeyden beraet demek, o şeyi terketmektir." denilmektedir.

METİN

Sen sahibinin seni âzâd etmesiyle birlikte iki defa boşsun dese de sahibi cariyeyi âzâd etse, iki defa boş olur. Kocasının ona dönmeye hakkı vardır. Çünkü âzâd ettikten sonra boşamak mevcutdur. Zira bu şarttır. İbn-i Kemâl'in nakline göre beraber kelimesi iki muhtelif cins arasına sokulursa şart yerine geçer. Kadının âzâd olması ve talâkı yarının gelmesine tâlik edilir de yarın gelirse ona dönmek olmaz. Çünkü her ikisi bir şarta taallûk etmiştir. Her iki meselede kadının iddeti ihtiyaten üç hayızdır. Koca tâlik yaparken hastaysa, karısı ona mirasçı olamaz. Çünkü talâk o cariye iken vukubulmuştur. Binaenaleyh mirasçı olamaz. Mebsût.

İZAH

«Zira bu şarttır.» Kocası boşamayı âzâd etmeye tâlik eylemiştir. Ancak mecazen buna âzâd demiştir. Yani hükmü illete istiare etmiştir. Muallâk olan bir şey şart bulunduktan sonra mevcut olur ve kadın hür olduktan sonra boş düşer. İzahı şudur: Çünkü şart bulunması, yakıncacık olmak üzere yok olan bir şeydir. Hüküm için ona taallûk etmiştir. Zikredilen de bu sıfattadır. Buna itirazla, "Beraber kelimesi beraberlik ifade eder. Binaenaleyh o şart mânâsına zıtdır." denilmiş; buna da şöyle cevap verilmiştir: Bu kelime bazen sonraki için zikredilir. Vukuu tahakkuk ettiği için bu onu beraber mesabesinde koymak içindir. "Hiç şüphesiz guçlukle beraber bir kolaylık vardır." âyet-i kerimesi bu kabildendir. Burada buna gidilmiştir. Çünkü mûcibi vardır. O da şart mânâsı bulunmasıdır. Tamamı Nehir'dedir.

«İki muhtelif cins arasına...» Talâkla köle âzâdı, güçlükle kolaylık gibi. T.

«Şart yerine geçer» ve sanki, "seni âzâd edersem" demiş gibi olur. Buradaki 'beraber' sözü 'sonra' mânâsına gelir. H.

«Tâlik edilirse ilh...» Yani kocası ve sahibi tâlik yaparlar da sahibi. "yarın gelince sen hürsün", kocası da, "yarın gelirse sen bir ve iki boşsun" derse, ona dönmek olmaz. T.

«Ona dönmek olmaz.» Bu bir rivayette bilittifaktır. Diğer bir rivayette İmam Muhammed'e göre dönebilir. Çünkü talâkla köle âzâdı ikisi birden bir şarta taallûk edince, hürriyetin başına geldiği zaman da boşanması vâcip olur ve kadına hürre iken tesadüf eder. Zira vücut itibariyle beraberdirler. Binaenaleyh bunlarla kadın ebediyyen haram olmaz. Şeyhayn'ın delilleri şudur: Âzâdlığın sübut zamanı, talâkın sübut zamanıdır. Bu ikisi de bir şarta taallûk etmeleri zaruretinden ileri gelir. Gizli değildir ki, âzâdlık sübut bulduğu zaman da sabit değildir. Çünkü bir şey sabit olurken henüz sabit olmadığına bütün akıl sahipleri ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh iki talâk o kadına hürre iken tesadüf etmez. Birinci mesele bunun hilâfınadır. Çünkü âzâdlık orada şarttır. Talâk ondan sonra vâki olur. Tamamı Nehir'dedir.

«Her iki meselede» kadının iddeti bilittifak üç hayızdır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Kadın hayız görmeyenlerden ise iddeti üç aydır. Gebe ise doğurmakla iddeti biter. T.

«İhtiyaten» sözü, yalnız ikinci meseleye taallûk eder. H. Yani üç hayızla iddet beklemenin vâcip olmasını ihtiyatla ta'lil etmek ikinci meseleye mahsustur. Çünkü kadın cariye iken boşanmasının muktezası, iddetinin iki hayız olmasıdır. Onun için de iki defa boşanmakla bâin olur. Lâkin ihtiyat için iddeti üç hayza çıkarılmıştır. Bunun vechi şu olsa gerektir: Bu kadın cariye iken boşansa da arkacığından hiç mühletsiz hürriyetine kavuştuğundan, kendisine iddet hürre iken vâcip olmuştur. Zira talâk iddet vâcip olmak için illet ise de ve keza illet zaman itibariyle ma'lülle beraber bulunursa da, rütbe itibariyle ondan geridir. Birinci meselede üç hayızla iddet beklemenin vâcip olması zâhirdir. Çünkü talâk her vecihle âzâd edildikten sonra vâki olmuştur. Onun için de iki kere boşamakla bâin olmamıştır.

«Karısı ona mirasçı olamaz.» Bu sadece ikinci surette zâhir olur. T. Ta'lil de bunu gösterir. Birinci surette ise zâhire göre karısı mirasçı olur. Çünkü boşanma yukarıda gectiği gibi âzâd edildikten sonradır. Talâk ric'îdir. Bu halde kadın hürre olup talâk-ı ric'î iddeti beklerken kocası ölmüş demektir. Binaenaleyh ona mirasçı olur.

«Talâk cariye iken vuku bulmuştur.» Cariye mirasçı olamaz. Şu halde miras kaçırma tahakkuk etmemiştir. Nehir sahibi diyor ki: «İmam Muhammed'den yukarıda geçen kavil muktezasınca mirasçı olur.» Demek istiyor ki; İmam Muhammed'e göre talâk cariye hürriyetine kavuştuktan sonra vâki olur. Ric'ata da hakkı vardır. Binaenaleyh mirasçı olur. Bu, birinci suret hakkında söylediklerimi te'yid etmektedir.

METİN

Bir kimse yayılmış parmaklarına işaret ederek; sen şöyle boşsun derse, kadın parmaklarının sayısınca boş düşer. Şunların misli boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü üçü niyet ederse üç talâk vâki olur. Aksi takdirde bir talâk vâki olur. Zira 'şöyle' sözü zat hakkında teşbih içindir. Misil ise sıfat hususunda teşbihtir. Onun için Ebû Hanife, "Benim îmânım Cibril'in îmânı gibidir." demiş; Cibril'in îmânı mislidir dememiştir. Bahır. Parmakların yayılmış olanları muteberdir. Yumulmuş olanları muteber değildir. Onlar avuç gibi ancak diyaneten muteber olurlar. Avuca işarette mutemet olan, bütün parmakları yaymaktır.

İZAH

«Parmaklarının sayısınca boş düşer.» Yani parmaklarından lügaten işaretle gösterdikleri sayısınca; yahut hissen işaret ettiklerinin sayısınca boş düşer. Üç parmakla işaret ederse üç talâk, iki ile işaret ederse iki talâk, birle işaret ederse bir tatâk vâki olur. Nitekim Hidâye'de beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Çünkü bu işaret edilenlerin sayısına göre teşbihtir. İşaret edilenler de, sayıları gösterilen parmaklarla bildirilenlerdir.» Parmaklardan başka sayılan şeylere yapılan işaret de böyle midir değil midir bir düşün! Çünkü âdete göre adet göstermek parmaklara mahsustur.

«Aksi takdirde bir talâk vâki olur.» O da bâindir ve "sen bin gibi boşsun" demişe benzer. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Bunun izahı yine Bedâyi'den naklettiği şu ifadedir: «Bu söz, sayıda veya sıfatta benzetmeye ihtimallidir. Sıfatta benzetmek şiddet hususundadır. Onların hangisini niyet ederse sahih olur. Niyeti yoksa sıfatta benzettiğine yorumlanır. Çünkü en azı odur.» Yani hiç niyeti yoksa şiddette üçe benzeyen bir talâk vâki olduğuna yorumlanır ki, o da bâin olmasıdır.

«Cibril'in imânı gibi...» Çünkü hakikat her iki fertte birdir. O da kesin tasdiktir.

«Cibril'in îmânı mislidir dememiştir.» Çünkü onun îmânı sıfatça daha ziyadedir. Zira müşahede yoluyla hâsıl olmuştur. Binaenaleyh onunla hâsıl olan itminan da fazladır. Lâkin burada İmam-ı Âzam'dan nakledilen kavil Hulâsa'dakine muhaliftir. Orada, "Ebû Hanife demiştir ki: Ben bir adamın; îmânım Cibril'in îmânı gibidir, demesini kerih görürüm. Ben Cibril'in îmân ettiğine îmân ettim, demelidir." denilmektedir. Keza Ebû Hanife'nin el-Alim Vel-müteallim adlı kitabındaki sözüne de muhaliftir. Orada şöyle demiştir: «Bizim îmânımız, meleklerin îmânının mislidir. Çünkü biz Allah Teâlâ'nın birliğine, rububiyetine, kudretine ve Allah tarafından gelen şeylere meleklerin ikrar ettiği gibi enbiya ve mürselinin tasdik ettiği gibi îmân ettik. Bundan dolayı bizim îmânımız onların îmânı gibidir. Çünkü, biz meleklerin gözleriyle görerek îmân ettikleri acayip ve garaibin hepsine görmediğimiz halde îmân ettik. Onlar için bundan sonra îmân ve bütün ibadetler üzerine bizden fazla olarak sevap faziletleri vardır ilh...»

Görülüyor ki, bu üç ibare arasında zâhire göre birbirine muhalefet vardır. Ama aralarını bulmak mümkündür. Şöyle ki: Birincisi bilene yorumlanır. Çünkü Hazreti İmam, "Ben, îmânım Cibril'in îmânı gibidir derim. Cibril'in îmânının mislidir demem." demiştir. İkincisi bilmeyene yorumlanır. Çünkü bunda, "Ben bir adamın demesini kerih görürüm." demiştir. Üçüncüsü, tafsilât verip îmân edilen şeyleri sıralayana yorumlanır. Velevki misli sözüyle ifade etsin. Çünkü açıkça söyledikten sonra ortada îhâm kalmaz. Artık bunu söylemek bilene de bilmeyene de caizdir. Allâme İbn-i Kemâl Paşa'nın bu mesele hakkında bir risalesi vardır. Bu söylediklerimiz onun hülâsasıdır.

«Avuç gibi...» Yani avucu niyet ettiği zaman nasıl diyaneten tasdik edilir ve bir talâk vâki olursa burada da öyle olur. Çünkü avuç birdir. H.

«Mutemet olan ilh...» Ben bu itimadı açık söyleyen görmedim. Galiba şarih onu Bahır'ın ibaresinden anlamış olacaktır. Ama gördüğün gibi yersiz bir anlayıştır. Hidâye'de şöyledenilmiştir: «İşaret parmakların yayılmış olanları ile yapılır. Ama yumulu bulunan iki parmakla işareti niyet ederse diyaneten tasdik edilir. Kazaen tasdik edilmez. Keza avuçla işareti niyet ederse. hüküm yine böyledir. Hattâ birincide iki talâk, ikincide bir talâk vâki olur. Çünkü buna ihtimali vardır. Lâkin zâhirin hilâfınadır.»

Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: «Birinci ile, yumulu olan iki parmakla; ikinci ile avuçla niyet ettiğini ifade etmek istemiştir. Binaenaleyh kazaen her ki surette tasdik edilmez; kadın üç defa boş olur. Çünkü ona yayılı bulunan üç parmağı ile işaret etmiştir.» Hâkim' in Kâfî' sinde de şöyle denilmektedir:» Üç parmakla bir defa boşamak istediğini söyler ve; ben ancak avuçla işaret ettim, derse diyaneten kabul edilir. Fakat kazaen tasdik edilmez.» Bu açık olarak gösteriyor ki, avucu murad etmesi, yalnız üç parmakla işaret ettiği zaman diyaneten sahih olur.

Bahır'ın ibaresi de şöyledir: «İşaret, yayılı parmaklarla olur, yumulu olanlarla olmaz. Çünkü bu hususta örf ve sünnet vardır. Yumulu olan iki parmakla işareti niyet ederse diyaneten tasdik edilir, kazaen edilmez. Avuçla işareti niyet etmek de böyledir. Avuçla işaret, bütün parmaklar açık olduğu halde yapılır. İtimat edilen kavil budur.»

Burada daha başka kaviller vardır. Onları Mi'râc sahibi zikretmiştir.

Birincisi; elinin sırtını kadına doğru, yayılı parmaklarının içini kendine doğru çevirirse kazaen tasdik edilir. Bunun aksini yaparsa tasdik edilmez.

İkincisi: elinin sırtını gökyüzüne doğru çevirirse itibar yayılı parmaklara, yere doğru çevirirse yumulu parmaklaradır.

Üçüncüsü; parmaklarını evvelâ yumup sonra açarsa, itibar açılan parmaklaradır. Evvelâ açıp sonra yumarsa yumulu olanlaradır. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«İtimat edilen kavil budur» sözü, "işaret yayılı parmaklarla olur" ifadesine râcîdir. Yani tafsitât vermeksizin böyle anlaşılır. Buna karine, ondan sonra üç kavli hikâye etmesidir. Fetih sahibinin sözü de buna delildir. O, zikri geçen kavilleri hikâye ettikten sonra. "itimat edilen kavil musannıfın mutlak sözüdür." demiştir. Yani itibar mutlak surette yayılı parmaklaradır demek istemiştir. Şârihin anladığı gibi, "Avuçla işaret, bütün parmaklar yayılı olarak yapılır." sözüne râcî değildir. Çünkü biliyorsun ki Hidâye, Gâyetü'l-Beyân ve Hâkim' in Kâfî' si yalnız üç parmak açık olmak şartıyla avucu murad ettim derse diyaneten tasdik edileceğini açıkça bildirmişlerdir. Şârihin zikrettiği; bütün parmakların yayılmış olması şarttır sözünü, Fetih sahibi Mi'racü'd-Dirâye'ye nisbet etmiştir. Belki o başka bir kavildir. Yahut o zaman kazaen tasdik olunur diye yorumlanır. Nitekim Fetih sahibinin sözü de bunu göstermektedir. Ben bunu Bahır üzerine yazdığım hâşiyede izah ettim. Şu halde aşağıda Kuhistâni' den nakledilene uyar. Vechi de zâhirdir. Çünkü bütün parmaklarını yayması üç talâkıkasdetmediğine karinedir. Onun muradı avuçtur. Zâhire bakılırsa bu bazı parmaklarını yaymasından ihtirazdır. Çünkü bütün parmaklarını yumarsa, avucunu kasdettiği hususunda daha zâhirdir. Bu makamda bana zâhir olan budur. Allahu a'lem.

METİN

Kuhistâni'nin naklettiğine göre o kimse avucuyla işarette bir talâkı niyet ettiği hususunda kazaen tasdik edilir. Şöyle demese de bir talâk" vâki olur. Çünkü teşbih yoktur. İşaret ederek; sen şunun gibisin dese;boşsun kelimesini söylemese ne hüküm verileceğini görmedim. Parmaklarının arkaları ile işaret ederse, muteber olan yumulu olanlardır. Çünkü örf vardır. Parmakların uçlan muhataba doğru bulunursa, yumup yaydığı takdirde itibar yayılı olanlara; yayıp yumduğu takdirde yumulu olanlaradır. İbn-i Kemâl.

İZAH

«Kuhistâni'nin naklettiğine göre ilh...» Bu sözün zâhir olduğunun vechini yukarıda gördüm.

«Şöyle demese de...» Yani, sen boşsun diyerek üç parmağı ile işaret eder ve üç talâkı niyetlenirse, kadın bir talâk boş olur. Hâniyye.

«Çünkü teşbih yoktur.» Yani sayıya benzetme bulunmamıştır. Kuhistâni diyor ki: «Çünkü talâk söz olmadan tahakkuk etmediği gibi; talâkın sayısı da sözsüz tahakkuk etmez.»

«Ne hüküm verileceğini görmedim.» Eşbâh sahibi dahi işaretin hü-kümlerinden naklen böyle demiştir. Hayreddin-i Remlî ise bunun hükümsüz olduğunu kesinlikle söylemiştir. Velevki bununla talâkı niyet ederek söylesin, Çünkü söz bunu ifade etmemektedir, Söz olmaksızın niyetin bir tesiri yoktur. Bu meselenin aslını ta'lil ederken Zeylâi şöyle demiştir:«Çünkü parmaklarla işaret müphem bir isimle beraberse, örfen ve şer'an sayının bilinmesini ifade eder.» Burada parmaklarla işaret edilecek talâk yoktur. Ben bunu söylediğim gibice mezkûr illetle Şâfiîlerin kitaplarında gördüm. Bu sözler kısaltılarak Remli'nin ifadesinden alınmıştır. Sâihâni'nin elyazısı ile gördüm ki şöyle denilmiş: «Hâniyye'deki, bir kimse karısına; sen üçle dese, sözünün muktezası, İbn-i Fadi; talâkı niyet ederse vâki olur dediğine göre, burada da niyet ederse talâk vâki olmaktır. Yine orada şöyle denilmiştir: Bir kimse boştur dediğinde; kimi kasdediyorsun diye sorulsa; o da, karımı cevabını verse, kadın boş olur. O kimse; sen benden üç defa dese, niyet ettiği takdirde yahut talâk müzakeresi halinde ise, kadın boş düşer. Aksi takdirde ulema kazaen tasdik olunmayacağından korkulur demişlerdir.»

Ben derim ki: Yani bu iki sözden her biri mukadder olarak boşsun sözüne bağlıdır. Remlî'nin, "Söz bunu ifade etmemektedir." ifadesini kabul etmiyoruz. Zeylâî'den naklettiği de buna aykırı değildir. Çünkü müphem isimden murad, "şöyle" lâfzıdır ki, ondan murad işaret ettiği sayıdır. Buna müphem demesi, kaç olduğunu açıklamadığı içindir. Nitekim bunu Nehir sahibi tahkîk etmiştir. Müphem isim bizim meselemizde zikredilmiştir. Binaenaleyhkonuşanın niyet ettiği mukadder talâkın sayısını ifade eder. Nitekim, "üçle" sözü de konuşanın niyet ettiği mukadder talâkın sayısına delâlet etmektedir. Bunların arasında fark yoktur. Ancak sayının birinde açık, diğerinde kapalı olması cihetinden fark vardır. Bu fark ise tesirsizdir. Şu delil ile ki; üç parmağına işaret ederek, "sen şöyle boşsun" demesiyle, "sen üçle boşsun" sözü arasında fark yoktur. Bana zâhir olan budur.

«Arkaları ile işaret ederse, muteber olan yumulu olanlardır.» Bu sözle musannıf bundan önceki, "Yayılı parmaklar itibara alınır, yumulu olanlar alınmaz." sözünü kayıtlamak istemiştir. Yani parmakların içleri ile işaret ederse itibara alınır. Bu, yayılan parmağın içini kadın tarafına, sırtını kendine doğru çevirmekle olur. Ama parmakların arkaları ile işaret ederse, yani arkalarını kadına, içlerini kendine doğru çevirirse, muteber olan yumulan parmaklardır. Bu tafsilâtı Hidâye sahibi, "denildi ki" sözüyle ifade etmiştir. Şurunbulâliyye'de ise bunun zayıf olduğu açıkça bildirilmiş; "Muteber olan mutlak surette yayılı parmaklardır. İtimat bunadır. Yumulu parmaklara kazaen mutlak surette itibar yoktur. Çünkü örf ve sünnet böyledir. Ama diyaneten itibara alınır. Nitekim Tebyîn, Mevâhib, Hâniyye, Bahır ve Fetih'te beyan edilmiştir. Yumup yaydıysa, yayılan parmaklar; yayıp yumduysa, yumulan parmaklar muteberdir diyenler olduğu gibi; avucunun içi gökyüzüne doğru ise açık parmaklar, yere doğru ise yumulu olanlar muteberdir diyenler de olmuştur." denilmiştir. Keza Bahır'dan naklen arzetmiştik ki, itimat edilecek kavil mutlak olandır. Fetih'ten nakledildiğine göre bu kavle itimat edilir. Şu halde tafsil edilen üç kavil de zayıftır. Velevki Vikâye ve Dürer sahipleri birinci kavle göre hareket etmiş olsunlar.

METİN

Sen bâin talâkla yahut elbette boşsun, en çirkin talâkla boşsun, şeytan talâkıyla boşsun, bidat talâkıyla boşsun, en kötü talâkla boşsun, dağ gibi talâkla boşsun, bin gibi talâkla boşsun, ev dolusu boşsun, şiddetli tatlîkla boşsun, uzun veya geniş talâkla boşsun veya onun en çirkiniyle, en şiddetlisiyle, en pisiyle yahut en serti ile yahut en büyüğü, en genişi, en uzunu, en ağırı veya en muazzamı ile boşsun sözlerinden her biriyle bir talâk-ı bâin boş olur. Çünkü talâkı taşıyacağı bir şeyle vasıflandırmıştır. İmam Şâfiî, bunlarla cima edilmiş karısının bir talâk-ı ric'î boş düşeceğini söylemiştir.

İZAH

«Sen bâin talâkla boşsun ilh...» sözüyle musannıf şiddet ve ziyade ile vasıflanan talâkın bâin olacağını beyana başlıyor.

«Elbette» kesin olarak boşsun mânâsınadır. Nehir.

«En çirkin talâkla» sözüyle ism-i tafdille yapılan her vasfa işaret etmiştir. Çünkü bu sîga fark bildirir. Bu da bâin olmakla hâsıl olur. Bâin talâk ric'îden daha çirkindir. Bahır.

«Şeytan talâkıyla» ve benzerleriyle talâkın bâin olması, ric'î talâk ekseriyetle sunnî şekilde yapıldığı içindir. İtirazda bulunarak, "Bid'î talâkta geçti ki, bir adam karısına; sen bidat için boşsun veya bidat talâkıyla boşsun der de niyeti bulunmazsa bu sözü, içinde cima bulunan bir temizlik devresinde yahut hayız veya nifas halinde söylediği takdirde derhal bir talâk vâki olur. İçinde cima bulunmayan bir temizlik devresinde söylerse, kadın hayız görünceye veya o temizlik devresinde onunla cimada bulununcaya kadar talâk vâki olmaz." dersen ben de derim ki: Bu iki şeyin arasında fark yoktur. Çünkü ulemanın burada söyledikleri niyetsiz bir talâk-ı bâin vâki olur sözü umumidir. Derhal vâki olmaya da, bir şeyin vücudundan sonra olmaya da şâmildir. Bahır. Lâkin Nehir sahibi şöyle demiştir: «Musannıf sözü bu vasıfla vasıflanmasa bile, derhal bir talâk-ı bâin vâki olmasını gerektirmektedir. Çünkü bid'î talâk sadece onun söy-lediklerine münhasır değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bâin talâk da bid'îdir.»

Ben derim ki: Derhal bir talâk-ı bâin vâki olacağını Dürerü'I-Bihâr şârihi açıklamıştır. Ona da Bedâyi'nin bu bâbtaki bir sözüyle itiraz edilir:«Sen bidat için boşsun derse, bir talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü bidat bazen bâinde olur. Bazen de hayız halinde talâkta olur. Böylece bâin olup olmadığı şüpheli kalır; şüpheyle sabit olmaz. Keza şeytan talâkı derse hüküm yine böyledir. Sen bidat için boşsun sözü hakkında İmam Ebû Yusuf'tan rivayet olunmuştur ki; bir talâk-ı bâini niyet ederse sahih olur. Çünkü sözü buna ihtimallidir.» Lâkin Hidâye'de evvelâ bâin vâki olduğu söylenilmiş, sonra Ebû Yusuf'tan rivayet edilen kavil bildirilmiş, daha sonra, "İmam Muhammed'den bu talâkın ric'î olacağı nakledilmiştir." denilmiştir. Anlaşılıyor ki ilk söylediği İmam-ı Âzam'ın kavildir. Metinler de ona göre yazılmıştır. Bedâyi'deki ilk söz İmam Muhammed'indir. Bahır sahibinin naklettiği ise zâhire göre Ebû Yusuf'un kavline mebnidir. Çünkü ona göre bâin talâk ancak onu niyet etmekle olur. Bâini niyet etmezse, mesele Bahır sahibinin zikrettiği tafsile göredir.

«Dağ gibi talâkla boşsun.» Bahır sahibi diyor ki: «Hâsılı ziyade bildiren vasıf, talâkın bâin olmasını icabeder. Teşbih de öyledir. Kendisine benzetilen şey ne olursa olsun; meselâ, iğne ucu gibi, hardal ve susam tanesi gibi desin fark etmez. Zira teşbih ziyadeyi iktiza eder. İmam Ebû Yusuf büyüklük bildiren sözü mutlak surette şart koşmuştur. İmam Züfer ise o şeyin insanlarca büyük sayılmasını şart koşmuştur. Şu halde iğne ucu gibi sözüyle yapılan talâk yalnız İmam-ı Âzam'a göre bâindir. Dağ gibi sözüyle İmam-ı Âzâm ve İmam Muhammed'e göre; dağ büyüklüğünde sözüyle hepsine göre bâin talâk vâki olur. İğne büyüklüğünde sözüyle Şeyhayn'a göre talâk-ı bâin vâki olur. İmam Muhammed'in hem İmam-ı Âzâm'la hem Ebû Yusuf'la beraber olduğu söylenir.

«Bin gibi» sözü hem kuvvette hem sayıda benzetmeye ihtimallidir. Sayı hususundabenzetmeyi niyet ederse üç talâk vâki olur. Aksi takdirde en azı sabit olur ki, o da bir talâk-ı bâindir. "Bin misli, üç misli" sözleri de böyledir. "Bin sayısı gibi, üç sayısı gibi" demesi bunun hilâfınadır. Bunlarla niyetsiz üç talâk vâki olur. "Bin gibi bir talâk" sözüyle bilittifak bir talâk vâki olur. Velevki üçü niyet etmiş olsun. Çünkü bir sözü üçe ihtimalli değildir. Tamamı Bahır'dadır.

«Ev dolusu» sözüyle bâin olmanın vechi şudur: Bir şey haddi zatında büyük olduğu için bazen evi doldurur. Bazen de çok olduğu için evi doldurur. Bunların hangisini niyet etse niyeti sahihtir, Niyet yoksa en azı sabit olur. Bahır.

«Şiddetli tatlîkle ilh...» Çünkü tedariki güç olan şey insana şiddetli gelir. Bu hususta bu işin eni boyu var denilir. Bâin de budur. Bahır. Tatlîk sözünü zikretmesi şundandır: Çünkü, sen kuvvetli veya şiddetli yahut uzun veya geniş olarak boşsun dese, talâk-ı ric'î meydana gelir. Zira bu sözler talâka sıfat olmaya yaramaz. Onlar kadına sıfat olur. Bunu isbicâbi söylemiştir.

«En serti ile» nin mânâsı, en şiddetlisiyle mânâsına râcidir. T.

«Çünkü talâkı taşıyacağı bir şeyle vasıflandırmıştır.» Ki o da bâin oluşudur. Gerçekten bunlarla zifaftan önce bile derhal talâk-ı bâin sabit olur.

METİN

Ama bu, hürrede üçü; cariyede ikiyi niyet etmediğine göredir. Niyet ederse, evvelce geçtiği vecihle niyet ettiği sahih olur. Nitekim boşsun sözüyle biri niyet ederse, sahih olur ve her bâinde boşsun sözünü kullanırsa başka bir talâk vâki olur ve iki talâk-ı bâin meydana gelir. Atıf yaparak, ve bâin, yahut sonra bâin der, bununla bir şey niyet etmezse bir talâk-ı ric'î vâki olur. Arapça atıf harflerinden 'fa' ile atıf yaparsa, bir talâk-ı bâin vâki olur. Zahire. Nitekim, "sen öyle bir talâk ile boşsun ki, onunla kendine mâlik olursun" dese bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü ka-dın ancak talak-ı bâin ile kendisine mâlik olur. "Sen benim dönmeye hakkım olmamak şartıyla boşsun" derse dönmeye hakkı olur. Olmaz diyenler de vardır. Cevhere. Bahır sahibi ikinciyi tercih etmiş; tâliklerde ric'i talâk olur diye fetva verenleri hataya nisbet etmiştir. Tevsikçilerin, kadın boş düşer, o talâkla kendine mâlik olur, sözüyle fetva verenleri de hataya nisbet etmiştir.

İZAH

«Evvelce geçtiği vecihle niyet ettiği sahih olur.» Yani bu bâbın başında geçmişti ki, talâk sözü mastardır. Ferd-i îtibarîye de ihtimali vardır. Ferd-i itibari, hürrede üç, cariyede iki talâktır. Bunu niyet etmesi sahihtir. Şayet itiraz ederek; "En şiddetli talâkla boşsun gibi sözlerde mastarı zikretmemiştir." dersen ben de derim ki: Fetih'te beyan edildiğine göre bu sözün mânâsı; sen öyle bir talâkla boşsun ki, o talâkın en şiddetlisidir demektir. Çünkü ism-i tafdil muzâfun-ileyhin bir kısmıdır. Binaenaleyh en şiddetli sözüyle mastarı -- ki talâktır - ifadeetmiş olur.

TEMBİH: Şârihin sözünün zâhirine bakılırsa, geçen bütün misâllerde üçü niyet etmek sahihtir. Nehir sahibi diyor ki: «Lâkin Attâbi sahih kavle göre şiddetli tatlîk, uzun veya geniş tatlîk sözlerinde üçü niyetin sahih olmadığını söylemiştir. Çünkü niyet ancak ihtimalli olan yerde amel eder. Tatlîke sözü üçe ihtimalli değildir. Attâbi bunu Serahsi'ye nisbet etmiştir.» Fetih ile Bahır'da da bunun misli vardır.

Ben derim ki: Lâkin metinler bunun hilâfınadır. Şöyle de cevap verilebilir: Tatlîkatün kelimesinin sonundaki 'ta'nın burada teklik ifade etmesi lâzım gelmez. O lâfzın müennes olduğunu bildirmek içindir yahut zâittir. 'Ta'nın burada teklik ifade ettiğini kabul etsek bile, bize şöyle cevap verirler: Ulema, geçen bütün misâllerde üçü niyet etmenin sahih olduğunu ta'lil ederken, bu adam talâkı bâin olmakla vasıflandırmıştır. Bâin, biri beynûnet-i hafife, diğeri beynûnet-i galîza olmak üzere iki nevidir. İkinciyi niyet etmesi sahihtir. O zaman şöyle denilir: Kelimenin sonundaki teklik 'ta'sı beynûnet-i galîzayı murad etmeye aykırı değildir.

Beynûnet-i galiza; kadının başka kocaya varmadıkça ilk kocasına nikâhının helâl olmamasıdır. Maksat, o adam bu sözde; sen üç talâkla boşsun demek istemiş değildir; bilâkis üçün hükmünü niyet etmiştir ki, o da beynûnet-i galîzadır. Bunun benzeri ulemanın şu sözüdür: Erkek, sen bâinsin yahut sen haramsın sözüyle üç talâkı niyet ederse üç talâk olur. Çünkü bu sözün mânâsı; üçün hükmünü niyet ederse demektir, lâfzını niyet ederse demek değildir. Zira bâin ve haram lâfızları bunu ifade edemezler. Burada da öyledir. Kaldı ki üç talâk îtibarî ferttir. Onun için mastarla onu murad etmek sahih olmuştur. Onunla ikiyi murad etmek sahih olmamıştır. Çünkü iki hâlis adettir. Onun fert olması, söylediğimiz itibarladır. Binaenaleyh bilrik 'ta'sı münafi değildir. Bana zâhir olan budur.

«Ve her bâinde...» Yani her kinaye sözle birlikte boşsun derse başka bir talâk vâki olur. Nitekim Fetih ile Bahır'da beyan edilmiştir.

«Ve iki talâk-ı bâin meydana gelir» Yani terkip haberden sonra haberdir. Sonra birinci talâkla bâin olması, ikinci ile bâin olması zaruretinden ileri gelmektedir. Çünkü ric'î talâkın mânâsı, kadına dönmeye mâlik olacak şekilde talâk demektir. Fakat ikinci bâin talâk söze eklendiği için buna imkân yoktur. Binaenaleyh ric'î diye vasıflandırmakta bir fayda yoktur. Fetih.

«Fa ile atıf yaparsa bir talâk-ı bâin vâki olur.» Bu, bir şey niyet etmediği vakittir. Nitekim Zahîre sahibi bunu, "Fa ile atfederse, mesele hali üzere olup kadın bir talâk-ı bâin boş düşer," sözüyle ifade etmiştir. Farkın vechi şu olsa gerektir: Fa edatı mühletsiz takip içindir. Arkacağından hemen ayrılık gelen talâk ancak bâin olur. Vav'a gelince: O, takip iktiza etmez. Bilâkis hem takibe, hem de sümme edatının mânâsı olan terâhiye (mühlete) elverişlidir. Kendisinden beynûnet geciken talâkın bâin olması lâzım gelmez. Binaenaleyh, "ve bâin"sözü mânâsız olur. Vav'ın takibe ihtimali yoktur. Çünkü ihtimâl bulununca en aşağısı kasdedilir. O da burada ric'îdir. Nitekim niyet bulunmadığı için îkâ'ın tekrarı da murad edilmez. Talâk müzakeresi mevcut iken talâk îkâ'ının tekrarı niçin taayyün etmemiştir. Çünkü atıfta asıl mugayerettir. Binaenaleyh vav ve sümme edatlarıyla iki talâk-ı bâin olmak gerekirdi. Niyetin bulunmamasıyla kayıtlamanın mefhumu şudur: Bu üç atıf harfiyle talâk îkâ'ını tekrarlamayı niyet ederse; yahut bâin sözüyle üçü niyet ederse, niyet ettiği vâki olur.

«Nitekim ilh...» Musannıfın Minah'taki ifadesi, bu fer'î meselenin nak-ledilmemiş olduğu zannını vermektedir. Çünkü orada; "Zira bununla talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim üstadımız Bahır sahibi bununla fetva vermiştir." demektedir. Bunu Bedâyi'nin; "Talâkı bâin olduğunu gösteren bir sıfatla vasfederse bâin olur ilh..." ifadesiyle zâhir görmüştür.

«Çünkü kadın ancak talâk-ı bâin ile kendisine mâlik olur.» Bunu Bedâyi sahibi açıklamış; şunu da ilâve etmiştir: «Talâk-ı bâin olduğunu gösteren bir sıfatla vasıflarsa bâin olur.» Bu sıfat. "Sen bir talâk-ı bâinle boşsun" mânâsına gelir. Çünkü kadının kendisine mâlik olması, kocasının kendi rızası olmadan ona dönmeye hakkı bulunduğu ric'î talâka aykırıdır.

«Bahır sahibi ikinciyi tercih etmiş.» Sebebi şudur: Evvelce geçmişti ki, erkek talâkı bir nevi şiddet ve ziyadeyle vasıflandırırsa, bize göre bununla talâk-ı bâin vâki olur. İmam Şâfiî, "Bir talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü bu meşruun hilâfınadır. Binaenaleyh hükümsüz kalır. Nitekim, sen benim sana dönmeye hakkım olmamak şartıyla boşsun dese hüküm budur." demiştir. Hidâye sahibi bunu reddederek; "Bu adam talâkı ihtimalli bulunduğu bir şeyle vasıflanmıştır. Dönmek meselesi de memnudur. Yani burada bir talâk-ı ric'î olduğunu biz teslim etmiyoruz. Bilâkis bir talâk-ı bâin olur." demiştir. İnâye ile Fetih'te; Gâyetü'l-Beyân ve Tebyin'de de böyledir. Bahır sahibi, "Böylece anladın ki ric'at meselesinde mezhep, talâk-ı bâinin vukuudur.» demiştir.

«Hataya nisbet etmiştir.» Tevsikçilerden murad; mahkemede bulunan âdil kimselerdir. Bunlara şahitler ve müvessikler denilir. Çünkü bunlar, şahitlik yapan kimseyi, güvenilir olduğunu beyan ederek tevsikte bulunurlar. Yahut vesikaların ilânlarını yazarlar. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

Ben derim ki: Bahır sahibinin zikrettiği meselenin - ki kendisi bu hususta bir risale de yazmıştır - aslı şudur: Bir adam karısına, "ne zaman benim senden başka bir karım olduğu meydana çıkarsa" yahut "Ne zaman beni mehirden ibrâ edersen, sen bir defa boşsun. Onunla kendi nefsine mâlik olursun." der de, sonra başka bir karısı olduğu meydana çıkar yahut kadın mehrinden onu ibrâ ederse, hüküm nedir diye sorulmuş; o, "Bâin olur." diye cevap vermiş; ric'î olur diye fetva verenlerin sözünü reddetmiştir.

METİN

Lâkin Bezzâziye ve diğer kitaplarda şöyle denilmiştir: «Cimada bulunduğu karısına; seni bir defa boşarsam o bâin olsun yahut üç talâk olsun der de, sonra onu boşarsa talâk ric'î olur. Çünkü vasıf mevsuftan önce bulunamaz. Keza, sen şu hâneye girersen şöyle olsun der de sonra kadın o hâneye girmeden; ben o talâkı, bâin yahut üç yaptım derse sahih olmaz. Çünkü o kadına talâk vâki olmaz.» Bezzâziye'nin sözü burada biter. Bunun ifade ettiği mânâ; "Ne zaman senin üzerine evlenirsem sen bir talâk boşsun, onunla kendine mâlik olursun." sözüyle talâk-ı ric'i meydana gelmektir. Çünkü bu söz nihayet, "sen bâinsin" sözüne müsâvîdir. Vasıf mevsuftan önce bulunamaz. Musannıf bunu burada ve kinayeler bahsinde böyle izah etmiştir.

İZAH

«Lakin Bezzâziye ilh...» Bu söz, o fetvayı verene yardımdır. Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyelerinde onu reddederek; "Tâlikler hadisesinde muallâk olan, bâin olmakla vasıflanmış talâktır. Bezzâziye meselesinde ise muallâk olan yalnız bâinlik vasfıdır. Mevsuf henüz ortada yoktur. Tâlikler meselesinde adam sanki, senin üzerine evlenirsem sen bâin olarak boşsun demiş gibidir. Bunun men'ine kâil yoktur. Düşün!" demiştir. Hâsılı Bezzâziye'nin ilk meselesinde yalnız sıfat mevsufun bulunmasına tâlik edilmiştir. Muallâkta hüküm tâlik bulunmasa derhal hükmün bulunmasıdır. Bir halde mevcut olmayan bir talâkın bâinliği veya üç talâk oluşu mevcut olmasına imkân yoktur. Çünkü vasıf mevsufundan önce bulu-namaz. Keza ikinci meselede talâk ortada yokken muallâk talâkı bâin veya üç yapılmasına imkân yoktur. Her sıfatın mevsufundan önce bulunması da lâzım gelir.

«Bunun ifade ettiği mânâ ilh...» İşte musannıfın kinayeler bahsindeki ifadesi biraz değiştirilmiş olarak budur. Sen kıyas edilenle kıyas olunanın farkını biliyorsun.

«Sen bâinsin sözüne müsavidir» İbarenin hakkı şu idi: O bâindir sözüne müsavidir. Bu, şârihin anladığına göre sözün yalnız talâk vasfını tâlikten ibaret olmasına binaendir. Halbuki müsâvât olmadığını gördüm. Evet, bu söz Bahır sahibinin söylediğine göre hem mevsufu, hem sıfatını beraberce tâlik ise, "sen bâinsin" sözüne müsavidir ve "Senin üzerine ne zaman evlenirsem sen bâinsin" mânâsında olur. Bu da, kasıt olmaksızın hakkı söylemektir.

TETİMME: Avam takımının sözlerinde çok rastlanır: «Sen boşsun. Domuzlara helâl bana haramsın.» derler. Hayriyye'de bunun talâk-ı ric'i olduğuna fetva verilmiştir. Çünkü, "bana haramsın" sözü, şimdi haramsın mânâsına ise, meşru'un hilâfınadır. Zira kadın ona ancak iddetini bitirdikten sonra haram olur. Gelecekte haramsın mânâsına ise sahihtir. Ama kadına dönmeye mâni değildir. Keza Hayriyye sahibi avam takımının, "Sen boşsun. Seni ne bir hâkim geri çevirebilir, ne âlim." sözleriyle ric'î talâk olacağına fetva vermiştir. Çünkü o kimse sözü şer'î mevzuundan çıkarmaya mâlik değildir. Minah hâşiyecilerinden biri onuSayrafiyye'nin şu sözüyle te'yid etmiştir: »Bir kimse karısına; sen boşsun, benim sana dönmeye de hakkım yoktur derse, talâk ric'î olur. Ama; benim sana dönme-ye hakkım olmamak şartıyla derse bâin olur.» Sayrafiyye sahibinin, "Avamın; seni hiçbir hâkim geri çeviremez ilh... sözleri; kocanın, benim sana dönmeye hakkım yok sözü gibidir. Çünkü 've' edatını kullanmakla kullanmamak birdir. Nitekim bu zâhirdir. Dönmeye hakkım olmamak şartıyla demesi bunun gibi değildir." demiştir.

Ben derim ki: Fark şudur: Dönmemek şartıyla sözü talâkın kaydıdır. Çünkü talâk hakkında şarttır. Bu söz, "Sen içerisinde dönmemek şart kılınan bir talâkla boşsun" mânâsındadır. Yani talâk-ı bâinle boşsun demektedir. Şu halde, "Talâkı bir nevi şiddet ve ziyade ile vasıflandırırsa talâk-ı bâin olur." kaidesinde dahildir. Nitekim Hidâye'den naklen yukarıda geçmişti. "Benim sana dönüşüm olmayacak." sözü ise talâkın sıfatı değildir. O yeni bir cümle olup, bu cümle ile meşruun hilâfını haber vermiştir. Zira meşru olan, "sen boşsun" sözüyle talâk-ı ric'î vâki olmaktır. "Dönmek yok" sözü hükümsüzdür. "Sen boşsun ve bâinsin"; yahut "sen boşsun, sonra bâinsin" sözlerini niyetsiz olarak söylemek gibidir. Nitekim geçti. Avamın, "Seni hiçbir hâkim geri çeviremez ilh..." sözü de talâkın sıfatı değil kadının sıfatıdır. Binaenaleyh mezkûr kaideye dahil değildir. "Domuzlara helâl bana haramsın." sözü de bunun gibidir. Rahmetî'ye burası gizli kalmış; onun için bununla Sayrafiyye'deki farkın mezkûr kaideye muhalif olduğunu kesinlikle söylemiştir.

Evet, "haramsın" sözüyle talâk îkâ'ını kasdederse, üçü niyet etmediği takdirde onunla başka bir talâk-ı bâin; üçü niyet ederse üç talâk vâki olur. Nitekim, "sen boşsun ve bâinsin" sözünde böyledir. Bunu yukarıda arzettik. Bunun bir misli de, yine zamanımızda avam takımının, "Sen boşsun seni bir şeyh helâl kıldıkça başka bir şeyh haram kılar." sözleridir. Zira bu ikinci sözle muradları kadını ebediyyen haram kılmaktır. Bu söz, «Sen bana her helâl oldukça haramsın» demek gibidir. Binaenaleyh o kadının nikâhını her tazeledikçe ondan talâk-ı bâinle boş olur. Meğerki bu sözle, zikredilen talâkı haber vermeyi dilemiş olsun. Bununla yeni yeni haram kılmayı niyet etmesin ve bu cümleyi mezkûr talâka sıfat yapmasın . O zaman kadın ebedî haram olmaz. Çünkü bu söz meşruun hilâfını haber vermek olur. Lâkin cahil bundan anlamaz, Zâhire bakılırsa o ebedi haram olmasını ifade etmek ister. Binaenaleyh Şeyh İsmail Hâik'in Fetevâ'sında görülen, "Bununla yalnız bir defa talâk-ı ric'î vâki olur." Sözü zâhir değildir. Bu mahallin izahını ganimet bil! Çünkü gizli kalan yerlerdendir.

METİN

Sen onun, yani talâkın ekserisi ile boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü onunla üç talâk vâki olur. Bir talâkı murad ettim derse diyaneten tasdik edilmez. Nitekim talâkın ekserisiyleboşsun yahut sen defalarca veya binlerce boşsun veya ne az ne çok boşsun demiş olsa üç talâk vâki olur. Muhtar olan kavil budur. Sen talâkın en azı ile boşsun derse bir ta-tâk vâki olur. Sen talâkın umumiyle veya çoğuyla yahut onun iki rengiyle veya üçün daha çoğu ile veya talâkın büyüğü ile derse iki talâk vâki olur.

İZAH

«Bir talâkı murad ettim derse diyaneten tasdik edilmez.» Bu sözün mefhumu. İkiyi murad ederse diyaneten tasdik edilmesidir. Vechi şudur:İsm-i tafdîl ile bazen fiilin adı kasdedilir. Yani talâkın çoğu mânâsına gelir. Bu suretle bu kimsenin sözüne ihtimalli olduğundan diyaneten tasdik edilir.

Ben derim ki: Lâkin aşağıda gelecek ki, 'çok' kelimesinden iki değil üç talâk vâki olacağı tercih edilmiştir. O zaman çok ile ekser arasında fark kalmaz.

«Sen defalarca boşsun.» Bahır'da Cevhere'den naklen şöyle denilmiştir: «Bir adam karısına; sen defalarca boşsun dese, kadın cima edilmiş bulunduğu takdirde üç defa boş olur. Nihâye'de böyle denilmiştir.» Bahır'da bundan bir yaprak önce Bezzâziye'den naklen, "Sen bana bin defa haramsın sözüyle bir talâk vâki olur." denilmiştir. Bezzâziye'nin ibaresini Zahîre sahibi dahi zikretmiştir. Şârih onu îlâ bâbının sonunda söyleyecektir.

Ben derim ki: Bu söz Cevhere'nin ifadesine muhalif değildir. Çünkü bin defa demesi, defalarca tekrarı mesabesindedir. Bununla ilk defada bir talâk-ı bâin vâki olur. İkinci defada hiçbir şey vâki olmaz. Çünkü ikinciyi birinciden haber yapmak mümkün olursa, bâin bâine mülhak olmaz. Nitekim sen bâinsin sözü böyledir. izahı kinayeler bahsinde gelecektir. Sen haramsın yahut sen bâinsin sözüyle üç talâkı niyet ederse bunun hilâfınadır. Zira sahihtir. Çünkü bu bir söz olup küçük ve büyük beynûnete elverişlidir. Sen defalarca boşsun sözü, bunu üç defa veya daha fazla tekrarlamak mesabesindedir. Birinci defada talâk-ı ric'î meydana gelir. Ondan sonraki ile de üçe kadar öyledir. Çünkü bu söz sarîhtir. İddet içinde sarîh sarîhe mülhak olur. Onun için cima edilmişse diye kayıtlamıştır. Çünkü cima edilmeyen kadın ilk talâka bâin olur, İddet beklemesi de lâzım değildir. Binaenaleyh sonraki talâklar ona lâhîk olmaz. Bu makamın izahını ganimet bil! Çünkü çok kimselere gizli kalmıştır.

«Binlerce boşsun» sözüyle üç talâk vâki olur. Geri kalanları hükümsüz kalır.

«Veya ne az ne çok boşsun.» Burada Cevhere'nin ibaresi şöyledir:«Bir kimse, sen boşsun ne az ne çok derse, üç talâk vâki olur. Muhtar kavil budur. Çünkü az talâk birdir. Çok talâk da üçtür. Evvelâ ne az dediğinde üç talâkı kasdetmiş olur.Sonra ne çok demesi bir işe yaramaz.»

Ben derim ki: Lâkin Hulâsa ile Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Muhtar kavle göre üç talâk vâki olur. Fakih Ebû Cafer; en muvafıkı iki talâk vâki olmaktır demiştir.» Zahîre'debildirildiğine göre birinci kavil Sadru'ş-Şehid'in tercih ettiğidir. Onu yukarıdaki şekilde ta'lil etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Ebû Cafer Hinduvânî'den hikâye edildiğine göre iki talâk vâki olur. Çünkü o kimse ne az dediğinde iki talâkı kasdetmiştir. Zira iki talâk çoktur. Ondan sonra ne çok demesi bir şeye yaramaz. Bu kavil doğruya daha yakındır.» Hâniyye'de bunun daha zâhir olduğu bildirilmiştir. Bununla anlaşılıyor ki, bunlar tercih edilmiş iki kavildir. Temelleri çok hakkındaki ihtilâfa dayanır. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir:«Sen çok boşsun derse, Asıl nâm kitapta bildirildiğine göre üç talâk vâki olur. Çünkü çok olan üçtür. Ebu'l-Leys'in Fetvâ'da beyan ettiğine göre iki talâk vâki olur.»

Ben derim ki: Birinci kavil tercihe daha lâyıktır. Çünkü Asıl nâm kitap, zâhir rivayet kitaplarındandır. O Fetevâ'dan üstündür.

«Bir talâk vâki olur.» O da ric'îdir. Çünkü bâin olacağını ifade eden bir şey yoktur. Bir de talâkın en azı ric'î olandır.

«Sen talâkın umumiyle boşsun» derse, iki talâk vâki olması ekseriyetle bunda kullanıldığı içindir. Talâkın galibi ikidir. T.

«Sen talâkın çoğuyla» derse, iki talâk vâki olur. En çoğuyla derse üç talâk olmak gerekir. Rahmeti.

«Onun iki rengiyle» ifadesinden murad, iki talâk-ı ric'îdir. Üç rengiyle deseydi üç talâk olurdu. Keza talâkın birkaç rengi derse yine üç talâk vâki olur. Renk kelimesinden, kırmızılık, sarılık mânâlarını kasdederse, diyaneten tasdik edilir. Neviler veya vecihler mânâsını kasdederse yine tasdik edilir. Zahire.

Ben derim ki: Kırmızı ve sarı renkleri kasdederse, bir talâk-ı bâin vâki olmak gerekir. Zira vasfedilen talâk hakkında İmam-ı Âzâm'ın kaidesi yukarıda geçmişti.

METİN

En muvafık kavle göre ne çok ne az sözüyle dahi iki talâk vâki olur. Muzmerât. Kınye'de şöyle denilmiştir: «Seni üç talâkın sonuncusu ile boşadım derse üç talâk; üç talâk sonunda bir talâk daha derse bir talâk vâki olur.» Fark incedir, güzeldir.

FER'İ MESELELER : Sen bir boşamanın bütünü ile boşsun sözüyle bir talâk; sen her boşamayla boşsun derse üç talâk vâki olur. Toprağın sayısınca derse bir talâk, kumun sayısınca derse üç talâk vâki olur. İblis'in saçı adedince, yahut avucumun içindeki kılların adedince boşsun derse bir talâk, elimin üstündeki kılların veya bacağımdaki kılların yahut senin bacağındaki kılların yahut fercindeki kılların yahut şu havuzdaki balıkların sayısınca boşsun derse, bunlar bulunduğu takdirde sayısınca talâk vâki olur. Aksi takdirde talâk vâki olmaz.

İZAH

«Ne çok ne az sözüyle...» Bahır'da Muhit'ten naklen bununla bir talâk vâki olacağı bildirilmiştir. Zahîre, Bezzâziye, Hulâsa, Cevhere ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Muzmerât'a müracaat olunmalıdır. Evet, hepsinin bir vechi vardır. Bir talâk vâki olmasının vechi, çoğu nefyedince azı isbat etmiş olmasıdır. Ondan sonraki nefy fayda vermez. İki talâk olmasının vechi şudur: Çok olan talâk üçtür. Az olan da birdir. Bunların ikisini de nefyedince, aralarındaki sabit olur.

«Fark incedir, güzeldir.» Farkın vechi şudur: Bu adam sonuncuyu mâlûm üç talâka izafe etmiştir. Onun mâlûm oluşu vukuu iledir. Nekire (belirsiz) kullanması bunun hilâfınadır. H.

Ben derim ki: Bu teslim edilirse, ancak şârihin Bahır sahibine uyarak sarîh talâk bâbının başında söylediklerine biaendir. Orada birinci defada üç lâfzını belirli, ikinci defada belirsiz zikretmişti. Halbuki lâfız her iki surette belirsizdir. Nitekim ben bunu Tatarhâniyye, Hindiyye, Zahîre ve Bezzâziye gibi birçok kitaplarda gördüm. Bezzâziye sahibi farkı şöyle belirtmiştir: «Sonuncusu üçüncüsüdür. Ama kendisinin iki misli ondan önce bulunmadıkça o tahakkuk etmez. Lâkin bu adam birinci defada üç talâkı îkâ ettiğini haber vermiş, ikinci defada kadını talâk îkâ'ından sonra üç talâkın sonu olmakla vasıflandırmıştır. Halbuki kadın bununla vasıflanamaz. Şu halde sen boşsun sözü kalır. Onunla da bir talâk vâki olur.»

Şu halde farkın illeti birincide fiil-i mâzî ile, ikincide ism-i fâil ile ifadeden ileri gelir. Yoksa belirli ve belirsiz olmaktan ileri gelmez. Bunun muktezası, ikincideki âhir lâfzının, sen zamirinden ikinci haber olmak üzere merfu okunmasıdır. Tâ ki kadına vasıf olsun. Mansup okunursa talâkın vasfı olur ve birinci surete müsavidir. İkinci haber olmak üzere zarfiyyet üzere mansup okunması ihtimali uzaktır.

«Sen bir boşanmanın bütünü ile boşsun sözüyle bir talâk vâki olur.» Çünkü bütünü kelimesi, belirliye izafe edildiği vakit cüzlerinin umumunu ifade eder. Bir boşamanın cüzleri ise bir talâktan fazla değildir. Belirsize izafe edilirse fertlerinin umumunu ifade eder. H. O halde senin, "narın hepsi yenir" sözün yalan olur. Çünkü kabuğu yenmez. Belirsiz olarak her nar yenir sözü bunun hilâfınadır. Ama bu, karine bulunmadığı zamandır. Nitekim biz bunu mestler üzerine mesh bâbında izah ettik.

T E M B İ H : Zahîre'de bildirildiğine göre talâkın hepsi derse bir talâk vâki olur. Bahır'da ondan böyle nakledilmiştir. Lâkin Muhtarâtü'n-Nevâzil'de üç talâk vâki olacağı bildirilmektedir.

Ben derim ki: Zâhir olan da budur. Çünkü talâk kelimesi masdardır. Üçe ihtimali vardır. Talka kelimesi bunun hilâfınadır. Şu da var ki, yine Zahîre'de bildirildiğine göre sen talâkın hepsiyle boşsun derse üç talâk vâki olur. Talâkın bütünüyle bütün talök arasında görünen bir fark yoktur.

«Toprağın sayısınca derse bir talâk vâki olur.» Fetih sahibi diyor ki: «Sayısı olmayan bir şeyde sayıya benzetme yapar da; sen güneşin sayısınca boşsun veya toprağın sayısınca boşsun yahut toprağın misli boşsun derse, Ebû Yusuf'a göre bir talâk-ı ric'i vâki olur. Şâfi'lerden İmamul'-Harameyn bu kavli ihtiyar etmiştir. Çünkü sayısı olmayan bir şeyde sayıya benzetmek hükümsüz kalır. Toprağın sayısı yoktur. İmam Muhammed'e göre ise üç talâk vâki olur. Şâfiî ile İmam Ahmed'in kavilleri de budur. Çünkü adet zikredildiği zaman onunla çokluk murad edilir. Ebû Hanife'nin kavline kıyas ile bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü teşbih yukarıda geçtiği gibi bir nevi ziyadeyi iktiza eder. Ama toprak gibi derse İmam Muhammed'e göre bir talâk-ı ric'î vâki olur.»

«Kumun sayısınca derse üç talâk vâki ulur.» Yani bilittifak böyledir. Nitekim Bahır'da Cevhere'den naklen böyle denilmiştir Toprağın sayılır cisim olmaması şundandır: Çünkü o efrada şamil isimdir. Kum böyle değildir. O cem'i ifade eden bir cins isimdir. Üçten aşağısına sadık değildir. Nehir. Hâsılı toprak, su ve bol gibi aza çoğa sadık bir mahiyette delâlet eden şey fertler ifade eden ism-i cinstir. Üçten aza delalet etmeyen bunun hilâfınadır. Bunun azı ile çoğunun arası 'ta' ile ayrılır. Kum ve kuru hurma gibi ki bu kelimeler cem'i bildiren ism-i cinstirler. Fertleri vardır. En az üçtür. Böyle bir kelimeye sayı izafeti ile üç talâk vâki olur.

«İblis'in saçı adedince ilh...» Yani talakı nefyi isbatı meçhûl bir sayıya izafe ederse, yahut iki misalde olduğu gibi nefyi mâlûm bir sayıya izafe ederse bir talâk vâki olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Ama Fetih sahibi bu talâkın bâin olup olmayacağını zikretmemiştir. Toprak sayısında zikrettiğinin muktezasınca Ebû Hanife'nin kavline kıyasla bu talâk bâindir. Ebû Yusuf'un kavline göre ric'îdir. Buna yakında Muhit'ten nakledeceğimiz, "Sayı zikri hükümsüz kalır ve o adam sanki sen boşsun demiş gibi olur." ifadesi de delâlet etmektedir.

«Sayısınca talâk vâki olur.» Yani mahallin kabul edeceği kadar talâk vâki olur, fazlası hükümsüz kalır. T.

«Aksi takdirde talâk vâki olmaz.» Yani kıl namına bir şey bulunmaz. Meselâ; vücudundaki kıllar kazınmış olursa, balık da bulunmazsa talâk vâki olmaz. Bu balık meselesinden başkaları hakkında sahihtir. Balık meselesine gelince: Cevhere'de, keza Zahîriyye'den naklen Bahır'da bildirildiğine göre havuzda balık yoksa bir talâk vâki olur. Binaenaleyh bu meseleyi İblis'in saçı, avuç içinin kılı meselesiyle birlikte zikretmesi doğru olurdu. Nehir'de bildirildiğine göre Muhit sahibi, balık, İblis'in saçı ve avuç içinin kılı meselesine ta'lil ederek şöyle demiştir: «Saç ve balık yoksa sayının zikri muteber değildir. O hükümsüz kalır ve sanki sen boşsun demiş gibi olur.» Bahır'da İmam Muhammed'den avuç dışının kılı meselesi ile avuç içinin kılı meselesi arasında şöyle bir fark nakledilmiştir. Birincide bir şey vâki olmaz. Çünkü talâk, biten kılların sayısınca vâki olur. Avucunun üzerinde kıl bulunmayınca şart dabulunmamıştır. İkincide bir talâk vâki olur. Çünkü talâk kılların sayısınca vâki değildir.

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Elin üzeri ve keza bacak ile ferc ekseriyetle kıl mahalli olduğu için, kılların giderilmesi de ancak bir ârıza sebebiyle olduğundan, burada sayı şart mesabesinde olmuştur. Binaenaleyh sayı bulunmayınca talâk da vâki olmaz. Avucumun içi sözünde olduğu gibi kıl bitmeyen yer mâlûm olursa; yahut İblis'in saçı gibi meçhûl olup, bilinmesine imkân yoksa yahut mümkün olup yokluğu havuzdaki balık gibi ârızi bir sebebe bağlı değilse, talâk sayının bulunmasına bağlı kalmaz, mutlak surette vâki olur. Lâkin balık meselesinde sayının bulunması mümkün olunca, bulunduğu zaman miktarınca talâk vâki olur.

METİN

Ben senin kocan değilim yahut sen benim karım değilsin yahut kadının kocasına : sen benim kocam değilsin sözü, kocası doğru söyledin dediği takdirde niyet etmişse talâktır. İmameyn buna muhâliftirler. Erkek sözünü yeminle te'kid eder veya senin karın var mı diye soruldukta: hayır cevabını verirse bilittifak kadın boş olmaz. Velevki niyet etmiş olsun. Çünkü yeminle sual bunlarda nefyi murad ettiğine karinedirler. Hulâsa'da şöyle denilmiştir: "Erkeğe sen bu kadını boşadın değil mi denilir de belâ cevabını verirse kadın boş düşer. Neam (evet) derse boş düşmez." Fetih'de: "Örf bulunduğu için fark olmamak gerekir." denilmiştir. Bezzâziye'de şu ifade vardır: "Kadın kocasına: ben senin karınım der de kocası da ona: sen boşsun cevabını verirse, bu nikâhı ikrar olur ve talâk vaz'ı itibariyle nikâhı iktiza ettiği için kadın boş düşer." Bir adam yemin ettiğini bilir de talâka mı yoksa başkasına mı olduğunu bilmezse hükümsüz kalır. Nitekim boşayıp boşamadığında şüphe ederse hüküm budur. Bir mi yoksa daha fazla mı boşadığında şüphe ederse hüküm az olana bina edilir. Cevhere'de: "Fâsid nikâhla aldığı karısını üç defa boşayan bir kimse o kadınla muhallilsiz olarak evlenebilir." denilmiş, hilâf nakledilmemiştir.

İZAH

"Niyet etmişse talâktır." Çünkü cümle inkâra elverdiği gibi talâk inşâsına da elverişlidir. Binaenaleyh niyetle talâk teayyün eder. Niyetle kayıdlaması niyetsiz bilittifak talâk vâki olmadığı içindir. Zira bu söz kinâyelerdendir. Şârih delâlet-i halin de niyet yerini tutmayacağına işaret etmiştir. Çünkü bu yalnız cevap olmaya elverişli sözlerdendir. Bu o sözlerden değildir. Talâktır sözüyle bu kinâye ile vâki olan talâkın ric'î olduğuna işaret etmiştir. Bahır'da kinâyeler bâbında böyle denilmiştir.

«Bilittifak kadın boş olmaz. Velevki niyet etmiş olsun." Erkeğin: "Ben seninle evlenmedim, aramızda nikâh yoktur, sana bir ihtiyacım yoktur." gibi sözleri de böyledir. Bedâyi. Lâkin Muhit'te: "Senin karın var mı diye soruldukta: hayır cevabını verirse talâk vâki olur." denilmiştir. Muhît sahibi sözüne devamla şunları söylemiştir: "Aramızda nikâh yoktur dese talâk vâki olur. Kaide şudur ki: esasen nikâhı nefy etmek talâk değil inkâr olur. O anda nikâhı nefy etmek ise, niyet etmek şartıyla talâk olur. Geri kalan sözler de sahih kavle göre bu hilâfa göredir." Bahır.

"Bunlarda nefyi murad ettiğine karinedirler." Şöyle ki: yemin haber cümlesinin mazmununu te'kid içindir. Binaenaleyh onun cevabı ancak haber olur. Sualin cevabı da öyledir. Talâk ise ancak inşâ olur. Binaenaleyh nikâhı yalandan nefy edince sözü ihbara sarfetmek icab eder.

"Hulâsa'da ilah..." İbâresi: "Sen onu boşadın değil mi?" şeklindedir. Bazı nüshalarda böyle olduğu görülmüştür. Nitekim Halebî'nin sözü de bunu ifade etmektedir. Bahır sahibi Menar üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Tahkîk"ta zikredildiğine göre neam kelimesinin mûcebi ondan önceki sözü tasdiktir. Söz müsbet olsun, menfi olsun, sual olsun, haber olsun müsavîdir. Meselâ: sana Zeyd kalktı veya, Zeyd kalktı mı yahut Zeyd kalkmadı mı denilir de neam (evet) cevabını verirsen geçen sözü tasdik olur. Sualden sonrakine ise tahkîktir. Belânın mûcebi nefyden sonra icabtır. Bu nefy sual olsun, haber olsun fark etmez. Zeyd kalkmadı denilir de sen belâ cevabını verirsen bunun mânâsı kalktı demek olur. Şu kadar var ki, şeriatın hükümlerine mu'teber olan örftür. Hatta bunlar birbirinin yerinde kullanılabilir."

«Fetih'de ilah...» Şu ibâre vardır: "Fark olmamak gerekir. Çünkü örf ehli olanlar fark yapmazlar. Bilâkis bunların ikisinden de menfiyi icab anlarlar."

"Bezzâziye'de" yani nikâh bahsinin başlarında geçmiştir.

"Bu nikâhı ikrar olur ve kadın boş düşer." Yani erkek bu nikâhı inkâr ederse kadının mehri ile iddet nafakasını vermesi lâzım gelir. Kadının iddeti içinde ölürse kadın ona mirâsçı olur.

"Talâk vaz'ı itibariyle nikâhı iktiza ettiği için" talâk vâki olur. Çünkü talâk lügaten ve şer'an nikâhla sâbit olan kaydı kaldırmaktır. Binaenaleyh sahih olmak için mutlaka önceden nikâh yapılmış olması lâzımdır. Zira mukteza, söz sahih olmak için takdir edilen şeydir. Sanki bu adam: evet sen benim karımsın, ama sen boşsun demiş gibidir. Nitekim ulema: "Köleni benim nâmıma bin dirheme âzâd et." sözünde böyle demişlerdir.

Ben derim ki: Bu mâni bulunmadığı yerdedir. Hulâsa'da nikâh bahsinde Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: "Bir kimse karısına: sen benim karım değilsin, sen boşsun dese bu nikâhı ikrar değildir. Bezzâziye sahibi: çünkü önceki söz onun hakikaten talâkı murad etmediğine karinedir, demiştir."

"Az olana bina edilir." Yani İsbicâbî'nin dediği gibidir. Meğerki çok olanı yüzde yüz veya galebe-i zan ile bilmiş olsun. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre üç mü boşadı daha az mı bilemezse araştırır. İki taraf denk düşerse kendisine daha ağır olan ile amel eder. BunuBezzâziye'den Eşbâh sahibi nakletmiştir. Tahtâvî diyor ki: "Kaadîhân Ebû Yusuf'un kavli ile yetinmiştir. İhtimal bunu Ebû Yusuf ihtiyatla amel ettiği için yapmıştır. Bahusus fercler bâbında ihtiyata çok dikkat eder."

Ben derim ki: Birinciyi kazaya, ikinciyi diyanete yorumlamak mümkündür. Bunu metinlerin tâlik bâbındaki meselesi te'yid eder. Mesele şudur: "Bir adam karısına: erkek doğurursan bir defa boşsun, kız doğurursan iki defa boşsun der de kadın ikisini birden doğurur, fakat hangisinin evvel olduğu bilinmezse kazaen bir talâk, tenezzühen yani diyaneten iki talâk boş düşer." şu da var ki yine Eşbâh'da bildirildiğine göre erkek: üzerime azim olsun bu talâk üçtür, derse kadını terk eder. O mecliste bulunan âdil kimseler talâkın bir olduğunu kendisine haber verir de o da tasdik ederse onların kavliyle amel olunur.

"O kadınla muhallifsiz olarak evlenebilir." Çünkü talâk ancak sahih nikâhla alınan kadına yahut talâk iddeti bekleyene yahut dinden dönmek sebebiyle veya İslâm'ı kabule yanaşmamak sebebiyle fesh yapılana lahîk olur. Nitekim bunu Bahır'dan naklen arzetmiştik. H. Yani fâsid nikâhla alınan kadın bunlardan hiçbiri değildir. T. Şu halde fâsid nikâhda talâk tahakkuk etmez. Böyle bir talâk sayıyı da eksiltmez. Çünkü bu bir mütarekedir. Nitekim Bahır ile Bezzâziye'den naklen mehir bâbında nikâh-ı fâsid üzerinde söz ederken arzetmiştik. Bu hakiki talâk değil bir mütareke olunca erkek o kadını akd-i sahih ile muhallifsiz alabilir, üç defa boşamaya da hakkı olabilir. Allahu a'Iem.

 

 

 

 

CİMA EDİLMEYEN KADINI BOŞAMA BABI

METİN

Bir kimse zifaf edilmediği karısına: sen boşsun ey orospu üç defa derse kendisine had vurulmaz. liân da yapılmaz. Çünkü kadın onun karısı iken üç defa boşanmıştır. Ondan sonra o adamdan ayrılmıştır. Kezâ: sen üç defa boşsun inşaallah ey orospu derse istisna vasfa teallûk eder. Bezzâziye. Üç talâk vâki olur. Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ki, her ne zaman sayı zikredilirse talâkın vukuu onunla olur.

İZAH

"Kendisine had vurulmaz, liân da yapılmaz." Bu İmam-ı Âzam'a göredir ve bir cümle olduğuna binaendir. Ey orospu sözü talâkla sayının arasını ayırmadığı gibi cümledeki şartla cezanın arasını da ayırmaz. "Sen boşsun ey orospu şu hâneye girersen." sözünde olduğu gibidir. Binaenaleyh talâk o hâneye girmeye teallûk eder. "Sen boşsun ey orospu üç defa" sözüyle üç talâk vâki olur. Kadın zevcesi olduğu halde zinâ iftirasında bulunduğu için kendisine had vurulmaz. Sebebi aşağıda gelecektir ki, her ne zaman sayı zikredilirse talâkın vukuu onunla olur. Bu adama liân da yapılmaz. Çünkü liânın eseri aralarını ayırmaktır. Bu ise talâk-ı bâinden sonra düşünülemez. Eseri olmadan liân da sahih değildir. Bu sözün bir misli de: ey orospu sen, üç defa boşsun demektir. Sen üç defa boşsun ey orospu demesi bunun hilâfınadır. Zira adama had vurulur. Nitekim Bahır'ın liân bahsinde beyan edilmiştir. Zira zinâ iftirası boşanıp ayrıldıktan sonra vuku bulmuştur. İmam Ebû Yusuf'a göre meselemizde bir talâk vâki olur, erkeğe de had vurulur. Çünkü kazfi fâsıla yapmıştır. Binaenaleyh üç defa sözü hükümsüz kalır. Talâk sadece sen boşsun sözüyle vâki olur. Bu talâk-ı bâinden sonra olmuştur. Çünkü kadın henüz cima edilmemiştir. Binaenaleyh had vâcip olur. H. Bu satırlar kısaltılarak, ziyade edilerek alınmıştır.

"Üç defa boşanmıştır ilh..." sözü Bezzaziye'de de bu şekildedir. Fakat yanlıştır. Doğrusu: "Zinâ iftirası onun karısı iken vuku bulmuştur." şeklinde olacaktır.

"Ondan sonra o adamdan" ifadesinden murad: kazften sonra demektir. Nitekim anlattığımızdan sana zâhirolmuştur.

"Kezâ ilh..." Yani yine üç talâk vâki olup had vurulmaz, liân da lâzım gelmez. Nitekim teşbihin muktezası budur. Şuna binaen ki vasıftan murad: ey orospu sözüyle kadını vasfetmesidir ki, bu zinâ iftirasıdır. İstisna buna sarfedilince had vurmak ve liân ortadan kalkar. Çünkü müneccez kazf olmaktan çıkmıştır. Üç talâk vâki olması istisnaya teallûk etmediği içindir. Mülteka şerhindeki ifadesine muvafık olan izah budur. Bezzâziye'nin ibâresi de öyledir. Nassı şudur: "Sen üç defa boşsun ey orospu inşaallah, demekle talâk vâki olur ve istisna vasfa verilir. Sen boşsun ey pis inşaallah sözü ile sen boşsun ey pis inşaallah sözü de böyledir. istisna bütününe sarfedilir ve talâk vâki olmaz. Sanki ey filane demiş gibidir. İmam-ıÂzam'a göre kaide şudur: cümlenin sonunda zikredilen sözle talâk vâki olursa veya lâzım gelirse meselâ: Ey boş, ey orospu demişse istisna vasfa verilir. O sözle talâk vâcip olmazsa had vurulur, talâk vâki olmaz. Ey pis demiş gibi olur ve istisna cümlenin bütününe verilir." Lâkin "Sen boşsun ey pis de öyledir." ifadesi yanlıştır. Doğrusu: "Sen boşsun ey pis dese" bile şeklinde olacaktır. Nitekim Zahîre ve diğer kıtaplarda böyle denilmiştir.

"Talâk vâki olur" sözü gösteriyor ki vasıftan murad zinâ iftirasıdır, talâk değildir. Aksi takdirde "İstisna vasfa sarfedilir." sözü sahih olmazdı. Bundan daha açık olmak üzere Zahîre'de ve diğer kitaplarda: "İstisna sonradır ki, o da zina iftirasıdır. Talak da vâki olur. Anla!" denilmiştir. Sonra bil ki, şârihin Bezzâziye'den naklettiği sözü Zahîre sahibi Nevâdir'e nisbet etmiştir ki, bu söz zayıftır. Fârisî'nin Telhis'ül-Cami' şerhinde zikrettiğine göre ey orospu sözü cümledeki şartla ceza arasına girerse -ki sen boşsun ey orospu eğer şu hâneye girersen cümlesinde araya girmiştir.- yahut sen boşsun ey orospu inşaallah sözünde olduğu gibi icabla istisna arasına girerse esah kavle göre zinâ iftirası sayılmaz. Eğerr ikisinden de önce veya ikisinden de sonra gelirse o anda kazf sayılır. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre araya giren söz fâsıla sayılmaz. Binaenaleyh talâk teallûk etmez, hemen vâki olur ve liân icab eder. İmam Muhammed'den bir rivayete göre ise talâk teallûk eder ve ilân vâcib olur.

Zâhir rivâyetin vechi şudur: Ey orospu sözü maksadını bildirmek için çağrıdır. O fâsıla teşkil etmez ve talâk şarta teallûk eder. Kazf dahi teallûk eder. Çünkü o şarta daha yakındır. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bu açıkça gösterir ki, istisnanın bütün cümleye sarfedilmesl esah olan kavildir ve zâhir rivayettir. Bunu Zahîre sahibi de açıklamış, şârih tâlik bâbında buna göre hareket etmiştir.

"Üç talâk vâki olur" sözü "Bir kimse zifaf edilmediği karısına ilah..." cümlesindeki mukadder şartın cevabıdır. Şârihin bunu "üç defa" sözünden sonra zikretmesi daha iyi olurdu.

«Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ilh...» Aded zikredilince o adedle vasıflanan masdar vâki olur. Yani üç defa boşama demek olur ve talâk inşâsı için tahsis edilen sîganın hükmü adedin zikredilmesine bağlı kalır. Bahır. Fetih sahibi diyor ki: "Bununla Hasan-ı Basrî'nin, Atâ'nın ve Câbir b. Zeyd'in: "O kadına bir talâk vâki olur. Çünkü boşsun sözüyle bâin olmuştur. Aded hiç bir şeye tesir etmez." sözleri defedilmiş olur. İmam Muhammed nassan şöyle demiştir: "Bir adam karısını toptan üç talâkla boşarsa sünnete muhalefet etmiş olur ve günâha girer. O kadınla zifaf olsun olmasın muhalefet etmiş olur ve günâha girer. O kadınla zifaf olsun olmasın müsavîdir. Bizce bu Rasûlüllah (s.a.v)'den Ali, İbn-i Mes'ûd, İbn-i Abbas ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet olundu."

METİN

"Gerçi talâk vâki olmaz. Çünkü âyet cima edilen kadın hakkında nâzil olmuştur." diyenler olmuşsa da, bu söz tamamen bâtıldır. Menşei tekarrur eden: "İ'tibar lâfzın umumunadır, sebebin hususuna değildir." kaidesinden gafil bulunmaktır. Gurarü'l-Ezkâr sahibi bu talâklann dağınık şekilde söylendiğine yorumlamıştır. Bu takdirde yalnız ilk talâk vâkî olur. Aralarını bir vasıf veya haber yahut atıfla veya atıfsız cümlelerle ayırırsa kadın ilk sözle iddet lâzım gelmemek üzere bâin olur. Onun için ikinci talâk da vâki olmaz. Cima' edilen bunun hilâfınadır. Ona söylenenlerin hepsi vâki olur.

İZAH

«Diyenler olmuşsa da ilh...» ifadesı Mecma' şerhinde Kitabü'l-Müşkilât'tan nakledilen ifadeyi reddir. Mecma' şârihi onu ikrar ile şöyle demiştir: "Müşkilât'ta beyan edildiğine göre bir kimse cima'da bulunmadığı karısını üç defa boşarsa onunla hülle yapmadan evlenebilir. Teâlâ Hazretlerinin: "O kadını boşarsa artık başka bir kocaya gitmedikçe ona helâl olmaz." âyet-i kerîmesi cima' edilen kadın hakkındadır."

Reddin vechi şudur: Bu söz mezhebe muhâliftir. Çünkü bununla ya o kadına üç talâkın vâki olmadığını, bilâkis sadece bir talâk vâki olduğunu kasdeder. Nitekim İmam Hasan ile diğerlerinin kavilleri budur. Sen bunun reddedildiğini biliyorsun. Yahut hiç bir talâk vâki olmadığını murad eder. Şârihin ibâresi iki veche de ihtimallidir. Lâkin Dürer'in sözü birinciye yardım etmektedir. Veyahut muhallili şart koşmamakla beraber üç talâkın vukuunu kasdeder. Bunu red hususunda muhakkık İbn-i Hümam mübalega göstermiş, ric'at bâbının sonunda şöyle demiştir: "Bu hususta yani muhallilin şart olması hususunda boşanan kadının cima' edilmiş olup olmaması arasında bir fark yoktur. Zira nassın mutlak olduğu açıktır. Bazı kitablarda bildirildiğine göre cima' edilmeyen kadın kocaya gitmeden helâl olurmuş. Bu söz büyük bir hatadır. Nassa ve icma'a muhaliftir. Onu itibara olmak şöyle dursun onu gören bir müslümanın başkalarına nakletmesi helâl değildir. Çünkü onu nakilde işâa edilmesi vardır. O zaman da o bâbtaki işi hafifletmek için şeytanın kapısı açılır. Gizli değildir ki, böylesi kendisinde içtihada cevaz verilmeyen şeylerdendir. Çünkü şartı olan kitaba ve icma'a muhâlif bulunmamak ortada yoktur. Şaşırıp sapmaktan Allah'a sığınırız. Bu bâbtaki emir zaruriyat-ı diniyyedendir. Muhâlifinin tekfir edilmesi uzak görülemez.

«İtibar lâfzın umumunadır.» Yani nassın lâfzına itibar edilir. Çünkü o cima' edilmeyen kadına âmm ve şâmildir. Burada şöyle denilebilir: âyet cima' edilen kadın hakkında açıktır. Çünkü talâk onun hakkında ayrı ayrı zikredilmiştir. Ayrı talâk cima' edilen kadına mahsustur. Cima' edilmeyen kadında yoktur. Meğerki nikâhı yenilenmiş olsun. En iyisi sünnete istinad etmektir. O da İmam Muhammed'den nakledilendir. T.

«Gurarü'l-Ezkâr...» Sahibi şöyle demiştir: "Müşkilât'ın ifadesi müşkil değildir. Çünkü onun üçsözünden murad üç ayrı talâktır. Umumiyetle Hanefî kitablarının ifadelerine uymak için böyle denilir."

Ben derim ki: Bu yorum Müşkilât sahibinin âyet hakkındaki sözünü te'yid eder. Ayette ayrı olarak zikredildiği için Müşkilât sahibi: "Ayetteki talâklar cima' edilen kadın hakkında vârid olmuştur." demiştir. Düşün!

«Aralarını bir vasıfla» ayırarak meselâ: Sen bir defa boşsun, bir defa daha, bir defa daha derse yahut haberle ayırarak: Sen boşsun, boşsun, boşsun derse veya cümleyle ayırarak: Sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun derse kadın birinciyle iddetsiz olarak bâin olur. H. Mülteka şerhinde de bunun gibi denilmiştir. Yani Ebû Yusuf'a göre ikinci sözü bitirmeden kadiri boş olur. İmam Muhammed'e göre ise bitirdikten sonra boş olur. Çünkü sözünün sonuna şart veya istisna lahîk olabilir. Serahsî birinci kavli tercih etmiştir. Buradaki hilâf "ve" edatıyla atıf yaptığına göredir. Hilâfın semeresi şurada görülür: Erkek ikinci sözünü bitirmeden kadın ölürse Ebû Yusuf'a göre talâk vâki olur, İmam Muhammed'e göre olmaz. Meselenin tamamı Bahır ve Nehir'dedir.

«Onun için» yani birinci sözle iddetsiz olarak bâin olduğu için "İkinci talâk vâki olmaz." Bundan murad birinciden sonra söylenendir ve üçüncüye de şâmildir.

«Cima' edilen bunun hilâfınadır.» Yani velev hükmen olsun kendisiyle halvette bulunduğu kadın gibi ki, iddetin lüzumu hakkında cima' edilen gibidir. İddeti içinde başka bir talâk-ı bâinin vukuu hakkında da öyledir. Bazıları vâki olmaz demişlerse de doğrusu birincisidir. Nitekim mehir bâbında manzum olarak geçmiş, biz de orada izahını yapmıştık.

«Hepsi vâki olur.» Yani iddet bâkî olduğu için geçen suretlerin hepsinde talâk vâki olur. Birinciyi kasdettiğini söylerse kazaen tasdik edilmez. Nitekim fer'i meselelerde gelecektir. Ancak kendisine ne yaptın diye sorulur da onu boşadım cevabını verirse yahut hakikaten o boştur dedim cevabını verirse o zaman kazaen tasdik edilir. Çünkü sual birincisi için olmuştur. Cevab da ona sarfedilir. Bahır.

METİN

Ayrı söylemek "kezâ sen ayrı ayrı üç defa boşsun yahut seni boşamamla beraber iki daha" demesine de şamildir. Bunun üzerine kadını bir defa boşarsa bir talâk vâki olur. Nitekim yarım talâk ve bir bütün dese sahih kavle göre bir talâk vâki olur. Cevhere. Bir buçuk talâk dese bilittifak iki talâk vâki olur. Çünkü bu bir cümledir. Bir ve yirmi yahut bir ve otuz dese üç talâk vâki olur. Çünkü bir cümledir. Talâk beraberinde söylenen sayı ile vâki olur. Sayı zikredilirse talâk sözüyle olmaz. Sayı zikredilmezse talâk sigasıyla vâki olur.

İZAH

«Seni boşamamla beraber iki daha ilh...» Yani buradaki beraber sözü sonra mânâsına gelir. Nitekim evvelce "sahibinin seni âzâd etmesiyle beraber" sözünde geçmişti. H. Yani bu takdirde talâk şart olur. Kadını bir defa boşayınca iki talâk vâki olmaz. Çünkü şart meşruttan önce bulunur.

«Nitekim yarım talâk ve bir bütün dese" bir talâk vâki olur. Çünkü bu söz bu şekilde kullanılmaz. Onun için bütününü bir cümle yapmak mümkün değildir. Muhit sahibi bunu İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Bahır. Yani kullanılan şekli yarımı bütün üzerine atfetmektir demek istemiştir.

«Çünkü bu bir cumledir.» Zira bu sözlerle talâk yapmak isterse bundan daha kısa ibâre bulmak mümkün değildir. Kezâ bir ve bir başka derse iki talâk vâki olur. Çünkü başka kelimesi baştan kullanılmaz. Nehir. Burada "sen iki boşsun" sözü daha kısadır, denilemez. Çünkü sözümüz talâkı bütünlü ve kesirli olarak bir de başka sözüyle ikâ' etmek hususundadır. Olabilir, başka bir maksadı vardır. Halbuki sahih bir maksadı olmasa bile itibar lâfzadır. İki lâfzı yarım mânâsını ifade edemez. Lügaten başka mânâsını da ifade etmez. Velevki bu iki sözle murad bir talâk olsun. "Sen bir talâk boşsun bir daha" demesi bunun hilâfınadır. Zira onun yerini iki boşsun demek tutar. İki demeyip de böyle söylemesi talâkı ayırdığına karinedir. Kezâ yarım ve bir bütün demesi de böyledir. Çünkü yarım talâk bütün bir talâk hükmündedir. Nitekim yerinde geçmişti. Binaenaleyh bir ve bir demiş gibi olur. Bu da aslı bırakıp da böyle söylemesi karinesiyle ayrı talâklardan sayılır. Asıl evvela bütünü sonra kesri söylemektir, Anla!

«Çünkü bir cümledir.» Yani bu suretle talâk yapmak isteyen için en kısa söz budur. Lügat itibariyle tercih edilen tâbir budur. Bahır.

«Talâk beraberinde söylenen sayı ile vaki olur.» Yani talâk ne zaman sayı ile beraber söylenirse vukuu sayı ile olur. Buna delil ulemanın ittifak ettikleri şu meseledir: Bir kimse cima' etmediği karısına: Sen üç defa boşsun derse kadın üç defa boş olur. Eğer boşsun kelimesiyle boş olsaydı kadın iddetsiz olarak bâin olur, üç adedi hükümsüz kalırdı. Bir delil de şu ki: "Sen bir talâk boşsun inşaallah." derse talâk vâki olmaz. Eğer boşsun kelimesiyle vâki olaydı sayı fâsıla teşkil ederdi, talâk da vâki olurdu. Sonra bilmelisin ki masdar zikredilirse talâk onunla vâki olur. Keza sıfat zikredilirse sıfatla vâki olur. Meselâ: Sen elbette boşsun derse bundan sonra bu söze bitişik olamk inşaallah dediği takdirde talâk vâki olmaz. Eğer vuku boşsun kelimesiyle olaydı talâk vâki olurdu.

Muhit'in şu ifadesi de buna delildir: «Erkek: Sen sünnet için boşsun yahut sen boşsun bâinsin der se sünnet için yahut bâin sözlerini söylemeden kadın ölürse talâk vâki olmaz. Çünkü bu îkâ'ın sıfatıdır, talâkın değil. Binaenaleyh ikâ' sıfatın söylenmesine bağlıdır. Öldükten sonra ise bu mutasavver değildir. "Kezâ Hâniyye'nin ıtk bâbındaki şu ifadesi deöyledir: "Bir kimse kölesine: Sen elbette hürsün der de elbette demeden köle ölürse, köle olarak ölür. Bunu geçen bâbtan: Sen bir talâk boşsun evvelen dediği yerden Bahır sahibi nakletmiştir. Burada da şöyle demiştir: Sayıda aslı dahildir ki, o da birdir. Bunun ikâ'a bitişmesi mutlaka lâzımdır. Ama nefesin kesilmesi zarar etmez. Sen boşsun diyerek susar da sonra üç defa sözünü söylerse bir talâk vâki olur. Nefesi kesilir veya birisi ağzını tutar da sonra hemen ardından üç defa derse, üç talâk vâki olur. Cima' etmediği karısına: Sen boşsun ey Fâtıma üç defa derse üç talâk vâki olur. Fakat sen boşsun, şâhid olun üç defa derse bir talâk vâki olur. Öyleyse şâhid olun derse üç talâk olur. Zahîriyye'de böyle denilmiştir.»

Ben derim ki: bunun hâsılı şudur: nefesin kesilmesi veya ağzını tutmak talâkla sayısının arasındaki bitişikliği kesmez. Nidâ da öyledir. Çünkü o muhatab olan kadını tâyin içindir. Öyleyse şâhid olun sözündeki atıf da öyledir. Binaenaleyh hepsi bir cümle olur.

«Sayı zikredilirse» yani açıkca sayı söylenirse demek istiyor. Sadece kastedilmesi kâfi değildir. Nitekim ölürse yahut biri ağzını tutarsa meselesinde gelecektir. Anla!

METİN

Talâkı îkâ'dan sonra sayıyı tamamlamadan kadın ölürse söylenen hükümsüz kalır. Sebebi tekarrur eden kaidedir. Ölen kadın cima edilene de edilmeyene de şâmildir. Sayıyı söylemeden koca ölür veya birisi ağzını tutarsa sîgayla amel ederek bir talâk vâki olur. Çünkü vuku o kimsenin kasdı ile değil lâfzıyladır. Cima etmediği karısına: Sen bir talâk ve bir talâk boşsun diyerek atıf yaparsa yahut sen bir talâktan önce bir talâk boşsun veya sen bir talâktan sonra bir talâk boşsun derse bir talâkı bâin vâki olur. İddet olmadığı için kadına ikinci talâk lahîk olmaz. Sen bir talâktan sonra bir talâk boşsun yahut bir talâktan önce bir talâk boşsun veya bir talâkla beraber bir talâk boşsun derse iki talâk vâki olur. Kaide şudur: birinci sözle talâkı îkâ ettimi ikincisi hükümsüz kalır. İkinci sözle ikâ ederse iki talâk beraber olur. Çünkü geçmişe îkâ şimdi îkâ sayılır.

İZAH

«Talâkı îkâ'dan sonra» sözünden murad: sayı yoksa talâk sîgasını söylemesidir,

«Hükümsüz kalır.» Yani talâk vâki olmaz. Nehir. Ve mehir tam olarak sâbit olur. Kadın kocasına mirâsçı da olur. T.

«Tekarrur eden kaidedir.» Ki talâkın vukuu sayı ile olur. Sayı söylenirken kadın talâka mahal değildir. H. Yahut şu kaideden dolayıdır: şart ve istisna gibi değiştirici bir şey bulunursa sözün başı sonuna bağlıdır. Hatta: sen boşsun şu hâneye girersen yahut sen boşsun inşaallah der de şart veya istisnayı söylemeden kadın ölürse boş düşmez. Çünkü şartta istisnanın bulunması o sözü îkâ olmaktan çıkarır. "Sen üç defa boşsun ey Amra!" der de eyAmra sözünden önce kadın ölürse bunun hilâfınadır, yani boş düşer. Çünkü bu söz bir şey degiştirmez. Kezâ: sen boşsun ve sen boşsun der de ikinciyi söylemeden kadın ölürse boş düşer. Çünkü talâkın vukuunda kadın sağ iken tesadüf etmek şartıyla her iki cümle âmildir. "Sen boşsun ve şu hâneye girersen sen boşsun" der de kadın birincide veya ikincide ölürse boş düşmez. Sebebi yukarıda geçti. Nitekim Zahîre'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.

«Veya birisi ağzını tutarsa» yani elini ağzından kaldırdıktan sonra hemen sayıyı söylemezse bir talâk vâki olur. Fakat hemen sayıyı söyler, meselâ üç defa derse üçü de vâki olur. Nitekim yukarıda geçti.

«Sîgayla amel ederek» sözüyle şârih kadının ölmesiyle erkeğin ölmesi arasındaki farkın vechine işaret etmiştir. Fark şudur: Kadının ölümünde kocası talâk sözünü sayıya eklemiştir. Adamın ölümünde ise sayı talâk lâfzına eklenmemiş, sadece sen boşsun sözü kalmıştır. Bu söz talâkın vukuunda bizzat âmildir. Nitekim ağzını tuttuğu vakit elini kaldırdığında bir şey söylemezse yine böyledir, bir talâk vâki olur. Bunu Bahır sahibi Mi'râc'tan naklen söylemiştir.

«Atıf yaparsa sözünden murad» "ve" edatıyla yapmasıdır. Çünkü vav mutlak cem'i ifade eder. Beraberliğe, önceliğe ve sonralığa şâmildir. Binaenaleyh sözün evveli sonuna bağlı değildir. Her cümle müstakillen amel eder. Kadın birinci cümleyle bâin olur. Ondan sonraki talâklar vâki olmaz. Arapçada fa ve sümme edatlarıyla yapılan atıflar da evleviyetle vav gibidirler. Çünkü fa tâkib ifade eder. Sümme geçikme içindir ve her ikisi tertib bildirirler.

«Yahut sen bir talâktan önce bir talâk boşsun derse ilh...» Bunun kaidesi şudur: zarf iki şey arasında zikredilir de zâhir isme izafe edilirse birincinin sıfatı olur. Bana Zeyd Amr'den önce geldi cümlesinde böyledir. Birincinin zamirine izafe edilirse ikincinin sıfatı olur. Bana Zeyd geldi ondan önce Amr yahut ondan sonra Amr misâlinde böyledir. Çünkü bu takdirde ikincinin haberi olur. Haber mübtedanın sıfatıdır. Sıfattan murad manevî olandır. Vasıftır diye hükmolunan yalnız zarftır. Yoksa ondan önce Amr cümlesi Zeyd'in halidir. Çünkü marifeden sonra gelmiştir. Hal sahibinin vasfı sayılır.

«Sen birden önce bir boşsun» ifadesinde birinci ile boş düşer, talâk bâin olur. İkinci talâk vâki olmaz. "Ondan sonra ikinci defa boşsun" dese hüküm yine böyledir. Çünkü ikinci talâkı sonralıkla vasıflandırmıştır. Vasıflandırmamış olsa talâk vâki olmazdı. Bunda evleviyetle olmaz. Bu söylediklerimiz cima edilmeyen kadın hakkındadır. Cima edilen kadında iki talâk vâki olur. Çünkü iddet vardır. Nitekim gelecektir.

«İki talâk vâki olur.» Çünkü sen bir talâktan sonra bir talâk boşsun sözünde sonralık sıfatını birinciye vermiştir. Bu, ikincinin ondan önce vâki olmasını icab eder. Çünkü geçmişte yapılan îkâ şimdi îkâ'dır. Zira geçmişe istinad imkânsızdır. O halde ikisi beraber olur ve ikitalâk meydana gelir. "Sen bir talâk boşsun ondan önce bir talâk" sözü de öyledir. Çünkü öncelik sıfatını ikinciye vermiştir. Bu da onun birinciden önce vâki olmasını gerektirir ve iki talâk beraberce vâki olurlar. "ile" edatı beraberlik ifade eder. Onu zamirle kullanıp kullanmamak arasında fark yoktur. İki talâkın beraber vâki olmasını icab eder. Onun mânâsını yerine getirmek böyle olur.

«Birinci sözle talâkı ikâ ettimi...» Nitekim: sen bir talâktan önce bir talâk yahut sen birden sonra bir talâk boşsun sözlerinde böyledir. Yani birinci talâk vâkidir. Çünkü onu ikinciden önce diye vasıflandırmıştır. Yahut ikincisi ondan sonradır diye vasıflandırmıştır. İkinciden önce demesinin mânâsı budur. Binaenaleyh her iki surette ikincisi geri kalır ve hükümsüzdür.

«İkinci sözle ikâ ederse iki talâk beraber olur.» İkinciden murad: ikâ'ı yaparken geri kalandır. Lâfızda geri kalan mânâsına değildir. Bu da birden sonra bir, birden önce bir sözlerinde olduğu gibidir. Bu iki surette bir talâk meydana gelir. O da birincisidir ki, ikinciden sonra olmakla sıfatlanmıştır. Yahut ikincisi ondan önce diye sıfatlanmıştır. İkinciden sonra demenin mânâsı da budur. Böylece iki talâk birden vâki olur. Ama ikinciden murad sonra söylenen söz de olabilir. Çünkü ihbar cihetiyle o önce vâki olmuştur. Cümle ikincinin birinciden önce olduğunu haber vermektedir.

METİN

«Sen bir talâk ve bir talâk daha boşsun şu hâneye girersen» derse, kadın eve girdiği takdirde iki talâk boş olur. Çünkü her iki söz şarta birden teallûk etmişlerdir. Şartı önce söylerse (şu hâneye girersen sen bir talâk ve bir talâk daha boşsun derse) bir defa boş olur. Çünkü muallak talâk müneccez gibidir. Kadın cima edilmişse bütün suretlerde iki talâk vâki olur. Çünkü iddet vardır.

İZAH

«İki talâk boş olur.» Yani iki talâk söylemekle yetinirse iki olur. Daha fazla söylerse üç talâk vâki olur.

«Çünkü her iki söz şarta birden teallûk etmişlerdir.» Zira şart îkâ'ı değiştirir. Değiştiren bir şey bitiştimi sözün başı sonuna bağlı olur. Binaenaleyh her iki talâk birden buna bağlanarak şart bulununca beraberce vâki olurlar. Şartı önce söylerse bunun hilâfınadır. O zaman sözün evveli sonuna bağlı kalmaz. Zira değiştirici yoktur.

«Şartı önce söylerse bir defa boş olur.» Bu İmam Azam'a göredir. İmameyn'e göre yine iki talâk vâki olur. Kemâl bunu tercih etmiş, Bahır sahibi de onu tasdikte bulunmuştur.

«Çünkü muallak talâk müneccez gibidir.» sözünün mânâsı: Muallak talâk şartı bulununca geçerli talâk gibi olur, demektir. Hakikaten geçerli talâk yapsaydı ikincisi vâki olmazdı. Şartısona bırakması bunun hilâfınadır. Çünkü değiştirici bulunmuş olur. Zeylaî.

METİN

Önce ve sonra meselelerinden bazıları da manzum olarak söylenen şu sözdür: "Fakih - Allah yardımcısı olsun ve ihsanı var olsun - şu hususta ne buyurur: bir genç talâkı öyle bir aya tâlik etmiş ki, onun öncekinden sonrakinin önceki ramazandır." Buna sekiz vecihle cevap verilir: 1) Sırf önce kelimesiyle zilhiccede talâk vâki olur. 2) Sırf sonra kelimesiyle cuma değil ahîrada. 3-4-5) Önceyi evvel veya cümle ortasında yahut sonunda söylerse şevvalde. 6-7-8) Sonra kelimesini de bu şekilde söylediğine göre şabanda talâk vâki olur. Çünkü iki tarafı hükümsüz bırakılır. Binaenaleyh ondan önce veya ondan sonra ramazan kalır. Bir kimse: karım boş olsun der de iki veya üç karısı bulunursa kadınlardan biri boş olur. Tâyin muhayyerliği kendine aiddir.

İZAH

«Manzum olarak söylenen şu sözdür..» Elfiye şârihi Eşmûnî'nin Mecmu şerhinde gördüm ki, bu beyt Allâme Ebû Amr İbn-i Hâcib'e Şam'da iken arzedilmiş. Kendisi onun hakkında fetva vermiş ve büyük maharet göstererek şöyle demiş: "Bu söz öyle ince mânâlar ihtiva etmektedir ki, böyle bir zamanda onu kimse anlayamaz. Buna sekiz vecihte cevap verilir. Çünkü bir şeyin sonrasından sonrası iki öncelik veya iki sonralık yahut muhtelif olabilir. Bunlar dört vecih eder. Bunların her birinden önce bir önce yahut bir sonra bulunabilir. Böylece sekiz vecih olurlar. Hepsinde kaide şudur: hangisinde önce ile sonra bir araya gelirse onların ikisini de hükümsüz bırakır. Çünkü her ay ondan önce geçen bir aydan sonra ve ondan sonra geçen bir aydan önce hâsıl olur. O zaman o aydan sonra yalnız ramazan kalır ve o ay şaban olur, yahut ondan önce ramazandır, o ay şevval olur.

«Zilhiccede talâk vâki olur.» Çünkü ondan önce zilka'de vardır. Ondan önce de şevval geçmiştir. Öncenin öncesinin öncesi ramazandır. T.

«Cuma değil ahîrada...» vâki olur. Çünkü ondan sonra receb gelir. Ondan sonra da şabandır. Sonranın sonrasının sonrası ramazandır. T.

«Şevvalde..» yanlıştır, Doğrusu şabanda olacaktır. H. Yani meselemizin farz ve tahmin edilişi önce kelimesi bir defa zikredilmiş, sonra kelimesi tekrarlanmış olduğuna göredir. Binaenaleyh önce Iâfzıyla sonra Iâfzının birisi hükümsüz bırakılır. İkinci sonra lâfzı kalır. Mu'teber olan budur ve bu genç sanki ondan sonra ramazan gelir demiş gibi olur ki, bu ay şabandır. Nitekim geçti.

«Şabanda talâk vâki olur.» Yanlıştır. Doğrusu şevvalde talâk vâki olur. H.

«Çünkü iki tarafı hükümsüz bırakılır.» İki taraftan murad: önce ve sonra sözleridir. Galiba bunlara iki taraf demesi aralarında tekabül bulunduğu içindir. Feth'in ibâresi "önce sonraylahükümsüz kalır." şeklindedir. Nehir'de ise: "Önce ve sonra sözleri hükümsüz kalır." denilmiştir. Çünkü her ay ondan öncekinden sonra, sonrakinden de öncedir. Şu halde "ondan önce ramazan" ifadesi kalır ki, o ay şevvaldir yahut "ondan sonra ramazan" ifadesi kalır, o da şabandır. H.

Ben derim ki: Bahır'da: "Hükümsüz kalan ilk iki taraftır. Yani zamirden hali olanlardır. Bunların muhtelif veya müttefik olmaları müsavîdir." denilmiş ve zamire muzaf olan sonuncuyu itibara alarak tefri etmiş ise de bu hatadır. Evvela kendisinin, sonra başkalarının anlattıklarına muhâliftir.

METİN

Zeylaî'nin sahihlemesine gelince: o ancak sarih olmayan "karım haram olsun" gibi sözler hakkındadır. Nitekim musannıf onu düzeltmiştir ve îlâ bâbında gelecektir.

İZAH

«Zeylaî'nin sahihlemesine gelince ilh...» sözü Dürer sahibine reddiyedir. Dürer sahibi musannıfın söylediğini zikretmiş ve sahih olan budur demiştir. Bunu kadınların her biri boş düşer diyenlerin sözünden ihtiraz için söylemiş ve bu sözü Zeylaî'nin îlâ bâbına nisbet etmiştir. Minah'da buna itiraz ile şöyle denilmiştir: "Zeylaî'nin ibâresi şöyledir: Fetâvâ'da zikrolunduğuna göre bir adam karısına: sen bana haramsın dese haram kelimesi ona göre talâk olsa, ancak kendisi talâkı niyet etmezse talâk vâki olur. O adamın dört karısı varsa mesele de hali üzere ise kadınlardan her birine bir talâkı bâin vâki olur. Bazıları içlerinden bir tanesi boş olur, beyan etmek adama düşer demişlerdir. Bu daha zâhir ve daha münasibtir. Fetih ile Bahır'ın îlâ bâblarında beyan edildiğine göre haram lâfzıyla talâk vâki olan yerlerde birden çok karısı varsa her birine bir talâk vâki olur. Sarîh bunun hilâfınadır. Meselâ: karım boş olsun der de birden fazla karısı bulunursa ancak bir talâk vâki olur. Özcendî ancak bir tanesi boş olur diye cevap vermiştir ki bu daha güzeldir. Bahır sahibi bunu Bezzâziye ile Hulâsa'ya ve Zahîre'ye nisbet etmiştir. Fetih sahibi: bence Fetâva'nın ifadesi daha münasibtir. Çünkü Allah'ın helâlı veya müslümanların helâlı sözü istiğrak yoluyla her zevceye âmm ve şâmildir. Onlar boşturlar sözü gibidir. Sizden biriniz boştur cümlesinde olduğu gibi bedel yoluyla değildir. Bu lâfızla vâki olan talâk bâin olur, demiştir.

Hâniyye'de bildirildiğine göre bir adam karım boş olsun der de iki malûm karısı bulunursa talâkı hangisine isterse sarfedebilir. Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir. Böylece anlaşılmıştır ki, sahih kabul edilen kavil müslümanların helâlı ve benzeri sözlerle olduğu gibi sarîh olmayan söz hakkındadır. Çünkü her zevceye âmm ve şâmildir. Durer sahibinin zannettiği gibi değildir." Minah'ın sözleri kısaltılmış olarak burada biter.

İlâ bâbında Nehir'den naklen gelecektir ki, Zeylaî'nin buradaki mesele haliyle sözündenmuradı tahrimdir. Bir kadına hitab ederek: sen bana haramsın sözünün kaydı değildir. Bu sözde vâcib olan yalnız muhatab olan kadının boş düşmesidir.

Ben derim ki: hâsılı karım boştur sözünde talâkı hangisine isterse sarfedebileceğinde hilâf yoktur. Dürer'in sözü buna muhaliftir. Sen bana haramsın sözüyle dahi yalnız muhatab olan kadının boş düşeceğinde hilâf yoktur. Zeylaî'nin sözü ise bunun hilâfını îhâm etmektedir. Hilâf ancak istiğrak yoluyla her zevceye âmm ve şâmil olan sözdedir. Özcendî sözün müfret olduğuna bakarak kadınlardan yalnız birinin boş olacağını ihtiyar etmiş, seçme hakkını erkeğe bırakmıştır. Muhakkık İbn-i Hümam ise söz bütün kadınlara şâmil olduğu için hepsinin boş olacağını söylemiştir. Zâhir olan budur.

Hilâf yerinin bu olduğuna şu da delildir: Zahîre'de bu: "Müslümanlara helâl olan bana haramdır." sözünde hikâye edilmiştir. Bu, Fetih sahibinin yaptığı ta'lilin tâ kendisidir. Zahire göre "her helâl bana haram olsun" sözünde hilâf yoktur. Çünkü umum edatını açıkça söyledikten sonra bu sözü hususi bir ferde yorumlamak mümkün değildir. İzafetten çıkarılan umum bunun hilâfınadır. Bana öyle geliyor ki, sarih sözde hilâf bulunmaması hassaten sarîh olduğu için değil, bilâkis "karım" sözüyle yaptığı içindir. Bu sözün umumu muayyen olmayarak bir kadına sâdıktır ve "kadınlardan biri boştur" demesi gibidir. Hatta sarih söz: "Allah'ın helâlı boş olsun." yahut "Bana helâl olan boş olsun, nikâhımda bulunan boş olsun." gibi istiğrak bildiren umumi lâfızla olursa zikri geçen hilâf onda câridir ve onda İbn-i Hümam'ın tercihi daha zâhir olur. Bundan anlaşılır ki, bu adamın "karım haramdır" sözünde zikri geçen hilâf cereyan etmez. Biliyorsun ki onun umumu istiğrak yoluyla değil bedel tarikıyladır. O; "karım boştur" sözü gibidir. Böylece anlaşılır ki, şârihin Zeylâî'nin sahihlemesini "Karım haramdır" sözüne yorumlaması makama münasib değildir.

«Nitekim musannıf onu düzeltmiştir.» sözü de musannıfın evvelce arzettiğimiz: "Anlaşıldı ki, sahihleme müslümanların helâlı ve benzeri gibi sarîh olmayan sözler hakkındadır. Çünkü bunlar her zevceye âmm ve şâmildir." ifadesine muhâliftir. Musannıfın düzelttiği İbn-i Hümam'ın ihtiyar ettiği gibi istiğrak mânâsındaki umuma yorumlamaktır. Anla! Yine bu izahatımızdan anlaşılır ki, onun sözü talâk üzerinedir. Nitekim karım boştur sözünde olduğu gibi zamanımızda şâyi olan budur. Zira bunun mânâsı yukarıda da geçtiği gibi ben bu jşi yaparsam talâk lâzım ve vâki olsun demektir. Şüphesiz bu söz muradın talâk bir kadına yahut fazlasına lâzım gelsin mânâlarına ihtimali vardır. Bu iki ihtimalden biri diğerine tercih edilemez. Binaenaleyh o adama sözünü dilediği mânâya sarf etme hakkı sâbit olur. "Bana haramdır" sözü de böyle olması gerekir. Çünkü bunun mânâsı: bu işi yaparsam karım bana haram olsun demektir.

T E M B İ H : Bu hususta muallak talâk ile müneccez (halen geçerli) talâk arasında farkolmadığı gibi bir defa yemin etmesiyle daha fazta yemin etmesi arasında fark yoktur. Çok yemini bir kadına sarf edebilir. Bezzâziye'de Şeyhülislâm'ın Fevâid'inden naklen şöyle denilmiştir: "Bir kimse şu işi yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun der ve o işi yaparsa, şu işi yaparsam karım boş olsun diye yemin eder de o işi yaparsa, kendisinin iki karısı bulunduğu takdirde bu iki talâkı onlardan birine sarfetmek isterse, Ziyadât nâm kitabta işaret edildiğine göre bunu yapmaya hakkı vardır." Lâkin ikinci talâk vâki olmadan kadınlardan birisi bâin talâkla boşanırsa artık öteki talâkı ona sarfedemez. Yine Bezzâziye'nin yeminler bahsinde şöyle denilmektedir: "Şu işi yaparsam karım boş olsun der de iki veya daha fazla karısı bulunursa kadınlardan biri boş düşer. Hangisinin boş olacağını tâyin kocasına bırakılır. Kadınlardan birini bâin veya ric'î talâkla boşayarak iddeti geçer de sonra şart bulunursa talâk için diğer kadın teayyün eder. İddet bitmemişse hangisi olduğunu beyan erkeğe bırakılır."

Şimdi bir kaldı ki, o da talâkın üç olmasıdır. Acaba bu adam her kadına bir talâk tevzi edebilir mi, yoksa üç talâkın hepsi mutlaka bir kadında mı toplanır? Birinci şıkka göre üç kadından her biri beynûnet vasfı hükümsüz kalmamak için talâkı bâinle boş olur mu, yoksa vâkıa bakarak talâkı ric'î mi olur? Üstadlarımızın üstadı Sâlhânî'nin elyazısı ile Münye'den naklettiği ibârede gördüm ki: "Bir adamın üç karısı olur da karım üç boşdur derse her kadın üç talâkla boş olur. Ebû Hanife'ye göre ise kadınlardan her biri bir talâkı bâinle boş olur ki, esah olan budur." denilmiştir. Burada evvelce arzettiğimiz: "O adam sözünü dilediği kadına hilâfsız sarfedebilir." ifadesine muhalefet vardır. Düşünülsün.

METİN

Bir adam dört karısına: Aranızda bir talâk var derse her kadın bir talâk boş olur. Kezâ aranızda iki talâk veya üç yahut dört talâk var derse, hüküm yine budur. Meğerki her bir talâkı aralarında taksimi niyet etsin. Bu takdirde her kadın üç talâk boş olur. Aranızda beş talâk var derse her biri iki talâk boş olur. Böylece sekiz talâka kadar devam eder. Sekizden ziyade söylerse her kadın üç talâk boş olur. Sizi bir talâkta ortak ettim demesi de böyledir. Hâniyye.

Yine Hâniyye'de bildirildiğine göre bir adam cima'da bulunmadığı iki karısına: Karım boştur karım boştur der de sonra ben bu sözle onlardan birini kasdettim iddiasında bulunursa tasdik olunmaz. Kadınlar cima' edilmişlerse talâkı dilediğine sarfedebilir. Çünkü cima' edilen kadına talâkı ayırmak sahih, başkasına sahih değildir. Bir adam karım boş olsun der de adını söylemezse malûm bir karısı bulunduğu takdirde istihsanen karısı boş olur. Benim başka bir karım var, ben onu kasdettim derse sözü ancak beyyineyle kabul edilir. O adamın iki malûm karısı varsa talâkı hangisine isterse ona sarfeder. Hâniyye. Burada hilâf nakledilmemiştir.

İZAH

«Bir adam dört karısına ilah...» Bu suretlerde bir talâk vâki olmasının vechi şudur: Bir talâkın bir kısmı bütün bir talâktır. Nitekim evvelce geçmişti. Kadınların arasında bir talâk yapınca her birine çeyrek talâk isabet eder. İki talâk yaparsa her birine yarım talâk, üç talâk yaparsa her birine bir talâkın dörtte üçü, dört talâk yaparsa her birine bir talâk isabet eder.

«Bu takdirde her kadın üç talâk boş olur.» Bundan yalnız aranızda iki talâk var sözü müstesnâdır. Onunla her kadın iki talâk boş olur. Hâkim-i Şeh'id'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Fetih ile Bahır'da da böyledir.

«Her biri iki talâk boş olur ilah...» Çünkü beş talâktan her bir kadına bir bütün, bir de çeyrek talâk isabet eder. Altı talâkta bir buçuk, yedi talâkta bir bütün dörtte üç, sekiz talâkta iki talâk isabet eder. Bu niyeti olmadığına göredir. Nitekim Kâfî ile Fetih'de beyan edilmiştir ve her talâkı aralarında taksimi niyet etmesinden ihtirazdır. Çünkü her talâkı taksimi niyet ederse her kadın üç talâk boş olur.

«Her kadın üç talâk boş olur.» Çünkü sekizden her kadına iki talâk isabet eder, dokuzuncusu aralarında taksim edilir. Böylece her kadına üç talâk isabet eder.

«Demesi de böyledir.» Yani aranızda talâk var demesi gibidir. Fetih sahibi diyor ki: "Aranızda sözü ile ortak sözü müsavîdir. İki kadını birer defa boşar da sonra üçüncü kadına: Seni onlara yaptığım talâka ortak ettim derse bunun hilâfına olur. Yani o kadın iki talâk boş düşer." Tamamı Fetih'dedir.

«Karım boştur karım boştur...» ifadesinin bir misli de atıf yaparak: Karım boştur ve karım boştur demesidir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir.

«Çünkü cima' edilen kadına talâkı ayırmak sahihtir ilh...» Bahır'sahibi bu meseleyi Zahîre'den naklettikten sonra böyle ta'lil etmiştir. Yani cima' edilen kadın iddet sebebiyle ikinci talâka mahaldir. Binaenaleyh kocası iki talâkı ona yapabilir. Cima' edilmeyen kadın bunun hilâfınadır. Çünkü o birinci talâkla bâin olur. Artık kocası ikinci talâkı ona yapmak istediği iddiasında tasdik olunmaz. Nitekim cima' edileni talâk-ı bâinle boşasa yahut talâk-ı ric'i ile boşayıp iddeti bitmiş olsa ne birinciyle, ne ikinciyle onu murad etmesi sahih olmaz. Nitekim az yukarıda Bezzâziye'den nakletiğimiz ifadeden anlaşılmıştır. Şimdi şu kalır: Kadınlardan yalnız biri cima' edilmişse ve nikâhında bulunup iki talâkla onu kasdederse sahih olur. Cima' edilmeyeni kasdederse ikinci talâkta tasdik edilmez. Çünkü ikinci talâkı yaparken kadın artık onun karısı değildir. Onun karısı ikinci kadındır. İkinci talâk ona vâki olur. Nitekim bu zâhirdir.

«Adını söylemezse» hüküm musannıfın dediği gibidir. Adını söylerse evleviyetle hüküm yine öyledir. Başka karısı var da onu kasdetmiş bulunursa o boş düşer. Bezzâziye sahibi diyor ki: "Bir adam filanın kızı fülane boş olsun der de sonra bu isimde başka yabancı bir kadınıkasdettiğini söylerse tasdik edilmez. Kendi karısı boş olur. Biri için mal ikrar etmesi bunun hilâfınadır. Bir adam ikrar ettiği şahıs benim diye iddiada bulunur, o da inkâr ederse yeminiyle tasdik olunur ki, bu mal bunun ikrar ettiği kimsenindir. Kezâ Zeyneb boştur der de karısının adı da Zeyneb olursa, ben bununla karımdan başkasını kasdettim dediğinde tasdik olunmaz. Her iki kadın onun zevceleri ise ikisi de boş düşer. Kadını anasına veya kız kardeşine yahut çocuğuna nisbet etmesi de öyledir. Bu şehirden çıkarsa karısı Aişe'nin boş olmasına yemin eder fakat karısının adı Fâtıma olursa, çıktığı takdirde karısı boş olmaz."

«İstihsanen...» Bahır'da Zâhiriyye'den naklen böyle denilmiştir. Hâniyye'de de öyledir. Bunun muktezası kıyasen bunun hilâfına olarak boş düşmemesidir.

«İki malûm karısı varsa» sözü yalnız birinin malûm olmasından ihtirazdır. Bundan önceki mesele budur. Kadınların ikisi de bilinmezse ikisi de bilinen gibidir. Sonra bu mesele Halebî'nin dediği gibi: "Karım boştur der de iki veya üç karısı bulunursa" sözünün yanında tekrar edilmiştir.

«Burada hilâf nakledilmemiştir.» sözü Dürer sahibine reddiyedir. Nitekim izahı evvelce geçti.

METİN

FER'İ MESELELER: Bir kimse talâk sözünü tekrarlarsa söylediklerinin hepsi vâki olur. Te'kidi niyet ederse diyaneten kabul edilir. Karısının ismi Tâlik veya Hürre olur da onu çağırırsa talâkı veya âzâd olmayı niyet ederse bunlar vâki olur. Niyet etmezse bir şey vâki olmaz.

Bir adam karısına: Bu dişi köpek boştur derse, kadın boş düşer. Yahut kölesine: Bu eşek hürdür derse âzâd olur.

Bir adam karısına: Sen boşsun yahut sen hürsün der de yalandan haber vermeyi kasdederse kazaen vaki olur. Meğer ki buna şâhid bulundursun. Kezâ mazlum birisi zâlim üç talâk için kendisinden yemin istediğinde yalan yere yemin ettiğine şâhid bulundurursa, hem kazaen hem diyaneten tasdik olunur. Vehbâniyye şerhi.

Nehir'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse fülan kadın boş olsun der deismi dediği gibi olursa, ben başkasını kasdettim diye iddia ettiği takdirde diyaneten tasdik olunur. İsmi uymazsa kazaen tasdik olunur. Bu izaha göre bir kimse alacaklısına karısını boşadığına yemin eder de kadının ismi başka çıkarsa boş olmaz."

Zamanımızda erkeğin: "Sen dört mezhebe göre boşsun." dediği çok vâki olur. Musannıf diyor ki: "Bu talâkın hem kazaen hem diyaneten vâki olduğuna kesinlikle hükmetmek gerekir." O adam: "sen fukahanın kavline göre boşsun" yahut "fülan hâkimin veya müftünün kavlince boşsun" derse diyaneten tasdik olunur.

Bir kimse: "Dünyanın kadınları veya bu âlemin kadınları boş olsunlar." derse kendi karısıboş olmaz. Bu mahallenin, bu hânenin ve bu evin kadınları derse bunun hilâfınadır. Bu köyün veya bu beldenin kadınları derse Ebû Yusuf muhaliftir. Köle âzâdı dahi böyledir.

İZAH

«Bir kimse talâk sözünü tekrarlar» da cima' ettiği karısına: Sen boşsun sen boşsun yahut seni boşadım seni boşadım veya sen boşsun seni boşadım yahut seni boşadım sen boşsun derse hepsi vâki olur. Ama sen boşsun dediği vakit kendisine: Ne dedin diye sorulur da onu boşadım yahut o boştur dedim cevabını verirse kadın bir defa boş olur. Çünkü bu cevabtır. Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir.

«Te'kidi niyet ederse diyaneten kabul edilir.» Ama kazaen hepsi vâki olur. Mutlak bırakırsa yani ne talâkı yenilemeyi, ne de te'kidi niyet etmezse hüküm yine böyledir. Eşbâh. Çünkü sözde asıl olan te'kid bulunmamaktır.

«Niyet etmezse bir şey vâki olmaz.» Yani çağırmayı kasdeder veya mutlak olarak söylerse mu'temed kavle göre talâk vâki olmaz. Bunu, Eşbâh sahibi niyet bahislerinin onuncusunda zikretmiştir. Dokuzuncusunda bildirildiğine göre Mahbûbî Telkih adlı eserinde talâkla köle âzâdı arasında fark yapmış, talâkın vâki olmadığını, âzâdın ise vâki olduğunu söylemiştir. Ama bu kavil meşhurun hilâfıdır.

Ben derim ki: Eşbâh sahibinin ibâresinde terslik vardır. Çünkü Mahbûbi şu farkı yapmıştır: Hür kelimesi isim olmaya elverişlidir. Bazı kimselerin adı Hür olabilir. Tâlik veya mütallaka bunun hilâfınadır. Binaenaleyh onunla çağırmak mânâsını isbat olur ve kadın boş düşer. Hür onun hilâfınadır. Hulâsa'nın ifadesi de buna uygundur. Orada şöyle denilmiştir: "Bir kimse kölesinin adı Hür olduğuna şâhid bulundursa, sonra o köleyi ey Hür diye çağırsa âzâd olmaz. Ama karısına Tâlik adını verir de sonra onu: Ey Tâlik diye çağırırsa boş düşer."

«Bir adam karısına: Bu dişi köpek boştur derse kadın boş düşer ilah...»

Ulemanın beyanlarına göre işaretle beraber sıfat ve isme itibar yoktur. Meselâ: Bir kimsenin gözü gören bir karısı olur da: Şu kör karım boştur der ve görene işaret ederse boş düşer. Bir şahıs görerek onu karısı Amre zanneder de: Ey Amre sen boşsun der ve şahsına işaret etmezse, o şahıs karısından başkası çıktığı takdirde karısı boş olur. Çünkü işaret bulunmadığı yerde mu'teber olan isimdir. O da mevcuddur. Nitekim Hâniyye'de bildirilmiştir. Biz imamlık bâbında işaret ve isim meselesi üzerinde uzun uzadıya söz etmiştik.

«Meğer ki buna şâhid bulundursun.» Yani yalandan haber vereceğine şâhid bulundurursa karısı boş düşmez.

«Mazlum şâhid bulundurursa ilah...» Ben derim ki: Şâhid bulundurmakla kayıdlaması mazlum olduğu vakit lâzım değildir. Eşbâh'da şöyle denilmiştir: "Yeminde âmm'ı tahsisi niyet etmek diyaneten bilittifak, kazaen ise Hassâf'a göre makbuldür. Yemin eden mazlumise fetva Hassâfın kavline göredir. Kezâ, ulema itibar yemin edenin niyetine midir yoksa yemin isteyenin niyetine midir meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Fetva eğer mazlumsa yemin edenin niyetinedir diye verilmiştir. Zalim ise onun niyetine itibar yoktur. Nitekim Valvalciyye ile Hulâsa'da beyan edilmiştir. Hulâsa hâşiyelerinde Meâlü'l-Fetva'dan naklen: "Allah Teâlâ'dan başkasına yemin ettirmek zulümdür. Yemin isteyen şahıs haklı bile olsa yemin edenin niyeti mu'teberdir," denilmiştir.

«Bu izaha göre ilah...» Yani işaret bulunmadığı zaman isme itibar edildiğine göre demek istiyor. Nitekim az yukarıda zikretmiştik. Bu fer' nakledilmiştir. Biz onu az yukarıda Bezzâziye'den naklen zikretmiştik.

«Kesinlikle hükmetmek gerekir.» Talâkın bâin değil ric'î olduğunda şüphe yoktur. Çünkü sen boşsun sözüyle ric'î talâk meydana geldiğinde bütün mezhebler ittifak etmişlerdir. Tamamı Hayriyye'dedir. Kezâ "Sen Yahudilerin ve Hıristiyanların mezhebine göre boşsun." derse hüküm yine budur. Nitekim Hayreddin-i Remlî dahi bununla fetva vermiştir. "Sen boşsun, seni hiç bir hâkim ve hiç bir âlim reddedemez." yahut "Sen boşsun, domuzlara helâl bana haramsın." gibi sözlerle dahi bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim bu bâbtan önce arzetmiştik.

«Sen fukahanın kavline göre boşsun ilah...» Kezâ sen hâkimlerin kavline göre veya müslümanların kavline göre yahut Kur'an'a göre boşsun derse kazaen boş düşer. Diyaneten ise ancak niyet bulunduğu takdirde boş olur. Hâniyye. Lâkin Fetih'de talâk te'vil edilmiştir. O adam: Sen Allah'ın kitabında yahut Allah'ın kitabıyla yahut onunla der de sünnî talâkı niyet ederse talâk sünnî vakitlerde vâki olur. Aksi takdirde derhal vâki olur. Çünkü kitab talâkın hem sünnî hem bid'î olmasına detâlet eder ve niyete muhtaçtır. Kitab üzerine yahut onunla veya hâkimlerin kavli yahut fukahanın kavli üzere yahut hâkimlerin talâkıyla veya fukaha talâkıyla boşsun der de bununla sünnî talâkını niyet ederse diyaneten tasdik olunur, kazaen derhal talâk vâki olur. Çünkü hâkimlerin ve fukahanın sözü her iki şıkkı iktiza eder. Tahsis ederse diyaneten kabul olunur. Ama kazaen i'tibara alınmaz. Çünkü zâhir değildir.

«Dünyanın kadınları ilah...» Eşbâh'da Hâniyye'nin köle âzâdı bâbından naklen şöyle denilmiştir: "Bir adam: Bağdadlıların köleleri hür olsunlar der de; kendisi de Bağdadlı olduğu halde kendi kölesini niyet etmezse yahut Bağdad ahalisinin bütün köleleri yahut yer yüzündeki bütün köleler veya dünyadaki bütün köleler derse, İmam Ebû Yusuf'a göre kendi kölesi âzâd olmaz. İmam Muhammed'e göre olur. Talâk da bu hilâf üzeredir. Fetvâ Ebû Yusuf'un kavline göredir. Bu mahalledeki veya büyük camideki her köle hür olsun derse, yine bu hilâfa göre halledilir. Bu diyardaki her köle der de kendi köleleri de orada bulunursa bilittifak âzâd olurlar. Bütün Ademoğulları hür olsunlar derse bilittifak bir şey lâzım gelmez." Bu söz beldede olduğu gibi mahallede de hilâfın cereyan ettiği hususunda açıktır. Çünkü mahalle de sokak mânâsındadır. Lâkin Zahîre'de evvela Bağdadlıların kadınları boş olsun sözünde hilâf zikredilmiştir. Ebû Yusuf'a göre kadını niyet etmedikçe boş düşmez. Bu İmam Muhammed'den de bir rivayettir. Çünkü bu umumî bir iştir. Yine İmam Muhammed'den bir rivâyete göre kadın niyetsiz boş düşer. Sonra Zahîre sahibi Semerkand Fetâva'sından köy hakkında ihtilâf nakletmiştir. Ulemadan bazısı köyü ev ve sokağa, bazıları da şehire ilhak etmişlerdir. Bu sözün muktezası sokak hakkında hilâf bulunmamaktır. Sonra şehir ve dünya ehli sözlerinde talâk vâki olmamasını şöyle ta'lil etmiştir: Bununla talâk olsa kendi hakkında inşâ sayılır. O adamlar hakkında dahi inşâ olur. Halbuki bu onların kabulüne bağlıdır. Bu ise imkânsızdır.

METİN

Bir kadın kocasına: Beni boşa der de kocası yaptım cevabını verirse kadın boş olur. Kadın: Beni fazla boşa der de kocası yaptım cevabını verirse bir talâk daha boş olur. Kadın: Beni boşa, beni boşa, beni boşa der de kocası boşadım cevabını verirse, üçü niyet etmediği takdirde bir talâk boş olur. Kadın sözlerini ve edatıyla atfederse üç talâk vâki olur.

Kadın ben kendimi boşadım der de kocası buna razı olursa, inşâya kıyasen boş olur. Kocası niyet ederse kadının: Ben kendimi bâin kıldım demesi de böyledir. Velev ki üç talâkı niyet etsin. Birinci bunun hilâfınadır. Ben seçtim sözüyle talâk vâki olmaz. Çünkü bu söz ancak cevab olarak vaz' edilmiştir.

Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse arkadaşlarının arasında kimin karısı kendisine haram olursa bu işi yapsın der de içlerinden biri bunu yaparsa, bu o kadının haram olduğunu ikrar sayılır. Bazıları ikrar sayılmadığını söylemişlerdir."

Ebu'l-Leys'e sorulmuş: Bir kimse bir cemaata her kimin boşanmış karısı varsa el çırpsın der de hepsi el çırparlarsa ne olur? Hepsi boş düşer cevabını vermiş. Bazıları bunun ikrar olmadığını söylemişlerdir.

Bir cemaat bir meclisde konuşurlarken içlerinden biri: bundan sonra her kim konuşursa karısı boş olsun dese, sonra yemin eden şahıs konuşsa karısı boş olur. Çünkü her kim kelimesi ta'mim içindir. Yemin eden şahıs kendisini yemin dışı bırakamaz ve yemini bozulur.

İZAH

«Yaptım derse» sözünden murad: istek karinesiyle boşadım demektir.

«Üçü niyet etmediği takdirde bir talâk boş olur.» Yani bir talâkı niyet eder yahut hiç bir şeyi niyet etmezse bir defa boş olur. Çünkü atıfsız söyleyince ilk sözün tekrara da, yeniden başlamaya da ihtimali vardır. Kocası bunların hangisini niyet ederse niyeti sahih olur. Uyûnü'l-Mesâil'de böyle denilmiştir. Münteka'da bildirildiğine göre üç talâk vâki olur, kocanınniyeti şart değildir. Zahire.

«Ve edatıyla atfederse üç talâk vâki olur.» Çünkü bu tekrarın karinesidir. Cevab da ona uygun olur. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Karısı kocasına beni üç defa boşa der de kocası yaptım yahut boşadım cevabını verirse üçü de vâki olur. Kocası cevaben: Sen boşsun yahut öyleyse sen boşsun derse bir talâk vâki olur." Yani üçü niyet etse bile yine bir talâk olur. Fark şudur: Beni boşa sözü boşamaya emirdir. Boşadım sözü de boşamaktır ve cevap olmaya elverişlidir. Cevap sualdekinin tekrarını tezammun eder. Sen boşsun sözü bunun hilâfınadır. Çünkü o mahalde bulunan bir sıfatı haber vermektir. Boşamanın sâbit olması vasfı sahih çıkarmak içindir. İktiza yoluyla sâbit olan bir şey zarurîdir. Binaenaleyh boşamak bu vasfın sahih olması hakkında sâbittir. Cevab olması hakkında değildir. Şu halde sen boşsun sözü yeni bir cümle olarak kalır. Onun üçe ihtimali yoktur. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir.

«İnşâya kıyasen boş olur.» Çünkü adam o kadını boşamaya mâliktir. O halde ondan daha zayıf olan cevaz vermeye de evleviyetle mâlik olur. Bu sözler Fârisî'nin TeIhisü'l-Cami' şerhinden alınmıştır.

«Kocası niyet ederse...» sözü yanlıştır. Doğrusu: Her ikisi niyet ederlersedir. Nitekim Telhisü'l-Cami'de öyledir. Şerhinde Fârısî şöyle demiştir: "Kezâ kadın: Ben kendimi bâin kıldım der de kocası razı oldum cevabını verirse hüküm yine böyledir. Lâkin hem kocasının, hem kadının talâkı niyet etmeleri şarttır. Burada üçü niyet sahihtir. Kocasının niyetinin şart olması icab eder. Tâ ki tasarruf boşama olsun ve cevaz vermeye tevakkuf şart olmasını İmam Muhammed kitabda zikretmemiştir. Ulema: "Şart olması icab eder. Tâ ki tasarruf boşama olsun ve cevaz vermeye tevakkuf etsin. Kadının niyeti olmazsa bir şahsın ayrılığını haber vermek olur. Yahut başka bir şeyin ayrılığını haber vermek sayılır. Nitekim koca tarafından olsa böyledir. Binaenaleyh cevaz vermeye ihtimali olmaz. ona tevakkuf da etmez. Üçü niyetin sahih olması ise bu kinâyenin üçe ihtimali olduğu bilindiğindendir." demişlerdir.

«Birinci bunun hilâfınadır...» Çünkü cevaz verdim sözü boşadım yerinedir. Niyete muhtaç olmaz. Onda üçü niyet de sahih değildir. H.

«Ben seçtim sözüyle talâk vâki olmaz ilah...» Yani kadın: Ben kendimi senden ayrılmak için seçtim der de kocası: Cevaz verdim cevabını verir ve talâkı niyet ederse bir şey vâki olmaz. Çünkü kadının seçtim demesi ne sarîh, ne de kinâye olarak talâk için vaz' edilmemiştir. Onun içindir ki erkek bizzat inşâ yaparak kadına seni seçtim yahut senin nefsini seçtim der de bununla talâkı niyet ederse bir şey vâki olmaz. Çünkü lâfzının taşımadığı bir mânâyı niyet etmiştir. Bununla kadın boşamakta örfü âdet de yoktur. Ancak talâkla kocasının muhayyer bırakmasına cevab olarak söylenirse talâk vâki olur. Telhîs şerhi.

«Bu o kadının haram olduğunu ikrar sayılır.» Bezzaziye'nin ibâresi şöyledir: "Muhit'te bilrildiğine göre bu söz hükümde karısının kendisine haram olduğunu ikrardır." Hükümde yani kazaen sözü şayet önceden kadını kendisine haram etmemişse diyaneten haram olmadığını anlatır." Bu bir luğz olabilir. Çünkü talâk hiç sözsüz olmuştur. Ortada sarîh veya kinâye bir söz olmadığı gibi dinden dönme ve dini kabul etmeme gibi bir şey de yoktur." denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu erkek tarafından geçmişte kadını haram kıldığını ikrardır. O anda sözsüz talâk yapmak değildir. Evet, bu sözsüz fiilen ikrardır, denilebilir. Ulemanın açıkladıklarına göre ikrar bazen işaretle, bazen de sözsüz ve fiilsiz sükût gibi bir şeyle olur.

«Bazıları ikrar sayılmadığını söylemişlerdir» Bu o fiil ikrar olmadığına binaendir.

«Ebu'l-Leys'e sorulmuş ilah...» cümlesi ondan öncekini te'yid ve fillin bir kişiden yahut daha fazladan sâdır olmasıyla talâk-ı bâin mânâsını ifade eden haram kılma ve talâk-ı ric'î ifade eden boşama aralarında fark olmadığını beyandır.

«Hepsi boş düşer cevabını vermiştir.» Yani el çırpanların hepsinin karıları boş düşer, demiştir. Bu el çırpmanın ikrar sayılmasına binaendir.

«Sonra yemin eden şahıs konuşsa karısı boş olur.» Şârih başkasının konuşmasından söz etmemiştir. Zâhire bakılırsa başkası konuşursa talâk vâki olmaz. Çünkü konuşanın tâliki hüküm itibariyle başkasına sirayet etmez. Ancak başkası meselâ ben de öyle derse o zaman sirayet eder. Önceki iki fer'î mesele ise ikrardan sayılırlar, inşâ sayılmazlar. Tâlik inşâdır. T.

Ben derim ki: Bunu Bezzâziye'nin yeminler bahsindeki sözü te'yid eder. Orada şöyle denilmiştir: "Bir cemaat birbirlerini tokatlarlar da içlerinden biri: Bundan sonra kim arkadaşına tokat vurursa onun karısı boş olsun der. Bunun üzerine birisi: Hele cevabını verir, sonra bu sözü söyleyen arkadaşını tokatlarsa talâk vâki olmaz. Çünkü hele yemin değildir." Hele Fârisî bir kelimedir.

«Yemin eden şahıs kendisini yemin dışı bırakamaz.» Bu sözle şârih şuna işaret etmiştir: Yemin eden şahsın burada sözünün umumuna dahil olması bir karineden dolayıdır. Konuşan sözünün umumuna dahil olmaz dersek bu böyledir. Tahrîr'de dahildir sözü Cumhur'a aid olduğu bildirilmiştir, Allahu a'lem.

 

 

 

KİNÂYELER BÂBI

METİN

Fukahaya göre talâkın kinâyesi talâk için vaz' edilmeyip hem talâka, hem başkasına ihtimali olan sözdür. Kinâye sözlerle kadın kazaen ancak niyet veya halin delâletiyle boş düşer.

İZAH

Musannıf kelamda asıl olan sarîh sözün hükümlerini bitirdikten sonra kinâyelere başlıyor. Kinâye kapalı mânâsına masdardır. Nehir.

«Fukahaya göre talâkın kinâyesi» yani burada talâkın kinâyesinden murad demek istiyor. Yoksa fukahaya göre onun mutlak mânâsı usûlcülerce olduğu gibi haddi zatında kendisinden murad kapalı olan sözdür. Nehir sahibi diyor ki: "Bu son sözle sözün garabeti gibi bir vasıtayla sarîh kelimeden murad: Kapalı olması yahut tefsir vasıtasıyla kinâyede muradın açıklanması halleri hariç kalır. Sarîh ile kinâye hakikatla mecazın kısımlarındandır. Terk edilmeyen hakikat sarîhtir. Terk edilen ve mecazî mânâsı galib gelen hakikat ise kinâyedir. Kullanılışı fazla olan mecaz sarîhtir. Kullanılışı fazla olmayan ise kinâyedir." H.

«Talâk için vaz' edilmeyip ilah...» Bilâkis ondan ve hükmünden daha umumî bir mânâya vaz' edilen sözdür. Çünkü aşağıda gelecek ric'î sayılan üç kinâyeden başkaları ile asla talâk murad edilmemiştir. Bilâkis bu söz talâkın hükmü olan nikâhtan ayrılma mânâsını ifade eder. Bu izaha göre "hem talâka ihtimali olan" sözünde tesahül vardır. Maksad mânâsına müteallik olarak ihtimali olan demektir. Bunu Fetih sahibi söylemiş ve bununla kinâyenin inhisar altına alınmayacağına işarette bulunmuştur. Onun için Mülteka şârihi: "Sonra kinâye lâfızları çoktur. Nazım ve Netif'de beyan edildiğine göre ellibeş lâfızdan fazladır. Daha başkaları da ziyade edilmiştir. Dikkatli ol!" demiştir. Bunlardan biri: Kadından geçtim sözüdür. Niyet bulunursa bu sözle bir talâk-ı bâin vâki olur. Nitekim İsmail Hâik bununla fetva vermiştir.

Ben derim ki: Kinâyelerden biri de zamanımızda kullanılan: Sen hâlîsin kelimesidir. Bunun mânâsı hâli ve berîsin demektir. Düşün! Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse diğerine sen beni evlendiğim filan kadın için dövüyordu isen ben onu bıraktım, onu sen al der de bununla talâkı niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur."

T E M B İ H : Müteehhirin ulemadan birinin verdiği fetvaya göre kinâyelerden biri de talâkı niyet ederek üzerime yemin olsun bu işi yapmam sözüdür. Bu sözle bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü fukaha: "Kinâye hem talâka hem başkasına ihtimalli olan sözdür." demişlerdir. Fakat bu sözü onun çağdaşı Muhammed Ebussûud Miskîn hâşiyesinde reddetmiş, şöyle deriniştir: "O kimseye yemin keffâretinden başka bir şey lâzım gelmez. Çünkü fukahanın kinâyenin tarifinde söyledikleri mutlak değil kadına hitabı sahih olan sözüyle kayıdlıdır. O söz içinde gizlediği talâkı yapmaya yahut onu yaptığını haber vermeye elverişli olacaktır. Meselâ: Sen haramsın sözü böyledir. Çünkü seni boşadım mânâsına gelebildiği gibi seninle sohbet haramdır mânâsına da gelebilir. Geri kalan kinâye lâfızları da böyledir. Yemin lâfzı ise böyle değildir. Zira kadına onunla talâk yapmayı istemek veya yaptığı talâkı haber vermeyi dilemek şöyle dursun kadına sen yeminsin diye hitap etmek sahih olamaz. Hatta: Sen yeminsin, çünkü seni boşadım dese sahih olmaz. Şu halde talâka ihtimali olan her söz onun kinâyesi olamaz. Bu iki kayıd mutlaka lâzımdır. Hatta bir üçüncü kayıd daha gerekir ki, o da sözün talâkın müsebbebi ve talâktan neş'et etmiş olmasıdır. Nasılki sen haramsın sözünde haram olması böyledir.

Bahır'da nakledildiğine göre: "Seni sevmiyorum. seni arzu etmiyorum, sende gözüm yok." gibi sözlerde talâk vâki olmaz. Vechi şudur: Bu sözlerin mânâları talâktan çıkmamaktadır. Çünkü ekseriyetle bunlar söylendikten sonra pişmanlık gelir, arkacığından sevgi, arzu ve rağbet meydana gelir. Hörmet bunun hilâfınadır. İhtimalli olmakla beraber bu sözlerle talâk vuku bulmazsa - ki murad: Çünkü seni boşadım demek olabilir - yemin lâfzında evleviyetle vuku bulmaz. Bir de ulema kinâyeyi üç kısma ayırmışlardır. Nitekim gelecektir.

1) Talâk isteğine cevap teşkil eden başka bir işe yaramayan "iddetini bekle" gibi sözler.

2) Kadının isteğine hem cevap hem red teşkil eden "çık" gibi sözler.

3) Hem cevap hem sitem teşkil eden "kof" gibi sözler.

Şübhesizki yemin bu üç nev'iden hiç birine elverişli değildir. Çünkü kadın kocasından talâk istediğinde ona "üzerime yemin olsun şu işi yapacağım" diye cevap vermesi yararlı olamaz. Çünkü cevap kadının sualine karşılık talâk yapmaya yarayan iddetini bekle gibi bir söz olmalıdır. Yahut onun isteğini reddettiğini gösteren çık veya ona sitem bildiren kof gibi bir söz olmalıdır. Üzerime yemin olsun sözü talâk yapmaya delâlet etmez." Bu satırlar kısaltılarak alınmış, bazı ziyadeler de yapılmıştır.

Muhammed Ebussûud bundan sonra şunları söylemiştir: "Bununla anlaşılır ki Tûrî Fetâvâsı'ndan nakledilen (Bir kimse müslümanların yeminleri bana lâzım olsun derse karısı boş olur.) sözü çirkin bir hatadır. Üstadımızdan çok işitmişimdir: "Fetâvâ-i Tûrî, Fetâvâ-i İbn-i Nüceym gibidir. Ona ancak başka bir naklî delille kuvvet bulduğu vakit güvenilir." derdi. Tahtâvî ona itiraz ile şunları söylemiştir: "Üzerime yemin olsun sözü hem talâka. hem başkasına ihtimallidir. Çünkü kendisi ile ve Allah Teâlâ ile olan bir iştir. Talâkı niyet ederse onu niyet ettiği anlaşılır ve sanki; Üzerime talâk lâzım gelsin filan işi yapmam, demiş gibi olur. Evvelce geçmişti ki, üzerime talâk lâzım gelsin sözü manevî tâliktandır. Fetâvâ-i Tûrî'nin onu talâka tahsis etmesi örf bulunduğu içindir ve müslümanların helâlı bana haram olsun sözü gibidir."

Ben derim ki: Hâsılı üzerime yemin olsun sözü kinâye değildir. Sebebi yukarıda geçti. Sarîhde değildir. Çünkü sarîh ancak talâkta kullanılır. Bu öyle değildir. Lâkin yemin lâfzı bir cinstir. Onun ferdlerinden biri de talâka yemindir. Niyetle bunu tâyin ettimi sanki üzerime talâka yemin lazım gelsin bu işi yapmam demiş gibi olur. Bu adam açıkça böyle demiş olsaydı onunla yemin etmiş sayılırdı. Eam bir kelimeyle ehas mânâ murad edilirse o ehassın hükmü sâbit olur. Burada ehas olan sarîh talâktır. Binaenaleyh onunla ric'î bir talâk meydana gelir, bâin olmaz. Bezzâziye'nin eymân bahsinde ikinci fasılda şöyle denilmektedir: "Bir kimse bana yemin lâzım gelsin yahut bana talâka yemin lâzım gelsin şu işi yapmam der de sonra yaparsa karısı boş olur ve yemini bozulur. Velevki yalandan söylemiş olsun."

Sarîh faslının başında Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen arzetmiştik ki: "Şöyle yaparsam şeriatın sözü benimle senin aramızda câri olsun." sözü talâka yemin kabul edilmek gerekir. Çünkü o yerde halk arasında örf-ü âdet olmuştur. Yine orada Zahîre'den naklen arzetmiştik ki bir kimse karısına "elif, nun, te, ta, elif, lam, kaf" dese (ki yazıldığı zaman entitalikun:

Sen boşsun olur.) bununla talâkı niyet ederse kadın boş düşer. Çünkü, sarîh sözden ne anlaşılırsa bu harflerden de o anlaşılır. Ancak bu harfler sarîh söz gibi kullanılmazlar. Binaenaleyh niyete muhtaç olmak hususunda kinâye gibi olurlar. Bu da gösterir ki, o kimse yeminle talâkı niyet ederse sahih olur. Yeminini bozduğunda bir talâk-ı ric'î meydana gelir.

Müslümanların yemini, sözüne gelince: Bu söz yeminin cem'idir. Müslümanlara izafe edilmesi müslümanların yaptıkları bütün yemin nev'ilerini murad ettiğine karinedir. Allah Teâlâ'ya yemin ile muallak olan talâk ve köle âzâdı yeminleri gibi ki, bunun daha fazla açıklaması inşaallah yeminler bahsinde gelecektir.

«Kazaen...» diye kayıdlaması diyaneten niyetsiz vâki olmadığı içindir. Halin delâleti bulunursa ya niyetle yahut halin delâletiyle meydana gelen talâk sadece kazaen meydana gelir. Nitekim Bahır ve diğer kitablarda açık bildirilmiştir.

«Veya halin delâletiyle...» sözünden murad: Mânâ ifade eden açık ve maksud olan haldir. Talâk sözünü evvel zikretmek bu kabîldendir. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Burada onu Kenz sahibinin yaptığı gibi mutla bırakması şunu gerektirir ki, bütün kinâyelerle talâk halin delâletiyle olur. Bahır sahibi diyor ki: "Bu hususta musannıf Kudûrî ile Serahsî'ye tâbi olmuştur. Fahru'l-İslâm ile diğer ulema ise bunlara muhalefet ederek bazı kinâyelerle talâk ancak niyetle vâki olur demişlerdir." Bu bazı kinâyelerden murad redde ihtimalli olan çık, git ve kalk gibi sözlerdir. Lâkin aşağıdaki tafsilât hususunda musannıf ulemaya uymuştur. Böylece itiraz yalnız Kenz'in ibâresine kalmıştır. Onun nâmına Nehir sahibi İbn-i Kemâl Paşanın İzahü'l-lslah adlı kitabında zikrettiği şu sözlerle cevap vermiştir: "Bu suretlerin redde elverişli olması talâk müzakeresi haline aykırıdır. Binaenaleyh red delil olmaktan çıkmıştır ve zikredilen bu suretler halin delâletinden hâlidir. Onun için bunlardaniyete bağlı olur."

METİN

Halin delâleti, talâk müzakeresi veya öfke halidir. Demek oluyor ki haller üçtür: Rıza, öfke ve müzakere hali. Kinâye sözler de üç nev'idir: 1) Redde ihtimali olan sözler. 2) Siteme elverişli sözler. 3) Siteme elvermeyen sözler. Çık, git, kalk, peçeni takın, baş örtünü sarın, örtün, çekil git, gurbete git, uzaklaş gibi sözler redde ihtimalli olanlardır.

İZAH

«Talâk müzakeresi hali» sözüyle Şârih Nehir'in: "Halin delâleti sözün delâletine de şâmildir." ifadesine işaret etmiş: "Bu izaha göre müzakere hali talâk istemekle yahut talâk îkâ'ını önce söylemekle tefsir edilir. Nitekim iddetini bekle üç defa sözü böyledir. Bundan önce müzakere: talâkı kadının veya ecnebînin istemesidir." demişti.

«Veya öfke hali» sözü zâhire göre müzakere üzerine matuftur. Binaenaleyh o da halin delâletindendir.

«Haller üçtür.» öfke hali rıza halinin mukabili olunca bu şekilde tefri' sahih olmuştur. Fetih'te şöyle denilmiştir: "BiImiş ol ki taksimin hakikatı bütün hallerde biri rıza, biri öfke hali olmak üzere iki kısımdır. Müzakare haline gelince: O her ikisine uyar. Hatta kadının talâk istemesi ancak bu iki halden birinde tasavvur olunur. Çünkü bunlar iki zıddır, ortaları yoktur. "Bahır sahibi bunu naklettikten sonra şunu söylemiştir: "Bununla anlaşılır ki haller üçtür:

1) Öfke ve müzakere kayıdlarından mutlak olan hal.

2) Müzakere hali.

3) Öfke hali."

Nehir sahibi diyor ki: "Ben ve evla olan sadece öfke haliyle müzakere halini söylemekle yetinmektir. Çünkü sözümüz delâletin tesîr ettiği haller hakkındadır. Mutlak delâlet hakkında değildir. Sonra Bedayı'da gördüm ki halleri üçe taksim etmiş ve şöyle demiş: Rıza halinde kazaen tasdik olunur. Talâk müzakeresini veya öfke hallerinde olursa ulema kinâyelerin üç kısım olduğunu söylemişlerdir ilah... İşte tahkîk budur."

«Kinâye sözler üç nevi'dir ilah...» Bu sözün hâsılı şudur: Bütün kinâyeler cevap olmaya elverişlidir. Yani kadının talâk istemesine cevap teşkil edebilirler. Lâkin onların bir kısmı vardır ki, redde de ihtimallidir. Yani kadının isteğini kabul etmemeye de ihtimallidir ve kadına "talâkı isteme, çünkü ben onu yapmam." demiş gibi olur. Bir kısmı redde değil yalnız sitem ve sövmeye ihtimallidir. Bir kısmı da red ve siteme ihtimalli olmayıp hâlis cevap teşkil eder. Nitekim Kuhistânî ile İbn-i Kemâl'den anlaşılır. Onun için şârih ihtimallidir sözünü kullanmıştır. Ebussûud'un Hamevîden nakline göre ihtimal ancak iki şey arasında olur. Lâfız onların ikisine de sâdıktır. Bundan dolayı şuna yahut şuna ihtimali var denilemez. Nitekimİsâm Telhîz şerhinin müsnedün-ileyh bahsinde buna tembihde bulunmuştur.

«Çık, git, kalk...» gibi sözler bu yerden kalk da kötülük bitsin mânâsına red olurlar. Yahut çünkü seni boşadım mânâsına gelirler. Bu takdirde kadının talâk isteğine cevap teşkil ederler. Rahmetî. Erkek "o halde elbiseyi sat" dese bununla talâk vâki olmaz. Ebû Yusuf'a göre velevki talâkı niyet etmiş bulunsun. Çünkü bunun mânâsı örfen satış için demektir. Sarîhi niyet edilenin hilâfınadır. İmam Züfer de Ebû Yusuf'la muvafakat etmiştir. Nehir. Git hemen evlen yahut git ve evlen derse ne hüküm verileceği hakkında fer'î meselelerde söz edilecektir.

"Peçeni takın, baş örtünü sarın, örtün..." kelimeleri hakkında Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Çünkü sen bâin oldun, boşamakla bana haram oldun yahut sana ecnebi biri bakmasın diye böyle demektir. "Birinci takdire göre bu sözler cevabtır. İkinciye göre reddir. Bahır'da Kaadîhân şerhinden naklen: "Benden örtün derse bu söz kinâye olmaktan çıkmıştır." denilmiştir. Acaba murad hiç talâk vuku bulmaz demek değil midir, yoksa niyetsiz talâk vâki olur demek midir? Zâhire bakılırsa ikincisidir. Bu izaha göre acaba vâki olan talâk bâin mi olur ric'î mi? Zâhire göre bâin olur. Çünkü "benden" demesi talâkı murad ettiğine karinedir, o müzakare yerini tutar.

«Redde ihtimalli olanlardır.» Yani cevap da olabilirler. Ama sitem ve övmek için elvermezler. H.

METİN

Kof, beriyye, haram, bâin ve onun muradifi olan bette, betle gibi kelimeler sitem olmaya elverişlidirler.

İZAH

«Kof» yani hali demektir. Bundan ya sen nikâhtan halisin yahut hayırdan halisin mânâları kasdedilebilir. H. Yani birinci ihtimale göre kadına cevabtır. İkinciye göre ise sitem ve sövmektir. Ondan sonra zikredilenler de öyledir.

«Beriyye» yahut berîe ayrılmış mânâsınadır. Bu, ya nikâh kaydından yahut güzel ahlâktan ayrılmış mânasına gelebilir. H.

«Haram» mümteni ve imkânsız mânâsınadır. Burada ondan vasıf kasdedilmiştir ve memnu mânâsına gelir ve yukarıda geçtiği gibi iki mânâya gelir. İleride gelecektir ki, zamanımızda bu kelime ile bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü örf-ü âdet olmuştur. Bu hususta haram kılınmışsın ve seni ben haram kıldım sözleri arasında fark yoktur. İster bana desin, ister demesin yahut müslümanların helâlı bana haramdır veya her helâl bana haram olsun ve sen haramda benimle berabersin desin hep birdir.

«Nefsim haram ettim.» sözüyle birlikte mutlaka "sana" demesi lâzımdır. Burada şöyle biritiraz vârid olur: Bu sözlerle niyetsiz talâk vâki olduğuna göre bunların sarîh sözler gibi ric'î talâkı icab etmeleri gerekir. Cevap şudur: örf olan ancak talâk-ı bâin yapmaktır. Ric'î talâk örf olmamıştır. Hatta o adam ben niyet etmedim dese tasdik olunmaz. O sözü iki defa söyler de birinciyle bir talâk, ikinci ile üç talâk niyet ederse İmam-ı Âzam'a göre niyeti sahih olur. Fetva buna göredir. Nitekim Bezzâziye'de bildirilmiştir. Bunu Nehir'den naklen Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Bezzâziye'nin ibâresi şöyledir: "Bir adam iki karısına: Siz bana haramsınız der de birisi hakkında üç talâkı, diğeri hakkında bir talâkı niyet ederse İmam-ı Âzam'a göre niyeti sahih olur. Fetva buna göredir." Sonra bilmelisin ki, Halebî'nin zikrettiği itiraz ve cevap Bezzâziye'de de vardır. Cevabın muktezası bizim zamanımızda bu sözle ric'î talâk vâki olmasıdır. Çünkü bununla bâin talâk yapmak örf olmamıştır. Zira "Haram üzerime olsun ben bu işi yapmam." diye yemin eden cahil bir adam bâin talâkla ric'înin arasını ayıramaz. Nerede kaldı ki onun örfüne göre bu sözle bâin talâk yapıldığını bilebilsin. Onun bildiği şey bu yemini bozanın karısı boş olmasıdır. Ona göre bu üzerime talâk vâcip olsun ben bunu yapmam demek gibidir. Evvelce geçmişti ki, üzerime talâk vâcip olsun sözüyle ancak örf-ü âdet varsa kadın boş olur. Çünkü bu söz tâlik hükmündedir.

Üzerime haram lâzım olsun sözü de öyledir. Aksi takdirde asıl olan hiç talâk vuku bulmamasıdır. Nitekim seni boşamak üzerime borç olsun sözünde böyledir. İzahı yukarıda geçti. Şu halde bu iki sözle talâk vâki olması örf-ü âdet bulunmasına bağlı olunca, örf olan şey aralarında fark yapmaksızın bunlarla vâki olmak gerekir. Velevki haram kelimesi aslı itibariyle kinâye olup onunla bâin talâk yapılsın. Çünkü bu söz talâkta çok kullanıla kullanıla kinâye olmaktan çıkmıştır. Onun için de niyete veya halin delâletine bağlı değildir. Kinâyelerin hiç birinde niyetsiz veya halin delâleti olmaksızın talâk vâki değildir. Nitekim Bedâyi' sahibi bunu açıklamıştır. Bezzâzî'nin yukarıda geçen cevabtan sonra: "Bununla örf-ü âdet olan şey ric'î değil bâin talâk yapmaktır." demesi de buna delâlet eder. İbâresi şudur: "Farsça seni serbest bıraktım mânâsına gelen reha kerdem kelimesini söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü Necm-i Zahidî'nin Kudûrî şerhinde açıkladığına göre bu söz örf-ü âdette sarîh olmuştur."

Bezzâzî'nin evvela açıkladığına göre Arabça olarak Allah'ın helâlı bana haram olsun sözü yahut Farsça olarak helâl izid beruy haram ifadesi niyete muhtaç değildir. Sahih ve müftabih kavil budur. Çünkü örf vardır ve bununla talâk-ı bâin vâki olur. Sonra bununla seni serbest bıraktım sözü arasında fark bulmuştur. Çünkü seni serbest bıraktım sözü kinâyedir. Lâkin acemlerin örfünde daha ziyade sarîh mânâda kullanılmıştır. Bir kimse reha kerdem yani seni serbest bıraktım derse bu sözle ric'î talâk vâki olur. Halbuki bunun da aslı kinâyedir. Ric'î talâk olması ancak acemlerin örfünde talâkta kullanılması daha çok olduğu içindir.

Yukarıda geçmişti ki, sarîh hangi dilden olursa olsun ancak talâkta kullanılan sözdür. Lâkin Allah'ın helâlı sözü hem Arablarca hem Acemlerce daha ziyade bâin talâkta kullanıldığı için onunla talâk-ı bâin vâki olur. Böyle olmasa idi onunla ric'î talâk meydana gelirdi. Hâsılı haram sözüyle niyetsiz olarak talâk-ı bâin vuku bulacağı hususunda müteehhirin ulema evvelkilere muhalefet etmişlerdir. Hatta bunu söyleyen adam niyet etmedim dese tasdik olunmaz. Çünkü müteehhirin zamanında yeni çıkmış örf vardır. Binaenaleyh bugün bu sözle talâk-ı bâin vâki olması eskilerin zamanında olduğu gibi örf bulunmasına dayanmaktadır. Ama bâin kaydıyla değil de mücerred talâk hakkında kullanılması örf-ü âdet olursa onunla ric'î talâk meydana gelmesi teayyün eder. Bunun bir misli de sarîh bâbının başında arzettiğimiz Türkçe sen boş yahut boş ol sözleriyle ric'î talâk vâki olmasıdır. Halbuki bunun Arabcası "enti haliyyetün: Sen kofsun" demektir. Bu ise kinâyedir. Ama Türkçede talâkta kullanılması galibtir. Benim fehm-i kasırıma zâhir olan budur. Bu meseleyi zikreden kimse görmedim. Halbuki çok vuku bulan mühim bir meseledir. Düşün!

Bir müddet sonra cevap olabilecek bir söz bana zâhir oldu ki, o da şudur: Haramın mânâsı cima' ve mukaddimelerinin helâl olmamasıdır. Bu akid bâkî kalmakla beraber îlâ ile olur. Halbuki örf-ü âdet değildir. Akdi ortadan kaldıran talâkla da olur ve biri bâin, diğeri ric'î olmak üzere iki kısımdır. Ancak ric'î cima'ı haram kılmaz. Onun için bâin teayyün eder. Örf olduğu için bu sözü sarîha katılması onunla bâin talâk meydana gelmesine aykırı değildir. Çünkü sarîhle bazen bâin talâk vâki olur. Meselâ: Sen şiddetli bir talâkla boşsun sözü ve benzeriyle talâk bâin olur. Nitekim kinâyelerin bazılarıyla da ric'î talâk meydana gelir. İddetini bekle, rahmini temizle ve sen birsin sözleri böyledir.

Hâsılı bu sözle talâk yapmak örf-ü âdet olunca kadını haram kılmak mânâsına kullanılmıştır. Kadını, haram kılmak ise ancak bâin talâkla olur. Bu makamda bana zâhir olan en son mânâ budur. Bu izaha göre Bezzâziye'nin verdiği cevaba hâcet yoktur. Bezzâziye'de: "Onunla örf-ü âdet olan talâk-ı bâin yapmaktır." denilmiştir. Çünkü buna itiraz vârid olduğunu biliyorsun. Allahu a'lem!

«Bâin» ayrılmış mânâsınadır. Yani nikâh bağından ayrılmış veya hayırdan ayrılmış mânâlarına gelebilir. H.

«Bette» kesmek mânâsınadır. Bu da bâin kelimesinin ihtimalli bulunduğu mânâlara muhtemeldir. Betle de kesilmiş mânâsınadır. Hz. Meryem erkeklerle alâka kurmaktan kesildiği ve Hz. Fâtıma (r.a.) fazilet, din ve hasebçe zamanının kadınlarından kesildiği, bazılarına göre dünyadan kesilip Rabbine yöneldiği için kendilerine Betül denilmiştir. Yukarıda geçen ihtimaller bu kelimede de vardır. Bunu Nehir'den naklen Halebî söylemiştir.

«Sitem olmaya elverişlidirler.» Cevap dahi olabilirler. Ama red olmaya elverişli değildirler. H. Bunun bir misli de Nehir'de İbn-i Kemâl ve Bedâyi'dedir. Bahır'dan anlaşılan: "Red için de elverişlidir." mânâsı buna muhâliftir.

METİN

İddetini bekle, rahmini temizle, sen birsin, sen hürsün, seç, emrin elindedir, seni serbest bıraktım ve senden ayrıldım gibi kelimeler hem sitem, hem red olmaya ihtimalli değillerdir. Rıza halinde yani öfke ve müzakere hallerinin dışında bu üç kısım tesir cihetinden niyete bağlıdır. Çünkü ihtimallidir, Talâka niyeti olmadığı hususunda söz yeminiyle beraber kocanındır. Kadının ona evinde yemin ettirmesi kâfidir. Yemine razı olmazsa kadın onu mahkemeye verir. Yeminden çekinirse araları ayrılır. Mücteba.

İZAH

«İddetini bekle...» Benim sana olan ni'metlerimi say mânâsına da gelebilir. Bedâyi.

«Rahmini temizle...» İddetten kinâye olabildiği gibi rahmini temizle de şeni boşayayım mânâsına da gelebilir. Bedayi.

«Sen birsin.» Yani sen bir talâk boşsun mânâsına geldiği gibi bence sen bir tanesin yahut kavminin içinde biriciksin mânâsına medh veya zem için de kullanılabilir. Talâkı niyet ettiği vakit sen bir talâk boşsun demiş gibi olur. Umumiyetle ulemaya göre i'rab hatasına itibar yoktur. Esah olan budur. Çünkü avam takımı i'rab vecihlerini birbirinden ayıramazlar. Havas takımı da konuşmalarında i'raba dikkat etmezler. Örf ne ise dilleri de odur.

«Sen hürsün.» Bu kölelikten kurtulduğu için hürsün mânâsına geldiği gibi nikâhtan hürsün mânâsına da gelebilir.

«Seç, emrin elindedir.» Bu iki söz talâkı tefvîz'den kinâyedir. Yani ayrılmak için kendini seç yahut bir iş için kendini seç. keza talâk hususunda emrin elindedir yahut başka bir tasarruf için emrin elindedir mânâlarına gelebilir. Nehir'de Sa'diyye hâşiyelerinden naklen şöyle denilmiştir: "Bunu burada zikretmek münasip değildir. Gerçekten bunun sebebiyle bazı müftülerden büyük hata sâdır olmuştur. Bununla talâk vâki olduğunu sanarak fetva vermiş, helâlı haram yapmıştır. Biz bundan Allah'a sığınırız." Şârih musannıfın "seç sözünden gayri" dediği yerde buna tembihte bulunmuş, kadın kendisini boşamadıkça bu ik kelimeyle talâk vâki olmaz, demiştir. Yani kocası da talâkı kadına tevfizi niyet edecek yahut öfke gibi bir hal delâleti de bulunacaktır. Nitekim bundan sonraki bâbta gelecektir.

«Seni serbest bıraktım.» Çünkü boşadım mânâsına geldiği gibi seni serbest bıraktım, çünkü sana ihtiyacım yok mânâsına da gelebilir. Senden ayrıldım sözü de böyledir.

«Hem sitem hem red olmaya ihtimalli değillerdir.» Bilakis sadece cevap olmaya elverişlidir. H. Yani sadece talâk isteğine cevap teşkil eder. Fetih.

«Çünkü ihtimallidir.» Bu sözlerden her birinin söylediğimiz gibi talâka ve başkasınaihtimalleri vardır. Hal bu iki ihtimalden birine delâlet etmez. Onun için kocaya niyeti sorulur ve bu hususta sözü kazaen tasdik olunur. Bedâyi. Tahtâvi diyor ki: "Eğer cevap olmaya elverişli kelimelerle talâk vâki olmak gerekir. Velevki niyeti olmasın, dersen ben de derim ki: Cevap olmasından murad talâkı meydana getirmek için cevap değildir. Maksad kadın sormadan onun sözüne cevap vermektir. Kadın talâk istediğini söylerse müzakere hâsıl oldu demektir. Müzakere hali ise niyete bağlı değildir. Bundan yalnız birincisi müstesnadır. Nitekim gelecektir."

Ben de derim ki: Lâkin bu söz az yukarıda Fetih'ten naklon söylediklerimize muhâliftir. Fetih sahibi cevaba ihtimalli olan sözü talâk isteğine cevap diye tefsir etmiştir. Bu itiraza en iyi cevap şöyle demektir: İddetini bekle gibi bir söz kadının isteğine sırf cevap olmak üzere söylenir. Yani orada talâk isteği varsa o söz sırf boşamak için kullanılır. Bütün hallerde talâk isteğinin mevcud olması lâzım gelmez. Çünkü bazen hal yalnız rıza hali yahut yalnız öfke hali olur, talâk isteği bulunmaz. Bununla beraber iddetini bekle gibi bir söz halis cevap olmaktan çıkmaz. Şu mânâya ki ortada sual olsa bu sırf cevap teşkil ederdi. Onun içindir ki, sualsiz olarak öfke halinde niyete bağlı kalmaksızın onunla talâk vâki olur.

«Yeminiyle beraber» kadın talâkı iddia etsin etmesin Allah Teâlâ'nın hakkı için erkeğe yemin lâzımdır. Bunu Tahtâvî Bahır'dan naklen böylemiştir.

«Yemine razı olmazsa» yani hâkim huzurunda yemine razı olmazsa demektir. Çünkü başkasının huzurunda yemine raz» olmamasının itibarı yoktur. T.

METİN

Öfke halinde ilk ikisi tevakkuf eder. Niyet ederse talâk vâki olur, etmezse vâki olmaz. Talâk müzakeresi halinde yalnız birincisi tevakkuf eder. Son ikisi ile niyet etmese bile talâk vâki olur. Çünkü delâletle beraber kazaen niyetim yoktur diye iddiasında tasdik edilmez. Çünkü delâlet daha kuvvetlidir. Zira zâhirdir. Niyet ise batınî (gizli) bir iştir. Onun için kadının delâlet üzerine getirdiği beyyine kabul edilir. Niyet üzerine getirdiği beyyinesi kabul edilmez. Meğerki onu ikrar ettiğine beyyine getirilmiş olsun. İmâdiyye.

İZAH

«Öfke halinde lk ikisi tevakkuf eder.» Yani red ve cevap olabilen ile sitem ve cevap olabilen tevakkuf eder. Cevap için teayyün eden tevakkuf etmez. Bunun izahı şudur: Öfke hali talâka elverişli olduğu gibi red ve uzaklaştımaya ve sövüp saymaya da elverişlidir. İlk iki kısmın sözleri buna da ihtimallidirler. Binaenaleyh hal bizzat talâka ve başkasına ihtimalli olmuştur. Onu niyet ettimi sözünün muhtemel bulunduğu bir şeyi niyet etmiş demektir. Zâhir de kendisini yalanlamaz. Binaenaleyh kazaen tasdik olunur. Sonuncu kısmın lâfızları yani sırf cevap olmaya yarayanın sözleri bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar talâka ve başkasınaihtimalli olsalar da bunlarda red, uzaklaştırma ve sövüp sayma ihtimali yok olunca hal talâk iradesi için teayyün eder. Bu sebeble sözünde zâhiren talâk tarafı tercih edilir. Artık onu zâhiren değiştirmek hususundaki iddiası tasdik edilmez. Onun için bu sözlerde niyete bağlı olmaksızın kazaen talâk vâki olur. Nitekim sarîh talâkta bununla ipten çözülmeyi kasdettiğini iddia etse tasdik olunmaz.

«Yalnız birincisi tevakkuf eder.» Yani yalnız red ve cevaba elverişli olan tevakkuf eder. Çünkü müzakere hali talâka elverişli olduğu gibi red ve uzaklaştırmaya da elverilişidir, sövmeye elverişli değildir. Birincinin sözleri de öyledir. Onlarla talâkı değil de reddi niyet ederse zâhire muhâlif olmaksızın sözünün muhtemelini niyet etmiş olur. Binaenaleyh talâkın vukuu niyete bağlı kalır. Son iki nev'in sözleri bunun hilâfınadır. Çünkü onlar talâka ihtimalli olsalar da müzakere halinin muhtemel bulunduğu red ve uzaklaştırmaya ihtimalli değillerdir. Binaenaleyh zâhiren talâk tarafı tercih edilir. Ondan değiştirmek isterse tasdik olunmaz. Onun için bu sözlerle niyetsiz kazaen talâk vâki olur.

Hâsılı birinci nev'i rıza, öfke ve müzakere hallerinde niyete bağlıdır. İkinci nev'i yalnız rıza ve öfke hallerinde niyete bağlı kalır. Müzakere halinde niyetsiz talâk vâki olur. Üçüncü nev'i yalnız rıza halinde niyete bağlı kalır. Öfke ve müzakere hallerinde niyetsiz talâk vâki olur.

METİN

Sonra niyet şart kılınan her yerde sual "mi" edatıyla yapılırsa talâk niyet edildiği takdirde "evet" sözüyle vâki olur. Sual "kaç" sözüyle yapıIırsa talâk "bir" sözüyle vâki olur. Nitekim şart kılınması bahis mevzuu olmaz. Bezzâziye. Bu bellenmelidir. Erkeğin iddetini bekle, rahmini temizle ve sen birsin sözleriyle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Velevki fazlasını niyet etmiş olsun. Esah kavle göre bir kelimesinin i'rabına itibar yoktur.

Kalanlarıyla yani zikredilen kinâye lâfızların geri kalanlarından "seç" sözünden başkalarıyla niyet ettiği takdirde bir yahut iki talâk-ı bâin niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü tekarrur etmiş bir kaidedir ki, talâk kelimesi masdardır, sırf adede ihtimali yoktur. Cins birliğini kasdederse üç talâk vâki olur. Onun için cariyede ikiyi niyet sahih olur. Seç kelimesinde ise üçü niyet dahi sahih olmaz. Kadın kendisini boşamadıkça bu kelimeyle ve emrin elinde olsun sözüyle talâk vâki olmaz. Nitekim gelecektir. Yani zikredilen kinâye lâfızlariyle dediğine göre: "Bazı kinâyelerle meselâ ben seni boşamaktan beriyim, senin talâkının yolunu bıraktım. sen mutlakasın, sen filanın karısından daha mutallakasın deyip filanın karısının boşanmış bulunması ve sen t, I, k ve bunlara benzer ulemanın açıkladıkları kinâyelerle de ric'î talâk olur." diye bir itiraz vârid olamaz.

İZAH

«Sual, mi edatıyla yapılırsa» yani birisi: Sen şöyle dedin mi diye sorarsa, bu talâk suali olurmu? Cevap veren müftü: Evet, niyet ettiyse olur der. H.

«Sual kaç sözüyle yapılırsa» yani soran kimse: Ben şöyle dedim, kaç talâk vâki olur derse, müftü: Bir talâk vâki olur cevabını verir. Niyetin şart olup olmadığından bahsetmez. Yani niyet ettinse bir olur demez. H.

«Bir talâk-ı ric'î vâki olur.» Velevki talâk-ı bâini niyet etmiş olsun. H.

«İddetini bekle...» sözüyle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü bu söz izmâr (kapalı konuşma) bâbındandır. Yani seni boşadım iddetini bekle yahut iddetini bekle, çünkü seni boşadım mânâsınadır. Bu sözü cima'da bulunduğu karısına söylerse kadın boş düşer ve iddet vâcip olur. Cima'da bulunmadığı karısına söylerse niyetiyle amel ederek kadın boş düşer, fakat iddet vâcip olmaz. Telvîh'de böyle denilmiştir. Tamamı Nehir'dedir.

«Rahmini temizle» sözü hakkında Bedâyi'den naklen izahat vermiş, onun iddet kelimesinden alınarak iddet beklemekten kinâye olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh onun hakkında da iddetini bekle cümlesi hakkında söylediklerimiz söylenir.

«Sen birsin» cümlesinde talâkı niyet ederse bir sözü mahzuf bir masdarın sıfatı olur. Yani sen bir talâk boşsun demek olur. Sarîh sözle yapılan talâkın arkasından ric'at gelir. Yani talâk ric'î olur. Masdar üçü niyete elverişli olsa da burada bir diye söylemesi üç niyet etmesine mâni olur.

«Bir yahut iki talâk-ı bâin niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur.» Hâsılı bir veya iki talâk niyet ederse yalnız bir talâk vâki olur. Hatta hür olan karısını bir defa boşar da sonra talâk-ı bâinle boşayarak ikiyi niyet ederse bir talâk-ı bâin boş olur. Üçü niyet ederse üç olur.

«Onun için cariyede ikiyi niyet sahih olur.» Çünkü onun hakkında iki talâk cinsin tamamıdır. Yani hür kadın hakkında üç talâk ne ise cariye hakkında iki talâk odur.

«Seç kelimesinde ise üçü niyet dahi sahih olmaz.» Yani ondan önceki üç kelimede üç talâkı niyet sahih olmadığı gibi seç kelimesinde de sahih olmaz. T.

«Kadın kendisini boşamodıkça» yani kocası talâkı niyet edip yahut halin delâletiyle talâk anlaşılıp kadın da kendini boşamadıkça talâk vâki olmaz. Çünkü bu tefvizin kinâyelerindendir. Talâkı îkâ'ın kinâyelerinden değildir. Nitekim bundan sonraki bâbta gelecektir.

«Ben seni boşamaktan beriyim.» sözüyle niyet bulunduğu takdirde bir talâk-ı ric'î vâki olur. Fetih. Lâkin Cevhere'de: "Ben senin nikâhından berîyim derse niyet ettiği takdirde talâk vâki olur. Ama ben senin talâkından berîyim derse br şey vâki olmaz. Çünkü bir şeyden beraet etmek onu bırakmaktır." denilmiştir. Bezzâziye'de beyan edildiğine göre ben senin talâkından beriyim sözü hakkında sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Hâniyye'de bununla talâk olmadığı kesin olarak sahih kabul edilmiş, Fetih ve Hulâsa'da se bu söz hakkında ihtlâfrivâyet olunmuştur. Fetih sahibi: "Bence en münasib bir talâk-ı bâin vâki olmaktır. Çünkü talâktan berî cimanın hakikatı onu yapmaktan aciz kalmayı istilzam eder ki, bu da iddetin bitmesi veya üç talâk yahut hiç talâk yapamamak suretlerinden biriyle kadından ayrılmaktır. Bu suretle o söz kinâye olur. Onunla talâkı niyet ederse talâk olur ve iki nev'i ayrılığın birine sarfedllir. O da üçten aşağı olan ayrılıktır." demiştir.

Ben derim kİ: Bu sözün muktezası bir talâk-ı bâin vâki olmaktır. Çünkü talâkın vukuu sarih sözle değil beraet lâfzıyladır.

«Sen filanın karısından daha mutallakasın.» sözü kadının filan karısını boşamış sözüne cevap olarak söylemişse talâk vâkidir. Ama diyaneten tasdik olunmaz. Çünkü halin delâleti niyet yerini tutar. Tutmamış olsa taalâk ancak niyetle vâki olur. O halde sarih sözlerden değildir. Onlardan sonra niyete bağlı kalmaz. Fetih sahibi bunu ta'lil ederken: "İsm-i tafdil sarîh sözlerden değildir." demiştir.

«Karısının boşanmış bulunması» şayet boşanmış değilse bu talâk vâki değildir. Bu kaydı Bahır sahibi zikretmiştir. Lâkin Fetih'de sarîh bâbının başında: "O kadının boşanmış olup olmaması fark etmez." denilmiştir.

«Sen t, I, k...» Sarih bâbında Zahîre'den naklen arzetmiştik ki, Zahîre sahibi bu harfleri: "Açık sözden ne anlaşılırsa bunlardan da o anlaşılır. Şu kadar var ki, bunlar sarih söz gibi kullanılmazlar. Binaenaleyh niyete muhtaç olmak hususunda kinâye gibi olmuşlardır." diye ta'lilde bulunmuştur.

«Ve bunlara benzer ilah...» Talâk üzerine olsun, talâkını sana bağışladım, talâkını sana sattım - kadın bedelsiz satın aldım demek şartıyla - talâkını al, talâkını sana ödünç verdim, Allah talâkını diledi yahut kaza buyurdu gibi sözlerin hepsinde niyetle bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir Bahır'da bunlara: "Talâk senindir veya senin üzerinedir, benim karım değilsin, ben senin kocan değilim, talâkını sana emânet ettim." sözleri de ilave edilmiştir. Muhît'te beyan edildiğine göre bunlarla kadının emri kendi elinde olur.

METİN

Bir adam karısına üç deta: İddetini bekle der de birinci ilâ talâk, diğerleri ile hayız niyet ederse kazaen tasdik olunur. Çünkü sözünün hakikatini niyet etmiştir. Diğerleri ile bir şey niyet etmezse üç talâk vâki olur. Çünkü birinciyi niyetle hal talâka delâlet etmiştir. Hatta yalnız ikinciyle talâkı niyet ederse iki talâk, yalnız üçüncü ile talâkı niyet ederse bir talâk vâki olur. Hiç biriyle talâk niyet etmediyse hiç talâk vâki olmaz. Bunun kısımları yirmi dörttür. Bunları Kemâl zikretmiştir. Yirmidörde şu da ziyade olunur: Hepsiyle bir talâk niyet ederse diyaneten bir talâk, kazaen üç talâk vâki olur.

İZAH

«Diğerleri ile hayız niyet ederse..» Bu hüküm konuştuğu kadın hayız görenlerden olduğuna göredir. Kadın hayzından kesilmiş veya küçük olursa kocası: Birinci sözümle talâk, kalanlarıyla aylarla iddeti kasdettim dediği takdirde hüküm yine budur. Fetih.

«Çünkü birinciyi niyetle...» Fetih sahibi diyor ki: "Bu zikredilenlerden anlaşıldığına göre talâk müzakeresi hali sadece talâk istemeye münhasır değildir. Bu, ulemanın söyledikleri: "Talâk müzakeresi hali kadının veya ecnebî birinin o kadının talâkını istemesidir." sözüne muhâliftir. Bilâkis o sözden de, mücerred yeni talâk îkâ'ından da umumîdir."

«Bunun kısımları yirmidörttür.» Ki hâsılı şudur: Bu adam ya bütün söyledikleriyle talâk niyet etmiştir yahut birinciye talâk veya hayız niyet etmiş başka bir şey kasdetmemiştir. Yahut yalnız ilk iki sözle talâk kasdetmiştir veya birinci ve üçüncü sözle talâk kasdetmiştir. Yahut ikinci ve üçüncüyle talâk, birinciyle hayız kasdetmiştir. Bu altı surette üç talâk vâki olur. Yahut yalnız ikinciyle talâk niyet etmiştir başka bir niyeti yoktur veya birinci ile talâk ikinci ile hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur. Yahut birinci ile talâk, üçüncü ile hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur. Yahut son iki sözüyle talâk kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur. Yahut ilk iki sözüyle hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur veya birinci ve üçüncüyle hayız kasdetmiştir, başka niyeti yoktur. Yahut birinci ve ikinciyle talâk, üçüncü ile hayız kasdetmiştir veya birinci ve üçüncüyle talâk, ikinci ile hayız kasdetmiştir veya birinci ve üçüncüyle talâk, ikinci ile hayız kasdetmiştir yahut birinci ve ikinci ile hayız, üçüncü ile talâk kasdetmiştir yahut birinci ve üçüncü ile hayız, ikinci ile talâk kasdetmiştir. Yahut yalnız ikinci ile hayız kasdetmiştir, başka bir niyeti yoktur. Bunlar onbir eder ki, bu sözlerle iki talâk vâki olur. Yahut her sözüyle bir hayız veya üçüncü sözüyle talâk veya hayız kasdedip başka bir niyeti olmaz; Yahut ikinci sözüyle talâk, üçüncü sözüyle hayız kasdeder, başka bir niyeti yoktu. Yahut son iki sözüyle yalnız hayız kasdeder, başka bir niyeti yoktur veya ilk sözüyle talâk ikinci ve üçüncü sözleriyle hayız kasdeder. Bu altı kısımda bir talâk vâki olur. Yirmidördüncüsü bütün sözleriyle hiç bir şeyi niyet etmemektir. O zaman hiç bir şey vâki olmaz.

Kaide şudur: Bu adam biriyle talâkı niyet edince talâk müzakeresi sabit olur. Ondan sonraki ile hayzı niyet ederse tasdik olunur. Çünkü talâkın akabinde hayızla iddet beklemek açık bir iştir. Sonrakiler hiç bir şey niyet etmediği iddiası tasdik olunmaz. Ama hiç bir sözüyle talâkı niyet etmezse sahih olur. Her niyet edilenden öncekinin hükmü böyledir. Daha önce talâkı niyet ettiği bir söz geçmemiş olmak şartıyla söylediği sözle hayzı niyet ederse talâk vâki olur ve müzakere hali sübut bulur. Artık onda zikredilen hüküm câridir. Ama daha önce talâk niyet ettiği bir söz geçtiyse bunun hilâfınadır. Onunla ikincisi vâki olmaz. Nehir'de Fetih'den naklen böyle denilmiştir. H.

Ben derim ki: Daha iyi açıklamak için biz bu kaideyi geçen bazı suretlerde izah edelim: Birinci sözle yalnız hayzı niyet eder de başka bir niyeti bulunmazsa üç talâk vâki olur. Çünkü birincisi ile hayzı niyet edince bir talâk vâki olur. Zira ondan önce talâk yapılmamıştır. İkinci ve üçüncü ile dahi hayzı niyet ederse niyeti sahih olur. Çünkü onlardan önce birinci vâki olmuştur. Birinci ile talâk, ikinci ile hayız niyet eder de başka bir niyeti bulunmazsa iki talâk vâki olur. Çünkü ikinci ile hayzı niyet etmesi sahihtir. Ondan önce birinci îkâ' edilmiştir. Üçüncü ile bir şey niyet etmeyince onunla diğer bir talâk vâki olur. Zira birincinin vâki olmasıyla müzakere hal sübut bulmuştur. Bütün söyledikleri ile hayız niyet ederse bir talâk vâki olur ki, o da birincidir. Çünkü ondan önce talâk îkâ'ı geçmemiştir. İkinci ve üçüncü ile hayzı niyet etmesi sahihtir. Zira onlardan önce talâk îkâ'ı geçmiştir. Kıyas buna göredir.

«Diyaneten bir talâk...» Çünkü sen boşsun sözünde olduğu gibi te'kidi kasdetmiş olması ihtimali vardır. Fetih.

«Kazaen üç talâk vâki olur.» Çünkü her sözüyle üçte bir talâkı niyet etmiştir. Talâk parçalanmayı kabul etmez. Binaenaleyh tamamlanarak üç bütün talâk vâki olur. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Fetih sahibi diyor ki: "Te'kid zâhirin hilâfıdır. Biliyorsun ki kadın hâkim gibidir. Zâhiren iddiasının aksini bildiği vakit kendisini ona teslim etmesi helâl olamaz." Bahır'da şöyle denilmiştir: "Ben bir talâk kasdettim, onunla üç hayız beklesin demek istedim şeklinde iddiada bulunursa tasdik olunur. Çünkü ihtimallidir. Zâhir kendisini yalanlamaktadır."

Ben derim ki: Bunun bir misli de Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sindedir.

METİN

Sen boşsun iddetini bekle der yahut Arabça vav veya fa harflerinden biriyle atfederse biri niyet ettiği takdirde bir, ikiyi niyet ettiği takdirde iki talâk vâki olur. Hiç talâk niyet etmezse vavla atfettiğinde iki, fa ile atfettiğinde bazılarına göre bir, bazılarına göre iki talâk vâki olur. Karısını cima'dan sonra bir defa boşar da arkacığından onu üç yaparsa sahih olur. Nitekim ric'î talâkla boşar da karısına dönmeden onu bâin veya üç talâka çevirirse sahihtir. Kezâ iddet içinde: «Kanma bu boşamakla bir talâk daha lâzım getirdim." derse dediği gibi olur. Seni boşarsam o talâk bâin olsun yahut üç olsun der de sonra boşarsa ric'î talâk meydana gelir. Çünkü vasıf mevsuftan önce bulunmaz. Nitekim geçmişti.

İZAH

«Biri niyet ettiği takdirde bir...» Yani iddetini bekle sözüyle her üç surette hayızla iddet beklemeyi emreder talâkı kasdetmezse tasdik olunur. Çünkü bu bâbtaki emir talâkın akibinde zâhir olmuştur. Nitekim yukarıda geçmişti.

«İki talâk vâki olur.» Bunların ikisi de ric'îdir. Çünkü iddetini bekle sözüyle bâin talâk vâklolmaz. Nitekim biliyorsun.

«Vavla atfettiğinde iki...» Hiç atıf yapmadığı surette yine iki talâk vâki olur. Çünkü her iki surette yeni bir emir, yeni bir cümle olur. Bu söz talâk müzakeresi halinde söylendiği için talâka yorumlanır. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Bazılarına göre bir talâk vâki olur.» Muhît sahibi mezhebin bu olduğunu söyleyerek kesinlikle buna kâil olmuştur ve: "Fa vasıf içindir." diyerek ta'lilde bulunmuştur. Yani bu emrin hayızla iddet beklemeye yorumlanmasını ifade eder demek istemiştir.

«Bazılarına göre iki talâk vâki olur.» Hâniyye sahibi bunu tercih etmiştir. Bunun vechi emri talâka yorumlamaktır. Çünkü müzakere halidir. Ben derim ki: Birinci kavil daha yerindedir.

«Bir defa boşar da ilah...» Burada Zahîre ve diğer kitabların ibâreleri şöyledir: "Karısını bir talâk-ı ric'î ile boşar da sonra iddeti içinde: Ben bu talâkı bâin veya üç yaptım derse Ebû Hanife'ye göre sahih olur. Bu ifade musannıfın ibâresinden daha kısa ve daha zâhirdir. İddet içinde diye kayıtlaması iddet çıktıktan sonra kadın ecnebî olduğu içindir. Artık ona yaptığı talâkı üçe veya bâine çevirmek elinde değildir. Onun için şârih cima'dan sonra diye kayıdlamıştır. Zira cima'dan önce olursa o talâkı üçe çeviremez. Kadın üçe çevirmeden iddet lâzım gelmemek üzere bâin olup gider.

«Karısına dönmeden» diye kayıdlaması döndükten sonra çevirirse talâkın amelî bâtıl olacağı içindir. Artık onu bâin veya üç yapması imkânsızdır. Talâkı iddet içinde bâine çevirdiği vakit iddet ric'î talâkı yaptığı günden başlar. Nitekim Bezzâziye sahibi bunu zikretmiştir. Yani çevirdiği günden başlamaz. Sarîh bâbının başında Bedâyi'den naklen arzetmiştik ki, bir talâkı üçe çevirmenin mânâsı ona iki talâk katmakla olur. Yoksa biri üçe böler mânâsına değildir.

T E M B İ H : Bir kimse talâkı zikreder de aded söylemezse sustuktan sonra kendisine kaç demek istedin diye soruldukta üç defa cevabını verirse, Şeyhayn'a göre üç talâk vâki olur. İmam Muhammed buna muhâliftir. Sorulmaz da sustuktan sonra üç defa derse bakılır: Susması nefesi kesildiği içinse kadın üç defa boş olur. Çünkü buna muztardır. Bu susma fâsıla sayılmaz. Aksi takdirde bir talâk boş olur. Nitekim Bezzâziye'de belirtilmiştir. Cevhere'de şöyle denilmektedir: "Bir kimse karısına: Sen boşsun der de sustuktan sonra kendisine kaç defa diye sorulur ve cevabını verirse İmam Muhammed'e göre de üç talök vâki olur." "Hâniyye'de: "Bu kavlin Ebû Hanife'ye aid olması ihtimali vardır. Zira ona göre bir defa boşar da sonra ben onu üç yaptım derse üç olur." denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, boşayan kimseye: "Üçle de." denilir de o da "üçle" derse evleviyetle vâki olur. Çünkü burada üçe çevirmek daha zâhirdir. Bezzâziye'de şöyle denilmektedir; "Bir adam karısına: Sen bir talâk boşsun der de kadın: Hezar cevabını verirse, o da hezar dediği takdirde niyet ettiği olur. Aksitakdirde bir şey olmaz." Hezar: Farsça bin demektir. Bu bizim anladığımıza aykırı değildir. Çünkü kadın kocasına talâkı bine çevirmesini emretmemiştir. O ancak ihtimalli bir ta'rizde bulunmuştur. Sadedinde bulunduğumuz meselede ise kendisine talâkı üçe çevirmesi emrolunmuş o da cevap vermiştir. Cevap sualde söyleneni tezammun eder. Üstadlarımızın üstadı Sâlhânî'nin elyazısıyla böyle tesbit edilmiştir.

Ben derim ki: Anlaşıldığına göre kadının kocasına üçü söyle demesi o sayıyı ilk sözüne katmasını emirdir. Bu lahîk olmaz. Nitekim kocası sustuktan sonra istenmeden bunu söylerse hüküm budur. Evet, kadına: Sen boşsun der de kadın: Beni üçle boşa diye teklifte bulunur, o da üçle derse bunun üçe çevirme ve yeni bir boşama olduğunda şüphe yoktur. Çünkü isteğin cevabıdır. Allahu a'lem!

«Dediği gibi olur.» Yani birinci surette üç talâk, ikincide iki talâk vâki olur. Nitekim Hâniyye ile Bezzâziye'de bildirilmiştir. Bu izaha göre birinci boşamaya iki talâk, ikincidekine bir talâk katmış olur.

«Nitekim geçmişti.» Yani cima edilmeyen kadının talâkından az önce geçmişti. H. Şârih: "Hayırla!" sözüyle orada tâlikler meselesinde Bahır sahibiyle geçen bahse işaret etmiştir.

 

SARİH SARİHA VE BÂİNE MÜLHAK OLUR

 

METİN

Sârih talâk sarîha ve iddet şartıyla bâin talâka lahîk olur. Bâin talâk ise sarîha lahîk olur, baine lahîk olmaz. Sarihtan murad niyete muhtaç olmayan talâktır. Bâin olsun, ric'î olsun fark etmez. Fetih. Üç talâk dahi sarîhtan sayılır. Ve her iki nev'i talâka lahîk olur. Mal şartıyla talâk dahi öyledir. Binaenaleyh ric'î talâka lahîk olur, malı vermesi i'cab eder. Bâine de lahîk olur, fakat talâk vâki olsa da mal lâzım gelmez. Nitekim Hulâsa'da beyan edilmiştir. Şu halde meşhur kavle göre bunda mu'teber olan mânâ değil lâfızdır.

İZAH

«Sarîh talâk sarîha lahîk olur.» Misâli karısına: Sen boşsun dedikten sonra bir daha sen boşsun demektir. Yahut karısını mal şartıyla boşamasıdır. İkinci sarîh sözde o sözle ric'î veya bâin talâk vâki olmasının bir farkı yoktur.

«Bâin talâka lahîk olur.» Misâli karısına: Sen bâinsin dedikten veya mal şartıyla hul' yaptıktan sonra sen boşsun yahut bu boştur demesidir. Bunu Bahır sahibi Bezzâziye'den nakletmiş, sonra şunları söylemiştir: "Sarîh talâk bâine lahîk olunca o da bâin olur. Çünkü evvelki talâkın bâin oluşu ric'ata (karısına dönmeye) mânidir. Nitekim Hulâsa'da belirtilmiştir. Bâine lahîk olan sarîhi kadına onunla hitap ve işaret ederse diye kaydetdik. Bu; benim her karım boş olsun sözünden ihtiraz içindir. Çünkü hul' yaptığı karısına vâki değildir ilah..." Bunu şârih: "Bezzâziye'deki şu ifade müstesnadır..." diyerek zikredecektir. Bu hususta sözgelecektir.

«İddet şartıyla...» Bu şart ilhakın bütün suretlerinde mutlaka lâzımdır. Onu en sonra söylese daha iyi olurdu. H.

«Sarîhten murad niyete muhtaç olmayan talâktır.» Buradan başlayarak "meşhur kavle göre" sözüne kadar olan kısmı "Bâin sarîha lahîk olur." cümlesinden önce zikretmek gerekirdi. Çünkü bunların hepsi ilk cümlenin müteallakatındandır. Yani "Sarîh sarîha ve bâine lahîk olur." cümlesine teallûk ederler. Bir de ikinci cümledeki sarîhtan murad hassaten talâk-ı ric'îdir. Nitekim az sonra göreceksin. Yani buradaki sarîhtan murad sözün hakikatıdır. Onun hususi bir nev'i değildir. Hususi bir nev'i yalnız talâk-ı ric'î yapmaya yarayan sözdür. Buradaki ise daha umumidir.

Kinâyeye gelince: onun: İddedini bekle, rahmini temizle, sen birsin ve bunlara mülhak talâk-ı ric'î ifade eden sözleri zâhir rivayete göre niyet şartıyla bâine mülhak olurlarsa da, bunlarla ric'î talâk vâki olduğu için sarîh mânâsındadırlar. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir. Yani bunlar bâine lahîk olma hükmünde sarîha mülhak sözlerdir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Minah'da ise şöyle denilmiştir: "Bu sözlerin sahih olması izmâr (kapalılık) suretiyledir. Zira sen birsin sözünün manâsı sen bir talâkla boşsun demektir. Bu suretle hüküm sarîha verilmiş olur. Lâkin bu kapalılık sâbit olmak için mutlaka niyet lâzımdır." Böylece Minah sahibi bunların sarîh hükmünde olmasının vechini anlatmış oluyor ki, o da kapalı olmalarıdır. Talâkın îkâ'ı ise söylenen sözün kendiyle değil kapalı olanladır. Lâkin sübutu kapalı olduğu için niyete bağlı kalmıştır. Niyetle sâbit olduktan sonra artık niyete muhtaç değildir.

Halebî diyor ki: "Şöyle bir itiraz vârid olamaz: Müftâbih kavle göre sen bana haramsın sözü niyete bağlı değildir. Halbuki bu söz bâine lahik değildir. Bâin de ona lahîk değildir. Çünkü kendisi bâindir. İtiraz vârid olamaması onun niyete bağlı kalmaması ârizî bir sebeple olduğundandır. Asıl vaz'ı itibariyle değildir."

«Bâin olsun, ric'î olsun fark etmez.» Sarih faslının başında Bedayi'den naklettiğimiz şu ifade dahi bunu te'yid eder: "Sarîh; biri sarîh ric'î, diğeri sarîh bâin olmak üzere iki nev'idir. O zaman talâk-ı ric'î ile mal şartıyla talâk da sarîhda dahildir." Kezâ zifaf olmayan kadının talâkı faslından önce geçen şu ibâre dahi bunu te'yid eder: "Kendileriyle talâk-ı bâin vâki olan sarîh sözlerden bazıları da: Sen bâin talâkla boşsun, elbette boşsun, en çirkin talâkla boşsun, şeytan talâkıyla boşsun, uzun talâkla veya geniş talâkla boşsun ilah... gibi sözlerdir. Bunların hepsi sarîh olup niyete bağlı değildirler. Bunlarla bâin talâk vâki olur ve hem sarîhe, hem bâine katılır." Hulâsa'da şöyle denilmiştir: "Sarîh bâine lahîk olur. Velevki ric'î olmasın. Şu da var ki, Mes'ûdî Şerhi Mansûrî'de bildirildiğine göre hul' yapılan kadına sarîh talâk lahîk olabilir. Yeter ki iddeti içinde bulunsun, iddetini bekle gibi sarîh hükmünde bulunan kinâyeyedahi sarîh talâk lahîk olur. Mansûrî daha sonra şunları söylemiştir: "Kinâyeler ve bâin talâklar hul' yapılan kadına lahik olmazlar. Talâk ric'î ise kadına kinâye lâfızlar lahîk olur. Çünkü nikâh milki bâkîdir. Ikdü'l-Ferâid sahibi bunun Fetih'deki ifadeyi te'yid ettiğini söylemiştir." Nehir sahibi bu ifadeyi nakil ve ikrar etmiştir.

Ben derim ki: Mansûrî'nin kinâyeler ve bâin talâklar sözündeki (ve) edatı nâsih tarafından ziyade edilmiştir. Yani hükümsüzdür, Mansûrî'nin muradı daha önce zikrettiği ric'î kinâyelerin mukabilinde bâin kinâyeleri zikretmektir. Bililyorsun ki kinâye lâfzı ile olmayan bâin talâklar mülhak olan sarih kısmındandır. Aksi takdirde Fetih sahibinin sözünü teyid değil ona zıd olur.

«Üç talâk dahi sarîhtan sayılır ilah...» Ve hem sarîha, hem bâine mülhak olur. Bir adam karısını bâin talâkla boşadıktan sonra iddeti içinde üç defa daha boşasa vâki olur. Bu Halep'te vâki olmuştur. Fethü'l-Kadir sahibi diyor ki; "Hak olan lahîk olmasıdır. Biliyorsun ki sarih bâine mülhak olur. Velevki kendisi bâin olsun. Lahîk olmayan bâinden murad kinâyedir." Talebesi İbn-i Şihne dahi Ikdü'l-Ferâid adlı kitabında ona tâbi olduğu gibi Bahır, Nehir ve Minah sahibleriyle Makdisî, Şürunbulâlî ve diğer ulema da tâbi olmuşlardır. Az yukarıda Hulâsa'dan naklettiğimizin açıkçası budur. Bunu Dürer ve Gurer sahibi de te'yid etmiştir. Nitekim az ileride zikredeceğiz. Üç talâk vâki değildir sözünü tercih eden buna muhalefette bulunmuştur. Zira o söz meşhurun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.

«Mal şartıyla talâk dahi öyledir.» Yani o da sarîhtendir. Velevki vuku bulan talâk bâin olsun.

«Fakat talâk lâzım olsa da mal lâzım gelmez.» Yani kadını bâin talâkla boşadıktan sonra iddeti içinde mal karşılığında boşasa ikinci talâk da vâki olur. Ama kadının mal vermesi gerekmez. Çünkü mal vermek kurtulmak içindir. Bu hâsıl olmuştur. Nitekim Bezzâziye'den naklen Bahır'da bildirilmiştir. Yani bundan önceki bunun hilâfınadır. Zira karısını talâk-ı ric'î ile boşarsa kurtuluş iddetin bitmesine bağlı kalır. O talâktan sonra kadını iddeti içinde mal karşılığında boşarsa malı vermesi lâzım gelir. Çünkü kocasından o anda bâin olmuştur. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Sonra bilmelisin ki meselemizde mal vermek lâzım gelmese de talâk vâki olmak için onun kabulü mutlaka lâzımdır. Çünkü sen bin dirhem vermek şartıyla boşsun sözü kadının talâkını kabule tâliktir. Binaenaleyh şart bulunmadıkça vâki olmaz. Nitekim Bezzâziye'de belirtilmiştir. Şu halde burada sarîhte mu'teber olan lâfızdır. Yani sarîh lâfızlarından olmasıdır. Velevki onunla bâin talâk meydana gelsin. Lâfızdan murad kapalı sözlere de şâmildir. Nitekim evvelce geçtiği vecihle ric'î talâk ifade eden kinâyeler de öyledir."

«Meşhur kavle göre...» sözü bazılarının Halep vak'asındaki sözlerini yani "Üç talâk vâki olmaz. Çünkü mânâ itibariyle bu söz bâindir. Bâin bâine lahîk olmaz. Mânâya itibar lâfzaitibardan evlâdır." ifadesini reddetmektedir. Onlar bu sözün esah olarak müftâbih sayıldığını söylemişlerdir. Bunu musannıf da ifade etmiştir.

Ben derim ki: Zâhidî'nin Hâvî'sinde Necmüddin'in Esrar'ına nisbet edilerek şöyle denilmiştir: "Bir kimse karısına: Sen bâinsin dedikten sonra iddet içinde sen üç defa boşsun dese, Ebû Hanife'ye göre üç talâk vâki olmaz. Çünkü bu üç talâk mânâ itibariyle ağır beynûnettir. İmameyn'e göre üç talâk vâki olur. Çünkü lâfız itibariyle sarîhtir. Esah olan Ebû Hanife'nin kavlidir. Zira itibar lâfza değil mânâyadır." Sonra Hâvî sahibi bu sözün bir mislini de Ûyûn şerhine nisbet etmiştir. Sonra daha başka bir kitaba nisbetle şöyle demiştir: "İmam Muhammed'e göre üç talâk vâki olmaz. Fetva onun kavline göredir. Bunun bir misli de Üstürişnî'nin Fusul'ündedir." Musannıf Minah'da bu sözün reddini üzerine almıştır. Şürunbulâliyye sahibi de ondan naklederek ikrarda bulunmuştur. Tekerrür etmiştir ki, Zâhidî zayıf rivâyetleri nakleder. Onun yalnız başına naklettiği rivâyetlere tâbi oIunmaz. Hulâsa, Bezzâziye ve diğer kitablarda onun söylediğine muhâlif nakiller bulunmuştur. Nitekim yukarıda arzettik.

Dürer ile Ya'kubiyye'de dahi az ileride beyan edeceğimiz vecihle onun hilâfına istidlalde bulunulmuştur. Bizim tâbi olmamız için Fethü'l Kadir sahibinin söylediği kâfidir. Ondan sonra gelenler de ona tâbi olmuşlardır. Onun için şârih de ona itimad etmiş, onu meşhur saymıştır. Buna şu da kesinlikle delâlet eder ki, o adam karısını boşar da sonra hul' yapar ve iddet içinde: Sen boşsun derse bu söz de lâfzan sarîh, mânen bâindir. Ama kesin olarak talâk vâkidir. Ulema sarîh talâkın bâine lahîk olacağına Teâlâ Hazretlerinin: "Kadının fidye vermesinde karı-kocanın ikisine de bir günâh yoktur." âyet-i kerîmesiyle istidlal etmişlerdir. Bu âyetten murad hul'dur. Bundan sonra Teâlâ Hazretleri: "Kadını yine boşarsa artık başka kocaya varmadıkça o adama helâl olmaz." buyurmuştur. Cümleyi fa harfiyle bağlamıştır. Fa takib içindir. Fetih sahibi: "Hul'dan sonra üç talâkın vâki olacağına nass budur." diyor. Bu sözün bir misli de Telvîh'den naklen Dürer'dedir.

Hayreddin-i Remlî Hâşiyelerinde şu ifade vardır: "Müştemi'lü'l-Ahkâm'da beyan edildiğine göre bâin bâine lahîk olmaz. Yani lâfzan bâin demek istiyor. Manevî bâin ise lâfzî bâine mülhak olur. Üç talâk böyledir. Bu Mebsûttan nakledilmiştir."

«Bâin talâk bâine lahîk olmaz.» Lahîk olmayan bâinden murad kinâye lâfzıyla olandır. Çünkü talâk yapmakta zâhir olmayan budur. Fetih'de de böyle denilmiştir. Lahîk olmayan diye kayıdlaması ilk zikir ettiği bâinin kinâye ve sarîh lâfızlara eam ve şâmil olduğuna işaret içindir. Sarîh, mal şartıyla boşamak gibi beynûnet ifade eden sözdür. O zaman ikinci cümledeki yani "Bâin sarîha lahîk olur, bâine lahîk olmaz." cümlesindeki sarîhten murad sadece ric'î sarîhtir, bâin sarîh değildir. Bununla anlaşılır ki, şârihin evvela Fetih'tennaklettiği: "Sarîh niyete muhtaç olmayan sözdür. Bu sözle vâki olan talâk bâin veya ric'î imiş fark etmez." ifadesi birinci cümledeki sarîha mahsustur. Yani "Sarîh sarîha ve bâine lahîktir." ifadesine mahsustur. Nitekim Fethü'l-Kadir'in burada zikrettiğimiz ifadesi de bunu gösterir.

Buna şu iki fer'î mesele de detâlet eder: Birincisi Kınye'de Özcendî'den naklen zikredilmiştir ki şudur: "Bir adam karısını bin dirhem vermesi şartıyla boşar da kadın bunu kabul ederse, sonra kadına iddeti içinde sen bâinsin derse talâk vâki olmaz." İkincisi Hulâsa'da olup hul'un altıncı cinsindendir ve şudur: "Kadını mal karşılığında boşar da sonra ona iddeti içinde hul' yaparsa sahih olmaz." Bu da bizim söylediğimiz mânâda açıktır. Bununla Bahır sahibinin söylediği, Nehir sahibinin de kendisine uyduğu istişkâl meselesi sâkıt olur. Bahır sahibi kendi anladığına göre bu iki fer'î meseleyi müşkil görmüş, sarîhten murad sarîh bâine şâmil olan sözdür diyerek ulemanın mal vermek şartıyla kadın boşamayı sarîh kabîlinden saydıklarını, bâin sarîha lahîk olur dediklerini, binaenaleyh birinci fer'î meselede talâkın vuku bulması gerektiğini, ikinci meselede de hul'un sahih olmasını ileri sürmüş, sonra şunları söylemiştir: "Hul' sahih değildir demekten muradın mal lâzım gelmez mânâsına alınmasından başka kurtuluşa çare yoktur. Buna delil Hulâsa sahibinin bunun aksini açıklamasıdır ki, o da şudur: Kadını hul'dan sonra mal karşılığında boşadığı zaman talâk vâki olur. Ama mal vermesi icab etmez. Tabii bunların aralarında fark yoktur."

Ben derim ki: Böyle bir zâtın bu sözleri söylemesi şaşılacak şeydir. Evvela ikinci cümledeki sarîhten murad yalnız ric'î talâktır. Birinci cümledeki sarîh bunun hilâfınadır. Bu izaha göre iki fer'î mesele arasında asla işkâl yoktur. Bilâkis her ikisi bizim söylediklerimize delildir.

İkincisi: Onun kurtuluşa çare dediği pek uzak bir ihtimaldir. Bilâkis kurtuluşa çare bizim söylediklerimizdir.

Üçüncüsü: Bu fer'î mesele ile aksinin arasında fark bulunmadığını iddia etmesi son derece kapalıdır. Çünkü aralarında açık fark yardır. Kadını hul'dan sonra mal mukabilinde boşarsa mal vermesi icab etmez. Çünkü mal vermek o adamın elinden kurtulmak içindir. Bu ise yukarıda beyan ettiğimiz gibi hâsıl olmuştur. Hul'dan önce mal mukabilinde boşarsa malın sâkıt olmasının hiç bir vechi yoktur. Çünkü malı vermeden yapılan talâkla o adamın elinden kurtuluş hâsıl olamaz. Bilâkis iddetin bitmesine bağlı kalır. Şu halde mal vermekle matlub hâsıl oldu demektir. Mal vermekle matlub tehakkuk ettikten sonra bu iç ârız olan hul' ile bâtıl olmaz. Bilâkis bizzat hul' bâtıl olur. Çünkü kurtuluş hul'dan önce hâsıl olmuştur. Artık hul'un bir faydası kalmaz. Birçok zevatın ayaklarının kaydığı bu makamı izah hususunda bana zâhir olan budur. Bunu ganimet bil! Çünkü bu, Allahu Zülcelal'in yardımıyla bu kitaba mahsus olan şeyler cümlesindendir.

Sonra Sadru'ş-Şeria üzerine yazılmış Ya'kubiyye hâşiyelerinde şunu gördüm: "Bir deulemanın sarîh olmayan bâin sarîha lahîk olur, sözleri mutlak bırakılmamak gerekir. Çünkü bâin olan sarîha lahîk olmaz. Birinci cümleden haber olmak ihtimali vardır. Nitekim gizli değildir. Meğerki iki bâinin arasında fark olduğu iddia edilsin. O zaman biri ile digerinden haber vermek sahih olmaz." Bu, Allah'a hamdolsun benim anladığımın tâ kendisidir. Yani ikinci cümledeki sarîhtan murad sadece ric'î sarîhtir.

Ya'kubiyye'nin: "Meğerki iki bâinin arasında fark olduğu iddia edilsin." sözüne gelince: Evvela yaptığımız izahattan anladın k,. bunların arasında fark yoktur. Bu hususta hiç bir anlayış sahibinin şüphesi yoktur. Allahu a'lem.

METİN

Bâinin bâine lahîk olamaması ikincinin birinciden haber yapılması mümkün olduğu vakittir. Meselâ: Sen bâinsin bâinsin yahut seni bir talâkla bâin kıldım demesi böyledir, talâk vâki olmaz. Çünkü ihbardır. Bunu inşâ saymak için bir zaruret yoktur. Seni diğer bir bâinle ayırdım yahut sen boşsun bâinsin veya ben büyük beynûneti niyet ettim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü ikinci sözü ihbara yorumlamak imkânsızdır. Binaenaleyh inşâ sayılır. Onun için de muallak dediği şeklide vâki olur.

İZAH

«İkincinin birinciden haber yapılması mümkün olduğu vakittir.» Bahır sahibi diyor ki: "Erkek karısını talâk-ı bâinle boşar da sonra ikinci bir talâkı niyet ederek ona: Sen bâinsin derse niyetine göre ikinci talâkın vâki olması gerekir. Çünkü talâkı niyet etmekle o söz haber olmaya yaramaz. Bu adam: Seni başka bir talâkla bâin kıldım demiş gibi olur. Meğer ki şöyle denilsin: Talâkın vukuu ancak ona elverişli bir sözle olur. O da başka sözüdür. Mücerred niyet etmesi bunun hilâfınadır." Burada şöyle denilebilir: İkinci söz elverişlidir. Hatta elverişli sözü "onun için muayyendir" tâbiriyle değiştirilse daha zâhir olur. T.

Ben derim ki: Ulemanın imkân tâbirini kullanmaları ve: "İkinci sözü birinciden haber yapmak mümkünse onu inşâ saymaya hâcet yoktur." demeleri bahsi aslından def eder. Çünkü bu söz sen bâinsin sözüne uygundur. Şu da var ki bâin ancak niyetle vâki olur. Binaenaleyh ulemanın: "Bâin bâine lahîk olmaz." sözlerindeki bâinden muradın niyet edilen bâin olduğunda şüphe yoktur. Çünkü niyet edilmeyenle aslâ talâk vâki olmaz. Ulema bununla birinci talâkı niyet etmesini şart koşmamışlardır. Şu halde anlaşılıyor ki "Mümkün olduğu vakittir ilah..." sözleri haber yapmak mümkün olmadığı suretten ihtiraz içindir. Nitekim seni başka bir talâkla bâin kıldım sözünde haber yapmak mümkün değildir. Başka bir talâkı niyet etmesinden ihtiraz değildir.

«İddetini bekle, iddetini bekle demesine gelince.» Bu evvelce geçtiği vecihle sarîha mülhaktır. Binaenaleyh buradakine aykırı değildir. Ulema onunla mükerrer talâk vâkiolduğunu söylemişlerdir.

«Sen bâinsin bâinsin.» ifadesi bazı nüshalarda böyle mükerrerdir. Bazılarında ise tekrarsız olarak "sen bâinsin gibi" denilmiştir. En doğrusu budur. Çünkü maksad talâk-ı bâinle boşanmış bir kadına talâk-ı bâin yapmayı temsildir. Şu da var ki Tahtâvî'nin dediği gibi murad nahvin haberi değildir. Bilâkis ilk defa ağızdan çıkanı haber vermektir. Hem bu bir mecliste olması lâzım îhamını verir. Halbuki bu lâzım değildir.

«Seni bir talâkla bâin kıldım.» cümlesi ikinci bâinin üzerine atfedilmiştir. H. Şârih bununla iki sözün bir olması şart kılınmadığına işaret etmiştir. Binaenaleyh birincisinin bâin kinâye yahut hul' veya mal karşılığında ise sarîh talâk sözü yahut bâin olduğunu bildiren bir sıfatla mevsuf olması hallerine şâmildir. Nitekim evvelce yaptığımız izahattan anlaşılmıştır. Yeterki ikinci hul' ve benzeri gibi niyete bağlı bâin kinâyelerden olsun. Bu: Sen haramsın sözünde olduğu gibi aslı itibariyle de olabilir. Ric'î talâk ifade eden kinâyeler bunun hilâfınadır. Çünkü onlar sarîh hükmündedirler ve evvelce geçtiği vecihle bâine lahîk olurlar.

«Talâk vâki olmaz.» Yani niyet etse bile olmaz. Çünkü Bahır'da Hâvî'den naklen bildirildiğine göre talâkın kinâyeleriyle niyet etse bile bir şey vâki olmaz. T.

«Çünkü ihbardır.» Yani ihbar sayılır. Zira ihbar saymak mümkündür. Seni diğer bir bâinle ayırdım.» Yani kadını evvelâ bâin talâkla boşar da sonra iddeti içinde: Seni başka bir talâkla ayırdım derse talâk vâki olur. Çünkü başka sözü birinciden haber yapmaya elverişli değildir.

«Yahul sen boşsun bâinsin demesi bunun hilâfınadır» Çünkü talâkın vukuu sen boşsun sözüyledir. Bu söz sarîhtir. Bâin sözü hükümsüz kalır. Çünkü ona hâcet yoktur. Bâinden sonra söylenen sarîh talâk sözü bâin olur. Bahır sahibinin Menâr şerhinde böyle denilmiştir. Bu Bahır sahibinin Zahîre'den naklettiği ifadeyi işarettir. Orada bu sözle bâin olarak boşanan bir kadına seni bir talâkla bâin kıldım demesi arasında fark yapılmıştır. Şöyle ki: Bâin sözünü hükümsüz bırakırsak boşsun sözü kalır ki, onunla talâk vâki olur. Seni bâin kıldım sözünü hükümsüz bırakırsak bir talâkla sözü kalır ki, bu bir şey ifade etmez.

Ben derim ki: Lâkin bu izaha göre cima' edilmeyen kadının talâkı bâbında arzettiğimiz: "Talâk ne zaman bir sayı ile kayıdlanır veya vasıfla yahut masdarla vasıflanırsa vukuu o kayıdla olur. Hatta sen boşsun der de üç sözünü söylemeden yahut bâin diyemeden kadın ölürse talâk vâki olmaz." ifadesi müşkil kalır. Bu ifade ulemanın burada vasfı hükümsüz bırakmak için ittifak etmelerine aykırıdır. Meğer ki şöyle cevap verilmiş olsun: Burada onunla talâk vâki olmasının mu'teber sayılması sahih değildir. Çünkü ondan önce beynunet geçmiştir. Bir de burada bâin vasıflanması bile sarîhle vâki olur. Binaenaleyh az yukarıda gördüğün gibi vasfı hükümsüz bırakmak teayyün eder. Burada başka bir işkâl kalır ki cevabıyla birlikte Bahır'da zikredilmiştir.

«Veya ben büyük beynuneti niyet ettim demesi bunun hilâfınadır.» Yani ikinci bâin sözüyle ben büyük beynuneti niyet ettim derse bu talâk sayılır. Büyük beynunetten murad ağır hörmettir ki, ondan sonra başka kocaya varmadıkça kadın ilk kocasına helâl olamaz. Mutemed olan kavil budur. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir, Bazıları talâk vâki olmadığını söylemiş: "Çünkü ağır kelimesi beynunetin sıfatıdır. Asıl beynunet hakkında niyet hükümsüz kalınca vasfını isbat hakkında da hükümsüz kalır. Muhît. Bu beynunet niyetinin hükümsüzlüğü hususunda açıktır." demişlerdir. Bu ifadenin bir misli de biraz yukarıda Hâvî'den naklettiğimlizdir. Binaenaleyh başka bir beynuneti niyet sahih değildir. Bahır sahibinin incelemesi bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti. Dürer'de şöyle denilmiştir! "Ben derim ki Bu kesin olarak şunu gösterir: Bir adam karısını bâin olarak boşar da sonra iddet içinde: Sen üç defa boşsun derse üç talâk vâki olur. Çünkü galîz hörmet üçü zikretmeden mücerred niyetle sâbit olunca, üçü açıkca söyIediği zaman sâbit olması evleviyette kalır." Tamamı Dürer'de ve benzeri Ya'kubiyye'dedir.

METİN

Ancak bâin müneccez olan bâinden önce şarta tâlik edilir veya muzaf olursa o zaman lahîk olur. Meselâ şu haneye girersen sen bâinsin sözünü niyet ederek söyler de sonra kadını talâk-ı bâinle boşar ve kadın haneye girerse ikinci defa bâin olur. Çünkü bu söz ihbar olmaya elverişli değildir. Muzaf da bunun gibidir. Meselâ: Sen yarın bâinsin der de sonra talâk-ı bâinle boşarsa, yarın geldiğinde bir talâk daha vâki olur. Bahır'da Vehbâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: "Sen bâinsin sözü muallak olsun, müneccez olsun kinayedir ve niyete muhtaçtır. Şu haneye girersen sen bâinsin dedikten sonra. Zeyd'le konuşursan sen bâinsin der de kadın o haneye girer ve talâk-ı bâinle boş olursa, sonra Zeyd'le konuştuğunda bir talâk daha boş düşer. Zahire.

"Bezzâziye'de de şu ibâre vardır: "Şu işi yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun der, sonra başka biri için aynı sözü söyler de ikiden birini yaparsa kadın bâin olur. Kezâ ikincisini yaparsa en uygun kavle göre yine boş düşer. Bellenmelidir. Musannıfın müneccez olan bâinden önce diye kayıdlaması şundandır: Evvela kadını talâk-ı bâinle boşar da sonra bâini izafe eder veya tâlik yaparsa, tencizi sahih olmadığı gibi bu da sahih olmaz. Bedâyi.

İZAH

«Şarta tâlik edilir ilah...» cümlesi karısıno îlâ yapıp dört ay geçmeden talâk-ı bâinle boşamasına, sonra kadına yaklaşmadan müddet geçmesine yahut iddet içinde dört ayın geçmesi haline şâmildir. Zira bu talâk vâkidir. İmam Züfer buna muhâliftir. Bahır.

«Müneccez olan bâinden önce...» Buradaki öncelikte neden ihtiraz ettiğini şârih az ileride söyleyecektir. İkinci talâkın müneccez (yürürlükte) olması kayıd değildir. Birinci muallakvuku bulmazdan önce onu tâlik etse hüküm yine böyledir. Nitekim şârih bunu da anlatacaktır.

«Niyet ederek...» Çünkü kinâyedir. Kinâyede mutlaka niyet lâzımdır.

«İhbar olmaya elverişli değildir.» Yani tâlik daha önce yapılmıştır. Binaenaleyh ondan haber vermeye elverişli değildir. İzafet de öyledir. H.

«Muzaf da bunun gibidir.» Evfa olan muzafın misâli demektir. Çünkü hükümde mumaselet yukarıda geçen "yahut muzaf olarak" sözünden anlaşılmıştır. T.

«Şu haneye girersen ilah...» cümlesi her iki talâkın muallak olmasını beyandır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.

«Kadın o haneye girer ve talâk-ı bâinle boş olursa» cümlesindeki atıf edatıyla şârih, ikinci tâlikin mutlaka birincisinin şartı bulunmadan önce yapılması lâzım geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kadın eve girerek boş olur da kocası ondan sonra Zeyd'le konuşursan ilah... derse, kadın konuştuğunda talâk vâki olmaz. Çünkü birincinin şartı ikinciyi tâlik etmeden bulunduğu için müneccez olur. Muallak talâk ancak müneccez olan meydana gelmeden önce tâlik edilirse lahîk olur. Nitekim bunu metinden anlamış bulunuyorsun. Zira adamın ikinci defa sen bâinsin sözü evvela beynunetin sâbit olmasına sâdıktır. Binaenaleyh ikinci söz birinciye haber olabilir. Bununla burada: "Şârihin sözü ikinci tâlik birincinin şartı bulunduktan sonraya da, evvele de şâmildir." diye yapılan itiraz sâkıt olur. Yine bu muterizin: "İkinciyi birinciye haber yapmanın imkânsızlığı muallak ile muzafta da mevcuddur. İster tâlik veya izafet tencizden önce olsun, ister sonra olsun. Binaenaleyh fark olmamak icab eder. Velevki ulemanın sözleri müneccez talâkı icab etmezden önce şarttır diye ittifak halinde olsun" şeklindeki itirazı sâkıttır. Zira müneccez talâktan sonra yapılan tâliktaki ikinci beynunet evvel sâbit olan müneccez talâktan haber olabilir. Ondan önceki bunun hilâfınadır. Binaenaleyh vecih ulemanın söyledikleridir.

«Sonra Zeyd'le konuştugunda bir talâk daha boş düşer.» Kadın bunun aksini yapsa yani evvela Zeyd'le konuşarak sonra haneye girse zâhire göre hüküm yine böyledir. Zira illet mevcuddur. O adamın her iki tâliki yaptığı anda kadın boş değildir. H.

«Kezâ ikincisini yaparsa» sözüyle şârih diğerini kasdetmiştir, tertibi kasdetmemiştir. Buna delil ikiden birini demesidir. H.

METİN

Bezzâziye'nin şu sözü müstesnadır: "Benim her karım boş olsun derse hul' yaptığı kadına talâk vâki olmaz. Şu işi yaparsam karım şöyle olsun derse talâk-ı bâin iddeti bekleyen karısı boş düşmez." Bunların hepsini şu beytler toplar: "Hepsini yürürlüğe koy. Yalnız misliyle beraber bâini koyma. Meğerki onu önceden tâlik etmiş olasın. Yalnız hul' yaptığı her kadınmüstesna, Hul'dan sonra sarîhi ilhak et."

İZAH

«Müstesnadır ilah...» Yani ulemanın: "Sarih talâk bâine lahîk olur." sözünden müstesnadır. Biliyorsun ki bu iki surette talâkın vâki olmaması kadın sözü bâin iddeti bekleyene şâmil olmadığı içindir. Hatta kadın sözünü anmazsa talâk vâki olur. Nehir sahibi diyor ki: "Mesûdî şerhi Mansûri'de bildirildiğine göre hul' yapılmış kadına iddet beklerken sarîh talâk lahîk olur." H. Bunun hâsılı şudur: Talâk vâki olmaması her vecihle karısı olmadığı içindir. O kadına bu adamın muhteliası ve mubânesi denilir. Velevki nikâhın eseri olan iddet bâki olsun. Hatta kadına hitap veya işaretle izafe ederse sarîh talâk lahîk olur. Kezâ talâkla kadını niyet ederse hüküm yine budur. Nitekim bunu Hâkim Kâfî'sinde açıklamıştır. Bir misli de Zahîre'dedir. Orada şöyle denilmiştir: "Benim her karım ifadesinde hul' ve îlâ suretiyle kendisinden ayrılan karısı dahil değildir. Meğerki onu tâyin etsin. Yani niyet etmezse o kadın ecnebî hükmünde olur. Ona bu adamın karısı denilmez.

Onun içindir ki Zâhîdî'nin Hâvî'sinde şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Sen bir defa boşsun der de sonra: Eğer benim karımsan sen üç defa boşsun derse, ilk talâk bâin olduğu takdirde ikincisi vâki olmaz. İlk talâk ric'î ise ikincisi vâki olur." Lâkin bu izaha göre Bahır sahibinin Muhît'ten naklen tâlik bâbındaki şu sözü müşkil kalır: "Bir adam karısının şu haneden çıkmamasına yemin eder de arkacığından kadını boşar ve iddeti bittikten sonra kadın çıkarsa yemini bozulur. Kezâ bu adam: Ben karımı öpersem kölem hür olsun der de bâin olarak boşadıktan sonra öperse hüküm yine budur. Çünkü izafet takyid için değil tarif içindir." Yani üzerine yemin ettiği kadının zâtını tâyin içindir. Yoksa onun kendi karısı olduğunu kayıdlamak için değildir. Kadın sözü beynunetten ve iddet bittikten sonra halen o kadına şâmil olursa iddet devam ettiği müddetçe evleviyetle meselemizde olduğu gibidir. Şöyle de cevap verilebilir: Muallakta mu'teber olan şartın vücudu hali değil tâlik halidir. Talâkı tâlik ederken ise kadın her vecihte onun karısı idi. Onun için müneccez olan bâin meydana gelmeden önce muallak bâin vâki olur. Nasılki yukarıda geçti. Bu meseleyi inşaallah tâlik bâbında: "Milkin elden gitmesi yemini ibtal etmez."dediği yerde tahkîk edeceğiz.

«Bunların hepsini» yani lahîk olan suretleri ve müstesnatarını şu beytler toplar. T.

«Yalnız misliyle beraber bâini koyma.» Buradaki beraber kelimesi sonra mânâsına kullanılmıştır. Yani kendi mislinden sonra gelen bâini yürürlüge koyma demektir. Buradaki atıf mânâ itibariyle istisna gibidir. Sanki şöyle demiştir: "Hepsini yürürlüğe koy. Yalnız kendi mislinden sonra gelen bâini yürürlüğe koyma!"

«Meğerki onu önceden tâlik etmiş olasın.» cümlesi istisna mesabesindeki atıftan istisnadır. Yani bâinden sonra bâine cevaz verme. Meğerki mislinden sonra gelen bâini ondan önce tâlik yapmış olasın. Beyttekt ta'kîd gözden kaçmamaktadır.

«Yalnız hul' yaptığı her kadın müstesna.» Bu cümleyle bundan önceki cümle "Hepsini yürürlüğe koy." cümlesinden iki istisnadır. Bâinden sonra bâin çıkarılınca sarihten sonraki bâin ile sarîhten sonraki sarîh ve bâinden sonraki sarîh kalır. İşte bu son cümle itibariyle Bezzâziye'deki: "Benim her karım boş olsun." sözünden istisna yapmıştır. Bu adamın hul' yaptığı bir karısı da varmış demektir. Çünkü hul' bâine lahîk olan sarîhtir. Bu vâki olmamıştır. Yani hul'dan sonraki sarîh ilhak edilmiştir demektir. H.

METİN

Her vecihle fesh sayılan müslüman olmak, dinden dönerek dar-ı harbe kaçmak, bülûğ ve âzâd muhayyerliği gibi ayrılıkların iddetinde mutlak surette talâk vâki olmaz. Fakat talâk sayılan her ayrılmanın iddetinde talâk vâki olur. Bu, beyan ettiğimiz vecihledir.

İZAH

«Her vecihle fesh sayılan ayrılık ilah...» sözüyle musannıf sarîhin sarîha lahîk olması meselesinin ancak talâkda olacağını anlatmak istemiştir. Feshde bu olmaz.

«Müslüman olmak» yani karısı mecûsî olup müslümanlığı kabul etmezse, kocası müslüman olduğu vakit yahut harbî bir kimsenin karısı müslüman olup İslâm diyarına hicret ettiği vakit iddet esnasında talâk yoktur. Salhânî'nin elyazısı ile böyle tesbit edilmiştir. Fetih'de ise talâk bahsinin başında şöyle denilmiştir: "Karı-kocadan biri esir edildiği vakit kocasının o kadını talâkı vâki olmaz. Kezâ karı-kocadan biri müslüman veya zımmî olarak İslâm diyarına hicret ederse yahut her ikisi pasaportla gelirler de biri müslüman yahut zımmî olursa kadın üç hayız görünceye kadar o adamın karısıdır. Ondan sonra talâksız ayrılma vâki olur. Erkeğin o kadına yaptığı talâkı vâki değildir." Sonra sözüne şöyle devam etmiştir: "Zımmî karı-kocadan biri müslüman olur da öteki kabul etmediği için araları ayrılırsa erkeğin o kadını talâkı vâki olur. Velevki müslümanlığı kabul etmeyen kadın olsun. Velevki kadın mecûsî olsun. Bununla karı-kocadan biri müslüman olursa kocasının talâkı vâki olmaz sözü bozulur."

Ben derim ki: Bu söz Bezzâziye'nin: "Karı-kocadan biri müslüman olduğu vakit kocasının talâkı vâki olmaz." ifadesini reddetmektedir. Şârih de ona uymuştur. Lâkin Hayreddin-i Remlî'nin beyan ettiğine göre Bezzâziye'nin ifadesi harbîlerin talâkı hakkındadır. Bu izaha göre galiba müslüman olursa sözü esir edilirse ifadesinden bozulmuş olacaktır. Düşün! Müslümanlığı kabulden çekinme meselesi musannıfın ifadesine vârid bir itirazdır. Çünkü o feshtir. Fakat onda talâk lahîk olur.

«Dinden dönerek dar-ı harbe kaçmak» yani dinden dönerek dar-ı harbe kaçar da karısını boşarsa talâkı vâki olmaz. Müslüman olarak geri döner de kadını iddeti içinde boşarsa talâk'ıvâki olur. Dinden dönen kadın dar-ı harbe kaçar da kocası onu boşarsa, sonra hayız görmeden müslüman olarak geri dönerse İmam-ı Azam'a göre talâkı vâki olmaz, İmameyn'e göre olur. Hâniyye. Dar-ı harbe kaçarsa diye kayıdlaması kaçmadan talâkı vâki olduğu içindir. Çünkü hörmet ebedî değildir. Müslüman olmakla ortadan kalkar. Fetih. Bu meselenin tamamı kâfirin nikâhı bâbında geçmişti. Zahîre'de şöyle denilmiştir: "Kadın dinden döner de dar-ı harbe kaçmazsa kocası onu iddet içinde boşadığı takdirde talâk vâki olur. Ama hul' yapmışsa talâk vâki olmaz. Çünkü kadın dinden dönmekle bâin olmuştur. Talâk-ı bâinle boşanan kadına sarîh talâk lahîk olur, fakat hul' yapılana olmaz." Şübhesiz dinden dönmekle kocasından ayrılmak feshtir. Velevki dar-ı harbe kaçmasın. Bu itiraz dahi musannıfa vâriddir.

«Bülûğ ve âzâd muhayyerliği...» Hörmet-i musahare ile birbirinden ayrılmak da böyledir. Meselâ kocasının oğlunu öperse ebedi olduğu için talâkın bir faydası kalmaz. Nitekim Fetih'de talâk bahsinin başında izah edilmişti. Başka bir yerinde açıklandığına göre ilân sebebiyle vâki olan ayrılmada talâk vâki olmaz. Çünkü o da ebedî hörmettir.

Ben derim ki: Bunun bir misli de radâ' sebebiyle ayrılmaktır. Yine orada açıklandığına göre kefaet bulunmadığı ve mehir noksanlığı gibi sebeblerle yapılan feshde dahi talâk vâki olmaz. Zahîre'de dahi kadın kocasına mâlik olursa onu satmadan veya âzâd etmeden kocası onu boşarsa talâk lahîk olmayacağı fakat kadın iddeti içinde onu milkinden çıkarırsa talâkının vâki olacağı zikredilmiştir. Çünkü kocası onun kölesi olduğu müddetçe kadının onda nafaka ve mesken hakkı yoktur. Binaenaleyh talâkı da vâki olur.

«Mutlak surette» yani sarih olsun kinâye olsun talâk vâki olur. H.

«Fakat talâk sayılan her ayrılmanın» îlâ, liân, âlet kesikliği ve kalkınamamazlık sebebleriyle ayrılmalarda olduğu gibi iddeti içinde talâk vâki olur. Zahîre'de açıklandığına göre liân iddeti bekleyen kadına talâk yapılabilir. Bu söz az yukarıda Fetih'den naklettiğimize aykırıdır. Hem liân sebebiyle ayrılmak fesh değil talâkdır. Lâkin müebbed hörmettir diye ta'lilde bulunması onun söylediğini tercih ettirir. Ama bâbında görüleceği vecihle bu hörmet karı-koca liâna ehil oldukları müddetçe müebbeddir. Her ikisi yahut birisi liâna ehil olmaktan çıkarsa o kadını nikâh edebilir. Kezâ kocası kendini yalanlarsa ona had vurulur ve o kadınla evlenebilir.

«Bu, beyan ettiğimiz vecihledir.» Yani sarîh talâk sarîha lahîk olur ilah... H.

METİN

FER'İ MESELELER: Talâk ancak talâk iddeti bekleyen kadına lahîk olur. Cima' iddeti bekleyen kadına lahîk olmaz. Hulâsa. Kınye'de: "Bir adam karısını başkasıyla evlendirse talâk sayılmaz." denilmiş; sonra başka bir kitaba nisbetini işaretle: "Niyet ederse kadın boş düşer." denilmiştir. Git, evlen sözleriyle niyetsiz bir talâk vâki olur. Cehenneme kadar git, sözüyle niyet ederse talâk vâki olur. Hulâsa. Kezâ benden git, felah bul ve nikâhı feshettimsözleriyle sen bana ölü eti gibisin yahut domuz eti gibisin veya su gibi haramsın sözleri de böyledir. Çünkü bunlar sür'ata teşbihtir. Dört yol sana açıktır sözüyle hangi yolu istersen onu tut demedikçe niyet etse bile talâk vâki olmaz.

İZAH

«Talâk ancak talâk iddeti bekleyen kadına lahîk olur.» Fetih, sahibi bu söze talâk bahsinin başında itiraz etmiş, efradını cami olmadığını söylemiştir. Çünkü iddet bazen talâk ve cima' olmadan dahi tehakkuk eder. Meselâ mücerred halvette bulunduktan sonra muhayyerlikle fesh ârız olursa iddet vardır. Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Halvet cima'a mülhaktır. Sonra bu fesh iddetinde talâk vâki olmamasını gerektirir. Halbuki bu da karı-kocadan birinin müslüman olmasıyla bozulur. Zira diğeri müslümanlıktan çekinirse talâkı vâki olur. Halbuki buradaki ayrılık feshtir. Bir de şununla bozulur: Karı-kocadan biri dinden dönerse talâkı vâkîdir. Halbuki kocanın dinden dönmesiyle birbirlerinden ayrılmaları feshtir. İmam Ebû Yusuf buna muhâliftir. Kadının dinden dönmesiyle dahi bilittifak talâkı vâkidir. Bu nakz itirazı kitabımızın metninde de vâriddir. Netice şudur: Talâk talâktan hâsıl olan ayrılma iddetinde veya müslümanlığı kabul etmeme yahut dar-ı harbe kaçmaksızın dinden dönme iddetlerinde lahîk olur. Ben bunu şu sözümle nazma çektim:

"Talâk, talâk ayrılığı ile İslâm'dan kaçınma ve dar-ı harbe kaçmaksızın dinden dönme iddetlerinde lahîk olur."

«Cima' iddeti bekleyen kadına lahîk olmaz.» "Misâli şudur: Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşar veya hul' yaparsa sonra iddetinden meselâ iki hayız zamanı geçer de haram olduğunu bittiği halde onunla cima'da bulunursa kadına ikinci bir iddet lâzım gelir ve iddetler birbirinin içine girer. Kadın üçüncü hayzını gördümü bu her iki iddetten sayılır. İkinciyi tamamlamak için iki hayız daha beklemesi lâzım gelir. Kadını son iki hayızda boşarsa talâkı vâki olmaz. Çünkü bu iddet talâk iddeti değil cima' iddetidir. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir.

«Niyet ederse kadın boş düşer.» Bunun vechi şu olsa gerektir: Bu adamın: "Sana karım fülaneyi tezvic ettim." sözü "şayet seninle evlendirmek sahih olursa" takdirinde yahut "çünkü o benden boştur" takdirinde olabilir. Boşamayı niyet ederse bu teayyün eder ve kadın boş düzer.

«Niyetsiz bir talâk vâki olur.» Çünkü evlen demesi bir karinedir. Bununla üç talâkı niyet ederse üç olur. Bezzâziye. Kaadîhân'ın Câmi-i Sağîr şerhindeki sözü buna muhâliftir. O şöyle demiştir: "Kocası git ve evlen der de bununla talâkı niyet etmediğini söylerse bir şey vâki olmaz. Çünkü bu sözün mânâsı elinden gelirse yap demektir. Halbuki evlen sözü de git emri gibi bir kinâyedir. Binaenaleyh niyete muhtaçtır. Şu halde git sözüyle beraber talâkı murad ettiğine nasıl karine olabilir. Hem de ondan sonra zikredilmiştir. Karinenin mutlakaönce söylenmesi gerekir. Nitekim üç defa iddetini bekle sözünü izah ederken geçmişti. Binaenaleyh en münasibi Câmi-i Sağîr şerhinin ifadesidir. Zahîre'nin ifadesi de onu te'yid eder. Orada: "Git ve evlen sözüyle ancak niyet bulunursa talâk vâki olur. Talâkı niyet ederse bir talâk-ı bâin, üçü niyet ederse üç talâk vâki olur." denilmiştir.

«Felah bul...» Bedâyi'de zikredildiğine göre İmam Muhammed şöyle demiştir: "Bir kimse karısına talâkı niyet ederek felah bul derse talâk vâki olur. Çünkü bu söz git mânâsına gelir. Araplar eflaha bihayrin derler. Hayırla gitti demektir. Ama bu kelimenin muradına er mânâsına gelmesi de muhtemeldir. Eflaha erracül derler. Muradına erdi demektir." Bahır.

«Sen bana ölü eti gibisin.» Yani bu sözle talâkı niyet ederse olur. Maksat şarap, domuz ve öIü eti gibi ayn'ı haram olan şeylere benzetmektir. Bu hususta hüküm "sen bana haramsın" ifadesinin hükmü gibidir. "Sen bana fülancanın eşyası gibisin" demesi bunun hilâfınadır. Böyle derse niyet etse bile talâk vâki olmaz. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir. Çünkü fülancanın eşyasının ayn'ı haram değildir. Bu sözü, "sen bana haramsın" mânâsına almak mütekaddimin ulemanın mezhebidir ki, onunla talâk vâki olması niyete bağlıdır.

«Çünkü bunlar sür'ata teşbihtir.» Daha doğrusu sür'at hususunda teşbihtir. Sanki sen su nasıl sür'atla akarsa onun gibi sür'atla haramsın demiş gibidir. Evvelce geçmişti ki, sen haramsın sözü sariha mülhaktır, niyete ihtiyacı yoktur. İhtimal bu söz müftabih olmayan kavle göredir. T.

Ben derim ki: Böyle olduğu teayyün etmiştir.

"Hangi yolu istersen onu tut demedikçe..." Yani niyet ederse Esed'in İmam Muhammed'den rivayetine göre üç talâk vâki olur. İbn-i Selâm: "Korkarım üç talâk vâki olur. Çünkü halkın sözlerinin mânâları budur." demiştir. Galiba "Halk böyle sözlerle dört yolu tut." mânâsını kasdeder demek istemiştir. Yoksa söze bakılırsa o dört yoldan birini tutmayı emretmektedir. En münasibi bir talâk-ı bâin vâki olmaktır. Fetih. Allahu a'lem.

 

TALÂKI TEFVİZ BÂBI

 

METİN

Musannıf talâkın her iki nev'ini bizzat yapmayı anlattıktan sonra kocanın izniyle başkasının yapmasını anlatmaya geçiyor. Bunun nev'ileri tefvîz, tevkil ve elçilik olmak üzere üçtür. Tefvîzin sözleri de üçtür: Muhayyer bırakmak, emrin elindedir demek ve dilek.

Bir adam karısına talâkı tefvîz etmeyi niyetlenerek: "Seç yahut emrin elinde olsun" derse kadın bunu yüzyüze yahut haber verilmek suretiyle duyduğu mecliste kendini boşayabilir. Çünkü bu iki söz kinâyedirler, niyetsiz amel etmezler. Kendini boşa derse o meclis bir gün veya daha fazla uzasa bile oradan kalkmadıkça yahut meclisi bozacak bir iş yapmadıkça kendisini boşayabilir. Elverirki kocası bu işi bir vakitle sınırlandırmış olmasın; ve kadının haberi olmadan vakit geçmiş bulunmasın. Kalkarsa meclisi hakikaten bozulur. Meclisi bozacak bir iş yaparsa, meselâ kabul etmediğini gösterecek bir harekette bulunursa meclis hükmen değişmiş olur.

İZAH

Tefvîz: Ismarlamak, havale etmek mânâsına gelir. Burada talâkı zevcesine veya başka birine sarîh yahut kinâye bir sözle havale etmektir. Kinâyeye misâl: Seç yahut emrin elinde olsun sözleridir. Sarîha misâl: Kendini boşa demesidir. Ebussûud.

«Her iki nev'ini» yani sarîh ve kinâyeyi demektir. H.

«Bunun nev'ileri» sözünden murad: Başkasının yaptığı talâkın nev'ileridir. Yoksa tefvîz'in nev'ileri değildir. Çünkü tevfîzin nev'ileri dersek bir şeyi kendine ve başkasına taksim lâzım gelir ki bu câiz değildir. Ebussûud.

«Tevfîz, tevkil...» Tevfîzden murad: Talâkı temlîk etmek, başkasının eline vermektir. Nitekim izahı gelecektir. Fetih'de meşiet faslında beyan edildiğine göre Hidâye sahibi temlikle tevkil arasındaki farkı bir yerde: "Mâlik kendi reyi ile iş görür. Vekil öyle değildir." şeklinde, başka yerde: "Mâlik kendisi için çalışır. Vekil öyle değildir." diyerek, daha başka bir yerde ise: "Mâlik kendi arzusu ile iş görür. Vekil öyle değildir." demek suretiyle göstermiştir. Fetih sahibi diyor ki: "Rey ile meşiet (dilek) arasında fark şudur: Rey ile amel etmek kendisi veya başkası için olduğunu itibara almaksızın daha doğru gördüğünü yapmaktır. Meşietle amel ise baştan kendi ihtiyarı ile yapmaktır. Bunda âmirin emrine veya daha doğru şekle uyup uymadığına bakılmaz." Fetih sahibi Hidâye'nin ilk iki farkını eleştirdikten sonra gösterdiği üçüncü farkın (yani kendi arzusu ile amel etmenin) en doğru fark olduğunu söylemiştir.

«Ve elçilik...» Bu bir adama: "Filan kadına git de söyle ki: Kocan sana ihtiyar et (seç) diyor." şeklinde söz havalesinde bulunmaktır. Giden kişi gönderenin sözünü nakleder. Onun sözünü kendisi inşa etmez. Mâlik ile vekil bunun hilâfınadır. Çünkü ulemanın beyanına göre elçi bir sözü ulaştırandan ibarettir. Bana zâhir olan budur.

«Tefvîzin sözleri de üçtür.» Yani istikrâ (arama tarama) neticesinde üç olduğu anlaşılmıştır. Musannıf bunlardan seçmek kelimesiyle işe başlamıştır. Çünkü açık ihbar suretiyle sâbittir. Ama Hidâye sahibinin yaptığı gibi ona ayrı bir fasıl tahsis etmemiştir. Çünkü onu öncekilerden ayıracak bir şey geçmemiştir. Son iki kelime bunun hilâfınadır. Onun için hepsi nâmına bir bâbla yetinmiştir. Nehir. Hâsılı tefvîz kelimesi eam mânâdadır. Onun için bâb ismiyle ayn zikredilmesi münasibtir. Bu üç şey onun nev'ileridir. Bunların her biri için ayrı bir fasıl yapmak münasip olurdu. Fakat musannıf yapmadı. Çünkü muhayyerlik için önceden söz geçmemişti. Bu izahtan anlaşılır ki, musannıfın ikinci nev'i için ayrı bâb yapması münasip düşmemiştir.

«Bir adam karısına seç derse...» ifadesiyle musannıf kadının bunu kabulünden bahsetmekle bunun temlîk olduğuna işarette bulunmuştur. Bu söz yalnız temlîk eden tarafından tamam olur. Meclis bozulmadan sözünden dönse sahih olmaz. Muhayyerliği de mutlak zikretmiştir. Çünkü koca karısına "Talâkı seç." der de kadın: "Talâkımı seçtim." cevabını verirse bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Çünkü kocası talâkı açıkça zikredince muhayyeriik meselesi ric'î ile bâin arasında kalır. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.

«Emrin elinde olsun.» cümlesini burada söylemeye hâcet yoktur. çünkü bunun için müstakil bir fasıl gelecektir. T.

«Duyduğu mecliste» ifadesinden anlaşılıyor ki, erkeğin meclisine itibar yoktur. Binaenaleyh kadını muhayyer bırakır da kendisi ayağa kalkarsa meclis bâtıl olmaz. Kadının ayağa kalkması bunun hilâfınadır. Onunla meclis bozulur. Bunu Bedayi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. T.

«Çünkü bu iki söz kinâyedirler.» Yani tefvîzin kinâyelerindendirler. Şürunbulâliyye.

«Niyetsiz amel etmezler.» Yani rıza halinde kazaen ve diyaneten amel etmezler. Fakat öfke veya müzakere hallerinde erkek talâkı niyet etmedim iddiasında kazaen tasdik olunmaz. Çünkü bu iki söz hâlis cevap içindirler. Nitekim geçmişti. Artık bu kadının yeni bir nikâh tazelemeden o adamla beraber bulunmasına imkân yoktur. Zira kadın hâkim gibidir. Bunu Fetih ve Bahır sahibleri söylemişlerdir. Sonra bil ki niyetin şart kılınması nefis kelimesini yahut onun yerini tutan başka bir kelimeyi zikretmediğine göredir. Nefis kelimesi yalnız kadının sözünde zikredilmiştir. Nitekim izahı gelecektir. Buna dikkat et. Çünkü ben buna tembihde bulunan kimse görmedim.!

«Kendini boşa...» sözü sarîh olarak tefvîzdir. Niyete muhtaç değildir. Bu sözle bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Ama üç talâkı niyet etmek de sahih olur. Nitekim musannıf meşiet faslının başında bunu söyleyecektir.

«Oradan kalkmadıkça ilah...» sözünü atıf harfiyle atfetse daha iyi olurdu. Bunun yerineçekindiğini bildiren bir iş yapmadıkça dese daha kısa ve daha faydalı olurdu.

«Bir vakitle sınırlandırılmış olmasın ilah...» Ona kendisini bugün boşama hakkını verdim derse, o gün kadının bunu duyduğu meclis itibara alınır. Ertesi gün duyarsa artık emri elinde olmaktan çkar. Kadın yokken kocasının tefvîz yaptığı her vakit de böyledir. O müddet geçinceye kadar kadının bundan haberi olmazsa muhayyerliği bâtıl olur. Fetih ve Bahır. Vakitle sınırlandırmak hususunda bu bâbın sonunda fer'î meseleler gelecek. Kabul etmemekle sınırlı müddetin bâtıl olmayacağı görülecektir.

«Vakit geçmiş bulunmasın.» Mânâ şudur: Kadın o mecliste kendisini boşayabilir. Velevki sınırlandırılmayan vakit uzun sürsün. Yahut vakti sınırlandırmış, fakat geçmemiş olsun. Vakti geçerse muhayyerlik sâkıt olur.

«Meclisi hakikaten bozulur.» cümlesinden anlaşılıyor ki, ayağa kalkmakla meclis hakikaten bozulur. Bu söz İzahü'l-lslah'daki ifadeye muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: "Meclis mücerred ayağa kalkmayla değişmese de bununla muhayyerlik bozulur. Çünkü ayağa kalkmak bundan çekinmeye delâlet eder.." Hidâye sahibinin sözünden anlaşılan da budur. Tebyîn'de "Meclis bazen bir yerden başka yere geçmekle hakikaten değişir. Bazen de başka bir işe başlamakla hükmen değişir. H." denilmiştir.

Ben derim ki: Galiba şârih ayağa kalkmayı değişmek mânâsına almıştır. Zira bazen yer değiştirmeye meclisinden kalktı denilir. Otururken ayağa kalktı mânâsı kasdedilmez. Zira meclisin mutlak surette her ayağa kalmakla değişmesi esahhın hilâfınadır.

«Kabul etmediğini gösterecek bir harekette bulunursa» diye kayıdlaması şundandır: Kadını muhayyer bırakır, o da elbise giyer veya su içerse muhayyerliği bâtıl olmaz. Çünkü elbise giymek bazen şâhid çağırmak için olabilir. Susuzluk dahi bazen şiddetli olabilir de düşünmeye mâni teşkil eder. Yabancı söz amelde dahildir. Ama bu mutlak muhayyerlik hususundadır. Muhayyerlik meselâ: Bir ay gibi sınırlı olursa vakit bâki oldukça bununla bozulmaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Nelerin kabul etmek veya etmemek sayılacağı hakkında ileride sözün tamamı gelecektir.

METİN

Çünkü bu temlîktir. Binaenaleyh kadının mecliste kabulüne bağlıdır. Tevkil değildir. Onun için dönmesi sahih olmaz. Hatta kadını muhayyer bırakır da sonra onu boşamayacağına yemin eder ve kadın boşanırsa esah kavle göre yemini bozulmaz. Meclisten sonra kadın boş olmaz. Meğerki kendini boşa ve benzeri sözlere: "Ne zaman dilersen yahut her ne zaman dilersen veya dilediğin vakit yahut dilediğinde" sözlerini ziyade etmiş olsun. Bu takdirde meclisle mukayyed olmaz. Dönmesi de sahih değildir. Sebebi yukarıda geçti. Kadına: Ortağını boşa veya ecnebî bir adama: Benim karımı boşa demesine gelince: Bundandönmesi sahihtir. Meclisle mukayyed de değildir. Çünkü bu hâlis tevkildir. Kendini ve ortağını boşa sözü kadın hakkında temlîk, ortağı hakkında tevkil idi. Ancak bunu dilemeye tâlik ederse o zaman tevkil değil temlîk olur.

İZAH

«Kadının mecliste kabulüne bağlıdır.» Şârih buradaki kabulden cevabı kasdetmiştir. Bağlıdır cümlesindeki zamir boşamaya aiddir. Temlîke aid değildir. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre bu temlîk sadece temlîk edenle tamam olur. Kabule bağlı değildir. Zira kadın tefvîzden sonra boş olur. Tefvîz ise temlîk tamamlandıktan sonra olur. Nitekim Fetih ve Nehir'de izah edilmiştir. Bununla anlaşılır ki, bu temlîkin tamamı kabule bağlı olmadığı gibi o mecliste cevaba da bağlı değildir. Çünkü cevap yani boşamak temlîk tamam olduktan sonradır. Cevaba bağlı olan şey boşamanın sahih olmasıdır. Anla!

«Dönmesi sahih olmaz.» sözü bunun tevkil olmadığına tefri' edilmiştir. Çünkü vekâlet lâzım değildir. Tevkil olsa kadını azl sahih olurdu. Bahır sahibi Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen şöyle demektedir: "Kadına talâkı tefvîz etmek vekâlettir. Kadını azletmeye salahiyatdardır diyenler olmuştur. Esah kavle göre kocası azle salahiyatdar değildir." Lâkin temlîk olunca ondan dönmenin sahih olmaması lâzım gelmez. Nitekim Mi'râc'da beyan edilmiş: "Çünkü hibeyle bozulur. Hibe temlîktir, ondan dönmek sahih olur." denilmiştir. Zahîre sahibi bunu ta'lil ederek onun yemin mânâsına geldiğini söylemiştir. Çünkü bu talâkı kadının kendisini boşamasına tâliktir. Fetih sahibi kendisine şöyle itirazda bulunmuştur: "Bu sair vekâletlerde de câridir. Çünkü: onu sattığım vakit cevaz verdim demektir mânâsını tezammun eder. Halbuki ondan dönmek sahihtir. İllet ancak yalnız başına kabulsüz temlîk eden şahısla tamam olan bir temlîk olmasıdır. Tamamı Nehir'dedir."

«Hatta kadını muhayyer bırakır da ilah...» ifadesi tevkil olmadığına dair ikinci tefri'dir. Bilâkis temlîktir. Zira yeminin bozulmasına illet - ki İmam Muhammed'in: Kadının kocasına naib oluşudur, sözüdür - memnu'dur. Nitekim Fetih'de Muhît sahibinin zıyadelerinden naklen beyan edilmiştir. Yani kadın milk sahibi olduğu içindir. Bu izaha göre kocası karısını boşamak için bir adam tevkil etse yemini bozulur. Nitekim yeminler bahsinde inşaallah me'murunun fiili ile yemini bozulduğu anlatılırken gelecektir.

«Meclisle mukayyed olmaz.» Ne zaman ve her ne zaman sözleri umum vakitlere şâmildirler. Sanki o adam: "Hangi vakitte dilersen» demiş gibidir. Dilemek meclise münhasır kalmaz. Vakitte, her vakitte sözleri ise İmameyn'e göre ne zaman sözüyle müsavîdirler. İmam-ı Âzam'a göre bunlar zarf için kullanıldıkları gibi şart için de kullanılırlar. Lâkin emir kadının eline geçmiştir. Artık şüphe ile çıkmaz. Bunu Halebî Minah'dan nakletmiştir.

«Sebebi yukarıda geçti.» Ki bu tevkil değildir. Hatta kadına kendisini boşamak için vekâletverdiğini açıkça söylese yine temlîk olur, tevkil olmaz. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır'da izah edilmiştir.

«Veya ecnebî bir adama: Benim karımı boşa...» cümlesini boşamakla kayıdlaması şundandır: Bu adam karımın emri senin elindedir demiş olsa o meclise münhasır kalırdı. Esah kavle göre dönmeye hakkı yoktur. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir. Meşiet faslında: "Ecnebî bir kimseye hem karımın emri senin elindedir, hem de karımı boşa sözlerinin ikisini de söylese bu hususta tafsilât vardır. Bahır'da zikredilmiştir.

«Çünkü bu hâlis tevkildir.» Yani kendini boşa demesinin hilâfınadır. Çünkü kadın kendi nefsi için amel eder. Binaenaleyh o söz tevkil değil temlîk olur. Bahır.

«Kadın hakkında temlîktir.» Çünkü bu hususta kadın kendisi için iş görür.

«Ortağı hakkında tevkildir.» Çünkü bu hususta başkası hakkına iş görmektedir. Zâhire bakılırsa bu söz umum mecazdan da değildir. Müştereki iki mânâsında kullanmak kabîlinden de değildir. Çünkü boşa sözünün hakikatı birdir. O da boşama emridir. Velevki müteallakına göre üzerine terettüb eden hüküm muhtelif olsun. Nitekim başka birine benim ve senin karını boşa demesi böyledir. O kimse hem vekil, hem asil olmuş olur.

«O zaman temtîk olur.» Artık dönmeye hakkı yoktur. Çünkü emri onun reyine ısmarlamıştır. Mâlik dilediği gibi tasarrufta bulunan kimsedir. Vekil ise dilesin dilemesin kendisinden fiil istenen kimsedir. Bunu Tahtâvî Minah'dan nakletmiştir.

«Tevkil değildir.» Yani velevki vekâleti açıkça söylemiş olsun. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.

METİN

Bunların aralarında beş hükümde fark vardır. Temlîkde dönemez, azl de edemez, kocanın delirmesiyle bâtıl olmaz. Meclis ile mukayyeddir. Akılla mukayyed değildir. Binaenaleyh talâkı bir deliye ve aklı ermeyen bir çocuğa tefvîz etmesi sahih olur. Tevkil bunun hilâfınadır. Bahır. Evet, tefvîzi yaptıktan sonra delirse vâki olmaz. Burada ibtidaen müsamaha gösterilmiş, kaidenin aksine olarak bâkâen gösterilmemiştir. Bellenmelidir. Ayaktaki kadının oturması, oturan kadının dayanması, dayanan kadının oturması meşveret için babasını veya başkasını çağırması, talâkı seçtiğine yanında şâhidlik yapacak kimse bulunmadığı vakit şâhid göstermek için şâhidler çağırması - esah kavle göre bunun için yeniden değişsin değişmesin fark etmez. Hulâsa. - ve kadının bindiği hayvanı durdurması meclisi kesmez. Kocası kadını zorla ayağa kaldırır veya onunla zorla cima' ederse meclis bâtıl olur. Çünkü kadının kendini seçmeye imkânı vardır.

İZAH

«Temlîkde dönemez, azl de edemez.» Dönememekten azl edememek lâzım gelmez. Çünküecnebî birine benim karımın emri senin elindedir deyip, sonra seni azlettim ve karımın emrini kendi eline verdim dese azli sahih olmaz. Halbuki tefvîzden tamamiyle dönmüş de değildir. Anla!

«Kocanın delirmesiyle bâtıl olmaz.» Bu onun tâlik olmasına bakaraktır. T.

«Akılla mukayyed değildir.» Beşinci hüküm budur. T.

«Sahih olur.» cümlesi beşinci hüküm üzerine tefri'dir. İzahı Muhît'ten naklen Bahır'da yapıldığına göre şöyledir: Bir kimse karısının emrini aklı ermeyen bir çocuğun veya delinin eline verirse o meclis devam ettiği müddetçe bu onun elindedir. Çünkü bu bir temlîk olup zımnında (altında) tâlik vardır. Binaenaleyh temlîk itibariyle sahih olmazsa tâlik itibariyle sahih olur. Biz de onu tâlik itibariyle sahih kabul ederiz. O adam karısına sanki şöyle demiş gibidir: "Eğer deli sana sen boşsun derse sen boşsun." Temlîk mânâsı itibariyle bu söz her iki tarafla amel etmiş olmak için meclise münhasır kalır. T. Zahîre sahibi diyor ki: "Biz bundan fetva vak'ası olmuş bir meselenin cevabını çıkardık. Sureti şudur: Bir adam küçük karısına talâkı niyet ederek emrin elindedir der de kadın kendini boşarsa sahih olur. Çünkü sözü sen kendini boşarsan sen boşsun takdirindedir." Aklı ermeyen çocuğun konuşması şarttır. Konuşarak kadına talâkı söylemesi sahih olur. Söyleyebilmekten aklı ermesi lâzım gelmez. Bunu Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir.

«Tevkil bunun hilâfınadır.» Yani beş meselede tevkil bunun gibi değildir. Lâkin son mesele hakkında bahis vardır. Biz ondan meşiet faslında bahsedeceğiz.

«Evet, tefvîzi yaptıktan sonra» kendisine tefvîz olunan kimse delirirse talâk vâki olmaz. T.

«Burada ibtidaen müsamaha gösterilmiştir ilah...» Bu ifadenin benzeri Bahır'ın meşiet faslındadır ki şöyle denilmiştir: "Satışa tevkil edilen vekil alış-verişe aklı erecek derecede delirir de sonra satış yaparsa satışı mün'akid olur. Bu sıfatta bir deliyi vekil tâyin etmek bunun hilâfınadır. Çünkü birincide tevkil satış için yapılmıştı. Orada mesuilyet vekilin üzerinde olur ve geçerli değildir. İkincide ise mesuliyeti müvekkilin üzerine olan bir satışa vekil edilmiştir ve onun üzerine geçerli olur. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Talâkı tefvîz meselesinde aslâ mesuliyet yoksa da lâkin koca tefvîz zamanında aklı ermez haldedir. Yalnız akıllının sözünü anlar. Deli iken boşadığında şart yoktur. İbtidaen deliye tefvîz etmesi bunun hilâfınadır. Velevki hiç akıl etmesin. Bu tâlikin mânâsı itibariyle sahih olur. Satışa tevkilde ise ancak alış-verişe aklı ermesi şartıyla sahih olur ve sanki bunak mânâsındadır. Satışa tefvîz ve tevkilin iki fer'inden anlaşılıyor ki bâkâen gösterilmeyen müsamaha ibtidaen gösterilmiştir. Bu ise fıkhî kaideye muhâliftir. Kaide şudur: ibtidâen müsamaha gösterilmeyen şeyde bâkâen müsamaha gösterilir." Bahır'ın sözü kısaltılmış olarak burada sona erer.

Ben derim ki: Bu kaide Eşbâh'da şöyle ifade edilmiştir: "Dördüncüsü tâbi olan şeylerde başkalarında affedilmeyen şeyler affedilir." Ondan sonra bu kaide üzerine fer'î meseleler getirilmiş, sonra o meselelerin aksine buradaki iki fer'î meseleden başka iki mesele getirilmiştir. Bu surette aksin fer'lerî dört olur.

«Ayaktaki kadının oturması» yerine Câmiu'l-Fûsuleyn'de: "Kadın evin içinde bir taraftan bir tarafa yürürse bâtıl olmaz." denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun mânâsı: Kadın ayakta iken ona muhayyerlik vererek arkacığından kadının bir taraftan başka tarafa yürümesidir. Fakat kadın evde otururken onu muhayyer bırakır da ayağa kalkarsa mücerred kalkmasıyla muhayyerliği bâtıl olur. Çünkü bu kabul etmemenin delilidir.

Ben derim ki: Burada şöyle denilebilir: Bu bazı ulemanın kavlidir. Esah kavle göre ise ayağa kalkmasıyla birlikte mutlaka kabul etmediğini gösteren bir delil bulunmalıdır. Nitekim yukarıda geçti.

«Oturan kadının dayanması» meclisi bozmasa da yaslanması ihtilâflıdır. Bazıları bozmayacağını söylemiş, birtakımları döşeği uyuyacakmış gibi hazırlarsa bâtıl olur demişlerdir. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'dan nakletmiştir.

«Meşvret için çağırması» meclisi bozmaz. Fakat başka bir iş için çağırırsa meclis bozulur. Çünkü yukarıda gördük ki, ecnebi bir söz kabul etmemenin delilidir.

«Yanında şâhidlik yapacak kimse bulunmadığı vakit» ifadesi yanında hiç kimse bulunmamaya yahut bulunup da onları çağırmamaya sâdıktı. Kadının yanında çağıracak kimseler bulunur da kadın onları bizzat çağırırsa muhayyerliği bâtıl olur. Zâhire bakılırsa bu hüküm meşveret için başkasını çağırdığında dahi câridir. T.

«Esah kavle göre...» Bazıları yer değiştirirse bâtıl olacağını söylemişlerdir. Çünkü mu'teber olan ya meclisin değişmesi yahut kabul etmemektir. Esah olan kabul etmemeyi itibara almaktır. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

"Çünkü kadının kendini seçmeye imkânı vardır." Bunu yapmaması kabul etmediğine delildir. Bahır.

METİN

Kadın için gemi ev gibidir. Kadının hayvanının yürümesi de kendi yürümesi gibidir. Hatta geminin hareket etmesiyle meclis değişmez. Ama hayvanın yürümesiyle değişir. Çünkü hayvanın yürümesi kadına izafe edilir. Meğerki kocasının susmasıyla birlikte cevap vermiş olsun; yahut ikisini birden bir devecinin yeddiği bir yerde bulunsun. Zîra bu gemi gibidir. Kendini seç sözünde üç talâkı niyet sahih değildir. Çünkü seçmenin nev'ileri yoktur. Sen bâinsin yahut emrin elindedir demesi bunun hilâfınadır. Kadın: Ben kendimi ihtiyar ettim yahut ben nefsimi ihtiyar ediyorum derse istihsanen bir talâk-ı bâinle boş olur.

İZAH

«Geminin hareket etmesiyle meclis değişmez.» Çünkü geminin hareketi yolculara izafe edilmez. Bilâkis rüzgara, su vermeye vesaireye izafe edilir. Binaenaleyh geminin hareket etmesiyle muhayyerlik bâtıl olmaz. Muhayyerlik meclisin değişmesiyle bâtıl olur. Fetih.

«Meğerki kocasının susmasıyla birlikte cevap vermiş olsun.» Çünkü bundan daha çabuk cevap vermesi mümkün değildir. Binaenaleyh hükmen meclis değişmiş sayılmaz. Zira meclisin bir olması ancak cevap söze bitişik olsun diye muteberdir. Fasıla verilmemişse bu mevcud demektir. Fetih'de böyle denilmiştir. Çabukluğu Hulâsa sahibi: "Cevabı adımını geçmelidir." şeklinde tefsîr etmiştir. Nehir. Fetih sahibinin: "Hükmen değişmez." sözünün zâhirine bakılırsa cevabının adımından önce olması şart değildir. Çünkü bununla ne hakikaten, nede hükmen değişme hâsıl olmaz.

«Zira bu gemi gibidir.» Yani ikisinde de hareket yolcuya muzaf değildir. Buna kıyasen kadın bir hayvan üzerinde olur da yedicisi de bulunursa hayvanın yürümesiyle muhayyerlik bozulmamak gerekir. Nehir. Remlî bunu kabul etmiştir.

Ben derim ki: Buna kıyas maalfârik denilebilir. Çünkü karı-koca ikisi bir mahmelde bulunur da kendilerini başka biil yederse hareket yeden şahsa nisbet edilir. Çünkü mahmele binen kimse hayvanı yürütmeye imkân bulamaz. Hayvana binen böyle değildir. Onun hayvanı yürütmesi mümkündür. Binaenaleyh başkası yedse bile hareket binen kimseye nisbet edilir. Rahmetî diyor ki: "Eğer hayvan huysuzluk eder de kadın onu idareden âciz kalırsa gemi gibi olmak gerekir. Çünkü o zaman hayvanın fiili binen şahsa nisbet edilmez. Nitekim cinayetler bahsinde gelecektir."

T E T İ M M E : Kadın otururken veya farz namazını yahut vitri kılarken uyur da namazı bitirirse yahut esah kavle göre sünnet-i müekkede kılarsa veya nafile namaza bir rekât daha katarsa yahut ayağa kalkmadan elbise giyerse veya azıcık yer içerse yahut azıcık okur veya tesbih ederse yahut beni niçin kendi ağzınla boşamıyorsun derse muhayyerliği bozulmaz. Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü meclisi değiştiren şey ilk sözü kesip başka söze başlamaktır. Bu öyle değildir. Bilâkis bütünü bir mânâya teallûk etmektedir ki, o da talâktır." Tamamı Nehir'dedir.

«Çünkü seçmenin nev'ileri yoktur.» Kadının seçmesi ancak kurtulmayı ve arınmayı ifade eder. Bununla boş düşmesi mukteza yoluyla sâbit olur. Muktezanın ise umumu yoktur. Nehir. Yani ben kendimi seçtim demesinin mânâsı ona bir kimsenin mâlik olmasından onu arıttım demektir. Bu ise ayrılmakla olur. Binaenaleyh ayrılmak muktezadır. O da sözü doğrultmak için zaruret mikdarı sâbit olur. Çünkü kadının kocası ona mâlik iken kendini ondan arıtması mümkün değildir. Binaenaleyh "çünkü ben kendimi ayırdım" cümlesi takdirolunur. Bu muktezadır. Muktezanın umumu yoktur. Çünkü zaruridir. O zaruret mikdarı takdir edilir. Bu mikdar da beynunet-i suğra (küçük ayrılık) dır. Zira kadın kendini kocasının milkinden ancak bununla kurtarır. Beynunet-i kübrayı (büyük ayrılığı) niyet etmesi sahih değildir. Çünkü lâfzın ona ihtimali yoktur. Rahmeti.

«Sen bâisin demesi bunun hilâfınadır.» Çünkü bu söylenmiş sözdür. Umumuna mâni yoktur. Mutlak söylendiğinde en azına yorumlanır ki, o da beynunet-i suğradır. Ama beynunet-i kübrayı niyet ederse sahih olur. Çünkü lâfzının muhtemelidir. Emrin elindedir sözü de böyledir. Bu sözle talâk-ı ric'î yapmak sahih değildir. Çünkü bu kinâye lâfzıyla tefvîz yapmaktır. Bununla vâki olan talâk bâin olur ve her iki beynunete ihtimali vardır. Küçük beynunete yorumlanır. Ama büyüğünü niyet eder de kadın onu lâfzıyla söyleyerek yahut niyet ederek yaparsa sahih olur. Çünkü sözünün muhtemelidir. Bunu Rahmetî söylemiştir.

«İstihsanen» sözü "yahut ben kendimi ihtiyar ediyorum" ifadesine râci'dir. Yani kadın muzarî sîgasıyla söylerse, ben sözünü zikretsin etmesin kıyasa göre talâk vâki olmaz. Çünkü va'dden ibarettir. İstihsanın vechi Âişe (r.a.)'nin: "Bilâkis ben Allah'ı ve Rasûlünü ihtiyar ederim." sözüdür. Bunu Peygamber (s.a.v.) kendini muhayyer bıraktığı vakit söylemiş, Rasûlüllah (s.a.v.) de cevap olarak muteber saymıştır. Bir de muzarî hal mânâsında hakikat gelecek mânâsında mecazdır. Nitekim mezheblerden biri budur. Bunun aksini söyleyenler de vardır. Birtakımları hal ile gelecek arasında müşterek olduğunu söylemişlerdir. Müşterek olduğuna göre burada halen mevcud bir şeyi haber verme olması karinesiyle hal mânâsı tercih edilir. Seçme hususunda bu mümkündür. Çünkü seçmenin yeri kalbtir. Binaenaleyh başka bir yerde mevcud olan bir şeyi dille haber vermek sahih olur. Nitekim şâhidlik meselesinde böyledir. Kadının: "Kendimi boşuyorum." demesi bunun hilâfınadır. Bu sözü mevcud bir talâkı haber vermek mânâsına almak mümkün değildir. Zira ancak dille olur. Câiz olsa onunla bir zamanda iki iş meydana gelmek icab ederdi. Bu ise muhaldir (imkansızdır). Bu izah boşamanın boşuyorum sözüyle meydana ge-mediğine binaendir. Çünkü böyle bir örf yoktur. Evvelce arzetmiştik ki, örf olsa câizdir. Bunun muktezası burada onunla talâk vâki olmakdı. Çünkü inşâdır, ihbar değildir. Fetih'de böyle denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Nehir sahibi diyor ki: "Mi'râc'da mesele talâk yapmayı niyet etmediyse diye kayıdlanmıştır. Niyet etmişse talâk vâki olur." Burada münasip olan müennes zamiriyle ifade etmektir. Çünkü meselemiz kadının "kendimi boşuyorum" sözüdür. Düşün!

METİN

Erkeğin kendini boşa demesi kadının da: Ben boşum yahut ben kendimi boşuyorum cevabını vermesi bunun hilâfınadır, talâk vâki olmaz. Çünkü örf olmadıkça - Cevhere - yahutkadın talâk inşâsını niyet etmedikçe - Fetih - bu bir va'ddir. Karı-kocadan birinin sözünde nefis veya ihtiyara kelimelerinden birini zikretmek bilittifak talâk vuku sahih olmak için şarttır. Bu sözü cümleye bitişik olarak zikretmek de şarttır. Ayrı zikredilirse o mecliste olduğu takdirde sahihtir. Çünkü kadın o mecliste talâk inşasına mâliktir. Aksi takdirde sahih olmaz. Meğerki kadının kendisini ihtiyar ettiğini her ikisi tasdikte bulunsunlar. Bu takdirde sahih olur. Velev ki ikisinin de sözleri nefis kelimesinden hâlî bulunsun. Dürer ve Tâciyye. Behensî ile Bâkânî de bunu kabul etmişlerdir. Lâkin Kemal bunu reddetmiş. Ekmel de kîle (denilmiştir) sözüyle nakletmiştir. Hak olan bunun zayıf sayılmasıdır. Nehir. Erkek karısına bir ihtiyare veya bir talka yahut anneni seç derse kadının seçtim demesiyle talâk vâki olur. Çünkü ihtiyare kelimesini zikretmek nefsi zıkretmek gibidir. Sonundaki (te) harfi birlik ifade etmek içindir.

İZAH

«Ben boşum» ifadesi Cevhere'de, Bahır, Nehir, Minah ve Fetih'de yoktur. Bilâkis Bahır'da bundan sonra gelen fasılda ihtiyar ve diğer kitablardan naklen zikredildiğine göre ben boşum demesiyle bir talâk vâki olur. Çünkü talâkla vasıflanan kadındır, erkek değildir. Bunu şârih dahi gelecek fasılda söyleyecektir. Cevhere'nin ibâresi şöyledir: "Bir adam karısına kendini boşa der de kadın ben boşuyorum cevabını verirse, hem kıyasen hem istihsanen talâk vâki olmaz," Evet, Bahır'ın meşiet faslında Hâniyye'den naklen zikrolunduğuna göre bir adam karısına: Sen dilersen üç defa boşsun der de kadın ben boşum cevabını verirse hiç bir talâk vâki olmaz. Lâkin talâk vâkl olmaması üç talâkı kadının üçü dilemesine tâlik ettiği içindir. Boş sözüyle üç talâk yapmak mümkün değildir. Binaenaleyh hiç bir şey vâki olmaz. Çünkü üzerine tâlik yapılan şey mevcud değildir. Onun için Zahîre sahibi: "Talâk vâki olmaz. Meğer ki kadın: Ben üç defa boşum demiş olsun." ifadesini kullanmıştır. Bu izahtan anlaşılır ki, ben boşum sözü cevap olmaya elverişlidir. Burada onunla talâk olmaması üzerine tâlik yapılon şey bulunmadığındandır.

«Bilittifak...» Çünkü ihtiyar sözüyle talâk vâki olduğu sahabenin icma'ıyla bilinmektedir. İki taraftan birinin açıklayıcı bir söz söylemeleri hususunda dahi sahabenin icma'ı vardır. Bunu Tahtâvî İzahü'l-lslah'dan nakletmiştir.

«Çünkü kadın o mecliste talâk inşâsına mâliktir.» O halde tefsirine de mâliktir. T. Bahır sahibi Muhît ve Hâniyye'den naklen şöyle demiştir: "Kadın o mecliste: Ben kendimi kasdettim derse talâk vâki olur. Çünkü kadın o mecliste oldukça talâk inşâsına mâliktir."

«Her ikisi tasdikte bulunsunlar.» Zâhirine bakılırsa velevki meclis değiştikten sonra tasdikte bulunsunlar talâk vâkidir. Bahır.

«Tâciyye» kelimesi Tâcü'ş-Şeria'ya nisbettir.

«Lâkin Kemâl bunu reddetmiş» ve şöyle demiştir: "Kendisini seçmekle talâk yapmak kıyasa muhâliftir. Binaenaleyh nassın bulunduğu yare münhasır kalır. Bu olmasaydı hal karinesini tefsirle yetinmek mümkün olurdu. Koca talâk vukuunu niyet ettikten ve birbirlerini tasdikten sonra sözle tefsire hâcet kalmazdı. Lâkin bu bâtıldır. Aksi takdirde bana su ver gibi aslâ talâka elverişli olmayan bir sözle mücerred niyet bulundumu talâk vâki olurdu."

«Ekmel de» İnâye adlı eserinde bunu za'f bildiren (kîle) sözüyle nakletmıştir. T.

«Sonundaki (te) harfi birlik ifade etmek içindir.» Yani bazen kadın kendisini bir defa seçer. Kocası ona seç der, o da kendimi seçtim cevabını verirse bir talâk vâki olur. Bazen de müteaddit defa seçer. Meselâ kocası: Üç talâk ile kendini seç der de, kadın seçtim cevabını verirse üçü de vâki olur. Birlikte kaydedince anlaşılır ki, kadını talâk hususunda muhayyer bırakmıştır ve bu söz tefsir edilmiş olur. "Bu söz yukarıda geçen seçmenin nev'ileri yoktur." ifadesi ile çelişki halindedir diye itiraz edilmez. Çünkü bizim söylediğimizden bizzat seçmenin nev'ilere ayrılması lâzım gelmez ki, başka bir söz ziyade etmeden her nev'i niyetle tâyin edilsin. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.

METİN

Tatlika sözünü zikretmek, seç lâfzını tekrarlamak dahi böyledir. Kadının babamı yahut annemi veya ailemi yahut kocaları seçtim demesi nefis kelimesinin yerini tutar. Şart olan bunun ikisinden birinin sözünde zikredilmesidir. Nitekim misâlini gösterdik. Binaenaleyh ihtiyara kelimesi zan edildiği gibi kocanın sözüne mahsus değildir. Kadın: Ben kendimi ve kocamı yahut kendimi hayır bilâkis kocamı seçtim derse talâk vâki olur. Gerçi ihtiyar'da talâk vâki olmaz denilmişse de yanlıştır. Evet, kadın bunun aksini söylerse önce söylediğine itibar edilerek talâk vâki olmaz ve emri elinde olmaktan çıkar. Nasılki yahut kelimesiyle atfeder yahut kocası kendisini seçsin diye kadına rüşvet verir o da seçerse, yahut kadın: Ben kendimi aileme kattım derse talâk vâki olmaz. Erkek seç sözünü atıflı veya atıfsız olarak üç defa tekrarlar da kadın seçtim yahut bir seçme seçtim veya birinciyi yahut ortadakini veya sonuncuyu seçtim cevabını verirse, tekrarın delâletiyle kocanın niyeti olmaksızın üç talâk vâki olur.

İZAH

«Tatlika sözünü zikretmek» kadının ifadesinde ise onunla bir tatâk-ı bâin vâki olur. Meselâ kadın: Ben kendimi bir tatlika ile seçtim derse hüküm budur. Çünkü bu sarîh sözle ifadesinde geçerse iş değişir. Onunla bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Çünkü bu sarîh sözle tefvîz yapmaktır. Evvelce geçtiği vecihle bunda üçü niyet dahi sahih olur.

«Seç lâfzını tekrarlamak dahi böyledir.» Çünkü tekerrür eden talâk hakkındaki seçimdir. Binaenaleyh teayyün etmiştir. Bunu Tahtâvî İzâh'dan nakletmiştir. Lâkin tekrarın nefis gibitefsir edilmiş sayılması söz götürür. Az ileride gelecektir.

«Kadının babamı seçtim ilah...» demesi nefis kelimesinin yerini tutar. Çünkü onların yanında olmak ancak kocasından ayrılmak onunla beraber bulunmamak içindir. Kavmimi seçtim yahut zîrahm-i mahremimi seçtim demesi bunun hilâfınadır. Zira talâk vâki olmaz. Bu sözün kadının babası veya annesi bulunduğu hale yorumlanması gerekir. Bunlardan biri yok da kardeşi varsa talâkın vâki olması gerekir. Çünkü o zaman kadın âdeten onun yanında bulunur. Fetih'de böyle denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki: "Kadın babamı veya annemi seçtim der de bunlar ölmüş bulunur, kardeşi de yoksa hükmün ne olacağını görmedim. Ama talâk vâki olması gerekir. Çünkü bu söz kendimi seçtim sözü yerine geçer."

Hâsılı tefsir edilen sözler sekizdir. Bunfar: Nefis, ihtiyara, tatlika, tekrar, babam, anam, ailem ve kocalar sözleridir. Dokuzuncu bir söz daha ilave edilir ki, o da erkeğin sözündeki sayıdır. Erkek karısına üç defa ihtiyar et der de kadın ihtiyar ettim cevabını verirse, üç talâk vâki olur. Çünkü bu söz talâkı ihtiyar etmek istediğinin delilidir. Müteaddid olan talâkdır. Kadının seçtim sözü ona sarfedilir ve üç talâk vâki olur. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Şart olan ilah...» Bu şeylerin karı ile kocadan birinin sözünde bulunması ile iktifa olunması şundandır: Çünkü erkeğin sözünde bulunursa kadının cevap vermesi onun tekrarını tezammun eder. Sanki kadın ben bunu yaptım demiş gibi olur. Kadının sözünde bulunursa lâfızda hassaten ayrılık ifade eden ve talâk ikâ'ında âmil olan şey bulundu demektir. Kocanın niyeti de bulununca ayrılmanın illeti tamam olur ve ayrılık sübut bulur. Nefis ve benzeri bir kelime iki taraftan birinin sözünde zikredilmezse iş değişir. Çünkü belirsiz belirsizi tefsir edemez. Bir de yukarıda geçen icma' vardır. Meselenin tamamı Fetih'tedir.

«Kocanın sözüne mahsus değildir ilah...» Şârih bu ifadeyi Kuhistânî'den almıştır. H. Metinler nefis veya ihtiyara kelimesinin karı ile kocadan birinin sözünde zikredilmesi şarttır derken onlara muhâlif olarak kocanın sözüne nasıl mahsus olabilir.

«Talâk vâki olmaz denilmişse de yanlıştır.» Yani Muhtar şerhi İhtiyar'da kadının sözünden vazgeçmesi meselesinde talâk vâki olmaz denmişse de bu hatadır. Çünkü güvenilir kitablarda nakledilenlere muhâliftir. Bahır.

«Bunun aksini söylerse» yani ben kocamı seçtim, hayır bilâkis kendimi seçtim derse yahut hem kocamı hem kendimi seçtim cevabını verirse talâk vâki olmaz. Bahır.

«Önce söylediğine itibar edilerek talâk vâki olmaz.» Çünkü ondan dönmek sahih olmaz.

«Nasılki yahut kelimesiyle atfederse» talâk vâki olmaz. Emir kadının elinde olmaktan çıkar. Çünkü yahut kelimesi iki şeyden birini bildirmek içindir. Kadının alettayin kendini mi yoksa kocasını mı seçtiği bilinmediği için kendisini alakadar etmeyen bir şeyle iştigal olur ki bu da vazgeçmek sayılır. H.

«Kendimi aileme kattım derse ilah...» Bahır sahibi diyor ki: "Bir adam karısına seç der de kadın: Ben kendimi aileme kattım cevabını verirse talâk vâki olmaz. Nitekim Câmiu'I-Fûsuleyn'de beyan edilmiştir. Ama bu müşkildir. Çünkü kinâye sözlerdendir ve kadının ben bâinim demesi gibidir" H. Bahır sahibi bunu gelecek bâbta zikretmiştir. Biz de cevabını orada vereceğiz.

«Atıflı» yani Arapça vav, fa veya sümme harflerinden biriyle atfederse Fârisî'nin Telhîz şerhinde şöyle denilmiştir: "Sümmeyle atfederek söyler de kocası ikinciyi söylemeden kadın kendisini ihtiyar ederse, kendisi de cima' olunmamışsa birinciyle bâin talâkla boş düşer. Diğerleriyle bir şey vâki olmaz." Bahır.

«Kocanın niyeti olmaksızın» ifadesi Kenz, Hidâye, Sadru'ş-Şehid ve Attâbî'de de bu şekildedir. Vechi şârihin dediği gibi tekrarın talâk murad ettiğine delâlet etmesidir. Telhisü'l-Câmi'de dahi: "Teaddüd yani tekrar talâka mahsustur ve nefisle niyetin zikrine hacet bırakmaz. Lâkin Gâyetü'l-Beyân'da bildirildiğine göre Câmi-i Kebîr'de açıklanan niyetin şart olmasıdır. Bu zâhîrdir." denilmiştir. Kaadîhân ile Ebu'l-Muîn Nesefî buna kâil olmuş, Fetih sahibi dahi bunu tercih etmiştir. Zira seç emrini tekrarlamak bu sözü talâk hakkında zâhir kılmaz. Câiz ki mal hakkında seç yahut mesken hakkında seç demek istemiştir. Bahır sahibi diyor ki: "İhtilâf niyetsiz olarak kazaen vâki olmasındadır. Haddi zatında talâkın ancak bununla vâki olacağında ittifak vardır. Hâsılı rivâyeten ve dirayeten itimad edilen söz niyetin şart olmasıdır, nefsin şart olması değildir."

Ben derim ki Allâme Kâsım ile Makddisî'nin meylettikleri kavle birincisidir. Bahır sahibinin niyetin şart olmasıdır, nefsin şart olması değildir demesi söz götürür. "Çünkü tekrar talâk murad etmeye delildir." sözüne binaen niyet şart değildir diyen dahi tekrarın delâletiyle nefsi zikretmenin şart olmadığını söylemiştir. Nitekim Telhîz'in yukarıda gecen açık ibâresi böyledir. Tekrarı dokuz tefsir kelimesinden sayanlarla niyetin şart olduğunu söyleyenler ve tekrarı talâk muradına delil saymayanlar açıkça yukarıda geçmişti. Nitekim Feth'in yukarıda geçen sözü de açıktır. Kaadihân'ın Ziyâdat şerhinde dahi öyledir. Şu halde tekrar talâk murad etmek için delil sayılmayınca ihtiyar sözü tefsircisiz kalır. Tefsircinin şart olduğunda ise yukarıda icma' nakletmiştik. Binaenaleyh niyet şarttır diyenlere nefsi zikretmek de şart olmak lâzım gelir. Niyetle tefsir hâsıl olmaz. Çünkü Fetih'de şöyle denilmiştir: "Seçmekle talâk ikâ'ı kıyasa muhâliftir. Binaenaleyh nassın bulunduğu yere münhasır kalır. Bu olmasaydı hal karinesini tefsirle yetinmek mümkün olurdu ilah..."

Evet, yukarıda geçen ihtilâf talâkın yalnız kazaen vukuunda olduğuna göre şöyle demek gerekir: "Kocanın tekrarla birlikte nefsi zikretmesinde bilittifak niyet şart değildir. Biliyorsun ki ihtilâfın mercii tekrarın talâk muradına delâlet hususunda nefis kelimesinin yerini tutuptutmamasıdır. Sarahaten nefis kelimesi zikredilmesi talâk muradına delâlet teayyün eder ve artık kazaen niyetin şart olması hususunda hilâfa mahal kalmaz. Çünkü nefis kelimesini zikretmesi niyeti olmadığı hususundaki dâvâsını yalanlar. Nitekim talâkın kinâyelerinde geçmişti ki delâlet niyetten daha kuvvetlidir. Çünkü delâlet açık, niyetse kapalıdır.

Şu halde geçen hilâfın tekrar suretinde niyet şart mıdır değil midir meselesine aid olduğu teayyün eder. Bunun yeri ise nefsi yahut nefis yerini tutacak bir sözü zikretmediği zamandır. Burada bana zâhir olan budur. Bunu düşün! Çünkü biriciktir. Bundan anlarsın ki, buradaki «niyetsiz olarak» dememizle bâbın başında musannıfın "talâkı niyet ederek" demesi arasında birbirine aykırılık yoktur. Çünkü onun evvela söylediği niyet şarttır sözü ancak nefis kelimesiyle onun benzeri olan tefsir kelimelerinden biri kocanın sözünde zikredilmediğine göredir. Böyle bir kelime ancak kadının sözünde zikredilmıştir. Birıaenaleyh karı-kocanın birbirlerinden ayrılmalarının illeti tamam olmak için niyet şarttır. Nitekim evvelce Fetih'ten nakletmiştik. Demiştik ki; öfke veya müzakere kazaen niyetin yerini tutar. Fakat nefis veya benzeri erkeğin sözünde zikredilirse kazaen niyete hâcet yoktur. Çünkü hassaten ayrılmakta kullanılan şey mevcuddur. Acaba kocanın sözünde tekrar nefis kelimesi gibi tefsirci midir ve niyetin yerini tutar mı tutmaz mı? Dinlediğin hilâf buradadır. Nefis kelimesi veya benzeri ne erkeğin, ne kadının sözlerinde zikredilmemiş olursa aslâ talâk vâki olmaz. Velev ki niyet etmiş olsun.

«Üç talâk vâki olur.» sözü bazı nüshalarda niyetsiz sözünden önce zikredilmiştir. Minah'da da öyledir. En münasibi odur. Çünkü üç talâka da niyet şart olmadığını ifade eder. T.

METİN

İmameyn: "Birinciyi seçtim sözünden sonuna kadar bir talâk-ı bâin vâki olur." demişlerdir. Tahâvî bu kavli benimsemiştir. Bahır. Ali Makdisî dahi bunu kabul etmiştlr. Hâvi'l-Kudsî'de: Biz bununla amel ederiz o kadar." denilmiştir. Bu gösterir ki, müftabih kavil İmameyn'in kavlidir. Çünkü ulemanın biz bununla amel ederiz demeleri fetvaya alem olan sözlerdendir. Eşbâh'a hâşiye yazan Şeref-i Gazzî'nin elyazısıyla böyle denilmiştir. Zikredilen muhayyer bırakmaya cevap olarak kadın ben kendimi boşadım yahut ben kendimi bir tatlika ile seçtim veya ilk talâkla seçtim derse esah kavle göre bir talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü kocası talâk-ı bâini tefvîz etmiştir. Kadın ondan başkasına mâlik değildir.

İZAH

«Birinciyi seçtim.» diye kayıdlaması şundandır: Zira seçtim veya bir seçiş seçtim sözüyle bilittifak üç talâk vâki olur. Kezâ bir defa seçtim veya bir kerre ile seçtim yahut birle veya bir seçişle gibi kelimelerle bütün imamlarımızın kavline göre üç talâk vâki olur. Bahır.

«Sonuna kadar» yani ortayı veya sonuncuyu seçerse demektir. Maksad kadının birinciyiseçtim veya ortadakini seçtim yahut sonuncuyu seçtim dediğini anlatmaktır. Bununla beraber kadının bunları atıf edatıyla üçünü birden zikretmiş olması da ihtimal dahilindedir.

«AIi Makdisî dahi bunu kabul etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: "Makdisî Kenz'in Nazmını şerhederken sadece iki kavli hikâye etmiş; sonra İmameyn'in kavlinin vechini anlatmış, arkacığından da İmam-ı Âzam'ın kavlini tevcih etmiştir."

«Bu gösterir ki ilah...» sözüne karşı şöyle denilebilir: "Bütün metin sahibleri İmam-ı Âzam'ın kavline göre hareket etmiş, Hidâye sahibi onun delilini geriye bırakmıştır. Binaenaleyh âdeti vecihle tercih edilen kavil odur. Fetih sahibi ile başkaları bu kavli izah ve yapılan itirazları def hususunda uzun sözler söylemişlerdir. Bahır ve Nehir sahibleri de Fetih sahibine uymuşlardır. Binaenaleyh metin ve şerh yazarlarının itimad ettikleri kavil odur. Hâvi'l-Kudsî'nin itimad ettiği kavil onun karşısında duramaz.

«Zikredilen muhayyer bırakmaya cevap olarak» yani üç defa tekrara cevap olarak demektir. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir. Bahır'ın ibâresi ise: "Erkeğin seç demesine cevap olarak" şeklindedir.

«Esah kavle göre» yerine doğrusu budur demek daha münasibtir. Çünkü Hidâye ile bazı Câmi-i Sağîr nüshalarında "Kocası karısına mâliktir." denilmişse de şârihler kesin olarak bunun yanlış olduğunu söylemiş lerdir. Bahır'da: "Bu bir rivayettir." denilmişse de bunu da Nehir sahibi reddetmiştir.

«Çünkü kocası talâk-ı bâini tefvîz etmiştir.» Muhayyer bırakmak kinâyedir. Binaenaleyh onunla talâkı bâin vâki olur.

«Kadın ondan başkasına mâlik değildir.» Zira kadının talâk îkâ'ına itibar yoktur. itibar kocasının tefvîzınadır. Görmüyor musun kocası ona bâin talâkı veya ric'îyi emreder de kadın aksini yaparsa kocasının emrettiği olur. Bahır.

METİN

Bir boşama hususunda emrin elindedir yahut bir boşama seç der de kadın kendini seçerse bir talâk-ı ric'î ile boş olur. Çünkü kocası talâkı ona sarîh sözle tefvîz etmiştir. Beynunet ifade eden bir kelime sarîh sözle birlikte söylenirse ric'î olur. Aksi de böyledir. Musannıf cümleyi fî edatıyla kayıdlamıştır. Bâ ile kayıdlarsa hüküm yine böyledir. Kendini boşaman için yahut kendini boşayıncaya kadar emrin elindedir demesi bunun hilâfınadır. Çünkü talâk-ı bâinle boş olur. Nasılki nafakam sana ulaşmazsa emrin elindedir. Ne zaman istersen kendini boşa dedikten sonra nafaka kadına ulaşmaz da kendini boşarsa talâk bâin olur. Çünkü talâk lâfzı emrin elindedir sözünün içinde yoktur.

FER'Î MESELELER : Bir kimse bir adama benim karımı muhayyer bırak derse, o kimse muhayyer bırakmadıkça kadın muhayyer olmaz. Ona muhayyer olduğunu haber ver demesibunun hilâfınadır. Çünkü muhayyerliği ikrar etmiştir.

Bir adam karısına: Sen istersen boş ol ve seç der de kadın diledim ve seçtim cevabını verirse iki talâk vâki olur. Bugün ve yarın seç derse birleşir. Yarın da seç derse talâk müteaddid olur.

Bir adam karısına: Bugün seç yahut bu ay emrin elinde olsun derse kadın günle ayın bakiyesinde muhayyer olur. Fakat bir gün veya bir ay derse konuştuğu saatten yarının o saatine kadar ve konuştuğu saatten ayın otuzuncu günü tamamlanıncaya kadar seçmeye hakkı olur. Bu muhayyerliği kadına ay başında verirse kadın ayın ilk gecesi ile iIk gününde muhayyer olur. Vakitle sınırlandırılan muhayyerlik vazgeçmekle bâtıl oluvermez. Kadın bilsin bilmesin vaktin geçmesiyle bâtıl olur.

İZAH

«Kadın kendini seçerse" sözü ile musannıf seçtim kelimesinin hem seçmeye, hem de emrin elindedir sözüne cevap olabileceğine işaret etmiştir. Nitekim ilerde de gelecektir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

«Beynunet ifade eden bir kelime ilah...» sözü bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Emrin elindedir sözü ile seç sözünün ikisi de beynunet (ayrılmak) ifade ederler. O halde onlara bâinden başka mânâ vermek câiz olmamalıdır. Salhânî diyor ki: "Buradan anlaşılır ki, bir adam karısına ruhun boş olsun dese talâk-ı ric'î meydana gelir."

«Aksi de böyledir.» Yani sarîh bir söz kinâye ile birlikte kullanılırsa talâk bâin olur. Meselâ: Sen boşsun bâinsin sözü böyledir. H.

«Çünkü talâk-ı bâinle boş olur.» Zira talâkı kadına bâin sözü ile tefvîz etmiştir.

«Çünkü talâk lâfzı emrin elindedir sözünün içinde yoktur.» Bu cümle her üç meselenin illetidir. T.

«Ona muhayyer olduğunu haber ver demesi bunun hilâfınadır.» Yani o kimse haber vermeden kadın işitir de kendini seçerse talâk vâki olur. Çünkü haber vermesini emretmek, haber verilecek şeyin önce olmasını gerektirir ve bu kadını muhayyer bıraktığını ikrar sayılır. Bahır.

«İki talâk vâki olur.» Bunlardan biri diledim, diğeri de seçtim sözüyle olur. Çünkü kocası ona biri sarîh diğeri kinâye olmak üzere iki talâk tefvîz etmiştir. Sarîh zikredildiği halde kinâye niyete muhtaç değildir. Bahır.

«Birleşir» Hatta kadın o gün seçmeyi reddederse o söz aslından bâtıl olur. Hindiyye. Bugünün ve yarının içinden seç demesi de böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. T.

«Yarın da seç derse» yani bugün seç, yarın da seç derse, seç kelimesini tekrarlaması karinesiyle burada iki muhayyerlik vardır. T. Hangi sözler birleşir, hangileri birleşmezbundan sonraki bâbta gelecektir.

«Bugün seç ilah...» Bugün diyerek belirli söyleyince mâlum olan o gün anlaşılır. Muhayyerlik geçmiş güne aid değildir. Kadın o gün geçinceye kadar muhayyerdir. Bu da o gün güneşin kavuşmasıyla olur. Ay meselesinde de hilâli görmekledir. Sene demişse Zilhicce ayının tamamlanmasıyladır. Nitekim bir adam bugün yahut bu ay veya bu sene konuşmayacağına yemin etse bu şekilde hareket edilir. Ama günü ve ayı belirsiz zikrederse o zaman bütünü anlaşılır. Günün başlangıcı muhayyer bıraktığı andan ise ertesi gün o anda sona erer. İkisinin arasına gece bizzarure girer. Halbuki gece ayrıca güne tâbi olmazdı. Herhalde bu mesele bundan istisna edilmiş olacaktır. Rahmetî. Şârihin zikrettiği Cevhere'den alınmıştır. Gelecek fasılda Bahır'ın ibâresi Zahîre'den naklen şöyledir: "Bir gün veyn bir ay yahut bir sene emrin elindedir derse, o saatten itibaren zikredilen müddet tamamlanıncaya kadar kadının emri elindedir. "Bu ibâre ihtimallidir. Müddetin geceleyin yahut ikinci gün tamamlanması murad edilmiş olabilir. Gecenin dahil olup olmaması da ihtimallidir. Lâkin ulemanın yeminler bahsinde açıkladıklarına göre ben fülanca ile bir gün konuşmam diye yemin eden bir kimse araya gece girmekle beraber o günü ertesi günün bir kısmıyla tamamlayacaktır.

«Ayın otuzuncu günü tamamlanıncaya kadar...» Çünkü tefvîz ayın bir kısmında olmuştur. Hilâli itibara almak mümkün değildir. Binaenaleyh bilittifak günlerle itibar edilir. Zahîre. Bunun mefhumu şudur ki: hilâl doğduğu zaman söylemiş olsa icare meselesinde olduğu gibi hilâli görmekle itibar olunur.

«İlk gecesi ile ilk gününde muhayyer olur.» Çünkü baş ayın evvelidir. Ay kelimesinin altında biri gece diğeri gündüz olmak üzere iki nev'i vardır. Gecelerin evveli ayın ilk gecesi, günlerin evveli de ayın ilk günüdür. T.

 

            EMRİN ELİNDEDiR BÂBI

 

METİN

Bu söz seçmek sözü gibidir. Yalnız üçü niyet meselesinde ondan ayrılır. Bir adam karısına emrin elindedir yahut solundadır veya burnundadır yahut dilindedir diyerek üç talâk tefvîzini niyet ederse, kadın bulunduğu mecliste kendimi bir talâkla seçtim yahut kendimi kabul ettim veya emrimi seçtim yahut sen bana haramsın veya sen benden bâinsin yahut ben senden bâinim veya boşum dediği takdirde üç talâk vâki olur. Velevki kadın küçük olsun. Çünkü bu söz tâlik gibidir. Bezzâziye. Kezâ kadının babası ben bunları kabul ettim derse hüküm yine budur. Hulâsa. Ama bunu kadın küçükse diye kayıdlamak gerekir. Sana talâkını ödünç verdim, senin emrin Allah'ın ve senin elindedir, benim emrim senin elindedir sözleri de muhtar kavle göre emrin elindedir sözü gibidir. Hulâsa. Allah Teâlâ'nın ismini zikretmek teberrük içindir. Üçü niyet etmezse bir talâk vâki olur.

İZAH

Burada emir hal mânâsına, el de tasarruf mânâsınadır. Bunu Misbah'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Şu halde mânâ: Erkeğin karısının tesarrufuna verdiği talâkın kadın tarafından yapılması bâbı demektir. T. Evvelce söylemiştik ki, burada münasip olan bâb değil fasıl demektir.

«Seçmek sözü gibidir.» Yani niyetin şart olması nefis kelimesinin veya onun yerini tutacak başka bir kelimenin zikredilmesi, kocanın sözünden dönememesi ve tefvîzı yaptığı meslisle yahut kadının tefvîzı öğrendiği meclisle mukayyed olması ve şayet sınırlı ise kadının müddeti bilmesi ile mukayyed olması hususlarında seçmek kelimesi gibidir.

«Yalnız üçü niyet meselesinde ondan ayrılır.» Çünkü burada üçü niyet sahihtir. Muhayyer bırakmada ise sahih değildir. Çünkü emir cinstir. Umuma hususa ihtimali vardır. Bunlardan hangisini niyet ederse niyeti sahih olur, Bedayi'de burada nefis kelimesinin zikredilmesi şart değildir denilmiştir. Ama bu umumiyetle kitaplardakine muhâliftir. Nitekim Bahır ve Nehir'de belirtilmiştir.

«Emrin elindedir.» Tâlik yaparak şu haneye girersen emrin elindedir demesi de öyledir. Kadın o haneye ayak basar basmaz kendini boşarsa boş düşer. iki adım yürüdükten sonra boşarsa boş düşmez. Çünkü emir elinden çıktıktan sonra boşamıştır. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Attâbîyye'de: Bir adam yürürse muhayyerliği bâtıl olur." de- nilmişse de bu söz bir ayağının eşik üzerinde olmasına, diğeriyle içeri gir-mesine yorumlanır. Evvelki söylediğimiz ise eşiğin dış tarafında bulun- duğuna göredir. Böylece ilk adımla girişin evvelini geçmiş olmaz, ikinci adımla geçer ve emir elinden çıkar.Makdisî.

«Yahut solundadır ilah...» Bezzâziye'de: "Emrin gözündedir ve emsali bir söz söylerse niyeti sorulur." denilmiştir. Bahır.

«Üç talâk tefvîzını niyet ederse...» sözüyle diyaneten mutlaka tefvîzı niyet lâzım olduğuna, kazaen halin delâleti gerektiğine işaret etmiştir. Ni-tekim Bahır'da belirtilmiştir. Üçü niyet sözüyle neden ihtiraz ettiği ileride gelecektir. Musannıf bu lâfızların talâk îkâ'ından değil talâkı tefvîzdan ki-nâye olduklarına da işaret etmiştir. Hatta bu sözlerle talâk yapmayı niyet ederse vâki olmaz. Çünkü lâfzın kendisi bunu taşımaz. Emrin elindedir sö-zünden başkalarında bu açıktır. Emrin elindedir sözü ise talâk îkâ'ına ih-timallidir. Çünkü kocası bâinle boşarsa kadının emri elinde olur. Herhalde bunu örf olmadığı için talâk îkâ'ından kinâye yapmamıştır. Rahmetî.

«Üç talâk vâki olur.» Çünkü seçmek emrin elindedir sözüne cevap teşkil edebilir. Bir kelimesi seçmenin sıfatıdır ve kadın sanki "kendimi bir defa ile seçtim" demiş gibi olur. Bununla da üç talâk meydana gelir. Nehir. kendini boşa sözünde ise seçmek bu söze cevap teşkil edemez. Nitekim bundan sonraki fasılda gelecektir.

«Velev ki kadın küçük olsun.» Bundan önceki bâbta Zahîre'den naklettiğimiz fetva vak'ası budur.

«Çünkü bu söz tâlik gibidir.» Yani temlîk olsa da bunda tâlik mânâsı vardır. Nitekim izahı muhayyerlik meselesinde geçmişti.

«Ama bunu kadın küçükse diye kayıdlamak gerekir.» Bu ifade söz götürür. Müntekâ'dan naklen Hulâsa'nın ibâresi şöyledir: "Kadına emrin babanın elindedir der de babası da bunu kabul ettim derse kadın boş olur. Kezâ kadına emrin elindedir der de kadın kendimi kabul ettim cevabını verirse boş düşer. Böyle bir sözden kadının küçüklüğü anlaşılamaz. Çün- kü kadın yetişkin de olsa kocası emri bir ecnebînin eline verebilir. Hulâ-sa'nın ibâresinde kadının emrini eline verdiğine, kabulü babasının yaptı-ğına dair bir söz yoktur ki şârihin Nehir sahibine uyarak söyledikleri ye- rinde olsun. Rahmetî.

Ben derim ki! Şu da var: Kadına emrin elindedir demek kendi nefsini seçmesi hususunda tâlik mânâsına gelir. Binaenaleyh kadın küçük bile olsa babasını kabul etmesi sahih olamaz. Kezâ emri babasının eline ve-rirse kadın büyük bile olsa onun kabul etmesi doğru olamaz. Çünkü tâlik edilen şey mevcud değildir.

«Allah Teâlâ'nın ismini zikretmek teberrük içindir.» Yani emir yalnız başına kadının elinde olur.

«Üçü niyet etmezse bir talâk vâki olur.» "Üçü niyet sözüyle neden ihtiraz ettiği ileride gelecektir." dediği budur. Bu söz hiç aded niyet etme-meye yahut hür kadın hakkında bir veya iki talâkı niyet etmeye sâdıktır. Niyet ederse bir talâk-ı bâin vâki olur. Evvelce arzetmiştik ki, diyaneten talâkı kadına tefvîzi niyet etmesi kazaen halin delâleti mutlaka tâzımdır. Bahır.

METİN

Kadın kendini üç defa boşar da erkek ben biri niyet etmiştim derse, delâlet bulunmadığı takdirde erkeğe yemin verdirilir. Kadının delâlet bu-lunduğuna dair beyyinesi kabul edilir. Nitekim geçmişti. Meclisin bir ol-ması, kadının bilmesi nefis kelimesini veya onun yerini tutacak başka bir kelimeyi zikretmek şarttır. Kadının emri elinde olduğunu kocası söyler de kadın bunu bilmez fakat kendini boşarsa boş olmaz. Çünkü şartı yoktur. Hâniyye. Erkek tarafından karı boşamaya yarayan her söz kadın tarafın-dan cevap olmaya da yaramaz. Binaenaleyh kadın ben boşum yahut ken-dimi boşadım derse talâk vâki olur. Seni boşadım derse bunun hilâfınadır. Çünkü talâkla kadın vasıflanır, erkek vasıflanmaz. İhtiyar. Bundan hassa-ten seçmek lâfzı müstesnadır. Çünkü bu söz talâk lâfızlarından değildir. Ama kadın tarafından cevap olmaya yarar. Bedayi.

İZAH

«Delâlet bulunmadığı takdirde erkeğe yemin verdirilir.» Fakat üçe delâlet bulunursa, meselâ üç talâkı müzakere ederler yahut üç parmakla işaret ederse bu delâletle amel edilir.

«Kadının delâlet bulunduğuna dair beyyinesi kabul edilir.» Yani öfke veya müzakere halinde olduğuna dair beyyinesi kabul edilir. Ama niyeti buydu diye getirdiği beyyine kabul edilmez. Meğerki bu niyette olduğunu ikrar etti diye beyyine getirmiş olsun. Nitekim İmâdiyye'den naklen Nehir'de beyan edilmiştir.

«Nitekim geçmişti.» Yani kinâyeler bâbının başında geçmişti. H. «Bunun yerini tutacak başka bir kelime...» İhtiyara kelimesi gibi, em-rimi seçtim demesi gibi. T. Babamı veya annemi yahut ailemi veya koca-ları seçtim demesi de böyledir. Nitekim muhayyerlik bâbında geçmişti. Zâhire bakılırsa burada tekrarda muhayyerlik bâbındaki tekrar gibidir.

«Kadının emri elinde olduğunu söyler de ilah...» cümlesi "kadının bilmesi şarttır" cümlesinin muhterizîsidir. Yani bilmesi şarttır sözüyle bundan ihtiraz etmiştir. Diğer ikisini zikretmemesi anlaşıldıkları içindir. Kadın meclis sona erdikten sonra kendini ihtiyar ederse talâk vâki olmaz. Ama bu mutlak söylediğine göredir. Sınırlı söyler meselâ bir gün emrin elindedir derse kadının muhayyerliği o müddetin devamıncadır. Kadına emrin elindedir der de o da seçtim cevabını verir fakat kendimi demezse, bu mânâda başka bir sözde söylemezse talâk vâki olmaz. Rahmetî.

«Boş olmaz.» Vekil gibidir. Vekil vekâlet işini bilmezden önce vekil değildir. Hatta tesarrufta bulunsa tesarrufu sahih olmaz. Vasî bunun hilâ-fınadır. Çünkü o mirâsçılık gibi hilâfettir. Bezzâziye.

«Erkek tarafından karı boşamaya yarayan her söz ilah...» Bu kaideyi Bahır sahibi Bedâyi'den nakletmiştir. Ama ben onu açıklayan görmedim. Onu izah hususunda bana zâhir olan şudur: Maksad maddesiyle, heyetiyle lâfzı teşhis değildir. Bazılarının dediği gibi zamirleri ve şekilleri değiştirmek suretiyle de değildir. Maksad kadının lâfzı öyle bir şeye isnad etmesidir ki kocası ona isnad etmiş olsa talâk vâki olur. Bu suretle kocası tarafından talâk yapmaya yarayan söz kadın tarafından cevap olmaya yarar. Binaenaleyh kadının sen bana haramsın veya sen benden bâinsin yahut ben senden bâinim demesi yukarda geçtiği vecihle cevap olabilir. Çünkü ilk iki sözde kadın hörmet ve ayrılığı kocasına isnad etmiştir.

Bunları kocası kendisine isnad etmiş olsa, mesela ben sana hara-mım yahut ben senden bâinim dese, talâk vâkl olurdu. Üçüncüde kadın ayrılmayı kendisine isnad etmiştir. Bunu kocası da kadına isnad etmiş olsa ve sen benden bâinsin dese talâk vâki olurdu. Kadının ben boşum yahut kendimi boşadım demesi de böyledir. Talâkı kendine isnad etmiş-tir, bunlar cevap olabilir. Çünkü kocası talâkı kadına isnad etse talâk vâki olurdu. Kadının kocasına seni boşadım demesi bunun hilâfınadır. Ko-casına sen benden boşsun demesi de öyledir. Çünkü talâkı kocasına is- nad etmiştir. Halbuki kocası onu kendine isnad etmiş olsa talâk vâki ol-mazdı. Bu söz kocası tarafından boşamaya elverişli olmayınca karısı ta-rafından cevaba da elverişli olmaz. Bu kaideyi izah hususunda doğru söz budur. Bununla bazılarının: "Bu kaîde şu son sözle bozulur: Çünkü kocası karısına seni boşadım derse talâk vâki olur." iddiası sâkıt olur. Bu iddia maksad zamirleri ve kelime şekillerini değiştirmek olduğuna göredir. Halbuki murad o değildir. Murad bizim söylediğimizdir.

Sonra bilmelisin ki ulemanın: "Koca tarafından karı boşamaya yara-yan her söz." demelerinden murad: Kadın talâkını istedikten sonra niyete tevakkuf etmeden boşamaya yarayan sözlerdir. Çünkü Câmiu'I-Fûsu-leyn'de şöyle denilmiştir: "Asıl şudur ki: kadın talâkını istedikten sonra kocası tarafından talâk sayılacak her şeyle verilen cevap talâktır. Talâk kadının eline verildikten sonra kadın böyle bir sözü kendine söylerse boş düşer. Beni boşa der kocası sen haramsın yahut bâinsin veya hâlisin ya-hut berîsin cevabını verirse kadın boş olur. Talâk kadının eline geçtikten sonra bunları kadın söylerse yine boş olur. Kocasına beni boşa der de o da ailene katıl cevabını verir ve ben talâk niyet etmedim derse tasdik olunur. Kadın emir kendi eline geçtikten sonra bunu söyler ve kendimi aileme kattım derse yine boş olmaz. "Yani bu söz redde ihtimalli olan kinâyelerdendir. Binaenaleyh öfke ve müzakere hallerinde niyete bağlıdır. Kadın talâkı istedikten sonra ancak niyet varsa talâk yapmak için teayyün eder. Haram ve bâin sözleri bunun hilâfınadır. Çünkü bunlarla müzakere halinde niyetsiz talâk vâki olur demek istiyor. Bununla Bahır sahibinin müşkil gördüğü mesele bertaraf edilmiş olur. Bahır sahibi ben kendimi kattım sözüyle ben bâinim sözü arasındaki farkı müşkil saymıştır. Anla!

«Çünkü bu söz talâk lâfızlarından değildir.» Bununla talâk yapmayı niyet etse talâk olmaz. Zira ikâ' değil tefvîz kinâyesidir. Lâkin evvelce geçtiği vecihle kıyasa muhâlif olarak bilicma' kadın tarafından cevap sa-yılacağı sâbit olmuştur. Emrin elindedir sözü de bunun gibidir. Musannıfın onu istisna etmemesi kadın tarafından cevaba elverişli olmadığı içindir. Kadın emrim elimdedir diyemez. Nitekim bunu Bahır sahibi açıklamıştır.

METİN

Lâkin bu kaideye: "Yukarıda geçtiği gibi kadının veya babasının ka-bul etmesiyle cevap sahihtir." diye itiraz olunur. Düşün! Kadının kocasına cevaben kendimi bir defa boşadım yahut kendimi bir talâkla seçtim sözüyle bir talâk-ı bâin vâki olur. Zira tekarrur etmiştir ki muteber olan kadının talâk îkâ'ı değil kocasının tefvîzıdır. Erkeğin: "Bugün emrin elindedir ve yarından sonra" sözünde gece dahil değildir. Çünkü bu sözler iki temlîktir. Kadın o gün emri elinde olmasını reddederse emir o gün için bâtıl olur. Yarından sonra yine emri elindedir. Kadın kendini geceleyin boşarsa sahih olmaz. Hem ancak bir defa boş düşer. Emrin bugün ve yarın elindedir sözünde gece dahildir. Kadın o gün bu sözü reddederse ertesi güne kalmaz. Çünkü bir tefvîzdan ibarettir. Ama bugün emrin elindedir, yarın da emrin elindedir derse bunlar iki emir olur. Hâniyye. Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir. Gece dahil değildir. Nitekim bu âşikârdır.

İZAH

«İtiraz olunur.» Yani kabul erkek tarafından talâk îkâ'ına yaramasa da burada cevap olmaya yarar diye itiraz edilmiştir. İtirazı yapan Bahır sahibidir. Ama ona şöyle cevap verilebilir: "Kadının kabul etim demesi kendimi seçtim demesinden ibarettir. Binaenaleyh müstesnada dahildir."

«Zira tekarrur etmiştir ki ilah...» cümlesi bâin olur sözünün illetidir. Yani kadın ric'î talâk ifade eden sarîh sözle cevap verse de talâk bâin olur. Zira kadın kendi emrine ancak onunla mâlik olur, talâk-ı ric'î ile mâlik olamaz. Üç değil de bir talâk olmasının illetine gelince o da şudur: Kadının sözünde bir kelimesi bir masdarın sıfatıdır. Bu masdar talkadır. Çünkü lafzî amilin hâs olması mukadderin de hâs olmasına karinedir. Bu suretle ben kendimi birle boşadım ve ben kendimi birle seçtim sözleri arasında fark hâsıl olur ve bazılarının; "ikincide de bir talâk vâki olması gerekir." sözü defedilmiş olur. Tamamı Fetih'dedir.

«Gece dahil değildir.» Musannıf gece ile cinsi murad etmiştir. Binaenaleyh iki geceye de şâmildir. Kezâ fasıla teşkil eden gün de dahil değildir. Musannıfın bundan bahsetmesi açık olduğu içindir. H. Hâvi'l-Kudsî'de:"Burada iki geceyle yarın dahil değildir." denilmiştir.

«Çünkü bu sözler iki temliktir.» Bahır sahibi şöyle demektedir: "Çünkü bir zamanı kendi misli bir zaman üzerine atfetmek ve aralarını her ikisinin misli bir zamanla ayırmak zikredilen emrin birinciyle kayıdlanmasını, diğer emrin ikinci ile kayıdlanmasını kasid hususundaaçıktır. Binaenaleyh bugün sözü münferiden ele alınır. Zikredilen hükümde sonrakiyle biraraya toplanmaz. Çünkü cümle cümle üzerine atfedilmiştir. Yani emrin bugün elindedir ve emrin yarından sonra elindedir denilmiş gibidir. Bugün sözü ayrı söylense gece hükümde dahil değildir. Şu halde başka bir cümle üze-rine atfedildiği zaman dahi öyledir." H.

«Kadın kendini geceleyin boşarsa sahih olmaz.» Yani iki geceden birinde boşarsa sahih olmaz. Bu "gece dahil değildir" sözünden anlaşılan mânâyı açık olarak ifadeden ibarettir. H.

«Hem ancak bir defa boş düşer.» Şârih bu sözle bir vehmi defetmek istemiştir ki, o da kadının kendini her gün iki defa boşaması câiz olmakla bunların iki temlîk olması gerekmektedir. H.

Ben derim ki: Bu söz bu mânâda açık bir nakil bulunmasına muhtaç-tır. Çünkü iki sözün iki temlîk olması kadının kendini bugün ve yarından sonra boşamaya hakkı olduğunu gösterir. Minah sahibi diyor ki: "Vakitleri birbirinden ayrılmakla bunların iki emir olduğu sübut bulunca kadın için iki vaktin her birinde ayrıca muhayyerlik sâbit olur. Bunların birini reddetmekle diğeri reddedilmiş olmaz. Burada İmam Züfer'in muhalefeti vardır." Zâhire bakılırsa şârihin muradı kadının her gün yalnız bir defa boş olmasıdır. Bedâyi'de şöyle denilmiştir: "Kadın vakit içinde kendini bir defa seçerse başka bir defa seçmeye hakkı kalmaz. Çünkü lâfız vakti iktiza eder, tekrarı iktiza etmez." Bedayi sahibi bunu bugün, bu ay gibi sınırlı vakit bahsinde zikretmiştir. Bunlar iki vakitte iki temlîk olunca kadın her birinde yalnız bir defa kendini seçebilir. Yakında Bedayi'den nakledeceği-miz ifade dahi buna delâlet etmektedir.

«Ertesi güne kalmaz." Hidâye sahibi diyor ki: "Zâhir rivâyet budur. Ebû Hanife'den bir rivâyete göre kadın yarın kendini seçebilir. Çünkü ta-lâk îkâ'ını reddetmeye mâlik olmadığı gibi emrinin elinde olmasını reddet-meye de mâlik değildir."

«Çünkü bir tefvîzden ibarettir.» Zira aralarını başka bir günle ayır-mamıştır. Şu halde bir temlîkte bir yere toplamayı bildiren harfle toplama yapmıştır ve iki gün emrin elindedir demiş gibidir. Burada hem lügaten, hem örfen araya giren gece dahildir. Bahır,

«Bunlar iki emir olur.» Bedâyi sahibi diyor ki: "Hatta kadın o gün ko-casını ihtiyar eder yahut emri reddederse yarın için muhayyerliği bâkidir. Çünkü kocası sözü tekrarlayınca tefvîz da tekrarlanmış olur. Bunların bi-rini reddetmek diğerini de red sayılmaz, Kadın birinci gün kendini ihtiyar eder de boşar da, sonra yarından önce o adamla evlenirse kendini ihtiyar etmek istediğinde buna hakkı vardır. Bir defa daha boşar. Çünkü kocası iki tefvîzdan her biriyle ona bir talâk hakkı vermiştir. Bunların birini yapmış olması diğerini yapmasına mâni değildir." İşte bu birinci mesele de bi-zim söylediğimize delildir. Biz: "Kadın her gün kendini bir defa boşayabi-lir." demiştik.

«Hâniyye sahibi hilâf zikretmemiştir.» Yani bunların iki emir olduğu hususunda hilâf olduğunu söylememiştir. Gerçi Hidâye'de bunun hassaten İmam Ebû Yusuf'tan rivâyet edildiği bildirilmişse de, bu hilâf isbat etmek için değil, mezkûr fer'î meseleyi o tahriç ettiği içindir. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir.

«Nitekim bu âşikârdır.» Çünkü bu adam kadına ayrı bir günde emir isbat etmiştir. Ondan sonra gelen günde sâbit olan ayrı emirdir. Fetih.

METİN

T E M B İ H: Yukarıda geçen ifadenin zâhirinden anlaşıldığına göre kadının reddetmesiyle emir reddedilmiş olur. Lâkin İmâdiyye'de ibrâ gibi kadının tefvîzı kabulünden önce reddedileceği, kabulden sonra reddedile-miyeceği, bir de birleşen müddette yarına hakkı kalmayacağı bildirilmek-tedir. Ama Valvalciyye'de: "Karısına ayın başına kadar emrin elindedir der de kadın ben kocamı seçtim cevabını verirse o günkü muhayyerliği bâtıl olur. Fakat İmam-ı Âzâm'a göre ertesi gün kadın kendisini ihtiyar edebilir." denilmektedir.

İZAH

«Yukarıda geçen ifadenin» yani "Kadın o gün emri reddederse o gün emir bâtıl olur." sözünün zâhirinden anlaşıldığına göre demektir. Zâhirinden demesi emrin reddinden kocasını seçtiği murad edilebileceği içindir. Bu takdirde kadının "ben onu reddettim" demesi murad edilmemiş olur. Bu hususta tafsilât gelecektir. H.

«Lâkin İmâdiyye'de İlah...» İfadesinde kısaltma vardır. Şarihin şöyle demesi gerekirdi; "Zahire'de bildirildiğine göre emir reddedilmiş olmaz. İmâdiyye'de iki kavlin arası bulunarak şöyle denilmiştir ilah..." Bunun iza-hı şudur: Kadının reddi sahihtir diye hüküm vermek Zahire'nin ifadesiyle çelişki halindedir. Orada; "Emri kadının eline veya ecnebî birinin eline verirse, sonra kadının veya ecnebinin reddetmesi sahih olmaz. Çünkü bu lâzım olan bir şeyi temlîktir. Binaenaleyh lâzım olarak vâki olur. Bu mese-le ulemamızdan rivâyet edilmiştir." denilmiştir.

İmâdî Fûsul'ünde şöyle demektedir: "Bu iki sözün arasını bulmak için deriz ki: Emir tefvîz edilirken reddi kabul eder. Fakat kabulünden sonra reddedilemez. Bunun benzeri ikrardır. Bir kimse bir insana bir şey ikrar eder de o insan da tasdikte bulunursa, sonra ikrarından dönmesi sahih olamaz." Hidâye şârihleri de bu yatıştırmaya göre hareket etmişlerdir.

Muhakkık İbn-i Hümam ise Fetih'de başka bir şekilde arabulmuştur. O da şudur: Ulemanın: "Kadın o gün emri reddederse bâtıl olur." sözlerinden murad kadının o gün kocasını seçmesidir. Bunun hakikati milkinin sona ermesi demektir. Zahîre'deki ifadeden murad ise kadının reddettim demesidir. Hidâye sahibinin: "Çünkü kadın o gün kendi nefsini seçtiğinde ertesi güne muhayyerliği kalmaz. Kezâ kocasını seçerse emir reddedilmiş olur." demesi debunu göstermektedir.

Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi şöyle bir yatıştırma yapmıştır: "Meselede iki rivayet olması ihtimali vardır. Çünkü bu bir cihetle temlîktir ve temlîk olmasına bakarak kabulünden önce reddi sahihtir; Ama tâlik olmasına bakarak ne önce, ne de sonra reddi sahih değildir. Görülüyor ki reddin sahih olması rivayeti temlîke bakarak, fâsid olması da tâlika bakaraktır." Bahır sahibi bunu daha zâhir görmüş ve şununla te'yid etmiştir: Hidâye'de beyan edildiğine göre Ebû Hanife'den kadının talâk îkâ'ını redde salâhiyeti olmadığı gibi emri redde dahi salâhiyeti olmadığı rivayet edilmiştir.

Bahır sahibi: "Binaenaleyh İbn-i Humam ile şârihlerin yaptıkları tekellüfe hâcet yoktur." demiştir. Bahır sahibi bundan önce İmâdî ile şârihlerin: "Kadın kabul ettikten sonra reddettim derse bu onun muhayyerliğini ibtal eden bir vazgeçmedir." demelerine itiraz etmiş; bu hususta Makdisî de ona uyarak: "Bu şaşılacak şeydir. Vazgeçtiğine delâlet eden yiyip içme gibi şeylerle ibtal ediyorlar, sarîh red ile ibtal etmiyorlar." demiştir.

Ben derim ki: Bu kabul edilemez. Çünkü sözümüz sınırlı olan emir hak-kındadır. Ulema bunun meclisten kalkmakla ve yiyip içmekle bâtıl olmayacağını ancak vaktin geçmesiyle bâtıl olacağını açıklamışlardır. Vakitten mutlak olan emir bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti.

«İbrâ gibi» yani borçtan ibrâ gibi demek istiyor ki, bir defa sâbit oldu mu kabule bağlı değildir. Red ile geri çevrilir. Çünkü bunda ıskat ve temlîk mânâsı vardır. Fetih.

«Bir de birleşen müddette» sözü "kadının reddetmesiyle emir reddedilmiş olur." cümlesi üzerine atfedilmiştir. Yani yine yukarıda geçen ifadenin zâhirine göre emrin bugün ve yarın elindedir gibi birleşen müddette yarın için muhayyerlik kalmaz. Burada şöyle denilebilir: "Bu musannıfın sözünde açıklanmıştır. Şârihin lâkin ilah... sözü yarın muhayyerlik kalmaz sözüne istidraktır."

«O günkü muhayyerliği bâtıl olur ilah...» O gün ve yarın sözlerinden murad meclistir. Nitekim Tatarhâniyye sahibi bu tâbiri kullanmıştır. Hassaten birinci ve ikinci gün değildir. (Meclisten murad da bulunduğu hal ve vaziyettir.)

«İmam-ı Âzâm'a...» Kezâ İmam Muhammed'e göre kadın ertesi gün kendisi ihtiyar edebilir. İmam Ebû Yusuf: "Emir kadının elinden bütün ay boyunca çıkmıştır." demiştir. Bedâyi'de bildirildiğine göre bazıları bu hilâfı aksine zikretmişlerdir. Yani Tarafeyn'e göre bütün ay boyunca emir kadının elinden çıkar. Ebû Yusuf'a göre çıkmaz.Tatarhâniyye'de dahi böyle denilmiştir. Tatarhâniyye sahibi: "Sahih olan budur." demektedir.

«Ertesi gün kadın kendisini ihtiyar edebilir.» Yani müddet birleşmekle beraber seçme hakkı ertesi gün bâkidir denilmektedir. H.

METİN

Dirâye sahibi bunu şöyle tevcih etmiştir: "Ne zaman vakit zikredilirse tâlik, aksi takdirde temlîk itibar edilir." Şimdi şu kalır: Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşarsa tefvîz müneccez olduğu takdirde acaba kadının emri elinde olmaktan çıkar mı, Evet, şu haneye girersen emrin elinde olsun gibi muallak bile söylese emri bâtıl olur. Vakitle sınırlı söylerse bâtıl olmaz. İmâdiyye: Lâkin Bahır'da Kınye'den naklen: "Zâhir rivâyete göre muallak müneccez gibidir." denilmiştir.

İZAH

«Ne zaman vakit zikredilirse» yani bugün ve yarın emrin elinde olsun yahut ayın başına kadar emrin elinde olsun derse tâlik sayılır. Tâlik olunca reddetmekle geri dönmez. Vakit zikretmez de sadece emrin elinde olsun derse bu temlik sayılır. Temlik kabul etmeden geri çevrilebilir. Nitekim geçmişti. Ama bu ifade iki cihetten söz götürür.

Birincisi: Burada kabul kadının iki şeyden birini seçmesi mânâsındadır. Yani ya kendisini ya kocasını seçecektir. Kocamı seçtim dedi mi kabul bulunmuştur. Artık bundan sonra kendisini seçmek suretiyle bunu reddetmeye salâhiyeti yoktur. Şu halde tâlikle temlîkin arasında fark yok demektir.

İkincisi: Halebî'nin şu itirazıdır: "Bu tevcih metindeki ifadeyle Valval-

ciyye'nin ifadesi arasındaki çelişkiyi defedemez. Çünkü bunun mukte-

zasınca kadın o gün kocasını seçtiğinde ertesi gün emir elinde kalması ge-rekir. Halbuki bu musannıfın söylediğine muhâliftir." Tahtâvî buna: "Şarihin maksadı çelişki olduğunu göstermektedir, onu defetmek değildir." diye cevap vermiştir.

Ben derim ki; Çelişki namına verilecek cevap şudur: Hilâf metnin me-selesinde dahi câridir. Nitekim Hidâye'den nakletmiştik. Bedâyi'de şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına bugün ve yarın emrin elindedir derse bu söz yukarıda geçen ihtilâfa göre halledilir. Bunu Valvalcî dahi açıklamış ve şöyle demiştir: "Bugün ve yarın meselesinde kadın emri o gün reddederse ertesi gün emir elindedir. Ama Câmi-i Sağîr'de elinde olmayacağı bildirilmiştir. Fetva ona göredir. "Yukarıda geçen ay meselesindeki hilâf hikâyesinden anladın ki, İmam-ı Âzâm'la İmam Muhammed'e göre ertesi gün emir kadının elinde kalmaz. Ebû Yusuf buna muhâliftir.

«Bir adam karısını talâk-ı bâinle boşarsa İlah...» Bâinle diye kayıd-laması talâk-ı ric'î ile boşarsa tek sözle kadının emri elinde kalacağı içindir. H. Şârih ulemanın arasındaki başka bir çelişkiye cevap vermek istemiştir. Zira İmâdî Fûsul namındaki kitabında: "Karısına emrin elinde olsun der de sonra onu talâk-ı bâinle boşarsa zâhir rivâyete göre kadının emri elinde olmaktan çıkar." demiş, başka bir yerde ise çıkmadığını söylemiştir. Sonra bu iki sözün arasını bularak birinciyi müneccez (derhal geçerli) tefvîz, ikinciyi muallak mânâsına yorumlamıştır. Nehir sahibi diyor ki: "Bunun aslı evvelce geçtiği vecihle bâinin bâine ancakmuallak ise lahîk olmasıdır."

«Lâkin Bahır'da ilah...» cümlesi İmâdî'nin arabuluculuğuna istidraktir. Çünkü Kınye'de açıklandığına göre kocası kadına şöyle yaparsan emrin elinde olsun der de sonra şart bulunmazdan önce onu talâk-ı bâinle boşarsa, sonra onunla evlendiğinde kadının emri elinde kalır. Kınye sahibi bundan sonra zâhir rivâyete göre elinde kalmayacağına işaret etmiştir. Bu açık olarak gösterir ki, muallak olan emir zâhir rivâyete göre müneccez gibi kadının elinden çıkar. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hak şudur ki, bu meselede rivâyet muhteliftir. Zâhir rivâyete göre kadın kendini iddet içinde boşarsa emrin talâk-ı bâinle bâtıl olmasıdır. Başka kocaya gittikten sonra ise bâtıl değildir. Çünkü ulema yeminden sonra milkin elden çıkması yemini bozmaz demişlerdir. Muhayyer bırakmak da tâlik gibidir."Nehir sahibi de şöyle cevap vermiştir: "Kınye'nin ifadesi zâhir rivâyetin mutlak olmasına göredir. Halbuki o yukarıda geçen yatıştırma ile mukayyeddir."

Ben derim ki: Bunu Makdisî'nin Hulâsa üzerine yazdığı şerh de teyid etmektedir. Orada şöyle denilmektedir: "Serahsî diyor ki: Bir adam karısına seç der de sonra onu talâk-ı bâinle boşarsa muhayyerlik bâtıl olur. Emrin elindedir demesi de öyledir. Talâk-ı ric'î ile boşarsa bâtıl olmaz. Bunun aslı şudur: Bâin bâine lahîk olmaz. O kadını iddet içinde veya iddeti bittikten sonra alırsa emir geri dönmez. Emrin şarta muallak olması bunun hilâfınadır. Onu şarta tâlik eder de sonra kadını talâk-ı bâinle boşar ve sonra şart bulunursa emir geri döner.

İmlâ nam eserde şöyle denilmiştir: "Karısına istediğin vakit seç yahut istediğin vakit emrin elinde olsun der de sonra onu bir talâk-ı bâinle boşar, sonra tekrar evlenir ve kadın kendini seçerse Ebû Hanife'ye göre bu söz bâin olarak muallak olur. Ebû Yusuf'a göre olmaz. İmam Serahsî:"Onun kavli zayıftır." demiştir. Bununla Fûsul'de yapılan yatıştırmanın kuvvetli olduğu anlaşılır. "Seçmenin kendisinde tâlik mânâsı vardır. Binaenaleyh fark olmaması gerekir." dersen biz de deriz ki: açık tâlik ile içinde tâlik mânâsı bulunan söz arasında açık fark vardır. Bir nev'i tahkîk yapan kimseye gizli değildir.

Makdisî'nin söylediğine göre burada bazıları söz etmişse de üzerinde durmaya değmez. Zâhire bakılırsa bazılarından muradı Bahır sahibidir. Çünkü o müneccezle muallak arasında fark görmemiş, emrin bâtıl olmasını kadının kendini iddet içinde boşamasıyla kayıdlamıştır. Bu muhayyer bırakmanın tâlik mesabesinde olduğuna göredir. Ama Serahsî'nin sözü bunu sarahaten reddedmektedir. Anla!

METİN

FER'İ MESELELER : -Bir kimse bir kadını emri elinde olmak şartıyla nikâhlarsa sahih olur. Ama kadın emrini eline verdiğini iddia ederse sözü dinlenmez. Meğerki emir hükmünce kendini boşamış da sonra bunu iddia etmiş olsun. O zaman sözü dinlenir.

Kadın : ben kendimi yerimden kıpırdamadan mecliste boşadım der de kocası inkâr ederse söz kadınındır.

Seni kabahatsız döversem emrin elinde olsun der de sonra kadını döver ve ihtitâf ederlerse söz kocanındır. Çünkü inkâr eden odur. Kadının menfi şart üzerine getirdiği beyyinesi kabul edilir. Nitekim gelecektir.

Kadının velîleri onun boşanmasını ister de kocası kadının babasına: benden ne istiyorsun, dilediğini yap diyerek çıkarsa, kocası bu sözle tefvîzı niyet etmediği takdirde babasının boşamasıyla kadın boş olmaz. Bu hususta söz kocanındır. Hulâsa. Koca "nikâhıma bir kadın girerse" demedikçe fuzûlînin nikâhı dahil değildir.

Bir kimse karısının emrini iki adam arasında bırakır da kadını biri boşarsa talâk vâki olmaz.

İZAH

"Sahih olur." sözü söze kadının başlamasıyla kayıdlıdır. Kadın: ben kendimi sana emrim elimde olmak şartıyla nikâhladım. Dilediğim vakit kendimi boşarım yahut dilediğim vakit boş olmam şartıyla sana vardım der de kocası: kabul ettim derse sahih olur. Söze kocası başlarsa kadın boş olmaz. Emir de kadının elinde sayılmaz. Nitekim Bahır'da Hulâsa ve Bezzâziye'den naklen beyan edilmiştir.

"Sözü dinlemez." Çünkü bundan bir semere hâsıl olmaz. T.

"Emir hükmüne»" sözü emir sebebiyle mânâsınadır, Çünkü bir şeyin

hükmü onun semeresi ve üzerine terettüb eden eseridir. Emrin hükmü de

kadının kendisini boşamaya mâlik olmasıdır,

"Söz kadınındır." Çünkü sebebi kocasının ikrarıyle mevcuddur. Oda muhayyerliktir. Zâhire göre başka bir şeyle meşgul olmak bulunmamıştır. Bahır. Bir de kocası muhayyer bıraktığını ve talâkı ikrar edince bunu inkâr etmekle sebebin bâtıl olduğunu iddia etmiş olur. Asıl olan bunun yokluğudur. Ama bu adamın kölesine âzâd olman hususunda dün emrini eline verdim. Fakat sen kendini âzâd etmedin der de köle ben bunu yaptım derse bunun hilâfına olur, yani tasdik edilmez. Çünkü sahibi onun âzâd olduğunu ikrar etmemiştir. Emrin elindedir demek köle kendini âzâd etmedikçe onun âzâd olmasını icab etmez. Sahibi bunu inkâr etmektedir. Talâk böyle değildir. Zira koca onu ikrar etmiş de iptalini iddiada bulun-maktadır. Onun için kabul edilmez. Nitekim bunu Bahır sahibi Câmiu'-l Fûsuleyn'in: "Fark olmamak gerekir." sözüne cevaben açıklamıştır.

"İhtilâf ederlerse" yani kocası ben onu kabahatinden dolayı dövdüm der; kadın kabahatsiz dövdüğünü iddia ederse söz kocasının olur. Ama bunun kadın kendini seçtikten sonra olması gerekir. Nitekim önceki meseleden anlaşılmıştır.

"Söz kocanındır." Çünkü o emrin kadının elinde olduğunu inkâr etmektedir. Velevkikabahatini beyan etmesin. Kadın kabahatsiz dövdüğüne beyyine getirirse kabul edilmek gerekir. Velevki nefye şâhidlik olsun. Çünkü bu şarta şâhidliktir. Şartın beyyineyle isbatı câizdir. Velevki nefy olsun. Bunu Nehir sahibi İmâdiyye'den nakletmiştir.

"Nitekim gelecektir." Yani tâlik bâbında musannıfın "Meğerki kadın beyyine getirmiş olsun." dediği yerde gelecektir. H.

"Kadın boş olmaz ilah..." Yani bu iş talâk müzakeresi halinde de olsa kocanın sözü alettayin tefvîz sayılmaz. Alay için söylemiş olması ihtimali vardır. Yani yapabilirsen yap bakalım demek istemiş olabilir.

"Fuzûlînin nikâhı dahil değildir ilah..." Bahır'da Kınye'den naklen şöyle denilmektedir: "Senin üzerine bir kadın alırsam onun emri senin elinde olsun der de bir fuzûlînin nikâh etmesiyle o adamın nikâhına bir kadın girer, o da fiilen bunu kabul ederse karısı o kadını boşayamaz. Ama kocası benim nikâhıma bir kadın girerse demişse o zaman boşayabilir. Bu hususa tevkil de böyledir." Yani fuzûlînin yaptığı akdi sözle kabul et medikçe o yeni kadınla evlendiği tasdik edilmez. O kadının nikâhına girdiği tasdik edilir. Bana helâl olur sözü de girdi mânâsındadır. Lâkin yeminler bahsinin sonunda zikredileceğine göre bir adam nikâhıma giren her kadın yahut bana helâl olan her kadın şöyle olsun der de bir fuzûlînin kıydığı nikâhı fiilen kabul ederse, mutlak surette yemini bozulmaz.

Bunun bir misli de bir kadınla bizzat yahut vekilim vasıtasıyla yahut bir fuzûlînin nikâh kıymasıyla evlenirsem veya her hangi bir vecihle bir kadın nikâhıma girerse karım boş olsun demesidir. Çünkü "yahut bir fuzûlînin nikâh kıymasıyla" sözü "bir kadınla bizzat evlenirsem" sözü üzerine atfedilmiştir. Burada âmil "evlenirsem" sözüdür. Bu kavle mahsustur. Eğer "fiilen olsun bir fuzûlînin nikâhını kabul edersem" deseydi o zaman fuzûlî kapısı kapanmış olurdu. Bu adam için yaptığı tâlikın evli bulunduğu kadının talâkına aid olmaktan başka çare kalmamıştır. Binaenaleyh mesele izafet edilen yemini fesh etmesi için Şâfiî bir zâta arzolunur.

Hâsılı bu adam ya eski karısının talâkını tâlik edecektir yahut yeni aldığının talâkını. İkincisinde mesele bir Şâfiîye arzolunur. Anlaşılıyor ki bu meselede iki kavil vardır.

"Yahut nikâhıma bir kadın girerse" dediğinde yemininin bozulmasının vechi evlenmeden nikâhına kadın giremiyeceği içindir. Yani bu adam sanki "o kadınla evlenirsem" demiş gibidir. Fuzûlî birinin evlendirmesi ile ise evlenmiş sayılmaz. "Milkime giren her köle" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü burada fuzûlînin yaptığı akidle yemini bozulur. Zira milk-i yemin yalnız satın almaya mahsus değildir. Onun başka sebebleri olabilir. Musannıf bu iki kavli Fetâvâ'sında zikretmiş ve yemini bozulmaz kavlini tercih eylemiştir. İnşaallah bu hususta sözün tamamı yeminler bahsinde gelecektir.

"Talâk vâki olmaz." Çünkü onun yaptığı iş talâkı her ikisine temlîktir. Bunda ikisinin fiiline tâlik mânâ vardır.

Birinin yapmasıyla üzerine tâlik edilen şey bulunması değildir. Allahu a'lem.

 

MEŞİET (DİLEK) HAKKINDA BİR FASIL

 

METİN

Bir adam karısına: Kenidini boşa der de bir şey niyet etmez yahut bir talâkı -karısı hürre ise iki talâkı- niyet ederse, kadın kendini boşadığında bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Kadın kendini üç talâkla boşarsa kocası da bunu niyet ettiği takdirde üç talâk vâki olur. Musannıfın kendini boşa diye kayıdlaması şundandır: Çünkü kadınlarından hangisini istersen boşa derse, konuştuğu kadın sözünün umumuna dahil olmaz. Kadın ona cevaben ben kendimi talâk-ı bâinle boşadım derse, kocası kabul ettiği takdirde bir talâk-ı ric'î meydanagelir. Çünkü bu söz kinâyedir.

İZAH

Bu fasıl tefvîz nev'ilerinin üçüncüsüdür. Maksad talâkı sarîh bir şekilde dilemeye tâlik değildir. Bilâkis hem sarîhe hem zımniye şâmil olmasıdır. Hâkim Kâfî'sinde şöyle demiştir: «Bir adam karısına kendini boşa der de dilemekten bahsetmezse bu söz dilemek mesabesindedir. Kadın o mecliste kendini boşayabilir.» Yani talâk kadının dilemesine bağlıdır. Onun boşaması da dilemesi demektir. Onun için Kâfî sahibi: «Kadına dilersen kendini bir defa boşa der de kadın ben kendimi bir defa boşadım cevabını verirse boş olur. Kendini boşamakla dilediğini göstermiştir.» demiştir. Bu izahatımızta Nehir sahibinin İnâye'den naklen yaptığı itiraz defedilmiş olur. Onun itirazı şudur: «Bu başlığa münasip olan, söze içinde dilemek bulunan bir meseleyle başlamaktır.» Sa'diyye hâşiyelerinde kendisine verilen cevaba hâcet yoktur. Orada şöyle cevap verilmiştir: «İçinde dilemek zikredilen mesele zikredilmeyen mesele yerine tutulmuştur. Tıpkı mürekkeple müfredin hallerinde olduğu gibi hareket edilmiştir. Yani müfred mürekkepten önce gelir. Onun yerine tutular da öyledir.

Velev ki Nehir sahibi bunu kabul etmiş olsun. Evet: «Musannıf niçin sarîh olan meşiet meselelerini zikretmeden zımnî meşiet meselelerinden bahsetti? Velev ki her ikisi bu bâbtan maksud olsun» denilirse bu söz ona cevap teşkil edebilir. Anla!

"Karısı hürre ise Iki talâkı..." Çünkü onun hakkında iki talâk aded-i mahız (hâlis sayı) dır. Cariye bunun hilâfınadır. Onun hakkında ikiyi niyet etmesi sahihtir. Çünkü hürre hakkında üç talâk itibarî ferd olduğu gibi cariye hakkında iki talâk da itibarî ferddir.

"Kadın kendini boşadığında" yani bir, iki veya üç boşarda hiç birinde niyet bulunmazsa yahut hürre hakkında bir veya iki talâkı niyet ederse -ki dokuz şekil hâsıl olur- bunlarda birtalâk-ı ric'î vâki olur. Cariyede ise dört şekil meydana gelir. Bunu Halebî söylemiştir. Çünkü cariye kendini ya bir ya iki boşayacaktır. Bunların her birinde ya niyet yoktur yahut biri niyet etmiştir. Lâkin musannıfın "üç defa boşarsa" demesi İmameyn'in kavline göredir. Onlara göre bir talâk-ı ric'î meydana gelir. İmam-ı Azam'a göre ise kadın kendini üç defa boşar da kocası bir talâkı niyet etmiş yahut hiç niyet etmemiş bulunursa bir şey vâki olmaz. Çünkü boşa emrinin mucebî hakikî ferddir. Niyet etmese bile bu sâbit olur. İtibarî ferde yani üçe gelince: O bu sözün muhtemelatındandır. Ancak niyetle sâbit olur. O zaman kadının üç talâk yapması kendisine tefvîz edilen şeyden başkasıyla iştigal olur ve talâk meydana gelmez. Nitekim bunu Şürunbulâlî ifade etmiştir. Bunun muktezası şudur ki; erkek iki talâkı niyet eder de kadın kendini üç talâkla boşarsa İmam-ı Âzam'a göre yine hiç bir tâlak vâki olmaz. Anla!

"Kocası da bunu niyet ettiği takdirde" diye kayıdlaması hiç niyet etmediği yahut bir veya iki talâkı niyet ettiği suretten ihtiraz içindir. Çünkü bildiğin gibi İmam Âzam'a göre hiç bir şey vâki olmaz.

"Üç talâk vâki olur." Bunları bir sözle veya her birini ayrı ayrı yapması müsavîdir. Üç talâkı murad etmesinin sahih olması şundandır: Çünkü kendini boşa sözünün mânâsı boşama işini yap demektir. Bu lügaten zikredilmiştir. Çünkü sözün mânâsının bir cüz'üdür. Binaenaleyh umumu niyet sahih olur. Şu kadar var ki cariye hakkında umum talâk sayısı iki, hürre hakkında üçtür. Fetih.

"Kadın ona cevaben ilah..." Bilmiş ol ki bir adam karısına: Kendim boşa der de o da ben kendimi bâinle boşadım cevabını verirse bir talâk-ı ric'î ile boş olur. Ben kendimi seçtim derse boş olmaz. Fetih sahibi diyor ki: "Farkın hâsılı şudur: tefvîz edilen şey talâktır. Bâin kelimesi talâk yaparken kullanılan sözlerden bir kinâyedir. Demek ki kadın kendisine tefvîz yapılan şeyle cevap vermiştir. Seçmek bunun hilâfınadır. O ne sarîh, ne de kinâye olarak talâk lâfızlarından değildir. Onun içindir ki, kadın ben kendimi bâinle boşadım derse kocasının kabulüne bağlı kalır. Ben kendimi seçtim derse bu söz bâtıldır. Ona kabul de lahîk olamaz. Bâin kelimesinin kinâye sayılması ashabın icma'ıyla olmuştur ki, muhayyer bırakmanın cevabında kullanılır. Şu kadar var ki, kadın burada acele beynunet vasfını ziyade etmiştir. Binaenaleyh vasıf hükümsüz kalır, asıl sâbit olur.

Fetih sahibinin:" Onun içindir ki ilah..." sözü meselemizdeki farkı lebat için başka bir meseleyle istidlaldir ki, o da şudur: Söze kadın başlar da kocası kendini boşa demeden ben kendimi bâinle boşadım derse kocası razı olursa ve buna niyet de etmişse talâk vâki olur. Kinâyeler bahsinden az önce Telhisü'l-Câmi ve şerhinden naklen arzettiğimiz mesele de bu kabîldendir. Orada şöyle demiştik: "Söze kadın başlar da ben kendimi seçtim derse talâkvâki olmaz. Velevki kocasının niyeti bulunsun ve bunu kabul etsin. Çünkü seçtim kelimesi yalnız muhayyer bırakmanın cevabında kinâye kabul edilmiştir. Onun için karısına talâkı niyet ederek seni seçtim dese talâk vâki olmaz. Bâin kılmak sözü bunun hilâfınadır." Fetih sahibinin: "Şu kadar var ki ilah...» sözü bizim meselemizde talâk-ı ric'î meydana geldiğini beyandır. Bu izahatımızla anlarsın ki, şârih ibtida meselesiyle cevap meselesini karıştırmıştır. Doğru olan şekil "kocası kabul ettiği takdirde" sözü ile ondan sonra gelen "velevki kabul etsin" sözlerini ibâreden atmaktır. Çünkü bunlar söze ben kendimi bâin kıldım yahut kendimi seçtim diyerek kadın başladığına göredir. Bu mesele kinâyeler bahsinden önce zikredilmişdi. Şimdi bizim sözümüz kadın bunu kocasının "kendini boşa" sözüne cevap olarak söylemesi hakkındadır. Bu ise aslâ kabule tevakkuf etmediği gibi kadının talâk niyetine de bağlı değildir.

Nehir'de Telhîs'den nakil edilen bunun hilâfınadır. Çünkü Telhîs'den kadının niyetinin şart koşulması ancak ibtida meselesindedir, cevap meselesinde değildir. Kendini boşa sözüne cevaben kadının ben kendimi bâinle boşadım demesi niyete muhtaç değildir. Şu da var ki burada vâki olan talâk ric'îdir. İbtida meselesindeki ise bâindir. Tahtâvî'nin kezâ Rahmetî'nin bu söylediklerimizden bazılarına tenbihde bulunduklarını gördüm.

METİN

Kendimi seçtim demesiyle boş düşmez. Velevki kabul etsin. Çünkü seçmek ne sarîhtir ne de kinâye. Koca bundan dönemez. Yani tefvîzın her üç nev'inden dönmeye hakkı yoktur. Çünkü bunda tâlik mânâsı yardır. Meclisle de mukayyeddir. Çünkü temlîktir. Ancak ne zaman istersen ve benzeri umum ifade eden sözler ziyade ederse o zaman mutlak olarak boş düşer. Bu sözü bir erkeğe söyler yahut kadına ortağını boşa derse meclisle mukayyed olmaz. Çünkü bu tevkildir. Ondan dönmeye de hakkı vardır. Meğerki "ben seni her azlettikçe sen vekilsin" ifadesini ziyade etmiş olsun.

İZAH

"Ne sarîhtir ne de kinâye." Yani bu söz talâkın kinâyelerinden değil tefvîzın kinâyelerindendir. Seç diyerek muhayyer bırakmanın cevabı olması icma'la bilinmiştir. Emrin elindedir sözü de buna katılmıştır. Boşa sözü bunun hilâfınadır. Zira seçmek kelimesinden cevap olmaz. Bahır sahibi diyor ki: "Cevaba selâhiyeti yoktur sözüyle şunu ifade etmiştir ki, kadın kendisini alakadar etmeyen bir şeyle meşgul olduğu için emir onun elinden çıkar. Nitekim Fetih'de belirtilmiştir. Sadece seçmeyi nefy ile yetinmesi gösteriyor ki, koca tarafından talâk yapmaya yarayan her söz kendini boşa emrine cevap olmaya da yarar. Bu emrin elindedir sözünün cevabı gibidir. Nitekim Hulâsa'da açıklanmıştır."

"Her üç nev'inden" yani muhayyer bırakmak, emrin elindedir demek vedilersen sözlerindendönmeye hakkı yoktur.

"Çünkü bunda tâlik mânâsı vardır." Yahut bu temlîk olduğu için yalnız temlîk edenle tamam olur, kabule tevakkuf etmez. Nitekim Fetih sahibi bununla ta'lil etmiştir. Biz bunu tefvîz bâbında arzetmiştik.

"Çünkü temlîktir." Yani velevki vekâlet sözünü sarahaten söylemiş olsun. Meselâ seni talâkın hususuna vekil ettim desin. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir. Çünkü kadın kendisi için iş görmekte, vekil ise başkası için çalışmaktadır. Bunu Bahır sahibi ifade etmiş; sonra şunları söylemiştir: "Zâhire bakılırsa tatlîkı veya talâkı tâlik arasında bu hükümde fark yoktur. Yani meclisle takyidinde demek istiyor. Çünkü Muhît'te bildirildiğine göre bir adam karısına kendini boşa der de dilemekten bahsetmezse bu dilemek mesabesindedir. Ancak bir şeyde müstesnadır ki, o da kendini boşa sözünde üçü niyet sahihtir. Sen dilersen boşsun sözünde üçü niyet sahih değildir." Zâhirine bakılırsa kadın bulunduğu mecliste dilemezse emir elinde olmaktan çıkar.

"Ve benzeri ilah..." Dilediğin vakit, her ne zaman dilersen ve dilediğin an gibi sözlerdir. Böyle sözler karşısında kadın o mecliste ve daha sonra kendini boşayabilir. Çünkü bu sözler umum vakitleri ifade ederler. O adam "hangi vakitte istersen kendini boşa" demiş gibi olur. Bilmelisin ki erkek ne zaman dilek kelimesini zikrederse onu ister umum icab eden, ister etmeyen bir sözle birlikte söylesin kadın kendisini kasidsiz olarak yanlışlıkla boşarsa talâk vâki olmaz. Dilek kelimesini zikretmezse bunun hilâfınadır. Talâk vâki olur.

"Mutlak olarak boş düşer." Yani gerek o mecliste, gerekse daha sonra boşasın kadın boş düşer.

"Bu sözü bir erkeğe söylerse" cümlesindeki ism-i işaret boşama emrine râcidir. Yani bir adama benim karımı boşa derse meclisle mukayyed olmaz. Musannıfın bununla kayıdlaması "karımın emri senin elindedir" sözünden ihtiraz içindir. Çünkü o söz meclise münhasırdır. Esah kavle göre ondan dönmeye de hakkı yoktur. Kezâ "karımın talâkını sana verdim" der de o kimse de boşarsa yine meclise münhasır kalır ve yapılan talâk ric'î olur. Bahır. Adam tâbiriyle musannıf çocuk ve deliden ihtiraz ederek aklı ereni kasdetmiştir. Çünkü tevkil sahih olmak için vekilin mutlaka akıllı olması lâzımdır. Nitekim vekâlet bahsinde açıklanmıştır. Kadının emrini bir çocuğun veya delinin eline vermesi bunun hilâfınadır. O sahihtir. Zira temlîk olup zımnında tâlik vardır. Sanki şöyle demiştir: "Sana deli sen boşsun derse sen boşsun." Bu mesele temlîkin tevkile muhâlif olduğu yerlerden biridir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Tefvîz bâbında da geçmişti. Lâkin Bahır sahibinin bundan sonra Bezzâziye'den naklettiğine göre talâka tevkil, onu vekilin sözüne tâliktır. Onun içindir ki sarhoşken dahi söylese vâki olur. Ancak şöyle denilebilir: Bu ibtidaen tevkil sahih olmak için aklın şartkılınmasına aykırı değildir. Ancak vekilin sözüne tâlik etmenin muktezası aklın şart koşulmamasıdır. Çünkü üzerine tâlik yapılan şey boşamakla mevcuddur. Şu halde temlîkle tevkil arasında bu hususta fark yoktur. Düşünülsün.

METİN

Ancak dilersen sözünü ziyade ederse meclisle mukayyed olur. Bundan dönemez. Çünkü temlîk olmuştur. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın dilerse onu boşa sözüyle, kadın dilemedikçe o kimse vekil olamaz. Kadın onu öğrendiği mecliste dilerse o mecliste onu boşar, başka mecliste boşayamaz. Ama vekiller bundan gafildirler." Bir kimse karısına kendini üç yakut iki defa boşa der de kadın bir defa boşarsa bir talâk vâki olur. Çünkü bu kocasının yaptığı tefvîzın bîr cüz'üdür. Bin ile demedikce vekil de öyledir.

İZAH

«Meclisle mukayyed olur.» Çünkü talâkı dilemeye tâlik etmiştir. Mâlik; dilediği gibi tasarruf eden kimsedir. Hidâye. Sonra bilmiş ol ki, o kimse diledim derse talâk vâki olmaz. Çünkü koca ona dilerse karısını boşamasını emretmişti. Diledim sözünde boşama yoktur. Koca sen dilersen karım boş olsun der de o adam da diledim cevabını verirse talâk vâki olur. Çünkü şart olan dilek mevcuddur. Onu boşa der o kimse de yaptım cevabını verirse talâk vâki olur. Çünkü bu söz boşadım sözünden kinâyedir. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yine Bahır'da Hâkim'in Kâfî'sinden naklen şöyle denilmiştir: "Bir adamı karısını boşamak için tevkil eder de vekil kadını üç defa boşarsa, kocası üçü niyet ettiği takdirde üç talâk vâki olur. Niyet etmezse İmam-ı Âzam'a göre hiç talâk vâki olmaz, İmameyn'e göre bir talâk vâki olur.

«Başka mecliste boşayamaz.» Bulunduğu meclisten ayağa kalkarsa tevkil bâtıl olur. Sahih olan kavil budur. Çünkü talâka vekâletin sübut bulması kocasının kadına tefvîz ettiği dileğe dayanır. Kadının dilemesi ise meclise münhasırdır. Vekâlet de öyledir. Hâniyye'de böyle denilmiştir. Hulvânî diyor ki: "Bunu bellemek icab eder. Çünkü bu umumi belvalardandır. (Herkesin başına gelir.) Zira vekiller talâk îkâ'ını kadının dilemesinden geciktirirler. Bilmezler ki bu talâk vâki olmaz. Bu meclisle mukayyed olmaz sözünden yapılan bir istisnadır. Nehir. Bundan lüğz yapılarak: "Vekilin meclisiyle mukayyed olan vekâlet nedir?" derler. Bahır.

«Bir defa boşarsa...» Bahır sahibi diyor ki: "Birle iki talâk arasında fark yoktur. Musannıf burada: "Kadın daha az boşasa yaptığı talâk vâki olur." dese daha iyi olurdu. Bununla kadın kendini üç defa boşarsa evleviyetle olacağına işaret etmiş sayılırdı ve bunları bir sözle yapması ile ayrı ayrı sözlerle yapması arasında fark olmazdı.

«Bir talâk ric'î vâki olur.» Çünkü lâfız sarîhtir. Bazı nüshalarda böyle denilmiştir.

«Çünkü bu» yani bir talâk kocasının yaptığı tefvîzin bir cüz'üdür. Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü bu kadın üç talâk îkâ'ına mâlik olunca onlardan dilediğini îkâ'a da mâliktir. Bizzat zevc gibidir." Remlî şunları söylemiştir: "Bunun muktezası şudur: Kocası kendini boşa der de üçü niyet ederse kadın iki boşadığı zaman iki talâk vâki olur. Çünkü bu kadın da üç talâkı îkâ'a salâhiyatdardır. O da onlardan dilediği kadar mı îkâ edebilir. Ama ben buna tenbihde bulunan görmedim. Buna ulemanın: "Kadının üç talâkı bir sözle yahut ayrı ayrı sözlerle yapması arasında fark yoktur." sözleri delâlet etmektedir. Biz fark görünce ikinci talâkın üçüncüden önce olduğuna hüküm verdik. Yalnız ikinciyle iktifa etseydik yalnız iki talâk vâki olurdu. Kadın iki talâka mâlik olmasaydı tefvîz câiz olmazdı.

«Vekil de öyledir ilah...» Bahır sahibi diyor ki: "Bu hükümde temlîk ile tevkil arasında fark yoktur. Kadını üç defa boşamak için vekil eder de o da bir defa boşarsa bir talâk vâki olur. Bin dirheme üç defa boşaması için tevkil eder de bir defa boşarsa hiçbir talâk vâki olmaz. Meğerki bin dirhemin bütününe karşı kadını bir defa boşasın. Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir." Yani bir talâk ona yaptığı tefvîzın bir cüz'ü ise de koca talâka ancak hususî bir karşılık vermek suretiyle razı olmuştur. Onu vermezse sahih olmaz.

METİN

Bunun aksine bir şey vâki olmaz. İmameyn bir talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Dilersen kendini üç defa boşa der de kadın bir defa boşarsa veya aksini yaparsa her iki surette hiç bir talâk vâki olmaz. Çünkü sözle muvaffakatı şart koşmuştur. Hâniyye'nin tâlik bâbında şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına kendini on defa boşamasını emreder de kadın üç defa boşarsa yahut bir defa boşamasını emreder de kadın yarım defa boşarsa yahut bir defa boşamasını emreder de kadın yarım defa boşarsa talâk vâki olmaz." Karısına talâk-ı bâin veya ric'î yapmasını emreder de kadın "cevaben bunun aksini yaparsa kocasının emrettiği talâk vâki olur. Kadının vasfettiği hükümsüz kalır.

İZAH

«Bunun aksinde bir şey vâki olmaz.» Yani kadına kendisini bir defa boşamasını emreder de o bir sözle üç defa boşarsa İmam-ı Âzam'a göre hiç bir talâk vâki olmaz. Ama bir defa ve bir daha ve bir daha derse bilittifak bir talâk vâki olur. Çünkü birinci talâkla emre imtisal etmiştir. Sonrakileri hükümsüz kalır. Kezâ bir talâkı niyet ederek emrin elinde olsun der de kadın kendini üç defa boşarsa Mebsût sahibinin beyanına göre bilittifak bir talâk vâki olur. Çünkü kocası lâfzan adedden bahsetmemiştir. Lâfız umuma ve hususa elverişlidir. Tamamı Bahır'dadır.

«Kendini üç defa boşa ilah...» Dilemesine tâlik meselesinde emrin tatlîk lâfzıyla verilmesiyle talâk lâfzıyfa verilmesli arasında fark yoktur. Hatta kadına dilersen sen üç defa tâliksin yahut dilersen bir defa tâliksin der de kadın buna muhâlefet gösterirse hiç bir şey vâki olmaz. Bahır.

«Veya aksini yaparsa» yani dilersen kendini bir defa boşa der de kadın üç defa boşarsa bir şey vâki olmaz. Bahır.

«Her iki surette hiç bir talâk vâki olmaz.» Birinci surette hilâfsız talâk vâki olmaz. Çünkü üç talakın tefvîzı şarta muallaktır. O da kadının bunu dilemesidir. Zira kadına söylenen sözün mânâsı üçü dilersen demektir. Bu şart mevcud değildir. Çünkü kadın ancak bir talâk dilemiştir. Kocası sözünü dilemekle kayıdlamazsa bunun hilâfına olur. Kadının bir ve bir ve bir daha diledim diye ayrı ayrı söylemesi erkeğin tefvîzında dahildir. Çünkü ayırarak söylemesi bir fasıladır. Üçü dilemesi yoktur. Bunları arada susmadan birbirine bitişik söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü hepsini söyleyip bitirdikten sonra üçü dilemiş olduğu meydana çıkar. Kadın da o adamın nikâhındadır. Kadının cima edilmiş olup olmaması fark etmez. İkinciye gelince bundan talâk vâki olmaması İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyn'e göre bir talâk vâki olur. Bahır.

«Çünkü sözle muvafakatı şart koşmuştur.» Sözle muvafakat ancak asıl olan yerde şart koşulur. Tâbi olan yerde şart koşulmaz. Burada da öyledir. Çünkü aded zikredilirse talâkın îkâ'ı adedle olur, vasıfla olmaz. Kadına üçü veya biri emreder de o bunun aksini yaparsa kocasına asılda muhalefet yapmış olur. Yukarıda geçen mesele bunun hilâfınadır. Orada karısına kendini boşa der de karısı ben kendimi bâin kıldım cevabını verirse boş düşer demiştik. Çünkü kadın kocasına yalnız vasıfta muhalefet etmişti. O da hükümsüz kalarak bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Lâkin bu dilemeye muallak ile başka bir şeye muallak arasında fark olmamasını gerektirir. Halbuki dilemekten başkasına muallak olanda meselâ kendini üç defa boşa dediğinde kadın bir defa boşarsa bir defa boş olduğunu evvelce görmüştük.

Meğerki şöyle denilsin: Lâfzan muvafakatın şart koşulması dilemeye muallak olana mahsustur. Böylece o lâfzın suretini söylemeye tâlik olur. Nitekim şârihin az ileride Hâniyye'den naklen söyleyecekleri de bunu ifade eder.

«Hânlyye'nln tâlik bâbında» ki ibâresi şudur: "Dilersen kendini on defa boşa der de kadın kendimi üç defa boşodım cevabını verirse talâk vâki olmaz." Sonra şöyle denllmiştir: "Kadına dilersen sen bir talâk boş-sun der de kadın birln yarısını diledim cevabını verlrse boç olmaz." Bu izahtan anlaşılır kl, şârlh dilek kaydını ibâreden atmıştır. Talâk vûkl olma-maBinın vechl lâfızdcı muhalefet göstermesidlr. Velevki mânâda muvafd-kat bulunsun, Çünkü on talöktan ancak üçü vâkl olur. Yarım dedlğl de blr bütün olur.

«Karısına talâk-ı bâin veya ric'î ilh ..» Meselâ kendini bâin talâkla boşa der de kadın ben kendimi talâk-ı ric'î ile boşadım cevabını verirse; yahut kocası kendini talâk-ı ric'î ile boşa der de kadın: Ben kendimi bâin olarak boşadım cevabını verirse kocasının emrettiği talâk vâkiolur. Bu söz kadının ben kendimi bâin kıldım diye cevap vermesine de şâmildir. Çünkü o da öncekine râci'dir.

Kaadîhân vekil hakkında bunların arasında fark görmüş ve şöyle demiştir: "Bir adam başkasına benim karımı ric'î talâkla boşa der de vekil kadına seni bâin talâkla boşadım şeklinde söylerse bir talâk-ı ric'î vâki olur. Ama vekil ben onu bâin kıldım derse hiç bir şey vâki olmaz." İhtimal vekil ile talâka memur olan kadın arasında fark şudur: Talâka vekil olan kimse kinâye sözle talâk yapmaya salâhiyaddar değildir. Çünkü kinâye adamın niyetine bağlıdır. O ise niyete bağlı olmayan bir sözle boşamasını emretmiştir. Böylece vekil muvekkiline asılda muhalefet etmiş olur. Kadın bunun hilâfınadır. Çünkü kocası ona kendisi sarîh veya kinâye hangi lâfızlarla talâk yapabilecekse onlarla talâk yapmasını temlîk etmiştir. Lâkin bu vekilin kinâye sözlerle talâk yapamayacağına dair nakil bulunmasına bağlıdır. Bahır.

Nehir sahibi buna itiraz etmiş: "Hânniyye'nin ibâresi vekilin kinaye lâfızla muhalefette bulunduğunu açıkça göstermektedir." demiştir. Şu da var ki Şihab-ı Şilbî metnin sözünü kadının ben kendimi bâin olarak boşadım demesiyle kayıdlamıştır. Kendimi bâin kıldım demesi bunun hilâfınadır. Onunla talâk vâki olmaz. Şihab: "Bu izahı ganimet bil. Çünkü onu şerhlerden hiç birinde bulamıyacaksın" demiştir. Onu Şürunbulâlî de nakil ve ikrar etmiştir.

Ben derim ki: Lâkin Şılbî bu kaydı Kaadîhân'ın vekil hakkındaki sözünden alarak yapmıştır ki, aralarında fark bulunmadığının sübutuna bağlıdır. Halbuki bu hususta söz edildiğini biliyorsun. Hem faslın başında geçmişti ki kadın ben kendimi bâin kıldım sözüyle boş olur.

METİN

Asıl şudur: Vasıfta muhalefet cevabı ibtal etmez. Asılda muhalefet böyle değildir. Ama bu kadının dilemesine muallak olmadığına göredir. Kadının dilemesine tâlik eder de kadın aksini yaparsa bir şey vâki olmaz. Çünkü kadın kendisine tefvîz edilen şeyi dileyip yapmamıştır. Hâniyye. Bahır. Bu adam karısına; Dilersen sen boşsun der de kadın sen diledinse ben de diledim cevabını verir, adam da talâkı niyet ederek diledim derse yahut kadın henüz mevcud olmayan bir şey için şöyle olursa diledim derse - meselâ babam dilerse diledim yahut gece olursa diledim cevabını verir kendisi de gündüzde bulunursa - emir bâtıl olur. Çünkü şartı yoktur. Kadın geçmişte bir iş için o mecliste eğer o iş olduysa diledim derse boş düşer. Çünkü bu tencizdir. Geçmiş işten muradı muhakkak mevcud olmasıdır. Meselâ babasının hanede olduğunu bilerek babam şu hanede ise demesi veya geceleyin "bu gece ise" diledim demesi böyledir. Bir adam karısına sen ne zaman dilersen boşsun yahut her ne zaman dilersen boşsun veya dilediğinde yahut dilediğin anda boşsun der de kadın bu emri reddederse emir geri dönmez.

İZAH

«Asıl şudur ilh...» Fetih sahibi diyor ki: "Hâsılı muhalefet vasıfta olursa cevap bâtıl olmaz. Muhalefeti yaptığı vasıf bâtıl olur ve talâk tefvîz ne şekilde yapıldıysa öyle olur. Muhalefetin asılda olması bunun hilâfınadır. O zaman cevap bâtıl olur. Meselâ kocası bir talâk tefvîz eder de kadın kendini üç defa boşarsa Ebû Hanife'nin kavline göre cevap bâtıl olur, talâk vâki olmaz. Yahut kocası üç talâkı tefvîz eder de kadın bin defa boşarsa hiç bir şey vâki olmaz.

«Hâniyye. Bahır.» Yani bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir. Bazı nüshalarda Hâniyye ve Bahır denilmiştir. Bu da doğrudur. Hatta evladır. Çünkü bu hüküm iki kitabın mecmuundan alınmıştır. Hâniyye'nin tâlik bâbında şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Dilersen kendini bir talâk-ı bâinle boşa der de kadın ric'î talâkla boşarsa yahut: Dilersen bir talâkla boşa sana dönmeye hakkım olsun der de kadın talâk-ı bâinle boşarsa Ebû Hanife'nin kavline kıyasla hiç bir şey vâki olmaz. Çünkü kadın kendisine tefvîz edilen şeyi dileyip yapmamıştır." Bahır sahibi bu ibâreden çıkararak: "Musannıfın söylediği dilemeye muallak olmayan şey hakkında farzedilmiştir." demiştir,

«Henüz mevcud olmayan bir şey için...» Mevcud olmayan sözü geçmiş bitmiş bir şeye sâdıktır. Halbuki böyle bir şeye tâlik yapmak tenciz (halen yürürlüğe koymak) olduğundan şârih henüz mevcud olmayan diyerek onu tahsis etmiştir. H. Musannıf ise mukabilinde zikrettiğine güvenerek onu mutlak ifade etmiştir.

«Babam dilerse diledim ilh...» Burada şârihin iki misâl getirmesi muhakkak olacak bir şeyle muhtemelen olacak şey arasında fark olmadığına işaret içindir. H.

«Emir bâtıl olur ilh...» Yani talâk hâli bâtıl olur. Bahır sahibi diyor ki: "Çünkü bu adam talâkı kadının o anda geçerli dileğine tâlik etmiştir. Kadın ise muallakı yapmıştır. Şart mevcud değildir. Musannıf kadının sözünü sadece diledim sözüyle kayıdlamıştır. Çünkü kadın: Talâkımı diledim ilh... derse» talâk vâki olur. Talâk sözünü anmayınca talâka elverişli bir söz olmadan niyet muteber değildir. Bundan şu çıkarılır ki kocası senin talâkını diledim dese niyetle talâk vâki olur. Çünkü dilek varlığı bildirir. Senin talâkını murad ettim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü murad etmek varlık bi-dirmez. Fukaha dilemekle murad arasında kul sıfatlarında fark görmüşlerdir. Velevki Allah Teâlâ'nın sıfatları hakkında müteradif olsunlar. Nitekim lügatta da müteradif (aynı mânâya) dirler. Hoş gördüm, razı oldum sözleri de murad ettim gibidir.

«Çünkü bu tencizdir.» Yani mevcud bir şeye yapılan tâlik tencizdir. Onun içindir ki ibrâyı olmuş bir şeye tâlik etmek sahih olur. Burada şöyle bir itiraz vârid olamaz: "Bir adam yaptığını muhakkak bildiği bir şey için: Bunu yaptımsa kâfir olayım derse kâfir olması gerekir. Halbuki muhtar kavle göre bu adam kâfir olmaz. " Çünkü küfür itikadın değişmesineibtina eder. Halbuki o fiille itikad değişikliği olmamıştır. Tamamı Bahır'dadır.

«Kadın bu emri reddederek» dilemiyorum derse emir geri dönmez. Ondan sonra kadın dileyebilir. Çünkü kocası ona o anda bir şey temlîk etmiş değildir. Bilâkis talâkı kadının dilediği vakte izafe etmiştir. Binaenaleyh o vakitten önce temlîk olamaz ve reddetmekle geri cevrilmez. Hidâye'de böyle denilmiştir. Şöyle de denilebilir: Bu hiç bir halde aslâ temlîk olamaz. Bilâkis talâkı kadının dilemesine tâlik olur. Kadının boşadım demesi şartı yerine getirmektir. Şart onun dilemesidir. Meydana gelen talâk muallak talâktan başka bir şey değildir.

Evet, dilersen kendini boşa sözünde bu sahihtir. Fetih. Bahır sahibi Muhît'in şu ifadesiyle cevap vermiştir: "Bu söz tâlik mânâsını tezammun eder. Bu onun lâzımıdır, ibtal kabul etmez. Temlîk mânâsını da tezammun eder. Çünkü mâlik dileyerek tasarrufta bulunan kimsedir. Kadın kendini boşamak hususunda amel etmekle, mâlik de kendi nefsi için amel etmektedir. Temlîk cevabı sadece meclise münhasırdır. Câmi'de bildirildiğine göre sen dilersen boşsun yahut hoş görürsen boşsun veya arzularsan boşsun gibi sözler yemin değildir. Çünkü bunlar mânen temlîk, sureten tâliktır. Onun için de meclise münhasırdır itibar surete değil mânâyadır."

Ben derim ki: Bahır sahibinin: "Temlîkin cevabı meclise münhasırdır." sözü umum vakit ifade etmeyen eğer ve kaç gibi bir edatla tâlik ettiği zamana mahsustur. Umum vakit bildiren edatla tâlik yaparsa bunun hilâlfınadır. Burada zikredilen de umum bildiren edattır. Faslın başında da geçmişti.

METİN

Meclisle de mukayyed olmaz. Kadın kendini ancak bir defa boşayabilir. Çünkü edat bütün zamanlara âm ve şâmildir, fiillere şâmil değildir. Binaenaleyh kadın her zaman boşamaya salâhiyaddardır. Bir defa boşadıktan sonra tekrar boşamaya salâhiyeti yoktur. Kocası her diledikçe dediyse kadın üç talâkı ayrı ayrı zamanlarda yapabilir. Cemi' ve tesniye yapamaz. Çünkü bu edat umumî ferdleri bildirir.

İZAH

«Meclisle de mukayyed olmaz.» Fakat ne zaman ve her ne zaman kelimeleri vakit bildirmek içindir ve bütün vakitlere şâmildir. Sanki hangi vakitte istersen boşa demiş gibidir. Dilediğinde veya dilediğin anda diye terceme ettiğimiz (izâ, izâmâ) kelimeleri de İmameyn'e göre ne zaman diye terceme ettiğimiz (metâ) kelimesi gibidir. İmam-ı Âzâm'a göre bunlar şart için kullanıldıkları gibi vakit için de kullanılırlar. Lâkin emir kadının eline geçmiştir. Meclisten kalkmakla şübheye binaen elinden çıkmaz. Evet, kocası ben mücerred şartı kasdettim derse biz de meclisle mukayyed olur diyebiliriz. Ve töhmeti def için erkeğe yemin verdirilir. Nehir. Meselenin tamamı Fetih'dedir.

«Cemi' ve tesniye yapamaz.» Burada Hidâye'nin ibâresi şöyledir:"Kadın birden ve toptan talâkı îkâ'a salâhiyaddardır." İnâye sahibi diyor ki: "Bazılarına göre bu iki sözün mânâsı birdir. Bazılarına göre ise birden demenin mânâsı kadının kendimi üç defa boşadım sözüdür. Toptan'ın mânâsı ise bir boşadım, bir daha ve bir daha demesidir. Zâhir olan budur." Yani toptan kelimesinin izahında zâhir olan budur demek istiyor. Galiba bu sözüyle o Dirâye'nin ifadesine işaret ediyor. Dirâye'de toptan kelimesi: "Boşadım ve boşadım ve boşadım der." şeklinde tefsir edilmiştir. Fakat Dirâye sahibi birincisi daha sahihtir diyerek birden ve toptan kelimelerinin aynı mânâya geldiklerine işaret etmiştir. Nehir'de de böyle denilmiştir.

Ama birden kelimesiyle iki, toptan kelimesiyle üç kasdedilebilir. O zaman "cemi' ve tesniye yapamaz" sözü buna işaret olur. Sonra bilmelisin ki Hidâye'de toptan kelimesinin kadının: "Boşadım ve boşadım ve boşadım." demesidir şeklinde tefsir edilmesi: "Esah olan bunun hilâfıdır." denilmesi gösteriyor ki, esah kavle göre kadın bir mecliste kendini aralıklı olarak üç defa boşayabilir. İnâye'nin ifadesi de buna işaret etmektedir. Zira bunu: "Bir boşadım ve bir daha ve bir daha..." şeklinde tefsir etmiştir. Çünkü âmil bir olduğu için bu da cemi'dir. Dirâye'nin ifadesi bunun hilâfınadır. O cemi değil ayırmadır. Çünkü fili tekerrür etmiştir. Bu izaha göre Kuhistânî'nin: "Ayrı ayrı üç defa boşar. yani üç mecliste boşar ve kadın her mecliste kendini bir defadan fazla boşayamaz. Çünkü her talâk boş olmaz." İfadesi esah kavlin hilâfınadır. Meğerki bir defadan fazla ifadesi "Toplu olarak üç talâk boş olmaz." demesi karinesiyle birden mânâsına yorumlansın.

Bizim bu söylediklerimize Câmu'l-Fûsuleyn'in şu ifadesi de delâlet eder: "Her diledikçe emrin elinde olsun derse, kadın gerek o mecliste gerekse ondan sonra her diledikçe üç talâkla bâin oluncaya kadar ken-disini ihtiyar edebilir. Şu kadar var ki bir defada kendisini birden fazla boşayamaz." Bu sözün muktezası kadının bir mecliste kendini aralıklı ola-rak üç defa boşayabilmesidir. Meğerki sen boşsun sözüyle emrin elinde olsun ifadesi arasında fark görülsün. Lâkin Gâyetü'l-Beyân sahibi şöyle demiştir: "Bunlar Câmi-i Sağîr'in meseleleridir. Suretleri şudur: Muham-med Yâkub'dan, o da Ebû Hanife'den naklen şöyle demiştir: "Bir adam karısına: sen her diledikçe boşsun derse, kadın kendini boşayabilir. Ve-levki bulunduğu meclisten kalkmış da başka bir işe girişmiş, bir çok işler görmüş olsun. Bu hal kendini üç defa boşayıncaya kadar devam eder ilh...»

Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: "Çünkü her diledikçe sözü bütün fiil-lere âm ve şâmildir. Kadın üç talâkı dolduruncaya kadar birini diledikten sonra ötekini dileyebilir. Meclisten kalktığında veya başka bir işe girişti-ğinde o mecliste kendisine verilen dilek hakkı bâtıl olur. Zira dilekten vaz-geçtiğine delil vardır. Lâkin umum edatı hükmünce kendisi için başka birdileme hakkı vardır." Bu açık gösteriyor ki, kadın bir mecliste üç talâkı aralıklı olarak yapabilir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten nakledilen şu ifade ondan da açıktır: "Karısına: sen her diledikçe boş ol derse, mecliste ol-sun başka yerde olsun birer birer üç talâka kadar kadın her dilediğinde kendini boşayabilir."

TENBİH: --Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kadın kendini üç veya iki de-fa boşarsa İmameyn'e göre bir talâk vâki olur. İmam-ı Âzâm'a göre bir şey vâki olmaz." Bahır'da da Mebsût'tan naklen şöyle denilmektedir:"Her diledikçe sen üç defa boşsun der de kadın bir defayı diledim cevabını verirse, bu söz bâtıl olur. Çünkü kocasının mânâsı üç talâkı her diledikçe demektir."

Ben derim ki: Bu söz üç talâkı ayrı ayrı yapmak ancak adedi söyle-mediği zamandır, mânâsını ifade eder. Hâkim'in Kâfi'sinde şöyle denil-miştir; "Her dilediğinde son üç talâk boşsun der de kadın bir talâk dilerse bu bâtıl olur. Kezâ her diledikte sen de bir talâk boşsun der de kadın üç talâkı dilerse ve kezâ sen boşsun der de üçü söylemez kadın da üçü di-lerse bâtıl olur." Yani birden söylerse böyledir. Ayrı ayrı söylerse velev bir mecliste olsun bildiğin gibi câiz olur.

METİN

Kadın başka kocaya vardıktan sonra kendini boşarsa talâk vâki olmaz. Yani kendini ayrı ayrı zamanlarda üç defa boşamışsa hüküm budur. Aksi takdirde başka kocaya vardıktan sonra bu talâkları ayrı ayrı yapabilir. İleride gelecek yıkma meselesi budur. Sen dilediğin yerde boşsun yahut nerede istersen orada boşsun derse kadın ancak o mecliste dilediği takdirde boş olur. Dilemeden meclisinden kalkarsa artık kendisine dileme hakkı yoktur. Çünkü bu iki edat mekân bildirirler. Talâkın ise mekâna teallûku yoktur. Binaenaleyh her ikisi "eğer" edatından mecaz olurlar. Çünkü bu bâbın temeli eğer edatıdır.

İZAH

«Talâk vâki olmaz.» Çünkü tâlik ancak mevcud olan milke sarfedilir. O da üçtür. Üç talâkı yapmakla tefvîz sona erer. Bahır.

«Aksi takdirde» yani kendisini hiç boşamazsa yahut bir mecliste üç defa yahut bir mecliste yalnız bir veya iki defa boşarsa başka kocaya vardıktan sonra bu talâkları ayrı ayrı yapabilir. H.

«İleride gelecek» yani ric'at bâbının sonunda gelecek olan yıkma meselesi budur. Bu mesele şöyle izah olunur: ikinci koca üç talâkı yıktığı yani hükmünü yok ettiği gibi üçten aşağısının hükmünü de yıkar. Bir kimse karısını bir veya iki defa boşar da kadın başkasıyla evlenip boşandıktan sonra onunla tekrar evlenirse kadın ona yeni bir milkle döner. Yani o kadını üç defa boşamaya hakkı olur. Bu İmam-ı Âzâm'la Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göreikinci koca yalnız üç talâkın hükmünü yıkar. Daha aşağısının hükmünü yıkmaz. Binaenaleyh bir kimse karısını iki defa boşar da kadın başka kocaya gittikten sonra boşanıp tekrar bununla evlenirse kalan talâk hakkıyla döner. Kocasının onun üzerinde kalan hakkı bir talâktır. Tekrar evlendikten sonra kocası o kadını bir talâkla boşarsa Şeyhayn'a göre kadın ona hörmet-i galiza ile haram olmaz. İmam Muhammed'e göre ise olur.

Kezâ kadına: Sen şu haneye her girdikçe boşsun der de kadın oraya iki defa girerek boş düşer ve iddeti geçerse, başka kocaya vardıktan ve ondan boşandıktan sonra Şeyhayn'a göre üç talâkla bâin oluncaya kadar o haneye her girdikçe boş olur. İmam Muhammed buna muhâliftir. Nitekim bunu Zeylaî tâlik bâbında: "Üç talâkı tâlik onun tencizini ibtal eder." dediği yerde zikretmiştir. Fazla ifadesi "Toplu olarak üç talâk boş olmaz." demesi karinesiyle birden mânâsına yorumlansın.

Bizim bu söylediklerimize Câmu'l-Fûsuleyn'in şu ifadesi de delâlet eder: "Her diledikçe emrin elinde olsun derse, kadın gerek o mecliste gerekse ondan sonra her diledikçe üç talâkla bâin oluncaya kadar kendisini ihtiyar edebilir. Şu kadar var ki bir defada kendisini birden fazla boşayamaz." Bu sözün muktezası kadının bir mecliste kendini aralıklı olarak üç defa boşayabilmesidir. Meğerki sen boşsun sözüyle emrin elinde olsun ifadesi arasında fark görülsün. Lâkin Gâyetü'l-Beyân sahibi şöyle demiştir: "Bunlar Câmi-i Sağîr'in meseleleridir. Suretleri şudur: Muhammed Yâkub'dan, o da Ebû Hanife'den naklen şöyle demiştir: "Bir adam kansına: sen her diledikçe boşsun derse, kadın kendini boşayabilir. Velevki bulunduğu meclisten kalkmış da başka bir işe girişmiş, bir çok işler görmüş olsun. Bu hal kendini üç defa boşayıncaya kadar devam eder ilh...»

Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: "Çünkü her diledikçe sözü bütün fiillere âm ve şâmildir. Kadın üç talâkı dolduruncaya kadar birini diledikten sonra ötekini dileyebilir. Meclisten kalktığında veya başka bir işe giriştiğinde o mecliste kendisine verilen dilek hakkı bâtıl olur. Zira dilekten vazgeçtiğine delil vardır. Lâkin umum edatı hükmünce kendisi için başka bir dileme hakkı vardır." Bu açık gösteriyor ki, kadın bir mecliste üç talâkı aralıklı olarak yapabilir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten nakledilen şu ifade ondan da açıktır: "Karısına: sen her diledikçe boş ol derse, mecliste olsun başka yerde olsun birer birer üç talâka kadar kadın her dilediğinde kendini boşayabilir."

TENBİH: -Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kadın kendini üç veya iki defa boşarsa İmameyn'e göre bir talâk vâki olur. İmam-ı Âzâm'a göre bir şey vâki olmaz." Bahır'da da Mebsût'tan naklen şöyle denilmektedir:"Her diledikçe sen üç defa boşsun der de kadın bir defayı diledim cevabını verirse, bu söz bâtıl olur. Çünkü kocasının mânâsı üç talâkı her diledikçe demektir."

Ben derim ki: Bu söz üç talâkı ayrı ayrı yapmak ancak adedi söylemediği zamandır, mânâsını ifade eder. Hâkim'in Kâfî'sinde şöyle denilmiştir: "Her dilediğinde sen üç talâk boşsun der de kadın bir talâk dilerse bu bâtıl olur. Kezâ her diledikte sen de bir talâk boşsun der de kadın üç talâkı dilerse ve kezâ sen boşsun der de üçü söylemez kadın da üçü dilerse bâtıl olur." Yani birden söylerse böyledir. Ayrı ayrı söylerse velev bir mecliste olsun bildiğin gibi câiz olur.

METİN

Nasıl istersen boş ol sözüyle derhal bir talâk-ı ric'î meydana gelir, Ama kadın bâini veya üç talâkı dilerse erkeğin niyetiyle birlikte dilediği olur. Aksi takdirde kadın cima' edilmişse talâk ric'î, edilmemişse bâin olur. Emir de bâtıl olur. Zeylaî ile Aynî cima'dan önce demişlerse de yanlıştır. Doğrusu cima'dan sonradır. Dikkatli ol. Kaç istersen boşa yahut istediğin kadar boşa derse kadın o mecliste bid'î olmamak şartıyla dilediği kadar boşayabilir. Çünkü zaruret vardır.

İZAH

«Derhal bir talâk-ı ric'i meydana gelir ilh...» Yani kadın dilesin dilemesin mücerred o sözle bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Sonra kadın bâini veya üç talâkı diledim derse, kocası da aynı şeyi niyet etmiş olmak şartıyla dediği gibi olur. Çünkü muvafakat vardır. Bu İmam-ı Âzâm'a göredir. İmameyn'e göre kadın dilemedikçe hiç bir şey vâki olmaz. İmam-ı Âzâm'a göre talâkın aslı kadının dilemesine teallûk etmez, sıfatı teallûk eder. İmameyn'e göre ise ikisi birden teallûk ederler. Meselenin tamamı Fetih'dedir. Ben Menâr şerhi üzerine yazdığım hâşiyede bu tefvîz ile umumî tefvîzlar arasındaki farkı belirttim. Dedim ki; burada tefvîz edilen şey talâkın halidir. O da bâin ve müteaddid nev'ilerine ayrılır. Binaenaleyh ikiden birini tâyin için niyete ihtiyaç vardır. Umumi tefvîzlarda ise kocanın niyetine ihtiyaç yoktur.

«Kadın cima edilmişse talâk ric'i olur.» sözü kocasının niyet ettiğinin hilâfını dilemesine ve kocasının hiç bir şey niyet etmediği suretlere sâdıktır. Murad birincisidir. Çünkü Fetih'de şöyle denilmiştir: "Karı-koca ihtilâf ederlerse meselâ kadın bâin talâkı, kocası ise üç talâkı isterse yahut bunun aksi olursa talâk ric'idir. Çünkü istekleri birbirine uymadığı için kadının dilemesi hükümsüz kalır. Kocasının da sarîh sözle talâk îkâ'ı kalır. Talâkı bâin veya üç yapmak hususunda kocanın niyetinin bir tesiri yoktur. Kocasının niyet hatırına gelmezse hükmün ne olacağını musannıf zikretmemiştir. Asıl nam kitabta: "Ama kadının dilediğinin itibara alınması icab eder. Hatta kadın talâkın bâin veya üç olmasını diler de kocası bir şeyi niyet etmezse kadının yaptığı talâk bilittifak vâki olur ilh..." denilmiştir.

Kadının cima' edilmiş olması her iki yerdeki ric'î sözünün kaydıdır. Mehir bâbında manzum olarak geçmişti ki, iddetin lüzumu hususunda kendisiyle halvet yapılan kadın da cima' edilenkadın gibidir. iddeti içinde başka bir talâk yapılması hususunda dahi öyledir.

«Aksi takdirde» yani kadın cima' edilmemiş olup talâk-ı bâinle boşanır da mahalliyeti kalmadığı için emin elinden çıkarsa demektir. Fetih'de böyle denilmiştir. Halvet yapılan kadına gelince: Biliyorsun ki ona iddet lâzımdır. O ric'î olarak boş düşer; emirde elinden çıkmaz.

«Zeyla'î»nin ibâresi şöyledir: "Hilâfın semeresi iki yerde zâhir olur. Biri dilemeden kadının meclisten kalkması, diğeri de bunun cima'dan önce olmasıdır. Burada İmam-ı A'zam'a göre ric'î bir talâk meydana gelir, İmameyn'e göre ise hiç bir şey vâki olmaz. Reddetmek ayağa kalkmak gibidir." H.

«Dilediği kadar boşayabilir» Yani bir, iki veya üç talâkla boşayabilir ve talâkın aslı bilittifak kadının dilemesine teallûk eder. İmam-ı A'zam'ın kavline göre nasıl istersen meselesi bunun hilâfınadır. Çünkü kaç kelimesi aded ismidir. Dilediğin kadar sözü ise adedi umumileştirmektir. Fukahanın ıstılahına göre bir kelimesi adeddir. Binaenaleyh tefvîz bizzat adedde olmuştur. Vâki ise ancak zikredilmek şartıyla adeddir. Şu halde tefvîz vâkiin kendisinde olmuştur. Binaenaleyh kadın dilemedikçe hiç bir şey vâki olmaz. Fetih.

TENBİH; -Musannıf kocanın niyetinin şart olduğunu söylememiştir. Şârih onu Menâr şerhinde ve kezâ Mirkât şerhinde beyan etmiştir. Keşif sahibinin beyanına göre kendisi üstadının elyazısı ile Pezdevî alâmetini taşıyan bir yazı görmüş ki, orada kocanın iradesinin de mutabakatı şarttır. Çünkü mübhem aded için olunca niyete ihtiyaç vardır denilmiştir. Takrîr sahibi bunu kabul etmiştir. Lâkin Hidâye. Fetih ve diğer kitapların zâhirine bakılırsa kocanın iradesi şart değildir. Bahır sahibi Menâr üzerine yazdığı şerhde bunu daha zâhir görmüştür. Çünkü iştirak yoktur. Kadına tefvîz edilen sadece mikdardır. Erkeğe bırakılan da tek yapmasıdır. Binaenaleyh mübhemlik yoktur. "Nasıl" edatı bunun hilâfınadır. Çünkü bununla kadına tefvîz edilen şey haldir. Hal ise evvelce arzettiğimiz gibi müşterektir.

Ben derim ki: Metinlerin zâhiri de bunu göstermektedir.

«Bid'î olmamak şartıyla...» Bahır sahibi diyor ki: "Dilediği kadar boşayabilir sözüyle kadının kendini kerâhetsiz olarak bid'î de sayılmamak şartıyla birden fazla boşayabileceğini ifade etmiştir. Bundan yalnız kocasının îkâ ettiği talâklar müstesnadır. Çünkü kadın buna mecburdur. Onları birbirinden ayırırsa emir elinde olmaktan çıkar."

Ben derim ki: Kadın hayızlı olursa hüküm yine böyledir. Bunun acık ifadesi talâk bahsinin başında geçmişti. Tahtâvî: "Bunun benzeri nasıl dilersen sözünde söylenir. Niyetle beraber kadın üç talâk îkâ ederse önce söylenen hakkında bahis mevzuu edilir." demiştir.

METİN

Kadın reddederse yahut vazgeçtiğini gösteren bir harekette bulunursa reddedilir. Çünkü buhalen temlîktir. Cevabının da halen olmasını gerektirir. Bir adam karısına kendini üçten dilediğin mikdar boşa derse kadın üçten aşağı boş olur. Üçten dilediğini seç demesi de böyledir. Çünkü üçten sözü üçü parçalamayı bildirir. İmameyn ise bu sözün beyan için olduğunu söylemişlerdir. Şu halde onlara göre üç talâk boş olur. Ama birinci kavil daha zâhirdir.

FER'İ MESELELER: -Bir adam karısına: Hem dilersen hem dilemezsen boşsun derse kadın derhal boş olur. Talâkı dilersen sen boşsun, talâkı sevmezsen dahi sen boşsun derse kadın boş olmaz. Çünkü kadının talâkı sevmemesi, ona buğz etmemesi câizdir. Talâkı hem dilemesi hem dilememesi caiz değildir. Bir adam iki karısına: Talâkı hanginiz daha çok severse yahut hanginiz ondan daha çok nefret ederse boş olsun der de kadınlardan her biri: Ben onu daha çok severim cevabını verirse talâk vâki olmaz. Çünkü her biri arkadaşının kendinden daha az sevdiğini iddia etmektedir. Binaenaleyh şart tamam değildir. Sonra dilemeye veya iradeye yahut rızaya veya hevese, muhabbete tâlik etmek tâlik mânâsını taşıyan temlîk olur ve emrin elindedir sözünde olduğu gibi meclisle mukayyeddir. Başka şeye tâlik etmek bunun hilâfınadır.

İZAH

«Kadın reddederse...» Yani ben boşamam derse yahut uyku ve meclisten kalkmak gibi kabul etmediğini bildiren bir hareket gösterirse reddedilmiş olur.

«Çünkü bu halen temlîktir.» Bu söz "vakitte, ne zaman" kelimelerinden ihtiraz içindir. Yani bu müneccez (derhal geçerli) temlîktir. Gelecekte bir vakte izafe edilmiş değildir. Binaenaleyh cevabının da derhal verilmesini gerektirir.

«Birinci kavil daha zâhirdir.» Çünkü maksad açıklama olsa dilediğin kadar boşa demek yeterdi. Nitekim Nehir'de Tahrîr'den naklen böyle denilmiştir. H.

«Hem dilersen hem dilemezsen ilh...» Bilmiş ol ki dilemekle dilememeyi bir şart yaparsa yahut dilemekle ondan kaçınmayı bir şart yaparsa kadın aslâ boş düşmez. Çünkü hem dilemeyi hem dilememeyi birarada bulundurmak imkânsızdır. Meselâ sen dilersen ve dilemezsen boşsun yahut dilersen ve bundan kaçınırsan boşsun sözleri böyledir. Şart edatını tekrarlayarak cezayı önce söylerse yani dilersen sen boşsun ve dilemezsen der de kadın bulunduğu mecliste diler veya dilemezse boş düşer. Çünkü her iki sözü ayrı ayrı şart yapmıştır. Şu haneye girersen sen boşsun yahut girmezsen sözü de böyledir. Cezayı sona bırakır da dilersen ve dilemezsen sen boşsun derse ebediyyen boş olmaz. Çünkü cezayı sonra söyleyince ikisi bir şart gibi olur ve beraberce bulunmaları imkânsızdır. Beraberce bulunmaları mümkünse iş değişir ve ikisi birden bulunmadıkça kadın boş düşmez. Sen yersen ve içersen boşsun demesi böyledir. Şart edatını tekrarlar da cümlenin biri dilemek, diğeri kaçınmak olursa meselâ dilersen sen boşsun ve kaçınırsan da derse kadın dilesin dileme-sin talâk vâki olur. Susarak meclisten kalkarsa talâk vâki olmaz. Çünkü her iki söz başlıbaşına bir şarttır. Çekinmek de dilemek gibi bir fiildir. Bunların hangisi bulunursa talâk vâki olur. İkisi de bulunmazsa bir şey vâki olmaz.

Kezâ şart edatını tekrarlamaz da yahut edatıyla atıf yapar ve sen istersen boşsun yahut da istemezsen derse yine hüküm budur. Çünkü talâkı iki cümleden birine talîk etmiştir. Dilersen sen boşsun, dilemezsen de sen boşsun dese kadın derhal boş olur. Talâkı seversen sen boşsun, ondan nefret edersen de boşsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadının talâkı hem sevmemesi hem nefret etmemesi câizdir. Binaenaleyh vukuun şartı kesin değildir. Kadının hem dilemesi hem dilememesi câiz değildir. Şu halde iki şarttan biri muhakkak sâbittir ve talâk vâki olur. Sen çekinsen de nefret etsen de boşsun der de kadın çekindim cevabını verirse boş olur. Sen dilemezsen boşsun der de kadın dilemiyorum cevabını verirse boş olmaz. Çünkü çekindim sîgası çekinmeyi icad için söylenir. Adam talâkı ondan çekinmeye tâlik etmişti. Bu da mevcuddur, onun için talâk vâki olur.

Dilemesen de sözü icad için değil yokluğu bildiren bir sîgadır. Binaenaleyh şu eve girmezsen mesabesinde olur. Dilememek kadının dilemiyorum sözüyle tehakkuk etmez. Çünkü sonradan da dileyebilir. O ancak ölümle tehakkuk eder. Bunu Bahır sahibi Muhît'ten nakletmiştir. Bahır sahibi bundan sonra şunu söylemiştir: "Adam talâkı kendi dilediğinin bulunmamasına tâlik ederse hüküm yine böyledir. Filan dilemezse deyip de o filanın dilemiyorum cevabını vermesi bunun hilâfınadır. Fark şudur: Ecnebîde yemininde durmanın şartı kadının o mecliste talâkını dilemesidir. Ecnebînin dilemiyorum demesiyle meclis değişir. Çünkü bu ihtiyaç duyulmayan bir şeyle meşgul olmaktır. Zira talâkı îkâ için ayağa kalkıncaya kadar susması kâfidir.

«Kadın boş olmaz.» Bu sözün yeri kadın sevmiyorum, nefret de etmiyorum dediği yahut sustuğu zamandır. Fakat seviyorum yahut nefret ediyorum derse boş düşer. Çünkü sevmeye ve benzerine yapılan tâlik onu haber vermeye tâlik olur. Velevki vâkı'a uygun olmasın. Nitekim gele-cektir.

«Talâkı hem dilemesi hem dilememesi câiz değildir.» Zira dilemek mevcud olan bir şeyi haber vermektir. Varla yokun arasında vasıta yok-tur.

«Yahut hanginiz ondan daha çok nefret ederse» bu ikinci meseledir.

«Kadınlardan her biri ben onu daha çok severim ilh.. derse» sözü birinci meselenin cevabıdır. Şârih mukayese ile bilindiği için ikinci mese-lenin cevabını terketmiştir. Onun cevabı: "Her biri: ben ondan daha çok nefret ederim derse" takdirindedir. Talâkın vâki olmaması kadınlardan her biri arkadaşının kendinden daha az nefret ettiği dâvâsında olduğuiçindir. Böylece şart tamam olmamıştır. H

Kadınları iddialarında kocalarının yalanlamış olması gerekir. Nitekim bunu Hâkim Kâfî'sinde kaydetmiştir. Bunun muktezası şudur ki, koca iki-sini de tasdik ederse ikisi de boş düşer. Çünkü ism-i tafdil bir kişiye de fazlasına da uyar. Nitekim vakıf bahsinde gelecektir.

«Binaenaleyh şart tamam değildir.» Çünkü kadın arkadaşı hakkın-daki şâhidliğinde tasdik edilmez. Bahır. Yani öteki kadının sevgisi veya nefreti bununkinden az olmadıkça bunun sevgisi veya nefreti daha çok olamaz. Fakat arkadaşının kalbindekini ifadede onun sözü tasdik edile-mez. Binaenaleyh ötekinden daha çok sevdiği sâbit olamaz. Öteki hak-kında da aynı şey söylenir. Böylelikle hiç birinin fazlalığı sâbit olmaz ve hiç birinin boş olması için şart tamam sayılmaz. Ta'lilin muktezası şudur ki; kadınlardan yalnız biri benim sevgim daha çoktur diye iddia ederse üzerine talâk vâki olmaz. Meğerki bunların her birinin dâvâsında diğerini tamamen yalanlama vardır denilsin. Yalnız birini dâvâ etmesi bunun hilâ-fınadır. Tâlik bâbında görüleceği vecihle kocası fülan şeyi seviyorsan sen şöyle ol, fülane de olsun derse, kadın seviyorum cevabını verirse sözü yalnız kendisi hakkında tasdik olunur.

«Sonra dilemeye ilh...» Ve kezâ kadından başkalarının bilemeyeceği bir mânâya tâlik temlîk olur. Ama kendisinde tâlik mânâsı vardır. Bahır. T.

«Meclisle mukayyeddir.» Kezâ kadın sevgi ve nefreti haber vermek hususunda yalan söylerse talâk vâkidir. Hayız ve benzerine tâlik bunun hilâfınadır. Sonra bu mesele temlîk üzerine tefri' edilmiştir. Bazıları:"Evlâ olan ondan dönmeye mâlik değildir, sözünü ziyade etmektir. Tâ ki tâlik olduğuna teferru etsin. Çünkü bu temlîk üzerine teferru etmesinden daha zâhirdir." demişlerdir.

Ben derim ki: Burada şöyle denilebilir: "Maksad bu zikredilen kelimelerle yapılan tâlikin başka kelimelerle yapılanlara muhâlif olduğunu anlatmak ve hepsi muvafık olursa ondan dönememektir.

«Başka şeye tâlik etmek bunun hilâfınadır.» Hayız görmesine veya şu haneye girmesine tâlik gibi ki, bu hâlis tâlik olduğu için meclisle mukayyed değildir. Kezâ haber vermekle nefsel emirde yalan olmaz. Nitekim gelecektir. Allahu a'lem.

 

 

 

 

 

TÂLİK BÂBI

 

METİN

Tâlik lügatta allaka kelimesinden alınmadır. Kâmûs'ta bunun aslı bırakmak mânâsına geldiği bildirilmiştir. Istılahda bir cümlenin ihtiva ettiği mânânın meydana gelmesine bağlamaktır. Buna mecazen yemin denilir.

İZAH

Musannıf tâlikı, talâkın sarîh ve kinâye sözlerle yapıldığını beyandan sonraya bırakmıştır. Çünkü tâlik talâkla şartı beraberce söylemekten mürekkeb bir şeydir. Onun için onu müfredden yani talâktan sonraya bırakmıştır. Nehir.

«Tâlik lügatta allaka kelimesinden alınmadır.» Bahır'da böyle denilmiştir. Ama evla olan: "Tâlik allaka kelimesinin masdarıdır. Bir şeyi astı mânâsına gelir." demektir. T. Yani şârihin sözü masdarın fiilden türemiş olduğu zannını verir. Halbuki bu tercih edilen kavlin hilâfınadır. Lâkin murad maddeyi beyandır. Tâ ki lügaten ondan muradın hissî ve manevî kısımlara şâmil olan mutlak tâlik olduğu anlaşılsın.

«Istılahta ilh...» sözü manevî tâlika mahsus bir tariftir. Musannıfın birinci cümleden muradı ceza, ikinciden muradı da şart cümlesidir. Meselâ şu haneye girersen sen boşsun sözünde kadının boş düşmesi o haneye girmesine bağlanmıştır.

«Buna mecazen yemin denilir.» Çünkü Nehir'de bildirildiğine göre tâlik hakikatte şartla cezadan ibarettir. Ona yemin denilmesi mecazdır. Çünkü bunda sebeb mânâsı vardır. Yine Nehir'de beyan edildiğine göre bu hususi şekilde bağlamak diye tarif edilen ve tâlik ihtiva eden şart cümlesinin beyanıdır. Bu bağlamaya yemin denilir.

Fetih sahibi diyor ki: «Esasen yemin kuvvet demektir. İki elden birine yemin (sağ el) denilmesi diğerinden daha kuvvetli olduğu içindir. Allah'a and vermeye yemin denilmiştir. Çünkü evvela tereddütten sonra yapmak veya yapmamak için and edilen şey üzerine kuvvet ifade etmektedir. Şüphesiz ki nefsin hoşlanmadığı bir şeyi bir şeye bağlamak ve o şey meydana gelince bağlananın da meydana gelmesi şer'an ondan korunmanın kuvvetle lüzumunu ifade eder. Ve nefsin sevdiği bir şeyi bir şeye bağlamak o şeyi yapmaya teşvik olur. Bu suretle de yemin sayılır. Ancak bu izah onun hakikat olmasına da lügatta mecaz olmasına da ihtimallidir.

Bahır'ın yeminler bahsinde şöyle denilmektedir: "Bedâyi'nin zâhir ifadesine bakılırsa tâlik lügatta dahi yemindir. Çünkü İmam Muhammed ona yemin adını vermiştir. Onun sözü lügatta da huccettir denilmektedir." Bu gösterir ki tâlik hem lügaten hem ıstılahen yemindir. Onun içindir ki Mi'râc-ı Dirâye sahibi: "Allah Teâlâ'ya and vermeye de tâlika da yemin denilir." demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Fetih sahibinin yukarıda geçen sözünün muktezası şudur: Bundanmurad tâlik edilen şeyi ihtiyarî bir fiile bağlamaktır. Tâ ki yemin edilen şeyden kaçınmak yahut o şeyi yapmaya teşvik için kuvvet ifade etsin. Meselâ bana filan işin müjdesini verirsen sen hürsün sözü bu kabîldendir. Tâlikın bundan başkasına yemin denilmez. Meselâ güneş doğarsa yahut hayzını görürsen sen şöyle ol sözü bu kabîldendir. Ancak Telhisü'l-Câmi'de ve onun şerhi Fârîsî'de beyan edildiğine göre bir kimse yemin etmeyeceğine yemin ederse cezayı şart olmaya elverişli bir şeye tâlik etmekle yemini bozulur. Bu şartın kendisinin veya başkasının fiili yahut vaktin gelmesi gibi bir şey olması fark etmez. Meselâ şu haneye girersen sen boşsun yahut Zeyd gelirse veya yarın olursa, keza ayın başı geldiğinde veya ay yenilenmediğinde sen boşsun demesi bu kabîldendir. Yeterki kadın hayız görenlerden olsun, aylarla iddet bekleyenlerden olmasın. Çünkü yeminin rüknü mevcuddur. Yeminin rüknü cezayı tâliktır. Yeminin bulunması bozulmasının şartıdır. O adam da yeminini bozmuş olur. Megerki dilersen veya istersen yahut seversen veya arzu edersen yahut razı olursan gibi kalb amellarinden birine yahut ayın gelmesine tâlik etmiş olsun da ayın başı geldiği zaman boşsun desin. Kadın da aylarla iddet bekleyenlerden olsun. Bu takdirde yemini bozulmaz.

Çünkü birinci gurup sözler temlîkte kullanılır. Onun için meclise münhasır kalır. Sırf tâlik için kullanılmazlar. İkinci nev'i ise senenin vaktini beyan için kullanılır. Çünkü kadın hakkında ayın başı sünnî talâkın vuku bulduğu vakittir. Binaenaleyh sırf tâlikta kullanılan bir söz değildir. Onun içindir ki, talâkı tatlika tâlik eder de ben seni boşarsam boşsun derse yemini bozulmaz. Zira vâkii hikâye etmek istemiş olabilir. Yani seni boşamak benim elimdedir, ben boşarsam sen boş olursun demek istemiştir. Böylece o söz sırf tâlik için kullanılmaz. Kölesine bana bin dirhern verirsen sen hürsün, bundan aciz kalırsan kölesin sözüyle dahi şartla ceza bulunsa bile tâlik yapmış olmaz. Çünkü bu söz kitabetin tefsiridir. Sırf tâlik ifade etmez. Sen bir hayız görürsen boşsun sözüyle dahi tâlik yapmış sayılmaz. Çünkü temizlik müddetinin bir cüz'ü bulunmadıkça kâmil hayız bulunamaz.

Binaenaleyh talâk temizlik müddetinde olur ve bu sözü sünni talâkın tefsiri yapmak mümkündür. Sırf tâlik için tahsis edilmiş değildir. Bu suretlerde hâlis tâlik ifade etmeyen sözlerle o adamın yemini bozulduğunda hüküm vermememiz şundandır: Çünkü talâka yemin etmek memnu'dur. Aklı başında bir insanın sözünü yasak olmayacak cihete yorumlamak evladır. Burada da onun ihtimalli bulunduğu temlîk veya tefsire yorumlamak mümkündür. Onun için talâka yemin mânâsına yorumlanmaz. Sen hayız görürsen boşsun diyen kimsenin yemini bozulması ise bozulmanın şartı bulunduğu içindir. O da yemindir. Yemin rüknüyle yani ceza ve şartıyla zikredilmiştir. Adamın "hayzını görürsen" demesi bid'î talâkı tefsire elverişli değildir. Çünkü bid'î talâkın bir çok nev'ileri vardır. Bu söz onları tefsireyaramaz. Sünnî öyle değildir. O yalnız bir nev'idir. Gerçi bir adam karısını güneş doğarsa sen boşsun dediğinde yemini bozulur. Halbuki yeminin mânâsı olan teşvik veya men burada yoktur. Güneşin doğması da muhakkaktır, şart olmaya elverişli değildir. Çünkü mevcud olacağında tereddüd yoktur. Zira biz: "Gerek teşvik gerekse men yeminin semeresidir, onun hikmetidir. Şu halde yeminde rükün tamam olmuştur. yalnız semere ve hikmetinde tamam olmamıştır. Çünkü şer'î akidlerde hüküm surete teallûk eder. Semere ve hikmete teallûk etmez." diyoruz. Onun için bir kimse satmayacağına yemin eder de fasid bir satış yaparsa yemini bozulur. Çünkü satışın rüknü mevcuddur. Velevki ondan beklenen milkin intikali sâbit olmasın. Tereddüdsüzlüğü teslim etmiyoruz. Çünkü kıyametin her zaman kopma ihtimali vardır. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Hasılı şudur: her tâlik yemindir, ister kendi fiiline, ister başkasının fiiline, isterse vaktin gelmesine tâlik olsun. Velevki yeminin semeresi olan teşvik veya men' bulunmasın. Binaenaleyh yemin etmeyeceğine yemin eden bir kimse bununla yemini bozmuş olur. Meğerki bu sözü tâlik suretinden temlîk veya sünnî talâkı tefsir yahut vâkii beyan yahut kitabeti açıklama gibi mânâlara sarfetmek mümkün olsun. Nitekim müstesna olan bu beş meselede böyledir ve inşaallah yeminler bahsinde gelecektir. Bu izahattan anlaşılır ki, Bahır sahibinin söylediği şu söz: "Musannıfın tâlik tâbirini kullanması Hidâye sahibinin talâka yemin bâbı demesinden evladır. Çünkü bu beş meselede olduğu gibi tâlik sûrî tâlika şâmildir.

Bunların bazısı yemin olmamakla beraber biliyorsun bu bâbta zikredilmiştir." sâkıttır. Nehir sahibinin: "Bunlarda yemini bozulmaz. Çünkü bunlar örfen yemin değildir. Binaenaleyh fukahanın ıstılahında yemin olmasına aykırı düşmez." sözü de öyledir. Biliyorsun ki bu suretlerde yeminin bozulmaması hâlis tâlik sayılmadıkları içindir. Hem o kimseler hakkında bunlar yemin değildir. Şu da var ki bu örfe mebnî bir şey olsa o zaman örf nazarında hayzını görürsen sözü ile bir hayız görürsen sözü arasında fark nedir ki, birincisi yemin sayılır, ikincisi sayılmaz?

METİN

Tâlikin sahih olmasının şartı, şartın mevcud olma tereddüdü içinde yok olmasıdır. "Gökyüzü üzerimizde ise" gibi vücudu muhakkak olan şey tencizdir. "Deve iğne deliğine girerse" gibi müstahîl (imkânsız) olan bir şey de hükümsüzdür.

İZAH

«Şartın» yani şart fiilinin delâlet ettiği mânânın "mevcud olma tereddüdü içinde" yani hem olabilir hem olmayabilir bir halde yok olmasıdır. İmkânsız veya mutlaka vücuda gelmesi muhakkak olmamalıdır. Çünkü şart ya teşvik ya men' içindir. Bunların her biri imkânsızla muhakkakta tasavvur edilemez. Tahrir şerhi.

«Tencizdir.» Bu söz mutlak değildir. Bilâkis devamı için ibtida hükmü verilen şeylere mahsustur. Meselâ bir kimse kölesine sana mâlik olursam sen hürsün derse, sustuğu an köle âzâd olur. Gözü gören, kulağı işiten veya sağlam olan karısına sen görürsen veya işitirsen yahut düzelirsen boşsun derse kadın o anda boş olur. Çünkü bu uzayıp giden bir iştir. Binaenaleyh devamı için ibtida hükmü vardır. Hayızlı veya hasta olan karısına: Sen hayzını görürsen veya hasta olursan şöyle olsun demesi bunun hilâfınadır. Bu söz müstakbel bir hayıza yorumlanır. Çünkü hayızla hastalık uzun zaman devam etmeyen şeylerdendir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Vechi Hâniyye'de belirtildiği gibi şöyledir: "Hayız ve hastalık uzun zaman devam etse de şeriat mecmu itibariyle bunlara birtakım hükümler tâlik etmiştir ki, bu hükümler onların her cüz'üne teallûk etmez. Demek oluyor ki, bütününe bir şey hükmü vermiştir.

«Hükümsüzdür.» Binaenaleyh aslâ vâki olmaz. Çünkü o kimsenin bundan maksadı nefyi gerçekleştirmektir. Onu imkânsız bir şeye tâlik etmesi bundandır. Bu İmam-ı A'maz'la İmam Muhammed'in: "Yeminin mün'akid olmasının şartı yeminde sâdık kalmanın mümkün olmasıdır." sözüne râci'dic. İmam Ebû Yusuf buna muhâliftir. Bu izaha göre Hâniyye'nin: "Bir adam karısına: eğer benim kesemden aldığın altını iade etmezsen boşsun der de, altın kesesinde çıkarsa kadın boş olmaz." sözü daha iyi anlaşılır. Bahır. Kınye'nin şu sözü de bu kabîldendir: "Sarhoş bir kimse kapıyı çalar da kadın kapıyı açmazsa: Sen bu kapıyı bu gece açmazsan boşsun dediği ve o hanede kimse olmadığı anlaşıldığı takdirde kadın boş olmaz. Nehir. Bu bâbın sonunda gelecek fer'î meseleler de bu kabîldendir.

T E N B İ H : -Kâzerûnî'nin Abdurrahman Mürşidî Fetâvâsı'ndan naklettiğine göre Mürşidî'ye sorulmuş. "Bir adam karısınâ: Sen fülanla evlenmediysen boşsun." derse ne cevap verilir denilmiş, o da şu cevabı vermiş: "Gizli değildir ki, kocanın bu talâktan muradı kadının kendi nikâhından ayrıldıktan ve iddetini bitirdikten sonra o fülan ile evlenmemesidir. Kadın artık onun milkinde değildir. Binaenaleyh bu söz hükmsüz kalır. Şart da geçersizdir. Ortada yalnız adamın sen boşsun sözü kalır ve kadın müneccezen (derhal geçerli olarak) boş olur. "Nitekim Yemen ulemasından bazı müteehhirin bu cevabı tercih etmişlerdir. Bu o kadın kocasının ismetinde kaldığı müddetçe üzerine talâk edilen şartın bulunması imkânsız olduğundandır. Diğer bazı müteehhirin de tâlikın sahih olduğunu kabul etmiş. bunu mümkün sayarak erkeğin veya kadının hayatlarının son cüz'ünde talâk vâki olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu söz yok hükmündedir. Yokluk tehakkuk ve devam eden bir şeydir. Lâkin koca onu müstakbele tâlik edince bütün zamanlara vücudu itibariyle elverişlidir. Onun için başka bir vakit teayyün etmez. Böylece hayatın son cüz'üne kadar devam eder ve talâk vâki olur. Bazıları da bunun ilzamî bir şart olduğunu mülahaza etmişlerdir. Sanki kocasıkendinden sonra o kadının filanca ile evlenmesini ilzam etmektedir. Bu ise lâzım gelmeyen bir şeyi ilzam sayılır ve hükümsüzdür. Talâk derhal vâki olur.

Ben derim ki: Aklı başında bir insanın sözünü hükümsüz bırakmaktan korumak için: "Kocanın muradı onu boşadıktan sonra kadının filancayla evlenmek istemesine tâliktır." denilse ihtimalden uzak görülmez. Bu sözün içinde yeminiyle beraber kadının da sözü olur. Nitekim bunun benzeri kalb işlerinde hüküm hep budur. Meselâ beni seversen sözü böyledir. Şayet kadın senden sonra o fülanla evlenmeyi murad etmedim derse talök vâki olur. Aksi halde talâk vâki olmaz. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Sonra Kâzerûnî bu meseleyi ikinci defa olmak üzere Cevhere sahibi Haddâdî'den nakletmiş ve buna Siracuddin Hâmîlî'nin üstadı AIi b. Nûh'dan naklen kadın boş olur ve istediği ile evlenebilir diye cevap vermiştir. Kâzerunî: "İtimada şâyân olan budur." demiştir. Yani bu imkânsız bir şeye yahut ilzamî bir şarta tâlik olduğu için kadın boş düşer demek istemiştir.

 

TÂLİKTAN MURAD CEZA VERMEKTİR, ŞART DEĞİLDİR

 

METİN

Bitişik olması da şarttır. Ancak bir özürden dolayı bitişik olmayabilir. Bununla ceza kasdetmemesi dahi şarttır. Kadın: Ey alçak der de, kocası da: Ben senin dediğin gibiysem sen de şöylesin cevabını verirse talâkı tenciz olur. Kadının dediği gibi olmuş olmamış fark etmez. Meşrutu zikretmek meselâ sen boşsun eğer demek hükümsüzdür. Bununla fetva verilir. Cezanın sonra zikredildiği yerde rabt edatının bulunması da şarttır. Nitekim gelecektir. Tâlikın lüzumunun şartı ya hakikaten milktir, meselâ bir kimse kölesine şöyle yaparsan sen hürsün der, yahut hükmen milktir. Velevki hümen hükmî olsun. Karısına yahut kendinden boşanıp iddet bekleyen birine gidersen sen boşsun demesi böyledir. Yahut âm olsun hâs olsun hakikî milke izafettir. Meselâ bir köleye mâlik olursam yahut muayyen bir köleye sana mâlik olursam şöyle olsun demesi böyledir.

İZAH

"Bitişik olması da şarttır." Yani ecnebî bir fâsıla bulunmamalıdır. Bunun hakkında söz musannıfın: "Bir kimse kansına sen boşsun inşaallah diye bitişik olarak söylerse" dediği yerde gelecektir.

"Bununla ceza kasdetmemesi dahi şarttır." Bahır sahibi diyor ki: Bir kimseye karısı pezevenk ve alçak gibi bir sözle söver de o da: Eğer ben senin dediğin gibi isem sen boşsun cevabını verirse, kocası dediğin gibi olsun olmasın derhal talâk vâki olur. Çünkü kocası ekseriyetle kadını boşamaktan ancak ona eziyeti kasdeder. Ama bununla tâlikı murad ederse diyaneten tasdik olunur. Buhâra ulemasının fetvası buna göredir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. "Yani onların fetvası bunun şart için değil ceza için olmasıdır. NitekimFetih'te gördün. Zâhire'de de böyle denilmiştir. Yine Zâhire'de bildirildiğine göre muhtar kavil ve fetva şudur: Eğer bu söz öfke halinde söylenmişse cezaya yorumlanır. Aksi takdirde şart mânâsı verilir.

Bunun bir misli de Muhît'ten naklen Tatarhâniyye'dedir. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Tâlikı kesederse sefeleden olmadıkça talâk vâki değildir. Ulema sefelenin mânâsı hakkında söz etmişlerdir. Ebû Hanife'den bir rivâyete göre müslüman sifle olmaz. Sifle ancak kâfir olur. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre sifle: Söylediğine ve kendisine söylenene aldırış etmeyen kimsedir. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre sifle güvercinle oynayan ve kumarbazlık eden kimsedir. Halef: "Sifle yemeğe dâvet edildiği vakit oradan bir şey aşıran kimsedir." demiştir. Fetva Ebû Hanife'den rivâyet edilen kavle göredir. Çünkü mutlak surette sifle odur. Pezevenk karısını kıskanmayan kimsedir.

"Meşrutu zikretmek" den murad şart fiilini söylemektir. Zira şart kılınan odur.

"Hükümsüzdür." Yani kadın boş olmaz. Çünkü o adam sözü tam olarak ağzından çıkarmamıştır. Kezâ sen üç defa boşsun olmazsa yahut ancak yahut olursa veya olmadıysa gibi sözler hükümsüzdürler. Bahır.

"Bununla fetva verilir." Bu kavil Ebû Yusuf'undur. İmam Muhammed kadın derhal boş olur demiştir. Bahır.

"Rabt edatının bulunması" yani Arapçada fa ve izai fücâiyye (Türkçede öyleyse, o halde) gibi bir edatın bulunması şarttır.H.

"Nitekim gelecektir." Yani musannıfın "Şart sözleri ilah..." dediği yerde gelecektir. H.

"Ya hakikaten milktir." Çünkü milk olmayan yere tâlik ve izafet sahihtir. Fakat kocanın kabulüne bağlıdır. Hatta ecnebî bir adam birinin karısına şu eve girersen boşsun derse kocasının kabulüne bağlı olur. Kocası kabul ederse tâlik lâzım gelir ve kabulden sonra girdiği takdirde boş düşer. Daha önce girerse boş olmaz. Kezâ ecnebî birinin yaptığı müneccez talâk kocanın kabulüne bağlıdır. Kabul ederse kabul ettiği vakte münhasır olarak talâk vâkidir. Satış böyle değildir. Çünkü kabul edince o satış zamanına istinad eder. Burada kaide şudur: Şarta tâlikı sahih olan şey münhasırdır. Şarta tâlikı sahih olmayan ise evvele istinad eder. Bahır.

Hakikaten sözüyle şârih muradın talâk ve köle âzâdını tâlika ve kezâ nezire şâmil olduğuna işaret etmiştir. Meselâ AIIah hastama şifa verirse, Allah için şu elbiseyi tesadduk etmek boynuma borç olsun sözü bir nezirdir. Tâlik halinde o elbiseye mâlik olması şarttır. Bunu Rahmetî söylemiştir.

"Yahut hükmen milktir." Hükmen milk nikâh milkidir. Çünkü milk-i rakabe değil cima' istifadesinden ibaret bir milktir. Sonra bu hükmî milk nikâh mevcudsa hakikaten hükmîmilktir. Boşandıktan sonra kadın iddet beklerken ise hükmen hükmî milktir. Şârih: "Velevki hükmen hükmî olsun." sözüyle buna işaret etmiştir. T.

"Hakiki milke izafettir." Verdiği misâlde olduğu gibi milke muallak yapar. Yahut benim karım olursan der veya nikâh gibi milke sebeb olan şeyi yani evlenmeyi söyler. Mûrisinin kölesine: Sahibin ölürse sen hürsün demesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu tâlik sahih değildir. Ölüm milk için vaz edilmiş değildir. Bilâkis milkin ibtali için vaz edilmiştir. Sonra bilmiş ol ki, burada izafetten murad sırf tâlika ve ıstılahî izafete şâmil olan lügavî mânâsıdır. Nitekim seninle evlendiğim gün sen boşsun sözü ıstılahî bir izafettir. Nasılki Fetih sahibi buna işaret etmiştir. Bahır sahibi bunların arasındaki farkı göstermek için sözü uzatmıştır. Oraya müracaat edebilirsin!

METİN

Hükmi milke izafet dahi böyledir. Bir kadın nikâh edersem yahut seni nikâh edersem sen boşsun gibi. Her kadın tâbirini kullaması da öyledir. Şartın mânâsı kâfidir. Ancak ismi ile veya nesebiyle yahut işaretle muayyen olan kadında kâfi değildir. Evlendiğim kadın boş olsun derse o kadınla evlenmekle kadın boş olur. Şu kadın ilah... der de onu işaretle tarif etmek istemezse vasıf hükümsüz kalır. Ecnebî bir kadına Zeyd'i ziyaret ederse hükümsüz kalır. Kezâ bir döşekte beraber yattığım her kadın boş olsun der de o kadınla evlenirse kadın boş olmaz. Cima'da bulunduğum her cariye hür olsun der de bir cariye satın alarak onunla cima'da bulunursa âzâd olmaz. Çünkü milk ve milke izafet yoktur. Bahır sahibinin ifadesine göre bizim örfümüzde kadının ziyareti ancak beraberinde götürdüğü yemekle olur ki, onu ziyaret edilen kimsenin yanında pişirir. Bellenmelidir. i

İZAH

"Hükmî milke izafet dahi böyledir." Yani âm olsun hâs olsun bunun gibidir. Şârih bu sözle İmam Mâlik'in muhalefetine işaret etmiştir. İmam Mâlik bunu bir kadına veya bir şehire yahut bir kabileye, bakireliğe, dulluğa tahsis etmiştir. Meselâ aldığım her bâkire yahut her dul diyecektir.

"Bir kadın nikâh edersem" yani o boş olsun diyecektir. Şârihin bunu ibâreden atması ondan sonra gelen sözden anlaşıldığı içindir.

"Yahut seni nikâh edersem..." Bu kadının ecnebî olmasıyla iddet bekleyen olması arasında fark yoktur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.

"Her kadın tâbirini kullanması da öyledir." Yani evlendiğim her kadın boş olsun derse hüküm yine böyledir. Bu hususta hîle (yani kurtuluşa çare) Bahır'da gösterilendir ki, o kimseye kadını bir fuzûlî nikâhlar, o da fiilen razi olur. Meselâ icab eden eşyayı kadına gönderir yahut kadın boşandıktan sonra onunla evlenir. Çünkü her kelimesi tekrarı iktiza etmez. Biz meşietfaslından önce bu bahse teallûk eden sözleri arzetmiştik.

FER'İ BİR MESELE: Bir adam filanla konuşursam evlendiğim her kadın boş olsun der de o filanla konuşur sonra evlenirse kadın boş düşmez. Evvela konuşur sonra evlenir, sonra yine konuşursa ilk konuşmadan sonra evlendiği kadın boş düşer. Hâniyye. Zahîre'nin onuncu faslına da bak.

"İsmi ile veya nesebiyle" sözünün yerinde Bahır ve diğer kitablarda ve edatı kullanarak ismi ve nesebiyle denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Kendisi ile evlendiğim filan kızı fülane boş olsun der de sonra o kadınla evlenirse boş olmaz." Demek istiyor ki, evlenmekle vasıf hükümsüz kaldığı için yalnız filan kızı fülane boştur sözü kalır, o da ecnebîdir. Milke izafet bulunmamıştır. Onun için evlendiğinde boş düşmez.

"Yahut işaretle..." İşaretle tarif orada mevcud olana, isim ve neseble tarif ise orada bulunmayana yapılır. Hatta yemin verirken kadın orada bulunursa ismini ve nesebini söylemekle tarif hâsıl olmaz, sıfat da hükümsüz kalmaz ve talâk evlenmeye teallûk eder. Bu izaha göre Câmi'de şöyle denilmiştir: "Muhammed b. Abdillah isminde bir adamın bir hizmetçisi olsa ve adam: Muhammed b. Abdillah'ın şu hizmetçisiyle bir kimse konuşursa karısı boş olsun diyerek hizmetçiye işaret etse, sonra hizmetçi kendisi ile konuşsa karısı boş düşer. Çünkü yemin eden orada mevcuddur. Onun tarifi işaret yahut izafetle olur. Bunlardan biri bulunmamıştır. Binaenaleyh isim belirsiz kalmıştır. Belirsiz isimlere dahil olmuştur." Bunu Bahır sahibi Şeyhü'l-İslâm'ın Câmi'inden naklen söylemiştir.

"Vasıf hükümsüz kalır." Yani evlendiğim kelimesi hükümsüz kalır. O kimse sanki şu kadın boştur demiş gibi olur. Nasılki kendi karısına şu haneye giren kadın boş olsun derse kadın o haneye girsin girmesin hemen boş olur. Bahır. Ecnebî kadının boş düşmemesi ise milk ve milke izafet bulunmadığı içindir. Vasıf hükümsüz kaldığı için değildir. Kendi karısı bunun hilâfınadır.

"Çünkü milk ve milke izafet yoktur." Metindeki meselede bu zâhirdir. Ondan sonra zikredilenlerde dahi hüküm aynıdır. Çünkü bir döşekte beraber yatmak mutlaka nikâhlı olmayı gerektirmez. Nitekim cariye ile cima'da bulunmak da ona mâlik olmayı gerektirmez. Bunun bir misli de şudur: Bir kimse anne ve babasına: Beni bir kadınla evlendirirseniz o kadın üç defa boş olsun der de, annesi babası onu kendisinden izin almadan evlendirirlerse karısı boş düşmez. Çünkü bu söz nikâh milkine izafe edilmemiştir. Anne ve babasının onu izinsiz evlendirmeleri doğru değildir. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiş, sonra: "İzniyle olmuş veya olmamış fark etmez. Nitekim Mi'râc'da belirtilmiştir." demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Hâniyye'de izniyle evlendikleri surette: "Sahih olan kavil yeminin sahih olmasıdır. Kadın boş düşer." denilmiştir. Bu söz müşkildir. Çünkü bahsimiz tâlikın şartı olanmilkin veya milke izafetin bulunması hakkındadır. Anne-babanın evlendirmeleri her cihetten milke sebeb değildir. Zira bazen izniyle evlendirirler bazen de izin almazlar. Meğerki Hâniyye sahibinin muradı: "Beni iznimle evlendirseniz" dediği hale mahsus olsun. O zaman yemin sahih olur, kadın da boş düşer. Aksi takdirde tâlik sahih olmadan önce zikredilen tafsilâtın bir vechi yoktur. En güzeli Mi'râc'ın sözüdür.

«Bahır sahibinin ifadesine göre ilah...» Ben derim ki: Bu örf şimdi Dimaşk'ta umumî değildir. Vaktiyle öyle imiş. Evet, bazı insanlar arasında hâlâ vardır. Tahtâvî şöyle diyor: "Ben derim ki: Bugün Mısır'da cereyan eden örf bu kadının ziyaretçi sayılmasıdır. Velevki yanında pişirilmeyen bir şey bulunsun."

METİN

Nitekim kocanın milkin sübutuyla veya zevaliyle birlikte yaptığı talâkı da hükümsüz kalır. Meselâ sen nikâh edilmenle beraber boşsun demesi bu kabîldendir. Ama seninle evlenmemle beraber boşsun derse sahih olur. Çünkü cümle failiyle mef'ulüyle tamamdır. Milkin zevaline mîsâl benim ölümümle veya senin ölümünle beraber boşsun demesidir.

İZAH

"Milkin sübutuyla birlikte yaptığı talâkı da hükümsüz kalır." Bunun aslı Bahır sahibinin Mi'râc'dan naklettiği şu ifadedir: "Talâkı nikâha izafe eder. meselâ sen nikâhlanmanla beraber boşsun yahut sen nikâhında boşsun derse talâk vâki olmaz. Bunu Câmi' sahibi söylemiştir. Sen benim seninle evlenmemle beraber boşsun demesi bunun hilâfınadır. Burada talâk vâki olur. Ama bu müşkildir. Bazılarının söylediğine göre fark şudur: Bu adam evlenmeyi failine izafe edip mef'ulünü de zikredince evlendirme sözünü milkten mecaz yapmıştır. Çünkü milkin sebebidir. Beraber kelimesini sözü düzeltmek için sonra mânâsına kullanmıştır. "Sen nikâhında boşsun" sözünde ise faili zikretmemiştir. Cümle noksandır. Binaenaleyh nikâhtan sonra mânâsına alınamaz ve talâk vâki olmaz. Nikâh sahihtir. "Şârih bu farka: "Çünkü cümle tamam olmuştur ilah..." diyerek işarette blunmuştur. Bunun muktezası şudur: Bu adam "benim seni nikâh etmemle beraber" yahut "senin evlenmenle beraber" deseydi hüküm aksine dönerdi. Lâkin Haolebî diyor ki: "İnsanın içinde bu ta'lilden bir gıcık kalıyor. Çünkü senin nikâhınla beraber sözü benim seni nikâh etmemle beraber mânâsına da alınsa mukadder olan söylenmiş gibidir. Bu za'fa temrîz sîgasıyla (sakatlık bildiren) denilmiştir sîgasıyla işaret etmiştir."

Ben derim ki: Daha zâhir olanı şöyle demektir. Faili açıklamadığı vakit o kadınla kendisinin veya başkasının evlenmesi ihtimali vardır. Lâkin bu sözün muktezası da nikâhla tezevvüç sözleri arasında fark bulunmamasıdır. Şöyle ki, faili zikrederse her ikisinde vâki olur, etmezse ikisinde de vâki olmaz. Düşün! Bunların hepsinden daha yakın olan mânâ bazı dersüstadlarının çıkardığıdır ki şudur: Tezevvüç tezviçin arkasından olur. Talâk kelimesini tezevvüçle beraber söylerse tezviç etmekle tezevvüçten önce bulunur ve sahih olur, kadın boş düşer. Senin nikâhınla beraber demesi bunun hilâfınadır. Çünkü milkle beraberdir.

"Benim ölümümle veya senin ölümünle beraber boşsun demeildir." Çünkü talâkı birincide îkâ'a zıd bir hale, ikincide ise vukua zıd bir hale izafe etmiştir. Nitekim tasrîh bâbında gemişti.

METİN

F A İ D E : Müctebâ'da beyan edildiğine göre milke izafe edilen yeminde İmam Muhammed'den bir rivâyette talâk vâki olmaz. Harzem uleması bununla fetva vermişlerdir. Bu kavil İmam Şâfiî'nindir. Bir hâkimin feshi ile Hanefî de bu kavli taklid edebilir. Hatta hakemin feshiyle, hatta âdil bir hâkimin fetvasıyla, iki hâdise hakkında verilmiş iki fetva ile de taklid edebili.

İZAH

"Müctebâ'da beyan edildiğine göre..." Müctebâ'nın ibâresi Bahır sahibinin beyanına göre şöyledir: "Ben İmam Muhammed'den bir rivâyet gördüm ki, talâk vâki değildir diyor. Harzem ulemasının çoğu bununla fetva verirlerdi." Zahîriyye'de: "Bu kavil İmam Muhammed'indir. Bununla fetva verilir." denilmişse de o söz üzerinde durduğumuz mesele hakkında değildir. Nitekim izahı yakında gelecektir. Anla!

"Hanefî de bu kavli taklid edebilir." Yani Şâfiî'yi taklid edebilir. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hanefî bir hâkim izafe edilen yemini feshederek meseleyi Şâfiî hâkime arzedebilir. O adam ben filan kadınla evlenirsem üç defa boş olsun dedikten sonra o kadınla evlenir. Kadın kendisini Şâfiî bir hâkimin huzurunda dâvâ eder ve boşadığını iddiada bulunursa Şafiî hâkim bu onun karısıdır, talâk bir şey değildir diye hükmettiğinde bu iş ona helâldir. Kocası nikâhtan sonra feshten önce bu kadınla cima' eder de fesh sonra olursa fesh ettiğinde cima' helâldir. Fesh ettiğinde akdi yenilemeye de hâcet yoktur. O adam evlendiğim her kadın boş olsun der de arkacığından bir kadınla evlenir ve yemini fesh ederse, sonra başka bir kadınla evlendiğinde her kadın hakkında feshe hâcet yoktur. Hulâsa'da böyle denilmiştir. Zahîriyye'de bunun İmam Muhammed'in kavli olduğu bildirilmiştir. Onun kavliyle fetva verilir."

Ben derim ki: Bunun mefhumu şudur: Şeyhayn'a göre her kadında feshe hâcet vardır. Zahîriyye sahibi de böyle açıklamıştır. O halde buradaki hilâf bir kadın hakkında yemini Şâfiî bir hâkim fesh ettiğine göredir. Sonra yemin eden kimse başka bir kadınla evlenirse Şeyhayn'a göre birinci fesh kâfi değildir. İkinci defa fesh etmedikçe ikinci kadına talâk vâki olur. İmam Muhammed'e göre ise kâfidir. Çünkü bu bir yemindir. Onu ikinci defa feshetmeye hâcet yoktur. Fetva İmam Muhammed'in kavline göre verilir. Şüphesizki bu ona göre yemininsahih olmasına mebnîdir ve onunla talâk vâki ofur. Binaenaleyh yukarıda Müctebâ'dan naklettiğimiz: "İmam Muhammed'den talâk vâki olmadığı rivâyet edilmiştir." sözüne aykırı değildir. Zahîriyye sahibinin talâk vâki değildir sözünü İmam Muhammed'den bir rivâyet değil de onun kavli olduğunu ve fetva bununla verildiğini söyleyen vehmetmiştir.

Sonra Bahır'de şöyfe denilmiştir: "Bir kadın üzerine birkaç yemin eder de ondan sonra nikâhın sahih olduğuna hükmedilirse bütün yeminler ortadan kalkar. Ama her kadına ayrı bir yemin yaparsa şüphesiz birisinin yemini feshedildiği vakit diğerininki feshedilmez. Koca yeminini her evlendikçe diye yaparsa bu söz her yeminde feshi tekrara muhtaç olur." Bunlar dört mesele olup musnannıfın Mecma' şerhinde beyan edilmişlerdir. Bundan sonra hükmü Hanefî bir hâkim imza derse daha ihtiyatlı olur.

Şâfiî tarafından yapılacak feshin yeri kadını üç defa boşamazdan öncedir. Çünkü fesh yaparsa nikâhtan sonra müneccez üç talâk vâkî olur ve bir şey ifade etmez. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir. Yine orada işaret edildiğine göre bunun şartı hâkimin yaptığı fesh için para almamasıdır. Para alırsa bütün ulemaya göre hükmü geçersizdir. Meğerki yazı için ücret-i misil alsın. Fazla alırsa yine geçersizdir. Evla olan mutlak surette almamaktır.

T E N B i H: Bahır'ın hâkimin hâkime mektubu bahsinde Valvalciyye'den şu ifade nakledilmiştir: "Karısına sen elbette boşsun der de bunu talâk-ı ric'î gören bir hâkimin huzurunda dâvâya çıkarlarsa kendisi tâbi olur ve o kadınla beraber yaşamak kendine helâl olur. Ebû Yusuf'a göre ise lehine hükmetmişse helâl olmaz. Bâindir diye aleyhine hükmetmiş fakat kocası talâkı bâin görmezse bilittifak hâkimin reyine tâbi olur. Bu söylenenlerin hepsi koca âlim, rey ve içtihad sahibi olduğuna göredir. Avamdan biriyse lehine veya aleyhine hüküm versin mutlaka hâkimin reyine tâbi olur. Bu, o kimseye mahkeme tarafından hüküm verildiğine göredir. Fetva verilirse sâbık ihtilâfa göredir. Çünkü cahil hakkında müftününün sözü onun rey ve içtihadı mesabesindedir." Yani cahile müftünün sözüne tâbi olmak lazım gelir. Nasılki âlime de kendi rey ve içtihadına tâbi olması lâzım gelir. Bununla anlaşılır ki, mahkeme hükmüyle birlikte başkasını taklide hâcet yoktur. Çünkü mahkeme hükmü kocanın reyine uysun uymasın mülzimdir. Koca cahil ise fetva meselesinde de böyledir.

"Hatta hakemin feshiyle..." Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Hakem tâyin edilen bir kimsenin hükmü sahih kavle göre mahkeme kararı gibidir. Bezzâziye'de zikredildiğine göre Sadr'ın şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ben derim ki: bunu yapmak kimseye helâl değildir. Hulvânî bilinir fakat bununla fetva verilmez. Tâ ki cahiller mezhebi yıkmak için yol aramasınlar, demiştir." Bahır.

"Hatta âdil bir hâkimin fetvasiyle" ki, bu da feshtir. Bahır'da Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: "Bizim ulemamızdan bundan daha genişi rivâyet olunmuştur ki şudur: Bir kimseâdil bir fakîhten fetva ister de fakîh ona yemini bâtıl olduğuna fetva verirse onun fetvasıyla amel etmesi ve kadını nikâhında tutması helâl olur. Bundan daha genişi de rivâyet edilmiştir. O da şudur: Bir kimseye bir müftü helâldir diye başka bir müftü -birincinin fetvasıyla amel ettikten sonra- haramdır diye fetva verirse ikinci kadın hakkında ikinci müftünün fetvasıyla amel eder. Birinci kadın hakkında onunla amel edemez. İki hâdise hakkında her iki fetva ile amel eder. Lâkin bununla fetva verilmez."

Ben derim ki: Şunu demek istiyor: Hâdise sahibine müftü yeminini feshe götürecek bir fetva vermez. Yani ona bu dâvâya Şâfiî bir hâkime götür yahut onun bu bâbta verdiği hükme tâbi ol veya ondan fetva iste demez. Bilâkis senin aleyhine talâk vâkidir der. Çünkü müftüye vâcib olan itikadına göre cevap vermektir. O kimseye kendi mezhebini yıktıracak yol gösteremez. Maksad hâdise sahibi yeminin feshini icab edecek bir şey yaparsa ona yeminin fethiyle fetva veremez demek değildir. Biliyorsunki cahile hâkim ve müftünün reyine tâbi olmak gerekir. Kaldı ki ictihad yerinde hâkimin hükmü hilâfı kaldırır. O adam böyle bir şey yaparsın Hanefî hâkime düşen feshin sahih olduğuna fetva vermektir. "Bu İmam Muhammed'in kavliyse neden onunla fetva vermesin?" denilmez. Çünkü biliyorsun bu ondan sadece bir rivâyettir. Onun kavli de Şeyhayn'ın kavli gibi talâk vâkidir der. Zahîriyye'nin sözü buna aykırı değildir. Nitekim yukarıda izah etmiştik. Müftü zayıf rivâyetle fetva veremez. Harzem ulemasının bir çoklarının fetva vermesi bu kavlin zayıf olduğuna aykırı değildir. Onun için yukarıda Sadr'dan nakletti ki: "Hiç bir kimseye bunu yapmak helâl değildir." demiştir. Hulvânî'den yukarıda naklettiğimiz de öyledir. "Bu bilinir fakat bununla fetva verilmez." diyor. Bu rivâyet İmam Muhammed'den sâbit olsaydı yahut bu rivâyet sahih olsaydı ulema hükmü ona göre verirler, Şâfiî'nin mezhebine göre vermeye muhtaç olmazlardı. Bu gösterir ki bu rivâyet şazzdır. Nitekim Müctebâ'nın yukarıda geçen sözü de buna işaret etmektedir.

Şu da var ki, Bahır'da Bezzâziye'den naklen: "Fiilen evlenmek zamanımızda yemini fesh etmekten evladır. O kimsenin bir âlime gelerek yaptığı yemini söylemesi bir fuzûlînin nikâhına muhtaç olduğunu belirtmesi gerekir. Âlim de ona bir kadını nikâhlar ve fiilen cevaz verir de yemini bozmaz. Kezâ o kimse bir cemaata: Benim bir fuzûlînin nikâhına ihtiyacım var der de içlerinden biri onu evlendirirse hüküm yine böyledir. Ama bir adama bana bir fuzûlî akdi yap derse bu tevkil olur." denilmiştir.

"İki hâdise hakkında verilmiş iki fetva ile" diye kaydetmesi şundandır: Çünkü fetva isteyen bir kimse bir hâdise hakkında bir müftünün sözünü bilir de başka bir müftü ona muhâlif fetva verirse o hâdise hakkında sâbık müftünün amelini bozmaya hakkı yoktur. Evet, başka bir hâdise hakkında ikincinin fetvasıyla amel edebilir. Meselâ bir kimse ecnebî bir kadınadokunarak Ebû Hanife'nin mezhebine göre öğle namazını kılarsa, sonra Şâfiî'yi taklid ederek kıldığı bu öğleyi iptale hakkı yoktur. Şâfiî'nin kavliyle başka bir öğle hakkında amel eder. İşte: "Mukallidin mezhebinden dönmeye hakkı yoktur." diyenlerin muradı budur. Bu hususta sözün tamamı kitabın başındaki Resmü'l-Müftî'de geçmişti.

METİN

Bu bilinir fakat bununla fetva yerilmez. Bezzâziye. Hür kadını müneccez olarak üç talâkla, cariyeyi iki talâkla boşaması üçe veya daha aşağısına yaptığı tâlikı bozar. Yalnız evvelce geçtiği vecihle milke muzaf olanı bozmaz. Üç talâktan aşağısını müneccez olarak yapmak bozmaz. Bilmiş ol ki, tâlik helâllığın elden gitmesiyle bozulur. Milkin elden çıkmasıyla bozulmaz. Üç talâkı veya daha azını haneye girmeye tâlik eder de sonra müneccez olarak üç talâk yaparsa hulle yaptıktan sonra o kadını tekrar nikâh ettiğinde tâlik bâtıl olur. Artık kadının o haneye girmesiyle hiç bir talâk vâki olmaz. Müneccez olarak, üçten aşağı boşasaydı tâlik bâtıl olmaz ve muallak talâkların hepsi vâki olurdu.

İmam Muhammed ilk nikâhtan kalan talâkların vâki olacağını söylemiştir. Aşağıda gelen yıkma meselesi budur. Bunun semeresi şurada görülür: Bir kimse bir talâkı tâlik eder de sonra müneccez olarak iki tâlak yaparsa, kadın başka kocaya gidip boşandıktan sonra onu tekrar nikâhladığında haneye girerse o kadına dönebilir. İmam Muhammed'e göre dönemez. Kezâ dinden dönerek dar-ı harbe kaçmakla da ona göre bâtıl olur. Şeyhayn'a göre bâtıl olmaz.

İZAH

"Üçe yaptığı tâlikı bozar." Bu hür kadına mahsustur. Daha aşağısı hem hürreye hem cariyeye şâmildir. Cariye hakkında şöyle takdir edilir: "Cariyeyi müneccez iki talâkla boşamak üçten aşağısını tâlikı bozar." Bu söz ikiye de bir talaka da sâdıktır.

"Yalnız milke muzaf olanı bozmaz." Yani ben her evlendikçe kadın üç defa boş olsun der de sonra karısını üç defa boşar, sonra yine onunla evlenirse kadın boş düşer. Çünkü müneccez olarak yaptığı talâk muallak olarak yaptığından başkadır. Zira muallak olan yeni mâlik olacağı nikâhın talâkıdır. Onu önceki milkin talâkı ibtal etmez.

"Üç talâktan aşağısını müneccez olarak yapmak bozmaz." Çünkü üçten aşağısını müneccez kılmakla milk elden çıksa da helâllık devam etmektedir.

"Muallak talâklann hepsi vâki olurdu." Çünkü tâlikın bâtıl olması heIallığın elden gitmesiyledir. Halbuki helâllık bâkidir. O halde tâlik de bâkidir. Üzerine tâlik yapılan şey yani haneye girmek bulununca muallak olan üç talâk da vâki olur. Buna ulemanın: "Muallak olan bu milkin talâklarıdır. Onların da bazısı elden çıkmıştır." sözleri aykırı değildir. Çünkü o üç talâk bâki olmak kaydıyla mukayyeddir. Bir kısmı elden çıkınca üç muallak mutlak olur. Nitekim bunu Fetih sahibi söylemiştir. Biz de bu bâbtan önce arzetmiştik.

"Aşağıda gelen yıkma meselesi budur." Biz bu bâbtan önce bu hususta söz etmiştik. Meselenin hâsılı şudur: İkinci koca İmam-ı A'zam'la Ebû Yusufa göre geçmiş üç talâkı ve daha azını yıkar. İmam Muhammed'e göre ise yalnız üç talâkı yıkar, daha azını yıkmaz.

"Bunun semeresi" yani yıkma meselesindeki hilâfın semeresi şârihin söylediğidir.

"O kadına dönebilir." Bu Şeyhayn'a göredir. Çünkü ikinci koca kalan bir talâkın hükmünü yıkmıştır. Kadın ilk kocasına yeni bir milkle dönmüştür. Onun üzerine üç talâk hakkı vardır. Kadın haneye girince üç talâktan biri vâki olur, ikisi kalır. Onun için kocası ona dönebilir.

«İmam Muhammed'e göre dönemez.» Çünkü kadın ilk nikâhtan kalan bir talâkla dönmüştür. O da haneye girmekte vâki olur. T.

«Şeyhayn'a flöre batıl olmaz.» Çünkü milkin elden çıkması tâlikı iptal etmez. İmam Muhammed'e göre ise tâlikının bâki olması ehliyeti bulunması itibariyledir. Dinden dönmekle ismet ortadan kalkmıştır, ehliyeti kalmayınca tâlikı da kalmamıştır. O kimse müslümanlığa dönünce sukutuna hükmedilen tâlik artık geri dönmez. Bunu musannıfın Mecma' şerhinden Bahır sahibi nakletmiştir.

 

TAS MESELESİ

 

METİN

Sözünde durmaya mahal kalmamakla da tâlik bâtıl olur. Meselâ filanca ile konuşursan der de o filanca ölüverirse yahut şu haneye girersen der de o hane bahçe yapılırsa sözünde durmak için mahal kalmaz. Nitekim biz bunu Mültekâ üzerine yazdığımız hâşiyede izah ettik. Tas meselesi de bütün fer'leriyle ileride gelecektir.

FER'İ BİR MESELE : Bir adam cariye olan karısına: Şu haneye girersen üç defa boşsun dedikten sonra cariye âzâd olur da o haneye girerse, kocasının ona dönmeye hakkı vardır. Kınye.

İZAH

«Sözünde durmaya mahal kalmamakla da tâlik bâtıl olur.» Bunu Bahır sahibi İmam Ebû Yusuf'tan nakletmiştir. Lâkin onun lâfzı şöyledir: Tâlikı iptal eden şeylerden biri de şart mahallinin bulunmamasıdır. -Meselâ ceza mahalli bulunmaz. Nitekim fülanla konuşursan ilh... sözünde böyledir. Zikri geçen temsil şart bulunmadığına aiddir. Zira şart konuşursan ve girersen sözleridir. Yani bunların mânâlarıdır ki, o da söz ve girmektir. Bunların mahalli o fülan kişi ile işaret edilen hanedir. Ceza mahallinin bulunmaması kadının ölmesi gibidir. Zira bu iki mahallin bulunmamasıyla tâlik bâtıl olur. Tâlikın mutlaka olabilecek bir şeye yapılması lâzımdır. Bunun ise yokluğu tehakkuk etmiştir. "Öldükten sonra Zeyd'in yaşaması mümkündür. Bahçenin haneye çevrilmesi de mümkündür." denilemez. Çünkü o adamınyemini ondaki mevcud hayat üzerine idi. Bina yapıldıktan sonra tekrar iade edilen bahçe başka bir hanedir. İşaret edilen hane o değildir. Nitekim ulema bunu da şu haneye girmem sözünde açıklamışlardır.

«Tas meselesi gelecektir.» Yani yeminler bahsinin yeyip içmeye yemin bâbında gelecektir. Hâsılı şudur: İleride yemininde durma tasavvurunun imkânı yemin mün'akid olmak ve bâki kalmak için şarttır. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Bir kimse şu tastaki suyu bugün mutlaka içeceğim diye yemin eder de tasda su bulunmazsa yahut bulunur da o gün geçmeden dökülürse Tarafeyn'e göre yemini bozulmaz. Çünkü birincide mün'akid olmamıştır. İkincide ise bâtıl olmuştur. Bugün demez de tasda da su bulunmazsa hüküm yine budur. Çünkü yemin mün'akid olmamıştır. Fakat tasda su bulunur da dökülürse o kimsenin yemini bilittifak bozulur. Zira sözünde durma imkânı bulunmakla yemin mün'akid olmuştur. Sonra dökmekle bozulur. Çünkü sözünde durmak o adama vâcibtir. Suyu döktüğü vakit sözünde durma kalmaz ve yemini bozulur. Nitekim su mevcud iken yemin eden kimse ölürse yine böyledir. Vakitle sınırlanan bunun hilâfınadır. Çünkü o kimseye sözünde durmak ancak o muayyen vaktin son cüz'ünde vâcib olur. Bu meselenin fer'lerinden biri de Zeyd'i bugün mutlaka öldüreceğim yahut bu ekmeği bugün mutlaka yiyeceğim veya borcumu yarın mutlaka ödeyeceğim diye yemin edip de Zeyd'in ölmesi, gün geçmeden ekmeği başkasının yemesi veya ertesi gün gelmeden borcu ödemesi yahut alacaklının ibrâ etmesidir. Bunlarda yemini bozulmaz. Meselenin tamamı Bahır'ın yeminler bahsindedir.

Ben derim ki: Bu tafsilâtı geçen meselede yapmaması şundandır: Çünkü o meselede yeminin bozulmasının şartı vücudu olan bir şeydi ki, o da konuşmak veya girmektir. Adam ölünce veya hane bahçe yapılınca mahal kalmamıştır ve yeminin bozulacağından ye'se düşülmüştür. Artık vakitle sınırlı olsun, mutlak olsun yeminin bâki kalmasında bir fayda yoktur. Yeminin bozulmasının şartı vücudu olmayan bir işse bunun hilâfınadır. Meselâ Zeyd'le konuşmazsam yahut şu haneye girmezsem derse iş değişir. Mahallin bulunmamasiyle yemin bâtıl olmaz. Bilâkis onunla yeminden dönmek tehakkuk eder. Çünkü yeminde durma şartından ümid kesilmiştir. Ama bu sözünde durma şartı müstahil (imkânsız) olmadığına göredir. Aksi takdirde bu da tas meselesidir. O meseledeki tafsilâtı gördün.

Göğe çıkacağım diye yemin etmek bunlardan değildir. Zira bu yemin mün'akid olur, arkacığından da bozulur. Çünkü göğe çıkmak haddi zâtında mümkün bir iştir. Bazı peygamberler çıkmışlardır. Melekler ve başkaları da çıkarlar. Ancak o adamın yemini yemin eder etmez bozulur yahut vakitle sınırlandırılan müddetin sonunda bozulur. Çünkü âdeten ümid o zaman kesilir. Bu tas meselesinin hilâfınadır. Çünkü tasda mevcud olmayan suyu içmek veya ondan dökülmüş bulunan suyu içmek haddi zâtında mümkün olmadığı gibiâdeten de mümkün değildir. Onun için yemin bâtıl olur. Yemininden dönmüş sayılmaz. Ancak yemini mutlak olur da tasdan su dökülürse o zaman yemininden dönmüş olur. Nitekim bunun tahkîkı inşaallah yeminler bahsinde gelecektir. Bâbın sonunda söyleyeceklerimize de bak!

«Kocasının ona dönmeye hakkı vardır.» Çünkü üç talâkı tâlik ettiği vakit karısı cariye idi. Kocasının ona ancak iki talâk hakkı vardı. Böylece iki talâkı tâlik etmiş oldu. H.

METİN

Şart lâfızları yani cezanın vücuduna alâmet olan şeyler: in, izâ , izâmâ, küllü, küllemâ, metâ ve metâmâ sözleridir. (İn: eğer mânâsınadır.) Bu kelime en okunursa tâlik niyet etmek şartıyla derhal talâk vâki olur ve diyaneten tasdik edilir. Kezâ cevabından fâ edatı atılırsa hal mânâsını ifade eder. Nitekim: "Talebiyye ile, ismiyye ile, camid ile, mâ ile, kad ile, len ile ve tenfîz harfiyle de" beytinde fâ atılmıştır. Nitekim biz bunu Mültekâ şerhinden kısalttık. Küllemâ kelimesi ancak mansûb olarak kullanılır. Velevki mübteda olsun. Çünkü mebniye muzaftır.

İzâ ve izâme: Vakitte mânâsında kullanılırlar. Küllü: Her mânâsına gelir. Küllemâ: Her yaptıkça mânâsındadır. Metâ ve metâma: Her zaman manasınadır.

İZAH

«Şart lâfızları...» yerine başkaları şart isimleri ve şart harfleri tâbirlerini kullanmışlardır. Musannıfın bunları kullanmaması şart kelimesi onlara da şâmil olduğu içindir. Şart kelimesi alâmet mânâsına gelen şarattan alınmadır. Ona bu ismin verilmesi ikinci cümlenin birinci üzerine terettüb ettiğine alâmet olduğu içindir. İkinci cümleye cevap denilir. Çünkü birinci cümlenin üzerine söylenmesi lâzım geldiğinden sonra kimsenin sözünden sonra söylenen söz gibi olmuş ve mecazen buna ceza denilmiştir. Çünkü başka bir iş üzerine terettüb edince cezaya benzemiştir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Şu halde lâfızları şarta izafe etmek müsemmayı isme izafe kabilindendir. H. Kitabın başında iştikak üzerine söz etmiştik. Zâhire bakılırsa burada iştirak yoktur. Çünkü lâfzan mutlaka birbirine mugayeret lâzımdır. Burada şart hususi bir şeye alâmet mânâsınadır.

«Yani cezanın vücuduna alâmet olan şeyler» den murad bu edatlar bizzat cezanın vücuduna delâlet eder demektir. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir. Yani şart bulundumu bunlar cezanın da bulunduğunu gösterirler.

«Bu kelime en okunursa hal mânâsını ifade eder.» Cumhurun kavli budur. Çünkü ta'lil içindir. Talâk vâki olurken illetin vücudu şart değildir. Talâk lâfzın zâhirine bakarak vâki olur. Kisâî Harun-u Reşid'in meclisinde Muhammed b. Hasan Şeybânî ile münazara yaparak onun izâ mânâsında şart edatı olduğunu söylemiştir. Kûfelilerin mezhebi budur. Mugnî sahibibunu tercih etmiştir. Ne olursa olsun tâlikı niyet ettiği vakit niyeti sahih olmak gerekir. Burası kısaca Nehir'den alınmıştır. Şârih buna "Diyaneten tasdik edilir." sözüyle işaret etmiştir. T.

«Kezâ cevabından fâ edatı atılırsa ilh...» Tâlikı niyet etmedikçe derhal talâk vâki olur ve diyaneten tasdik edilir. İmam Ebû Yusuftan bir rivâyete göre kocanın sözünü bir faydaya yorumlamak için bu tâlik sayılır. Arapça ibârede fâ edatı muzmer (gizli) sayılır. Buradaki hilâf rabt edatlarından fâ'nın isteyerek atılması câiz olup olmadığına göredir. Kûfelilere göre bu câizdir. Ebû Yusuf'un tefrii buna göredir. Basralılara göre câiz değildir. Mezheb buna göre teferru etmiştir. Bahır. Tâlik ecnebî bir dille yapılırsa yine böyledir. Allâme Kâsım diyor ki: "Her akid, nezir ve yemin yapanın sözü kendi diline göre yorumlanır." Bana zâhir olan budur. Allahu a'lem. Bunu yazdıktan sonra Allâme Makdisî'nin Nazmü'l-Kenz şerhinde gördüm ki şöyle diyor: "Ebû Yusuf'un kavlini tercih gerekir. Çünkü fâ edatını atmak çok vâki olur. Ulema avam takımının enti vahideten (sen birsin) diyerek yaptıkları hata muteber değildir, demişlerdir."

METİN

Bu kelimelerin benzerleri de şart mânâsında kullanılırlar. Bunlar: lev ve men ile arkadaşlarıdır. Meselâ şu haneye girmiş olsan sen boşsun sözüyle talâk kadının haneye girmesine tâlik edilmiş olur. Bir adam karısına sizden hanginiz şu haneye girerse boş olsun derse, içlerinden birisi o haneye tekrar tekrar girdiğinde boş olur. Çünkü haneye girmek cemaata izafe edilmiş ve umum zîyadeleşmiştir. Gâye'de böyle denilmiştir. Ama bu söz gariptir. Bahır sahibi onu iki kavilden biri saymıştır.

İZAH

«Bu kelimelerin benzerleri de şart mânâsında kullanılırlar.» sözüyle şârih şart lâfızlarının metinde zikredilen yedi kelimeden ibaret olmadığına işaret etmiştir. Zira "Lev , men, eyne, eyyâne, ennâ, eyyû, ma..." gibi bir çok kelimeler daha vardır ki, onlarda şart mânâsında kullanılırlar. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Fer'î mesele: Bir adam karısına: eve girmen olmasa yahut baban olmasa veya kaynatan olmasa sen boşsun derse talâk vâki olmaz. Haber verme hususunda da böyledir. Meselâ şöyle olmasa dün seni boşadım demesiyle talâk vâki olmaz."

Lev: Eğer, men: Bir kimse, Eyne: Nerede, Eyyâne: Her ne zaman, Ennâ: Nereden, Eyyû: Hangi, Mâ: Her ne ki mânâlarına gelir.

Ben derim ki: Şart kelimelerinin ifade ettikleri mânâları ifadeden başka kelimeler de şart sayılırlar. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Sen şu haneye girmenle boşsun yahut hayız görmenle boşsun derse, kadın o haneye girmedikçe veya hayzını görmedikçe boş olmaz. Çünkü (Türkçede ile mânâsına gelen) bâ harfi eklemek ve yapıştırmak içindir. Talâk ancak tâlikedildiği zaman haneye girmeye eklenir ve bitişir. Sen şu haneye girmen şartıyla boşsun derse kadın kabul ettiği takdirde boş olur, kabul etmezse boş olmaz. Çünkü bu adam girme sözünü bedel verme yerinde kullanmıştır. Binaenaleyh bedelin kabulü şarttır, bulunması şart değildir. Nasılki bana bin dirhem vermen şartıyla boşsun dese hüküm budur."

Ben derim ki: Bazen şart edatı kullanmaksızın cümle tâlik mânâsını ifade eder. Nitekim "şart mânâsı kâfidir" dediğimiz yerde geçti.

«Lev...» kelimesinin mezhebe göre şart mânâsında kullanıldığını Bahır sahibi kesinlikle ifade etmiştir. Fetih'in ibâresi buna muhâliftir. Ona göre eğer mânâsına gelen bu edat şartın yokluğunu tahkîk içindir. Binaenaleyh olabilme ihtimalini taşıyan bir şeye tâlik için kullanılamaz.

«Talâk kadının haneye girmesine tâlik edilmiş olur.» Muhît'te böyle denilmiştir. Yine Muhît'te bildirildiğine göre Ebû Yusuf'tan bir rivâyette "Şu haneye girersen sen boşsun, seni mutlaka boşarım." diyen bir adam karısını o haneye girerse boşayacağına yemin etmiştir. Kadın haneye girdiğinde boşaması lâzım gelir. Ama talâk ancak karı-kocadan birinin ölümüyle vâki olur. Bu söz "Basra'ya gelmezsem" sözü gibidir. Bahır. Biz bu hususta sarîh bâbının başında söz etmiştik.

«Ve umumu ziyadeleşmiştir.» Burada şöyle denilebilir: fiilin umumu yoktur. Fetih ve Bahır gibi Gâye'de de burada ifade şöyledir: "Çünkü fiil yani girmek cemaata izafe edilmiştir. Binaenaleyh örfen umumu tekrar tekrar girmesi murad edilir." Anlaşılıyor ki umumdan muradı tekrardır.

«Ama bu söz gariptir.» Çünkü metinlerin sözüne muhâliftir. Metinlerde: "Bu şart kelimelerinde bir defa şart bulunmakla yemin çözülür. Yalnız küllemâ kelimesinde bozulmaz." denilmektedir. Bu sözün garip olduğuna Fetih ve Bahır sahibleri kesinlikle hükmetmişlerdir. Zeylaî ise müşkil saymıştır.

«Bahır sahibi onu iki kavilden biri saymıştır.» Onu Kenz'in "şart bulunursa" dediği yerde zikrederek şöyle demiştir: "Hak şudur ki: Gâye'deki ifade iki kavilden biridir. İki kavli Kınye sahibi terasa çıkma meselesinde nakletmiştir." Burada da Mi'râc'dan naklettiğine göre Hanbelîlerden bazıları metâ kelimesinin tekrar iktiza ettiğini söylemişlerdir. Sahih olan şudur ki; küllemâdan başka şart edatları tekrarı icab etmez. Bahır sahibi bu ifadesiyle bu kavlin ve Hanbelîlerden rivâyet edilen sözün zayıf olduğunu anlatmak istemiştir. Anla! Çünkü vuku tekerrür etmiştir. Lâkin üç talâktan fazla olmaz.

METİN

Bu kelimelerde bir defa şart bulununca yemin çözülür. Yani tâlik bâtıl olmakla yemin de bâtıl olur. Yalnız küllemâ kelimesinde bâtıl olmaz. Çünkü küllü kelimesi umum isimleri iktiza ettiğigibi o da umum fiilleri iktiza ettiğinden üç talâktan sonra çözülüp bâtıl olur. Binaenaleyh kadın başka kocaya gidip ayrıldıktan sonra onunla tekrar evlenirse talâk vâki olmaz. Ancak bu kelime evlenme üzerine girerse, meselâ: seninle her evlendikçe boşsun derse o zaman talâk vâki olur. Çünkü milkin sebebine girmiştir. Bu ise sonsuzdur. Küllema kelimesinin lâtif meselelerinden biri şudur: bir adam cima' ettiği karısına: "Ben seni her boşadıkça sen boşsun" der de bir defa boşarsa iki talâk vâki olur. "Senin üzerine talâkım her vâki oldukça boşsun" derse üç talâk vâki olur.

İZAH

«Yemin bâtıl olur.» Yani tamam olup sona erer. Yemin tamam olunca da bozulur. Artık ikinci bir bozulma tasavvur edilemez. Meğerki başka bir yemin yapmış olsun. Çünkü bunlar lügat itibariyle umum ve tekrar ifade etmezler. Nehir.

«Yalnız küllemâ kelimesinde bâtıl olmaz.» Zira bu kelimede şart bir defa bulunmakla yemin sona ermez. Musannıfın burada hasr edatı kullanması gösteriyor ki metâ kelimesi tekrar ifade etmez. Bazıları ettiğini söylemişlerdir. Doğrusu o ancak umumi vakitleri ifade eder. Ne zaman çıkarsan sen boşsun sözünden murad hangi vakitte çıkmak tehakkuk ederse talâk vâki olur demektir. Başka bir defa çıkmakla talâk vâki olmaz. Ebeden sözüyle birlikte söylenen de metâ gibidir. Fülan kadınla evlenirsem boş olsun der de onunla evlenirse kadın boş olur, fakat sonra tekrar evlenirse boş olmaz. Çünkü ebediyyet mânâsı ancak vakitle sınırlandırmayı kaldırır ve evlenmemek ebedîleşir. O tekrarlanmaz. Eyyû (hangi) kelimesi de böyledir. Hatta bir adım hangi kadınla evlenirsem boş olsun dese talâk yalnız bir kadına vâki olur. Nitekim Muhît ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Bütün evlendiğim kadınlar boş olsun demesi bunun hilâfınadır. Nehir. Fark şudur: Küllü lâfzı umum edatıdır. Eyyû ise yalnız sıfatın umumunu ifade eder. Çünkü ulema kölelerimden hangisini döversen o hür olsun sözünün yalnız bir köleye şâmil olduğunu söylemişlerdir. Zira dövmeyi hususi bir köleye isnad etmiştir. Dövmen kölelerimden hangisi hakkında olursa o hürdür derse dövüldükleri takdirde hepsi âzâd olurlar. Çünkü umuma isnad etmiştir. "Hangi kadın kendini bana tezviç ederse o boş olsun." sözü bütün kadınlara şâmildir. Tahkîkın tamamı Bahır'dadır.

«Küllü kelimesi umum isimleri iktiza ettiği gibi...» Zira küllü kelimesi isimlerin, küllemâ ise fiillerin üzerine girer ve her biri dahil oldukları şeylerin umumunu ifade eder. Bir fiil veya bir isim bulundumu üzerine yemin edilen şey bulundu demektir ve hemen o şey hakkında yemin çözülür. Geri kalan isim ve fiiller hakkında hâli üzere bâkidir. Binaenaleyh üzerine yemin edilen şey her bulundukça bunun da yemini bozulur. Şu kadar var ki üzerine yeminedilen şey bu milkin talâklarıdır. Onlarsa sayılıdır. Hâsılı küllemâ kelimesi umumi fiillere şâmildir. Umumi isimler zaruridir. Musannıf burada: "Ancak küllü ile küllemâ müstesna" dese daha iyi olurdu. Çünkü küllü kelimesi ile yemin bir isim hakkında sona erse de başka isimler hakkında bâkidir.

Bu meselenin fer'lerinden biri de şudur: O adamın dört karısı olur da şu haneye giren her kadın boş olsun derse, kadınlardan biri girince boş olur. Hepsi girerse hepsi boş olurlar. Giren kadın bir defa daha girerse boş olmaz. Ama şu haneye her girdikçe boş olsun der de oraya bir kadın girerse boş olur. İkinci defa girerse tekrar boş olur. Üçüncü defa da öyledir. Üç talâkla boş düştükten sonra başka kocayı varıp sonra yine ilk kocasına dönerse artık o haneye girdiğinde boş olmaz. İmam Züfer buna muhâliftir.

Meselenin diğer bir fer'î de şudur: Ben her girdikçe karım boş olsun der de nikâhında dört karısı bulunursa, o haneye kendisi dört defa girer fakat muayyen bir kadını kasdetmezse, her girdiğinde bir talâk vâki olur. Bu talâkı isterse kadınların hepsine taksim eder, dilerse birine tahsis eder. Bahır. Şürunbulâliyve'de şöyle denilmiştir: "Çok başa gelen fer'î bir mesele: Sirâc sahibi Müntekâ'dan naklen demiştir ki; bir adam ben bir kadınla evlenirsem o kadın üç defa boş olsun ve her helâl oldukça haram olsun der de o kadınla evlenir, kadın üç talâkla ondan bâin olduktan sonra başka kocaya varır, sonra bununla tekrar evlenirse câiz olur. Her helâl oldukça haram olsun sözüyle talâkı kasdettiyse bu bir şey değildir. Talâkı kasdetmediyse bu söz yemindir."

Ben derim ki: Bunun vechi her halde şu olacaktır: Her helâl oldukça haram olsun sözü hususi milke tâlik değildir. Çünkü kadının mutlaka nikâh akdiyle helâl olması lâzım gelmez. Câiz ki dinden döner de sonra cariye olarak alınır.

«Talâk vâki olmaz.» sözü "Yemin üç talâktan sonra çözülür." sözü üzerine tefri'dir. Başka talâkın vâki olmaması yemin yalnız bu milkin talâklarına yapıldığı içindir. Bunlar ise yukarıda geçtiği vecihle sayılıdır. Ama ikinci kocaya varması üç talâktan önce olursa kalan talâklar vuku bulur.

«Çünkü milkin sebebine girmiştir.» Yani evlenme üzerine girmiştir. Bu şart her bulundukça üç talâk hakkı da sâbit olur. Cezası da onu takib eder. Bahır. Yine Bahır'da Kâfî ve diğer kitablardan naklen şöyle denilmiştir: "Ben seni her nikâh ettikçe sen boş ol der de kadını bir günde üç defa nikâh edip her defasında onunla cima'da bulunursa iki talâk meydana gelir. O adamın da ikibuçuk mehir vermesi lâzım gelir. İmam Muhammed: Kadın üç talâkla bâin olur, kocasının dört buçuk mehir vermesi lâzım gelir, demiştir."

Ben derim ki: Bunun vechi Valvalciyye'de de belirtildiği gibi şudur: Bu adam o kadınla ilk defa evlenince bir talâk vâki olur ve yarım mehir vermesi icab eder. Cima'da bulununca tam mehir vermesi vâcib olur. Çünkü yaptığı iş mahalde şübhe ile cima'dır. İddet de vâcib olur. İkinci defa onunla evlenince ikinci bir talâk meydana gelir. Bu talâk manen cima'dan sonra olmuştur. Çünkü bir kimse iddet bekleyen karısiyle evlenir de cima' etmeden onu boşarsa Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a göre bu manen cima'dan sonra talâk olur ve tam mehir vermesi icab eder. Böylece mehirler ikibuçuk olur. Kadın ric'î talâk iddeti beklerken onunla cima'da bulununca ona dönmüş olur. Cima' sebebiyle bir şey vâcib olmaz. Üçüncü defa onunla evlenirse nikâh sahih olmaz. Çünkü nikâhlısı iken onunla evlenmiştir.

«Çünkü vuku tekerrür etmiştir.» cümlesi aradaki farka işarettir. Hâsılı şudur: Bu adam birincide talâkın vukuunu kendinin talâk yapmasına tâlik etmiştir. Bir defa boşadımı kadının üzerine bir daha talâk vâki olur. Ama üçüncüsü vâki olmaz. Çünkü üçüncü talâk olmuştur, yapılmış değildir. İkinci bunun hilâfınadır. Çünkü ondaki tâlik îkâ'a da sâdık olan talâk vukuuna yapılmıştır. Zira îkâ (talâkı meydana getirmek) vukuu istilzam eder. Kadını bir defa boşadımı şart bulunmuştur. İkinci de vuku bulur. İkinci talâkın vukuu ile diğer bir şart bulunmuştur. Binaenaleyh başka bir talâk vâki olur. H.

TENBİH: Küllemâ kelimesiyle meydana gelen yeminler halen meydana gelirler. Çünkü bu kelime şart ile cezanın tekrarı mesabesindedir. Câmi'in rivâyeti budur. Fetva da buna göredir. Çünkü daha ihtiyattır. Mebsût'un rivâyetinde ise halen meydana gelen yemin birdir. O adam her yeminini bozdukça yeminler de tekrar tekrar yenilenir. Muhît. Semerenin şurada zâhir olması gerekir: Bir adam karısına; ben her yemin ettikçe sen boşsun der de sonra küllemâ kelimesiyle talâkı tâlik ederse birinci kavle göre o anda üç talâk vâki olur. İkinciye göre bir talâk vâki olur. Bezzâziye'nin kaza bahsinde şöyle denilmiştir: "Bir adam bir kadına: seninle her evlendikçe sen üç defa boş ol der de o kadınla evlenir ve yemini bir Şâfiî fesh ederse, sonra kadını üç defa boşar ve kadın başka kocayla evlendikten sonra onu tekrar alırsa Câmi'in rivâyetine göre -ki esah olan odur- ikinci defa fesh hükmüne muhtaç olur. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'den alınmıştır.

METİN

Milkin gerek nikâhda gerek milk-i yeminde elden gitmesi yemini bozmaz. Kadını talâk-ı bâinle boşar da sonra nikâh ederse yahut köleyi satar da sonra tekrar satın alırsa şart bulunduğu takdirde kadın boş olur, köle de âzâd olur. Çünkü mahallinin bâki kalmasıyla tâlik de bâkidir.

İZAH

«Milkin elden gitmesi yemini bozmaz.» Yani üç talâktan azla elden gitmesi yemini bozmaz. Nitekim Fetih'de böyle denilmiştir. Musannıfın bunu mutlak söylemesi yukarıda geçen "Tâlik helâllığın elden gitmesiyle bâtıl olur." sözüyle yetindiği içindir. Çünkü helâllığin elden gitmesinden muradı üç talâkın vukuudur.

Evet, kendisine şöyle itiraz edilebilir: Dinden dönerek dar-ı harbe gitmekle de bâtıl olur. İmameyn buna muhâliftir. Bahır sahibi buna cevap vermiş: "Burada bâtıl olması tâlikı yapanda ehliyet kalmadığı içindir. Yoksa milk elden gittiği için değildir." demiştir. Nehir sahibi de ona şöyle itiraz etmiştir: "O kimsenin müdebber köleleriyle ümmüveledlerinin âzâd olması milkinin elinden gittiğine delildir. "Milkin elden gitmesi diye kayıdlaması şundandır: Çünkü yemininde durma yerinin kalmaması yemini ibtal eder. Nitekim yukarıda geçmişti. "Ulema bir kimse karısının ancak kendi izniyle dışarı çıkabileceğine yemin eder de karısı boşanıp iddetini bitirdikten sonra çıkarsa yemini bozulmaz. Yemin talâkın bâin olmasıyla bâtıl olur, Hatta o kadınla ikinci defa evlenir de izni olmaksızın çıkarsa yemini bozulmaz." diyerek milkin elden gitmesinin yemini bozduğunu söylemişlerdir dersen ben de derim ki; yemin izin velâyeti haliyle kayıdlıdır. Men ise halin delâletiyle kayıdlıdır. Bu da karı-kocalığın devam halidir. Binaenaleyh karı-kocalık kalmayınca yemin sâkıt olur. Nitekim bir kimse alacaklısının izni olmaksızın dışarı çıkmayacağına yemin eder de borcunu ödedikten sonra çıkarsa yemini bozulmaz. Filanın izni bunun hilâfınadır. Aralarında bir muamele de yoktur. Çünkü kadın boşanmıştır. Nitekim Muhît'te böyle denilmiştir. Bahır.

Hâsılı yemin milk elden gitti diye değil yeminin kayıdlandığı şart olmadığı için bâtıl olur. Bunun benzeri valinin bir kimseye kendi valiliği zamanında olup biten her kötülüğü haber vereceğine yemin ettirmesi meselesidir. Nitekim yeminler bahsinde gelecektir.

TENBİH: Bahır sahibi milkin elden gitmesiyle yeminin bâtıl olmamasından fer'î bir mesele istisna etmiştir ki, o da Kınye'de zikredilen şu meseledir: "Bir kimse bu beldede oturursam karım boş olsun der de hemen oradan çıkar ve karısıyla hul' yaparsa, sonra iddet bitmeden o yerde oturduğu takdirde karısı boş olmaz. Çünkü şart bulunduğu vakit onun karısı değildir." Bahır sahibi diyor ki: "İşte burada milk elden çıkmakla yemin bâtıl olur. Bu izaha göre ceza cümlesinin sen boşsun olmasıyla karım boş olsun cümlesi olması arasında fark vardır. Çünkü kadın talâk-ı bâinden sonra artık onun karısı değildir. Bu bellenmelidir. Çünkü çok güzel bir şeydir. Şârih onu fer'î meselelerde zikredecektir. Hulâsa ulemanın milkin elden gitmesi yemini bozmaz sözleri ceza cümlesi karım boş olsun şeklinde olmadığı zamandır. Bu şekilde olursa yemin bâtıl olur.

Ben derim ki: Kınye'nin sözü zayıftır. Çünkü şart halini itibara almaya mebnîdir. Buna delil: "Çünkü kadın şart bulunduğu vakit onun karısı değildir." şeklinde ta'lil yapmasıdır ki, daha zâhir olan şeklin hilâfınadır. Yine Kınye'de şöyle denilmiştir: "Şöyle yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun. Sonra yine şöyle yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun der de iki fiilden birini yaparak karısı talâk-ı bâinle boş düşerse, sonra öteki fiili yaptığında bazıları ikincinin vâki olmadığını söylemişlerdir. Çünkü kadın şart bulunduğu vakit onun karısıdeğildir. Bazıları olur demişlerdir ki, bu daha zâhirdir. "Bu gösteriyor ki, daha zâhir olan şekil tâlik hâlidir, şartın bulunduğu hal değildir. Tâlik halinde ise kadın onun karısıdır. Ondan sonra ondan bâin olması zarar etmez. Burada metin sahiblerinin mutlak olan sözlerine uygun olan budur. Bir de ulemanın kinâyeler bahsinde açıkladıklarına göre bâin talâk ancak müneccez olan bâinden önceki bâin muallak olmak şartıyla bâine mülhak olabilir. Meselâ erkek karısına sen şu haneye girersen bâinsin der, sonra onu talâk'ı bâinle boşar, sonra kadın o haneye girerse başka bir talâk-ı boş düşer. Ki, bu da tâlik halini itibare almakla olur. Tâlik halinde kadın her cihetten o adamın karısı idi. Şartın bulunduğu hal itibara alınsaydı muallak talâkın vâki olmaması lâzım gelirdi. Böylece anlaşılır ki müreccah olan kavil tâlik halinin itibara alınmasıdır.

Bahır'da Muhit'ten naklen: "Bir adam karısının şu haneden dışarıya çıkmayacağına yemin eder de onu boşarsa iddeti bittiğinde çıktığı takdirde yemini bozulacağı gibi, karım filan kadını kabul ederse kölem hür olsun der de karısı o kadını talâk-ı bâinle boşandıktan sonra kabul ederse yine yemini bozulur." denilmiştir ki, bu da tâlik halinin itibar edildiğine göredir. Çünkü izafet tarif içindir, kayıdlamak için değildir. Yukarıda Bahır'dan naklettiğimiz şu ifade de öyledir: "Bir kimse ben şu haneye her girdikçe karım boş olsun der de kendisinin dört karısı bulunur ve dört defa girerse ilh..." Bu talâkları bir kadının üzerinde toplayabileceğini açıklaması cima" edilmeyen kadına da şâmildir. Bu da tâlik halini itibara aldığına binaendir. Çünkü kadın tâlik vaktinde onun karısıdır. Binaenaleyh üç yemine dahildir. Biliyorsun ki küllema (her) kelimesiyle mün'akid olan yemin tercih edilen kavle göre hal için olur. Her yemini bozuldukça başka yemin mün'akid olur diyen kavle göre bu yeminleri bir kadının üzerinde toplamaya hakkı olmaması gerekir. Çünkü kadın artık onun karısı değildir. Sonradan akdedilen yemine dahil olamaz. Çünkü kinâyeler bahsinin sonunda arzetmiştik ki, bir adam: "Benim her karım ilh..." derse hul' ve îlâ suretiyle kendisinden ayrılan kadın bu sözde dahil değildir. Meğerki dahil olduğunu tâyin etsin. Bu makamın tahkîkını ganimet bil!

«Kadını talâk-ı bâinle» üçten az olmak üzere boşarsa demektir.

METİN

Şart bulunduktan sonra yemin mutlak surette çözülür. Lâkin milkde iken bulunursa kadın boş düşer, köle de âzâd olur. Milkde bulunmazsa bunlar olmaz. Şu halde üç talâkı haneye girmeye tâlik eden kimsenin hîlesi (çaresi) kadını bir defa boşayıp iddetini bitirdikten sonra o haneye girmesidir. Böylece yemin çözülür ve o kadını nikâr eder. Karı-koca şartın vücudunda yani sübutunda ihtilâf ederlerse -tâ ki yokluğa aid olana da şâmil olsun- söz yeminiyle beraber kocanındır. Çünkü o talâkı inkâr etmektedir. Bu şunu ifade eder ki, o adam kadının nafakası bir kaç gün eline geçmemek sebebiyle onun talâkını tâlik eder ve nafakakadına ulaşmıştır iddiasında bulunur da kadın bunu inkâr ederse söz adamındır. Kınye sahibi kesin olarak buna kâildir. Lâkin Hulâsa ve Bezzâziye'de söz kadının olduğu sahihlenmiştir. Bahır ve Nehir sahibleri de bunu tasdik etmişlerdir. Bu söz metinlerin tahsisini gerektirir.

İZAH

«Yemin çözülür ilh...» sözüyle evvelce geçen "Bunlarda şart bir defa bulundumu yemin çözülür." ifadesi arasında tekrar yoktur. Çünkü orada geçenden maksad küllemâ kelimesinden başka şart kelimelerinde bir defa ile yeminin çözülmesidir. Burada ise mücerred yeminin çözülmesidir. H. Bir de burada yeminin çözülmesini milkde bulunmazsa diye açıklamıştır. Yukarıda geçen bunun hilâfınadır. T.

«Mutlak surette» yani şart milkde bulunsun bulunmasın demektir.

«Lâkin milkde iken bulunursa kadın boş düşer.» Şârih milk sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh iddette bulunmasına da şâmildir. Maksad tamamının milkde bulunmasıdır, hepsinin bulunması değildir. Hatta sen iki hayız görürsen boşsun der de birinci hayzını onun milkinde değilken, ikinciyi milkindeyken görürse kadın boş düşer. Tamamı Bahır'dadır. İleride musannıfın: "Üç talâkı iki şeye tâlik ederse ikinci milkde bulunmak şartıyla muallak talâk vâki olur. Aksi takdirde olmaz." dediği yerde gelecektir.

«Hîlesi ilh...» sözü "Aksi takdirde olmaz." cümlesi üzerine tefri'edilmiştir.

«Şartın vücudunda» yanı aslında yahut tehakkuk edip etmediğinde ihtilâf ederlerse demektir. Nitekim Mecma' şerhinde: "Yani asıl tâlikın şarta bağlanması yahut tâlik yapıldıktan sonra şartın tehakkuk edip etmemesi hususunda ihtitâf ederlerse" denilmiştir. Bezzâziye'de şu ifade vardır: "Erkek istisna veya şart iddia ederse söz kendinindir. Nesefî'nin bildirdiğine göre ise koca istisna eder, kadın bunu inkârda bulunursa söz kadınındır. Beyyinesiz kocanın iddiası tasdik edilmez. Koca talâkın şarta tâlik edildiğini, kadın ise tâliksız yapıldığını iddia ederse söz kocanındır." İstisna dâvâsındaki ihtilâfı musannıf ileride söyleyecektir. Nesefî'den nakledilenin zâhirine bakılırsa şart dâvâsında ihtilâf yoktur.

Bahır'da Kınye'den naklen şöyle denilmektedir: "Kadın kocasının kendini şartsız boşadığını iddia eder, kocası ise ben onu şartla boşadım ama şart bulunmadı derse burada beyyine kadına düşer. Kadın kocası aleyhine beni dövmeyeceğine yemin etti diye dâvâ eder, kocası ise kabahatsız dövmeyeceğime yemin etmiştim derse, her ikisi beyyine getirdikleri takdirde her iki iddia sâbit olur. Kadın hangisiyle olsa boş düşer."

«Tâ ki yokluğa aid olana da şâmil olsun.» Misâli bugün şu haneye girmezsen sözüdür.

«Söz kocanındır.» Ancak şartın vücudunu kadından başka bilecek yoksa o takdirde söz kendi nefsi hakkında kadının olur. Nitekim gelecektir.

«Çünkü o talâkı inkâr etmektedir.» Yani talâkın vukuunu inkâr etmektedir. Böyle demek "Çünkü o aslı iddia etmektedir ki, o da şart bulunmamasıdır." diye ta'lilden daha iyidir. Çünkü bu ta'lil: "Seninle hayzın, esnasında cima etmedimse" gibi sözlere şâmil değildir. Burada söz cima'da bulunduğunu iddia eden erkeğindir. Halbuki zâhir iki vecihle kadına şâhiddir. Birincisi aslen ârız bulunmaması, ikincisi de hörmetin cima için erkeğe mâni olmasıdır.

«Söz adamındır.» Sonra bil ki, metinlerin zâhiri şunu iktiza eder: o adam karısının nafakası bir ay eline geçmemesi sebebiyle talâkını tâlik eder de sonra nafakanın eline geçtiğini iddiada bulunur, kadın bunu inkâr ederse boşamadığına dair söz erkeğin, nafaka eline geçmediğine dair söz ise kadınındır...

«Nafaka kadına ulaşmıştır.» Yani muayyen günler geçtikten sonra nafaka kadına ulaşmıştır iddiasında bulunursa demektir. Nitekim Kınye ve Zahîre'de böyle denilmiştir.

«Kınye sahibi kesin olarak buna kâildir.» Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Lâkin benim Kınye'de gördüğüm Ûyûn'a ve Asıl'a işaretle: "Söz kadınındır." demiş olmasıdır. Sonra Muntekâ'ya işaret ederek bunun aksini söylemiş, yani "Söz erkeğindir." demiştir.

«Bahır ve Nehir sahibleri de bunu tasdik etmişlerdir.» Bahır sahibi emrin elinde olması faslında şunları söylemiştir: "Bazıları söz erkeğindir demişlerdir. Çünkü o vukuu inkâr etmekte, lâkin nafakanın kadına eriştiğini isbat etmemektedir. Esah olan burada ve erkeğin hak ödediğini iddia, kadınınsa inkâr ettiği her yerde söz kadınındır." Bahır sahibi burada: "Galiba vuku kadının nafaka eline geçmediği hususundaki sözünü kabul etmekle onun zımnında sâbit olmuştur." diyor. Hayreddin-i Remlî dahi bu kavlin sahihlendiğini Feyz ve Fûsul'den nakletmiştir. Sonra bilmelisin ki Câmiu'l-Fûsuleyn'de Fevâid-i Sadr-ı İslâm işaretiyle zikredildiğine göre nafaka meselesinde Sadr-ı İslâm: "Kadın kocasından kaçar da müddet geçerse boş düşmemesi gerekir. Çünkü kaçınca nafaka hakkı kalmamıştır." demiştir.

«Bu söz metinlerin tahsisini gerektirer.» Yani mutlakı mukayyede hamlederek metinleri "Mal eline ulaşmıştır dâvâsını tezammun etmezse söz erkeğin olur." diye tahsisi gerektirir.

METİN

Lâkin musannıf şöyle demiştir: "Üstadımız Fetâvâ'sında kesinlikle metin ve şerhlerin ifadelerine kâil olmuştur. Çünkü mezhebi nakil için yazılanlar bunlardır. Nitekim gizli değildir." Ancak kadın beyyine getirirse iş değişir. Çünkü şart üzerine beyyine kabul edilir. Velevki nefy olsun. Meselâ: bu akşam dünürüm gelmezse karım boş olsun der de iki şâhid dünürünün gelmediğine şâhidlik ederlerse kabul edilir ve kadın boş düşer. Minah. Tebyîn'de şöyle denilmiştir: "Seninle hayzın esnasında cima etmezsem sen sünnet üzere boş ol derde sonra ben seninle cima'da bulundum derse kadın hayızlı bulunduğu takdirde söz erkeğindir. Çünkü o inşâya mâliktir. Aksi takdirde erkeğin değildir."

İZAH

«Üstadımız» yani Bahır sahibi Zeyn b. Nüceym kendisine: Bir kimse alacaklısına borcunu muayyen vaktinde ödeyeceğine dair talâka yemin ederse ne buyurursun? diye sorulduğunda: "Talâk vâki olmadığına nisbetle borcunu ödediğine dair sözü tasdik olunur. Ama borçtan sıyrılmış olmaz. AIacaklıya hakkını almadığına dair yemin verdirilir." cevabını vermiştir.

Ben derim ki: Bunun bir benzeri de şudur: Borcumu ver diye kendisine emrolunan kimse emredenin malından verdiğini iddia ederse kendi nefsinin beraati hakkında tasdik olunur. Ama emredenin beraati hakkında tasdik olunmaz. Şu da var ki biz Kınye ile Bahır sahibinden bu meselede yalnız iki kavil bulunduğunu nakletmiştik. Bu kavillerin biri tafsilâta gitmekte, diğeri talâk ile malın eline geçmediği hakkında söz kadının olduğunu bildirmektedir. Her iki meselede sözün erkeğe aid olacağını söyleyen yoktur. Hayreddin-i Remlî bunun hilâfını tevehhüm etmiştir. Kezâ Nûru'l-Ayn sahibi Câmiu'l-Fûsuleyn'den bunu tevehhüm etmiş: "Söz erkeğindir. Çünkü o hükmü inkâr etmektedir." demiştir. Daha sonra da söz kadının olduğunu zikretmiş, esah kavil budur demiştir. Sonra tafsilâtı Zahîre'ye işaretle göstermiştir. Bundan da kavillerin üç olduğu vehmine düşülmüştür. Halbuki "Malı kadına veya alacaklıya verdiğine dair asla söz erkeğindir." demek mümkün olamaz. Zira bunun hiç bir vechi yoktur. Hem bundan borcunu vermek istemeyen her borçlunun bunu kendisine hile ittihaz etmesi lâzım gelir. Muayyen bir vakitte borcunu ödemezse karısı-nın talâkını tâlik eder, sonra da ödedim diye iddiada bulunur. Bunun me-tin ve şerhlerden anlaşılması şöyle dursun câiz olacağını söyleyen tek kimse» yoktur. Böylece anlaşılır ki, Câmiu'l-Fûsuleyn sahibinin son hikâye ettiğinden murad ilk söylediğidir. "Çünkü o hükmü inkâr etmektedir." sö-züyle yaptığı ta'lil de bunu gösterir. Hükümden murad tâliktir. O da şart bulunduğu zaman yeminin bozulmasıdır.

«Ancak kadın beyyine getirirse...» Kezâ başkası beyyine getirirse iş değişir. Çünkü talâk için kadının dâvâ etmesi şart olmadığı gibi beyyine getirmesi de şart değildir. Çünkü cariyenin âzâd edildiğine ve kadının boşandığına şâhidlik dâvâsız olarak Allah rızası için kabul edilir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Her ikisi beyyine getirirlerse, zâhire göre söz erkeğin ise kadının beyyinesi tercih edilir. Erkeğin beyyinesi hükümsüz kalır.

«Velevki nefy olsun.» Çünkü o sureten nefye hakikaten talâkı isbata delâlet eder. İtibar surete değil maksadlaradır. Nasıl ki iki şâhid bir ada-mın müslümanlığı kabul edip inşaallah dediğine, diğer iki şâhid de müs-lümanlığı kabul edip inşaallah demediğine şâhidlik etselerikincisi kabul edilir. Velevki bunda nefy bulunsun. Çünkü şâhidlerin maksadı o kimse-nin müslüman olduğunu isbattır. Bu izaha göre yeminler bahsinde gele-cek mesele müşküldür. Orada şöyle denilmektedir: "Bir kimse bu sene haccetmezsem kölem hür olsun der de iki şâhid o kimsenin Kûfe'de kur-ban kestiğine şâhidlik ederlerse kölesi âzâd olmaz. İmam Muhammed buna muhâliftir. Çünkü bu şehâdet manen nefydir. Bu adam bu sene haccetmedi mânâsınadır. Bu gösterir ki, nefye şehâdet şart üzerine kabul edilmez. Onun için Fetih sahibi İmam Muhammed'in kavli daha yerindedir demiştir. Lâkin; "Âzâd olmamanın illeti kölenin âzâdında şâhidlik için dâvâ şart olmasıdır." denilmiştir. Buna göre köle yerine cariye olursa bilittifak âzâd olur. Çünkü cariyenin dâvâsı şart değildir. O zaman da işkâl kalmaz. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Çünkü o inşâya mâliktir.» Yani talâk icadına mâliktir. Binaenaleyh itham olunmaz. Ama kadın temizse erkeğin sözü tasdik olunmaz. Çünkü zâhiren vâki bir hükmü iptal etmeye çalışmaktadır. Sünnet vakti mevcud-dur. Kendisi de sebebi itiraf etmiştir. Çünkü muzaf halin sebebidir. Zeylaî.

Ben derim ki: Bu müşkildir. Çünkü sebebi itiraf ancak şart sâbit olursa sübut bulur. Halbuki adam şartı inkâr etmiştir. Evet, tâlik yapmaksızın:"Sen sünnet için boşsun." dese bu zâhir olur. Bahır'da Kâfî'den naklen şöyle denilmiştir: "Bir kimse cima'da bulunduğu karısına: Sen sünnet için boşsun derse talâk ancak boşamadan hali bir temizlik devresinde vâki olur. Hayızdan sonraki cima talâk ve cima'dan halidir. Kadın hayzını görüp" temizlendimi kocasının hayız halinde cima veya talâk iddiası sünnî talâkı men etmek için kabul edilmez. Çünkü muzaf hal için sebeb olmuştur. Onun yalnız hükmî gecikir. Ondan sonra talâk ve cima dâvâsı mâni dâvâsıdır. Binaenaleyh kocasının talâkın temizlik devresinde vuku bulduğunu men eden sözü kabul olunamaz. Lâkin talâkı ikrar etmesi sebebiyle başka bir talâk meydana gelir. Hayızda ise kocası talâk veya cima'ı o hayızlı iken yaptığını iddia ederse tasdik olunur.

Karısına: Seninle hayzın esnasında cima etmedimse sen boşsun diyerek hayız içinde cima'ı iddiada bulunursa kadın boş olmaz. Çünkü talâkı açık şarta tâlik etmiştir. Şarta tâlik edilen şey ancak mâlum olursa şart bulununca sebeb olur. Koca şartı inkâr edince sebebi inkâr etmiş olur ve sözü kabul edilir. Kezâ "Vallahi sana dört ay yaklaşmayacağım." diye yemin eder de müddet geçtikten sonra o müddette kadına yaklaştığını iddia ederse kabul olunmaz. Çünkü îlâ hal hakkında sebebtir. Lâkin talâkın vukuu müddet bitinceye kadar gecikir. Müddet de bitmiştir. Talâk da zâhiren vâki olmuştur. Binaenaleyh kadına yaklaştım dâvâsı mâniî dâvâdır, kabul edilemez. Müddet geçmeden kadına yakınlık ettiğini iddiada bulunursa sözü kabul edilir. Çünkü henüz talâk vâki olmamıştır. Bu adam inşâsına mâlik olduğu bir şeyi haber vermiştir, onun için sözü kabul edilir. "Sana dört ay içinde yaklaşmadımsa senboşsun." dedikten sonra müddet geçer ve kadına müddet içinde yaklaştığını iddiada bulunursa talâk vâki olmaz. Çünkü talâkı açık şarta tâlik etmiştir. Ne zaman şartı inkâr ederse sebebi de inkâr etmiş ve sözü kabul edilir." Bu da gördüğün gibi Zeylaî'den naklen geçen ifadeye muhâliftir.

METİN

Ben derim ki: şu halde geçen mesele de gelecek mesele de mutlak değillerdir. Vücudu ancak kadın tarafından bilinen bir şey hususunda kadın istihsanen yemin verdirilmeksizin hassaten kendi nefsi hakkında tasdik olunur. Bunu inceleme yaparak Nehir sahibi söylemiştir. Mürâhika (bülûğa yaklaşan kız) bâliğa gibidir. Esah kavle göre ihtilam olmak da hayız gibidir.

İZAH

«Geçen mesele» den murad karı-koca şartın bulunduğunda ihtilâf ederlerse ilh...» meselesidir. Gelecek meseleden murad da şârihin orada beyan ettiği gibi "Hayzını görürsen..." dediği meseledir. En iyisi gelecek meseleyi "Vücudu ancak kadın tarafından bilinen ilh..." sözüyle tefsir etmektir.

«Mutlak değillerdir.» Birinci mesele kocası talâk inşâsına mâlik ise diye, gelecek mesele de talâk inşâsına mâlik değilse diye kayıdlanacaktır. Bu mânâ burada zikredilen tafsilden alınmaktadır. Şârihin söylediği ise İbn-i Kemal'in Islâh şerhindeki sözüne uyularak söylenmiştir. Fakat söz götürür. Şöyle ki; evvela bu tafsil Kâfî'den naklettiğimize muhâliftir. ikincisi buradaki ihtilaf hayızda değil cima'dadır. Cima vücudu ancak kadın tarafından bilinen şeylerden değildir. Onu erkek de bilir. Çünkü kendi fiilidir. Üçüncüsü bu tafsili bu meselede teslim edersek bundan o iki meselenin kayıdlanması lâzım gelmez. O meseleler ki, iki kaide olup içlerinde kendi cüz'î meseleleri bulunmaktadır. Bunların bazısı mutlak ifade edilmiş, bazısı bu tafsile muhâlif olarak açıklanmıştır. Nitekim bunu nafaka meselesinde muayyen günler geçtikten sonra nafakanın eline geçtiği dâvâsında Zahîre ile Kınye'den nakletmiştik. Ve nitekim bunu az yukarıda da "Sana dört ay içinde yaklaşmazsam" sözünde Kâfî'den nakletmiş, dâvâ müddet geçtikten sonradır, ama koca talâk inşâsına mâlik olmamakla beraber yine sözü kabul edilir demiştik.

«Vücudu ancak kadın tarafından bilinen» diye kayıdlaması şundandır: Çünkü o şeyi kadından başkası da bilirse vuku ya kocanın tasdikine yahut beyyineye bağlı kalır. Haneye girmek ve konuşmak gibi ki, bilittifak bu ikiden birine bağlıdır. Talâkı kadının doğurmasına tâlik ederse ne hüküm verileceği hususunda ulemamız ihtilâf etmişlerdir. İmameyn'e göre talâk ebe kadının şâhidliği ile vâki olur. İmam Âzâm'a göre ise mutlaka iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleri lâzımdır. Cevhere. Bu şuna şâmil olmaz. Erkek: senin izninolmaksızın sarhoş eden bir içki içersem emrin elinde olsun diyerek içki içer, sonra ihtilâf ederlerse söz erkeğindir. Çünkü talâkın vukuunu inkâr etmektedir. Halbuki izin ancak kadından alınmaktadır. Lâkin buna sözle muttali olunur. Hayız ve sevgi bunun hilâfınadır.

«İstihsanen» kıyasa göre söz erkeğin olmak gerekir. Çünkü kadın kocası üzerine yeminin bozulma şartını ve talâkın vukuunu iddia, kocası ise bunu inkâr etmektedir. Böyle olunca söz erkeğin olmak ve kadının sözü sair şartlarda olduğu gibi ancak huccetle tasdik edilmek gerekirdi. İstihsanın cevhi şudur: Bu iş ancak kadın tarafından bilinir. Üzerine de şer'î bir hüküm terettüb etmiştir. Binaenaleyh kadının haber vermesi vâcip olur. Tâ ki harama düşmesin. Çünkü haramdan kaçınmak şer'an her ikisine vâcibtir. Haramdan kaçınmanın yolu vâcib olur ki, o da haber ver-mektir. Bunun için kadın teayyün etmiştir. Binaenaleyh kadın vâcibin mesuliyetinden kurtulmak için sözünün kabulü vâcib olur. Zeylaî.

«İnceleme yaparak Nehir sahibi söylemiştir.» Asıl incelemeyi yapan kardeşi Bahır sahibidir ve şöyle demiştir: "Zâhirine bakılırsa yemin yoktur. Buna ulemanın şu sözleri delâlet eder: talâk kadının haber vermesiyle muallaktır ve mevcuddur. Yemin verdirmekte bir fayda yoktur. Çünkü talâk kadının sözüyle vâki olmuştur. Yemin verdirmek caymak ümidinden dolayıdır. Kadın haber verir de sonra ben yalan söylemiştim derse talâk ortadan kalkmaz. Çünkü kadın çelişkiye düşmüştür." Lâkin Miskin hâşiyelerinde beyan edildiğine göre Hamevî Makdisî işaretiyle naklen bu kadına bilittifak yemin verdirileceğini söylemiştir. Çünkü bu ulemanın: "Sözü kabul edilen herkese yemin düşer." sözünden istisna edilen yerlerden değildir.

Ben derim ki: Bunun söz götürdüğü kimseye gizli değildir. Biliyorsun ki yemin verdirmekte bir fayda yoktur. İstihsanın vechini de gördün. Bu-nun müstesnalar arasında zikredilmemesi müstesnalardan olmadığına delâlet etmez. Nice kaideler vardır ki kendisinden bir çok şeyler istisna edilmiş, diğerleri kalmıştır. Çünkü bu istisna edenin hatırına gelene göredir. Bahusus vechinin anlaşılmasına göredir.

Evet, kazaen bu zâhirdir. Fakat diyaneten hayızla sevgi arasında fark gerekir. Zira talâkın kadının haber vermesiyle hem kazaen hem diyâ-neten muallak olması ancak sevgi hakkındadır. Hayız hakkında diyaneten kadın boş olmaz. Meğerki doğru söylemiş olsun. Nitekim yakında bile-ceksin.

«Mürâhika bâliğa gibidir.» Hayız görmeyen küçük kızın ve hayızdan kesilen kadının hükmüne gelince: Nehir sahibi: "Ben bunu görmedim. Ama hayızdan kesilenin sözü kabul edilmek, küçük kızın sözü kabul edilmemek gerekir." diyor.

«Esah kavle göre ihtilam olmak da hayız gibidir.» Nehir sahibi diyor ki; "Bir kimse kölesine ihtilam olursan sen hürsün der de köle ihtilam olduğunu söylerse mesele ihtilâflıdır, Hişam'ın rivâyetine göre tasdik olunmaz. Esah kavle göre tasdik olunur. Çünkü hayız gibi ihtilâmı dabaşkası bilmez." Muhit'te de böyle denilmiştir.

METİN

Erkeğin karısına: Hayzını görürsen sen boşsun. fülan kadın da; yahut sen Allah'ın azabını seversen boş ol, kölem de hür olsun demesi böyledir. Kadın hayzımı gördüm der hayız da mevcud olursa, kesildiği takdirde sözü kabul edilmez. Zeylaî ve Haddâdî.

İZAH

"Hayzını görürsen sen boşsun ilh..." Bilmiş ol ki talâkı sevgiye tâlik hayza tâlik gibidir. Ancak iki şeyde ayrılırlar. Birincide sevgiye tâlik meclise münhasırdır. Çünkü muhayyer bırakmaktan ibarettir. Hatta kadın ayağa kalkarak seni seviyorum derse boş olmaz. Talâkı hayza tâlik ise sair tâlikler gibi ayağa kalkmakla bâtıl olmaz. İkincide kadın verdiği haberde yalan söylerse sevgiye tâlik meselesinde boş düşer. Hayza tâlikde ise kendisiyle Allah Teâlâ arasında boş düşmez. Zeylaî.

Bu izahın bir misli de Fetih ve diğer kitaplardadır. Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde şöyle denilmektedir: "Erkek karısının sevdiğini bildiği veya ölüm ve azab gibi sevmediğini bildiği bir şey için filan şeyi seversen sen boşsun der de kadın ben onu severim cevabını verirse, meclisinde bulunduğu müddetçe söz kadınındır. Kezâ hayat ve zenginlik gibi karısının sevdiğini bildiği bir şey için: Filan şeyden tiksinirsen ilah... der de kadın: Ben ondan tiksinirim cevabını verirse boş düşer. Kocası: Filan şeyi seversen sen üç defa boşsun der de kadın yalandan: Ben onu sevmem cevabını verirse talâk vâki olmaz. Kezâ bunu ben seversem sen üç defa boşsun der de sonra yalandan: Ben onu sevmem derse karısı karısıdır. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında o kadını cima'ı haram olur. Tiksinme üzerine yemin de böyledir. Kezâ: Sen talâkı kalbinle seviyorsan veya onu arzu ediyorsan yahut onu diliyorsan yahut dilinle değil de kalbinle iştiyak duyuyorsan üç defa boş ol der de kadın: Dilemiyorum, sevmiyorum, arzu etmiyorum, iştiyak duymuyorum cevabını verirse o adamın karısıdır. Bundan sonra aksini söylerse tasdik edilmez. Eğer bulunduğu mecliste ise yahut susar da ayağa kalkıncaya kadar bir şey söylemezse o adamın karısıdır. Velevki kalbinde gizlediği başka olsun. Kendisiyle Allah Teâlâ arasında o adamla beraber bulunması câizdir. Bu, Ebû Hanife ile Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre diliyle açıkladığı başka, kalbinde gizlediği başka ise o adamla beraber yaşaması câiz değildir."

Bahır'da zikredildiğine göre: "Ben filan şeyi seversem ilah..." meselesinde Şemsü'l-Eimme şunları söylemiştir: "Bu müşkildir. Çünkü kadının kalbinde ne olduğu bilinmese de erkek kendi kalbinde ne olduğunu hakikaten bilir. Lâkin bu işin yolu söylediğimiz gibidir. Hüküm zâhire göre verilir. O da vücuda dair olsun, yokluğa dair olsun ihbardır. Kâdîhân'ın bildirdiğine göre bir adam karısına: Seni sevindirirsem sen boşsun der de arkacığından onudöverse kadın: Bu beni sevindirdi dediği takdirde ulema boş olmadığını söylemişlerdir. Çünkü onun yüzde yüz yalan söylediğini biliyoruz."

Kâdîhân demiştir ki: "Bunda işkâl vardır. O da şudur: Sevinç bilinmeyen şeylerdendir. Binaenaleyh talâk kadının haber vermesine teallûk etmek gerekir ve onun bu husustaki sözü kabul edilmelidir. Velevki yalan söylediğini yüzde yüz bilelim. Nitekim kocası: Eğer Allah'ın seni cehennem ateşiyle azab etmesini seversen sen boşsun dese, kadın: Severim cevabını verdiğinde talâk vâki olur."

Bahır sahibi diyor ki: "Bu söz kabul edilemez. Çünkü Hidâye sahibi kadının yalan söylediği yüzde yüz kestirilemez. Zira kocasına çok kızdığı için azabla ondan kurtulmayı sevebilir demiştir." Bu suretle anlaşılır ki, talâkı kalb işlerinden birine tâlik eder de kadın o işi haber verirse, kadının yüzde yüz yalan söylediğini bildiğimiz takdirde talâk vâki olmaz. Aksi takdirde olur.

Bedâyi'de şöyle denilmiştir: "Eğer cennetten hoşlanmazsan sözü kadının hoşlanmadığını haber vermesine teallûk eder. Halbuki kadın cennetten hoşlanmayacak bir hale varmaz. Böylece onun yüzde yüz yalan söyledlğini biliriz. Şöyle de denilebillr; Kadın dünya hayatını çok sevdiği için cennetten hoşlanmayabilir. Çünkü cennete ancak ölümle ulaşabilecektir. Kadınsa ölümden hoşlanmaz. Binaenaleyh yüzde yüz yalan söylediğini kestiremeyiz. Ulemanın buradaki sözlerinin zâhirinden anlaşılıyor ki, kadın: Ben cehennem azabını severim, cennetten de hoşlanmam demekle kâfir sayılmaz. Nehir sahibi bu meseleyle sevinme meselesi arasında fark görmüş:" Kadının dövülmekten duyduğu elem yalan söylediğine açık delildir. Mücerred azabı sevmek bunun hilâfınadır. Çünkü onda yalan söylediğini yüzde yüz kestirmeye bir delil yoktur." demiştir.

Ben derim ki: Lâkin "Ben fülan şeyi seversem..." meselesinde erkek kalbindekinin hilâfını haber verirse işkâl bâkidir. Çünkü yalan söylediği yüzde yüz mâlumdur. Hüküm Şemsü'l-Eimme'den naklen yukarıda geçtiği gibi verilen habere göre cereyan ederse bu vârid değildir. Lâkin sevinme meselesinde Kâdîhân'ın işkâli vâriddir. Meğerki şöyle cevap verilsin: hükmün haber vermeye teallûk etmesi haber verenden başkası onun yalan söylediğini yüzde yüz bilmediğine göredir. Böylece hem Şemsü'l-Eimme'nin işkâli, hem de Kâdîhân'ınki defedilmiş olur,

T E N B İ H : Bahır'da şöyle denilmiştir: "Kadının sevmesiyle kayıdlaması şundandır: Çünkü talâkı başkasının sevmesine tâlik etse Muhît'in zâhir ibâresinden anlaşıldığına göre mutlaka kocasının tasdiki lâzımdır. Çünkü Muhît sahibi şöyle demiştir: Annen bunu sevmezse sen boşsun derse arkacığından anne ben sevmem cevabını verir, koca da onu yalanlarsa kadın boş düşmez. Koca onu tasdik ederse mâlum olduğu üzere boş düşer. İbn-i Rüstem'in İmamMuhammed'den rivâyetine göre bir adam: Eğer filan adam mü'min ise sen boşsun derse kadın boş düşmez. Çünkü bunu o adamdan başka kimse bilmez. Başkası aleyhine o adamın sözü de tasdik edilmez. O kimse müslümanlardan olup namaz kılar haccederse, başka birine benim sana bir hâcetim var, onu bana bitiriver dediğinde o da eğer senin hâcetini bitirmezsem karım boş olsun cevabını verirse, bu sefer o da benim hâcetim senin karını boşamandır dediğinde o kimse tasdik etmeyebilir. Karısı da boş düşmez. Çünkü bu söz doğruya ve yalana ihtimallidir. Binaenaleyh başkası aleyhine tasdik edilmez." Hayreddin-i Remlî diyor ki: "Bu fer'lerden anlaşıldığına göre bir kimse talâkı başkasının fiiline tâlik ederse o başkasının sözü tasdik edilmez. İster ondan başka kimsenin bilmeyeceği bir şey olsun; ister olmasın fark etmez. Her iki surette de ya kocanın tasdiki yahut beyyineyle sâbit olan şeylerdense beyyine mutlaka lâzımdır."

"Sözü kabul edilmez." Çünkü bu zaruridir. Binaenaleyh bunda şartın bulunması şarttır. Zeylai. Yani kadının sözünü kabul etmek onun sözünde şer'î hüküm terettüb etmesi zaruretinden dolayıdır. Tamamı gelecektir.

METİN

Yahut kadın severim cevabını verirse kocası yalanladığı takdirde yalnız kendisi boş olur. Kocası tasdik eder yahut kadının hayızlı bulunduğu bilinirse her iki kadın boş olurlar. Haddâdî. "Hayzını görürsen.." sözünde kanı görmekle talâk vâki olmaz. Çünkü kanın istihâza (hastalık kanı) olması ihtimali vardır. Üç gün devam ederse kanı gördüğü andan itibaren talâk vâki olur. Meydana gelen talâk da bid'îdir. Kadın cima edilmemiş olup üç gün zarfında başka bir kocaya varırsa sahih olur. Bu müddet zarfında ölürse mirâsı ilk kocasına aid olur. İkinciye aid değildir. Ve kadın kendisi hakkında tasdik olunur, ortağı hakkında tasdik edilmez. Bir hayız görürsen veya bir hayzın yarısını yahut üçte birini veya altıda birini görürsen demekle o hayızdan temizlenmedikçe hiç bir talâk vâki olmaz. Çünkü hayız parçalanmaz. Hayız kelimesi tam bir hayzın ismidir. Sonra kadının sözünün kabul edilmemesi başka bir hayız görmediği müddetçedir.

İZAH

"Yalnız kendisi boş olur." Yani filan kadın boş olmaz. Çünkü şer'an kadın hakkında bakılacak şey verdiği haberdir. Kadın kendisi hakkında emindir. Ortağı hakkında ise müttehemdir. Bu hususa şehâdeti de tek şâhidliktir. Bir insanın kendisi hakkında sözü kabul edilip başkası hakkında kabul edilmemesi uzak görülemez. Meselâ mirâsçılardan biri ölenin bir borcunu ikrar ederse bu ikrar öteki mirâsçılar tasdik etmediği takdirde yalnız kendi hissesine münhasırdır. Tamamı Bahır'dadır.

"Yahut kadının hayızlı bulunduğu bilinirse" sözü yukarıda geçen "Kadından başka kimseninbilmediği ilah..." sözüne aykırı değildir. Çünkü yukardaki söz hali bilinmediği zamana mahsustur. Buradaki ise bilindiğine göredir. Meselâ kocasına ve ortağınca mâlum olan iddeti zamanında haber vermiş olur. Kendisinden kan geldiği görülür de şüphe kalmaz. Düşün! Remlî.

"Hayzını görürsen ilah..." cümlesi evvela mücmel bıraktığını izah ve beyandır.

"Kanı gördüğü andan itibaren talâk vâki olur." Çünkü devam etmekle ibtidadan hayız olduğu anlaşılır. Artık müftüye o adama yardım ederek "Kadın kanı gördüğü andan itibaren boş olmuştur." demek icab eder. Bu istinad bâbından değil beyan kabîlindendir. Onun için kanı gördüğü andan itibaren demiştir. Meselenin tam izahı Bahır'dadır. Yine Bahır'da Kâfî'den naklen: "Hayzını görürsen kölem hür olsun, ortağın da boş olsun meselesinde kadın kanı görür de ben hayız oldum der kocası da kendisini tasdiklerse, kan devam etmeden kocası cima'dan men edilir. Köle de kullandırılmaz. Çünkü kanın devam etmek ihtimali vardır." denilmiştir.

"Meydana gelen talâk da bid'îdir." Çünkü hayız esnasında yapılmıştır. Bir hayız görürsen ilah... demesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir. Bu beyanın semeresidir ve şurada da zâhir olur: Hayza tâlik edilen şey köle âzâdı olur da köle bir cinayet işler yahut kadın kanı gördükten sonra köleye bir cinayet işlenirse kan devam etmekle bu cinayet hür kimselerin cinayeti olur. Bu hayzın iddetten hesap edilmemesi hususunda da zâhir olur. Çünkü şart kanı görmek olunca vukuun bir kısmını gördükten sonra olması lâzım gelir. Onun için bid'î olur dedik.

"Kadın cima edilmemişse" sözü "Kanı gördüğü andan itibaren talâk vâki olur." cümlesi üzerine tefri edilmiştir. Şârih bununla cima edilenden ihtirâz etmiştir. Velevki kendisiyle halvet yapılan kadın gibi hükmen cima edilmiş olsun. Çünkü bu kadının üç gün içinde başka bir kocayla evlenmesi mümkün değildir. İlk kocasından vâcib olan iddeti vardır.

"Mirâsı ilk kocasına aid olur." Çünkü bunun hayız olup olmadığı bilinemez. Bahır. Yani talâkın vukuu şartı tahakkuk etmemiştir. Kadın o kocanın ismetinde bâkidir. Bunun muktezası da ikinci kocanın onu nikâh etmesi bâtıl olmaktır. Onun için mehir lâzım gelmez.

"Ve kadın kendisi hakkında tasdik olunur." Yani kocası onun ve ortağının talâkını hayız görmesine tâlik ettiği zaman kadının sözü kendisi hakkında tasdik edilir. Musannıfın yukarıda geçen: "Yalnız kendisi boş olur." sözü buna hâcet bırakmamıştı. Bahır'da Mecma şerhinden naklen şöyle denilmiştir: "Kocası üç günde kan kesildi der de kadın ve köle bunu inkâr ederlerse söz kadınla kölenindir. Çünkü koca zâhiren âzâdlığın şartı bulunduğunu ikrar etmiştir. Zira vaktinde kanı görmek hayız olur. Onun için de kadına namaz ve orucu bırakması emrolunur. Sonra bir arıza iddia etmiştir ki, bu görülen kanı hayız kanı olmaktançıkarır. Binaenaleyh tasdik edilmez. Kendisini kadın tasdik eder de üç günün içinde köle yalanlarsa söz yine ikisinindir. Üç gün geçtikten sonra olursa artık söz sadece kölenindir.

"Bir hayız görürsen ilah..." sözünün misli sen hayzınla birlikte boşsun yahut hayzının içinde boşsun demesidir. Bahır.

"Çünkü hayız parçalanmaz." sözü hepsinin illetidir. Zira parçlanmayı kabul etmeyen bir şeyin bir cüz'ünü zikretmek hepsini zikretmek gibidir. Nehir'de Cevhere'den naklen şöyle denilmiştir: "Sen hayzının yarısını görürsen boşsun, diğer yarısını da görürsen boşsun derse hayzını görüp temizlenmedikçe bir şey vâki olmaz. Temizlendiğinde iki talâk vâki olur."

"O hayızdan temizlenmedikçe hiç bir talâk vâki olmaz." Bu temizlenme de ya kanın on günde kesilmesi yahut yıkanmak veya onun yerini tutan namazın boynuna borç olması gibi bir şeyle olur. Nehir.

"Tam bir hayzın lamidir." Yani tam hayız ancak ondan temizlenmekle olur. Kadın hayızlı bulunursa temizlenip tekrar hayız görmedikçe boş düşmez, Ama kocası bu hayızdan meydana gelen günleri niyet ederse o da niyetine göredir. Gebe kalırsan derse yine böyledir. Şu kadar var ki burada kadının içinde bulunduğu gebelik halini niyet ederse yemini bozulmaz. Çünkü gebelik muhtelif parçalardan meydana gelmiş değildir. Hayız bunun hilâfınadır. Bunu Haddâdî söylemiştir. Nehir.

"Başka bir hayız görmediği müddetçedir." Bu da kendisi hayızlı iken yahut hayızdan temizlendikten sonra haber vermekle olur. Başka bir hayız gördüğünde haber verirse sözü ancak diğer bir hayızdan temizlendikten sonra kabul edilir. Erkeğin hayzını görürsen deyip bir hayız kelimesini söylememesi bunun hilâfınadır. Zira şart hayız varken haber vermesidir. Ondan sonra haber vermesi kabul edilmez. Nitekim geçti.

Fetih sahibi diyor ki: "Çünkü bu zaruridir. Onun için şartın bulunması şarttır. Sen bir hayız görürsen demesi bunun hilâfınadır. Kadın o hayızdan sonraki temizlik devresinde kabul edilir. Daha önce ve sonra kabul edilmez. Hatta bir müddet sonra hayzımı gördüm ve temizlendim, şimdi ben başka bir hayız içindeyim dese sözü kabul edilmez. Talâk da vâki olmaz. Çünkü şartı şart yokken haber vermiştir. Onun için talâk vâki olmaz. Ancak bu hayız sona erdikten sonra temizlendiğini haber verirse o zaman talâk vâki olur. Çünkü kadın hayız ve temizlik gibi şeyleri haber vermek hususunda bunlara teallûk eden hükümleri yerine getirmek zaruretinden dolayı şer'an güvenilir kabul edilmiştir. Binaenaleyh bu hükümlerin bulunmadığı halde güvenilir kabul edilemez. Çünkü kocası yalanladığında hâcet kalmaz." Bu sözün mefhumu şudur: Kadın diğer hayızdan mücerred temizlenmekle boş düşmez. Mutlaka haber vermesi lâzımdır. Zira evvelce geçtiği vecihle ancak kadın tarafından bilinenşeyler onun haber vermesiyle muallak olurlar. "Kocası yalanlarsa" sözünden anlaşılıyor ki, tasdik ederse talâk vâki olur. Velevki ikinci hayızdan temizlenmemiş olsun.

METİN

Bir gün oruç tutarsan sen boşsun sözünde kadın o günün orucundan sonra güneş battığı vakit boş olur. Sadece oruç tutarsan demişse bunun hilâfınadır. Çünkü oruç bir saata da denilebilir. Kocası karısına: "Oğlan doğurursan bir defa boşsun. Kız doğurursan iki defa boşsun." der de kadın ikisini de doğurur ve hangisini evvel doğurduğu bilinmezse kazaen bir talâk, tenezzühen yani ihtiyatan iki talâk lâzım gelir. Çünkü kızın önce doğmuş olması ihtimali vardır. İddet ikinciyle biter. Onun için ikinciyle bir şey vâki olmaz. Zira iddetin bitmesiyle beraber yapılan talâk vâki değildir.

Birinci bilinirse söz yoktur. İhtilâf ederlerse söz kocanındır. Çünkü inkâr eden odur. Her iki çocuğun beraberce doğdukları tehakkuk ederse üç talâk vâki olur ve kadın kur'larla (hayız müddetleriyle) iddet bekler. Kadın bir oğlanla iki kız doğurur da evvel doğan bilinmezse kazaen iki talâk, tenezzühen ise üç tatâk vâki olur. İki oğlan bir kız doğurursa kazaen bir talâk, tenezzühen üç talâk vâki olur. Erkeğin: "Hamlin oğlansa sen bir talâk boşsun. Kızsa iki talâk boşsun." deyip de kadının bir oğlanla bir kız doğurması bunun hilâfınadır. Kadın boş düşmez. Çünkü kadının hamli hepsinin ismidir. Doğanların hepsi oğlan veya hepsi kız olmadıkça kadın boş düşmez. Kezâ kocası karnındaki oğlansa derse mesele de haliyle olursa hüküm yine budur. Çünkü Arapçada mâ edatı umum bildirir. Karnında oğlan varsa demesi mesele yine haliyle olmak şartıyla bunun hilâfınadır. Üç talâk vâki olur. Çünkü burada umum edatı yoktur.

İZAH

"Bir gün oruç tutarsan ilah..." sözünün benzeri eğer oruç tutarsan demesidir ve ancak bir günün tamamlanmasıyla talâk vâki olur. Çünkü oruç mi'yarla (ölçüyle) takdir edilmiştir. Fetih.

"Sadece oruç tutarsan demişse bunun hilâfınadır." Yani bu söz şeriatta oruç adı verilen şeye teallûk eder. Bu da bir saat tutmakla, rüknüyle, şartıyla bulunmuştur. Onun için bu sözle talâk vâki olur. Velevki sonradan bozmuş olsun. Kezâ "bir günde veya bir ayda oruç tutarsan" derse hüküm yine budur. Çünkü tamamlanmasını şart koşmamıştır, "Bir namaz kılarsan şöyle olsun." derse iki rekât kılmakla "namaz kılarsan" derse bir rekât kılmakla boş olur. Fetih.

"Kadın ikisini de doğurursa" yani arka arkaya doğurursa demektir. Mehir. Bununla neden ihtiraz ettiği aşağıda gelecektir.

"Tenezzühen iki talâk lâzım gelir." Yani haramdan uzaklaşmak için iki talâk boş olması lâzım gelir. Nehir. Kuhistânî'de tenezzühen kelimesi diyaneten yani o kimseyle Allah Teâlâarasında diye tefsir edilmiştir. Nitekim musannıf ve başkaları bunu zikretmişlerdir.

Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: Erkek aleyhine bir talâk daha vâki olunca diyaneten o kadından ayrılması vâcib olur. Bu ihtiyat ve haramdan uzaklaşmak içindir. Velevki hâkim buna hüküm vermemiş olsun. Müftü buna fetva verir. Vâcib olduğuna musannıf ve diğer zevâtın lâzım gelir demeleri delâlet etmektedir. Lâkin Hidâye'de "Evla olan tenezzüh ve ihtiyat için iki talâkla amel etmektir." denilmiştir.

Kazaen iki talâk lâzım gelmemesi bunların vukuu muhakkak olmadığındandır. Helâllık yüzde yüz sâbit idi. Binaenaleyh ihtimalle ortadan kalkamaz. Bazıları: "Tenezzühen bir talâk daha lâzım gelir dese daha iyi olurdu." demişlerdir. Çünkü ibâreden ikinin birden ayrı olduğu vehmi doğmaktadır. İhâm olmadığı teslim edilse bile tenezzüh ancak bir talâkla olur. Diğer talâk kazaendir.

"İddet ikinciyle biter." sözü talâkın ric'î olmadığına, mirâsçı da olamayacağına işarettir. Bahır.

"Söz yoktur." Yani muallak tâlak birinciyle vâki olur. İkinci çocukla bir şey vâki olmaz.

"Çünkü inkâr eden odur." Yanl ziyade talâkı inkâr eden odur. Bu mesele musannıfın: "Karı-koca şartın bulunup bulumadığında ihtilâf ederlerse ilah..." sözünün fer'lerindendir.

"Her iki çocuğun beraberce doğdukları tehakkuk ederee ilah...» Bu meseleyi musannıfın zikretmemesi âdeten imkânsız olduğu içindir. Nehir. Kadın hünsa doğurursa bir talâk vâki olur ve ikinci talâk hünsanın hali belli oluncaya kadar tevakkuf eder. Bunu Hindiyye sahibi Bahr-ı Zâhir'-den nakletmiştir. T.

"Kazaen iki talâk ilah..." vâki olur. Çünkü oğlan evvela yahut ikinci olarak doğarsa kadın üç talâk boş olur. Bunların biri oğlanla ikisi ilk doğan kızlardır. Çünkü karnında çocuk kaldıkça iddet bitmez. Oğlan son olarak doğduysa birinci kızla iki talâk vâki olur, ikinci doğanla bir şey vâki olmaz. Çünkü kıza yaptığı yemin birinciyle çözülmüştür, oğlanla bir şey vâki olmaz. Zira iddet bittiği zaman doğmuştur. Böylece mesele üçle iki arasında tereddüt edince kazaen en azıyla, tenezzühen en çoğu ile hüküm verilir. Fetih.

"Kazaen bir talâk" vâki olur. Çünkü iki oğlan ilk defa doğarsa birincisiyle bir talâk vâki olur. İkinci oğlanla ve ondan sonra doğan kızla bir şey vâki olmaz. Zira iddet bitmiştir. Kız evvela veya ortada doğarsa onunla iki talâk meydana gelir. Ondan sonra veya ondan önce doğan oğlanla da bir talâk meydana gelir. Böylece talâk üçle bir arasında tereddüt eder.

"Mesele de haliyle olursa" yani kadın bir oğlan bir kız doğurursa demektir.

"Çünkü Arapçada mâ edatı umum bildirir." Yani bir veya iki talâk vukuunun şartı karnındakilerin hepsinin oğlan veya hepsinin kız olması gerektiğini bildirir. Bunun bir misli de Fetih'deki şu ifadedir: "şu çuvaldaki buğdaysa kadın boş olsun, unsa yine boş olsun der de hem buğday hem un çıkarsa kadın boş olmaz."

"Çünkü burada umum edatı yoktur." Söz de her ikisine sâdıktır. Yani hem kız hem oğlan için kadının karnındaydı denilebilir. Câmi'de şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Bir çocuk doğurursan sen boşsun. Ama doğurduğun oğlan çıkarsa iki defa boşsun der de kadın oğlan doğurursa üç talâk vâki olur. Çünkü iki şartın ikisi de bulunmuştur. Zira mutlak mukayyedin içinde mevcuddur. İmam Mâlik'le Şafiî'nin kavilleri de budur."

METİN

FER'İ MESELELER: Bir adam karısının talâkını gebeliğine tâlik ederse yemin vaktinden itibaren iki seneden fazlada doğurmadıkça boş düşmez.

Karısına: Bir çocuk doğurursan sen boşsun yahut cariyesine bir çocuk doğurursan hürsün der de ölü doğurursa kadın boş düşer, cariye âzâd olur.

Bir adam ümmüveledine: Doğurursan hürsün derse onunla iddet biter. Cevhere.

İZAH

"İki seneden fazlada doğurmadıkça boş düşmez." Çünkü talâkı yeminden sonra meydana gelecek gebeliğe tâlik etmiştir. Gebeliğin yeminden öncede iki seneye kadar meydana gelmesi beklenebilir. Bu suretle yapılacak talâkda şübhe vâki olmuştur. Şübheyle talâk vâki olmaz. Muhît'te böyle denilmiştir. Bahır. İddet çocuğun doğmasıyla biter. Nitekim Hâkim'in Kâfî'sinde böyle denilmiştir. Bu açık gösterir ki, talâk doğduktan sonra olmamıştır. Aksi takdirde iddet doğumla bitmezdi. Bilâkis talâk doğumdan önce yeminden sonraki nebelikle olmuştur. Çünkü üzerine tâlik yapılan şey odur.

"Doğurmadıkça" demesinin mânâsı şudur: Yeminden itibaren iki seneden fazlada doğurmakla anlaşılmıştır ki talâk gebeliğin ilk anlarında vâki olmuştur. Doğumun yemin vaktinden iki seneden fazla olması gebeliğin yeminden sonra meydana geldiği tehakkuk etsin diyedir. Çünkü bundan azda olursa yeminden önce gebe kalmış olması ihtimali vardır. Şübheyle talâk vâki olmaz. Sonra kadın doğurmakla talâkın gebelik zamanında yapıldığı anlaşılınca gebelik vakti meçhûl kalır. Binaenaleyh talâkın vukuu vakti bilinmez. Meğerki şöyle denilmiş olsun: Talâk doğumdan altı ay önce olmuştur. Çünkü bu müddette gebelik yüzde yüz mâlumdur. Daha önce şübhelidir. Binaenaleyh şübheyle talâk vâki olmaz. Halebî böyle incelemiştir.

TENBİH : Bu yemin cima'ı haram kılmaz. Lâkin istibrâ yapmadan o kadınla cima'da bulunmaması müstehab olur. Çünkü gebeliğin zuhuru tesavvür edilebilir. Nitekim Bahır'da Muhît'ten naklen böyle denilmiştir. istibrânın vâcib olmaması cima'ın helâllığı asıl olduğundandır. Gebeliğin zuhuru ise mevhumdur. Nitekim bunu Halebî ifade etmiştir.

«Onunla iddet biter.» Bu ibârede düşüklük vardır. Aslı şöyledir: "Ümmüveled âzâd olur. Çünkü doğan çocuktur. Onunla iddet biter." Cevhere'nin ibâresi şu şekildedir: "Bir adamkarısına: Bir çocuk doğurursan sen boşsun der de kadın ölü doğurursa boş düşer. Kezâ cariyesine bir çocuk doğurursan sen hürsün derse hüküm yine böyledir. Çünkü mevcud olan şey doğmuştur ve hakikaten çocuktur. Şeriatta da çocuk sayılır. Hatta onunla iddet biter. Ondan sonra gelen kan nifastır. Annesi ümmüveleddir. Böylece şart tehakkuk etmiştir ki, o da çocuğun doğmasıdır." Cevhere'nin "Hatta iddet onunla biter" sözü "Şeriatta da çocuk sayılır." ifadesinin gâyesidir. Bu sözün mânâsı şerhden anlaşıldığı gibi "Ümmüveled onunla iddetten çıkar." demek değildir. Çünkü iddet hürriyetin arkacığından vâcib olur. Hürriyet ise doğuma tâlik edilmiştir. Binaenaleyh ondan sonra vâki olur. Yani doğum iddetin vücubundan iki mertebe öncedir. Şu halde iddet nasıl doğumla biter! Nitekim bunu Halebî ifade etmiştir.

METİN

Azâdlığı veya talâkı velevki üç olarak iki şeye tâlik ederse, ister hakikaten şartın tekerrürü ile olsun ister olmasın ikinci şart milkde bulunursa muallak vâki olur. Meselâ Zeyd ve Bekir gelirse sen şöyle ol, sözü şartın tekerrürü ile değildir. Aksi takdirde talâk vâki olmaz. Çünkü yeminin bozulması halinde milk şarttır. Mesele dörtlüdür.

İZAH

«Şartın tekerrürü ile» olması bir şartı diğerine atıfla olur. Ceza cümlesini sonraya bırakır. Meselâ: Filan gelirse ve filan gelirse sen boşsun derse, ikisi de gelmedikçe talâk vâki olmaz. Çünkü bu adam hâlis bir şartı hükümsüz bir şart üzerine atfetmiş, sonra ceza cümlesini getirmiştir. Binaenaleyh talâk iki şarta birden teallûk eder ve iki şart bir olur. Talâk da ancak onların bulunmasıyla vâki olur. Ama şartların biriyle talâk vukuunu niyet ederse ceza cümlesini ondan önce söylemek şartıyla niyeti sahih olur. Bu ağır söylemek olur yahut atıfsız şart edatını tekrarlamakla olur. Meselâ yersen, giyersen sen boşsun demesi böyledir. Kadın evvelâ giyip sonra yemezse boş olmaz. Yani sonra zikrettiğini evvel yapar. Bu söz "Giyersen ve yersen sen boşsun." takdirindedir. "Her evlendiğim kadın filancayla konuşursam boş olsun." demesi de böyledir. Sonra zikrettiği öne alınır, ve: "Eğer filanla konuşursam her evlendiğim kadın boş olsun." takdirinde olur. Bu izaha göre bir adam: "Sana verirsem, sana va'd edersem, benden istersen boşsun." dese, evvela kadın ondan isteyip sonra ona va'd ederek daha sonra vermedikçe boş düşmez. Çünkü bu adam vereceği şeyde va'di şart koşmuştur. Va'din içinde de istek vardır. Sanki şöyle demiş gibidir: "Sen benden istersen, ben sana va'd edersem, sana filan şeyi verirsem boşsun." Fetih'de böyle denilmiştir.

Ama bu ikinci şart âdeten birincinin üzerine terettüb etmediğine göredir. Ceza cümlesi de ya her iki şarttan sonra ya her ikisinden öncedir. Aksi takdirde her şart kendi yerinde itibaredilir. "Yersen, içersen sen hürsün." gibi ki, evvela içer de sonra yerse âzâd olmaz. Kezâ "Beni çağırırsan, sana icabet edersem yahut hayvana binersem, bana gelirsen..." gibi sözlerde her şart kendi yerinde bırakılır. Çünkü şartlar örfen birbiri üzerine tertip edilmiş bulunursa aralarında bir gizli sonra kelimesi var farzedilir. Kezâ ceza cümlesi iki şart arasına girerse her şart kendi yerinde bırakılır. Çünkü iki şartın arasına ceza cümlesi vasıl edatı olan fâ ile yapılmıştır. Binaenaleyh birincisi yeminin mün'akid olması için şart, ikincisi bozulması için şart olur.

Meselâ: Eve girersen sen boşsun fülanla konuşursan demesi böyledir. Birinci şart zamanında milkin bâki olması şarttır. Çünkü yeminin mün'akid olması için şart yapmıştır ve sanki eve girerken: "Filanla konuşursan sen boşsun." demiş gibi olur. Yemin ancak milkde, yahut milke muzaf olarak münakid olur. Şayet kadın eve girerken o kimsenin milkindeyse söze tâlik ettiği yemin sahih olur. Kadın konuştumu boş düşer. Milkinde değilse meselâ boşanıp iddetini bitirdikten sonra girerse konuşsa bile sahih olmaz. Kadın iddet içinde o haneye girer de orada konuşursa boş düşer.

Hâsılı adam şart edatını atıfsız tekrarlarsa talâkın vukuu her iki şartın bulunmasına bağlı kalır. Lâkin ceza cümlesini iki şarttan önce söyler yahut sona bırakırsa sonuncuda milk bulunmak şarttır. Takdim ve tehir üzere söylenen ilk odur. Onu ortağa söylerse her iki şartta milk bulunmak lâzımdır. Atıfla söylerse ceza cümlesini evvel veya ortada söylesin talâk iki şarttan birine tevakkuf eder. Ceza cümlesini sona bırakırsa talâk her iki şarta bağlı olur. Şart edatını tekrarlamazsa her iki şeyin mutlaka bulunması lâzım gelir. Ceza cümlesini onlardan önce veya sonra söylemesi fark etmez. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır. Tamamı oradadır.

«İster olmasın» sözü "hakikaten" üzerine mütuftur. Bahır'da şöyle denilmiştir: "İkinciye yani hakikaten şart olmayan tâlika gelince: Bu şöyle olur: Bir fiil iki şeye teallûku cihetiyle mütealliktir. Meselâ: Şu haneye ve şuna girersen demesi böyledir. Yahut ben Ebû Amr'la ve Ebû Yusuf'la konuşursam şöyle olsun der. Bunların ikisi bir şarttır. Meğerki talâk vukuunu biriyle niyet etsin. Bu halde vuku için sonuncuda milk bulunması şarttır. Kezâ bir fiil olup iki şeyle kaimse meselâ: Zeyd ve Amr gelirse şöyle olsun derse hüküm yine böyledir. Zira şart ikisinin gelmesidir.

«İkinci şart milkde bulunursa» cümlesi birinci şarta göre ihtirazdır. Çünkü o bildiğin gibi tafsilâtlıdır. Tâlikın aslına gelince: Onun sahih olması için ya milk yahut milke izafet şarttır. Nitekim bâbın başında geçti. Sözümüz tâlik sahih olduktan sonraya aiddir.

«Mesele dörtlüdür.» Çünkü ya her iki şart milkde bulunurlar yahut milkin dışında bulunurlar. Yahut yalnız birincisi milkde veya yalnız ikincisi milkde bulunur. İkinci şart milkde bulunursabirincisi milkde bulunsun bulunmasın talâk vâki olur. İkincisi milkin dışında bulunursa birincisi milkde bulunsun bulunmasın talâk vâki olmaz. H. Şu halde Zeyd ve Bekir geldiği vakit sen boşsun dediğinde Zeyd'le Bekir geldikleri vakit kadın milkinde ise yahut onu boşamış da iddeti bitmiş sonra Zeyd gelmişse, sonra kadınla evlenip Bekir de gelmişse kadın boş düşer. Her ikisi iddetten sonra evlenmeden önce gelirlerse yahut Zeyd iddet içinde, Bekir iddetten sonra evlenmeden gelmiş olursa kadın boş düşmez.

METİN

Bir kimse üç talâkı yahut cariyesinin âzâd olmasını tâlik ederse, sünnet mahallerinin birbirine kavuşmasıyla yemini bozulur. Ama âletini ferce soktuktan sonra orada durmakla her iki meselede kendisine ukr vâcib olmaz. Çünkü durmak cima değildir. Onun için de tatâk-ı ric'îde onunla karısına dönmüş sayılmaz. Meğerki çıkarıp sonra tekrar hakikaten veya hükmen soksun. Hükmen sokmak kendisini hareket ettirmekle olur. İkinci hareketle o adam dönmüş olur ve ukr icab eder. Meclis bir olduğu için had vâcib olmaz. Erkeğin eski karısına: Ben filan kadını senin üzerine nikâh edersem boş olsun demesiyle bâin talâk müddetinde o kadını nikâh ettiği takdirde yeni kadın boş olmaz. Çünkü şart kasm hususunda o kadına ortak olmasıydı. Bu yoktur. Ric'î talâkın iddetinde nikâh ederse yahut senin üzerine nikâh edersem demediyse yeni kadın boş olur. Bunu Molla Miskin zikretmiştir. Nehir sahibi talâkı inceleme neticesi kadına dönmek isterse diye kayıdlamıştır. Aksi takdirde kadına kasm hakkı yoktur. Nitekim geçmişti.

İZAH

«Ukr vâcib olmaz.» Yalnız ukr lâzım gelmediğini söylemekle âletinin fercte durmasıyla hörmet sâbit olacağına işaret etmiştir. Çünkü o kimseye vâcib olan derhal âletini çıkarmaktır. Ukr şübheyle cima edilen kadının mehridir. Bu kelime akr şeklinde okunursa yara mânâsına gelir. Nitekim Sıhah'da beyan edilmiştir. Bahır. Onun hakkında mehir bâbında söz geçmişti.

«Çünkü durmak cima değildir.» Cima ferci ferce sokmaktır. Onun devamı yoktur ki, devamı için ibtida hükmü verilsin. Nasılki bir adam içinde bulunduğu bir hane için şu haneye girmem diye yemin ederse, orada durmakla yemini bozulmaz. Bahır.

«Karısına dönmüş sayılmaz.» Bu İmam Muhammed'e göredir. Zira yaptığı iş bir fiildir. Sonu için ayrıca bir fiil hükmü yoktur. Ebû Yusuf'a göre o adam karısına dönmüş olur. Çünkü şehvetle dokunmak mevcuddur. Kıyas da budur. Nehir. Bahır sahibi diyor ki: "Musannıfın kesin olarak İmam Muhammed'in kavlini söylemesi muhtar kavil o olduğuna delildir. Bazıları şehvetle dokunmak mevcud olduğu için bütün imamlarımızca o kimsenin karısına dönmüş sayılması gerekir demişlerdir. Mi'râc'da böyle denilmiştir. Ama Ebû Yusuf kavlinin sahih kabul edilmesi gerekir. Çünkü onun delili daha zâhirdir."

«Talâk-ı ric'îde» yani cima'a muallak olan talâk ric'î ise karısına dönmüş sayılmaz.

«Hakikaten veya hükmen ilh...» sözünü sonra tekrar sokarsa sözüne ta'mim yapmak doğru değildir. Çünkü âletini çıkardıktan sonra ikinci defa hakikaten sokmadan kendisini hareket ettirmesi mümkün değildir. Şu halde hareketle değil ikinci defa sokmakla karısına dönmüş sayılır. Böylece bu sözü "çıkarır da sonra sokarsa" cümlelerinin mecmuu için ta'mim yapmak teayyün eder. Ne olursa olsun "ikinci hareketle o adam dönmüş olur" ifadesini ikinci diye kayıdlamanın bir vechi yoktur. Şu kadar var ki, meselenin tesavvuru âletini sokarak seninle cima edersem boşsun dediğine göredir. Zira bu adam Bahır sahibinin dediği gibi âletini çıkarmaz, hareket de etmez de menîsi inerse karısı boş olmaz. Kendini hareket ettirirse kadın boş olur. Adam da ikinci hareketiyle kadına dönmüş sayılır.

«Ve ukr icab eder.» Yani üç talâkı yahut cariyesinin âzâdlığını tâlik etmişse ukr vermesi lâzımdır. T. Çünkü cima muhteremdir. Ukrdan veya akrdan (yaralamaktan) hali değildir. Bahır.

«Meclis bir olduğu için» yani ikinci defa âletini sokmakla had vâcib olmaz. Velevki cima sayılsın. Çünkü maksadın bir olmasına bakarak bunun bir cima olması şübhesi vardır. Maksad bir meclisde şehvetini kaza etmektir. Bunun evveli haddi icab etmiyordu. Öyleyse sonu da icab etmez. Velevki erkek ben bu kadının bana haram olduğunu zannettim demiş olsun. Bu izahatla şu şekildeki itiraz def edilmiş olur: "Köle âzâdında had vâcib olmak gerekir. Çünkü bu bir cima'dir. Fakat ortada ne milk vardır ne de milk şübhesi, yani iddet. Talâk bunun gibi değildir. Onda iddet vardır." Bu itirazı Mi'râc sahibi yapmıştır. Lâkin İmam Muhammed'den bir rivâyete göre bir kimse bir kadınla zinâ eder de sonra zinâ halinde iken onunla evlenirse, o şekilde durup âletini çıkarmadığı takdirde iki mehir vâcib olur. Bunların biri cima'la vâcib olur. Yani akidle had vurmak sâkıt olduğu için mehir vermesi gerekir. Bir mehir de akidle vâcib olur. Velevki âletini yeniden sokmuş olmasın. Çünkü akidden sonra o cima'a devam etmesi halvetin üstündedir.

Nehir sahibi diyor ki: "Bu yukarıda geçenin karşısında müşkildir. Çünkü orada bu fiilin sonuna başlı başına bir hüküm verilmişti." Halebî Hamevî'ye uyarak buna şu cevabı vermiştir: "Bu kavil İmam Muhammed'den rivâyet olunmuştur. Oradaki ise kendi sözüydü. Binaenaleyh çelişki yoktur." Buna da Tahtâvî Bahır'da bu meselenin arkacığından zikredilen şu sözle itiraz etmiştir: "Bu rivâyeti İmam Muhammed'e tahsis etmek hilâf bulunduğuna delâlet etmez. O bunun yalnız İmam Muhammed'den rivâyet olunduğunu, başkalarından rivâyet edilmediğini gösterir."

Ben derim ki: İşkâli aslından söküp atan cevap şudur: Burada fiilin sonunu itibara almak onun mehri yerli yerine oturtan bir halvet olması cihetindendir. Hatta ondan da üstündür. Cima olması cihetinden değildir. Haddi icab etmek ve ric'atın sübutu için bunu itibara almak mümkün değildir. Çünkü halvet bunu icab etmez.

«Çünkü şart ilh...» Bahır'ın ibâresi şöyledir: "Çünkü şart bulunmamıştır. Kadının üzerine evlenmek, yatağını paylaşmak ve kasm hususunda ona karşı çıkacak birini getirmektir. Böyle bir şey yoktur."

«Kayıdlamıştır.» Yani ric'î talâk iddetinde kadını nikâh ederse talâkı kadına dönmek isterse diye kayıdlamıştır. Bunu ta'lilin mefhumundan alarak şöyle demiştir: "Bu itiraz musannıfa yani Kenz sahibine vâriddir."

Ben derim ki: Şöyle de denilebilir: "Kasm hususunda karşısına çıkacak hükmen mevcuddur. Velevki boşarken kadına dönmeyi murad etmesin. Çünkü iradesinin sonradan değişmesi ihtimali vardır. Nasılki kadınla yolculuğu esnasında yahut birinci karısının kaçaklığı devresinde evlenirse böyle olur. Çünkü burada zâhir olan evlenirken hakiki muhâlif bulunmasa da talâkın vukuudur.

"Nitekim geçmişti." Yani kasm bâbında geçmişti. H.

 

İSTİSNA VE DİLEMEK MESELELERİ

 

METİN

Bir adam karısına sözleri birbirine ekli olarak: Sen inşaallah boşsun der de bu söz bir kimse kulağını ağzına yaklaştırmış olsa işitilecek şekilde olursa talâk vâki olmaz. Çünkü şübhe vardır. Ancak soluk almak, öksürmek, geğirmek, aksırmak, dilinin ağırlığı, ağzının başkası tarafından tutulması yahut te'kid, tekmil, had vurma, talâk ve çağırma gibi mânâlar ifade eden fasılalar müstesnadır. Meselâ: Sen boşsun ey fahişe yahut ey tâlik inşaallah derse istisna sahih olur. Bezzâziye ve Hâniyye. Hükümsüz fasıla bunun hilâfınadır. Meselâ; Sen ric'î olarak boşsun inşaallah derse talâk vâki olur ve bâin olarak derse talâk vâki olmaz. Ric'î veya bâin derse bâin niyetiyle talâk vâki olur, ric'i niyetiyle olmaz. Kınye. Nehir sahibi bunu kuvvetli bulmuştur. İşitilecek şekilde olursa dediğine göre sağırı istisna etmek sahih olur. Hâniyye.

İZAH

"Bir adam karısına ilah..." Musannıf burada istisna meselelerine başlamaktadır. Hidâye sahibi bunlar için ayrıca bir fasıl yapmıştır. Fetih sahibi diyor ki: "İstisnayı tâlika katması bunların ikisi de bir sözü mûcebini isbattan men etmek hususunda ortak oldukları içindir. Şu kadar var ki şart bütün sözü, istisna ise bir kısmı men eder. İnşaallah meselesini öne alması bütün sözü men etmek hususunda şarta benzediği içindir. Bunda tâlik edatı da zikredilir. Lâkin usulünce değildir. Çünkü bu sınırsız olarak men eder. Şart ise tehakkuk edinceye kadar men eder. Onun için musannıf onu tâliklar bahsinde zikretmemiştir. İstisna sözü tevkîfi bir isimdir. Yani rivâyete dayanır. Teâlâ Hazretleri: "İstisna da etmezler." buyurmuştur. Bundan murad inşaallah demediklerini anlatmaktır. İsimde de ortaklık olduğundan onu istisna faslında zikretmek münasip olmuştur. İstisnanın hükmü haber sîgalarında sâbit olur. Velevki kendisi inşâ olsun. Emir ve nehyde istisna yoktur.

Bir kimse: "Ben öldükten sonra inşaallah kölemi âzâd edin!" dese buradaki istisnanın bir tesiri yoktur, mirâsçılar köleyi âzâd edebilirler. "Şu kölemi sat inşaallah." dese emrettiği kimse köleyi satabilir. Hulvânî'den nakledildiğine göre talâk ve satış gibi dille yapılan her şeyi istisna ibtal eder. Dile mahsus olmayan oruç gibi bir şey bunun hilâfınadır. İstisna onun hükmünü kaldıramaz. Bir kimse: Yarın oruç tutmaya niyet ettim inşaallah dese bu niyetle o orucu eda edebilir. Fetih'de böyle denilmiştir. Tevkîfîn mânâsı lügatta da kullanılmıştır. Yalnız ıstılahan sâbit olmakla kalmamıştır demektir. Hatacî'nin Beyzâvî hâşiyesinde Kehf Sûresinde şöyle denilmektedir: "İstisna lügat ve kullanışda şartla kayıdlamaya verilen addır. Nitekim Seyrafî kitabın şerhinde bunu söylemiştir. Râgıb'ın beyanına göre istisna geçen bir umumun gerektirdiğini kaldırmaktır. Hadîsde: "Bir kimse bir şeye yemin eder de arkacığından inşaallah derse istisna yaptı demektir, buyurulmuştur." İstisnanın ibtal mi yoksa tâlik miolduğu hususundaki hilâf ileride gelecektir.

«Sözleri birbirine ekli olarak...» ifadesi sözleri birbirinden ayrılmış olandan ihtiraz içindir. Bu ayırma zaruret yokken susmak veya mânâsız bir söz söylemek gibi şeylerle olur. Nitekim gelecektir. Fetih sahibi susmayı çok olursa diye kayıdlamıştır. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına: Sen boşsun der de susar, sonra üç defa derse bakılır: Susması nefesi kesildiği içinse kadın üç defa boş olur, değilse bir defa boş olur." Bezzâziye'nin yeminler bahsinde dahi şu ibâre vardır: "Bir kimseyi vali çağırır da billahi der o kimse de aynı şeyi söylerse, sonra cuma günü mutlaka geleceksin derse, adam da bunu söylediği takdirde cuma günü gelmezse yemini bozulmaz. Çünkü hikâye ve sükût ile AIIah Teâlâ'nın adını yemininden ayırmıştır. Talâka yemin de böyledir."

«İşitilecek şekilde olursa...» Bu şart Hinduvânî'ye göredir. Sahih olan da budur. Nitekim Bedâyi'de belirtilmiştir. Kerhî'ye göre böyle bir şart yoktur. Şârih: "Kulağını ağzına yaklaştırmış olsa ilh..." sözüyle o sözün işitilebilen cinsten olmasına işaret etmiştir. Velevki seslerin çok olması dolayısıyla söyleyen kendisi işitmemiş olsun.

«Çünkü şübhe vardır.» Yani Allah Teâlâ'nın talâkı dileyip dilemediğinde şübhe vardır. Onu kimse bilemez. H.

«Ancak soluk almak» yani soluk almadan söylemeye imkânı olsa bile demek istiyor. Fakat nefes alacak kadar susar da sonra inşaallah derse istisna sahih olmaz. Çünkü oraya fasıla girmiştir. Fetih'de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, nefes almadan nefes alacak kadar susmak çoktur. Nefes almak için susmak ise zaruret olmasa bile zarar etmez.

«Ağzının başkası tarafından tutulması» yani tutan adam elini kaldırır kaldırmaz inşaallah derse istisna sahihtir.

«Te'kid...» Sen boşsun boşsun inşaallah diyerek bununla te'kid kasdetmektir. Zira kinâyelerden önce fer'î meselelerde geçmişti ki, talâk sözünü tekrarlarsa hepsi vâki olur. Ama bunlarla te'kidi niyet ederse diyâneten kabul olunur. Bir adamın kölesine: "Sen hürsün hürsün inşaallah" demesi de böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. H. Bu hususta sözün tamamı ileride gelecektir.

«Tekmil...» Sen bir ve üç defa boşsun inşaallah gibi sözlerle olur. "Üç ve bir defa inşaallah." derse bunun hilâfına olur. Yani üç talâk meydana gelir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Çünkü üçten sonra biri zikretmek hükümsüzdür. Aksi bunun hilâfınadır.

«Sen boşsun ey fahişe yahut ey tâlik inşaallah...» sözleri iki misâldir. Biri haddi, diğeri talâkı icab eder. Bahır sahibi diyor ki: "Bezzâziye'de şu ifade vardır: Sen üç defa boşsun ey fahişe inşaallah derse talâk vâki olur, istisna vasfa verilir. Kezâ sen boşsun ey boş inşaallah; ve sen boşsun ey sabiyye inşaallah sözleri de böyledir. İstisna hepsine sarfedilir ve talâk vâkiolmaz. O adam sanki ey fülane demiş gibidir. İmam-ı Â'zam'a göre kaide şudur: Cümlenin sonunda zikredilen sözle talâk vâki olur veya o kimseye had lâzım gelirse -ey boş, ey fahişe sözlerinde olduğu gibi- istisna hepsine sarfedilir." H.

Ben derim ki: Bu ibârede tahrif ve düşüklük vardır. Tahrif yani değiştirme "Kezâ sen boşsun ey sabiyye" ifadesindedir. Doğrusu şudur: "Sen boşsun ey sabiyye demiş olsa ilh..." Nitekim Zahîre'de böyledir. Çünkü bu daha önce geçenin hükmüne muhâliftir. Düşüklük de "Kaide şudur ilh..." sözündedir. Zira ondan sonraki "İstisna hepsine sarfedilir." sözü ondan önceki "Talâk vâki olur ve istisna vasfa verilir." sözüne muhâliftir. Yani talâk "sen boşsun" sözüyle olur, istisna vasfa verilir. Bundan murad "ey boş veya ey fahişe" diye kadına yaptığı vasıtfır. Bu vasıfla talâk olmaz, had vurmak da lâzım gelmez.

O halde işin doğrusu Zahire'nin şu sözüdür: "Kaide şudur ki: Cümlenin sonunda zikredilen sözle talâk vâki olur veya had vurmak icab ederse istisna ona verilir, mesela; ey fahişe, yahut ey boş sözleri böyledir. O sözle had vurmak vâcib değil talâk da vâki olmuyorsa istisna bütününe verilir. Ey habîse sözünde böyledir." Sonra bil ki bu tafsilâtı Zahîre sahibi şu sözüyle nakletmiştir:

«Ebu'l-Velid'in Nevâdir'inde Ebû Yusuf'tan naklen denilmiştir ki ilh...» Bundan önce Zahîre sahibi zâhir rivâyetten naklen istisnanın tafsilâtsız olarak bütün cümleye sarfedileceğini söylemiş: "Sahih olan budur." demişti. Telhisü'l-Câmi' şerhinde dahi bunun bir misli vardır. Şu halde Bezzâziye sahibinin tuttuğu yol sahihin hilâfıdır. Nitekim biz bunu cima edilmeyen kadının talâkı bâbının başında izah etmiştik. Şârihin burada: "İstisna sahih olur." demesi ona uymaktadır. Zira o ibâreden hatıra gelen istisnanın bütününe yani hem talâka hem vasfa sarfedilmesidir. Yalnız vasfa sarfedilmesi değildir. O zaman talâk da vâki olmaz, harf ve liân da lâzım gelmez. Lâkin bu Bezzâziye sahibinin tuttuğu yola muhâliftir: Nitekim gördün. Binaenaleyh şârihin meseleyi Bezzâziye'ye nisbet etmesi münasip değildir.

«Sen ric'î olarak boşsun inşaallah derse talâk vâki olur.» Burada fasılanın hükümsüz kalması şundandır: Çünkü ric'î sözünü zikretmekten bir fayda hâsıl olmaz. O zaten sîga itibariyle şer'an lâfzın medlulüdür. T. Acaba bunu niçin te'kid veya tefsir saymamıştır? Bir düşün! Ulema "Hürsün hürsün..." sözünü te'kid, "Hürsün ve âzâdsın..." sözünü tefsir saymışlardır.

«Nehir sahibi bunu kuvvetli bulmuştur.» Bilmelisinki Kınye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: sen ric'î veya bâin boşsun inşaallah derse niyeti sorulur. Ric'îyi kasdetmişse talâk vâki olmaz. Bâini kasdetmişse talâk vâki olur, istisnanın bir tesiri kalmaz." Bahır sahibi diyor ki: "Doğrusu şudur: Ric'îyi kasdetmişse talâk vâki olur. Çünkü fasıla bulunduğu için istisna sahih değildir. Bâini kasdetmişse talâk vâki olmaz. Zira istisna sahihtir." Nehir sahibi şöyledemiştir: "Ben derim ki: Bilâkis doğrusu Kınye'nin sözüdür. Çünkü o adamın sözünün mânâsı: Sen bu ikiden biriyle boşsun demektir. Bu sözle ric'î hükümsüz kalamaz. Velevki hükümsüz kalmasını niyet etsin. Bâini niyet etmesi bunun hilâfınadır. Bâine gelince: O hiç bir halde hükümsüz kalmaz.

Ben derim ki: Bu ifadedeki bozukluk ve tam çelişki gözden kaçımamaktadır. Şöyle ki: "Bâine gelince: O hiç bir halde hükümsüz kalmaz." sözü talâk vâki olmamasını gerektirir. Çünkü istisna sahihtir ve bu söz ric'îye müsavîdir. Ric'î hakkında kendisi "Niyet etse bile hükümsüz kalmaz." demişti. O zaman her iki surette talâk vâki olmaz demektir ki, Kın-ye'deki ifadenin hilâfınadır ve onun sözüyle çelişki halindedir. Bâini niyet etmişse bunun hilâfınadır.

Onun içindir ki Halebî: "Hak olan Bahır'ın sözüdür. Çünkü o adam ric'îyi niyet ederse sen boşsun sözü zaten bunu ifade eder. Binaenaleyh ric'î olsun bâin olsun dediği bu ikiden biri mânâsına gelen sözü hükümsüz kalır. Bâini niyet etmiş olması bunun hilâfınadır. Zira bu cümle onu ifade etmez. Binaenaleyh ric'î veya bâin sözü hükümsüz kalmaz. "Bâini niyet edince ric'î sözü hükümsüz kalır. Çünkü sen bâin olarak boşsun demesi yeterdi." dersen ben de derim ki: Bu lügaten ve şer'an sahih bir terkibdir ve iki karımdan biri boştur sözü gibidir. Maksadı bâin olduğuna ve sen boşsun sözü de talâk-ı bâin ifade etmediğine göre bu adam: Sen ric'î veya bâin olarak boşsun diyerek bâini niyet etmekle sen bâin olarak boşsun demek arasında muhayyerdir.

METİN

Velevki kadın o inşaallah demeden ölmüş olsun. Fakat adam ölürse talâk vâki olur. Burada kasid şart olmadığı gibi talâkla istisnayı söylemek de şart değildir. Talâkı söyler de ona bitişik olarak istisnayı yazarsa yahut bunun aksini yaparsa veya istisnayı yazdıktan sonra silerse talâk vâki olmaz. İmâdiyye. Mânâsını bilmek dahi şart değildir. Hatta bilmeyerek ve kasidsiz olarak inşaallah dese talâk vâki olmaz. Şâfiî buna muhâliftir. Şâfiîlerden Şeyh Remlî bir şeye sahih olduğunu zannederek talâkla yemin eden hakkında sorana talâk vâki olmadığına fetva vermiştir.

Ben derim ki: Bunu bizim ulemamızdan birinin söylediğini görmedim. Allahu a'lem. İki şâhid buna şâhidlik eder de o adam hatırlamazsa bakılır. Eğer bu adam öfkesinden ağzından ne çıktığını bilmez bir halde ise o şâhidlerin sözüne itimad etmesi câizdir. Aksi takdirde câiz olmaz. Bahır.

İZAH

«Velevki kadın o inşaallah demeden ölmüş olsun.» Çünkü geçen söz tâliktır, boşama değildir. Kadının ölmesi talika aykırı değildir. Çünkü tâlik ibtal eder. Ölüm de öyledir. Binaenaleyh bunlar birbirine zıd değildir ve isnisna sahihtir. Kadına talâk vâki olmaz. Tebyîn'de böyle denilmiştir. H.

«Adam ölürse talâk vâki olur.» Yani kocası boşamak isteyerek inşaallah demeden ölürse talâk vâki olur. Çünkü sözüne istisna bitişmemiştir. Adamın niyeti mâlumdur. Meselâ boşamadan önce bunu birine söylemiştir. Nehir'de böyle denilmiştir. H.

«Burada kasid şart» değildir. Mezhebin zâhir olan kavli budur. Çünkü istisna ile birlikte yapılan talâk talâk değildir. Şeddâd b. Hâkim (R.) -ki altmış sene bugünün öğleni için aldığı abdestle ertesi gününün öğlenini kılmıştır- şöyle demiştir: "Bana bu meselede sofu Halef b. Eyyüb muhalefet etti. Derken rüyamda Ebû Yusuf'u görerek ona sordum. Benim dediğim gibi cevap verdi. Kendisinden delil istedim, bana şu cevabı verdi: Ne dersin! Sen boşsun diyecekken ağzından yahut boş değilsin sözü çıkıverse talâk vâki olur mu? Hayır dedim. Bu da öyledir dedi." Bezzâziye ve Fetih. '

«Yahut bunun aksini yaparsa» yani talâkı yazar da istisnayı söylerse demek istiyor.

«Veya istisnayı yazdıktan sonra silerse ilh...» sözüyle şârih dördüncü bir kısma işaret etmektedir ki, o da her ikisini yazmasıdır. Bu da sahih olur. Velevki istisna yazıldıktan sonra silinmiş olsun.

«Mânâsını bilmek dahi şart değildir.» Bu bâkirenin susması gibi olur. Babası onu kocaya verir, bâkire sükûtun rıza olduğunu bilmeyerek susar, böylece akid aleyhine geçerli olur. Fetih.

«Şeyh Remlî ilh...» Bilmelisin ki bu mesele Şâfiîlerce bir kimseye itimad ederek onun sözüyle amelde bulunmak yemini bozmaz kaidesine mebnîdir. Buna tefri' ederek demişlerdir ki: Bir kimse bir müftünün yeminin bozulmaz diye verdiği fetvaya itimad ederek üzerine yemin ettiği şeyi yapsa doğru söylediğine kanaat hâsıl ettiği takdirde yemini bozulmaz. Velevki fetva ehlinden olmasın. Çünkü hüküm galebe-i zannın bulunup bulunmamasına göredir, ehliyete göre değildir. Onlar bu kabilden olmak üzere şunu da söylemişlerdir: Bir kimse yemin ettikten sonra başka biri illa enyeşâallah dese, sonra başkasının inşaallah demesi ona fayda vereceğini söylese, o da bu habere itimad ederek üzerine yemin ettiği işi yapsa yemini bozulmaz.

«Ben derim ki ilh...» Bize göre karar kılmış kaide şudur: Bir kimse üzerine yemin ettiği işi yaparsa yemini bozulur. Velevki zorla veya hataen, unutarak, yanılarak veya baygın yahut deli olarak yapsın. Zorla yaptırıldığı halde ve benzerlerinde yemini bozulursa bozulmaz zannıyla kasden yaptığında nasıl bozulmaz! Evet, ulemanın yeminler bahsinde açıkladıklarına göre bir adam doğru söylediğini zannederek gecmiş bir iş veya hal üzerine yemin etse üç şeyden başkasında muahaze olunmaz. Bu üç şey: kadın boşamak, köle âzâdı ve adaktır. Şârih orada şöyle demişti: "Binaenaleyh hilâfı anlaşılınca galib-i zanna göre talâkvâki olur. Şâfiîlerden bunun hilâfı şöhret bulmuştur.»

«Bilmez bir halde ise ilh...» İtimad edebilir. Fakat bu halde değilse onların sözüne itimad edilmez. Nitekim Fetih ve diğer kitablarda beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Bu fer'in muktezası şudur: Bir kimse öfkesinden ne söylediğini bilmez hale gelmişse talâkı vâkidir. Aksi takdirde istisna yaptı diyen iki şahidin sözüne itimada muhtaç olmazdı. Halbuki talâk bahsinin başında: "Medhuşun talâkı vâki değildir. Efkârlı ve kızgın bir kimsenin talâkı hakkında Hayreddin-i Remlî bununla fetva vermiştir. Çünkü medhuş delilik kısımlarından biridir. Şübhesizki ne söylediğini bilmez bir hal alan kimse deli hükmündedir." diye geçmişti. Orada biz de cevap vererek şöyle demiştik: Buradakinden murad: Ne söylediğini bilmez bir hale gelmesi, kasidsiz konuşması mânâsını anlamaması, uyuyan ve sarhoş olan kimseler gibi olması değildir. Maksad zihnini öfke kapladığı için bazen ne söylediğini unutur demektir."

METİN

Mezhebin sahibinden rivâyet edilen kavlin zâhirine göre koca istisna iddia eder karısı inkârda bulunursa, kocasının sözü kabul edilir. Bazıları beyyinesiz sözünün kabul edilmeyeceğini söylemişlerdir, itimad bunadır. Fesad galebe çaldığı için ihtiyatan fetva da buna göredir. Bazıları: "Bu adam iyi halli tanınmışsa söz onundur." demişlerdir.

İZAH

«Koca istisna iddia eder karısı inkârda bulunursa, kocasının sözü kabul edilir.» Şart da bunun gibidir. Nitekim Fetih ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Karısının inkârı ile kayıdlanması hilâf yeri olduğu içindir. Çünkü bu adamla münazaada bulunan biri olmamış olsa söz onun olacağında işkâl yoktur. Nitekim Fetih sahibi bunu açıklamıştır.

Ben derim ki: Lâkin Tatarhâniyye'de Mültekât'tan naklen: "Kadın talâkı işitir de istisnayı işitmezse cima' için kocasına imkân vermesi câiz değildir." denilmiştir. Yani kadın işitmezse kocasıyla münazaada bulunması lâzım gelir demektir. Bahır sahibi diyor ki; "Şâhidler bu adamın istisna yapmadan boşadığına veya hul' yaptığına yahut istisna yapmadığına şâhidlik ederlerse kabul olunur. Bu mesele nefy üzerine beyyine kabul edilen yerlerden biridir. Çünkü bu mânâ itibariyle vücudî bir şeydir. Zira mûcibi söyledikten sonra hemen dudakları kapamaktan ibarettir. Şâhîdler: Boşadı ama biz hul' kelimesinden başka bir şey duymadık derler de koca istisna iddia ederse söz kocanındır. Zira onu söyleyip de şâhidlerin işitmemiş olması câizdir. Câmi-i Sağîr'den bilindiğine göre şart olan kocanın işitmesidir, şâhidlere işittirmesi değildir." Nehir sahibi bu sözün akabinde şöyle demiştir: "Şemsü'l-İslâm'ın Fevâid'inde bu adamın kavli kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. Fûsul'de sahih olan da budur denilmiştir."

Ben derim ki: Kezâ bedeli ve emsalini teslim almak gibi hul'un sahih olduğunu gösteren bir delil bulunursa yine erkeğin sözü kabul edilmez. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'de belirtilmiştir. Tatarhâniyye sahibi: "Murad bedelin zikredilmesidir, teslim almanın hakikati değildir." diyor. Bu izaha göre talâk ve hul' vaktinde bedeli zikrederse kazaen istisna dâvâsı tasdik edilmez.

Minah hâşiyesinde Hayreddin-i Remli: "Kocasının sözü yeminiylemi kabul edilecektir, yeminsizmi bundan bahsetmemiştir." diyor. Bahır ve Nehir sahibleriyle Kemâl de böyle demişlerdir. Ben bundan kimsenin bahsettiğini görmedim. Ama mu'temed kavle göre karısı inkâr ederse kocasının kavli yeminiyle birlikte kabul edilmek gerekir. Karısı inkâr etmezse ona zaten yemin verdirilmez. Meğerki hâkim itham etmiş olsun.

«Bazıları beyyinesiz sözünün kabul edilmeyeceğini söylemişlerdir." Hayreddin-i Remlî şöyle demiştir: "Her iki kavil hakkında hilâf ve tercih bulunduğuna göre zâhir rivâyete başvurmak vâcib olur. Zira ondan başkası bizim ulemamızın mezhebi değildir. Bir de fesad erkeklerde galib olduğu gibi kadınlarda da galibdir. Kadın buna zorlanmış olabilir de bundan kurtulmak için kocasına iftira atabilir. Binaenaleyh müftü zâhir rivâyetle -ki mezheb odur- fetva verir, işin bâtın ve hakikatini Allah Teâlâ'ya havale eder. Düşün ve kendine insaf et!"

Ben derim ki: Fesad her iki fırkada mevcud ise de avam takımının ekserisi istisnanın yemini bozduğunu bilmezler. Bunu bir hîle olmak üzere ancak bazı Allah'dan korkmazlar bilir. Şu da var ki kocanın dâvâsı zâhirin hilâfınadır. Çünkü o istisna dâvâ etmekle mûcibi itiraf ettikten sonra onun ibtalini dâvâ etmektedir. Yukarıda geçen: "Kadının haneye girmesi gibi şartın bulunmasında söz erkeğindir." sözü bunun hilâfınadır. Çünkü kocası sen şu haneye girersen boşsun dedikten sonra bu söz ancak kadın haneye girdikten sonra talâkı mûcib olur. Kocası ise bunu inkâr etmektedir. Zâhir de kocasına şâhiddir. Burada ise zâhir kocasının sözüne muhâliftir. Fesad umumileştiği vakit zâhire müracaat gerekir. Fetih sahibi diyor ki: "Necmeddin-i Nesefî'nin Şeyhülistâm Ebu'l-Hasen'den naklettiğine göre ulemamız talâkta istisna dâvâsında kocanın beyyinesiz tasdik edilmemesi cevabını vermişlerdir. Çünkü zâhirin hilâfınadır. İnsanların hali bozulmuştur."

«Bazıları: Bu adam iyi tanınmışsa ilh...» Bu söz Fetih sahibinindir. Yukarıda kendisinden naklettiğimiz ifadeden sonra şöyle demiştir: "Bence bakılmalıdır. Eğer o adam iyilikle meşhursa şâhidler de nefye şehâdet etmediklerine göre Muhît'in kavliyle amel ederek sözünü tasdik için talâk vâki değildir demelidir. O adam fâsık diye bilinir veya hali mâlum olmazsa sözü tasdik olunmaz. Çünkü bu zamanda fesad galibdir."

Ben derim ki: Şübhesiz bu müftâbih olan ikinci kavli tahkiktir. Çünkü ulema zamanın fesadıyla onu illetlendirmişlerdir. Yani koca müttehem olur. Kendisi iyi insansa töhmet ortadan kalkar ve sözü kabul edilir. Bu söz üçüncü bir kavil değildir.

METİN

İnsan, cin, melek, duvar ve eşek gibi dileği bilinmeyen şeylerin zikri geçen hususatta hükmü de böyledir. İki nev'i ortak zikretmesi de böyledir. Meselâ Allah dilerse, Zeyd ve dilerse demesi bu kabîldendir ki asla talâk vâki olmaz. "İlla , inlem, iza, mâ, mâlemyeşe'" kelimeleri de in gibidirler. "Baban olmasa sen boşsun. güzelliğin olmasa sen boşsun, seni sevmem olmasa sen boşsun." gibi sözler de istisnadan sayılır. Bunlarla talâk vâki olmaz. Hâniyye. Sübhanallah sözü de istisnadan sayılır. Bunu Kemâl b. Hümam Fetva'sında zikretmiştir. Bir adam karısına: Sen üç defa boşsun ve üç defa inşaallah yahut kölesine: Sen hürsün ve hürsün inşaallah derse karısı üç defa boş olur. İmam-ı A'zam'a göre köle de âzâd olur. Çünkü ikinci söz hükümsüzdür. Onu te'kid yapmaya da imkân yoktur. Çünkü ve edatıyla ayrılmıştır. Hürsün hür yahut hür ve âzâdsın demesi bunun hilâfınadır. Çünkü te'kid ve atf-ı tefsir olur. Bu suretle istisna sahih olur.

İlla: Meğer ki, İnlem: -madı ise, İza: Vakitte, Mâ:Eğer, Mâlemyeşe: Dilemedikçe demektir.

İZAH

«Dileği bilinmeyen şeylerin hükmü ilh...» ifadesi tahsisden sonra ta'mimdir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri dilediği bilinmeyenlerdendir. Musannıf bu misâllerle muradı insan gibi dilemesi olanlarla duvar gibi aslâ dilemesi olmayan şeylere ta'mim etmek istemiştir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

«Zikri geçen hususatta» yani dilemeye tâlik hususunda hükmü de böyledir. Yani Allah'ın dilemesine tâlik gibidir. H.

«İki nev'i ortak zikretmesi de böyledir.» Meselâ Allah dilerse ve Zeyd dilerse demesi bu kabîldendir.

«Aslâ talâk vâki olmaz.» Yani Zeyd dilese bile talâk vâki olmaz. Bahır.

«İllâ» yani kocası meğerki Allah dilemiş olsa derse inşaallah demiş gibi olur. Bu illânın şart mânâsına gelen in ile nefy mânâsına gelen lâ'dan mürekkep olması ihtimali de vardır.

TENBİH: Valvalciyye'de zikredildiğine göre bir adam: "Ben fülanla ancak unutarak konuşurum" der de, unutarak konuşursa, sonra bilerek konuştuğunda yemini bozulur. "Meğerki unutmuş olayım." demesi bunun hilâfınadır. Bu sefer yemini bozulmaz. Fark şudur: Birincide bu adam sözünü mutlak bırakmış; yalnız unutarak konuşmasını istisna etmiştir. İkincide ise yemini unutmakla sınırlandırmıştır.

«İnlem» yani Allah dilemediyse demektir. Bir adam: Allah Teâlâ dilerse sen bir talâk boşsun; ve Allah Teâlâ dilemezse iki talâk boşsun." derse hiç bir şey vâki olmaz. Birinci sözde bir şey olmaması istisnadan dolayıdır. İkincide ise talâk vâkidir desek Allah Teâlâ'nın onu dilediğini biliriz. Çünkü vuku dilemeye delildir. Her şey Allah Teâlâ'nın dilemesiyle olur. Halbuki bu adam talâkı Allah Teâlâ'nın dilemesine değil dilememesine tâlik etmiştir. Binaenaleyh bizzarure talâkın îkâ'ı bâtıl olur. Bahır. Bu mesele üzerine sözün tamamı Telvîh'de zarf mânâsına gelen fî bahsindedir.

«Mâ» yani mâşâallah sözüyle talâk vâki olmaz. Mâ kelimesini masdariyet mânâsına alırsak talâk vâki olmayacağı zâhirdir. Çünkü şübhe ifade eder. Bu kelimeyi ism-i mevsul mânâsına alırsak yine talâk vâki olmaz. Çünkü "Sen Allah'ın dilediği talâkla boşsun." mânâsına gelir. Allah'ın dileyip dilemediği ise bilinmez. Zira ismet yakînen sâbittir, şekle zâil olmaz. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.

«Mâlemyeşe'»in mânâsı: Allah senin talâkını dilemediği müddetçe sen boşsun demektir .Bununla talâk vâki olmamasının vechi inlemde geçen gibidir. T.

«Baban olmasa ilh...» ifadesinin istisna olması şundandır: Olmasa sözü cezanın yani talâkın meydana gelememesi şart bulunduğundandır. Şart da babadır yahut kadının güzelliğidir.

«Fetva'sında zikretmiştir.» Her halde şârih bunu İbn-i Hümam'a nisbet edilmiş bir fetvada görmüş olacak. Çünkü biz onun fetva kitabı olduğunu işitmedik. Zâhire bakılırsa bu rivâyet ondan sâbit değildir. Zira Fethü'l-Kadir'de zikrettiğine muhâliftir. Orada şöyle demiştir: "Az bir zikirle sözü birbirinden ayırmakta hilâf olduğu görülüyor. Çünkü Neyâzil'de: Bir adam vallahi fülanca ile konuşmam. İnşaallah Allah'dan istiğfar ederim dese diyâneten istisna yapmış sayılır, kazaen sayılmaz denilmiş, Fetâvâ'da ise: Bir adama yemin verdirmek ister de gizlice istisna yapacağından korkarsa ona yemin ettirir, yeminin sonunda bitişik olarak sübhanallah demesini veya başka birşey söylemesini emreder." denilmektedir. En güzeli "zikirle fâsıla yapılarak istisna sahih olmaz" demektir. Görüyorsunki bu sübhanallah gibi kelimelerin yeminin akabinde fâsıla sayılacağı ve istisnayı bozacağı hususunda açıktır. Bunun istisna olduğunu ise kimse söylememiştir.

«Çünkü te'kid» sözü hürsün hür ifadesine râci'dir. Fetih sahibi diyor ki: "Bunun kıyası ve edatı olmaksızın üç defa tekrarlanırsa onun gibi olmaktır." Atf-ı tefsir sözü de hür ve âzâdsın ifadesine râci'dir. Yani ibârede lef ve neşr-i müretteb vardır. Hür ve hürrü atf-ı tefsir yapmaması atf-ı tefsir başka lâfızla olduğu içindir. Nitekim Fetih'de belirtilmiştir.

METİN

Kezâ Allah dilerse sen boşsun sözüyle talâk vâki olur. Zira bu söz Tarafeyn'e göre tatlîk, Ebû Yusuf'a göre tâliktir. Çünkü bozan kısım icaba bitişmiştir. Onun için talâk vâki olmaz. Nitekim sona bıraksa talâk vâki olmazdı. Hilâfın bunun aksine olduğunu söyleyenler de vardır.

İZAH

«Bu söz Tararfeyn'e göre tatlîktır ilh...» Bilmelisinki Allah Teâlâ'nın dilemesini tâlik İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e göre ibtaldir. Yani sâbık icabın hükmünü kaldırmaktır. EbûYusuf'a göre ise tâliktır. Onun için de sair şartlarda olduğu gibi bitişik bulunmasını şart koşmuştur. Tarafeyn'in delili şudur: Allah Teâlâ'nın dilediğini bilmeye yol yoktur. Binaenaleyh bu ibtaldir. Geri kalan şartlar bunun hilâfınadır. Ne olursa olsun sen boşsun inşaallah gibi sözlerle talâk vâki olmaz.

Evet, hilâfın semeresi bazı yerlerde kendini gösterir. Bunlardan biri şartı önce zikredip cevabını fâ edatıyla bağlamamaktır. Meselâ inşaallah sen boşsun demek böyledir. Tarafeyn'e göre talâk vâki olmaz. Çünkü ibtaldir, değişmez. Ebû Yusuf'a göre talâk vâki olur. Çünkü tâlik vâcib olan yerde fâ edatı olmaksızın yapılamaz. Biri de bir kimsenin talâka yemin etmemeye yemin etmesi ve bunu söylemesidir. Tâlik olduğuna göre yemini bozulur, ibtal olduğuna göre bozulmaz. Nitekim gelecektir.

Zeylaî, İbn-i Hümam ve diğerlerinin anlattıkları budur. Mevahibü'r Rahmân metninde de bunun misli vardır. Orada şöyle denilmiştir: "Ebû Yusuf inşaallahı tâlik saymış, Tarafeyn ise ibtal için olduğunu söylemişlerdir. Bununla fetva verilir. Fâ edatını kullanmadan inşaallah sen şöylesin derse birinciye göre talâk vâki olur, ikinciye göre hükümsüz kalır." Lâkin Mecma' metninde bunun aksi zikredilmiştir. Onun ifadesi şudur: "İnşaallah sen boşsun sözünü Ebû Yusuf tâlik, Tarafeyn ise boşamak saymışlardır. Bahır sahibi onu yukarıda geçene yorumlamıştır. Ama söz götürür.

Çünkü tâlik ile tatlîkı karşılaştırmak Ebû Yusuf'un kavline göre talâk olmamayı iktiza eder. O tâlika kâildir. Talâk vukuu Tarafeyn'in kavline göredir. Halbuki bunu Mecma' sahibi şerhinde açıklamıştır. Şübhesiz ev sahibi daha iyi bilir. Bunu Dürerü'l-Bihâr şârihi dahi açıklamış, evvela Ebû Yusuf'un bunu tâlik saydığını söylemiştir. Çünkü ibtal eden kısım icaba bitişince onun hükmünü ibtal eder. Sonra Tarafeyn'in bunu tenciz saydıklarını belirtmiştir. Çünkü iki cümleyi birbirine bağlayan fâ edatı bulunmayınca sen boşsun sözü müneccez olarak kalır.

Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: "İnşaallah sen boşsun der de fâ edatını zikretmezse bu söz Ebû Hanife'yle Ebû Yusuf'un kavline göre sahih bir istisnadır. Valvalciyye sahibi biz bununla amel ederiz demiştir. Muhît'te beyan edildiğine göre İmam Muhammed: Bu istisnanın münkatı olduğunu söylemiştir. Kazaen talâk vâkidir. Bu sözle istisnayı murad etmişse diyâneten de tasdik olunur. Bu vecihle hilafı Kudûrî de zikretmiştir. Hâniyye'de ise Ebû Yusuf'un kavline göre boş olmaz. İmam Muhammed'in kavline göre boş olur. Fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir denilmektedir." Bunun bir misli de Zahîre'dedir. Hâniyye'de bundan önce tâlik bâbının başında Zeylaî'den ve diğerlerinden naklettiğimiz gibi sözler zikredilmiştir.

Hâsılı İmam Ebû Yusuf dilemek tâliktır demektedir. Lâkin onun kavline göre tahriçde ihtilâf edilmiş, bazıları sair şartlarda olduğu gibi cevabda fâ lâzım olacağını söylemiş; fâ bulunmazsa talâk vâkidir demişlerdir. Bazıları cevabda fâ lâzım gelmiyeceğine kâil olmuştur. Binaenaleyh talâk vâki değildir. İmam Muhammed bunun ibtal olduğuna kâildir. Onun kavline göre dahi tahriç muhteliftir. Bazıları cevabda fâ edatı bulunarak rabt sahih olursa o zaman ibtaldir. Şayet fâ'nın vâcib olduğu yerde fâ atılırsa müneccez olarak talâk vâkidir demişlerdir. O zaman boşamak için kullanılmasının mânâsı budur. Birtakımları bu İmam Muhammed'e göre mutlak surette ibtal içindir. Binaenaleyh ibâreden fâ düşse bile talâk vâki olmaz demişlerdir.

Ebû Hanife'ye gelince: Bazısı onun Ebû Yusuf'la bazısı da İmam Muhammed'le beraber olduğunu söylemişlerdir. Bu izahtan anlaşılır ki, Bahır'deki "Tâliktır denildiğine göre fâ zikredilmezse talâk vâki olmaz. Fetih sahibinin tevehhümü buna muhâliftir. O talâk vâki olacağını söylemiştir." ifadesi söz götürür. Çünkü gördün, tahriç muhteliftir. Kezâ anlaşıldıki Fetih'deki: "Ebû Yusuf onun ibtal için olduğuna kâildir. Hâniyye sahibi bunu açıklamıştır." ifadesi işittiklerine muhâliftir. Şu da var ki benim Hâniyye'de gördüğüm bu sözün ona göre tâlik için olmasıdır. Kezâ oradaki Mecma' şerhinin sözü yanlıştır ifadesi de öyledir. Nehir sahibi de ona uymuştur. Bu söz ihtimalden uzaktır. Biliyorsun ki o bir çok muteber kitablara muvafıktır. Kudûrî de bunu açıklamıştır. Olsa olsa bu iki kavlin biridir. Burası Fetih, Bahır ve Nehir sahibleriyle diğerlerine gizli kalmıştır. Bu makamın izahını ganimet bil. Zira burada bir çok ayaklar kaymıştır.

«Çünkü bozan kısım icaba bitişmiştir.» ifadesi tâliktir sözünün illetidir. Nitekim Dürerü'l-Bihâr şerhinden naklen yukarıda geçti. Bozandan murad inşaallah sözüdür. Çünkü bu sahih bir istisnadır. Velevki cevabından fâ edatı düşmüş olsun. Nitekim Tatarhâniyye'den naklen geçti. Binaenaleyh icab hükümsüz kalır. İcab "sen" sözüdür ve vâki olmaz. Bahır sahibi bunu müşkül görerek: "Tâlikın muhtezası fâ bulunmadığı vakit talâkın vukuudur. Çünkü rabt edatı yoktur." demiştir. Remlî kendisine Valvalciyye'nin şu sözüyle cevap vermiştir: "Bundan maksad tâlikı değil hükmü yok etmektir. Yok etmekte ceza harfine hâcet yoktur. Şu haneye girersen sen boşsun sözü bunun hilâfınadır. Zira ondan maksad tâliktır. Böylece birbirlerinden ayrılırlar."

Ben derim ki: Bu tahriçden biridir. Mecma' ve diğer kitablarda tutulan yol budur. Diğer tahrice göre tâlikın fâ'sız sahih olmamasıdır -ki Zeylaî ve başkalarındaki budur- Bununla talâk vâki olur. Nitekim yukarıda geçti.

«Hilâfın bunun aksine olduğunu söyleyenler de vardır.» Yani hilâf dilemeye tâlik ibtal midir tâlik midir meselesindedir. Metnin meselesinde değildir. Bazıları bu Ebû Yusuf'a göre ibtal, İmam Muhammed'e göre tâlikdır demişlerdir. Böyle diyenler Ebû Hanife'den bahsetmemişlerdir. Ama metnin meselesindeki hilâfı murad etmiş olması ihtimali vardır. Yanibazılarına göre Ebû Yusuf'a göre talâk vâkidir. Tarafeyn'e göre vâki değildir. Nitekim Zeylaî ile diğer ulemadan naklen yukarıda geçti.

METİN

Herhalde müftâbih olan kavil dileği evvel söyler de (Arapçada) fâ'yı zikretmezse talâk vâki olmamaktır. Fâ'yı zikrederse bilittifak talâk vâki olmaz. (Bittabi bu Arapçaya mahsustur.) Nitekim Bahır, Şürunbulâliyye, Kuhistânî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Bellenilmelidir. Bunun semeresi talâka yemin etmemeye yemin eden de bunu söyleyen kimsede zâhir olur ki, tâlik diyene göre yemini bozulur, ibtaldir diyene göre bozulmaz. Sen Allah'ın meşietiyle veya iradesiyle veya mahabbetiyle yahut rızasiyle boşsun sözüyle kadın boş olmaz. Çünkü (ile diye tercüme ettiğimiz) bâ edatı ilsak (yani hükmü yapıştırmak) için kullanılır. Binaenaleyh cezayı şarta ilsaka benzer. Bunu yani meşiet ve diğer kelimeleri köleye izafe ederse temlîk olur ve meclise münhasır kalır. Nitekim geçmişti. Sen Allah'ın emriyle veya hükmüyle yahut kazasıyla veya izniyle veya ilmiyle yahut kudretiyle boşsun derse derhal talâk vâki olur. Allah Teâlâ'ya veya kula izafe edilmiş olması birdir. Zira böyle bir sözle örfen tenciz kasdedilir. Sen hâkimin hükmüyle boşsun demesi bu kabîldendir. Bu sözü (Arapçada) bütün vecihlerde lâm ile söylerse hepsinde talâk vâki olur. Çünkü lâm ta'lil bildirir. (Arapçada) fi edatıyla söylerse Allah Teâlâ'ya izafe ettiğinde bütün vecihlerde talâk vâki olmaz. Çünkü fi edatı şart mânâsınadır. Ancak ilim kelimesinde derhal talâk vâki olur. Kudret kelimesiyle aczin zıddını niyet ederse onunla da derhal talâk vâki olur. Çünkü ilim gibi Allah Teâlâ'nın kudreti de kesin olarak mevcuddur. Bu kelimeleri kula izafe ederse ilk dördünde ve heva ve rü'yet gibi bunların mânâsındaki kelimelerde temlîk, diğerlerinde tâlik olur ki, bunlar altıdır.

İZAH

«Herhalde» yani ister tâlik veya ibtal Ebû Yusuf'un kavli olsun, ister başkasının kavli olsun fetva talâk yoktur diye verilir. Musannıfın tuttuğu yol müftabih kavlin hilâfınadır.

«Bilittifak talâk vâki olmaz.» Çünkü o zaman tâlikin sahih olduğunda şübhe yoktur.

«Bunun semeresi ilh...» Buradaki zamirin şârihin sözünde mercii yoktur. Çünkü zamir şartı geriye bırakır da sen boşsun inşaallah derse yahut şartı öne alır da cevabını fâ ile zikrederse oraya râci'dir. Bu Tarafeyn'e göre ibtal, Ebû Yusuf'a göre tâlik olur. Yukarıda arzetmiştik ki hilâfın semeresi bir kaç yerde zâhir olur. Onlardan biri metindeki meseledir. Yani şartı öne alır, cevabında da fâ zikretmezse meselesidir. Nitekim izah etmiştik. Biri de bu meseledir. Bunun beyanı Hâniyye'deki ifadedir: Orada şöyle denilmiştir: "Koca senin talâkına yemin edersem sen boşsun der de sonra kadına sen boşsun inşaallah cümlesini söylerse EbûYusuf'un kavline göre karısı boş olur. İmam Muhammed'in kavline göre boş olmaz. Çünkü Ebû Yusuf'un kavline göre sen boşsun inşaallah sözü şart ve ceza bulunduğu için yemindir. İmam Muhammed'in kavline göre yemin değildir." Yani ona göre bu söz ibtal içindir. Fetvanın buna göre olduğunu arzetmiştik. Bu söylediklerimizden anlaşılır ki. "onu söylerse" cümlesindeki zamir şartı geriye bıraktığı zamana râci'dir. Sen boşsun inşaallah demiştir yahut öne alıp rabt fâ'sı getirdiğine göredir.

Râfii diyor ki: Bilâkis zamirin mercii vardır. O da birinci ihtimale göre hilâftır. İkinci ihtimale göre cümleden anlaşılan mânâdır. Halbuki Ebu Yusuf tâlik olur desede bunda yine ibtâl olduğunu kabul etmektedir. Şârihin ta'lil yaparken: "İbtâl eden kısmı icaba bitişdiği için ilh..." demesi buna delildir.

«Rizasiyle...» Riza failine itiraz etmemektir. Velevki onunla birlikte sevgi olmasın. T.

«Çünkü bâ ilsak içindir.» Yani bu edatın hakiki mânâsı yapıştırmaktır. Şu halde bu dört kelimeden birine talâkın vukuu yapışır. Ama bunlar gaibtir, bilinmezler. Onun için kadın şübheyle boş düşmez. T.

«Meclise münhasır kalır.» Yani öğrendiği meclise münhasır kalır. O mecliste dilerse kadın boş düşer, dilemezse emir elinden çıkar. «Nitekim geçmişti.» Yani meşiet faslında geçmişti. H.

«Örfen tenciz kasdedllir.» Binaenaleyh ben tâliki kasdetmiştim şeklindeki iddiası tasdik olunmaz. Fakat zâhire göre diyâneten tasdik olunur.

«Bu sözü» yani bu on sözden birini demektir.

«Çünkü lâm ta'lil bildirir.» Yani talâk îkâ'ının illetini bildirir. Meselâ sen şu haneye girdiğin için boşsun der. Fetih. Talâk îkâ'ı ise illetinin bulunmasına bağlı değildir. Nitekim geçmişti. Binaenaleyh "Dilemek ve benzerleri bilinen şeyler değildir. Allah Teâlâ'nın talâkı sevmesi de yoktur." şeklinde bir itiraz vârid olamaz.

«Çünkü fi edatı şart mânâsınadır.» Binaenaleyh bilinemeyen bir şeye tâlik olur. Deniliyor ki: "Şart mânâsınadır sözünde onun hâlis şart olmadığına işaret vardır. Hâlis şart olsa talâk ondan sonra olurdu. Halbuki birlikte olmaktadır." Bu sözün semeresi şurada görülür: Bir adam ecnebî bir kadına sen nikâhında boşsun der de o kadınla evlenirse kadın boş olmaz. Nasılki nikâhınla birlikte dese boş olmazdı. Ama seninle evlenirsem demesi bunun hilâfınadır. Telvîh. Çünkü talâk ancak nikâhtan sonra olur.

«Derhal talâk vâki olur.» Çünkü bunu hiç bir halde Allah Teâlâ'dan nefy etmek sahih değildir. O olmuşu da bilir, olacağı da. Binaenaleyh bu söz mevcud bir şeye tâlik olur, îkâ' sayılır. Zeylaî.

«Aczin zıddını niyet ederse» yani kelimenin hakikatini niyet ederse demek istiyor. Çünkükudret aczin zıddı olan bir sıfattır. Binaenaleyh mevcud bir şeye tâlik olur. Ama bu kelimeyle takdir mânâsını niyet ederse talâk vâki olmaz. Çünkü Allah Teâlâ bir şeyi takdir eder, bazen etmez.

«Rü'yet...» Ekseriyetle gözle görmek mânâsına kullanılan bir masdardır. Kalb gözüyle görmenin masdarı rey, uyku gözüyle görmenin masdarı da rüyadır. Bunların her biri diğerinin mânâsında kullanılır. Burada da bu kabîldendir. Çünkü kadının talâkını görmek gözle değil kalble olur.

METİN

Sonra bu on kelime ya Allah'a izafe edilir yahut kula. Böylece yirmi olur. Bunlar da ya bâ yahut lâm veya fi edatlarıyla zikredilir ve altmış olurlar. Bezzâziye'de: "Bir kimse talâkı yazar da yazıyı istisna ederse sahih olur." denilmiştir. İmâdiyye'den naklen yukarıda geçtiğine göre bunların mecmuu 180 olur. "Allah nasıl dilerse sen öyle boşsun." sözü ile kadın ric'î talâkla boş olur. Sen üç defa boşsun yalnız biri müstesna sözüyle iki talâk: üç defa boşsun ikisi müstesna sözüyle bir talâk; üç defa boşsun üçü müstesna sözüyle üç talâk vâki olur.

İZAH

«Bunlar da ya bâ ilh...» Şârih (in) edatını taksimden düşürmüştür. Nitekim musannıf da onun hakkında söylenecek sözlerin bakiyyesini terketmiştir. İn'in hükmü kısaca şudur: Bu kelime diğer on kelimenin içinde Allah Teâlâ'ya izafe edilirse ya ibtal yahut tâlik içindir. Kula izafe edilirse temlîktir. Bahır sahibi diyor ki: "Hâsılı in edatını zikrederse hiç birinde talâk vâki olmaz." Yani Allah'a izafe edilirse demek istiyor. Şu halde kısımlar seksen olur. H.

Ben derim ki: musannıfın da başkaları gibi zikrettiğine göre ilk dört kelime temlîk içindir. Bunu bâ ve fi edatlarıyla birlikte zikretmişse de lâkin onlar şart mânâsına gelir. Şart edatlarının aslı in'dir. Binaenaleyh geriye kalan altı kelime asla temlîk için olamaz. Sonra gördüm ki Zeylaî bunu açıklamış ve şöyle demiştir: "Hâsılı bu lâfızlar ondur. Dördü temlîk ifade eder. Onlar da meşiet kelimesiyle arkadaşlarıdır. Altısı temlîk için değildir. Onlar da emir ve arkadaşlarıdır." Bu izaha göre bu kelimeler şart edatı olan in ile kula izafe edilirlerse ilk dördü temlîk ifade eder ve meclise bağlı kalır. Kalan altısı tâlik içindir. Meclise bağlı kalmaz.

Demek oluyor ki Bahır sahibinin: "Hiç birinde talâk vâki olmaz." sözü Allah Teâlâ'ya izafe edilirse asla vâki olmaz. Kula izafe edilirse derhal vâki olmaz mânâsınadır. Anla! Lâkin Bahır sahibine Tahtâvî'nin dediği gibi şu itiraz vârid olur: Bu musannıfın: "İlim Allah Teâlâ'ya izafe edilirse" sözüne aykırıdır. Çünkü burada talâk vâki olur. Musannıf bunun illetini gösterirken: "Bu mevcud bir şeye tâlik yapmaktır. Binaenaleyh tenciz olur." demiştir.

«İmâdiyye'den naklen yukarıda geçtiğine göre» yani "Talâk kelimesini söyler de ona bitişik olarak istisnayı yazarsa yahut bunun aksini yaparsa veya istisnayı yazdıktan sonra silersetalâk vâki olmaz." diye geçmişti.

«Bunların mecmuu 180 olur.» Bu hesap yanlıştır. Doğrusu 240 olur. Çünkü Bezzâziye'de zikredilen bir surettir. O da talâk ve istisnayı beraberce yazmaktır. İmâdiyye'deki de üç surettir. Altmışı dörtle çarparsak 240 eder. Hatta bundan da ziyadedir. Şöyle ki: Bu on kelime ya Allah Teâla'ya ya dilediği bilinen kuluna yahut dilediği bilinmeyen bir şeye izafe olunur. Bunların üçüne birden veya ikisine izafe edildiği de olur. Şu halde yedi suret meydana gelir. Yediyi onla çarpınca yetmiş olur. Bunların her birinde in, bâ, lâm veya fi edatlarından biri kullanılır ki, böylece yetmiş adedi dört ile çarpılınca ikiyüz seksene bâliğ olur. Bunların her birinde talâk ve istisnayı veya mânâsını söyler yahut ikisini de yazar yahut yazdıktan sonra ikisini de siler veya talâkı yahut istisnayı siler. Yahut talâkı söyler ötekini yazar veya bunun aksini yapar, yahut bütün yazdıklarını siler. Böylece suretlerin sayısı olan 280 sekizle çarpılınca 2240 eder.

«Kadın ric'î talâkla boş olur.» Çünkü Allah Teâlâ'nın meşietine izafe edilen talâkın hal ve keyfiyyetidir. Yani bir mi, fazla mı, ric'î mi, bâin mi olacağıdır. Aslı değildir. Binaenaleyh en azı vâki olur. Çünkü kesin olarak bilinen odur. O da bir talâk-ı ric'îdir.

«Sen üç defa boşsun yalnız biri müstesna...» ifadesiyle musannıf ta'tilî istisnadan sonra tahsîli istisnaya başlıyor. Nitekim Kuhistânî zikretmiştir. Bahır'da şöyle denilmektedir: "İstisna iki nev'îdir. Biri örfî olup yukarıda geçen dilemeye tâlik meselesidir. Biri de vaz'îdir. Burada murad odur. Vaz'î istisna: Arapçada illâ ve arkadaşları olan diğer istisna edatlarından biriyle illâdan sonra zikredilen kısmın cümlenin başından murad olmadığını beyandır. Bu beş şeyle bâtıl olur. Bunlar: Kasden susmak, müstesna minhe ziyade etmek, ona müsavî olmak, bir talâkın bazı kısımlarını istisno etmek ve bir kısmı ibtal etmektir.

Meselâ sen iki talâk boşsun iki daha boşsun ancak üç müstesna sözü böyledir. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Demek istiyor ki iki tane ikinin birinden üçü çıkarmak hükümsüzdür. Fetih'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: "Sen üç talâk boşsun ve üç daha ancak dördü müstesna derse İmam-ı A'zam'a göre üç talâk boş olur. Çünkü ve üç daha sözü fâsıladır, hükümsüzdür. İmameyn'e göre ise iki talâk vâki olur. Bu adam sen altı talâk boşsun ancak dördü müstesna demiş gibidir. "Sen üç defa boşsun yalnız biri veya ikisi müstesna" derse sözünü açıklaması istenir. Açıklamadan ölürse kadın bir talâk boş olur. Sahih olan budur. Bir rivâyete göre iki talâk boştur."

«Üç defa boşsun ikisi müstesna sözüyle bir talâk» vâki olur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre böyle demesi sahih değildir. Lisan ulemasından bir taifenin kavilleri de budur. İmam Ahmed de buna kâildir. Tahkîkı Fetih'dedir.

 

VAZ' İSTİSNANIN HÜKÜMLERİ

 

METİN

Çünkü istisna cümle başıyla veya ona müsavî olursa sözün hepsini istisna etmek bâtıl olur. Bunlardan başkasiyle ise meselâ bütün kadınlarım boş olsunlar; yalnız, şunlar müstesna! Yahut yalnız Zeyneb, Amra ve Hind müstesna derse; yahut, bütün kölelerim hür olsunlar! Yalnız şunlar müstesna yahut yalnız Gânim, Sâlim ve Râşid müstesna der de bütün köleleri bunlardan ibaret olursa istisna sahihtir. Nitekim ikrar bahsinde gelecektir. Müstesnanın bütün sözün hepsi veya bir kısmı olması muteberdir. Yoksa sahih olduğuna hükmedilen kısmın yani üçün cümlesinden olması muteber değildir. Binaenaleyh sen on talâk boşsun dokuzu müstesna sözüyle bir talâk vâki olur. Sekizi müstesna derse iki, yedisi müstesna derse üç talâk meydana gelir. İstisna her ne zaman (ve) edatı kullanılmaksızın müteaddit yapılırsa müstesnalardan her biri kendinden sonra gelenden ıskat olur. Binaenaleyh sen on talâk boşsun yalnız dokuzu müstesna, yalnız sekizi müstesna, yalnız yedisi müstesna sözleriyle iki talâk meydana gelir. "Onun bende on dirhem alacağı var yalnız dokuzu, yalnız sekizi, yalnız yedisi, yalnız altısı, yalnız beşi, yalnız dördü, yalnız üçü, yalnız ikisi, yalnız biri müstesna" sözleriyle beş dirhem ödemesi lâzım gelir. Bu şöyle izah edilir: Birinci sayıyı sağ eline alırsın, ikinciyi sol eline, üçüncüyü sağ eline, dördüncüyü sol eline alır, böylece devam edersin. Sonra sol elindekini sağ elindekinden düşersin. Ne kalırsa vâki olan odur.

İZAH

«Sözün hepsini istisna etmek bâtıl olur.» Bu söz o istisnadan sonra sözün başını düzelten bir istisna bulunmamakla kayıdlıdır. Bulunursa istisna sahih olur. Buna şu mesele teferru eder: "Sen üç defâ boşsun yalnız üçü müstesna, yalnız biri müstesna." derse bir talâk vâki olur. "Yalnız ikisi müstesna, yalnız biri müstesna" derse iki talâk olur. Nehir. Bu, istisnanın müteaddit olmasındandır. İzahı ileride gelecektir. Bütün sözü istisna etmenin bâtıl olması istisnadan sonra söyleyecek bir şey kalmadığı içindir. Halbuki istisna onu yaptıktan sonra kalanı söylemek için vaz' edilmiştir. Yoksa bazılarının dediği gibi karar kıldıktan sonra dönmek için değildir. Aksi takdirde dönmeyi kabul eden şeyde istisna sahih olurdu. Meselâ "Filancaya malımın üçte birini vasiyyet ettim, yalnız malımın üçte biri müstesna." sözünde istisna sahih olurdu. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.

«Çünkü istisna cümle başıyla olursa...» Nitekim metinde verilen misâl böyledir. "Bütün kadınlarım boş olsunlar, ancak kadınlarım müstesna.", "Bütün kölelerim hür olsunlar, yalnız kölelerim müstesna..." sözleri de böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. H. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kadınlarımdan biri ve ikisi boş olsun, yalnız ikisi müstesna." yahut "İkisi ve biri boş olsun, yalnız ikisi müstesna." derse üç talâk vâki olur. Kezâ "ikisi ve biri boş olsun yalnız biri müstesna." derse üç talâk vâki olur. Çünkü ilk ikisinde ikiyi ikiden çıkarmıştıryahut ikiyi birden çıkarmıştır. Üçüncüde ise biri birden çıkarmış olur. Onun için de istisna sahih olmaz. "Birisi ve ikisi boş olsun, ancak biri müstesna." demesi bunun hilâfınadır. Burada iki kadın boş olur. Çünkü biri ikiden çıkarmak sahihtir. Kaide şudur: İstisna ancak kendinden sonra gelene sarfedilir. İstisnadan sonra birkaç cümle gelirse istisna son cümlenin kaydı olur.

«Veya ona müsavî olursa..» Meselâ: Sen üç defa boşsun yalnız biri ve biri ve biri müstesna derse istisna edilen sözün başında söylenene müsavî olur. "Sen üç defa boşsun, yalnız ikisi ve biri müstesna." sözü ile üç karısı olan bir adamın: "Siz hepiniz boşsunuz, yalnız Zeyneb, Amra ve Hind müstesna." demesi ve üç kölesi olan birinin kölelerine: "Siz hepiniz hürsünüz, yalnız Sâlim, Gânim ve Râşid müstesna." demesi de böyledir. H.

«İstisna sahihtir.» Kezâ "Benim her karım boş olsun, yalnız şu müstesna," der de ondan başka karısı bulunmazsa bu istisna sahih olur, kadın boş düşmez. Çünkü vücuda müsovî olmak vaz' itibarı ile umumi ise istisnanın sıhhatine mâni değildir. Bu bir sîga tasarrufudur. Bahır. Yani burada müstesna minhîn sîgasına bakılır. Şayet vaz' itibariyle müstesnaya ve başkalarına şâmil ise istisna sahih olur. Zira vaz' îtibariyle her kadın bu kadına ve başkasına şâmildir. Kezâ kadınlarım sözü adlarını söyledikleri ile başkalarına şâmildir. Sizler demişse iş değişir. Çünkü bu söz adlarını söylediği muhatab kadınlardan başkasına şâmil değildir. Aslı itibari ile umumu olmayan da bunun hilâfınadır. Fetih'deki şu ifade bu kabîldendir: "Bir kimse biri boş, biri daha boş, biri daha boş, yalnız üçü müstesna derse istisna bilittifak bâtıl olur. Çünkü ortada içinden çıkarmak sahih olacak müteaddid bir şey yoktur." Bahır'ın şu ifadesi de bu kabîldendir: "Cima'da bulunduğu karısına: Sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun yalnız biri müstesna derse üç talâk vâki olur. Kezâ: Sen bir talâk boşsun, bir daha ve bir daha yalnız biri müstesna derse yine üç talâk vâki olur. Çünkü bu adam ayrı ayrı kelimeler zikretmiştir. Bunlar istisnanın sahih olması hakkında bir cümle sayılırlar. Kezâ: Şu kadın boş olsun, şu da, şu da; yalnız şu müstesna derse hüküm yine böyledir. Ama sizler boşsunuz, yalnız şu müstesna derse istisna sahih olur."

«Bir talâk vâki olur.» Eğer ondan çıkarılması sahih olduğuna hükmedilen üç muteber olsaydı üçten dokuzu istisna lâzım gelirdi. Bu da hükümsüz kalarak üç talâk vâki olurdu.

«Ve edatı kullanılmaksızın müteaddit yapılırsa müstesnalardan her biri kendinden sonra gelenden ıskat olur.» Ve edatı kullanılarak yapılırsa hepsi cümlenin başından ıskat olur. Meselâ: Sen on talâk boşsun yalnız beşi ve üçü ve biri müstesna derse bir talâk vâki olur. H.

«İki talâk meydana gelir.» Bu şöyle olur: Yediyi sekizden düşürürsün bir kalır, bu biri dokuzdan düşürürsün sekiz kalır, sekizi de ondan düşürürsün iki kalır.

«Bu şöyle izah edilir..» Tek sayıları yani bir, üç, beş, yedi ve dokuz sağ eline alırsın. Bunlarınhepsi yirmibeş eder. Çift sayıları da sol elinle sayarsın. Bunlar iki, dört, altı, sekiz olup mecmuu yirmi eder. Bunları sağ elindeki yirmibeşden çıkarınca beş kalır.

Ben derim ki: Bunun başka bir yolu daha vardır. O da tekleri çıkarmak, çiftleri koymaktır. Her teki ondan önceki çiftten çıkarırsın. Şöyle olur: Dokuzu ondan çıkarırsın bir kalır. Bunu sekize katarsın dokuz olur. Bundan yediyi çıkarırsın iki kalır. Bunu altıya katarsın sekiz olur. Ondan beşi çıkarırsın üç kalır. Bunu dörde katarsın yedi olur. Ondan üçü çıkarırsın dört kalır. Bunu ikiye katarsın altı olur. Ondan biri çıkarırsın beş kalır.

Üçüncü bir yolu da yukarıda geçtiği gibi her birini öncekinden çıkarmakla olur. Biri ikiden çıkarırsın bir kalır. Onu üçten çıkarırsın iki kalır. Bunları dörtten çıkarırsın yine iki kalır. Bunları beşten çıkarırsın üç kalır. Bunu altıdan çıkarırsın yine üç kalır. Bunu yediden çıkarırsın dört kalır. Bunu sekizden çıkarırsın yine dört kalır. Dokuzdan çıkarırsın beş kalır. Bunu ondan çıkarırsın beş kalır.

METİN

Bir boşamanın bir kısmını çıkarmak hükümsüzdür. Bir boşamanın bir kısmını îkâ' ise bunun hilâfınadır. Bir adam: Sen üç talâk boşsun, yalnız bir talâkın yarısı müstesna derse muhtar kavle göre üç talâk vâki olur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre iki talâk vâki olur. Fetih. Sirâciy- ye'de şöyle denilmiştir: "Sen boşsun ancak biri müstesna derse iki talâk vâki olur." Bu adam her halde mukadder olan üçten istisna yapmıştır. Bir kadın üç talâk ister de kocası sen elli talâk boşsun der, bunun üzerine kadın bana üç yeter derse kocası: Üçü sana kalanları ortaklarına olsun der ve adamın bundan başka üç karısı bulunursa, muhatab olan kadın üç defa boş olur. Diğerleri aslâ boş olmazlar. Muhtar olan kavil budur. Çün-kü diğer kadınlar hükümsüz kalmıştır. Onlara talâkı sarfetmekle hiç bir şey vâki olmaz.

FER'Î MESELELER: -Fethü'l-Kadir'in yeminler bahsinde şöyle de-nilmektedir: "Talâkta malûmdur ki bir adam karısına: Şu haneye girersen sen boşsun, şu haneye girersen sen boşsun, şu haneye girersen sen boş-sun derse üç talâk vâki olur." Bunu orada musannıf da ikrar etmişti.

Bir adam: Ben bu beldede oturursam karım boş olsun der de derhal oradan çıkar ve karısına hul' yaparsa, sonra iddeti bitmeden o beldede oturduğu takdirde karısı boş düşmez. Ama: O halde sen boşsun demişse bunun hilâfınadır.

Seninle evlenirsem ve seninle evlenirsem sen şöyle ol derse o kadınla iki defa evlenmedikçe hiç bir şey vâki olmaz. Ceza cümlesini evvel söylerse bunun hilâfınadır.

İZAH

«İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre iki talâk vâki olur.» Çünkü talâk îkâ'ı hususunda bir talâk parçalanmayı kabul etmez. İstisnada da öy-ledir. Bu adam yalnız biri müstesna demişgibidir. Cevap şudur: îkâ'ın parçalanmayı kabul etmemesi onu yapanda bulunan bir mânâdan dolayıdır. İstisnada bu yoktur. Binaenaleyh parçalanmayı kabul eder ve bu adamın sözü ikibuçuk talâktan ibaret olur ve kadın üç defa boş düşer. Fe-tih'de böyle denilmiştir. Meselenin hâsılı şudur: Bir talâkın yarısını yap-mak şer'an tasavvur edilemez. Onun için bütününü yapmış olur. Yarısını istisna etmek bunun hilâfınadır. Çünkü mümkündür. Ancak hükümsüzdür. Zira kalan yarısı ile bir talâk vâki olur.

Ben derim ki: Savaba en yakın cevap şudur: Bu adam bütün hükmündeki yarıyı çıkarıp yine böyle bir yarıyı bırakınca bıraktığı ile aleyhine bir talâk vâki olduğuna hükmederiz. Onu çıkarması sahih değildir. Çünkü sahih olsa bir hükmî talâkı bir hükmî talâktan çıkarmak lâzım gelir. Bu ise hükümsüzdür.

«Bu adam her halde mukadder olan üçten istisna yapmıştır.» Ben de-

rim ki: Bunun vechi şudur: Boşsun sözünün ikiye ihtimali yoktur. Çünkü iki sırf adeddir. Bu söz ya hakikî ferde, yahut cinse yani üçe ihtimallidir. Hakikî ferd burada sahih değildir. Çünkü istisnanın hükümsüz kalmasını gerektirir. Binaenaleyh cins için teayyün eder.

«Üç talâk vâki olur.» Yani o haneye bir girmekle üç talâk vâki olur. Nitekim Fethü'l-Kadir'in ibâresi de buna delâlet etmektedir. Orada şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Vallahi sana yaklaşmam der, sonra yine vallahi sana yaklaşmam der de kadına bir defa yaklaşırsa iki keffâret ver-mesi lâzım gelir." Zâhire bakılırsa bu sözle te'kidi niyet ettiği takdirde diyâneten tasdik olunur. H.

Ben derim ki: Meselenin tasviri her şart için ceza zikrettiğine göredir. Yalnız bir ceza ile iktifa ederse Bezzâziye'de: "Şu haneye girersen, şu haneye girersen kölem hür olsun." denilmiştir ki, bunların ikisi de birdir. Kıyasa bakılırsa o haneye iki defa girmedikçe yemin bozulmamalıdır. İstihsana göre ise bir defa girmekle bozulur. Geri kalan söz tekrar ve iade sayılır. Bezzâziye sahibi bundan sonra bir işkâl ile o işkâlin cevabını zik-retmiştir. İbâresinin tamamı Bahır'dadır. Bezzâziye sahibinin: "Onların ikisi de birdir." sözünden muradı iki yerde bahsettiği haneler birdir demektir. iki haneye işaret ederek söylemesi bunun hilâfınadır. O zaman mutlaka ikisine de girmesi lâzım gelir.

«Karısı boş düşmez.» Bu söz zayıf bir kavle mebnîdir. Nitekim biz bunu musannıfın: "Milkin elden gitmesi yemini ibtal etmez." dediği yerde tahkîk etmiştik.

«Ceza cümlesini evvel söylerse bunun hilâfınadır.» Bazı nüshalarda böyle denilmiş, bazılarında ise: "Ceza cümlesini geriye bırakmaması bunun hilâfınadır." ifadesi kullanılmıştır. Bunların ikisi de doğrudur. Bazı nüshalarda da: "Ceza cümlesini geriye bırakması bunun hilâfınadır." denilmiştir ki, Halebî bunun yanlış olduğunu söylemiş: "Doğrusu ceza cümlesini önce söylerse olacaktır." demiştir. Bununla beraber orta yerdesöylemiş olsa hükmün ne olacağından bahsetmemiştir. Nehir sahibi diyor ki:"Muhit'te şu ifade vardır: Bir adam seninle evlenirsem ve seninle evlenirsem sen boşsun derse o kadınla iki defa evlenmedikçe talâk vâki olmaz. Ceza cümlesini önce söylemesi veya ortaya alması bunun hilâfınadır." Nehir sahibinin sözü burada biter.

Fetâvâ'yı-Hindiyye de ise tafsilâta gidilerek şöyle denilmiştir: "Sözünü atıf harfiyle tekrarlayarak seninle evlenirsem ve seninle evlenirsem derse yahut seninle evlenirsem veya seninle evlendiğim vakit yahut seninle ne zaman evlenirsem derse o kadınla iki defa evlenmedikçe talâk vâki olmaz. Talâkı önce söyler de sen boşsun seninle evlenirsem ve seninle evlenirsem derse bu bir evlenmeye sarfedilir. Seninle evlenirsem sen boşsun seninle evlenirsem derse her evlendiğinde kadın boş düşer."

METİN

Senden dört ay kaybolursam emrin elinde olsun der de sonra o kadını boşarsa kadın iddetini bekleyerek başka kocaya vardığı sonra ilk kocasına döndüğü takdirde kocası dört ay kaybolursa kadın kendisini boşayabilir. Hul' yaparsa boşayamaz. Çünkü o tencîzdir. Birincisi ise tâliktir.

Bir adam karısını cima'a dâvet eder de kadın razı olmazsa adam ne zaman olacak dediğinde kadın yarın cevabını verirse, bunun üzerine adam bu muradımı yarın yapmazsan sen şöyle ol der; sonra ikisi de bunu unu-turlarsa yarın geçtikten sonra talâk vâki olmaz.

Bir adam karısına yaklaşmayacağına yemin eder de arka üstü yatar-sa, sonra kadın gelerek cima'da bulunduğu takdirde erkek uyanıksa ye-mini bozulur. Seni cima'a doyurmazsam diye yemin ederse kadının menî-sinin inmesine yorumlanır. Seninle bin defa cima' etmezsem şöyle olsun derse mubalegaya yorumlanır, adede yorumlanmaz. Seni çiğnersem diye yemin ederse fercine cima' etmeye yorumlanır. Ayağı ile çiğnemeyi niyet ederse yine yemini bozulur.

Bir adamın biri cünüb, biri hayızlı ve diğeri nifas üç karısı olur da: Sizin en pis olanınız boştur derse nifaslı kadın boş olur. Sizin en çirkininiz boş olsun derse hayızlıya yorumlanır.

Bir adam birine benim sana ihtiyacım var der de o adam: Senin hâce-tini görmezsem karım boş olsun cevabını verirse, adam benim hâcetim senin karını boşamandır dediği takdirde onu tasdik etmeyebilir. Bir adam arkadaşlarına sizi bu akşam evime götürmezsem karım şöyle olsun der de onları yolun bir yerine kadar götürdükten sonra gece bekçileri yakalayarak hapsederse yemini bozulmaz.

İZAH

«Senden dört ay kaybolursam ilh...» Ben derim ki: Bu meseleyi Ba-hır sahibi Kenz'in: "Yeminden sonra milkin elden gitmesi onu bozmaz." dediği yerde zikretmiştir. Kınye'dekiibâresi şöyledir: "Bir adam karısına:

Emrin elinde olsun der de sonra kadın o adamla hul' yaparak ayrılırsa, sonra tekrar evlendiğinde kadının emri elinde olup olmayacağı hususunda iki rivâyet vardır. Sahih olana göre emri elinde değildir. Kansına senden dört ay kaybolursam emrin elinde olsun der de sonra onu boşarsa kadın iddetini bitirerek başka kocaya vardığı sonra ilk kocasına döndüğü takdirde, kocası dört ay kaybolursa kadın kendini boşayabilir. Bu iki meselenin arasındaki fark şudur: Birincisi muhayyerliği tencîzdir. Binaenaleyh milkin elden gitmesiyle bâtıl olur. ikincisi ise muhayyerliği tâliktir. Bu yemindir, bâtıl olmaz." Bahır sahibinin sözü burada sona erer. Bundan anlarsın ki, şârihin sözünde mânâyı bozacak derecede kısalık vardır. Hâsılı muhayyer bırakmak müneccez olursa tâlâkla bâtıl olur. Muallâk olursa bunun hilâfınadır. Fûsul-ü İmâdiyye sahibi böylece ulemanın sözlerinin arasını bulmuştur. Nitekim meşiet faslından az önce arzetmiştik.

«Talâk vâki olmaz.» Çünkü yeminin bozulmasının şartı kadından yarın cima'ı istemesi, onun da mâni olmasıdır. Halbuki bu adam istememiştir. Bahır. Bu ifadenin benzeri Müntekâ'dan naklen Tatarhâniyye'dedir.

Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: Unutmanın burada tesiri yoktur. Lâkin yeminler bahsinde göreceğiz ki şârih bunu: "Yemin mün'akid olduktan sonra bâki kalması için yeminde durma imkânı şarttır. Ebû Yusuf buna muhâliftir." diye ta'lil etmiştir. Bunun söz götürdüğü gizli değildir. Çünkü hatırlamak suretiyle yeminde durma imkânı muhakkaktır. Şu da var ki bu suretin başkasında da unutmak yeminin bozulmaması için özür olmak lâzım gelir. Bu ise nakledilenin hilâfınadır.

«Erkek uyanıksa yemini bozulur.» Çünkü buna erkek cima' etti adı verilebilir. Teâlâ Hazretleri: "Tarlanıza nereden isterseniz oradan gelin." buyurmuştur.

«Kadının menîsinin inmesine yorumlanır.» Yani onunla menîsini indi-rinceye kadar cima'da bulunmaya yemin etmiş olur. Çünkü kadını doyurmaktan murad menîsini indirerek şehvetini kırmaktır.

«Adede yorumlanmaz.» Bu hususta bir takdir yoktur. Yetmiş desek çoktur. Hâniyye. Zâhire bakılırsa bu sözün yeri aded niyet etmediği zamandır. Adedi niyet ederse niyeti amel eder. Çünkü kendisine şiddet ve zorluk çıkarmıştır. T.

«Ayağı ile çiğnemeyi niyet ederse yine yemini bozulur.» Yani cima'la bozulduğu gibi çiğnemekle de yemini bozulur. Hatıra gelen mânâyı kasdetmedim demesi sahih değildir. Niyetine göre muâhaze olunur. Çünkü kendisine zorluk çıkarmıştır. Hangisini yaparsa onunla yemini bozulur. Acaba her ikisini de yaparsa iki defa yemini bozulur mu? Zâhire bakılırsa evet bozulur. Ama diyâneten ancak niyetine göre yemininin bozulması gerekir. Tahtâvî diyor ki: "Bu adam kadından ve kadın zamirinden bahsetmeden sadece çiğnersem dese ayakla çiğnemek mânâsına alınır. Lügat ve örf budur. Bunda ulemamızın ittifakı vardır. Bunun yeri ise cima'ı niyet etmediği zamandır. Aksi takdirde görünüre göre niyeti amel eder.

«Bir adamın biri cünüb ilh...» Bu meselenin bu bâbla münasebeti yoktur. Çünkü burada tâlik yoktur.

«Nifaslı kadın boş olur.» demesinin vechi her halde şu olsa gerekir:

Bazen sarımsakta soğan kokusu gibi hoş görülmeyen şeylere pis denilir. Nifas kanı da uzun zaman devam ettiği için fena kokar.

«Hayızlıya yorumlanır.» Bunun vechi hayızlığının nass-ı Kur'an'la yasak edilmesi olsa gerektir. Yahut çokluğu vakitlerinin fazlalığıdır.

«Onu tasdik etmeyebilir.» Karısını da boşamaz. Çünkü bu sözün doğru ve yalan olmaya ihtimali vardır. Binaenaleyh başkası aleyhine tasdik edilemez. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Yemini bozulmaz.» Bu söz yakında gelecek olan: "Yeminin bozulma şartı yokluğa aidse, âciz de kalırsa yemini bozulur." sözüne aykırıdır. Bu sözün aslı Bahır sahibine aiddir.

Ben derim ki: İşkâl yoktur. Çünkü bu adam için gitti demek doğrudur. Yemininden dönmüş olmaması sözünde durması mevcud olduğu içindir. Buna yeminler bahsinde kitabımızın metninde gelecek olan: "Çıkmayacağına yahut Mekke'ye gitmeyeceğine yemin eder de Mekke'yi kasdederek çıkar sonra dönerse, şehrinin evlerini Mekke'ye gitmek kasdıyla geçtiğinde yemini bozulmaz." ifadesi de şâhiddir. Çünkü burada yeminin bozulmaması üzerine yemin edilen şey bulunduğu içindir. T.

Ben derim ki: Hâniyye'de zikredildiğine göre bekçi meselesinde yeminin bozulmaması Ebû Hanife ile İmam Muhammed'in kavline göre: Bugün bu tasdaki suyu mutlaka içeceğim diye yemin edip de gün geçmeden dökerse meselesi hakkındadır ki, onlara göre yemini bozulmaz. Zahîre'de bu meselede hilâf olduğu bildirilmektedir.

METİN

Şu haneden çıkarsan şöyle olsun ancak benim iznimle çıkman müstesna! der de kadın o hanenin yanması sebebiyle çıkarsa yemini bozulmaz. Bir kimse bu haneye dönmeyeceğine yemin eder de sonra unuttuğu bir şey için dönerse yemini bozulmaz. Bir kimse evinde oturanı bugün mutlaka çıkaracağına yemin eder, oturan da zâlim olursa, çıkarması mümkün olmadığı takdirde yemin dille söylemeye sarfedilir.

İZAH

«Yanması sebebiyle çıkarsa yemini bozulmaz.» Su basması sebebiyle çıkması da öyledir. Çünkü şart yangın ve su baskını olmaksızın izinsiz çıkmasıdır. Bahır. Yani örfen bu muraddeğildir, binaenaleyh yemine girmez demek istiyor. Kezâ nikâhın devamı ile de kayıdlıdır. Nitekim yeminler bahsinde gelecektir. Fetih sahibi bu meseleyi orada: "İzin ancak mâni olabilecek kimseye mahsustur. Sultan gibi ki, bir insandan şehirdeki her yaramazın yaptığını haber vereceğine yemin alırsa bu yemin velâyetinin devamı müddetincedir." diye illetlendirmiştir. Kadını evvela talâk-ı bâinle boşar da sonra onunla evlenerek kadın izinsiz dışarı çıkarsa boş düşmez. Velevki bize göre milkin elden gitmesi yemini ibtal etmesin. Çünkü bu yemin ancak nikâhın devamı üzerine mün'akid olmuştur. Bunun bir misli de alacaklının borçlusuna bu beldeden kendi izni olmaksızın çıkmayacağına yemin ettirmesidir. Bu da borcun devam etmesiyle kayıdlıdır. Nitekim inşaallah orada gelecektir.

«Bu haneye dönmeyeceğine yemin eder de ilh...» Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam vali ile beraber şehirden çıkar da valinin izni olmadan dönmeyeceğine yemin ederse, fakat az sonra yemin edenden bir şey düşerek onu aramak için dönerse yemini bozulmaz. Çünkü bu dönüş âdet olan yeminden müstesnadır." Yani üzerine yemin edilen şey gitmekten vazgeçmek mânâsına gelen dönüştür. Avdet niyetiyle bir hâcet için dönerse üzerine yemin edilen şey tehakkuk etmez demek istiyor. Hâsılı bu mesele ile bundan önceki meselede âdetin delâletiyle yemin tahsis edilmiştir. Âdet tahsis eder. Nitekim usul-ü fıkıh kitablarında tekarrur etmiştir.

Bunun bir benzeri de Hâniyye'deki şu meseledir: "Bir adam birine bütün emir ve nehylerinde kendisine itâat edeceğine yemin ettirir de sonra karısı ile cima'da bulunmasını ona yasak ederse ortada buna delâlet edecek bir sebeb bulunmadıkça yemini bozulmaz. Çünkü halk bu yasakla âdeten o kimsenin karısıyla cima'da bulunmasını men etmek istemezler. Nasıl ki bununla yiyip içmekten de nehy murad edilmez. Yine Hâniyye'de bildirildiğine göre bir adamı karısı bir cariyeyle ilişkisi var diye itham ederse, o cariyeye dokunmayacağına yemin ettiği takdirde bu yemin ka-dının hoşlanmadığı dokunmaya sarfedilir. Kezâ bu adam "Elimi cariyemin üzerine koyarsam hür olsun." der de cariyeyi döver ve elini onun üzerine koyarsa -yemini karısı için yahut dövmekten başkaca elini koymak istediğini gösteren bir şey için olursa- yemini bozulmaz.

Ben derim ki: Bunun bir misli de bazı Hanbelî muhakkıkların söylediği şu ifadede görülür: Bir adam karısına: Bana bir söz söylersen ben de sana onun mislini söylemezsem sen boş ol der de kadın; Sen boşsun derse, kocası bunun mislini söylemediği takdirde kadın boş düşmez. Çünkü kocasının sözü sitem, dûa ve benzeri bir şeyle tahsis edilmiştir. Zira kocasının muradı: Karısı bana bir elbise satın al dese onun mislini söylemek değildir. Bilâkis yeminine sebeb olan sözü murad eder.

«Yemin dille söylemeye sarfedilir.» Kınye'de ve Zâhidî'nin Hâvî'sinde Veberî'ye nisbetleböyle denilmiştir. Bu herhalde yemin eden şahıs yemin ederken o kimseyi bilfiil çıkaramayacağını bildiğine hamledilir ve yemini evimden çık diye söylemesine sarfedilir. Vakitle sınırlı yemine yorumlanırsa meselâ: Ben bu tasdaki suyu bugün mutlaka içeceğim diye yemin eder de tasda su bulunmazsa, çık demese bile günün geçmesiyle yeminin bozulmaması gerekir. Galiba bunu yorumlamaması acz karinesiyle mezkûr yemini hakikatten telaffuza sarfetmek mümkün olduğu içindir. Nasıl ki filancayı bu hanede oturtmayacağına yemin ederse ulema: "O hane yemin edenin milki ise men etmek hem kavlen hem fi'len olur. Milki değilse yalnız kaville olur demişlerdir. Bunun bir misli de o kimseye haneyi îcâra vermesidir. Ulemanın açıkladıklarına göre o kimse evimden çık demekle yemininde durmuş olur. Vechi şudur: Ücretle tutan hanenin menfaatlerine mâliktir. Yemin eden kişi o hanede milki olmayan ecnebî gibidir.

Şârihin yeminler bahsinin sonunda zikredeceği meseleye gelince: orada: "Filanca haneme girmesin diye yemin ederse mâni olamadığı tak-dirde yemini nehye sarfedilir. Mâni olabilirse hem nehye hem men'e sar-fedilir." diyecektir ki, bu söz benim bir çok kitaplarda gördüğüm ona müsaade etmem veya onu bırakmam diye yaptığı yemin hakkındaki tafsi-lâta aykırıdır. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Filanı evime koyarsam yahut evime filan girerse veya filanın evime girmesine müsaade edersem karım boş olsun diye yemin ederse birincide yemin onun emriyle girme-sine sarfedilir. Çünkü onun emriyle girerse o koydu demek olur. İkincide yemin edenin emri olsun olmasın, bilsin veya bilmesin girmeye sarfedilir. Çünkü girmek mevcuddur. Üçüncüde yemin edenin malumatıyla girmeye sarfedilir. Çünkü yeminin bozulmasının şartı girmeyi terk etmektir. Ne zaman bilir de men etmezse terk etti demek olur." Bu ifadenin bir misli de Muhît ve diğer kitaplardan naklen Bahır'ın yeminler bahsindedir. İkinciyi girmek mevcuddur diye ta'lil etmesi yeminin başkasının fi'line mün'akid olduğu hususunda açıktır. Onun için şârih orada: "Bir kimse karısına:vallahi şu işi yapacaksın derse yemin etmiş sayılır. Muhatab o işi yapmazsa yemin bozulur ilh..." demiştir. Bundan anlaşılır ki, filanca evime girmeyecek diye yemin ederse o kimsenin girmesiyle temini bozulur. Velevki yemin eden girmesini yasaklamış olsun. Çünkü yeminin bozulma şartı mevcuddur.

«Girmesine müsaade etmem.» diye yemin etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bunda yukarda geçen tafsilât vardır. Bu tafsilât başkasının fi'line yeminde câri olsa bu adam filanca haneme girerse sen boş ol, dediği zaman onu girmekten nehy eder de yine de girerse talâk vâki olmamak gerekir. Ve vallahi bu işi yapacaksın diyerek yapmasını emreder de yapmazsa yemini bozulmaması gerekir. Ama şöyle cevap verilebilir: Şârihin yeminler bahsindeki sözünde yemini men'ine kâdir olamadığı takdirde nehye hamledilir.

Burada söylediği gibi üzerine yemin edilen şahıs zâlimdir diye yorumlanır. Şu karine ile ki, mesele yemin eden şahsın hanesi üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh onu zikredilen tafsilâta yormak mümkün değildir. Yeminler bahsinde bu mahallin daha ziyade izahı gelecektir. Burada ondan söz etmemiz bazı Eşbâh hâşiyecilerinin şârihin yeminler bahsindeki sözüne aldanarak: Filanca evime girmeyecek dediği yerde girmezse yemini bozulmaz ,diye fetva vermesidir. Avam dilinde meşhur olan budur. Mâlik olmadığı şeye yemin ederse yemini bozulmaz." derler. Ama bu söz mutlak değildir.

METİN

Filan kimseyi şu saatte getirmezsen yahut elbisemi bu saatte iade et-mezsen sen boşsun der de o fülan başka taraftan kendiliğinden gelirse ve elbiseyi kadın vermeden alırsa yemini bozulmaz. Kezâ: Bende alacağın dinarı ay başına kadar vermezsem şöyle olsun der de kadın ay başından önce kendisini ibrâ ederse yemini bâtıl olur. Şimdi tâliklarda yazdığı kalır. Kadını ne zaman başka yere naklederse veya üzerine evlenirse şöyle olsun diye yazar da, kadın da onu şu kadar borcundan ibrâ ederse yahut kalan mehrinden ibrâ ederse kadına bütün borcunu verdiğinde acaba yemin bâtıl olur mu? Zâhire göre bâtıl olmaz. Çünkü ulema ıskât beraetinin ve verdiğini dönmenin sahih olduğunu açıklamışlardır.

İZAH

«Yemini bozulmaz.» Çünkü yeminde durma imkânı yoktur. Bazıları her ikisinde yeminin bozulacağını söylemişlerdir. Bunu Tahtâvî Bahır'dan nakletmiştir.

Ben derim ki: Hâniyye'de şu ifade vardır: "Bir kimse karısına filan eşyayı yarın getirmezsen sen boşsun der de kadın o eşyayı bir insan vasıtasıyla gönderirse eşyanın yarın vâsıl olmasını niyet ederse yemini bozulmaz. Çünkü sözünün muhtemelini niyet etmiştir. Hiç bir şey niyet etmez yahut kadın bizzat götürmeyi niyet ederse yemini bozulur, eline geçmek üzere yemin ancak niyet ederse olur."

«Yemin bâtıl olur.» Çünkü kadın ibrâ ettikten sonra kocasında bir alacağı kalmamıştır, vermesi de mümkün değildir.

«Tâliklarda yazdığı kalır.» Yani karısı kendisini nakledeceğinden veya üzerine evleneceğinden korktuğu vakit kocasının kendi aleyhine yazdıkları kalır.

«Acaba yemin bâtıl olur mu?» Buradaki tevakkufun vechi şudur:Talâk iki şarta tâlik edilmiştir. Bunların biri nakil, diğeri ibrâdır. Yahut biri üzerine evlenmek, diğeri ibrâdır. Bunların biri bulundu mu diğeri de mutlaka bulunacaktır ki, o da ibrâdır. Halbuki ibrâ ettiği şeyi kadına vermiştir.

«Açıklamışlardır.» Eşbâh'ta şöyle denilmiştir: "Borcu ödedikten sonra ibrâ sahihtir. Çünkü ödemekle sâkıt olan borcun aslı değil ödenmesidir. Şu halde ıskât suretiyle ibrâ ettiktensonra borçlu verdiğini alır. İstifa suretiyle berâette ise alamaz. Berâeti mutlak yaptıysa ne hüküm verileceğinde ulema ihtilâf etmişlerdir. Bu izaha göre kadının talâkını mehrinden ibrâya tâlik etti de sonra kadına mehrim verdiyse tâlik bâtıl olmaz. Ama kadın onu ıskât suretiyle ibrâ ederse vâki olur ve verdiğini kadından alır."

Hâsılı borç borçlunun zimmetinde plan bir vasıftır. Borç misliyle ödenir. Yani alacaklısına bütün alacağını verirse kendisi için onun üzerinde alacaklısının hakkı kadar hak sâbit olur. Böylece isteme hakkı sâkıt olur. Alacaklısı kendisini ıskât suretiyle ibrâ ederse ona olan vereceği sâkıt olur. Ve ona verdiğini isteme hakkı sâbit olur. Bu suretle ödedikten sonra berâet sahih olmuş olur ve yemin bâtıl olmaz. Bilâkis vuku berâete bağlı kalır. İstifa suretiyle ibrâ etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu borcunu aldığını ikrar mânâsına gelir. Artık borçlu ondan bir şey isteyemez. Zira bununla onun zimmetindeki sâkıt olmamıştır. Mutlak söylerse bizim zamanımızda bu sözü istifaya yormak gerekir. Çünkü başkasını anlamazlar.

METİN

Bir kimse bugün şu eve girmediysem diye yemin eder de sonra gir-mediysem kölem hür olsun derse keffâret lâzım gelmez, kölesi de âzâd olmaz. Bu ya doğru söylediği için yahut yemin gâmus olduğu içindir. Allah'a verilen yeminde kazanın bir tesiri yoktur. Hatta ilk yemini köle âzâdı veya talâk için olsa her ikisinde yemini bozulur. Çünkü kazaya girer.

Kadın kocasının malından bir dirhem alarak onunla et satın alırsa ve kasap bu parayı kendi dirhemleriyle karıştırırsa, kocası bu dirhemi bugün iade etmezsen şöyle ol dediği takdirde bunun çaresi şudur: Kadın kasabın kesesini alır ve o gün geçmeden kocasına teslim eder. Aksi takdirde kocasının yemini bozulur. O dirhemi kasap da kaybederse dirhemin eritildiği veya denize düştüğü bilinmedikçe yemini bozulmaz.

Bir adam: Ben bugün bu âlemde yahut bu dünyada olmazsam şöyle olsun diye yemin ederse hapsedilir. Bir evde olmazsam diye yemin ederse o gün geçinceye kadar hapsedilir. Filanın evini yarın yıkmazsam diye yemin ederse bağlanarak bundan men edildiği ve yarın geçtiği takdirde yemini bozulur. Kezâ bu evden çıkmazsam şöyle olsun diye yemin eder de bağlanırsa yahut seni kendi evime götürmezsem diye yemin eder de kadını tutar ve kadın elinden kaçarsa yahut kadına bu gece evime gelmezsen şöyle olsun der de kadını babası men ederse muhtar kavle göre, yemini bozulur. Bu evde oturmam diye yemin eder de kapısı kilitlenirse yahut kendisini bağlarlarsa bunun hilâfına olarak muhtar kavle göre yemini bozulmaz.

Ben derim ki: İbn-i Şihne: "Asıl şudur: Her ne zaman yemini bozma şartından âciz kalırsa yokluk şartında yemini bozulur, varlık şartında bozulmaz." demiştir.

İZAH

«Bugün şu eve girmediysem...» Bazı nüshalarda böyle denilmiş, ba-zılarında: "bugün girmezsem" şeklindedir. Doğrusu birincisidir. Çünkü ikinciye göre yemin müstakbele yapıldığından mün'akid olur. Halbuki mesele geçmişe aid kurulmuştur, Çünkü ikinci yemin çelişki hâsıl etmektedir. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir: "Birbirini nakzeden bugün şu haneye girmedimse diye Allah'a yapılan yemindir ki, sonra eğer bugün girmedimse kölem hür olsun der. Burada keffâret lâzım değildir. Kölesi de âzâd olmaz. Çünkü bu adam Allah Teâlâ'ya verdiği yeminde doğru söylerse yemini bozulmaz. Keffâret de lâzım gelmez. Yalan söylerse bu yemin-i gâmustur. O da keffâreti icab etmez. Allah'a verilen yeminin kazaya (mahkeme hükmüne) bir tesiri yoktur. Binaenaleyh bu adam yemini hakkında şer'an yalanlanmış değildir. Köle âzâdı için yaptığı yeminin bozulma şartı tehakkuk etmemiştir. Bu şart haneye girmemektir. Hatta ilk yemini köle âzâdı veya talâk hakkında olsa her ikisinde yemini bozulurdu. Çünkü bunların kazaya tesiri vardır,"

«Kasap da kaybederse ilh...» Bu cümleyi Bahır sahibi gün zikrinden mutlak olarak yapılan yemin hakkında Hâniyye'den nakletmiş sonra şunları söylemiştir: "Bunun mefhumu şudur; İade etmediyse yemini bozulur. Bundan anlaşılır ki ulemanın yeminin devamı için yemininde durma imkânı şarttır, sözleri ancak vakitle mukayyed olan yemin hakkındadır. Böylesinin bulunmaması yemini ibtal eder, Mutlak olanın bulunmaması ise yeminin bozulmasını icab eder." Bunun hâsılı şudur: Yemin vâkitle mukayyed yapılırsa vakit geçmekle yemin bozulur. Meğerki kadın reddinden âciz kalsın. Meselâ o dirhem zâyi olsun yahut eritilmiş bulunsun. Fakat yemin mutlak ise her ikisi sağ kaldıkları müddetçe dirhem zâyi olsa bile yemin bozulmaz. Çünkü bulunmak imkânı vardır. Fakat birisi ölürse yahut dirhemin eritildiği veya denize düştüğü bilinirse yemin bozulur. Çünkü iade imkânı yoktur. Böylece şârihin sözündeki sakatlığı anlarsın.

«Bu âlemde olmazsam ilh...» Sayrafiyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Ben Sayrafiyye'nin ibâresine müracaat ettim. Fakat "olursam" şeklinde yazıldığını gördüm ki, doğrusu da budur.

«Hapsedilir.» Bu hapsin hâkim veya vali tarafından yapılması müsavidir. Çünkü hapse nefy denilir. Teâlâ Hazretleri: "Yahut yerden nefy edilinceye kadar.." buyurmuştur. Bunu Bahır sahibi Sayrafiyye'den nakletmiştir. Yani bize göre âyet hapis mânâsına yorumlanmıştır. Bir kitabta gördüm ki 322 tarihinde Halife Râdîbillâh vezir İbn-i Mukle'yi hapsettiğinde İbn-i Mukle şu beyitleri söylemiş:

"Dünya ehlinden olduğumuz halde dünyadan çıktık. Artık ne ölü sayılıyoruz ne diri. Birgün gardiyan bir hâcet için bize gelirse seviniyoruz ve: Bu dünyadan geldi diyoruz."

«Murtar kavle göre yemini bozulmaz.» Çünkü oraya oturmuş değil oturtulmuştur. Yemininbozulmasının şartı oturmaktır. Oturmak ancak kendi ihtiyariyle olursa onun fiili sayılır. "Çıkmazsam" ve benzeri bir sözle yemin ederse bunun hilâfınadır. Çünkü yeminin bozulmasının şartı fiilin bulunmamasıdır. Bulunmamak kendi ihtiyarı olmaksızın da tehakkuk eder. Bunu Zahîre sahibi söylemiştir. Hilâfın kapı kilitlendiği vakte aid olduğunu da ifade etmiştir. Bağlanmak suretiyle men edilirse hilâf yoktur. Bu ifadenin bir misli de Bahır'dadır. Bezzâziye'de dahi açıklanmıştır. Hâsılı men hissi olursa hilâfsız yemini bozulmaz. Başka bir şeyle olursa dahi muhtar kavle göre yemin bozulmaz. Fakat bozulur diyenler de olmuştur.

«Asıl şudur ilh...» İbn-i Şihne'nin ibâresi şöyledir: "Asıl şudur ki, yemini bozmanın şartı yokluğa aid olup onu yapmaktan âciz kalırsa muhtar olan kavil yeminin bozulmasıdır. Varlığa aid olup âciz kalırsa muhtar olan yeminin bozulmamasıdır."

Ben derim ki: Zâhire göre "onu yapmaktan âciz kalırsa" ifadesindeki zamir yemini bozma şartına değil yeminde durma şartına aiddir. Çünkü bir şeyden âciz kalmak onu yapmak istemenin fer'idir. Yemin eden kimse ancak yemininde durmanın şartını arar. Bunu ya yapar yahut âciz kalır. Binaenaleyh şârihin: "Ne zaman yemininde durma şartından âciz kalırsa." demesi lâzım gelirdi. Anla! Bahır sahibi iki fer'î meseleyi müşkil saymıştır. Birisi yukarıda geçen bekçi meselesidir. İkincisi Kınye'deki: "Bu senenin tamamını ziraatta çalışarak geçirmezsem diye yemin eder de hastalanır ve seneyi tamamlayamazsa yemini bozulur. Ama kendisini sultan hapsederse yemini bozulmaz." meselesidir. Bahır sahibi: "Bunların ikisinde de yokluk şarttır. Ama buna hapis tesir etmiştir." diyor.

Ben derim ki: Bekçi meselesi hakkında cevap yukarıda geçti. Kınya meselesine gelince: Öyle görünüyor ki bu mesele muhtar kavlin hilâfına bina edilmiştir ki, o da men hissî değilse yeminin bozulmamasıdır. Onun için hastalık sebebiyle men ile sultanın hapsetmesi sebebiyle men arasında fark görmüştür. Çünkü hapsetmek hapishanenin kapısını kapamaktır ki, bu hissî olmayan bir mendir. Hastalık böyle değildir. O bağlamak gibi olup hissi bir mendir. Lâkin Bezzâziye'nin onbeşinci yeminler bahsinde zikredildiğine göre bir adam karısına bu akşam bana gelmezsen şöyle olsun der de kadın bağlanır ve gitmekten hîssen men edilirse Fazlı yeminin bozulacağını söylemiştir. Fakat esah kavle göre bozulmaz. Demek oluyor ki, hissî mende de yeminin bozulmaması sahihlenmiştir. Lâkin Zahîre'de bildirildiğine göre muhtar olan bozulmasıdır. Orada kadının hissen men edilmiş olması kayıdlanmamıştır. Zahire bakılırsa o Fazlı'nın sözünü tercih etmiştir. Yukarıda gecen asla muvafık olan da odur. Çünkü burada şart yokluğa aiddir. Hissî olan men ile hissî olmayan arasındaki tafsilât varlığa aid olan şarta mahsus kalır ve Kınye ile Bezzâziye'deki ifade yok-luğa aid şartta dahi icra edileceğine mebnî olur. Allahu a'lem.

TENBİH: -Bilmiş ol ki ulemanın açıkladıklarına göre mahallin bulun-maması yemini ibtal eder. Üzerine yemin edilen fiilden âciz kalmak da yemin muvakkat ise yemini bozar. Mutlak ise bozmaz. Yemin ibtidaen mün'akid olmak için yeminde durma imkânı mutlak surette şarttır. Yemin muvakkat ise bu onun devamı için şarttır. Bu izaha göre ulemanın: "Beri bugün bu tasdaki suyu mutlaka içeceğim diye yemin eder de tasda su bulunmazsa yemini bozulmaz." demelerinin vechi şudur: Bu yemin ibtida-en onda durma imkânı bulunmadığı için mün'akid olmamıştır. Tasda su bulunur da dökülürse yemin bozulur. Çünkü yemin mün'akid olduktan sonra onda durma imkânı yoktur. Buradaki acz mahallin bulunmamasın-dan ileri gelmektedir.

"Dışarı çıkmazsam" gibi bir yemin yapar da bağlanarak men edilirse yemini bozulur. Çünkü buradaki acz mahalli bulunmadığından meydana gelmemiştir. Burada mahal ya yemin eden kimse veya kadın ve ben-zeridir. Ki, mevcuddur. Dökülen su bunun hilâfınadır. O kimse dışarı çık-mayınca yeminden dönmenin şartı tehakkuk etmiştir. Zira mahal bâkidir. Velevki hakikaten aciz kalsın. Çünkü aklen yemininde durma imkânı var-dır. Kendisini hapseden şahıs satmış olabilir. Nasıl ki ben bugün gök yü-züne dokunmazsam diye yemin ederse o gün geçmekle yemini bozulur. Zira gök yüzüne dokunmak âdeten imkânsız olsa da haddi zâtında müm-kündür. Bazı peygamberler bunu yapmıştır. Suyu dökmesi bunun hilâfı-nadır. Çünkü üzerine yemin edilen suyun geriye dönmesi aslâ mümkün değildir.

«Burada oturmam» diye yemin eder de bağlanarak bundan men edilirse yemini bozulmaz. Çünkü yeminin bozulmasının şartı varlığa aiddir. O da bizzat oturmasıdır. Varlığa aid olan şartı zorla yok etmek mümkündür. Zorlamak başkasına nisbet edilir. Çıkmayacağına yemin bunun hilâfınadır. Zira bozulma şartı yokluğa aiddir. Bunu zorla yok etmek mümkün değildir. Çünkü zorlanan tarafından tehakkuk etmiştir. İşte ulemanın:"Zorlamak varlığa aid şarta tesir eder, yokluğa aid şarta tesir etmez." demelerinin mânâsı budur.

Hâsılı şudur: Yeminin bozulma şartı yokluğa aidse mahalli bulunma-ması sebebiyle yemininde durma şartından âciz kalınca yemini bozulmaz. Mahal bâki ise yemini bozulur. Mâni hissî olsun olmasın fark etmez. Kezâ gök yüzüne dokunmak gibi âdeten imkânsız olursa yine böyledir. Eğer şart varlığa aidse mutlak surette yemini bozulmaz. Velevki mâni hissî olmasın. Muhtar olan kavil budur. Ulemanın sözlerinden benim anladığım da budur. Allahu a'Iem.

METİN

Nehir sahibi diyor ki: "Bunun ifade ettiği mânâ bugün borcumu mutlaka ödeyeceğim diye yemin edip de fakirliğinden ve ödünç verecek kimse bulamadığından dolayı âciz kalan kimsenin yemini bozulmasıdır. Bahır sahibinin bahsettiği bunun hilâfınadır.

İZAH

«Bunun ifade ettiği mânâ ilh...» Çünkü burada yeminin bozulma şartı yokluğa aiddir. O da ödememektir. Mahal -ki yemin edendir- bâkidir. Bugün gök yüzüne dokunacağım diye yaptığı yeminde durma şartı âdeten imkânsız olduğu halde yemini bozulursa burada evleviyetle bozulur. Zira yemininde durma şartı mümkündür. Birinin malını gasbeder yahut ödünç verecek kimse bulur veya akrabasından birine mirâsçı olur. Bu gök yüzüne dokunmaktan daha uzak değildir. Burada: "Yeminin bozulmaması Minah'ın şu ibâresinden çıkarılır: Bir kimse filana olan borcumu yarın mutlaka ödeyeceğim diye yemin eder de, yarından önce ikisinden biri ölürse yahut borcu daha önce öderse veya alacaklı ibrâ ederse bu yemin mün'akid olmaz." diye bir itiraz vârid olamaz. Çünkü burada yeminin bozulmaması mahal kalmadığı için yemin bâtıl olduğundandır. Nitekim tasdaki su dökülse hüküm bu olur. Zira yeminde durma şartı hem aklen hem âdeten imkânsız olmuştur.

Gök yüzüne dokunmak bunun hilâfınadır. Çünkü o âdeten imkânsız olsa da aklen mümkündür. Kezâ Hâniyye'nin şu ifadesiyle de itiraz edilemez: "Bugün bu çöreği yemezsem şöyle olsun der de güneş kavuşmadan çöreği başkası yerse yemini bozulmaz." Çünkü bu mesele tas meselesinin fer'lerindendir. Nitekim ulema açıklamışlardır. Zira mahal yoktur. Mahal çörektir. Bahır sahibinin istişhad ettiği ve: "Kınye sahibinin yemin muvakkat olur da üzerine yemin ettiği şeyden âciz kalırsa bu yemin bâtıl olur sözü zikri geçen hadisede de yeminin bâtıl olmasını gerektirir." demesi söz götürür. Çünkü Kınye sahibinin muradı tas meselesinde olduğu gibi hakikî acizdir. Aksi takdirde metin sahiplerinin bilittifak söyledikleri göğe çıkacağım diye yemin etmekle yemin bozulmaz sözü bunu bozar. Sonra gördüm ki Remlî Bahır sahibinin Fetâvâ'sından şunu nakletmiş:"Bahır sahibi meselemizde yeminin bozulduğuna fetva vermiş, bunda hakikaten ve âdeten yemininde durma imkânına dayanmıştır." Bu ifade bizim ilk söylediğimizin tâ kendisidir. Hamd Allah'a mahsustur.

 

 

 

 

HASTANIN TALÂKI BÂBI

 

METİN

Musannıfın bu ünvanı vermesi hastalık olduğu içindir. Buna fâr (kaçan) da derler. Çünkü kadının mirâsçı olmasından kaçmaktadır. Binaenaleyh kadının iddeti tamam oluncaya kadar kasdettiği şey kendisine tatbik edilir. Bazen kaçaklık kadından olur. Nitekim gelecektir. Bir kimsenin haline hastalık veya başka bir sebeble helâk galebe çalarsa, meselâ hastalık bîtap düşürerek onun sebebiyle evinin dışındaki içlerini görmekten âciz kalırsa yahut kendinden daha kuvvetli bir adamla mübâreze eder veya kısâs yahut recm için öldürülmeye gönderilir yahut geminin bir tahtası üzerinde kalır veya yırtıcı bir hayvanın pençesine düşüp ağzında kalırsa, o kimse karısını boşamakla mirâs kaçıran sayılır.

İZAH

Hastalık ârizi şeylerden olduğu için musannıf onu geriye bırakmıştır.

«Bu ünvanı vermesi hastalık asıl olduğu içindir.» Yani başlıkta hastayı zikretmekle yetinmesi hastalık asıl olduğu içindir. Yoksa "Bir kimsenin haline hastalık veya başka bir sebeble helâl galebe çalarsa ilh..." demesi hasta olmayan hakkında da hükmün bu olduğunu açık açık göstermektedir. Ancak bu bâbta asıl olan hastadır. Hasta hükmünde olan başkaları ona katılırlar. Bazıları: "Hastadan murad mecazen helâk hâli galebe çalandır. Binaenaleyh başkasına da şâmildir. demişlerdir.

«Çünkü kadının mirâsçı olmasından kaçmaktadır.» Yani görünürde bundan kaçmaktır. Velevki bazen kaçmayı kasdetmemiş olsun.

«Kasdettiği şey kendisine tatbik edilîr.» sözü kadının ona mirâsçı ol-masının vechini beyandır. Bu hüküm mûrisini öldürene kıyasen verilir. Zira her ikisinin yaptıkları iş fâsid bir maksadla işlenen haramdır. Meselenin tam izahı Fetih'dedir. Bundan dolayıdır ki Bahır sahibi: "Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre hasta kocanın karısını boşaması câiz değildir. Çünkü kadının hakkı onun malına teallûk etmiştir. Meğerki kadın boşanmaya razı olsun." demiştir.

Nehir sahibi ise şöyle demektedir: "Bu söz götürür. Çünkü şeriat sahibi o kimsenin kasdını kendisine iade edince ancak ibtal suretini yapabilir, yoksa hakikatini değil. Düşün!" Şöyle denilebilir: Bu kasid haram olmasa şeriat sahibi onu kendisine iade etmezdi. Nasıl ki mirâsını hemen almak için mûrisini öldürene öyle yapmıştır. Sonra Mültekât'tan naklen Tatarhâniyye'de şunu gördüm: "İmam Muhammed demiştir ki; hastalanan bir adam karısıyla zifaf olmuşsa karısını boşaması mekrûhtur. Zifaf olmadan önce boşaması mekrûh değildir."

«Kadının iddeti tamam oluncaya kadar...» Çünkü mirâs ya neseb yahut sebeble alınır. Sebeb karı-koca olmak ve kölenin âzâd edilmesidir. Birbirlerinden ayrılmakla karı-kocalık sona erer. Bu İmam Mâlik'in hilâfına işarettir.

«Nitekim gelecektir.» Yani musannıfın: "Kadın hasta olduğu halde ayrılmanın sebebine teşebbüs ederse ilh..." dediği yerde gelecektir. T.

«İşleri görmekten âciz kalırsa ilh...» Fakat evinin içindeki abdest almak, helâya gitmek gibi işlerini görebilirse mirâs kaçıran sayılmaz. Hidâye sahibi bunu döşeğe düşen diye tefsir etmiştir. Bundan murad sağlam kimselerin yaptığı gibi ihtiyaçlarını görememesidir. Bu birinciden daha sıkı bir tariftir. Çünkü döşeğe düşmüş olmak ev içindeki işlerini görmekten âciz kalmayı, muteber saymayı gerektirir. Bunlara kâdir olursa mirâs kaçırmış sayılmaz. Fetih sahibi bunu sahih bularak şöyle demiştir: "Ama ev içindeki işlerini görür de dışarıdaki işleri göremezse sahih olan kavle göre o adam sağlamdır."

Ben derim ki: Bütün bu sözlerin muktezası şudur: Bu adam helâkı galib bir hastalığa tutulmuş fakat işlerini görmekten âciz değilse mirâs kaçıran sayılmaz. Nasıl ki hastalığa ilk tutulduğunda hâli böyledir. Nuru'l-Ayn'da bildirildiğine göre Ebu'l-Leys: "Ölüm hastası sayılmak için döşeğe düşmüş olması şart değildir. İtibar galebeyedir. Bu hastalıktan ekseriyetle ölünürse o ölüm hastalığıdır. Velevki evinden çıkabilir olsun. Sadru'ş Şehid bununla fetva verirdi." demiştir. Sonra Muhit sahibinden şunu nakletmiştir: "İmam Muhammed Asıl nâmındaki eserinde birtakım meseleler zikretmiştir ki, bu meseleler döşeğe düşmenin değil ekseriyetle helâl korkusunun şart olduğunu gösterirler." Tamamı ileride gelecektir.

"Yahut kendinden daha kuvvetli bir adamla mübareze ederse" cümlesi hasta hükmünde olan sağlam kimsenin hükmünü beyandır ki, onun haline galebe çalan da helâktır. Nitekim Nihâye ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Daha doğrusu ekseriyetle helâkından korkulan demektir. Velevki helâk vukuu galib olmasın. Zira mübârezede helâk galib değildir. Meğerki kendi akranından olmayan biriyle mübârezeye çıktığını bilsin. Helâk korkusunun galebe çalması bunun hilâfınadır. Bahır'da böyle denilmiştir. Bu ifadenin bir misli de Fetih'dedir.

Bunun muktezası kendinden daha kuvvetli diye kayıdlamamanın evla olmasıdır. Onun için Kenz ve diğer kitablarda kayıdlanmamıştır. Şuna binaen ki burada muteber olan helâk korkusunun galebe çalmasıdır. Helâkın galebe çalması değildir. Zira harp safından çıkarak bir adamla mübâreze yapan kimsede helâk korkusu gâlibdir. Velevki o adam kendisinden daha kuvvetli olmasın. Ama helâk galib değildir. Meğerki mübâreze yaptığı şahsın kendinden daha kuvvetli olduğunu bilmiş olsun.

Musannıfın tuttuğu yol Nihâye'nin sözüne mebnîdir. Nihâye'de muteber olan helâkın galebe çalmasıdır denilmiştir. Nehir sahibi de bu yoldan yürümüş ve "Onun içindir ki bazıları bu meseleyi mübârezeye çıkan kendi akranlarından olmadığını, bilâkis kendinden daha kuvvetli olduğunu bilirse diye kayıdlamışlardır." demiştir. Bu izahatımızdan anlaşılır ki, kitabımızınmetni Bahır sahibinin ihtiyar ettiği kavle muhâliftir.

«Yahut geminin bir tahtası üzerinde kalırsa» sözü o adamın fâr sa-yılması için geminin parçalanmasının şart olduğu zannını vermektedir. Halbuki öyle değildir. Mebsût'ta şöyle denilmektedir: "Dalgalar birbirine çarpar da boğulmaktan korkarsa o kimse hasta gibidir." Bedâyı'da da böyle denilmiştir. İsbîcâbî ise bunu: "Bu dalgadan ölürse..." diye kayıdlamıştır. "Dalga sükûnet bulur da sonra ölürse karısı mirâsçı olmaz." demiştir. Bahır.

Ben derim ki: Bu mübârezede ve diğerlerinde de şarttır. Nitekim gelecektir,

«Ağzında kalırsa» o kimse fâr sayılır. Fakat hayvan onu bırakırsa helâkını mûcib olacak şekilde yaralamadıkça sağlam hükmündedir. Nitekim geçen izahattan da anlaşılmaktadır.

"Mirâs kaçıran sayılır." Yani o haldeyken boşamakla karısını mirâsından mahrum etmek ister.

METİN

«Evinin dışındaki işlerini görmekten âciz kalırsa» sözü en doğru tâbirdir. Fakîhin mescide çıkmaktan âciz kalması, pazarcının dükkânına gi-dememesi de böyledir. Kadın hakkında gâlib olan helâk hâli evinin içindeki işlerini görmekten âciz kalmasıdır. Nitekim Bezzâziye'de bildirilmiştir. Bu şunu ifade eder ki, kadın yemek pişirebilir fakat terasa çıkamazsa hasta sayılmaz. Nehir sahibi: "Zâhir olan budur." demiştir.

Ben derim ki: Müctebâ'nın vasiyetler bahsinin sonunda: "Muteber olan hastalık bîtap düşürüp oturarak namaz kılmayı mubah kılandır. Kötürüm, felçli ve veremlinin hastalığı uzayıp döşeğe düşürmezse o kimse sağlam gibidir." denilmiştir. Sanra (şh) remzi ile uzamanın haddi bir sene olduğuna işaret olunmuştur. Kınye'de: "Felçli, veremli ve kötürüm kimse hastalığı arttığı müddetçe hasta gibidir." denilmiştir.

İZAH

«Sözü en doğru tâbirdir.» Zeylai onu sahihlemiştir. Bazıları: "Ayakta namaz kılamayandır.", birtakımları: "Yürüyemeyendir." demişlerdir. "Hastalığı artandır." diyenler de olmuştur. Bunu Kuhistânî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.

«Fakihin mescide çıkmaktan ilh...» Bu gibi şeylerden âciz kalmaktan murad herkesin mescide veya yakın işlerini görmek için dükkâna gidememesi olmak lâzım gelir. Yoksa ağır bir sanatın sahibi olur, meselâ sırtında yük taşıyan hamal veya demirci yahut marangozluk yaparsa -ki bunlar az bir hastalıkla ifâ edilemez- mescide veya dükkâna çıkmaya kâdir olmakla beraber o işi göremediği takdirde hasta sayılmaz. Aksi takdirde dükkâna meselâ alış-veriş için çıkamamak hastalık sayılmak icab eder.

Sonra bu ancak hasta olmazdan önce çıkmaya kudreti olan hakkında zâhirdir. İhtiyarlık veya ayaklarında bulunan bir illet sebebiyle hastalığından önce de dışarı çıkamazsa öylesi hakkında zâhir değildir. Onun hakkında helâk galebesi itibara alınmak icab eder. O dayukarıda Ebu'l Leys'den rivâyet ettiğimizdir. Ona itimad gerekir. Çünkü Sadru'ş-Şehid'in onunla fetva verildiğini gördün. İmam Muhammed'in sözü de ona delâlet eder. Bir de hastalıktan önce âciz kalan hakkında muttariddir. Bunu şu da te'yid eder ki: Kendisine hasta hükmü verilen mubariz ve benzeri kimselerde sadece helâk galebesi itibara alınmıştır. Çıkmaktan âciz kalmaları itibar edilmemiştir.

Şu da var ki bazı mide hastaları hastalık ağır basmazdan önce işlerini görmek için dışarı çıkarlar. Halbuki bunlar zayıflık ve baş ağrısı gibi hastalıklardan bîtâb düşen kimselerden daha ziyade helâke yakındırlar. Bu iki kavlin arası şöyle bulunabilir: Bir kimse ekseriyetle öldürücü bir hastalığa yakalanmış da gün geçtikçe arttığı biliniyorsa bu muteberdir. Öldürücü hastalık olduğu bilinmezse işlerini görmek için çıkmaktan âciz kalması muteber olur. Bana zâhir olan budur.

Ölüme bitişen hastalık ölüm hastalığıdır. Şu halde onun böyle tarifinde ne fayda vardır? dersen ben de derim ki: faydası şudur: Bazen hastalık bir sene yahut daha fazla uzayabilir. Fakat ölüme bitişse bile ona ölüm hastalığı denilmez. Şu da var ki, bazen hasta başka bir sebeble ölebilir. Meselâ öldürülür. Binaenaleyh üzerine hüküm binâ etmek için bir sınır koymak mutlaka lâzımdır.

«Nehir sahibi: zâhir olan budur demiştir.» sözü Fetih sahibine reddiyedir. Çünkü o: "Kadına gelince: terasa çıkmak imkânı yoksa o hastadır." demiştir. Zira bu söz terasa çıkmaktan âcizse hasta sayılacağını yemek pişirmek gibi ondan daha aşağı bir sebeble çıkmazsa hasta sayılmayacağını iktiza eder. Halbuki Mültekâ ve diğer kitablardaki ifadeye muhâliftir. Onlarda muteber olan kadının ev işlerini görememesidir.

«Döşeğe düşürmezse» sözü uzun zaman devam edip de sonra halinin değişmesinden ihtirazdır. Hali değişip de ölürse o kimsenin tasarrufu malının üçte birinden olur. Nitekim Hulâsa'da bildirilmiştir.

«Şıh remzi» Şemsü'l-Eimme Hulvâni'ye işarettir. Hindiyye'de Timurtâşi'den naklen bildirildiğine göre ulemamız hastalığın uzamasını bir seneyle tefsir etmişlerdir. Bu hal üzere bir sene devam etti mi o kimsenin bundan sonraki tasarrufu sağlamken yaptıkları gibidir.

«Kınye'de ilh...» Halebi Hindiyye'den naklettiğimizden alarak; "Bu öncekine aykırı değildir. Çünkü hastalığın artması yalnız bir seneye kadar muteberdir." demiştir. Bunun söz götürdüğü meydandadır. Yine Hindiyye'de bildirildiğine göre kötürüm ile felçlinin dertleri ziyadeleştiği müddetçe bunlar hasta gibidirler. Müzminleşir de artmazsa talâk ve diğer hususatta sağlam hükmünde olurlar. Kâfî'de de böyle denilmiştir. Ulemadan bazıları bununla amel etmişlerdir. Sadru'ş-Şehid ile Sadru'I-Kebîr bununla fetva verirlermiş.

Hâsılı şudur: Derdin üzerinden bir sene geçerde müzminleşir, fakat ziyadeleşmezse o kimsesağlam hükmündedir. Sene geçmeden önce derdin arttığı sırada yahut daha sonra ölürse hasta hükmündedir.

METİN

Mirâs kaçıran kimsenin teberruu ancak malının üçte birinden olur. Kadın mirâsçı olduğu halde -mirâsa ehil olduğu bilinsin bilinmesin, meselâ müslüman olmuş yahut âzâd edilmiş de henüz bilinmemiş olsun- onu rızası olmadan kendiliğinden talâk-ı bâinle boşarsa kendisi de bu halde ölürse, gerek bu sebeble ölsün gerekse başkası tarafından öldürülsün veya cima' ettiği karısının iddeti içinde daha başka bir sebeble ölsün karısı ona mirâsçı olur. Ama o karısına mirâsçı olamaz. Çünkü kendi hakkını ıskat ettiği için buna razı sayılır.

İmam Ahmed'e göre kadın iddetini bitirdikten sonra başka kocaya varmadıkça bu adama mirâsçı olur. Kadını boşamaya mecbur edilir veya kadın buna razı olursa bu adama mirâsçı olamaz. Ama kadın rıza göstermeye zorlanır veya kocasının oğlu tarafından zorla cima' olunursa mirâsçı olur. Kocası bu hastalıktan düzelir de sonra kadının iddeti içinde ölürse kadın mirâsçı olamaz.

İZAH

«Teberru ancak malının üçte birinden olur.» Teberrudan murad mal vakfetmesi, satışta kayırma yapması, mehr-i misliden daha fazla vererek evlenmesi gibi şeylerdir. Bundan şu anlaşılır ki, hastalığın hükmü vasiyyet ile mirâstan kaçırma hususlarında hep birdir. T. Teberruu ecnebîye olacaktır. Mirâs dolayısıyla olursa aslâ sahih değildir.

«Talâk-ı bâinle boşarsa» bir talâk-ı bâin ile yahut daha fazlasıyla olsun fark etmez kadın mirâsçı olur. Musannıf burada Kenz sahibinin yaptığı gibi: "Yahut kadını talâk-ı ric'î ile boşarsa..." dememiştir. Çünkü Nehir sahibi: "Bence ric'î kelimesini bu bâbtan atmak gerekir. Çünkü kadın talâk-ı ric'îde iddet devam ettikçe kocasına mirâsçı olur. Velevki onu sağlamken boşamış olsun. Talâk-ı bâin böyle değildir. Talâk-ı bâinde kadın kocasına mirâsçı olamaz. Meğerki onu hastalığı esnasında boşamış olsun. Kudûri yalnız bâini söylemekle ne iyi etmiştir. Ben buna tenbih eden görmedim." demiştir.

Tahtâvî diyor ki: "Talâk kayıd değildir. Bülûğ muhayyerliği sebebiyle veya kadının annesini yahut kızını öpmekle ondan ayrılmak da böyledir. Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir." Galiba bu sözle Tahtâvî erkek tarafından gelen her ayrılığa işaret etmektedir. Lâkin bu Kenz sahibinin: "Kadını boşarsa..." demesine nisbetledir. Musannıf: "Talâk-ı bâinle boşarsa..." demiştir ki bu söz kinâye ve işaret iddiasına hâcet bırakmaz.

«Kendisi de bu halde ölürse» cümlesinden murad helâk halinin galebe çalmasıdır. Musannıf bununla şundan ihtiraz etmiştir: sağlamken boşar da sonra kadının iddeti içinde hastalanarak ölürse kadın ona mirâsçı olamaz. Bahır. Meğerki talâk ric'i olsun. O zamanmirâsçı olur. Kezâ iddeti esnasında kadın ölürse kocası da ona mirâsçı olur.

Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Bir adam hastalığı esnasında karısına: Ben seni sağlamken talâk-ı bâinle boşamıştım yahut seninle şâhidsiz evlenmiştim veya nikâhtan önce aramızda süt meselesi vardı yahut seninle iddet içinde evlendim der de kadın bunları inkâr ederse ondan talâk-ı bâinle boş olur, mirâsını da alır. Fakat tasdik ederse mirâsçısı olamaz."

«Cima' ettiği karısının» sözünden murad hakiki cima'dır. Halvette bu-lunduğu karısı bundan hariçtir. Zira iddet ona da vâcib olmakla beraber o mirâsçı olamaz. Nitekim mehir bâbında halvetle clma' arasındaki farkı beyan ederken geçmişti. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

«İddeti içinde» kocasının iddet bitmeden öldüğünü isbat hususunda söz yeminiyle beraber kadınındır. Yeminden çekinirse mirâs alamaz. O ölmeden kadın başka biriyle evlenir de sonra benim iddetim bitmemişti derse sözü kabul edilmez. Bu kadın âzâd edilmiş bir cariye olur da kocası ölürse, kadın sahibim beni onun sağlığında âzâd etti diye iddia ettiği, mirâsçılarsa öldükten sonra âzâd olduğunu söyledikleri takdirde söz mirâsçılarındır. Sahibinin sözü muteber değildir. Nitekim kadın kocasının hayatında müslüman olduğunu iddia eder de mirâsçılar öldükten sonra müslüman oldun derlerse söz mirâsçılarındır. Meselenin tamamı Hâniyye'den naklen Bahır'dadır.

«Ama o karısına mirâsçı olamaz.» Yani erkek hasta iken karısını talâk-ı bâinle boşar da iddeti bitmeden kadın ölürse, karısına mirâsçı olamaz. Talâk-ı ric'îyle boşaması bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.

«İmam Ahmed'e göre ilh...» İmam Mâlik'ten bir rivâyete göre kadın bir kaç kocaya varmış olsa yine mirâsçı olur. Şâfiî'ye göre hul' olan kadınla üç defa boşanan mirâsçı olamazlar. Bunlardan başkaları mirâsçı olurlar. Çünkü Şâfiî'ye göre kinâye sözlerle ric'î talâk meydana gelir. Dürr-ü Müntekâ.

«Kadını boşamaya mecbur edilir.» sözü "kendiliğinden boşarsa" sözünün muhterezidir. Yani erkek karısını talâk-ı bâinle boşamaya mecbur edilir de boşarsa kadın mirâsçı olmaz. Ama bu ölüm tehdidiyle zorlandığına göredir. Hapis yahut tutuklama tehdidiyle boşarsa mirâs kaçıran sayılır. Nitekim Attabîyye'den naklen Hindiyye'de beyan edilmiştir.

Sonra bil ki Câmiu'l-Fûsuleyn'de bu mesele hakkında kitablarda rivâyet bulunmadığı zikredilmiştir. Onun hakkında ulemadan iki kavil nakledilmiştir. Birinci kavle göre kadın mirâsçı olur. Çünkü zorlamanın talâka bir tesiri yoktur. Buna delil zorlanan kimsenin talâkının muteber olmasıdır. İkinci kavle göre zorlama olduğu için kadının mirâsçı olmaması gerekir. Çünkü bir adam mûrisini öldürmek için zorlanırsa ona mirâsçı olur, Ama zorlayan kimse mirâsçılardan ise mirâs alamaz, Velevki öldüren kendisi olmasın.

Rahmetî birinci kavli daha zâhir bulmuştur. Çünkü erkeğin hastalanmasıyla mirâsınakarısının hakkı teallûk etmiştir. Kadından bu hakkı ibtal edecek bir fiil de bulunmamıştır. Meğerki boşamaya zorlayan bizzat kadın olsun. Bunu şu da teyid eder ki; bu kadınla kocasının oğlu zorla cima' ederse kadın mirâsçı olur. Halbuki ayrılık her ikisinin ihtiyariyle olmamıştır.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa ikinci kavli tercih gerekir. Onun için şârih Bahır sahibine uyarak kesinlikle buna kâil olmuştur. Çünkü hastalığı esnasında boşadığı kadının mirâsçı olması maksadını kendisine iade etmek içindir. Onun maksadı kadının mirâsçı olmasından kaçmaktır. Zorlama olunca mirâstan kaçması zâhir değildir. Binaenaleyh talâk hükmünü icra eder, kadın ona mirâsçı olamaz. Nasıl ki kâtilin mûrisine mirâsçı olamamasının illeti acele mirâsına konmak maksadıdır. Binaenaleyh kasdı kendisine iade olunur. Zorla yaptırılırsa bu kasıd zâhir olmaz ve o kimse mûrisine mirâsçı olur. Halbuki kati ona haramdır. Talâk bunun hilâfınadır. Çünkü zorla kadını boşaması ona haram değildir. Rahmetî'nin: "Yahut kocasının oğlu kadınla zorla cima'da bulunursa mirâsçı olur." sözü yanlıştır. Doğrusu mirâsçı olamaz demektir. Nitekim ileride buna tenbih edilecektir. Bu da bizim söylediklerimizi teyid eder.

«Veya kadın buna razı olursa» sözü "rızası olmadan" ifadesinin muh-terezidir. Kadının razı olmasına misâl hul' yapmasıdır. Kadın tarafından gelen her ayrılığın hükmü de budur. Meselâ âleti kalkmayan bir adamın karısının kendini ihtiyar etmesi böyledir. Kuhistânî T.

«Ama kadın rıza göstermeye zorlanırsa» yani talâkını istemesi gibi rızasına delâlet eden bir şey söylerse demektir. Böyle diyeceğine şârih başkalarının yaptığı gibi: "Kadın talâk istemeye zorlanırsa" dese daha iyi olurdu. T.

«Veya kocasının oğlu tarafından zorla cima' olunursa» sözü Nehir sahibinin bir incelemesidir. Hamevî de onu tasdik etmiştir. Bahır sahibinin Bedâyı'dan naklettiği ifade buna muhâliftir. Orada şöyle denilmektedir: "Karı-kocanın birbirlerinden ayrılması kocasının oğlunun öpmesi sebebiyle olmuşsa kadın gerek isteyerek gerek zorla cima edilsin mirâsçı olamaz. Birincisi hakkının ibtaline razı olduğu içindir. İkincisi (yani zorla meselesi) kocası tarafından kadının mirâsa müteallik hakkını ibtal edecek bir şey bulunmadığındandır. Çünkü ayrılık başkasının fiiliyle olmuştur." Hörmeti müsâhere meselesinde cima'da bulunmak öpmek gibidir. Bizim için nassa tâbi olmaktan başka çare yoktur. T.

Ben derim ki: Câmiu'l-Fûsuleyn'de dahi" şöyle denilmektedir: "Kadınla hasta kocasının oğlu zorla cima'da bulunursa kadın kocasına mirâsçı olamaz. Meğerki babası oğluna bunu emretmiş olsun. O zaman ayrılık hususunda oğlunun fiili babasına intikal eder ve babası mirâs kaçıran olur. "Bu ifadenin bir misli de Asıl nam kitaba nisbet olunarak Zahire'de, kezâ Valvalciyye ve Hindiyye'de bulunmaktadır. Rahmetî'nin burada nakledilene aykırı düşen sözü vardır ki makbul değildir.

«Kocası bu hastalıktan düzelir de» diyeceğine "Bu hal geçerse ilh..." dese daha iyi olurdu. H. Yani mübâreze yapan kimsenin harb safına dönmesine, öldürülmek için çıkarılan hapishaneye döndürülmesine ve dalgalar sükûnet bulup adamın sonra ölmesi hallerine de şâmil olurdu. Böylesi hastalığından iyileşen kimse gibi olur. Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir.

Bunu İsbicâbî'den naklen evvelce arzettiğimiz şu tasrih de teyid eder: "Dalgalar sükûnet bulur da sonra ölürse kadın mirâsçı olmaz." Lâkin Fetih'de şöyle denilmiştir: "Ölmeye yaklaşır da karısını boşar sonra serbest bırakılır veya hapsedilirse, sonra öldürüldüğü veya öldüğü takdirde o kimse hasta gibidir, kadın ona mirâsçı olur. Çünkü bu talâkla mirâs vermekten kaçtığı anlaşılır. Sonra ölümü tertip üzere gelmiş olur ki, başka bir sebeble olmasına aldırış edilmez."

Bu ifadenin bir misli de Mi'râc-ı Dirâye'de olup ta'lilsizdir. Bahır ve Nehir sahipleri de ona tâbi olmuşlardır, ama müşkildir. Çünkü buna göre şu lâzım gelir: Hasta iyileşir de sonra ölürse karısı ona mirâsçı olur. Zira adı geçen ta'lil buna sâdıktır. Halbuki bu ulemanın ittifak ettiklerine mumâliftir. Onlar hastanın helâk galebe çaldığı halde ölmesini şart koşmuşlardır. Şüphesiz ki bu adam serbest bırakıldıktan veya hapse iade edildikten sonra ölürse galebe-i helâk halinde ölmüş değildir. Bilâkis helâk gâlib olmayan bir halde ölmüştür. Onun için hapisdeyken öldürülmeye çıkarılmadan önce kansını boşamış olsa mirâs kaçıran sayılmaz. Hapse iade edildikten sonra da öyledir.

Evet, Fetih sahibinin yaptığı ta'lil hasta o haldeyken başka bir sebeble ölürse, meselâ vurularak öldürülür veya öldürülmek için çıkarılan şahıs bir yırtıcı hayvan tarafından parçalanırsa sahih olur. öyle görünüyor ki, Fetih'in ibâresinde nâsih tarafından yapılmış kalem hatası vardır. İbârenin aslı şöyle olacaktır: "O adam iyileşmiş hasta gibi olur. Başka bir sebeble ölmesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadın ona mirâsçı olur. Onun mirâs kaçırdığı meydana çıkmış olur ilh..."

METİN

Kezâ ric'î talâk isteyen kadın yahut sadece talâk isteyip de bir talâk-ı bâinle veya üç talâkla boşanan kadın dahi mirâsçı olur. Çünkü talâk-ı ric'î, nikâhı yok etmez. Hatta o kadınla cima'da bulunmak helâldır. İddeti içinde mutlak surette birbirlerine mirâsçı olurlar. Ölüm vaktinde kadının mirâsa ehil olması kâfidir. Bâin bunun hilafınadır. Keza kocasının oğlunu öpen veya öpülmeye rıza gösteren bâinle boşanmış bir kadın kocasına mirâsçı olur. Çünkü hörmet kocası bâin olduğu için gelmiştir.

Hastalığı esnasında karısına liân veya îlâ yapanın hükmü de öyledir. Yani karısı mirâsçı olur. Sebebi yukarıda geçti. Fakat sağlamken kadına îlâ yapar da hastalığında kadın o îlâ sebebiyle bâin olursa yahut kadını hasta iken bâin olarak boşar da sonra düzelir ve ölürseyahut kadını talâk-ı bâinle boşar da kadın dinden dönerek tekrar müslüman olur ve kocası ölürse kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü içerisinde karısını boşadığı hastalığın mutlaka ölüm hastalığı olması lâzımdır. İyileşirse bunun ölüm hastalığı olmadığı anlaşılır. Talâk-ı bâinde dahi kadının mirâsa ehliyeti mutlaka talâk vaktinden ölüm vaktine kadar devam etmelidir. Hatta talâk vaktinde kadın kitabîyye veya cariye olur da sonra müslümanlığı kabul eder veya âzâd edilirse mirâsçı olamaz.

İZAH

«Kezâ ric'i talâk isteyen kadın» yani kocasının hastalığında talâk-ı ric'î ile boşanmak isteyen kadın mirâsçı olur demek istiyor. Ric'î sözüyle musannıf bâinden ihtiraz etmiştir. Kadının isteği ile onu talâk-ı bâinle boşaması az sonra gelecektir.

«Yahut sadece talâk Isterse» yani kocasının hastalığında kadın beni boşa der de o da üç defa boşayarak sonra iddeti içinde ölürse kadın ona mirâsçı olur. Çünkü bu yeni bir boşamadır, kadının mirâs hakkını ibtal etmez. Nitekim kadın beni talâk-ı ric'î ile boşa der de kocası bâinle boşarsa hüküm budur. Câmiu'l-Fûsuleyn.

«Çünkû talâk-ı ric'i nikâhı yok etmez.» Yani iddet bitmeden nikâhı ortadan kaldırmaz. Binaenaleyh kadın hakkının ıskatına razı değildir. Bâin talâkı istemesi bunun hilâfınadır.

«Hatta o kadınla cima'da bulunmak helâldır.» Yani nikâh tazelemeye hâcet yoktur, Lâkin cima sözle mürâcaattan önce olursa bu müracaat mekrûhtur.

«Mutlak surette birbirlerine mirâsçı olurlar.» Yani kadını sağlamken veya hastalığında boşasın, kadının boşamaya rızası olsun olmasın fark etmez. Nitekim Bedâyı'da belirtilmiştir. Binaenaleyh iddet içinde hangisi ölürse diğeri ona mirâsçı olur. İddet geçtikten sonra iş değişir. Çünkü nikâh kalmamıştır.

Az yukarıda arzetmiştik ki, erkeğin iddet bitmeden öldüğünü isbat hususunda söz kadınındır. Burada bir mesele kalır ki, o dâ fetva vak'asıdır. Bu mesele bana soruldu. Fakat onu açık olarak bir yerde görmedim. Mesele şudur: Bir adam hasta olan karısını talâk-ı ric'î ile boşar da kadın iki ay sonra ölürse ve kocası ona mirâsçı olmak için iddetin bitmediğini iddia eder kadının mirâsçıları bittiğini söylerlerse, kadın ölmezden önce iddetinin bittiğini ikrar etmemiş, hayızdan kesilme yaşına da varmamışsa acaba söz kocasının mı olur, mirâsçılarının mı? Bana öyle geliyor ki söz kocasınındır. Çünkü mirâsın sebebi olan karı-kocalık muhakkak vardı. Ric'î talâk onu yok etmez. O ihtimalle de yok olmaz. Kadın ölmezden önce iddetinin geçebileceği bir müddette iddetinin bittiğini iddia etse söz kendisinin olurdu. Çünkü bunu ondan başka bilen yoktur. Mirâsçıları bunun hilâfınadır.

«Bâin bunun hilâfınadır.» Çünkü talâk-ı bâinle ehliyetin talâktan ölüm vaktine kadar devamı şarttır. Nitekim musannıf az ileride bundan bahsedecektir.

«Bâinle boşanmış bir kadın kocasına mirâsçı olur.» Bu kaydı koymasına sebeb şudur: Kadın talâk-ı ric'î ile boşanırsa mirâsçı olamaz. Nitekim bunu musannıf zikretmiştir. Kezâ kocasının oğlu öptüğü için bâin olursa hüküm yine böyledir. Velevki kadın zorla öpülmüş olsun.

«Çünkü hörmet kocası bâin olduğu için gelmiştir.» Yani mirâstan kaçmak onun tarafından gelmiştir.

«Hastalığı esnasında karısına liân» sözünü musannıf mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh kazfin sağlamken veya hasta iken yapılmasına şâmildir. İmam Muhammed'e göre kazfi sağlamken yapmış, liân hasta iken olmuşsa kadın mirâsçı olamaz. Nehir.

«Veya ilâ yapanın hükmü de böyledir.» Musannıf bu sözle îlâ müddetinin de hasta iken geçtiğini kasdetmiştir. Bahır

«Sebebi yukarıda geçti.» Yani ayrılık koca tarafından gelmiştir. Hidâye sahibi diyor ki: "Bu yapılması lâbud bir fiile tâlik kabîlindendir. Çünkü kepazeliği kendinden def için kadın dâvâya vermeye mecburdur."

«Sağlamken kadına ilâ yapar da ilh...» meselesinde kadının mirâsçı olamamasının vechi şudur: İlâ talâkı cima'sız dört ayın geçmesine tâlik mânâsındadır. Tâlikla şartın ikisinin de mutlaka erkeğin hastalığı zamanında olması lâzımdır. Burada ise dönmek suretiyle bunun ibtali mümkünse de bu erkeğe lâzım gelen bir zararladır. Bu zarar keffâretin vâcib olmasıdır. Binaenaleyh imkân bulmuş sayılmaz. Bahır.

«Ve ölürse» yani kadının iddeti içinde ölürse demektir.

«Hastalığın ölüm hastalığı olması lâzımdır ilh...» cümlesi ikinci meselenin ta'lilidir. T.

«Talâk-ı bâinde dahi kadının ilh...» cümlesi üçüncü meselenin ta'lilidir. Yani dinden dönmek mirâs ehliyetini ortadan kaldırır demek istiyor. T.

METİN

Nitekim kadını talâk-ı ric'i ile boşar veya hiç boşamaz da kadın kocasının oğluna râm olur veya onu öperse kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü ayrılık kadın tarafından gelmiştir. Yahut kadını onun emriyle bâin kılar veya kocasından hul' olur yahut kendini ihtiyar ederse velevki bülûğ, âzâdlık, âlet kesikliği ve kalkınamamak sebeblerinden biriyle olsun kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü kadın razıdır.

Onun emriyle diye kayıdlaması şundandır: Zira kadın kendisini talâk-ı bâinle boşar da kocası razı olursa onun rızasiyle amel ederek kadın mirâsçı olur. Kınye. Kocası hapiste kapalı yahut harb safında bulunursa -tâun hastalığının salgın hale gelmesi de bunun gibidir. Eşbâh.- veya evinin dışındaki işleriyle meşgul olup bir elemden şikâyeti varsa yahut hummalı ise kısas yahut recm sebebiyle hapsedilmişse karısı mirâsçı olamaz. Çünkü selâmet gâlibtir.

İZAH

«Veya hiç boşamaz da» yani talâk-ı ric'î ile hiç boşamamak arasında fark yoktur demek istiyor.

«Kocasının oğluna râm olursa» ifadesindeki râm olmak yani itâat etmek bir kayıd değildir. Çünkü kadın o işi zorla da yapsa yine mirâsçı olamaz. Zira kocası tarafından hakkı ibtal edilmemiştir. Nitekim Bedâyı'dan naklen Bahır'da izah edilmiştir. Lâkin oğluna bunu babası emrederse kadın mirâsçı olur. Nitekim arzetmiştik.

«Çünkü ayrılık kadın tarafından gelmiştir.» Binaenaleyh kadın hakkının sâkıt olmasına razı demektir.

«Yahut kadını onun emriyle bâin kılar.» sözü kadın bir talâk isteyip kocasının üç talâkla boşamasına da sâdıktır. Binaenaleyh Bahır sahibinin: "Ben bunun hükmünü görmedim." demesi açık olarak görmedim mânâsınadır. Sonra şöyle demiştir: "Bu kadına mirâs verilmemek gerekir. Çünkü talâk-ı bâine razı olmuştur."

«Veya kocasından hul' olursa» diye kayıdlaması şundandır: Çünkü bu kadını ecnebî bir kimse hasta olan kocasından hul' ederse, kocası iddet içinde öldüğü takdirde kadın ona mirâsçı olur. Çünkü kadın bu talâka razı olmamıştır. Kocası mirâs kaçıran olur. Bunu Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

Ben derim ki: Ta'lil şunu ifade eder: Kadını ecnebî birisi mehri mukabilinde kocasından hul' yaparsa kadın buna razı olduğu takdirde yine mirâsçı olur. Çünkü razı olması ayrıldıktan sonra vuku bulmuştur. Binaenaleyh ayrılığa bir tesiri yoktur. Onun yalnız mehrinin sukûtunda tesiri vardır. Böylece razı olmadan mirâs kaçırma sâbit oldu demektir. Artık razı olmakla bunun hükmü kalkmaz ve bu kadın mirâsçı olmaz denilemez. Çünkü rıza delili ortadadır. Muteber olan onun ayrılmazdan önce bulunmasıdır. Ayrıldıktan sonra bulunması muteber değildir.

«Çünkü kadın razıdır.» Ayrılık onun ihtiyariyle olmuştur. Zira sabredebilirdi. Bedâyı'.

«Onun rizasiyle amel ederek ilh...» Çünkü mirâs hakkını ibtal eden onun razı olmasıdır. Nehir sahibi buna itiraz ederek: "Talâk erkeğin hastalığında olursa bunun bir faydası yoktur. Çünkü onda rıza delili mevcuddur." demiştir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü kadın kendi hakkını ibtal etmeyen mevkuf bir talâka razı olmuştur. Buna razı olmasından hakkını ibtal edene de razı olması lâzım gelmez. Câmiu'l-Fûsuleyn'in ibâresi şöyledir: "Bu kadının isteği ile yapılan talâk gibi değildir. Çünkü kadın ibtal eden bir amele razı değildir. Onun kendimi boşadım demesi ibtal edici değildir. Yalnız kocasının razı olmasına bağlıdır. Kocası hastalığı esnasında razı olunca yeni bir talâk yapmış gibi olur ve mirâs kaçırandır."

«Kocası hapiste kapalı ise...» Dürer-ü Müntekâ'da bunun ibâresi "bir kalede kapalıysa" şeklindedir. Başka kitabların ibâreleri de öyledir. Bundan sonra harb safında bulunursa demesi mübâreze için saftan çıkmaktan ihtiraz içindir. Çünkü çıkarsa mirâs kaçıran olur. Nitekim geçti. Burada mirâs kaçıran sayılmaması şundandır: UIema: "Kal'a düşmanın zararını def içindir." demişlerdir. Nehir sahibi diyor ki: "Bunun mutlak ifade edilmesi birbirlerine nisbetle az veya çok olmalarının farkı olmadığını göstermek içindir. Ama ben bunu ulemanın söylediklerini görmedim."

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa harb safında bulunduğu müddetçe fark yoktur. Ama birbirlerine karışırlarsa Mi'râc'tan naklettiğimizden biliyorsun ki hastalık hükmündedir. Meğerki bir taraf gâlib gelmiş olsun.

TENBİH: Safta olanın benzeri batma tehlikesi geçirmezden önce gemide bulunan yahut yırtıcı hayvanların veya düşmanın bulunduğu yere giden gibidir. Bahır.

«Tâun hastalığının salgın hale gelmesi de bunun gibidir.» Fetih'de Şâfiîlerden naklen bildirildiğine göre bu hastalık hükmündedir. Fetih sahibi: "Ama ben bunu bizim ulemamız tarafından söylendiğini görmedim." demiştir. Hanefîlerin kaideleri bu kimsenin sağlam gibi sayılmasını gerektirir. Hâfız Askatânî Bezlü'l-Mâûn adlı kitabında şöyle demiştir: "Hanefî ulemasından bir cemaatın bana söyledikleri budur.

Eşbâh'da: Nihayet bu kimse harb safında bulunan gibidir. Binaenaleyh mirâs kaçıran sayılmaz denilmektedir. "İmam Mâlik'e göre de sahih olan budur. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da belirtilmiştir. Şürunbulûliyye sahibi diyor ki: "Bu teslim edilemez Çünkü harb safındakilerle beraber bulunup müdafaa yapan kimseyle onlar gibi bir kavmin arasında bulunup atış kuvveti olmayan kimseler arasında tâun yayıldığı zaman bir benzerlik yoktur."

Ben derim ki: Bir mahalleye veya beldeye tâun girerse ora halkını helâk korkusu alır ve harbin kızıştığı hale benzer. Tâunun gîrmediği mahalle veya belde böyle değildir. Binaenaleyh bu tafsilâta göre hareket gerekir. Biliyorsun ki itibar helâk korkusunun galebesinedir. Sonra gizli değildir ki, bütün bu söylenenler yaralanmayan kimse hakkındadır.

«Çünkü selâmet gâlibtir» Zira kal'a düşmanı def için yapılır. Yırtıcı hayvanların yaşadığı yerle hapisten de bir çaresi bulunup kurtulunabilir. Bunu Hindiyye'den naklen Tahtâvî söylemiştir.

METİN

Hâmile kadın mirâs kaçıran olamaz. Ancak doğum sancısıyla beraber olursa müstesnadır. Çünkü kadın o zaman hasta gibidir. İmam Mâlik'e göre ise altı ayını tamamladıktan sonra hasta gibi olur.

Hasta olan bir kimse kadının bâin talâkını ecnebî birinin yani karı-kocadan başka birinin-velevki kadının o kocadan doğurduğu çocuğu olsun- fiiline yahut vaktin gelmesine tâlik eder de hem tâlik hem şart hastalığında bulunursa yahut kadının talâkını kendi fiiline tâlik eder de tâlikle şartın ikisi birden veya yalnız şart hastalıkta bulunursa yahut kadının talâkını kadının yemek gibi mutlaka lâzım olan tabiî veya anne-babası ile konuşması gibi şer'î bir filline tâlik eder de her ikisi yahut yalnız şart hastalığında bulunursa kadın mirâsçı olur. Çünkü kocası mirâs kaçırandır.

Bedâyı'daki şu mesele de bu kabîldendir: "Bir kimse karısına: Seni boşamazsam yahut senin üzerine evlenmezsem sen üç defa boşsun der de bunu yapmadan ölürse karısı mirâsçı olur. Ama karısı ölürse kocası ona mirâsçı olmaz.

İZAH

«Doğum sancısı»nın tefsirinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları kadın doğuruncaya veya ölünceye kadar dinmek bilmeyen ağrıdır demiş; bazıları bazen dinse de ona yine doğum sancısı denildiğini söylemişlerdir. Çünkü sancı bazen sükûnet bulup bazen şiddetlenir. Birinci tarif daha güzeldir. Bunu Müctebâ'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Hasta olan bir kimse» yani hem tâliki hem şartı yahut bunlardan birini yaparken hasta bulunan bir kimse demek istiyor. Bu her ikisini yaparken sağlam bulunmaktan ihtirazdır. Çünkü öylesi bu meselenin suretlerinden değildir.

«Bâin talâkını» diye kayıdlaması mirâs kaçırma hükmü ancak onunla sâbit olduğu içindir. Bahır. Çünkü talâk-ı ric'îde mirâs kaçırma yoktur. Velevki onu kadının rızası cimadan hastalığında yapsın.

«Yahut vaktin gelmesine tâlik ederse» cümlesinden murad semavî yani Allah tarafından olan bir şeye tâlik etmektir. Buna tâlik demesi muzaf hükmün ona bağlı olması cihetinden şart mânâsında olduğu içindir. Nitekim Bahır sahibi tâlik bâbında bunu tahkîk etmiştir.

«Yalnız şart» yani üzerine tâlik yapılan şey ki şu haneye girersen boşsun cümlesinde o haneye girmesidir.

«Veya anne-babası ile konuşması gibi» her zi-rahim akraba anne-baba gibidir. Oruç, namaz, borç ödemek ve ödenen borcu almak gibi şeyler de böyledir. Nehir. Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: "Kadının talâkını anne-babasının evine gitmesine tâlik eder de o da giderse koca-sına mirâsçı olur. Çünkü onları ziyarete gitmek kadının mutlak surette borcudur."

«Yahut yalnız şart hastalığında bulunursa» meselesinde İmam Muhammed muhâliftir. Ona göre tâliki sağlamken yaparsa kadına mutlak surette mirâs verilmez. Bahır sahibi diyor ki: "Ulema İmam Muhammed'in kavlini sahihlemişlerdir." Nehir sahibi bu kavlin sahih kabul edildiğini Fahru'l-İslâm'dan nakletmiştir.

«Çünkü kocası mirâs kaçırandır.» Tâlikı ecnebi birinin fiiline yahut vaktin gelmesine yapar daher ikisi hastalık halinde bulunurlarsa mücerred tâlik ile mirâs kaçırma kasdı tehakkuk etti demektir. Onun için hastalık halinde yalnız şart bulunursa bize göre kadın mirâsçı olmaz. İmam Züfer buna muhâliftir. Tâlikı kendi fiiline yapar da ikisi de yahut yalnız şart hastalıkda bulunursa yine mirâs kaçırmak tehakkuk eder. Çünkü ya hem tâlik hem şartla yahut yalnız şartla kadının hakkını ibtal ve ona zarar kasdetmiştir. Bu ise başkasının hakkını ibtal etmez.

Nitekim mecburiyet halinde başkasının malını telef etmek böyledir. Tâlikı kadının mutlaka yapması lâzım gelen bir işine yapar da şart hastalıkta bulunursa yine mirâs kaçırma tehakkuk eder. Çünkü ya dünyada helâk yahut âhirette azab korkusundan kadın o işi yapmaya mecburdur. Bu satırlar kısaltılarak Nehir'den alınmıştır.

«Bu kabildendir.» Yani mirâs kaçırma kabilindendir ve kendi fiiline tâlikdır. Kadının burada mirâsçı olması şart bulunduğu içindir Şart boşamamak yahut ölümünden önce üzerine evlenmemektir ki, hastalığı zamanına rastlar. Binaenaleyh adam mirâs kaçırandır. Velevki tâlik sağlamken yapılmış olsun. Erkeğin karısına mirâsçı olamaması hakkının sâkıt olmasına rıza gösterdiği içindir. Zira şartı kadının ölümüne kadar geciktirmiştir.

Yine Bedâyı'da zikredildiğine göre bir adam karısına: "Basra'ya gelmezsem sen üç defa boşsun." der de ölünceye kadar Basra'ya gitmezse kadın mirâsçı olur. Fakat kadın ölürse kocası ona mirâsçı olur. Çünkü karısı iken ölmüştür. Zira vukûun şartı yoktur. Bu adam Basra'ya karısı öldükten sonra gidebilir. Yani kadını boşaması ve üzerine evlenmesi bunun hilâfınadır. Çünkü kadın öldükten sonra bunlar mümkün değildir.

TENBİH: Şârihin talâkı üç defa diye kayıdlaması kadının ölümü meselesinde lâzım değildir. Çünkü talâk-ı ric'îyle boşar da kadının son nefesinde olduğuna hükmedersek meydana gelen talâk yine bâindir. Çünkü iddet bekleme imkânı yoktur. Hiç cima edilmeyen kadın gibi olur. Nitekim bunu Fetih'den naklen sarîh bâbında: "Seni boşamazsam sen boşsun." dediği yerde arzetmiştik.

METİN

Diğerlerinde kadın mirâsçı olmaz. Bundan murad her ikisi sağlamken yahut yalnız tâlik sağlamken yapılan, yahut kadının yapmayabileceği bir işine tâliktir. Bunların toplamı onaltı eder. Çünkü tâlik ya bir vaktin geçmesine, ya bir ecnebînin fiiline yahut kendi fiiline olur. Bunların her birinin dört vechi vardır. Zira tâlik ile şart ya sağlamken, ya hastayken yahut biri sağlam biri hastayken olur. Bunların hükümlerini gördük.

Bir adam sağlamken karısına: "Ben ve filan dilersek sen üç defa boşsun." der de sonra hastalanır ve hem koca hem ecnebî beraberce dilerlerse yahut evvela koca sonra ecnebî dileyerek koca ölürse kadın mirâsçı olamaz. Evvela ecnebî sonra koca dilerse kadın mirâsçı olur. Hâniyye'de böyle denilmiştir. Fark gizli değildir. Çünkü evvela ecnebîninin dilemesiyletalâk yalnız onun fiiline muallak olmuştur.

İZAH

«Yahut yalnız tâlik sağlamken yapılan» yani yalnız tâlik ecnebî birinin fiiline yahut vaktin gelmesine yapıldığı surettir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bu evvelce metinden anlaşılmıştı. Demek ki burada tâlik umumuna yorumlanmaz. Hatta kendi fiiline şâmil değildir. Zira yalnız tâlikı sağlamken kendi fiiline yapar da şart hasta iken olursa kadın ona mirâsçı olur. Musannıf bunu metinde açıklamıştır. Binaenaleyh bunun umuma dahil olması doğru değildir. Sâlhânî'nin elyazısıyla böyle denilmiştir.

«Yahut kadının yapmayabileceği bir işine tâliktır.» Bu mutlaktır. Yani ister tâlik ve şart hasta iken yapılsın, ister bunlardan yalnız biri hasta iken yapılsın fark etmez. Tebyîn'de şöyle denilmiştir: "Bunlardan yani bu zikrettiğimiz suretlerden başka yerlerde kadın mirâsçı olamaz. Bunlardan murad bütün vecihlerde tâlik ile şartın sağlamken yapılması yahut ecnebînin fiiline veya vaktin gelmesine tâlik ederse tâlikın sağlamken yapılması yahut kadının yapmayabileceği bir işine nasıl olursa tâlik yapmasıdır ki, bu suretlerin hepsinde kadın mirâsçı olmaz." H.

«Bunların toplamı onaltı eder.» Hatta yirmisekize çıkarmak mümkündür. Çünkü tâlikı kendi fiiline veya kadının fiiline yahut ecnebî birinin fiiline yaptığında bu fiil ya çaresiz yapılacak fiillerdendir ya değildir. Böylece altı suret meydana gelir. Bunlar şart ve tâlikın dört vechiyle çarpılırsa yirmidört eder. Vakte tâlik ederse dört suret daha meydana gelr ve mecmuu yirmisekiz olur. Lâkin kendi fiiliyle ecnebînin fiili arasında yapılması lâbud olanlarla olmayanlar hususunda fark yoktur. Kadının fiiline tâlik etmesi bildiğin gibi bunun hilâfınadır. Sonra şurası da gizli değildir ki tâlikle şartın her ikisinin sağlamken yapılmasının hastanın talâkında bir tesiri yoktur. Onun için Bahır sahibi bunu zikretmemiştir. Binâenaleyh münasib olan onu atmaktır. Böylece suretler yirmibir olur.

«Bir adam sağlamken karısına...» tâlik yaparsa metinde beyan edildiği gibi hüküm verilir. Fakat hasta iken tâlik yaparsa kadın bütün suretlerde mirâsçı olur. Çünkü bu hem ecnebînin hem kendinin fiiline tâlik kabîlindendir. Buna delâlet eden suretler yukarıda görüldü. T.

«Fark gizli değildir» Bahır sahibi diyor ki: "Bunun hâsılı şudur: Talâk her ikisinin dilemesine tâlik edilmiştir. Beraberce dilerlerse koca tam bir illet teşkil etmez. Binaenaleyh mirâs kaçıran sayılmaz. Kocanın dilemesi sonra olursa iş değişir. Çünkü o zaman onunla illet tamam olur." Yani bu iş kendi fiiline tâlik kabîlinden olur ve yalnız şartın hastalık halinde bulunması kâfidir. İlk iki vecih bunun hilâfınadır. Çünkü onlar ecnebînin fiiline tâlik kabîlindendir. Onda tâlik ile şartın mutlaka hasta iken yapılması lâzımdır. Halbuki biz tâlikin sağlamken yapıldığını farzediyoruz.

METİN

Ölüm hastası ile karısı sağlamken üç talâk yapıldığında ve iddetin bittiği hususunda birbirlerini tasdik ederler de sonra adam karısına bir borç veya ayn ikrar eder yahut kadına bir vasiyyette bulunursa, kadına onun yani ikrar veya vasiyyet ettiği şeyden ve mirâsdan hangisi az ise o verilir. Çünkü töhmet vardır. Kadın kocasının ikrar ettiği vakitten itibaren iddet bekler. Bununla fetva verilir.

İZAH

«Ve iddetin bittiği hususunda» diye kayıdlaması ;mameyn'in muhalefetini belirtmek içindir. Onlara göre erkeğin ikrar ve vasiyyeti câizdir. Zira iddet lâzım gelmediği için ortada töhmet yoktur. Nitekim Tebyîn'de böyle denilmiştir. Bundan onlaşılır ki, karı-koca sağlamken üç talâk yapıldığında birbirlerini tasdik eder de iddetin bittiğinde tasdik etmezlerse kadın bilittifak az olanı alır. H.

«Kadına ikrar veya vasiyyet ettiği şeyin ve mirâsın hangisi az ise o verilir.» Yani vasiyyet edilen şey mirâstan azsa kadına o verilir. Mirâs vasiyyet edilenden azsa o verilir.

«Çünkü töhmet vardır.» Bu töhmet kocası kadına alacağı mirâstan ziyadesini versin diye karı-kocanın birbirinden ayrıldıklarını ve iddetin geçtiğini ikrar için anlaşmaları töhmetidir ki, yalnız ziyade hususundadır. Biz bunu reddederiz. İmameyn ikrar ve vasiyyetin câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü iddet olmadığı için kadın o adama ecnebî olmuştur. Buna delil adamın kadın lehine şâhidliğinin kabul edilmesi, zekâtını o kadına verebilmesi ve kadının başka kocaya varabilmesidir. Cevap şudur: Âdeten zekât, şâhidlik ve kocaya varma hususunda anlaşma olmaz. Binaenaleyh töhmet de yoktur. Bu satırları Bahır sahibi kısaltarak Hidâye ve şerhlerinden almıştır.

«Kadın kocasının ikrar ettiği vakitten itibaren ilh...» Hidâye'de böyle denilmiştir. Hâniyye'nin iddet bâbında fetvanın buna göre olduğu bildirilmiştir. Hal böyle olunca yukarıda zikredilen hükümlerden hiç biri sâbit olamadığı gibi kocası bu kadının kızkardeşi ile ve ondan başka dört kadınla dahi evlenemez. Halbuki bu ulemanın burada açıkladıklarının hilâfınadır. Bununla Surûci'nin Gâye'de yaptığı itiraz da defedilmiş olur. O şöyle demiştir: "Hâli hakem kılmak gerekir. Bakılır: Karı-kocanın arasında geçimsizlik zuhur etmiş de kocası hastayken kadın onun hizmetini terketmişse bu anlaşma yapmadıklarına delildir. Töhmet de yoktur. Aksi takdirde sahih olmaz. Çünkü töhmet vardır." Nehir sahibi de bunu ikrar etmiştir.

Hâsılı şudur: Ulemanın burada kararlaştırdıkları kocasının bu kadın lehine şâhidliğinin kabul edilmesi gibi hükümler iddetin talâk vaktinde başlamasını iktiza eder. İddet bâbında sahih diye kabul ettikleri iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Sözü ise bu hükümlerin bulunmamasını iktiza eder.

Ben derim ki: İddetin ancak talâk vaktinden vâcib olduğu gizli değildir. Karı-koca iddetin geçtiğini ikrar ederlerse töhmet bulunmayan bir hususta doğru söylemiş olurlar. Onun için ulema bu kadına nafaka ve mesken verilmesi vâcib olmadığını açıklamışlardır. Bunu kocası tasdik ettiği için yapmışlardır. Yukarıda geçen şâhidlik ve emsalinde töhmet yoktur. Çünkü âdeten onlarda anlaşma olmaz. Mirâs mikdarından ziyade vasiyyet bunun hilâfınadır. Onun hakkında Ebû Hanife'ye göre karı-kocanın sözleri tasdik edilmez. O ziyadeyi ibtal için iddetin bitmediğini takdir etmiştir. Çünkü töhmetin yeri budur. Şu halde murad sair hükümler hususunda iddetin bitmemesi değildir. Murad sadece töhmet yeri hakkında onun bitmesidir.

Bu izahtan anlaşılır ki, her iki kavil yani gerek iddet talâk vaktinden başlasın, gerekse ikrar vaktinden başlasın umumu üzere değildir. Onun için Fethü'l-Kadir sahibi iddet bâbında şöyle demiştir: "Müteehhirinin fetvası yani iddet ikrar vaktinden vâcib olur sözleri dört mezhebin imamlariyle sahabe ve tâbiinin cumhuruna muhâliftir. Onların muhalefeti töhmetten dolayı olduğundan töhmet yerlerini ve kendilerinden anlaşma beklenen insanları araştırmak gerekir.

Onun için İmam Suğdî tafsilât vermiş, İmam Muhammed'in Mebsûttaki: "İddetin ibtidası talâk vaktinden başlar." sözünü karı-koca talâkın isnad edildiği vakitte ayrıldılarsa diye yorumlamıştır. Ayrılmadılarsa her ikisinin yalan söyledikleri zâhirdir ve isnad hususunda tasdik edilmezler."

Bahır sahibi iddet bâbında: "İşte arabulmak böyle olur." demiştir. Yani mütekaddiminle müteehhirinin sözleri arası böyle yatıştırılır demek istemiştir. Bundan anlaşılır ki Surûcî'nin: "Hali hakem kılmak gerekir." sözü dogrudur. Lâkin onun: "Geçimsizlik ve kocasının hizmetini terk etmesi anlaşma olmadığına delildir." sözünü Fetih sahibi reddetmiş, bunun zâhir olmadığını söylemiştir. "Çünkü kocasının kadına alacağı mirâstan daha fazlasını vasiyyet etmesi, bu geçimsizliğin bir hileden ibaret olduğu hususunda açıktır." demiştir. Evet, İmam Suğdî'nin söylediği ayrılma işi bu adamın karısına vasiyyeti sahih olmak, onun kızkardeşiyle evlenmek ve ondan başka dört kadın alabilmek hususunda anlaşma olmadığında zâhirdir.

TENBİH: Bil ki kadının aldığı şey mirâsa benzemektedir. Taksim edilmeden terekeden bir şey zâyi olursa bütün terekeden sayılır. Tereke eşyadan ibaret olup kadın para almak istese buna hakkı yoktur. Kadının aldığı bir cihetten borca da benzer. Hatta mirâsçılar onu terekeden başka bir şeyden verebilirler. Kadının kendi ifadesine göre aldığını borç sayarlar. Fethü'l-Kadir, Bahır ve diğer kitablarda böyle denilmiştir.

METİN

İkrar vaktinden itibaren iddet bittikten sonra koca ölürse bütün ikrar ve vasiyyet ettiği şeylerkadına verilir. İmâdiyye. Birbirlerini tasdiklerl kocanın ölüm hastalığında değilse kocanın ikrar ve vasiyyeti sahihtir. Ama karısı yalanlarsa ikrarı sahih olmaz.

Mecma' şerhi, Fûsul'de şöyle denilmiştir: "Kadın kocasının kendini hasta iken talâk-ı bâinle boşadığını iddia eder de kocası inkârda bulunursa ve hâkim kocasından yemin ister o da yemin ederse, sonra kansı kocasını tasdik edip kocası ölürse kadın ölümünden önce onu tasdik ettiği takdirde kendisine mirâsçı olur. Ölümünden sonra tasdik ederse mirâsçı olamaz." Nasılki kocasının hastalığında kadın kendi isteğiyle üç defa boşanır da sonra kocası ona vasiyyette veya ikrarda bulunursa kadına bunların az olanı verilir. Sağlam bir adam iki karısına sizden biriniz boş olsun der de sonra ölüm hastalığında birisi hakkında talâkı beyan ederse, bu beyanla mirâs kaçıran olur.

İZAH

«Bütün ikrar ve vasiyyet ettiği şeyler kadına verilir.» Çünkü artık kadın ecnebî olmuştur. Töhmet kalkmıştır. Bunun muktezası şudur ki: Kadının aldığı şeyin mirâsa benzer yeri kalmaz.

«Ama karısı yalanlarsa ikrarı sahih olmaz.» Vasiyyeti dahi sahih değildir. Kadına ifadesine göre muamale yapılır. O kendisinin bu adamın karısı ve mirâsçısı olduğunu söylemektedir. Mirâsçıya vasiyyet yoktur. Ona ikrar da yapılamaz. T. Ama bunu "Kocası ölüm hastalığında ikrarından itibaren karısının iddeti bitmeden yaparsa" diye kayıdlamak gerekir. Çünkü kocası üç defa boşadığını ikrar edince onun ikrarıyla amel edilerek kadın ondan bâin olur. Velevki karısı yalanlamış olsun ve adam mirâs kaçıran olur. Hastalığından düzelir de sonra iddet içinde ölürse yahut düzelmez de iddet geçtikten sonra ölürse kadın ona mirâsçı olamaz. Ama kocasının ona vasiyyeti ve mal ikrarı sahih olur. Kadının talâk hakkındaki sabık yalanlaması şimdi vâki olan talâka razı olmak sayılmaz. Nitekim gizl değildir. Bana zâhir olan budur.

«Ölümünden sonra tasdik ederse mirâsçı olamaz.» Ben derim ki: Bu ancak kadın bâin talâkın sağlamken yapıldığını iddia ederse zâhir olur. Çünkü kadının dâvâsı o adamdan mirâsçı olmadığını itirafı tezammun eder. Adam mirâs kaçıran değildir. Ama kadın bâin talâkın bu ölüm hastalığında olduğunu iddia ederse zâhir değildir. Çünkü kadın arkasından kocasına mirâsçı olabileceği bir talâk iddia etmektedir. Şu kadar var ki. bu adamdan bâin oldugunu söyleyince ondan ayrılması icab ederdi. Kocasına bu vâcibi iddia etmekle boşanmış olmasına razı olması Iâzım gelmez. Nitekim gizli değildir. Binaenaleyh ona mirâsçı olması icab eder. Bu hususta kadının dâvâsında ısrar etmesi veya ölümünden evvel yahut sonra kocasını tasdikte bulunması fark etmez. Nitekim kadının iddia ettiğini kocası ikrarda bulunursa hüküm budur. Ben bundan bahseden görmedim. Galiba açık olduğu için ulemabundan söz etmemişlerdir.

«Nasılki kocasının hastalığında ilh...» Birinci meselenin hükmünü buna benzetmesi bunda hilâf olmadığı içindir. Bildiğin gibi birinci mesele bunun hilâfınadır.

«Kadına bunların az olanı verilir.» Yani ikrar veya vasiyyet ettiği şeyle mirâstan hangisi azsa o verilir.

«Sağlam bir adam» diye kayıdlaması mirâstan kaçırması beyanla olacağı içindir. Hasta ise beyanla değil o sözle mirâs kaçıran olur.

«Sizden biriniz boş olsun.» Yani üç defa boş olsun derse demek istiyor. Nitekim Kâfî'den naklen Fetih'in ibâresi böyledir. Maksad budur. Çünkü sözümüz erkeğin ne ile mirâs kaçıran olacağı hususundadır. Ric'î talâkla mirâstan kaçılmaz.

METİN

Kadın da ona mirâsçı olur. Kâfî. Bu şunu ifade eder ki, bu adam sağlamken yemin eder de hasta iken yeminini bozarak onun kadınlardan biri hakkında olduğunu beyan ederse mirâs kaçıran olur. Ama ben bunu bir yerde görmedim. Nehir.

Kocanın karısının mirâsa ehil olduğunu bilmesi şart değildir. Karısını hasta iken bâin olarak boşar da daha önce efendisi onu âzâd etmiş bulunursa yahut kadın kitabîyye iken müslüman olursa, kocası bunu bilmezse mirâs kaçıran olur. Kadın ondan mirâs alır. Zahîriyye.

Bunun hilâfına olarak bir kimse cariyesine: Sen yarın hürsün der, kocası da: Sen yarından sonra üç talâkla boşsun derse, kocası efendisinin sözünü bildiği takdirde mirâs kaçıran olur, bilmezse kadın mirâsçı olamaz. Hâniyye.

Talâkı cariyenin âzâd olmasına veya kendisinin hastalığına tâlik eder yahut kendisi sağlam iken talâka birini vekil eder de o kimse onun hastalığı zamanında fakat kendisini azle kâdir olduğu halde boşarsa mirâs kaçıran olur.

İZAH

«Kadın da ona mirâsçı olur.» Çünkü talâkı kadının hakkı kendi malına teallûk ettikten sonra beyan etmiştir. Binaenaleyh yapmak istediği kendine iade olunur. Nasılki yeni talâk yapmış olsa hüküm budur. Bunun mirâs hakkında yeni talâk sayılması töhmetten dolayıdır. İki kadından birisi adamdan önce ölür de ondan sonra adam ölürse kalan kadın teayyün eder ve mirâsçı olamaz. Çünkü bu hükmen beyandır. Erkekten töhmet kalkar. Meselenin tamamı Fetih'dedir.

Ben derim ki: "Bu beyanla mirâs kaçıran olur" sözü "Mübhem talâkda beyan talâkı mânen beyan şartıyla tâliktir." sözünü teyid eder. Yani beyan zamanında talâkın vukuu için hâlin sebebi olur ve beyan halinde talâk sabık sözle vâki olur. Ama "Talâk halen kadınlardanbirine gayr-i muayyen olarak vâkidir. Beyan hangisine olduğunu tâyindir." diyenlere göre bu adamın mirâs kaçıran olmaması gerekir. Çünkü talâk onun sıhhatli zamanında olmuştur. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Bu hususta sözün tamamı da oradadır.

«Sağlamken yemin eder de» meselâ talâkı birinin fiiline tâlik ederek: Zeyd haneme girerse biriniz üç defa boş olsun derse beyanla mirâs kaçıran olur. Fakat talâkı kendi fiiline tâlik ederse beyanla değil hastalığındaki fiiliyle mirâs kaçıran olur.

«Karısının mirâsa ehil olduğunu bilmesi şart değildir ilh...» Hâsılı adamın mirâs kaçıran olması için karısının mirâsa ehil olması şarttır. Kadın cariye veya kitabîyye olur da kocası hastalığında onu talâk-ı bâinle boşarsa kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü ehliyeti yoktur. Lâkin kocasının haberi yokken âzâd edilmiş veya müslüman olmuşsa kocası hasta iken onu talâk-ı bâinle boşadığı takdirde mirâs kaçıran olur. Kadın ondan mirâsını alır. Çünkü ayrılırken şart tehakkuk etmiştir.

«Sen yarından sonra üç talâkla boşsun» derse cevap metinde beyan edildiği gibidir. Fakat: Sen yarın dahi üç talâkla boşsun derse boşanmakla âzâdlık beraber olur. Kadına mirâs yoktur. "Sen âzâd edildiğin zaman üç talâkla boşsun." derse mirâs kaçıran olur. Zahîriyye'de böyle denilmiştir. Çünkü muallak rnuallaku'n-aleyhi tâkip eder ve talâk vâki olmadan mirâs kaçırma şartı teallûk eder. Önceki bunun hilâfınadır. Çünkü yarına muzaf olan iki şey beraberce vuku bulurlar.

«Bilmezse kadın mirâsçı olomaz» Çünkü bu adam tâlk vaktinde kadının hakkını ibtal etmek istememiştir. Velevki kadın talûk vâki olmazdan önce mirâsa ehil olsun ve tâlik zamanında hür olmasın. Çünkü kadının âzâdlığı izafe edilmiştir. Talâk vaktinde hür olması ve kocasının bunu bilmemesi bunun hilâfınadır. Zira bu hükmî bir iştir. Onu bilmek şart değildir. Bahır'da böyle denilmiştir. Daha doğrusu: "Çünkü bu sâbit bir iştir." demelidir.

TENBİH: Musannıfın: "Mirâs kaçıran olur." demesi kadının üzenine üç talâk vâki olmasını iktiza eder. Aksi takdirde talâk ric'î olur. Çünkü kadın hürre olmuştur. Ric'î talâkda mirâstan kaçmak yoktur. Anla! Buna göre tâlik bâbında şart lâfızlarından önce geçen: "Bir adam cariye olan karısına: Şu haneye girersen üç defa boşsun der de cariye âzâd edilir ve o haneye girerse ona ric'at edebilir." ifadesi müşkil kalır. Bunun muktezası burada iki talâk olmalıdır ve o adam mirâs kaçıran sayılmamalıdır.

Fakat ulemanın izafetle tâlik arasında söyledikleri farktan alarak şöyle cevap verilebilir: Muzâf hale sebeb olur, muallak bunun hilâfınadır. Hatta sen yarın hürsün dese bugün onu satmaya mâlik değildir. Ama yarın geldiği vakit hürsün derse satabilir. Nitekim Eşbâh'ın talâk bahsinde beyan edilmiştir. Bizim meselemizde de cariyesine sen yarın hürsün deyince hal için sebeb münakid olmuştur. Kocası: Sen yarından sonra üç defa boşsun deyincehürriyetin sebebi tehakkuk ettikten sonra talâk için sebeb münakid olmuştur. Binaenaleyh üç talâk boş olur. Tâlik meselesi bunun hilâfınadır. Zira bu adam tâlik vaktinde iki talâktan fazlasına mâlik değildir. O vakit hürriyetin sebebi de tehakkuk etmiş değildir. Şu halde mâlik olduğundan daha fazlası vâki olamaz. Bana zâhir olanın son haddi budur.

«Talâkı cariyenin âzâd olmasına» tâlik eder de hem tâlik hem şart hastalığında bulunurlarsa demek istiyor. Çünkü bu ecnebî birinin fiiline tâliktir. T.

«Veya kendisinin hastalığına» tâlik ederek: Ben hasta olursam sen üç defa boşsun derse mirâs kaçıran olur. Çünkü yeminin bozulmasının şartı olarak mutlak surette hastalığı göstermiştir. Mutlak hastalık ekseriyetle ölümle neticelenen döşeğe düşmedir. Ölüm hastalığı da budur. Valvalciyye'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi bu kavlin sahih kabul edildiğini Hâniyye'den nakletmiştir.

Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: Bu adam önceden hastalanıp sonra düzelse kadın boş düşmez. Çünkü hastalığı mutlak mânâsına almıştır ki, kâmil olan demektir. O da kendisine ölüm bitişen hastalıktır. O halde murad mutlak hastalık değil maraz-ı mutlaktır. Bunların arasında ise mâl mutlak ile mutlak su arasında olduğu gibi açık fark vardır.

METİN

Ayrılık sebebine hasta olduğu halde kadın teşebbüs eder de iddet bitmeden ölürse kocası ona mirâsçı olur. Nitekim aralarındaki ayrılık bülûğ ve âzâdlık muhayyerliğinde kadının kendini ihtiyar etmesiyle veya hasta olduğu halde kocasının oğlunun onu öpmesiyle veya ona râm olmasıyla vuku bulursa hüküm budur. Çünkü ayrılık onun tarafından gelmiştir. Bundan dolayı da talâk değildir. Ayrılmalarına âletin kesilmesi, kalkınamamak ve liân gibi bir şeyin sebeb olması bunun hilâfınadır. Çünkü bu suretlerde kocası ona mirâsçı olamaz. Hâniyye'de ve Câmi'den naklen Fetih'de bildirildiğine göre mezheb budur. Kâfî sahibi kesinlikle buna kâil olmuş; Bahır sahibi de mezhebin bu olduğunu söylemiştir. Çünkü bu talâkdır ve kadına muzaftır. Bu birincisi gibidir. Binaenaleyh kocası ona mirâsçı olur diyenler de olmuştur. -Bunu diyen Zeylaî'dir.- Kadın dinden döner de sonra ölür yahut dar-ı harbe kaçarsa bakılır: Dinden dönmesi hastalık esnasında olmuşsa kocası istihsanen ona mirâsçı olur. Aksi halde yani sağlamken dinden dönmüşse ona mirâsçı olamaz. Kocasının dinden dönmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu onun ölüm hastalığı mânâsındadır. Binaenaleyh karısı ona mutlak surette mirâsçı olur. Karı-koca beraberce dinden dönerler de sonra kadın müslüman olursa kocasına mirâsçı olur. Aksi câiz değildir. Hâniyye.

İZAH

«Ayrılık sebebine kadın teşebbüs eder de ilh...» sözü erkeğin nasıl mirâs kaçıran olacağını beyandan sonra kadının nasıl mirâs kaçıran olacağını beyana başlamaktır. Şârih bâbınbaşındaki: "Mirâs kaçırma bazen kadından da olur." sözü ile buna işaret etmişti.

«Kocası ona mirâsçı olur.» Çünkü erkeğin ölüm döşeğinde iken malına nasıl karısının hakkı teallûk ederse kadının ölüm döşeğinde de malına kocasının hakkı teallûk eder. Bahır.

«Veya ona râm olmasıyla» sözü zorla yapmasından itiraz içindir. Çünkü zorla yaparsa ayrılık sebebi kadından gelmediği için kocası ona mirâsçı olamaz. Kadını zorlaması için babası oğluna emretmişse evleviyetle kadına mirâsçı olamaz. Fakat erkek hasta olur da analığını zorlaması için oğluna emrederse bunun hilâfınadır. O mirâs kaçıran olur, karısı mirâsına konar. Emretmezse mirâs kaçıran sayılmaz. Nitekim yukarıda geçmişti.

«Bundan dolayı» yani kadın tarafından geldiği için talâk sayılmayıp fesh olur. Çünkü kadın boşamaya ehil değildir.

«Kocası ona mirâsçı olamaz.» Kadın da kocasına mirâsçı olamaz. Nitekim izahı musannıfın "kocasından hul' olur veya nefsini ihtiyar ederse" dediği yerde geçmişti. Lâkin liânda kadın kocasına mirâsçı olur. Çünkü liânın başlangıcı erkek tarafındandır. Nitekim geçmişti.

«Çünkü bu talâkdır.» Binaenaleyh kocası tarafından yapılmış sayılır ve kadın buradan muztar mevkide kaldığı için mirâs kaçıran sayılmaz. Liânda kendinden kepazeliği def için buna muztardır, âlet kesildiğinde ve kalkınamamada ise nikâhtan beklenen iffet hâsıl olmadığı içindir. Binaenaleyh kadının çaresiz yapması gereken bir fiiline tâlik gibi olur. Kocasının hastalığında kadının talâk istemesi, onun da boşaması bunun hilâfınadır. Çünkü kadın zaruret yokken hakkının iskat edilmesine razı olmuştur. Onun için kocasına mirâsçı olamaz. Velevki kocası tarafından yapılmış talâk sayılsın.

Evet, kocasının hastalığında âleti kesik olduğu veya kalkınamadığı için kadın kendini ihtiyar ederse kocasına mirâsçı olamaması müşkildir. Zira mirâsçı olamamasının illeti kadının razı olmasıdır. Nitekim yukarıda geçti. Binaenaleyh bu muztar kalma dâvâsına aykırıdır. Cevap şudur: Bu hakikaten muztar kalmak değildir. Binaenaleyh aykırılık yoktur. Kadının hakikaten muztar kaldığı teslim edilse bile bundan kocasına mirâsçı olması lâzım gelmez. Çünkü ona mirâsçı olması ancak onun mirâs kaçırdığı sâbit olduğuna göredir. Böyle bir şey de sâbit olmamıştır. Binaenaleyh bu kadın kocasının oğlu tarafından zorla cima edilen kadın gibidir. Ona mirâsçı olamaz. Meğerki babası oğluna bunu emretmiş olsun. Nitekim yukarıda geçti.

Şu halde kadının muztar kalmasından kocasının mirâs kaçırıcı olması lâzım gelmez. Çünkü kocasının ona bir cinayeti yoktur. Buradaki onun hilâfınadır. Zira kadının muztar kalması bir özürdür. Çünkü kendi tarafındandır. Binaenaleyh burada muztar kalışı tesirlidir. Erkeğin mirâs kaçırması bunun hilâfınadır. O onun tarafından geldiği için kadının iztırarı ona tesir etmez. Zorlanan kimse gibi ki başkasının ölümü için zorlanması ancak kısası kendinden def için kendi fiilinde tesir eder, başkasının fiiline tesir etmez. Başkasından murad zorladığıkimsedir.

Bu söylediklerimizi Fetih sahibinin şu sözü de teyid eder: "Erkeğin hastalığında karısı ile ayrılmalarına âletinin kesikliği, kalkınamaması, bülûğ muhayyerliği ve âzâdlık gibi şeyler sebeb olursa karısı ona mirâsçi olamaz. Çünkü kadın hakkını ibtal eden sebebe razıdır. Velevki muztarı olsun. Zira iztırarın sebebi erkek tarafından gelmemektedir. Binaenaleyh ayrılma hususunda erkek cinayet işlemiş değildir." Burada bana zâhir olan budur.

«Kocası istihsanen ona mirâsçı olur.» Çünkü kadının mirâs kaçırmak istediği anlaşılmıştır. T. Kıyasa göre ona mirâsçı olamaması gerekirdi. Çünkü müslümanla kâfir arasında mirâs muamelesi cereyan etmez. T.

«Sağlamken dinden dönmüşse ona mirâsçı olamaz.» Çünkü kadın helâke yaklaşmadan dinden dönmekle bâin olmuştur. Bu helâke yaklaştıran dinden dönme değildir. Zira kadın öldürülmez. Fetih'de böyle denilmiştir.

«Kocasının dinden dönmesi bunun hilâfınadır ilh...» Çünkü dinsizliğinde devam ederse öldürülür. T.

"Mutlak surette mirâsçı olur." Yani sağlamlığında ve hastalığında mirâsçı olur. T.

"Karı-koca beraberce dinden dönerlerse ilah..." Burada Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Karı-koca beraberce dinden dönerler de sonra birisi müslüman olur ve sonra birisi ölürse müslüman olan öldüğü takdirde mürted ona mirâsçı olamaz. Mürted olarak ölen koca ise müslüman olan karısı ona mirâsçı olur. Dinden dönen kadın ölürse bakılır: Dinden dönmesi hastalık esnasında olmuşsa müslüman olan kocası mirâsını alır. Sağlamken olmuşsa kadına mirâsçı olamaz. Hâniyye'de böyle denilmiştlr."

METİN

Bir adam evlendiğim son kadın üç defa boş olsun der de bir kadın nikâh ederse, sonra bir kadın daha nikâh edip koca ölürse evlendiği anda son kadın boş olur. Ve kocası mirâs kaçıran olmaz. İmameyn buna muhâliftir. Çünkü ölüm bildiricidir. Evlenmenin son diye vasıflanması şart vaktinden itibarendir. Binaenaleyh müstenid olarak sâbit olur. Dürer.

FER'İ MESELELER: Bir adam hastalığında karısını talâk-ı bâinle boşar da sonra ona seninle evlenirsem üç defa boşsun der ve iddet içinde onunla evlenerek hastalığı esnasında ölürse kadın mirâsçı olamaz. Çünkü kadın yeni bir iddet içindedir. Evlenme kadının fiiliyle hâsıl olmuştur. Binaenaleyh bu mirâs kaçırma değildir. İmam Muhammed buna muhâliftir. Hâniyye.

Kocası öldükten sonra kendisini hastalığı esnasında boşadığını iddia eden karısını mirâsçılar yalanlarlarsa söz kadınındır. Nasılki kadın kocam beni uyurken boşadı der de mirâsçılar uyanıkken boşadığını söylerlerse söz yine kadınındır. Valvalciyye.

Bir kimse hasta iken karısını boşar da iddeti bittikten sonra ölürse ev eşyasından müşkil olanlar kocanın mirâsçısına verilir. Çünkü kadın ecnebi olmuştur. İddet içinde ölmesi bunun hilâfınadır. Câmiu'l-Fûsuleyn.

İZAH

"Son kadın boş olur." Sözünü Şârih Dürer sahibine uyarak ziyade etmiştir. Bunu metnin ibâresini düzeltmek için yapmıştır. Kocası mirâs kaçıran olmayınca kadın ondan mirâs alamaz. Kadın zifaf olunmuşsa kendisine bir buçuk mehir verilir. Mehir şüpheyle zifaf için, yarısı da cima'dan önce boşandığı içindir. Kadın iddetini hayızla bekler yas tutmaz. Zeylai.

"İmameyn buna muhâliftir." Onlara göre talâk ölüm anında olur. Çünkü son diye tehakkuk eden vakit o vakittir ve adam mirâs kaçıran olur. Karısı kendisinden mirâs alır, bu kadına bir mehir verilir ve talâkla vefat iddetlerinin hangisi uzunsa onu bekler. Ric'î talâkla boşanmışsa vefat iddeti beklemesi gerekir, yas tutması da lâzımdır. Bunu Zeylaî söylemiştir.

"Çünkü ölüm bildiricidir ilah..." Cümlesi İmam-ı A'zam'ın kavlinin illetidir. Yani ölüm bu kadının son kadın olduğunu bildirir.

"Binaenaleyh müstenid olarak sâbit olur." Yani evlenme vaktine müstenid olarak sâbit olur. Nasılki talâkı kadının hayız görmesine tâlik etse kanı görmekle yemini bozulmaz. Çünkü kanın kesilmesi ihtimali vardır. Üç gün akarsa talâkın hayzın başında vâki olduğu meydana çıkar. Zeylaî. Bunun muktezası şudur: Bu adam evlendiği vakit hastaysa mirâs kaçıran sayılır ve karısı kendisine mirâsçı olur.

"Kadın mirâsçı olamaz ilah..." Bunun izahı şudur: Bu kadının birinci iddeti evlenmekle bâtıl olur. Binaenaleyh hastalığında boşanmasiyle kendisine sâbit olan mirâs hakkı da bâtıl olur. Çünkü kadın ona ancak iddeti içinde mirâsçı olur. İddet bitmiştir. Kadına ikinci talâk ile yeni bir iddet vâcib olmuştur. Nitekim iddet bahsinde görülecektir ki, bir kimse iddet bekleyen karısını cima' etmeden boşarsa o kadına yeni bir iddet beklemek vâcib olur. İkinci talâktan sonra kadının mirâsçı olmasına imkân yoktur: Çünkü bunun şartı evlenmektir. O da hâsıl olmuştur. Binaenaleyh kadın üç talâkın vukuuna razı demektir. Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'e göre ise kadın ona mirâsçı olur. Çünkü kadına vâcib olan yalnız birinci iddeti tamamlamaktır. Binaenaleyh iddeti kaldığı için mirâs kaçırma hükmü de birinci talâkla bâkidir. Rahmetî.

"Mirâsçılar yalanlarsa ilah..." Yani kadın kocam beni ölüm hastası iken bâin olarak boşadı ve iddetim içinde öldü diye iddia eder de mirâsçılar: Hayır sağlamken boşadı derlerse söz yeminiyle birlikte kadınındır. Çünkü kadın mirâsın sukutunu inkâr etmektedir. Kadın mirâsı iskat etmeyen bir talâkı ikrar etmektedir.

"Ev eşyasından müşkil olanlar" dan murad: Hem erkeğe hem kadına elverişli olanlarıdır. Yalnız birine elverişli olanlar hakkında söz elveren tarafındır. Bu meselede dâvâ bahsinin yeminleşme bâbında inşaallah tafsilât verilecektir.

"Çünkü kadın ecnebî olmuştur." Yani artık zilyed değildir. Zilyed mirâsçılardır. Söz ise zilyedindir.

"İddet içinde ölmesi bunun hilâfınadır." Yani kocasının iddet içinde ölmesi bunun hilâfınadır. Çünkü Ebû Hanife'ye göre o zaman müşkül kadının olur. Zira kadın mirâsçıdır, ecnebî değildir. Sanki kocası boşamadan ölmüştür. Câmiu'l-Fûsuleyn. Allahu a'lem.

 

 

 

RİC'AT BÂBI

 

METİN

Ric'at kelimesi rac'at da okunabilir. Bazen müteaddi olur, bazen olmaz. Ric'at: Mevcut olan milki iddetin içinde karşılıksız olarak devam ettirmek istemektir. İddetten murad hakiki cima' iddetidir. Çünkü halvet iddetinde ric'at yoktur. İbn-i Kemâl. Bezzâziye'de: "Bir adam zifaftan sonra cima'da bulunduğunu iddia eder de kadın inkârda bulunursa ric'at edebilir. Bunun aksinde ric'at edemez." denilmiştir. Ric'at zorla, şakayla oyun ve hata ile sahih olur.

İZAH

Musannıfın ric'at bâbını talâktan sonra getirmesi ric'at hem tab'an hem vaz'an talâktan sonra olduğu içindir. Nehir.

"Bazen müteaddi olur, bazen olmaz." Yani bazen geçerli olarak kullanılır, bazen geçersiz.

"Devam ettirmek istemektir." sözü reddetmektir mânâsında kullanılmıştır. Bundan murad ric'atdır. Çünkü reddetmek deyince hatıra gelen mânâ elden gittikten sonra iade etmektir. Bu ise mevcud olmaya aykırıdır. Bir de burada reddetmek ibkâ mânâsındadır. Teâlâ Hazretleri: "Kocaları onları redde daha lâyıktır." buyurmuştur. (Yani Kocaları bu kadınları ellerinde bırakmaya daha lâyıktır demektir.) Buradaki red mevcud olan milki devam ettirmek ve tutmaktır. Teâlâ Haz'retleri: "Müddetleri yaklaştığında onları mâruf vecihle tutun." buyurmuştur. Nehir sahibi diyor ki: "Tutmak mevcudu devam ettirmektir. Elden gideni geri çevirmek değildir. Onun için bu kadına îlâ, zıhâr ve liân yapılabilir. Kadınlarım boş olsun sözü bu kadına da şâmildir. Ric'atta şahidler şart değildir. Mal olarak kadına bir şey vermek de vâcib değildir."

"Karşılıksız olarak" yani mal vermek şart değildir. Maksad yeni mehir koymanın şart olmamasıdır. Yoksa konmuşsa verilmeyecek mânâsına değildir. Şârih bunu milk bâkidir dâvâsını tekid için zikretmiştir. Çünkü milk bâki olmasa onu tekrar iade ederken karşılık vermek şart olurdu.

"Çünkü halvet iddetinde ric'at yoktur." Yani velevki halvet esnasında kadına dokunmuş, şehvetle bakmış olsun. Bunun vechi şudur: Cima'dan sonra iddetin meşru' olmasında esas rahimin temiz olup olmadığını bilmektir. Bu da nesebler birbirine karışmasın diyedir. Cima'sız halvetten sonra iddetin vâcib olması ihtiyattır. Ama o iddet esnasında ric'atı sahih kabul etmek ihtiyattan değildir. Rahmetî.

"İbn-i Kemal." Cima'dan sonra beklenen iddet hakkında şöyle demiştir: "Bu kayıd mutlaka lâzımdır. Çünkü iddet bazen cima' olmaksızın halvet'i sahiha ile de vâcib olur. Ama bu iddette ric'at sahih değildir."

Ben derim ki: Mehir bâbında da geçtiği vecihle halvet-i sahiha ric'at hususunda cima' gibi değildir. Halvet-i sahiha böyle olunca halvet-i fâside evleviyetle cima' gibi olmaz.

"Bezzâziye'de ilah..." cümlesini buradan atmak daha iyi olurdu. Çünkü ileride hem metinde hem şerhde gelecektir. Bu cümledeki "zifaftan sonra" ifadesinden murad halvettir. Halvetten sonra cima'ı iddia ederse demiş olsa daha iyi ederdi. Nitekim ileride böyle diyecektir.

"Ric'at zorla ilah..." Bahır sahibi diyor ki: "Ric'atın hükümlerinden biri de ileride bir vakte izafesi ve bir şarta tâlikı sahih olmamaktır. Meselâ yarınki gün gelirse sona müracaat ettim, şu haneye girersen sana müracaat ettim denilemez. Ama zorla, şakayla, oyun ve hata ile nikâh gibi bu da sahih olur. Bedayi'de böyle denilmiştir. T." Kınye'de. "Bir kimse fuzûlinin müracaatını kabul etse bu sahih olur." denilmiştir. Bahır.

"Şaka ve oyun" kelimelerini kâmûs sahibi ciddiyetin zıddıdır diye tefsir etmiştir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

METİN

Ric'at: Sana müracaat ettim, seni geri çevirdim ve seni tuttum gibi kelimelerle niyetsiz olarak yapılır. Çünkü sarîhtir. Fiille yapılması kerâhetle câizdir. Hörmet-i musahereyi icab eden dokunmak gibi şeylerle de olur. Velevki bunları kadın yapsın ve bunlar ihtilas yoluyla yahut uyurken veya zorla yahut deli veya bunak olarak yapılmış olsun. Elverir ki erkek kadını bizzât veya o öldükten sonra mirâsçıları tasdik etsin. Cevhere. De

linin ric'atı fiille olur. Bezzâziye. Ric'at kadınla iddeti içinde evlenmekle sahih olur. Bununla fetva verilir. Cevhere.

İZAH

"Sana müracaat ettim gibi kelimelerle ilah..." diyeceğine "Ric'at sözle olur." dese daha iyi olurdu. Çünkü az sonra fiille de olur diyecektir. Bu onun rüknünü beyandır. Ric'atın rüknü kavil veya fiildir. Kavlî ric'at iki kısımdır. Biri mis'âlde gösterdiği gibi sarîhtir. Nikâh ve tezviç kelimeleri de sarîhten sayılırlar. Nitekim gelecektir. Musannıfın işe bundan başlaması hilâfsız olduğu içindir. Diğeri kinâyedir ki, benim indimde sen eskisi gibisin, sen benim karımsın gibi sözlerle yapılır. Kinâyede niyetsiz müracaat sahih değildir. Bunu Bahır ve Nehir sahibleri söylemişlerdir.

"Fiille yapılması" sarîh veya kinâye değildir. Çünkü sarîh veya kinâye olmak sözün halleridir. Evet, ulemanın zâhir olan sözlerinden anlaşıldığına göre fiil sarîh hükmündedir. Çünkü delinin de fiille ric'atı sâbittir. Nitekim gelecektir.

"Kerâhetle câizdir." Zâhire bakılırsa buradaki kerâhet tenzihidir. Nitekim Bahır sahibinin sözü de buna işaret etmektedir. Fetih sahibinin sözü dahi bunu te'yid etmektedir. Fetih sahibi Şâfiî'nin cima' haramdır dediği yerde söz ederken: «Bize göre cima helâldır. Çünkü milk her cihetten bâkidir. Milk ancak iddet bitince elden gider. Binaenaleyh iddet bitmezden önce helâllık bâkidir." demiştir. Buna: "Talâk-ı ric'i ile boşadığı karısını sefere götürmesiharamdır." diye itiraz edilemez. Çünkü o kıyasın hilâfına olarak nassla sâbit olmuştur. Nitekim gelecektir. Bunu Fetih sahibinin: "Müstehab olan kadına sözle müracaat etmektir." ifadesi dahi te'yid eder. Anla!

"Dokunmak gibi" sözünden murad şehvetle dokunmaktır. Nitekim Minah'da belirtilmiştir. "Hörmet-i musahereyi icab eden" ifadesi de bu mânâyı ifade etmektedir. H. Bahır sahibi diyor ki: "Cima' ve şehvetle öpmek de bunda dahildir. Öpmek ağızdan, yanaktan, çeneden, alından, baştan ve nereden olursa olsun mânisiz dokunmak yahut şehvetle harerete mâni olmayacak derecede ince bir perde arkasından dokunmak, şehvetle fercinin içine bakmak -ki bu kadın dayanarak otururken olur- hep dahildir. Bu fiillerin şehvetsiz olarak yapılması fercin içine velev dübürün halkasına şehvetsiz bakmak ise hariçtir. Çünkü böylesi müracaat etmiş olmaz .Lâkin mekrûhtur. Nitekim Valvalciyye'de belirtilmiştir. Kınye'de ise müracaat kasdı olmaksızın gözü şehvetle kadının fercine dokunmakla ric'at etmiş sayılır, denilmiştir." Muhît'te şu ibâre vardır: "Ric'at kasdıyla olmazsa öpmek ve şehvetsiz dokunmak mekrûhtur."

"İhtilas yoluyla" tâbirinden murad aniden yapmaktır. Bahır sahibi diyor ki: "Öpmek, dokunmak ve şehvetle bakmak gibi şeylerin erkek veya kadından olması fark etmez. Yeterki erkek kadını tasdik etsin. Kadının bunları erkeğin müsaadesiyle yapması ile ihtilasen yapması arasında fark olmadığı gibi erkeğin uyanık veya zorla yahut bunamış olduğu halde yapması arasında da fark yoktur. Ama bunları kadın iddia eder de inkârda bulunursa ric'at sâbit olmaz."

"Elverirki erkek kadını tasdik etsin ilah..." Fetih sahibi diyor ki: "Bu şehvet hususunda kocası kadını tasdik ettiğine göredir. Tasdik etmezse ric'at sâbît olmaz. Kezâ erkek ölür de kadını mirâsçıları tasdik ederse hüküm budur. Şehveti isbat için getirilen beyyine kabul edilmez. Çünkü şehvet gaib bir şeydir. Hulâsa'da böyle denilmiştir."

Ben derim ki: Lâkin nikâhı haram olan kadınlar bahsinde kitabımızın hem metninde hem şerhinde geçti ki, kadın kocasının veya oğlunun kendisini öpmesinde şehvet iddia eder de erkek inkârda bulunursa erkeğin sözü tasdik edilir, kadının sözü tasdik edilmez. Meğerki kadının yanına âleti kalkmış olarak gelerek onu kucaklamış olsun. Çünkü burada yalan söylediğine karine vardır. Yahut kadının memesini tutsun veya kadınla beraber vasıtaya binsin yahut onun fercine dokunsun veya ağzını öpsün. Bu sözün muktezası şudur: Kadın kocasının fercine dokunur veya ağzını öperse kocası yalanlasa bile kadın tasdik olunur ve burada şehvet için getirilen beyyine kabul edilir. Çünkü şehvet olduğu eserleriyle bilinir. Meselenin tamamı ileride gelecektir.

"Delinin ric'atı fiille olur." Yani bir adam karısını talâk-ı ric'î ile boşar da sonra delirirse onunric'atı fiille olur. Fetih sahibi şöyle demektedir: "Delinin ric'atı fiilledir. Sözle ric'atı sahih olmaz. Bazıları bunun aksini söylemiş, bazıları da her ikisine kâil olmuşlardır." Bu sözün zâhiri birinciyi tercih ettiğini göstermektedir. Bezzâzî sade birinciyi söylemekle yetinmiştir. Bahır sahibi: "Her halde tercih edilen budur. Çünkü delinin sözlerinden değil fiillerinden sorumlu olduğu mâlumdur. Sayrafiyye sahibi bunu rıza şart değildir diye ta'lil etmiştir. Onun içindir ki, fiille ric'ata zorlansa sahih olur." demiştir.

"Bununla fetva verilir." Bahır'da şöyle denilmiştir: «Zâhir rivâyet budur. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Muhtar olan budur. Valvalciyye'de böyle denilmiştir. Fetva buna göredir. Yenâbi'de böyle denilmiştir. Binaenaleyh şârihlerin: Bu İmam-ı A'zam'a göre ric'at değildir. İmam Muhammed muhâliftir demelerı zâhir olmayan rivâyete göredir. Nitekim gizli değildir. Böylece anlaşılır ki nikâh lâfzı ric'at için istiare edilir. Ama ric'at lâfzı nikâh için istiare edilemez." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

METİN

Kadını dübüründen cima' etmekle de mu'temed kavle göre ric'at yapılır. Çünkü bu da şehvetle dokunmaktan hâli değildir. Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa sahih olur. Bâinle boşadıysa sahih değildir. Velevki kadın kabul etmesin veya erkek: Sen benim ric'atımı ibtal ettin yahut benim sana ric'atım yok desin. Bu adamın karşılık vermeksizin ric'at etmeye hakkı vardır. Acaba yeni mehir koyarsa bu eski mehire ziyade sayılır mı sayılmaz mı? Bu hususta iki kavil vardır. Talâk-ı ric'i ile mehr-i müeccel peşine döner. Ama kadına dönmekle müecceI mehir müeccel olmaz. Hulâsa. Sayrafiyye'de: "İddet geçinceye kadar peşin olmaz." denilmiştir.

İZAH

"Mu'temed kavle göre" demesi fetva ona göre olduğundandır. Nitekim Fetih ve Bahır'da belirtilmişti.

"Çünkü bu da şehvetle dokunmaktan hâli değildir." Burada mu'teber olan şehvetle dokunmaktır. Musâheret meselesi bunun hliâfınadır. Orada bundan fazla olarak çocuğun doğmasına sebeb olan bir şehvet mu'teberdir. Onun için bu cima' onu icab etmez. Nitekim dokunduktan sonra menîsini indirse hörmet-i musahere sâbit olmaz. Binaenaleyh burada ulemadan hiç biri dokunmak ve benzeri bir şeyden sonra menî gelmemesini şart koşmamıştır.

"Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa sahih olur." Bu söz ric'atın şartını beyandır. Ric'atın beş şartı vardır ki düşünmekle bilinir. Şürunbulâliyye.

Ben derim ki: Bu beş şart şunlardır:

1) Hürrede talâk üç, cariyede iki olmayacaktır.

2) Mal karşılığı bir talâk olmayacaktır.

3) Ayrılık bildiren uzun veya şiddetli gibi bir sıfatla mevsuf olmayacaktır.

4) Dağ gibi boşsun diyerek benzetme yapılmış olmayacaktır.

5) Talâk-ı bâin ifade eden kinâye olmayacaktır. Gizli değildir ki şart birdir. O da talâkın ric'i olmasıdır. Bu saydığımız beş şey talâkın ric'i olmasının şartlarıdır. Bunlardan biri bulunmazsa talâk bâin olur. Nitekim biz bunu talâk bahsinin başında izah etmiştik. Musannıf: "Ric'at kadını bâin olarak boşamadıysa sahih olur." sözüyle bunlara hâcet bırakmamıştır. Musannıfın bu sözü Kenz sahibinin: "Üç defa boşamadıysa" sözünden daha güzeldir. Lâkin Hayreddin-i Remlî şöyle demektedir: "Mevcud olan milki iddet içinde devam ettirmek istemektir. dedikten sonra buna hâcet yoktur. Çünkü talâk-ı bâinde her cihetten milk yoktur. Sözümüz bâinde değil ric'îdedir. Ulemanın çoğu burada gaflete düşmüşlerdir. "Lâkin fazla izah için ibârede biraz müsamaha göstermekte beis olmadığı meydandadır.

TENBİH: Cariyede iki talâkın, hürrede üç talâk gibi olmasının şartı cariyeliği iki talâktan sonra onun ikrarı ile sâbit olmamasıdır. Nehir'de Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: "Bulunan insan bir kadın olur da erkek kendisini iki defa boşadıktan sonra cariye olduğunu ikrar ederse kocası ona ric'at edebilir. Bir defa boşadıktan sonra ikrar ederse ric'ata hakkı yoktur. Fark şudur: Bu cariye birinci defa ikrarıyla kocasının sâbit bir hakkını yani ric'atı ibtal etmektedir. İkinci defada böyle değildir. Çünkü kocası için hiç bir hak sâbit olmuş değildir."

"Velevki kadın kabul etmesin." Yani kadın öğrendikten sonra ister razı olsun ister olmasın hiç bilmemesi hâli de böyledir. İnâye'de: "Gaib olan kadına bildirmek şarttır." denilmişse de bu yanlıştır. Çünkü kadına bildirmenin şart değil sadece mendûb olduğu tekarrur etmiştir. Nehir.

"Ric'at etmeye hakkı vardır." Çünkü bu şeriat tarafından verilmiş bir hüküm olup kadının rızasıyla kayıdlı değildir. Iskat etmekle de sâkıt olmaz, mirâs gibidir.

"Bu hususta iki kavil vardır." Yani bazıları: Evet kadın kabul ederse ziyade sayılır demişlerdir. Bazıları ise arzettiğimiz gibi ziyade sayılmayacağını söylemişlerdir. İkinci kavlin vechi Cevhere'deki şu ifadedir: "Ric'î talâk milki yok etmez. Bir insana milkinn mukabilinde karşılık vermek vâcib değildir.

"Talâk ric'î ile mehr-i müeccel peşine döner." Yani kadını talâk-ı ric'î ile boşarsa zimmetindeki mehr-i müeccel peşine döner ve muaccel olur. Kadın onu derhal isteyebilir. Velevki iddet geçmeden olsun. Ama iddet içinde kadına müracaat ederse muaccel mehir müeccele dönmez. Bahır sahibi mehir bâbında şöyle demiştir: "Yoai te'cil talâka kadar ise böyledir. Fakat muayyen bir müddete kadarsa boşamakla muaccele dönmez."

"Sayrafiyye'de ilah..." Bahır sahibi mehir bâbında şunları söylemiştir: "Fetâvâ-iSayrafiyye'de talâk-ı ric'i ile mehr-i müeccelin mutlak surette muaccele döneceği veya iddet bitinceye kadar devam edeceği hususunda iki kavil zikredilmiştir. Kınye sahibi iddet bitinceye kadar helâl olmadığına kesinlikle hükmetmiş, umumiyetle ulemanın kavli budur demiştir." Yani âdet mehrin milki gideren talâka yahut ölüme kadar te'cilidir, demek istemiştir. Talâk-ı ric'î ise milki ancak iddet bittikten sonra elden çıkarır.

Binaenaleyh ondan önce mehir peşine dönemez. Bu naklettiğimizle anlarsın ki, Hulâsa'daki ifade iki kavilden biridir ve şârihin zikri ile yetindiği Sayrafiyye'nin ifadesinde müracaatla mehrin peşine döndüğüne dair bir şey yoktur. Velevki iddet müracaatla bâtıl olsun. Çünkü iddet geçmekle peşine döner sözü söylediğimiz gibi ayrılık ve milkin elden gitmesi sebebiyledir, iddetin bitmesi sebebiyle değildir. Müracaat etmekle peşine dönmenin şartı olan iddetin bitmesi bulunmaz. Çünkü bu şartın faydası müracaatla peşine dönmemektir, peşine dönmek değildir.

METİN

Müracaat ettiğini kadına bildirmek mendûbtur. Tâ ki kadın iddetten sonra başka kocaya varmasın. Şayet başkasına nikâh olursa zifaftan sonra bile olsa araları ayrılır. Şûmunnî. Fiilen ric'attan sonra bile olsa iki âdil kimseyi şâhid tutmak mendûbtur. Kadının izni olmaksızın kocasının onun yanına girmemesi dahi mendûbtur. Bu kadın hazırlansın diyedir. Velevki ric'at maksadıyla girsin. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle fiilen müracaat mekrûhtur. Erkek: Ben sana iddetin içinde müracaat etmiştim diyerek iddet geçtikten sonra iddet içinde kadına müracat ettiğini iddiada bulunur da kadın kendisini tasdik ederse, birbirlerini tasdik etmeleri sebebiyle sahih olur. Aksi takdirde ric'at iddiası bilittifak sahih olmaz.

İZAH

"Tâ ki kadın başka kocaya varmasın." ifadesi Hidâye'nin: "Tâ ki kadın günâha girmesin." sözünden daha güzeldir. Çünkü kadın ric'atı bilmediği halde burada bir günâh yoktur.

"Araları ayrılır." "Yani erkeğin müracaatı beyyineyle sâbit olursa ikinci kocası ile cima'da bulunsalar bile araları ayrılır. Fetih'de: "Birinci kocası o kadınla cima' etmiş bulunsun bulunmasın." denilmişse de bu herhalde kâtibin bir yanlışlığı veya kalem hatası olacaktır. Çünkü birinci kocasıyla cima'da bulunmayan kadına ric'at yoktur. Bu âşikârdır.

"İki âdil kimseyi şâhid tutmak mendûbtur." Bu hem birbirlerini inkârdan korunmak, hem de töhmet altına düşmemek içindir. Çünkü halk bu adamı karısını boşadı bilirler. O kadınla beraber kalırsa itham olunur. Mamafih şâhid getirmese de olur. "Adâlet sahibi iki kişiyi şâhid tutun." âyet-i kerîmesindeki emir nedib içindir. Zeylaî.

"Velevki ric'at maksadıyla girsin." Zira Bahır'da Hâvi'l-Kudsî'den naklen şöyle denilmiştir: "Karısına öpmek veya dokunmakla ric'at ederse, efdal olan ikinci defa şâhid getirerekmüracaat etmesidir." Yani karısına döndüğünü söylediğine şâhid getirir. Yoksa cima'a, dokunmaya veya şehvetle baktığına şâhid getiremez. Çünkü şâhidler bunu bilmez. Nitekim Zahîriyye'de buna işaret edilmiştir. Dürr-ü Müntekâ. Bahır sahibi diyor ki: "Musannıf biri sünnî, biri bid'î olmak üzere ric'atın iki nev'i olduğuna işaret etmiştir. Sünnî ric'at kadına sözle müracaatta bulunmak ve ric'at ettiğine şâhid getirmek ve kadını haberdar etmektir. Kadına sözle müracaat eder de şâhid getirmezse yahut şâhid getirir de müracaatını kadına bildirmezse sünnete muhâlif hareket etmiştir. Nitekim Tahâvî şerhinde beyan edilmiştir."

Ben derim ki: Kadına fiilen ric'at eder de ikinci defa şâhid çağırmazsa hüküm yine böyledir. Rahmetî: "Burada bid'îden murad mendûbun hilâfıdır. Talâkda ise tahrimen mekrûhtur." demiştir.

"Kadının izni olmaksızın" diyeceğine "kadına bildirmeden" dese daha iyi olurdu. Çünkü kadın izin vermeden yanına girmesi mekrûh değildir. Kenz'in ibâresi: "Kadına bildirmeden girmemesi" şeklindedir. Bahır sahibi diyor ki: "Yani yanına girdiğini kadına bildirir. Bu ya ayak sesiyle; ya öksürmekle yahut seslenmekle olur."

"Velevki ric'at maksadıyla girsin." Hidâye ve diğer kitablarda buna muhâlif olarak "ric'at etmek istemezse" diye kayıdlanmıştır. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: "Musannıf bunu mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh kadına ric'atı kasdettiği ve etmediği hallere şâmildir. Ric'atı kasdederse bildirmesi mendûbtur. Çünkü kadının fercini şehvetle görmeyeceğinden emin değildir. Görürse bu şâhid çağırmadan fiilen ric'at olur ki, evvelce arzettiğimiz gibi iki cihetten mekrûhtur. Ric'atı kasdetmezse bildirmeden yanına girmesi çok defa kadının iddetini uzatmaya sebeb olur. Çünkü bakmak istemediği halde kadını görür, bakmakla ric'at etmiş sayılır. Sonra onu boşar. Bu ise kadına zarardır." İki cihetten mekrûhtur demesi biri fiilen ric'at, biri de şâhid çağırmadan ric'at olduğundandır. Bunların ikisinde de bildiğin gibi kerâhet tenzihîdir. Bununla Şürunbulâlî'nin itirazı def edilmiş olur.

"Birbirlerini tasdik etmeleri sebebiyle sahih olur." Çünkü karı-kocanın birbirlerini tasdikleriyle nikâh sâbit olur. Ric'atın sâbit olması evleviyette kâlır. Bahır. Bu sözün zâhirine bakılırsa yalan bile söyleseler ric'atın sâbit olmasıdır. Fakat bunun mahkeme hükmüne göre olduğu gizli değildir. Diyâneten ise hakliate göre hükmolunur.

"Aksi takdirde ric'at iddiası bilittifak sahih olmaz." Çünkü o anda inşâsına mâlik olmadığı bir şeyi haber vermiştir, kadın bunu inkâr etmektedir. Binaenaleyh söz yeminsiz kadınındır. Mâlumdur ki altı şeyde yemin aranmaz. Bahır. Yani ileride gelecek dâvâ bahsinde musannıf: "Nikâh, ric'at, fey', îlâ', döl alma, kölelik, neseb, vela', had ve liânda yemin ettirmek yoktur. Fetva yedi şeyde yemin ettirileceğine dairdir." diyecektir. Yani bunların ilk yedisinde yemin verdirilmez. Bu İmameyn'e göredir. Son ikisinde ise bilittifak yemin verdirilmez.

METİN

Kezâ iddet geçtikten sonra koca: Ben ona iddeti içinde müracaat etmiştim yahut onunla cima'da bulunmuştum diye beyyine getirirse ric'at olur. Sırf dokunduğuna ve öptüğüne dair beyyine kabul edileceği evvelce geçmişti. Bellenmelidir. Çünkü beyyine ile sâbit olan bir şey muayene ile sâbit gibidir. Bu en şaşılacak meselelerden biridir. ikrarı ikrarıyla sâbit olmaz, beyyineyle sâbit olur. Nitekim iddet içinde: ben sana dün müracaat etmiştim demiş olsa sahih olur. Velevki kadın kendisini yalanlasın. Çünkü o anda inşâya mâliktir.

Kadına inşâ kasdıyla: Ben sana müracaat ettim deyip de hemen arkacığından kadının ona: Benim iddetim bitti diye cevap vermesi bunun hilâfınadır. İmam-ı A'zam'a göre bu sahih olmaz. Çünkü iddetin bitmesiyle beraber olmuştur. Kadın susar da sonra cevap verirse bilittifak sahih olur. Nitekim kadın geçen iddet hakkında yemin etmekten çekinirse bilittifak yemin verdirilir. Cariyenin kocası iddet geçtikten sonra: Ben ona müracaat ettim der de cariyenin sahibi kendisini tasdik, cariye ise tekzib ederse beyyine de bulunmazsa yahut cariye iddetim bitti der de kocasıyla sahibi inkârda bulunurlarsa İmam-ı A'zam'a göre söz cariyenindir. Çünkü cariye emindir. Kocasını cariyenin sahibi yalanlar da cariye tasdik ederse söz sahih kavle göre efendisinindir. Çünkü cariyeye mâlik olduğu anlaşılmıştır. Bunu ibtal etmek cariyenin elinde değildir.

İZAH

"Evvelce geçmişti ilah..." Yani haram olan kadınlar bahsinde geçmişti. H. Orada şöyle denilmişti: "Şehvetle dokunduğunu ve öptüğünü ikrar ettiğine şehadet kabul edilir. Kezâ sırf dokunduğuna, öptüğüne ve avret yerine şehvetle baktığına şehâdet dahi muhtar kavle göre kabul edilir. Tecnis. Çünkü şehvet âletin kalkmasıyla ve eserleriyle bir dereceye kadar bilinen şeylerdendir." Biraz yukarıda arzetmiştik ki, âleti kalkarak sarılmak, fercine dokunmak ve ağzını öpmek söz şehvet iddia eden tarafındır. Bu da şehvete şâhidliğin kabulünü te'yid etmektedir.

«Bu en şaşılacak meselelerden biridir ilh...» Ulema bunu İmam Serahsî'nin Mebsût'undan nakletmişlerdir. Şunun için şaşılır ki, sana bir adam şimdi bir şey ikrar etti diyorlar da ikrarı sâbit olmuyor ve o şeyi geçmişte ikrar ettiğine beyyine getirilirse sâbit oluyor. Buna elbette şaşarsın. Çünkü şimdiki ikrarı muayeneyle sâbit ve beyyineyle sâbit olan ikrarından daha kuvvetlidir. Beyyinenin yalancı olmak ihtimali vardır. Onun içindir ki bir kimse birinde alacak malı olduğunu iddia eder de beyyine getirirse, sonra dâvâlı da ikrarda bulunursa beyyine bâtıl olur. Çünkü ikrar daha kuvvetlidir. Burada ise bunun aksini kabul etmişlerdir. Vechi şudur: Bu adamın iddet içinde ikrar etti diye şimdi ikrarda bulunması sırf bir dâvâdan ibarettir, beyyinesiz sâbit olmaz. Sebeb meydana çıkınca aceb bâtıl olur. Binaenaleyh bu enşaşılacak şeylerdendir diye ulemaya dolu dizgin itirazda bulunmak terbiyesizlikten ileri gelir.

«Çünkü o anda inşâya mâliktir ilh...» Yani inşâya mâlik olan kimse haber vermeye de mâliktir. Vasî, mevlâ, satışa vekil ve muhayyerlik sahibi böyledir. Bunu Telhisü'l-Câmi'den Bahır sahibi nakletmiştir.

«İnşâ kasdıyla» söylerse kabul edilmez. Fakat ihbar kasdıyla söylerse kadının tasdikine müracaat edilir. T.

«Hemen cevap vermesi» sözüyle musannıf kadının bunu hiç gecikmeden söylediğine işaret etmiştir. Nitekim bunun muhterezi az sonra gelmektedir. Bu sözle musannıf ilk konuşanın koca olduğuna işaret etmiştir. Söze kadın başlar da: Benim iddetim bitti der, arkacığından koca: Ben sana müracaat ettim derse söz bilittifak kadının olur. Fetih'de: "Her ikisi beraber söylerse ric'atın sâbit olması gerekir." denilmiştir. Nehir.

«İmam-ı A'zam'a göre sahih olmaz ilh...» Şübhesiz bu müddetin bitmeye ihtimalli olmasıyla mukayyeddir. Müddet buna ihtimalli değilse ric'at sâbit olur. Meğerki kadın doğurduğunu iddia etsin de bu sübut bulsun. İmameyn'e göre ise sahihtir. Çünkü zâhiren iddet devam ederken yapılmıştır. İmam-ı A'zam ise erkeğin konuştuğu anda iddetin devamını kabul elmemektedir. Çünkü kadın iddetini haber vermekde emindir. Kadının verdiği haberin havale edileceği en yakın zaman kocasının konuştuğu zamandır. Binaenaleyh ric'at iddet bitmesiyle beraber olur ve sahih kabul edilemez. Tamamı Fetih'dedir.

«Bilittifak sahih olur.» Çünkü sustuğu için kadın müttehemdir. Fetih.

«Yemin etmekten çekinirse» Fetih sahibi şöyle demektedir; "Kadın haber verdiği zaman iddeti geçmiş olduğuna burada bilittifak yemin verdirilir. Bununla ric'at arasında Ebû Hanife'ye göre fark vardır. Ric'atta adam karısına iddet içinde müracaat etmediyse ona göre yemin verdirilmez. Çünkü yemin ilzamının faydası yeminden çekinmektir. Bu ona göre bezl (harcama) dir. Altı şeyden ric'atı ve diğerlerini bezl ise câiz değildir. İddet evlenmekten çekinmek, kocasının evinde kendisini hapsettirmektir. Bunu bezlettirmek câizdir. Sonra kadın burada yeminden caydı mı ric'at sâbit olur. Çünkü kadının yeminden caymasıyla bizzarure iddet sâbit olur. Ric'at da ona bina edilir. Nasılki neseb ebe kadının şâhidliği ile sübut bulur. Bu onun doğuma yaptığı şâhidliğe dayanır." Lâkin Fetih sahibinin Zeylaî ile Mecma' şerhine uyarak bahsettiği icma'a Bahır sahibi itiraz etmiş: "Zeylaî ile Mecma' şârihinin mezheblerine göre burada ric'at sahihtir. Binaenaleyh onlara göre yemin verdirmek tasavvur olunamaz." demiştir.

«Sahibi tasdik, cariye ise tekzib ederse» diye kayıdlaması şundandır: Çünkü her ikisi tasdik ederlerse bilittifak ric'at sâbit olur. İkisi de tekzib ederlerse bilittifak sâbit olmaz. Bunu Nehir'den Tahtâvî nakletmiştir.

«Beyyine de bulunmazsa» söz cariyenindir. Beyyine getirirse ric'at sâbit olur. Nehir.

«İmam-ı A'zam'a göre söz cariyenindir.» İmameyn söz cariye sahibinindir demişlerdir. Çünkü o hâlis kendi hakkı olan bir şeyi ikrar etmiştir. Onun için sözü kabul edilir. Nitekim cariye aleyhine nikâhı ikrar etse kabul olunur. İmam-ı A'zam'ın delili şudur: Ric'at hükmünün sahih olup olmaması iddetin bitip bitmediğine bağlıdır. Bu hususta cariye emindir. Verdiği haber tasdik olunur. Sahibinin bu hususta sözü yoktur. Nikâh hakkında sözünün kabul edilmesi burada yalnız olduğu içindir. Ric'at böyle değildir. Nehir.

«Söz sahih kavle göre efendisinindir.» Yani bu hususta ulemamız müttefiktir. Fetih sahibi: "Söz bilittifak efendisinindir." demiştir. Şârihin "sahih kavle göre" demesi Yenâbî'in sözünden ihtiraz içindir. Orada bunun dahi ihtilâflı olduğu bildirilmiştir.

«Çünkü cariyeye mâlik olduğu anlaşılmıştır.» Nehir sahibi diyor ki: "Söz bilittifak cariye sahibinindir. Sahih kavle göre demesi Yenâbî'in sözünden ihtiraz içindir. Orada bu da ihtilâflıdır denilmiştir. İmam-ı A'zam'a göre bu meseleyle yukarıda geçen arasında fark şudur: Bu meselede iddet bitmiştir. Efendisinin milkinin zâhir olması gerekir. Onun için cariyeinin ibtal hususundaki sözü kabul edilmez. Geçen mesele bunun hilâfınadır. Çünkü sahibinin ric'atı tasdik etmesi iddeti de ikrar sayılır. Binaenaleyh iddetle birlikte milki zâhir değildir, ki sözü kabul edilsin." Bahır sahibi: "Hâsılı hükümde her iki mesele arasında fark yoktur. Hüküm ric'atın sahih olmamasıdır. Velevki izahı muhtelif yapılmış olsun." diyor.

METİN

Kadın iddetim bitti der de sonra bitmediğini söylerse kocasının ric'ata hakkı vardır. Çünkü kadın kendi üzerindeki bir hak için yalan söylediğini haber vermiştir. Şümunnî. Sonra müddet hayızla olursa muteberdir. Çocuk düşürmekle mu'teber değildir. Düşük çocuğun uzuvları belli olduğunda kocasının ondan yemin istemeye hakkı vardır. Doğum için olursa ancak beyyineyle kabul edilir. Velevki kadın hürre olsun. Fetih.

Kadın son hayzından on günde temizlenirse mutlak surette ric'at hakkı kesilir. Bu cariyeye de şâmildir. Velevki yıkanmış olmasın. Daha azda temizlenirse yıkanmadan ric'at hakkı kesilmez. Velevki eşek artığı su ile yıkansın. Mutlak su varken onunla yıkanması da câizdir. Çünkü temiz olması ihtimali vardır. Ancak pis olması da muhtemel olduğundan ihtiyatan o temizlikle namaz kılamaz, evlenemez. Yahut bir namazın bütün vakti geçinceye kadar bekleyip namaz zimmetinde borç olmadıkça veya su bulunmadığı vakit teyemmüm edip -velevki nafile olsun- tam bir namaz kılmadıkça esah kavle göre ric'at hakkı kesilmez. Kanı tekrar görürse on günü geçmediği takdirde kocası ona ric'at edebilir.

İZAH

«Sonra müddet hayızla olursa mu'teberdir.» Yani kadının "iddetim bltti" sözünün kabuledileceği meselelerde ancak müddetin buna ihtimali varsa sözü kabul edilir. Bu da iddetini hayızla beklediğine göredir. İddeti çocuk doğurmakla biterse velevki uzuvları belli olmuş düşük bir çocuk doğursun müddet şart değildir. Müddetin beyanı bâbın sonunda gelecektir

«Bu cariyeye de şâmildir.» Çünkü cariyenin iddeti iki hayızdır." Son kelimesi ikinci hayıza da şâmildir. Böyle demek Hidâye'nin: "Üçüncü hayıza da şâmildir." sözünden daha iyidir.

«On günde temizlenirse» sözü temizlenmenin illetidir. Yani temizlenmek tamam olduğu için kan kesilsin kesilmesin ric'at hakkı biter demektir. Nehir. Lâkin on günde kan kesilmez de kadının bu hususta bir âdeti olursa ric'at hakkı âdeti bittiği zaman sona erer. Nitekim Müntekâ'da Zeylaî ve diğer kitablardan böyle nakledilmiştir.

«İhtiyatan» sözü hepsine râci'dir. Çünkü eşek artığının temizlemediği şübhelidir. Mutlak su varken onunla yıkanırsa ihtiyat olan ric'at hakkının kesilmesidir. Çünkü temizleme ihtimali vardır. Kadının namaz kılamaması, kocaya varamaması onun temizlenmemesi ihtimalinden dolayıdır.

«Yahut bir namazın bütün vakti geçinceye kadar ilh...» Murad bir vaktin tamamiyle geçmesidir. Hayız ondan önceki mühmel vakitte -kuşluk vaktinde- yahut vaktin evvelinde veya ortasında kesilsin fark etmez. Bu söz bir namaz sığacak kadar vakit geçmesinden ihtiraz içindir. Bu kadarcık vakit mu'teber değildir. Mu'teber sayılmak için bütün vakit çıkıp namaz kadının boynuna borç olmalıdır. Onun içindir ki kadın vaktin sonunda temizlense fakat yıkanıp namaza niyetlenecek kadar zaman kalmasa ric'at hakkı kesilmez. Birinci namazın bütün vakti çıkacaktır. O çıkmadıkça o namaz boynuna borç olmaz.

«Kanı tekrar görürse ilh...» Bahır sahibi diyor ki: "Hayzın azı hakkında iki şeyden birinin şart kılınması şundandır: Çünkü müddet bitmediği için kanın tekrar gelmesi ihtimali olduğundan kanın kesilmesi ya hakikaten yıkanmakla yahut temiz kadınlara mahsus bir hüküm lâzım gelmekle mutlaka kuvvet bulmak icab eder. Kitabî kadın bundan hariçtir. Çünkü onun hakkında fazla bir emare beklenemez. Kanın kesilmesiyle yetinilir. Şârihler bunu böyle söylemişlerdir.

Zâhirine bakılırsa ric'atı kesen kanın dinmesidir. Lâkin bu muhakkak olmayınca onun hakikatini meydana getiren şey şart kılınmıştır. Bu şunu ifade eder ki, kadın yıkanır da tekrar kan gelirse on günü de geçmemişse kocası ona ric'at edebilir. Böylece yıkanmakla ric'at hakkının kesilmediği anlaşılır. On günden azda kan kesilerek yıkanmadan önce kadın kocaya varır da ondan sonra vakit biterse nikâhın sahih olduğu anlaşılır.

Fethü'l-Kadir sahibi bunu böyle incelemiştir. Bu inceleme metinlerin zâhirine muhâlif olsa da mânâ ona müsaiddir. Kaidelere de aykırı değildir." Yani metinlerin ibârelerinden anlaşılıyor ki, ric'atı kesen ya yıkanmak yahut vaktin geçmesidir. Bizzat kanın kesilmesi değildir. Kankesilir de kadın yıkanırsa yahut vakit geçer de sonra kadına ric'at ederse yahut kadın kocaya varır da kan tekrar galip on günü geçmezse metinlerin zâhirine göre evlenme sahihtir, fakat ric'at sahih değildir. Kan kesilir de tekrar gelmezse kadın da yıkanmadan başka kocaya varır ve vakit geçerse evlenme sahih değildir. Ric'at hakkı bâkidir. Şübhesiz ki bu Fetih sahibinin bahsettiğinden başkadır. Nehir sâhibinin anladığına muhâliftir. Ama şöyle denlebilir: Ulemanın on günden azda kan kesilirse sözlerinden murad hakikaten kesilmesidir. Çünkü tekrar kan gelir de on günü geçmezse, anlaşılır ki kadının yıkanması sahih olmamıştır, boynuna namaz da borç olmamıştır.

Binaenaleyh ric'at hakkı bâkidir, kadının evlenmesi doğru değildir. Lâkin kadına ric'at eder de yahut kadın yıkanmadan evlenir de namaz vakti geçer ve tekrar kan gelmezse metinlerin muktezasınca ric'at sahih, evlenme sahih değildir. Bu te'vil götürmez. Binaenaleyh sırf inceleme neticesi buna muhalefette bulunmak makbul değildir. Ric'atı kesen bizzat kanın dinmesi olursa bunun takviye eden bir şartla mevcud olması uzak görülemez. Bu da o kadına temiz kadınlar hükmüyle amel etmesi hususunda şeriatın hükmüdür. Çünkü yıkanırsa şeriat kendisine Kur'an okumayı, tavâf etmeyi ve emsalini câiz görmüştür. Kezâ şeriat namazın boynuna borç olduğuna hükmetmiştir.

Kıyâsa bakılırsa tekrar kan gelebilecek bir müddet bulundukça kadın hayızlı sayılmalıdır. Şeriat kadına temiz kadınlara aid bir hüküm verince bu ondan hayız kalktığına hüküm sayılır. Ama kan tekrar gelirse bu hüküm ortadan kalkar. Gelmezse hüküm bâkidir. O zaman kanın kesilmesi ancak bu şartla iş görür. Yani ric'at bu şartla kesilir. Başka kocaya varmak bununla sahih olur. Kanın tekrar gelmesiyle devam eden bu hüküm ortadan kalkarsa ameli bâtıl olur. Hüküm bâkiyse amel de bâkidir. AIIahu a'lem. Şârih zikri geçen bahsin yalnız bir kısmını zikretmekle bunun için yetinmiştir.

«Esah kavle göre ilh...» Bunun sahih olduğunu Fetih sahibi Mebsûttan nakletmiştir. Tebyîn ile Mecma' şerhinde de sahih olduğu bildirilmiştir. Lâkin Cevhere'de Fetâvâ'dan nakledildiğine göre sahih olan kavil mücerred başlamakla ric'at hakkının kesilmesidir. Kadın mushafa dokunur veya Kur'an okur yahut mescide girerse, Kerhî ric'at kesilir demiş. Râzî kesilmeyeceğini söylemiştir. Fetih'de böyledir. Şürunbulâliyye. Nehir saihibi diyor ki: "Musannıfın namazla kayıdlaması Râzî'nin kavlini seçtiğine işaret etmektedir. Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed mücerred teyemmümle ric'at kesilir demiştir ki, kıyas da budur. Çünkü mutlak temizliktir. Fetih sahibi bunu tercih etmiş, Bahır ve Nehir sahibleri de bunu ikrarda bulunmuşlardır.

METİN

Kitabî kadında mücerred kanın kesilmesiyle ric'at biter. Mültekâ. Çünkü o muhatab değildir. Ben derim ki: Bunun ifade ettiği mânâ deli ve bunak kadınların da böyle olmasıdır. Kadın yıkanır da bir uzuvdan daha az bir yerini unutursa rlc'at kesilir. Çünkü kurumak çabuk olur. Kadın su ulaşmadığını kesin olarak bilir veya kasden yıkamayı terk ederse ric'at hakkı kesilmez. Bir uzvu yıkamayı unutursa ric'at hakkı kesilmez. Mazmaza ve istinşaktan her biri uzuvdan az mesabesindedir. Çünkü sahih kavle göre bunların ikisi bir uzuvdur. Behensî. Bir kimse hamile olan karısını boşar da onunla cima'da bulunduğunu inkâr ederse, sonra doğurmadan ona ric'at eder ve kadın talâktan altı aydan daha az bir müddette, nikâhtan altı ay veya daha fazlada çocuk doğurursa sâbık ric'atı sahih olur. Sahih olduğunun anlaşılması doğurmaya bağlı olması onun daha önce sahih, olmasına aykırı değildir. Binaenaleyh Vikâye'nin sözünde müsamaha yoktur. l

İZAH

«Mücerred kanın kesilmesiyle» yani yıkanmaya, namaz vaktinin geçmesine veya teyemmüme hâcet kalmaksızın hayız kanının kesilmesiyle ric'at hakkı biter. Çünkü kitabîyye küfür halindeyken ibâdetin edasıyla mükellef değildir.

«Ben derim ki...» diyen Nehir sahibidir.

«Bir uzuvdan daha az bir yerini» meselâ bir veya iki parmağını, pazı ve baldırının bir kısmını yıkamayı unutursa demektir. Bahır. Unutmaktan murad şübhedir. Zira kuru bir yer bulur da oraya su isabet edip etmediğini bilemezse demektir. Bunu Rahmetî ve Tahtâvî söylemişlerdir.

«Ric'at kesilir.» Bununla kayıdlaması kocasının onunla cima'ı helâl olmadığı içindir. Unutulan yeri yıkamadıkça yahut yıkanmaya kudreti varken yıkanmadan üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe başka kocaya da varamaz. Bunu İsbîcâbî'den Bahır sahibi nakletmiştir. Yani fercler meselesinde ihtiyat göstermiş olmak için bunu yapar. Nehir. Onun için ulema yıkanmada itibara aldıklarını burada itibar etmemişlerdir.

«Çünkü kurumak çabuk olur» Zâhirine bakılırsa zikredilen hüküm ıslaklık kurumadan önce şübhe ettiğine göredir. Islaklık kuruduktan uzun müddet sonra şübhe ederse zâhire göre şübhe tam bir uzuvda olsun, daha azında olsun itibara alınmaz. Çünkü burada illet zâhir değildir.

«Bir uzvu» meselâ elini veya ayağını unutursa ric'at hakkı kesilmez. Bahır.

«Bunların ikisi bir uzuvdur.» Yani ikisi bir uzuv mesabesindedir. Ayrı ayrı ele alınırlarsa bir uzuvdan daha az hükmündedirler. Bu kavil İmam Muhammed'indir. İmam Ebû Yusuf'tan da bir rivâyettir. Diğer rivâyette bunları ayrıca terketmek bir uzvu terk etmek gibidir. Mültekâ sahibi birinci kavlin sahih kabul edildiğine işaret etmiştir. Çünkü onu evvel zikretmiştir.

«Bir kimse hamile olan karısını» yani kadın talâktan sonra altı ay geçmeden doğurmaksuretiyle boşandığı zaman hamile olduğu anlaşılırsa demektir.

«Sonra doğurmadan ona ric'at ederse» sözünü musannıf Sadru'ş-Şeria'ya uyarak ziyade etmiştir. Nitekim gelecektir. Çünkü doğurduktan sonra ric'ata hakkı yoktur.

«Kadın talâktan altı aydan daha az bir müddette, nikâhtan altı ay veya daha fazlada çocuk doğurursa..» Ekseri nüshalarda böyle denilmiştir. Bazılarında ise "Kadın talâk vaktinden sonra altı aydan azda, nikâh vaktinden itibaren altı ay veya daha fazlada doğurursa" denilmiştir ki, doğrusu da budur. Çünkü çocuğun talâktan önce ana rahmine düştüğü bununla bilinir.

«Sâbık ric'atı sahih olur.» Velevki kocasının cima'ını inkâr etmesi sahih olmamasını gerektirsin. Çünkü kocasının sözüne göre kadına müracaatı cima'dan öncedir. Halbuki cima' edilmeyen kadına ric'at edilmez. Lâkin çocuğun nesebi kendisinden sâbit olunca koca şer'an yalanlanmış olur. Onun için de ric'atı sahihtir.

«Sahih olduğunun anlaşılması ilh...» Bilmelisinki Vikâye'de şöyle denilmiştir: "Bir adam hamileyi veya çocuklu kadını boşar da cima' etmedim derse ona dönebilir." Kenz, Hidâye ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Sadru'ş-Şeria kendilerine itirazda bulunarak şöyle demiştir: "Hamile meselesinde işkâl vardır. Çünkü kadının talâk vaktinde hamile olduğunu bilmek ancak o vakitten itibaren altı ay geçmeden doğurmakla bilinir. Doğurursa iddet biter. Şu halde ric'ata nasıl hakkı olur? Doğurmadan ric'ata hakkı vardır mânâsı da kasdedilemez. Çünkü kocası cima'ı inkâr edince şer'an tekzib olunmamış, ancak altı ay geçmeden doğurursa tekzib olunmuştur. Şu halde sözün doğrusu: Bir kimse cima'da bulunduğunu inkâr ederek hamile olan karısını boşar da sonra ona müracaat ederse kadın altı ay geçmeden doğurduğu takdirde ric'at sahih olur demektir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Musannıf metinde Sadru'ş-Şeria'ya tâbi olmuş, şârih ise Vikâye nâmına cevap vermeye işaret ederek: "Sonra doğurmadan ona ric'at ederse" demiştir ki, bunun mânâsı doğurmadan ric'at ederse ric'atı talâktan itibaren altı ay geçmeden doğurmasına bağlı olarak sahihtir, demektir. Ric'atının sahih olmasının anlaşılması doğurmasına bağlanmak onun sahih olmasına aykırı değildir. Lâkin ihtimalden uzak olması da gözden kaçmamaktadır. Ama Bahır sahibi ulemanın tarafını tutarak Sadru'ş-Şeria'nın sözünü şöyle reddetmiştir: "Hamilelik doğurmadan sâbit olur. Onunla neseb de sâbit olur. Çünkü ulemamn hıyar-ı ayb (kusur muhayyerliği) bâbında açıkladıklarına göre satılan cariyenin hamileliği doğurmadan meydana çıkmakla anlaşılır. Nesebin sübutu bâbında da: Bu açık hamilelikle sâbit olur, denilmiştir." Yani doğurmadan hamilelik sâbit olunca doğurmadan ric'at sahihdir diye de hüküm verilebilir demek istemiştir. Ama Yâkub Paşa dahi hâşiyelerinde bunu iki vecihten reddetmiştir. Biri Bahır'dan naklettiğimizdir. İkincisi aşağıdaki meselede görülecektir ki, karısına ric'at eder de sonra kadın iki sene geçmeden doğurursa çocuğun nesebi sâbit olur. Yâkub Paşa: "Böylece anlaşılır ki gebelik altı aydan fazlada doğurmakla bilinir." demiştir. Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir.

Ben derim ki: Birinci vecih nâmına Allâme Makdisî cevap vermiş ve şöyle demiştir: "Sadru'ş-Şeria'nın sözü bir tahkîktır ve kabule şâyândır. Onu reddederek: Gebelik doğurmadan sâbit olur, neseb de bununla sabit olur diyenin sözü reddedilir." Hıyar-ı ayb bâbında istidlal ettiği söze gelince: Bu söz İnam Muhammed'den nakledilen zayıf bir rivâyettir. Ona göre kadının kusur var diye şâhidlik etmesiyle reddedilir. Ebû Yusuf'tan bu hususta iki rivâyet vardır. Bunların zâhir olanına göre kadının kavli ancak husumet ve dâvâ için kabul edilir, red için kabul edilmez.

Nesebin sübutu bâbında ulemanın açık gebelik hakkında: "Neseb ancak nikâhla, doğum ise kadının sözüyle sâbit olur." sözlerine gelince: Oradaki hilâf mâlumdur. Ebû Hanife şöyle demektedir: "Koca didet bekleyen karısının doğurduğunu inkâr ederse, doğum ancak iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleriyle sâbit olur. Meğerki gebelik açık olsun. O zaman bir kadının yani ebenin şehâdetiyle sâbit olur. Bu sözle hamileliğin sübutuna dair bir şey yoktur. Sadece hamileliğin anlaşılması kadının şehâdetini te'yid eder. Sübutu ise doğurmaya bağlıdır. Nitekim Mebsût'ta kocası: Gebe kalırsan boşsun dediği yerde şu ifade vardır: Kadınla bir defa cima'da bulunduysa efdal olan ona yaklaşmamaktır." Sonra şöyle demiştir: "Bu sözü söyledikten sonra kadın iki seneden fazlada. bir çocuk doğurursa talâk vâki olur ve çocuğun doğmasıyla iddet biter." Demek ki onu ancak vech-i mahsus üzere doğumla isbat etmiştir. Gebeliğin zâhir olması sâbit olması demek değildir. Sübuta bağlı olan bir şey zuhura terettüb etmez."

Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü Zeylaî'nin orada anlattığı şudur: "Ortada açık gebelik yahut mevcud nikâh veya koca tarafından gebeliğin zuhurunu itiraf varsa, doğum ebe kadının doğurdun demesiyle sâbit olur. Hatta kadının talâkını doğurmasına tâlik ederse Ebû Hanife'ye göre ebe kadının doğurdun demesiyle talâk vâki olur. Ona göre ebe kadının şâhidliği çocuğun tâyini için şarttır. İmameyn'e göre ise çocuğun doğması ancak ebe kadının şehâdetiyle sâbit olur. Bu suretle anlaşılır ki doğum İmam-ı A'zam'a göre gebeliğin zuhuru ile sâbit olur.

Allâme Kâsım orada demişti ki: Gebeliğin zuhurundan murad emarelerinin görülmesidir. Öyle ki her gören galebe-i zanla bu kadının hamile olduğunu anlar. Evet, bizim meselemizde olduğu gibi başka bir şey muaraza etmezse zuhuru itibara alınır. Çünkü kocasının cima etmedim diye ikrarı yalanı meydana çıkmadıkça ric'atının sahih olduğuna aykırıdır. Altı aydan azda doğurursa yalanı meydana çıkar.

Bunun bir benzeri de şudur: İddetini bekleyen kadın iddetinin bittiğini haber verir de sonra gebe olduğunu iddia ederse ulema gebeliğin zuhuruna bakmamış, yalnız doğurmasına bakmışlardır. Bu kadın haber verdiğinden itibaren altı aydan daha azda doğururursa nesebi sâbit olur. Çünkü yalan söylediği kesindir. Altı aydan fazlada doğurursa neseb sâbit olmaz: Zira sözünde çelişki vardır demişlerdir. Demek oluyor ki çelişki olduğu yerde gebeliğin zuhuruna bakmamışlardır. Onlar ancak ilk haberin kesinlikle yalan olduğunu meydana çıkaran şeye bakmışlardır ki, bu da Sadru'ş-Şeria'nın söylediğini te'yid eder.

İkinci vecih nâmına verilen cevab da şudur: Aşağıdaki meselede talâk kocası o kadınla halvette bulunduğunu ikrar ettikten sonra farzedilmiştir. Halvetten sonra yapılan talâk iddeti icab eder. Talâk-ı ric'î iddetini bekleyen bir kadın iddetinin bittiğini ikrar etmez de bir çocuk doğurursa onun nesebi sâbit olur. Lâkin çocuğu iki seneden fazlada doğurursa yaptığı doğum ric'at sayılır. Aksi takdirde sayılmaz. Zira boşamadan ana rahmine düşmüş olması câizdir. Nitekim iddet bahsinde gelecektir.

Çocuğun nesebi sâbit olunca kadına da meselâ sözle ric'at etmişse iki seneden azda doğurmak suretiyle bu ric'atın sahih olduğu anlaşılır. Bizim meselemizde ise erkek halveti ikrar etmiş değildir ki kadına lâzım gelsin. Bu kadını boşarsa cima'dan önce boşadığı zâhir olur. Binaenaleyh kadına iddet yoktur. Talâk vaktinden itibaren altı aydan azda doğurursa talâkın cima'dan sonra olduğu anlaşılır ve kadın iddet beklemektedir. Ona doğurmadan ric'at etmişse ric'atın sahih olduğu anlaşılır. Çünkü kadın iddet içindedir. Talâk vaktinden itibaren altı ay sonra doğurması bunun hilâfınadır. Çünkü ric'atın iddet içinde olduğu bilinmez. Çocuğun nesebi de sâbit olmaz. Zira ulemanın açıkladıklarına göre kaide şudur: Kendisine iddet vâcib olmayan her kadının çocuğunun nesebi kocasından sâbit olmaz. Meğerki yüzde yüz ondan olduğu bilinsin. Meselâ altı aydan azda doğursun. Bununla anlaşılır ki ric'atın doğuma ve nesebin sübutuna bağlı olması hususunda iki meselenin arasında fark yoktur.

Bizim meselemizde neseb ancak talâk vaktinden itibaren altı aydan azda doğurmakla sâbit olur. Zira kadının talâktan önce gebe kaldığı ve iddet vâcib olmayan her kadının çocuğunun nesebi kocasından sâbit olduğu kendisiyle halvet yapılıp da üzerine iddet vâcib olan kadın hakkında farz edilmiştir. Binaenaleyh o altı aydan fazlada da doğursa ona ric'at sahihdir. Bir çok kimselerin ayakları kaydığı bu makamın izahını ganimet bil! Selâm sana!

METİN

Nasılki boşanmadan önce doğuran kadını cima'ını inkâr ederek boşasa ric'at sahih olur. Çünkü şeriat çocuğu nikâha nisbet etmekle adamı yalanlamıştır. Binaenaleyh ikrarına başkasının hakkı teallûk etmedigi yerde sözü bâtıl olur. Kadın talaktan sonra doğurursa ric'at yoktur. Çünkü müddet geçmiştir. O kadınla halvette kalır da sonra cima'ı inkâr eder vesonra kadını boşarsa ric'ata hakkı kalmaz. Çünkü şeriat kendisini yalanlamamıştır. Cima'ı ikrar eder de onu karısı inkârda bulunursa ric'ata hakkı vardır. Kadınla halvet yapmamışsa ric'ata hakkı yoktur. Çünkü zâhir kadına şâhiddir. Valvalciyye. Kadını boşar da sonra kendisine ric'at ederse mesele de aynı halde olursa kadın talâktan itibaren iki seneden azda çocuk doğurduğu takdirde sâbık ric'atı sahih olur. Çünkü yukarda geçtiği vecihle kendisi yalanlanmış olur.

İZAH

«Boşanmadan önce doğuran kadını» yani nikâhtan itibaren altı ayda veya daha fazlada doğuran karısını boşarsa ric'atı sahih olur.

«İkrarına başkasının hakkı teallûk etmediği yerde ilh...» Bahır sahibi diyor ki: "Burada Kâfi sahibinin itirazı vârid değildir. O şöyle itiraz etmiştir: Bir kimse bir köleyi başkasınındır diye ikrar eder de sonra onu satın alırsa, sonra hak sahibi çıkarsa bu haber ulaştığında o kimsenin köleyi ikrar edilen şahsa teslimi emredilir. Velevki şer'an yalanlanmış olsun. Çünkü ikrarına başkasının hakkı teallûk etmiştir. Ric'at meselesi bunun hilâfınadır." H.

«Çünkü şeriat kendisini yalanlamamıştır.» Zira bu adam ric'ata yalnız cima' iddetinde mâliktir. Halvet iddetinde ric'ata hakkı yoktur. Kendisi cima'ı inkâr etmişti. Binaenaleyh kendisi hakkında sözü tasdik edilir. Ric'at da kendi hakkıdır. Bu bâbta şeriat onu yalanlamamıştır. Yukarda geçenle aşağıda gelen bunun hilâfınadır. Zira neseb sâbit olmakla adam şer'an yalanlanmış olur.

Burada "Halvetle mehir kuvvet bulur ve iddet vâcib olur." şeklinde bir itiraz vârid olamaz. Çünkü mehrin kuvvet bulması mübdelin teslimine bağlıdır. İddet ise cima' ihtimali olduğundan ihtiyatan vâcib olur. Bundan cima'ın isbatı lâzım gelmez. Binaenaleyh inkâriyle şer'an yalanlanmış olmaz. Bahır'dan anlaşılan budur.

«Ric'ata hakkı vardır» Çünkü zâhir adama şâhiddir. Halvet cima'a delildir. Bahır.

«Mesele de aynı halde olursa» yani kadınla halvette kalmış, fakat cima'da bulunduğunu inkâr etmişse sâbık ric'atı sahih olur. Yani yaptığı ric'atın sahih olduğu anlaşılır.

«Kendisi yalanlanmış olur.» Yani ben bu kadınla cima'da bulunmadım iddiasında yalancı olduğu meydana çıkar. Zira neseb sâbit olmakla talâktan sonra değil önce cima' ettiği anlaşılır. Velevki inkâr etsin. Çünkü kendisini yalancı çıkarmak zinâya yormaktan daha evlâdır. Nehir. Biz bu meselenin tahkîkını evvelce yapmıştık.

METİN

Erkek karısına doğurursan sen boşsun der de kadın doğurursa ve boş düşerek iddeti içine girerse, sonra iki batında başka bir çocuk doğurduğu takdirde -yani altı ay geçtikten sonra demek istiyor ki, iddetinin geçtiğini ikrar etmedikçe on seneden fazlada da doğurursa- ikincidoğan çocuk ric'at sayılır. Çünkü temizlik müddetinin uzaması için ye'sten başka bir sınır yoktur. Bu çocuğun ana rahminde kalması iddette yapılan yeni bir cima'la sayılır. İkisinin bir batında doğmaları bunun hilâfınadır. Sen her doğurdukça boşsun der de kadın üç batın çocuk doğurursa üç talâk vâki olur, ikinci çocuk birinci talâktan ric'at sayılır. Nitekim geçti ve onunla kadın ikinci defa boş olur. Nasılki üçüncü çocuk da öyledir. Yani o da ikinci talâk hakkında ric'attır ve onunla kadın üç defa boş olur. Bu "Her doğurdukça" sözüyle amel edilerek böyle olur. Kadın üçüncü talâk için hayızla iddet bekler. Çünkü hayızdan kesilme yaşına varmadıkça kendisi hayızla iddet bekleyenlerdendir. O yaşa varırsa aylarla bekler. Çocukların üçü de bir batından doğarlarsa ilk ikisiyle iki talâk vâki olur, üçüncüyle talâk vâki olmaz. Çünkü onunla iddet biter. Fetih.

İZAH

«Yani altı ay geçtikten sonra» sözü iki batında doğurmanın tefsiridir. Zira iki doğum arasında bundan daha az bir müddet geçerse, birinci çocuk doğmadan önce ikincinin mevcud olduğu teayyün eder ve iki çocuk bir batında beraber bulunmuş olurlar. O zaman ikincinin doğması ric'at olamaz. Çünkü bu çocuk kesin olarak talâktan önce ana rahmine düşmüştür.

«İkinci çocuk ric'at sayılır.» Yani ikinci çocuğun meydana geldiği cima" ric'at sayılır. Ric'atın doğuma isnad edilmesi cima ancak onunla bilindiği içindir.

«Yeni bir cima'la» yani boşandıktan sonra iddet içinde yaptığı bir cima'dan kalmış olur ki, karı-kocanın hallerini iyiye yormak için bu adam onunla ric'at etmiş sayılır. Zira kadın iddetinin bittiğini ikrar etmemiştir. Nitekim kadını talâk-ı ric'î ile boşar da iki seneden fazla geçtikten sonra doğurursa çocuk kesinlikle yeni bir cima'dan kalmış demek olur. İki seneden azda doğurursa bunun hilâfınadır. Zira ric'at sayılmaz. Talâktan önce kalmış olması ihtimali vardır. Burada bu ihtimal sâkıttır. Çünkü çocuklar iki batından olunca ikincisi mutlaka talâktan sonra yapılan yeni bir cima'dan kalmış olur. Nitekim bunu Fetih sahibi söylemiştir. Bununla Miskîn şerhindeki muhalefet dâvâsı defedilmiş olur.

«Üç batın çocuk doğurursa» yani her iki doğum arasında altı ay yahut daha fazla müddet bulunarak doğurursa demek istiyor.

«Nitekim geçti.» Yani ikinci çocuğun iddet içinde yapılan yeni bir cima'dan kalmış olduğu yukarıda geçmişti. "Burada nifas halinde cima' etmiştir hükmü vardır. Bu ise haramdır." diye bir itiraz vârid olamaz. Çünkü nifasın azı için gün sayısı yoktur. Kadının hiç kan görmemesi ihtimali de vardır. Nehir.

«Her doğurdukça sözüyle amel edilerek» ifadesi her iki yerde kadının boş olmasının illetidir. Yani her kelimesi tekrar iktiza eder. Zira umum fiilleri ifade eder.

«Çocukların üçü de bir batından doğarlarsa» meselâ her iki çocuğun arasında altı aydandaha az müddet bulunursa ilk ikisiyle iki talâk vâki olur.

«Çünkü onunla iddet biter.» Ve şart vakti olan doğum iddetin bittiği vakte rastlar. Binaenaleyh onunla bir şey vâki olmaz. Dürr-ü Müntekâ sahibi şöyle demiştir: "Meğerki bir dördüncüyü doğursun. Yani o zaman üçüncü çocukla bir talâk meydana gelir. Üçüncüyü doğurmazsa ikinciyle boş olmaz demek istemiştir. İlk iki çocuk bir batından, üçüncüsü ayrı bir batından doğarlarsa ilk çocukla bir talâk vâki olur, ikinci çocukla iddet biter, üçüncü çocukla hiç bir şey vâki olmaz. İlk çocuk bir batında, ikinciyle üçüncü de bir batında olurlarsa birinci ve ikinci çocuklarla iki talâk vâki olur, üçüncü çocukla iddet biter ve bir şey vâki olmaz. Bunu Fetih'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

METİN

Talâk-ı ric'î ile boşanan bir kadın ric'at ümidi varsa evde olan kocası için zînetlenir, ric'at ümidi yoksa zînetlenmez. Bunu Miskîn söylemiştir. Kocası evde yoksa zînetlenmez. Çünkü illet yoktur. Talâk-ı bâinde ve ölüm iddetinde zînetlenmek haramdır. Kocası ric'at ettiğine şâhid getirmedikçe kadını evinden çıkaramaz. Velevki sefer müddetinden az bir yere götürmek için olsun. Çünkü nehy mutlaktır. Ric'at ettiğine şâhid getirirse iddet bâtıl olur. Ama bu ric'at etmediğini açık söylediğine göredir. Açık söylemezse sefer delâleten ric'at sayılır. Bunu inceleme suretiyle Fetih sahibi söylemiş, musannıf da ikrar etmiştir. Talâk-ı ric'î cima'ı haram kılmaz. İmam Şâfiî Radıyallahü Anh buna muhâliftir. Cima'da bulunursa ukr lâzım gelmez. Çünkü bu cima' mubahdır. Lâkin karısına dönmeye niyeti yoksa onunla başbaşa kalmak tenzihen mekrûhtur. Aksi takdirde mekrûh değildir. Karısına dönmeye niyeti varsa kadın için kasm hakkı sâbit olur. Aksi takdirde bu kadına kasm yoktur. Bunu Bahır sahibi Bedâyı'dan nakletmiş ve: "Ulema zîneti terkettiğinden dolayı bir adamın karısını dövebileceğini açıklamışlardır." demiştir. Bu hal ric'î talâkla boşanan kadına da şâmildir.

İZAH

«Talâk-ı ric'î ile boşanan kadın zinetlenir.» Çünkü kocasına helâldır, nikâhı mevcuddur, ric'at müstehabdır. Zînetlenmek ric'ata teşvik sayılır. Binaenaleyh meşru'dur.

«Çünkü illet yoktur.» İllet ric'ata teşviktir. T.

«Talâk-ı bâinde ve ölüm iddetinde zînetlenmek haramdır.» Bâinde haram olması ric'at meşru olmadığı ve o kadına bakmak haram olduğu içindir. Vefat iddetinde ise yas tutmak vâcibdir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Çünkü nehy mutlaktır.» Nehyden murad Teâlâ Hazretlerinin: "Onları evlerinden çıkarmayın." âyet-i kerîmesidir. Bu âyet-i kerîme talâk-ı ric'î ile boşanan kadın hakkında inmiştir. Evden çıkarma yasağı mutlaktır, sefer müddetinden daha az bir mesafeye dahi şâmildir.

«Ric'at ettiğine şâhid getirmedikçe» cümlesinin yerine: "Ric'at etmedikçe kadını evden çıkaramaz." dese daha iyi olurdu. Çünkü şâhid getirmek sadece mendûbtur. T. Yani şâhid getirmeyi evden çıkmanın haram olmasıyla sınırlamak doğru değildir. Çünkü haram olmak ric'atla mutlak surette sona erer. En güzeli mutlak surette sefere çıkarmak haramdır demektir. Çünkü bu hususta nass mutlaktır.

«Ama bu ilh...» ifadesindeki işaret şâhid getirmedikçe cümlesinden anlaşılan çıkarmanın ric'at olmamasınadır. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Murad kadına ric'at etmediğini açıklamış olmasıdır. Şayet susarsa yolculuk delâleten ric'at sayılır. Nitekim Fetih'de Câmi-i Sağîr şerhinde Bedâyı' ve Gâyetü'l-Beyân'da buna işaret edilmiştir. Bu kitablarda seferin delâleten ric'at sayıldığı bildirilmiştir. Böylece Zeylaî'nin: "Sefer delâleten ric'at değildir." sözü def edilmiş olur."

«Bunu inceleme suretiyle Fetih sahibi söylemiştir.» Burada şöyle denilebilir: "Fetih sahibinin sözünde bunun kendi incelemesi olduğunu gösteren bir şey yoktur. Buna yukarıda zikredilen kitablarda işaret edilmiştir. Fetih'in ibâresi şudur: «Kadını sefere götürmek bu nassla haram olduğu için ric'at sayılmamıştır. Hatta ric'ata delâlet dahi olamaz diyenler vardır. Çünkü sözümüz kadına ric'at etmediğini açıkca söyleyen hakkındadır. Buna da şöyle itiraz edilmiştir: Şehvetle öpmek ve benzeri şeyler bizzat ric'at sayılır. Velevki ric'at etmiyorum diye seslensin. Bu itirazın cevabı haramla helâl arasında fark vardır sözüdür." Yani öpmek helâldır. Binaenaleyh ric'at sayılır. Sefere götürmek haramdır, o ric'at olamaz. Ric'at etmediğini söyleyip dururken ric'ata delil de sayılamaz. Fetih sahibinin: "Çünkü sözümüz ilh..." demesi gösteriyor ki, bu söz kendisinin bir incelemesi değil ulemadan nakledilmiştir.

«Şâfiî buna muhâliftir.» Hilâfın esası şudur: Bize göre ric'at mevcud milkin devamını istemektir. Ona göre ise elden giden helâllığın yenilenmesidir. Binaenaleyh bize göre nikâh milki mevcud olduğu için cima' her vecihle helâldır. Nikâh milki ancak iddetin bitmesiyle elden gider.

«Çünkü bu cima' mubahdır.» ifadesinde müsamaha vardır. Çünkü bu cima' sünnete muhâlif olduğu için bize göre mekrûhtur. Nitekim izahı yukarıda geçti. Mubah Allah'ın hitabının bir şeyin fiil ve terkine müsavî olarak muhayyer bırakmak suretiyle teallûk etmesidir. Mekrûh velevki tenzihen olsun terki tercih edilen şeydir. Binaenaleyh mubah olamaz. Onun için "çünkü mubahdır" diyeceğine "çünkü câizdir" dese daha iyi olurdu. Zira şer'an haram olmayan şeye câiz denilir. Velevki o şey vâcib veya mekrûh olsun. Nitekim Tahrîr'de belirtilmiştir.

«Karısına dönmeye niyeti yoksa onunla başbaşa kalmak mekrûhtur.» Çünkü halvet çok defaşehvetle dokunmaya vardırır. Böylece o adam istemediği halde ric'at etmiş olur. Sonra kadını tekrar boşar ve kadının iddeti uzar. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.

«Kasm hakkı sâbit olur iIh...» Bundan sonraki bâbta görüleceği vecihle ric'î talâkla boşanan bir kadının kazaen ve diyâneten cima' hakkı yoktur. Onun için bu ka'dına cima'dan başka bir şeyle ric'at etmek müstehabtır. O zaman kasm sohbette bulunmak içindir.

«Aksi takdirde ilh...» Yani ric'at etmeye niyeti yoksa bu kadın için kasm hakkı yoktur. Zira ric'ata niyeti yokken sâbit olursa çok defa iş halvetle neticelenir ve az yukarıda söylediklerimiz lâzım gelir.

METİN

Bir adam üçten aşağı talâk-ı bâinle boşadığı karısını iddeti içinde ve iddetten sonra bilicma' nikâh edebilir. İddet içinde kocasından başkası men edilir. Çünkü neseb şübheye düşer. Sahih ve geçerli bir nikâhtan boşanan kadın -ki tahkîkını yapacağız- hürre ise üç talâkla, cariye ise iki talâkla boşanırsa velevki cima' etmeden boşansın başkası tarafından geçerli nikâhla cima' edilmedikçe nikâh olunamaz. Velevki o başkası cima' edebilen mürahîk olsun. Şeyhülislâm bunu on yaşla takdir etmiştir. Yahut enenmiş veya deli yahut zimmîye için zimmî olsun. Müşkilât'ta beyan edilen bâtıldır. Yahut evvelce geçtiği vecihle müevveldir.

İZAH

«Üçten aşağı talâk-ı bâinle boşadığı karısını nikâh edebilir ilh...» Musannıf talâk-ı ric'î ile gevşemiş bulunan nikâh bağının nasıl ekleneceğini beyandan sonra burada da talâk-ı bâinle kopan bağın nasıl ekleneceğini anlatıyor. Fetih. Onun için Hidâye'de buna ayrıca bir fasıl yapılmıştır.

«Bilicma' nikâh edebilir.» sözü iddet içinde sözüne râci'dir. Bu bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Teâlâ Hazretleri: "İddet bitinceye kadar nikâh akdine girişmeyin." buyurmuştur. O halde bir adam boşadığı karısıyla iddeti içinde nasıl evlenebilir? Bu nass umumiyle onu men etmektedir. Cevap şudur: Kocasının iddet içinde nikâhı bu âyetten bilicma' tahsis edilmiştir.

«Çünkü neseb şübheye düşer.» Yani kadın gebe kalır, fakat birinci kocasından mı yoksa ikinciden mi gebe kaldığı bilinemez. Böylece neseb karışır. Esasen iddetin meşru' olmasının hikmeti budur. Burada zikredilmesinden murad kocanın bilicma' tahsisine mâni olmadığını beyandır. Yoksa illetini beyan değildir. Zira illetini beyan olsa küçük kızla, hayızdan kesilen kadınla cima'dan önceki vefat iddetiyle sâbiden iddet bekleyen kadınla, ikinci ve üçüncü hayızlarla buna itiraz vârid olurdu. Çünkü bunlarda nesebin karışması yoktur. Ama müddet içinde evlenmek başka bir illetten dolayı câiz değildir. O da mahallin ehemmiyetini göstermek veya teabbüdî (kulluk icabı yapılan) bir hükümdür. İzahın tamamı Fetih'dedir.

«Boşanan bir kadın nikâh olunamaz.» cümiesindeki "nikâh oluna-maz" sözünü atıfmuktezası olarak şârih takdir etmiştir. Lâkin evlâ olan "Milk-i yeminle cima da edemez." cümlesini de ziyade etmektir. Çünkü o' kadını nikâh akdiyle alması helâl olmadığı gibi milk-1 yeminle cıma etmesl de helâl değildir. Nitekim gelecektir. Âyet-i kerînlede olduğu gibi: "Boşa-nan bır kadın helâl olmaz." deseydi ikisine de şâmil olurdu.

«Sahih ve geçerli bir nikâhtan» ifadesindeki sahih sözüyle fâsid nikâhtan ihtiraz etmiştir. Meselâ şâhidsiz kıyılan nikâh böyledir. Böyle bir nikâhın cima'dan önce hükmü yoktur. Cima'dan sonra ise mehr-i misil vâcib olur. Bu nikahın talâkı talâk sayısını azaltmaz. Çünkü bir mütarekeden (birbirlerini bırakmaktan) ibarettir. Kadını üç defa boşasa bir şey vâki olmaz. O kadınla hulleye hâcet kalmaksızın evlenebilir. Nitekim sarîh bâbının sonunda geçmişti. Geçerli sözüyle de mevkûf nikâhtan ihtiraz etmiştir. Fetâvâ-i Hındiyye'nin kölelerin nikâhı bâbında Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: "Köle veya mükâteb yahut müdebber veya ümmüveledin oğlu sahibinin izni olmaksızın evlenir de sonra sahibi cevaz vermeden üç defa boşarsa bu talâk iki tarafın nikâhı terketmesinden ibarettir. Hakikatte talâk değildir. Hatta talâkın sayısından bir şey azaltmaz. Köle sahibi bundan sonra nikâhı câiz kabul ederse onun cevaz vermesi bir işe yaramaz. Bundan sonra evlenmesine izin verirse kölenin o kadınla evlenmesi mekrûh olur. Ama ben bunların arasında fark göremedim."

«Tahkîkını yapacağız.» Tahkîkını iddet bâbında yapacak ve: "Fâsid nikâhtaki halvet iddeti icab etmez. Oradaki talâk talâkın sayısını azaltmaz. Çünkü feshtir." diyecektir. Musannıf orada mevkûftan bahsetmiştir. Çünkü o fâsidin kısımlarındandır. Buradaki: "Tahkîkını yapacağız." sözünden az ileride gelecek olan; "Fâsid ve mevkûf hariçtir ilh..." ifadesini kasdetmiş de olabilir. Zira o söz muhallil hakkında olsa da boşayan hakkında da mu'teber olmadığını göstermektedir. Şârih bu sözle daha sonra gelecek olan: "Sonra bütün bunlar ilk nikâhın sahih olmasının fer'îdir ilh..." ifadesini kasdetmiş değildir. Çünkü o sözden muradı nikâhın bütün mezheblere göre sahih olmasıdır. Nitekim göreceksin. O bizim bahsettiğimiz mesele değildir.

«Müşkilât'ta beyan edilen» şudur: "Bir kimse karısını cima' etmeden üç defa boşarsa onunla hulle yapmadan evlenebilir. Teâlâ Hazretlerinin: Onu boşarsa artık kadın başka bir kocaya varmadıkça ona helâl olmaz, âyet-i kerîmesi cima' edilen kadın hakkındadır."

«Bâtıldır.» Yani Müşkilât'ın ibâresini zâhirî mânâsında bırakmak bâtıldır. Onun içindir ki Fetih sahibi şöyle demiştir: "Bu büyük bir hata olup nass ve icma'a karşı gelmektedir. Bunu gören bir müslümanın itibara almak şöyle dursun onu nakletmesi bile helâl olamaz. Çünkü onu nakletmek yaymak demektir. O zaman da buradaki emri hafife almak hususunda şeytanın kapısı açılmış olur. Gizli değildir ki böyle bir şeyde içtihad câiz değildir. Çünkü içtihadın şartı yoktur. İçtihadın şartı kitap ve icma'a muhâlif olmamaktır. Biz sapıklık ve dalâletten Allah'asığınırız. Bu husustaki emir dinin zaruriyatındandır. Muhâlifinin tekfir edilmesi uzak görülemez."

Ben derim ki: Sakın Zâhidî'nin Hâvî nam eserinin sonundaki hileler bahsinde söylediklerine aldanma! Zâhidî orada üç defa boşanan kadının hilesi hakkında bir fasıl yazmış, orada bu meseleyi aşağıda gelen te'vili kabul etmeyecek şekilde zikretmiştir. Bir çok hileler zikretmiştir ki, hepsi bâtıl olup aşağıda reddi gelecek: "Cima'sız akid kâfidir." esasına mebnîdir.

«Yahut müevveldir.» Yani Allâme Buhârî'nin Gurarü'l-Ezkâr şerhinde söylediği şu sözle te'vil edilir: "Müşkilâtın ifadesi müşkil değildir. Çünkü onun üç talâktan muradı ayrı ayrı zamanlarda yapılan üç talâktır. Böyle te'vil edilir ki umumiyetle Hanefî kitablarındakine uysun." Biz bu te'vili Müşkilât sahibinin âyetten dolayı verdiği cevabla te'yid etmiştik. Âyette talâk ayrı ayrı zikredilmiş, bununla beraber yine de helâl olmadığı açıklanmıştır. Müşkilât sahibi buna: "O cima' edilen kadın hakkındadır." diye cevap vermiştir. Anla! Meselenin evvelce geçtiği yer cima' edilmeden boşanan kadın bâbının başıdır.

«Başkası tarafından geçerli nikâhla cima' edilmedikçe» yani hakikaten veya hükmen cima' olunmadıkça demektir. Nitekim kadın âleti kesik veya deli bir kimseyle evlenir de ondan gebe kalırsa hükmen cima' vardır. Bu gelecektir. Bu suret kadını hayızlı iken veya ihramlı olduğu halde cima' etmesine şâmil olduğu gibi kadını bir kaç kocanın cima etmeden üçer defa boşaması ve tekrar başka kocaya varması hallerine de şâmildir. Kadın bunların hepsine helâl olur. Bahır. Boşanan kadın cima' edilmişse birinci kocasının iddeti geçtikten sonra mutlaka nikâhla cima' edilmesi gerekir. Musannıfın bundan bahsetmemesi açık olduğu içindir. Sonra bil ki cima'da bulunmak bilicma' şarttır. Mücerred akid kâfi değildir.

Kuhistânî diyor ki: "Keşif ve diğer usul kitablarında bildirildiğine göre Saîd b. Müseyyeb'den maadâ bütün ulema cima'ın şart olduğuna ittifak etmişlerdir." Zâhidî'de bunun icma-i ümmetle sâbit olduğu, Münye'de Saîd'in Cumhur kavline döndüğü kaydedilmektedir. Artık her kim onun kavliyle amel ederse yüzü kararır ve rahmetten uzaklaşır. Her kim onunla fetva verirse ta'zîr olunur. Sadru'ş-Şehid'e nisbet edilen sözün onun kitablarında eseri yoktur. Bilâkis zıddı vardır. Hulâsa'da ondan nakledildiğine göre kendisi: "Her kim bu sözle fetva verirse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Çünkü bu söz icma'a muhâliftir. Bir hâkimin onunla verdiği hüküm geçersizdir." demiştir. Tamamı oradadır.

«Mürâhîk olsun.» Mürâhîk bülûğa yaklaşan çocuktur. Nehir. Bülûğa erdikten sonra mutlaka kadını boşaması lâzımdır. Çünkü mürâhîkın talâkı vâki değildir. Bunu Dürr-ü Müntekâ sahibi Tatarhâniyye'den nakletmiştir.

«Cima' edebilen» sözü mürâhîkın tefsiridir. Bunu Câmi' sahibi zikretmiştir. Bazıları: "Mürâhîkâleti kalkan ve kadınları arzulayandır." demişlerdir. Fetih'de de öyle denilmiştir. Şübhesiz bu iki kavlin arasında zıddıyet yoktur. Nehir. Evla olan muhallilin hür ve bâliğ olmasıdır. Çünkü İmam Mâlik'e göre menî gelmesi şarttır. Nitekim Hulâsa'da bildirilmiştir. Evlâ olan iki mezhebin kavliyle de amel etmektir. Çünkü İmam Mâlik Ebû Hanife'nin talebesi gibidir. Onun için bazı ulemamız zaruret icabı onun bazı kavillerine meyletmişlerdir. Nitekim Musaffâ'nın Dîbâcesi'nde belirtilmiştir. Kuhistâni. Fettâl hâşiyesinde bildirildiğine göre Fakîh Ebu'l-Leys Te'sisü'n-Nezâir adlı kitabında "İmam-ı A'zam'ın mezhebinde bir mesele hakkında kavil bulunamazsa Mâlik'in mezhebine müracaat edilir. Çünkü onun mezhebi kendi mezhebine en yakın olandır." demiştir.

«Enenmiş» den murad yumurtaları kesilmiş olan erkektir. Böylesinin hulle yapması âleti mevcud olduğu için câizdir. T.

«Veya deli» sözü yerine bazı nüshalarda "veya âleti kesik" denilmiştir. Bundan murad sünnet mahallinde ferce sokacak bir şey kalmamış olan kimsedir. Lâkin bunun hullesi sahih olmak için kadının ondan gebe kalması şarttır. Nitekim gelecektir.

«Yahut zimmîye için zimmî olsun.» Yani velevki hulleyi kocası müslüman olan bir kadın için zimmî yapmış olsun, demektir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

METİN

«Geçerli kaydıyla fâsid ve mevkûf nikâhlar hariç kalmıştır.» Kadını sahibinin izni olmaksızın bir köle nikâh eder de efendisi cevaz vermeden cima'da bulunursa ona hulle yapmış sayılmaz. Ondan sonra cima'da bulunması lâzım gelir. Lâtif hîlelerden biri kadının iki şâhid huzurunda mürâhîk bir köleye nikâh edilmesidir. Aletini fercine soktuğunda köleyi kadına temlîk eder, böylece nikâh bâtıl olur. Sonra kadın bu köleyi başka bir beldeye gönderir. Böylelikle işi meydana çıkmaz. Lâkin İmam Hasan'ın müftâbiha rivâyetine göre bu çocuk o kadına hulle yapmış sayılamaz. Çünkü kadının velîsi varsa aralarında kefâet (denklik) yoktur. Velîsi varsa yukarıda geçtiği vecihle ona bilittifak hulle yapmış olur. İddeti de bitmelidir. Murad ikincinin iddetidir.

İZAH

«Geçerli kaydıyla fâsid ve mevkûf nikâhlar hariç kalmıştır.» Burada şöyle denilebilir: Fâsid sahihin karşılığıdır, geçerlinin karşılığı değildir. Çünkü geçerli akid demek akdi yapandan başkasının cevaz vermesine bağlı olmayan demektir. Binaenaleyh fâsid bir şartla yapılan satış bu mânâya göre geçerlidir.

Evet, mevkûf hakkında ulemanın iki tarikı vardır. Bazıları mevkûf sahihin bir kısmıdır demiş; birtakımları fâsidin bir kısmı olduğunu söylemişlerdir. Nitekim tahkîkı inşaallah satışlar bahsinde gelecektir. İkinci tarika göre lügat itibariyle her mevkûf fâsiddir, aksi yoktur. Şöylede denilir: Her sahih geçerlidir, ama aksi iki tarika göre de sahih değildir. Anla! Bundan anlaşılır ki, musannıfın "sahih bir nikâhla" tâbirini kullanmak hususunda Kenz ye diğer kitablara uyması gerekirdi. Böylelikle fâsid ve kezâ iki tariktan birine göre mevkûf hariç kalırdı. Buna şöyle cevap verilebilir: Sahih olan mutlak nikâhtır. Onunla fâsid hariç kalır.

"Ona hulle yapmış sayılmaz." Yani velevki sonradan cevaz vermiş olsun. Bunun vechi şu olsa gerektir: Nassla şart kılınan nikâhdan kâmil nikâh anlaşılır. Çünkü şer'an bilinen odur. Fâsid ve mevkûf bunun hilâfınadır. Yoksa ulemanın açıkladıklarına göre mevkûf nikâh halen sebeb olarak mün'akiddir. Yalnız hükmü cevaz vaktine kadar gecikir. Cevaz verilince onunla helâllık akid vaktinden meydana çıkar.

"Lâtif hilelerden biri ilah..." Yani kadının hulleciden gebe kalmaması ve hullecinin onu boşamaktan kaçınmaması, bir de hulle meselesinin halk arasında duyulmaması için çare metinde beyan edildiği gibi hareket etmektir. Hullecinin hür ve bâliğ olması bunun hilâfınadır.

"Lâkin ilah..." sözü bir hile üzerine yapılan bir istidraktır. Hâsılı şudur: Bu hile zâhir mezhebe göre tamamdır. Çünkü zâhir mezhebe göre nikâhta kefâlet şart değildir. Fakat İmam Hasan'ın rivâyetine göre -ki bununla fetva verilir- kefâlet şarttır. Binaenaleyh köle hulleci olamaz. Zira kadının velîsi var da bu işe razı değilse ona küf değildir. Aksi halde yani kadının hiç velisi yok yahut var da razı olursa köleden bilittifak hulleci olur. Nitekim kefâet bâbında geçmişti. Bu İmam-ı Hulvânî'nin irad ettiği iki vecihten biridir. İkincisi Bezzâziye'de zikredildiği vecihle mürâhik hakkında hilâf vardır. Olur da sahih değildir diyenin mezhebinde bulunan bir hâkim huzurunda dâvâya çıkar da hâkim onu fesheder, meram da hâsıl olmaz.

"İddeti de biter." Şâfiîlerden biri bu iddeti ıskât için bir hile söylemiştir. Hile şudur: Kadın on yaşına varmayan küçük bir çocuğa nikâh edilir. Çocuk âleti kalkarak onunla cima'da bulunur ve bu nikâhın sahih olduğuna bir Şâfiî hüküm verir. Sonra çocuk kadını boşar ve Hanbelîlerden biri talâkının sahih olduğuna hüküm verir. Bu kadına iddet lâzım gelmediğini söyler. Çocuk on yaşında olursa Hanbelî'ye göre iddet lâzım gelir. Yahut bu işde bir yarar görürse kadını velîsi boşar ve Mâlikilerden biri buna hüküm verir. O adamın cima'ıyla bu kadına iddet vâcib olmadığını söyler. Sonra kadın ilk kocasıyla evlenir ve Şâfiîlerden biri bu evlenmenin sahih olduğuna hüküm verir. Çünkü bütün şartları hâiz olarak dâvâ geçtikten sonra hâkimin hükmü hilâfı kaldırır ve kadın ilk kocasına helâl olur.

«Onun iddetinin de bittiğini haber verirse» rnurad sadece ikinci kocamdan iddetim bitti demesi değildir. Bilâkis kocaya vardım, ikinci kocam benimle cima'da bulundu, sonra beni boşadı ve iddetim bitti diyecektir. Nitekim Hidâye'de belirtilmiştir. Zira bu söylenenleri sadece iddetim bitti cümlesi ifade edemez. İddet halvetle de vâcib olur. Halbuki mücerred halvetle de kadın helâl olmaz. Bundan dolayıdır ki Nihâye sahibi şöyle demiştir: "Hidâye'de kadınınverdiği haberden uzun uzadıya bahsedilmesi şundandır: Bu kadın ben sana helâl oldum der de o adamla evlenir, sonra hullenin şartlarını bildiği halde ikinci kocam benimle cima'da bulunmamıştı derse tasdik edilmez. Aksi takdirde tasdik olunur. Ama uzun uzadıya her şeyi söylediğinde hiç bir halde tasdik edilmez."

Serahsî'den rivâyet olunduğuna göre kadına soruşturmadan o adamın onunla evlenmesi helâl değildir. Çünkü mücerred akidle helâl olup olmayacağı hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. İmam Fazlı'dan bir rivâyete göre kadın: Benimle evlen. Çünkü ben senden başkasıyla evlendim, iddetim de bitti der de sonra evlenmediğini söylerse, tasdik edilir. Meğerki ikinci kocasının cima'ını ikrar etmiş olsun. Çünkü tezevvüç ettim sözünü akid mânâsına almakla tezevvüç etmedim sözünü benimle cima'da bulunmadı mânâsına almak birbirleriyle çelişmez. Cima'da bulunduğunu ikrar edince çelişki sâbit olur. Nitekim Fetih'de ifade edilmiştir. Tamamı ileride gelecektir.

«Zann-ı galibine göre kadın doğru söylemişse» ifadesiyle musannıf kadının adâleti şart olmadığına işaret etmiştir. Onun için Bedâyı' sahibi şöyle demiştir: "Hâkim'in Kâfî'si ile diğer kitablarda: Kadın ona göre güvenilirse yahut doğru söylediğine kalbi yatarsa onu tasdikte bir beis yoktur denilmiştir." Kezâ nikâhlı bir kadın başka bir adama: "Kocam beni boşadı ve iddetim bitti." derse, gönlü yattığı takdirde kadın âdil olsun olmasın tasdiki câizdir. Kadın: Benim ilk nikâhım fâsiddir derse âdil bile olsa tasdiki câiz değildir. Bezzâziye'de böyle denilmiştir. Bahır.

«Onu tasdik etmesi câizdir.» Çünkü bu ya muâmelattandır. Zira cima zamanında bud'un kıymeti vardır yahut diyanet bâbındandır. Çünkü helâl olmak ona teallûk eder. Bunların ikisinde de bir kişinin sözü makbuldür. Dürer.

METİN

İmam'ı A'zam'a göre hayızla beklenen iddetin en az müddeti iki aydır. Cariyenin ise bâbın başında geçtiği gibi çocuk düşürdüğünü iddia etmedikçe kırk gündür. Buna ihtimali olan müddet geçtikten sonra kadın evlenir de sonra iddetim bitmedi yahut ben başka kocaya varmadım derse tasdik olunmaz. Çünkü evlenmeye özenmesi helâl olduğuna delildir. Serahsî'den rivâyet olunduğuna göre kadına soruşturmadıkça onunla evlenmek helâl değildir.

İZAH

«İmam-ı A'zam'a göre hayızla beklenen iddetin en az müddeti iki aydır.» sözü "müddet buna ihtimalli bulunursa" ifadesinin izahıdır. Bundan daha aşağı ihtimal yoktur.

«Hayızla beklenen» sözüyle ayla iddet beklemekten ihtiraz etmiştir. Çünkü aylarla iddet bekleyen kadın hakkında azı çoğu yoktur. Hürre üç ay, cariye birbuçuk ay bekleyecektir.

«İki aydır.» Yani İmam-ı A'zam'a göre altmış gündür. Çünkü kadını temizlik müddetinin başında boşanmış hesabeder. Bunu içinde cima bulunan temizlik müddetinde boşamış olmaktan korunmak için yapar. Zira bu takdirde üç temizlik müddetiyle kırkbeş gün ve üç hayızla onbeş güne muhtaç olur. Bu da temizlik müddetini en azına, hayız müddetini orta olana yorumlamakla olur. Çünkü bir müddette her ikisinin en az mikdarının bir araya gelmesi nâdirdir. Bu hesap İmam-ı A'zam'ın kavlini İmam Muhammed'in tahricine göredir. İmam Hasan'ın tahricine göre ise kadını iddetini uzatmaktan kaçınmak için temizlik müddetinin sonunda boşanmış kabul eder. Böylece iki temizlik müddeti otuz gün ile üç hayız otuz güne muhtaç olur. Bu da temizlik müddetini en azına, hayız müddetini en çoğuna yorumlamakla olur. Tâ ki ikisi denk gelsin ve ikinci kocanın iddetinde kadın bunun misliyle fazladan bir temizlik müddetine muhtaç olmasın. Bu Hasan'ın tahricine göredir ki, kadın 135 gün hakkında tasdik olunur. İmam Muhammed'in tahricine göre ise 120 gün hakkında tasdik olunur. Bunu Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Temizlik müddetinin ziyade edilmesinden murad ikinci kocanın içinde evlenip de sonunda boşadığı temizlik müddetidir. Lâkin bu tahrice göre talâkın cima vâki olan temizlik müddetinde yapılmış olması lâzım gelir. Çünkü cima mutlaka lâzımdır. Düşün! Bu da İmam Muhammed'in tahricini te'yid eder.

«Çocuk düşürdüğünü iddia etmedikçe» yani ilk kocasından çocuk düşürmedikçe demek istiyor. Çünkü çocuğu boşandığı gün düşürmesi de mümkündür ve düşürmekle iddeti biter. Çocuğun ikinci kocasından oldu gunu iddia etmesine gelince: Mutlaka bir vakit geçmesi lâzımdır ki, o müddet zarfında çocugun bazı uzuvları belli olsun. Rahmetî.

Ben derim ki: Kezâ çocugun birinci kocasından olduğunu idd'a ederse onunla ilk akdin arasında mutlaka dört ay müddet geçmesi lâzım gelir.

«Müddet geçtikten sonra kadın evlenir de ilh...» Fetih sahıbi diyor ki: "Dağınık meseleler meyanında beyan edildiğine göre bir adam kadınla evlenir de ona sormazsa, sonra kadın ben evlenmedim yahut benimle cima olunmadı derse tasdik olunur. Çünkü bu ancak kadın tarafından biIinir. Şurası müşkül görülmüştür: Kadının nikâha özenmesi onun sahih olduğunu itiraftır. Binaenaleyh bu bir çelişkidir, kabul edilmemek gerekir. Nitekim evlendikten sonra kadın ben mecûsi idim yahut mürtedde, mu'tedde veya başkasının nikâhlısıydım yahut nikah akdi şâhidsiz yapılmıştı demiş olsa sözü kabul edilmez. Bunu Câmi-i Kebir sahibi ile başkaları zikretmişlerdir. Kadının iddetim geçmedi demesi bunun hilâfınadır. Sonra Hulasa'da adı geçen işkâle uyan sözler gördüm. Ba faslındaki fetvâlarda şöyle demiş: Kadın ilk kocasına vardıktan sonra ben başkasıyla evlenmedim der de ilk kocası: Başkasıyla evlendin ve seninle zifaf da oldu cevabını verirse kadın tasdik olunmaz." Fetih sahibinin sözü burada biter.

Ben derim ki: İşkâl şöyle de giderilebilir: Üç defa boşanan kadında üzerine akid yapmaya mâni vardır. Bu mâni ancak helâllık şartı bulunduktan sonra ortadan kalkar. O da kadının ilk kocasından sonra başka biriyle evlendiğini ve zifaf olduğunu, iddetinin bittiğini, müddetin buna ihtimalli olduğunu haber vermesiyle olur yahut yukarıda Nihâye'den naklen geçtiği gibi helâllık şartlarını bildiği halde kocasına helâl olduğunu haber verir. İşte o zaman kadının sözü kabul edilmez. Çünkü çelişki vardır. Fakat bu olmazsa kabul edilir. Burada çelişki yoktur. Çünkü kadının mücerred akidle helâl olacağını zannetmesi ihtimali vardır. Bir de tefsir ve izahsız nikâh akdine girişmesiyle mâni ortadan kalkmaz. Bu itiraf sayılmaz.

Onun için Serahsî: "Kadına soruşturmak mutlaka lâzımdır." demiştir. Yukarıda Fazlı'da nakletliğimiz de onu te'yid eder Bu kadının: "Ben mecûsiyye idim ilh..." demesinin hilâfınadır. Çünkü akid zamanında kadına nikâh akdi yapmaya bir mâni yoktu. Onun için akid sahih olurdu. Bu sebeble buna zıd olarak verdiği haberi kabul edilmez. Zira çelişkiye düşer. Kadının mücerred akde özenmesi bir mâni olmadığını itiraftır. Sonra buma aykırı olarak iddiada bulundumu kabul edilmez. Fetâvâ'dan yukarıda nakli geçen söz ulemanın sözlerinin arasını bulmuş olmak için kadın tefsir ve izahını yaptıktan sonra evlendiğine yorumlanmıştır.

Bezzâziye'de şöyle denilmektedir: "Boşanan bir kadın evlenir de sonra ikinci kocasına: Sen beni iddet içinde aldın derse nikâhla talâk arasında iki aydan az bir müddet bulunduğu takdirde İmam-ı A'zam'ın kavline göre kadın tasdik edilir ve ikinci nikâh fâsid olur. İki aydan çok müddet buıunursa tasdik olunmaz ve ikinci nikâh sahihtir. Nikâha girişmek iddetin geçtiğini ikrardır. Çünkü iddet birinci kocanın hakkıdır. Nikâh ise ikincinin hakkıdır. Bunlar ikisi birarada bulunamazlar. Binaenaleyh nikâha girişmek geçtiğine delâlet eder. Üç defa boşanan kadın bir müddet sonra ilk kocasıyla evlenir de: Seninle ikinci kocamın nikâhından önce evlendim derse bunun hilâfınadır. Bu girişmesi ikinci kocanın cima ve nikâhına delil olmaz. Üç defa boşanan bir kadın kocasına: Senden başkasıyla evlendim der de ilk kocası onunla evlenir, sonra: Ben söylediğim sözde yalancıydım, evlenmiş değildim derse ikincinin cima'ını ikrar etmedigi takdirde nikâh bâtıl olur. ikrar etmişse kadın tasdik edilmez." Bu da söylediğimiz farkı ve arabulmayı te'yid etmektedir. Muvaffakiyet Allah'dandır. Bu anlattıklarımızla şârihin sözündeki sakatlık sana zâhir olmuştur. Zâhire bakılırsa o bahsettiği hususatta Fetih sahibine tâbi olmuştur.

METİN

Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kadın: Kocam beni üç defa boşadı der de sonra kendini konuştuğu adama nikâh etmek isterse, bu sözünde ısrar etse de kendini yalanlasa da buna hakkı yoktur." Bir kadın kocasından kendisini boşadığını işitir de onu kendinden menetmeye öldürmekten başka bir şeyle kâdir olamazsa kısas korkusuyla onu ilaçla öldürebilir, kendini öldüremez. Özcendî: "Mesele hâkime arzolunur. Erkek yemin eder beyyine de bulunmazsa günâh onun olur. Kadın onu öldürürse ona da bir şey lâzım gelmez." demiştir. Talâk-ı bâin üç talâk gibidir. Bezzâziye. Yine Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "İki şâhid kocasının bu kadını üç defa boşadığına şâhidlik ederlerse, kocası orada bulunmamak şartıyla kadın hulle için başka biriyle evlenebilir."

Ben derim ki: Diyâneten evlenebilir demek istiyor. Sahih olan câiz olmamasıdır. Kınye. Yine Kınye'de bildirildiğine göre kocası uzaklara gitmek suretiyle de bu kadından kurtulamazsa. yani kadın onu büyüleyip kendine döndürürse kadını öldürmesi helâl olamaz. O kadınla uğraşmaktan vazgeçer. Bazıları kadının kocasını öldüremiyeceğini söylemişlerdir -söyleyen İsbîcâbî'dir-. Bununla fetva verilir. Nitekim Tatarhâniyye'de ve Mültekât'tan naklen Vehbâniyye şerhinde beyan edilmiştir. Yani yukarıda geçtiği gibi günâh erkeğindir. Kocası karısını üç defa boşadıktan sonra bunlardan önce bir talâk vardı, kadının iddeti de geçti der de kadın da onu tasdik ederse müftâbih olan mezhebe göre ikisi de tasdik edilmezler. Nitekim kadın erkeği tasdik etmese hüküm buydu. "Bu kadını cima etmeden iki defa boşar da sonra bu iki talâktan önce ben onu bir talâkla daha boşamıştım derse üç talâka hükmedilir." denilmiştir.

İZAH

«Bezzâziye'de ilh...» Şârih Bahır sahibine uyarak Bezzâziye'nin ibâresinin bir kısmını nakletmekle yetinmiştir. Fakat yeterli değildir. Onun ibâresinin tamamı şöyledir: "Süt bahsinde bildirildiğine göre kadın: Bu benim süt oğlumdur der de bu sözünde ısrar ederse o adam bu kadınla evlenebilir. Çünkü, haram hükmünü vermek kadının elinde değildir. Ulema bütün vecihlerde bununla fetva verildiğini söylemişlerdir." Bu sözün muktezası şudur: Muftâbih olan kavle göre bu kadın kendini o adama nikâh edebilir. Şârihin süt bahsinin sonunda: "Bunun ifade ettiği mânâ şudur ilh..." diyerek söylediği budur.

Evvelce arzetmiştik ki şârihin orada söylediklerini Hulâsa sahibi Sadru'ş-Şehid'den şu ifadeyle nakletmiştir: Bunda şuna delil vardır: "Kadın üç defa boşandığını iddia eder de kocası inkârda bulunursa kadının kendisini ona nikâh etmesi helâl olur." Nehir sahibi bunu ta'lil ederek: "Kadın hakkında talâk gizli olan şeylerdendir. Çünkü onu müstakillen erkek yapar. Binaenaleyh kadının dönmesi sahihtir." demiştir. Yani hükümde sahihtir. Diyâneten ise kadın talâkı bildiği takdirde helâl olmaz. Bu anlattıklarımızla bilmiş olursun ki şârihin söyledikleri nakledilmiş hükümlerdir, kendi hükümleri değildir.

«Kendini boşadığını işitirse» ifadesinden murad üç defa boşadığını işitmesidir. Çünkü üçten az olursa nikâhı tazelemek mümkündür. Meğerki kocası inkâr etmiş olsun.

«Onu ilaçla öldürebilir.» Muhît'te şöyle denilmiştir: "Kadının kendi malından fidye vererek kurtulması gerekir. Yahut kocasından kaçar. Bunu da yapamazsa kendisine yaklaşacağını bildiği an onu öldürür. Lâkin ilaçla öldürmesi gerekir. Kadın kendini öldüremez. Kocasını âletle öldürürse kısas vâcib olur." Bahır.

«Günâh onun olur.» Yani günâh yalnız erkeğin olur demektir. Fakat bunu "kadın fidye veremez veya kaçamazsa" diye kayıdlamak gerekir. «Kadın onu öldürürse» sözü her iki fiilin mubah olduğunu gösterir. T.

«Orada bulunmamak şartıyla...» Bezzâziye'nin tam ibâresi şöyledir: "Kocası orada ise kadın evlenemez. Çünkü kocası inkâr ettiği takdirde karı-kocanın birbirlerinden ayrılmalarına hüküm vermek icab eder. Bu hüküm ise ancak kocanın orada bulunmasıyla verilebilir."

«Sahih olan câiz olmamasıdır.» Kınye'de şöyle denilmiştir: "Bedî' diyor ki: Hâsılı Şemsü'l-Eimme Özcendî'nin, Necmüddin-i Nesefî'nin, Seyyid Ebû Şucâ'ın, Ebû Hâmid'in ve Serahsî'nin verdikleri cevaba göre bu kadının başka bir kocaya varması kendisiyle Allah Teâlâ arasında (diyâneten) ona helâldır. Geri kalan ulemanın cevablarına göre helâl değildir." Fetâvâ-i Sirâciyye'de: "Güvenilir bir kimse kocasının boşadığını kadına haber verir de kocası orada bulunmazsa kadının iddet beklemesi ve evlenmesi câizdir." denilmiş, diyânetle kaydedilmemiştir. Vehbâniyye şerhinde de öyledir.

Ben derim ki: Bu adı geçen imamların kavlini te'yiddir. Çünkü güvenilir bir kişinin ihbarıyle kadına evlenmek helâl olunca burada boşandığını işittiği zaman veya boşandığına kadının huzurunda iki âdil kişi şâhidlik ettiğinde hulle yapması evleviyetle helâl olur. Hatta ulemanın açıkladıklarına göre kadına kocasından mektup gelerek boşadığını bildirirse başka kocaya varması helâl olur. Kadının bu işin doğruluğuna gönlü yatarsa velevki mektubu getiren güvenilir biri olmasın. Sözün mutlak bırakılmasına bakılırsa kazaen de câizdir. Hatta bunu hâkim bilirse kadını serbest bırakır. Şu halde burada câiz olmadığını sahih kabul etmek müşkildir. Meğerki hâkimin hükmettiğine yorumlansın. Velevki bu zâhirin hilâfına olsun. Düşün! Evet. karısını boşar da karı-koca gibi yine birarada yaşarlarsa kadın başka kocaya gidemez. Çünkü o kocadan beklediği iddeti bitmemiştir. Nitekim iddet bahsinde izahı gelecektir.

«Kadını öldürmesi helâl olamaz.» Hilâfın burada da bulunması gerekir. Hatta burada kadını öldürebilir demek kadın kocasını öldürür demekten daha münasibtir. Çünkü kadın sihir yapmıştır. Sihir yapan tevbe etse bile öldürülür.

«Bazıları kadının öldüremiyeceğini söylemişlerdir ilh...» Tatarhâniyye sahibi dahi kadının kocasını öldürebileceğini Şeyh Ebu'l-Kasım'dan ve Şeyhülislâm Ebu'l-Hasan Atâ' b. Hamza'dan ve İmam Ebû Şücâ'dan naklettiği gibi İmam Muhammed b. Velid SemerkandîFetâvâ'sından da nakletmiştir. O da Abdullah b. Mübarek'den, o da Ebû Hanife'den nakletmiştir. Kezâ Tatarhâniyye sahibinin nakline göre İmam Necmüddin İmam Ebû Şücâ'nın sözünü hikâye ederek: "O büyük adamdır, onun büyük üstadları vardır. Söylediğini ancak sahihse söyler. Binaenaleyh itimad onun kavlinedir." dermiş. Bundan anlaşılır ki bu kavil de güvenilirdir.

«Kadının iddeti de geçti.» demesi kadın ecnebi olsun da kendisine üç talâk yapılamasın diyedir.

Ben derim ki: Bu iddetin bittiği bilinmediği vakittir. Çünkü şârihin iddet bahsinin sonunda yine Kınye'den naklen beyan edeceğine göre karısını üç defa boşar da: Ben onu daha önce bir defa boşamıştım, iddeti de bitmişti derse, iddetinin bittiği halk tarafından bilindiği takdirde üç talâk vaki olmaz. Aksi takdirde olur. Kocası inkâr ettikten sonra kansını üç talâkta boşadığına beyyineyle hükmolunursa kadını bundan bir müddet önce bir talâkla boşadığına getirdiği beyyine kabul olunmaz.

«Üç talâka hükmedilir.» Çünkü bu adamın talâka özenmesi ismetin devamına delildir. Onun ikrarıyla amel olunarak ihtiyatan kadın üç defa boş olur. T. Allahu a'lem.

 

 

 

İLÂ BÂBI

 

METİN

Bunun beynunetle münasebeti netice itibariyledir. Lügaten îlâ yemin demektir. Şer'an ise müddeti içinde karısına yaklaşmayacağına yemin etmektir. Velevki zimmî olsun. Mûlî (îlâcı) o kimsedir ki, karısına yaklaşması ancak kendisine lâzım gelen meşakkatli bir şeyle mümkün olur. Bundan yalnız küfür mâni'i müstesnadır. İlânın rüknü yapılan yemindir.

İZAH

«Bunun beynunetle münasebeti netice itibariyledir.» Yani bu bâbın ric'at bâbından sonra zikredilmesinin münasebeti Bahır sahibinin söylediğidir. O: "ÎIâ ikinci halde talâk-ı ric'î gibi ayrılmayı icab eder." demiştir.

«Şer'an ise müddeti içinde karısına yaklaşmayacağına yemin etmektir.» ifadesi meşakkatli bir şeye yapılan tâlika da şâmildir. Çünkü tâlik bâbında arzettiğimiz gibi buna da yemin denilir. Onun için Fetih sahibi şunları söylemiştir: "Şeriatta îlâ: Karısına dört ay ve daha fazla yaklaşmayacağına Allah Teâlâ'ya yemin etmektir. Yahut ona yaklaşmayı güçleştiren bir şeye tâlikla olur. Böyle demek Kenz sahibinin: "Karısına dört ay yaklaşmayacağına yemin etmektir." sözünden daha iyidir. Çünkü mücerred yemin: Seninle cima edersem Allah için iki rekât namaz kılmak yahut gazaya gitmek boynuma borç olsun gibi sözlerle de tehakkuk eder. Ama o adam bununla îlâ yapmış olmaz. Çünkü nefsine meşakkat veren şeylerden değildir. Velevki korkaklık ve tembellik gibi nefisden gelen çirkin bir ârıza dolayısıyla ona güç gelsin." Bu söz musannıfa da vâriddir. Gerçi onun nâmına Bahır sahibi cevap vermişse de Nehir ve Makdisî şerhinde onun cevabı reddedilmiştir.

«Karısına yaklaşmayacağına» sözü halen mevcud karısına ve ileride evleneceği kadına şâmildir. Meselâ ecnebî bir kadına: "Seninle evlenirsem vallâhi sana yaklaşmam." derse îlâ olur. Çünkü muteber olan îlânın yürürlüğe girdiği vakittir. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh İbn-i Kemâl'in: "Tarifte mutlaka nikâhta hâsıl olan veya nikâha muzaf olan demek lâzımdır." sözüne hâcet yoktur. Halbuki Nehir sahibinin dediği gibi bu şarttır. Şartların hâli ise tariften hariç bırakılmaktır. "Halen mevcud karısı" sözünde ric'î talâk iddeti bekleyen kadın dahildir. Şu da öyledir: Bir adam hür olan korısına îlâ yapar da sonra onu bir talâk-ı bâinle boşarsa, kadın iddetlnl beklerken îlâ müddeti bittiği takdirde o kadını bir daha boşayabilir. Nitekim gelecektir. Kuhistânî buna Hâniyye'nin şu ifadesiyle itiraz etmiştir: "Bir kimse cariye olan karısına îlâ yapar da sonra onu satın alarak îlâ müddeti geçerse talâk vâki olmaz."

Ben derim ki: Buna şöyle cevap verilir: Cariyeyi satın almak akdi feshtir. Sanki o anda cariye onun karısı değilmiş gibi olur. Yahut şöyle cevap verilir: Şart karı-kocalığın devamı veya iddet gibi onun eseridir. Burada ise iddet yoktur. Küçük kız dahi dahildir. Velev ki cima olunmasın.

«Yaklaşmayacağına» yani cima etmeyeceğine diye kayıtlaması şundandır: Çünkü başka şeye yemin ederse meselâ: Vallâhi cildim senin cildine dokunmayacak yahut senin döşeğine yaklaşmayacağım gibi bir söz söyler de cima'ı niyet etmezse îlâ yapmış olmaz. Nitekim gelecektir.

«Müddeti içinde» yani aşağıda beyan edilecek müddeti demek istiyor.

«Velevki zimmi olsun.» sözü yaklaşmak mastarının failini umumileştirmektir. Yani îlâyı bir zımmî de yapabilir demektir. Velev ki kendisine kefâret lâzım gelmesin. Nitekim ileride gelecektir.

«Ancak kendisine lâzım gelen meşakkatli bir şeyle mümkün olur» Şart hac ve benzeri gibi nefsine meşakkat vermesidir. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh gaza ve iki rekât namaz gibi meşakkatsiz şeyler tariften hariç kalır. Velev ki korkaklık veya tembellik gibi arızî meşakkatler bulunsun. Meşakkatli şeylerden biri de kefârettir. Bahır sahibi buna zımmînin kefâret icab eden îlâsıyla itiraz etmiştir. Meselâ zımmî karısına vallâhi sana yaklaşmayacağım derse İmam-ı A'zam'a göre kefâret lâzım gelmeksizin îlâ sahîhtir. Bir itirazı da şudur: Bir adam dört karısına vallâhi size yaklaşmayacağım diye yemin ederse üçüne bir şey lâzım gelmeksizin yaklaşabilir. Birinci itiraza yine kendisi Kâfî'nin şu sözüyle cevap vermiştir: Bozulmaktan hâli olan yemin o kimseye lâzımdır. Buna delil dâvâlarda billahilazîm diye yemin ettirilmesidir. Lâkin zımmîye kefâret vâcip olmasına mâni vardır. O da kefâretin ibâdet olmasıdır. Zımmî ise ibâdete ehil değildir.

Ben derim ki: İkinciye cevap da şudur: îlâ dört kadının hepsine yapılmıştır, bazılarına yapılmış değildir. Onun içindir ki bazılarına yaklaşmakla yemini bozulmaz. Çünkü o yaklaştığına yemin etmiş değildir. O üzerine yemin edilenin bir cüz'üdür. Nitekim bunu Hidâye şârihleri anlatmışlardır. Şu halde bu söz: Zeyd ve Amr'la konuşmam demesi gibi olur ki, beraber olmadıkça yalnız birisiyle konuşması yemini bozmaz. Bedâyı'da şöyle denilmiştir: "Bir kimse karısına ve cariyesine vallâhi size yaklaşmayacağım diye yemin ederse cariyeye yaklaşmadıkça karısına îlâ yapmış sayılmaz." Yani yeminden dönmenin şartı her ikisine yaklaşmaktır. Birisine yaklaşmakla yemini bozulmaz demek istemiştir. Lâkin birine yaklaştı mı yemininde durma şartı ikinciye yaklaşamamakla teayyun eder. İkincisi karısıysa ona îlâ yapmış sayılır. Bunun muktezası şudur ki: Yukarıdaki meselede üçüne yaklaşırsa dördüncüsüne îlâ yapmış olur.

TENBİH: Bir kimse karısına yaklaşmayacağına kölesinin âzâd olmasıyla yemin eder de sonra köleyi satarsa yahut köle ölürse îlâ sâkıt olur. Çünkü o adam karısına yaklaşmakla kendisine bir şey lâzım gelmeyecek hale dönmüştür. Eğer satıldıktan sonra köle karısına yaklaşmadan tekrar onun milkine dönerse îlâ hükmü de döner. Bedâyı'.

METİN

Şartı kadının mahâl olmasıdır. Îlâ yürürlüğe girdiğinde nikâhlısı olacaktır. "Seninle evlenirsem vallâhi sana yaklaşmayacağım." sözü bundandır. "Sen de boşsun." sözünü ziyade eder de sonra o kadınla evlenirse, yaklaştığı için kefâret vermesi lâzım gelir. Terk ettiği için de talâk bâin olur. Kocanın talâka ehil olması da şarttır, İmameyn'e göre kefârete ehil olması şarttır. Binaenaleyh zımmînin ibâdet sayılmayan bir şeyle îlâ yapması sahihtir. Bunun faydası talâkın vâki olmasıdır. Îlânın şartlarından biri de müddetinden noksan olmamasıdır.

İZAH

«Nikâhlısı olacaktır.» Yani talâk-ı ric'î iddetini bekleyen kadın gibi hükmen dahi olsa nikâhlısı sayılacaktır. Nitekim arz etmiştik. Bu îlâdan sonra karısını talâk-ı bâinle boşayıp da iddet içinde îlâ müddetinin geçmesi haline de şâmildir. Nitekim yukarıda görmüştük. Bundan anlaşılır ki üç talâktan az olan bâin talâkla îIâ bâtıl olmaz. Bedâyı'da şöyle denilmiştir: "Milki olmayan yerde ibtidaen îlâ mün'akid olmaz. Velev ki mülksüz îlâ devam etsin." Bu suretle ecnebî kadın ve talâk-ı bâinle boşanan hariç kalır: Nitekim gelecektir. Kezâ cariye, müdebbere ve ümmüveled de hariçtirler. Çünkü Teâlâ Hazretleri: «Kadınlarına îlâ yapanlar için ilh...» buyurmuştur. Nikâh milkiyle milk sayılan kadın zevcedir. Nitekim Bedâyı'da bildirilmiştir.

«Yaklaşmayacağım sözü bundandır.» Yani îlânın yürürlüğe girdiği vakitte kadının nikâhlısı olmasındandır. Çünkü şarta muallak olan bir şey o şart bulunduğu vakit yürürlüğe konan gibidir. Yürürlüğe konduğu vakit kadın onun nikâhlısıdır. H.

«Sonra o kadınla evlenirse» yani muallak talâk vâki olduktan sonra evlenirse demek istiyor.

«Kefâret vermesi lâzım gelir.» sözünün mânâsı îlânın hükmü sâbit olur ve îlâ tesirini gösterir demektir. Onun gösterdiği tesir müddeti içinde kadına yaklaşmakla kefâret lâzım gelmesi, yaklaşmayı terk etmekle de talâk-ı bâin vâki olmasıdır. Şöyle ki, bu adam îlâ ile talâkı evlenmeye tâlik ettiği için sıra ile vâki olurlar. Kadın bâin olmazdan önce îlâ meydana gelir, arkasından talâk vâki olur ve onunla kadın kocasından ayrılır. Zira bu talâk cima'dan öncedir. Milkin elden gitmesi îlânın hükmünü iptal etmez. Îlâ müddetinin içinde o kadınla evlenirse îlâ amelini icra eder. Ama talâkı îlâdan önce yaparsa İmam'ı A'zam'a göre hükmü bâtıl olur. Çünkü bâin olduktan sonra vuku bulur. Milkde yapılmayan îlâ ise mün'akid olmaz. Nitekim Bahır'da ta'lil bâbında belirtilerek şöyle denilmiştir: "Seninle evlenirsem sen boşsun; sen bana annemin sırtı gibisin; vallâhi sana yaklaşmayacağım der de sonra o kadınla evlenirse talâk vâki olur. İmam-ı A'zam'a göre zıhâr ile ilâ hükümsüz kalır. Çünkü evvela talâk vâki olur. Onunla kadın bâin sayılır. İmameyn'e göre ise beraberce vâki olurlar. Talâkı sona bırakır dakadınla evlenirse talâk vâkidir. Zıhâr ile îlâ da sahihtir."

«Kocanın talâka ehil olması da şarttır.» cümlesi akıl ve bülûğun şart olduğunu ifade eder. Binaenaleyh çocuk ile delinin îlâları sahih olmaz. Çünkü bunlar talâka ehil değillerdir. Kölenin mala taallûk etmeyen: Sana yaklaşırsam üzerime oruç veya hac yahut umre borç olsun yahut karım boş olsun gibi sözlerle îlâ yapması sahihtir. Yeminini bozarsa cezası lâzım gelir yahut vallâhi sana yaklaşmayacağım derse yeminini bozduğunda kendisine oruçta kefâret lâzım gelir. Mala taallûk eden şeyler bunun hilâfınadır. Meselâ köle âzâdı boynuma borç olsun yahut şu kadar sadaka vermek boynuma borç olsun derse îlâsı sahih olmaz. Çünkü kendisi mala ehil değildir. Bedâyı'.

«Zımmînin îlâ yapması sahihtir.» Yani İmam-ı A'zam'a göre sahihtir, İmameyn'e göre sahih değildir. Lâkin her iki kavil alelıtlak değildir. Çünkü zımmînin hac gibi hâlis ibâdet olan bir şeyle îlâ yapması bilittifak sahih değildir. Köle âzâdı gibi ibâdet olması lâzım gelmeyen bir şeyle îlâ yapması bilittifak sahihtir. Kefâret icap eden: Vallâhi sana yaklaşmam gibi bir sözle îlâ yapması İmam-ı A'zam'a göre sahih. İmameyn'e göre sahih değildir. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda bildirilmiştir.

«İbâdet sayılmayan» yani hâlis ibâdet olmayan bir şeyle îlâsı sahihtir. Şârih bununla bildiğin gibi hac, oruç ve emsalinden ihtiraz etmiştir.

«Bunun faydası ilh...» Yani zimmîye yeminini bozmakla kefâret lâzım gelmediği halde îlâsının sahih olmasının bir faydası vardır. O da müddet Içinde kadına yaklaşmamakla talâkın vukuudur.

«Îlânın şartlarından biri de ilh...» Îlânın bir mekânla mukayyed olmamasıdır. Çünkü başka bir yerde yakınlaşmak mümkündür. Karısıyla başkasını bir arada bulundurmaması da şarttır. Meselâ karısıyla cariyesini veya ecnebî bir kadını bir arada bulundurmayacaktır. Çünkü karısı yalnız olursa kendisine bir şey lâzım gelmeksizin ona yaklaşması mümkündür. Nitekim geçti. Fakat zamanla mukayyed olmaması şartı doğru değildir. Çünkü zamanla îlâ müddeti murat edilirse bunun nefyi doğru değildir. Ondan az bir müddet murat edilirse o da şârihin ziyade ettiğidir.

Evet, müddetin bir kısmını istisna etmemek şarttır. Meselâ: Sana bir sene yaklaşmayacağım, yalnız bir gün müstesna dememelidir. Bu meselede tafsilât vardır ki gelecektir. Îlâda yalnız cima'dan men edilmiş olmalıdır. Zira Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Sana yaklaşırsam yahut seni yatağa dâvet edersem sen boşsun derse îlâ yapmış olmaz. Çünkü kendisine bir şey lâzım gelmeksizin yaklaşması mümkündür. Meselâ kadını yatağa dâvet eder. Böylece yemini bozulur, sonra müddet içinde onunla cima eder."

METİN

Îlânın hükmü yemininde durur da cima etmezse, bir talâk-ı bâin vâki olmak ve cima'la yeminini bozarsa kefâret yahut muallak cezanın lâzım gelmesidir. Îlâ müddetinin en azı hürre için dört ay, cariye için iki aydır. Çoğu için sınır yoktur. Bu iki aydan daha aza yemin etmekle îlâ olmaz. Îlânın sebebi talâk-ı ric'îdeki sebep gibidir.

İZAH

«Îlânın hükmü»nden murat dünyevî hükmüdür. Uhrevî hükmü ise kadına dönmediği takdirde günâha girmektir. Nitekim Teâlâ Hazretlerinin: "Eğer dönerlerse, bilsinler ki Allah çok bağışlayan, çok acıyandır." âyet-i kerîmesi bunu ifade etmektedir. Kuhistânî'nin Netif'ten naklen açıkladığına göre îlâ yapmak mekrûhtur. Yine ulema açıklamışlardır ki, müddetin geçmesiyle talâk vâki olması o kimsenin zulmünün cezasıdır. Lâkin Fetih'de îlâ bâbının başında zikredildiğine göre îlâya günâh lâzım gelmez. Çünkü bazen kadının rızasıyla yapılır. Memede çocuğu varken hamile kalacağından korkar, mizâcı uymaz ve benzeri şeylerden dolayı nefsin tama'ını kesmek için karı-koca buna ittifak edebilirler.

«Cima etmezse» sözü yemininde durmanın atf-ı tefsiridir. Cimadan murat hakikatıdır. Yahut cimadan âciz ise söz gibi onun yerini tutan şeydir. Maksat üzerine yemin ettiği şeye dönmezse demektir.

«Cimayla yeminini bozarsa» ifadesinden murat hakikî cimadır. Cimadan âciz ise sözle yeminden dönmesi ile îlâsı bozulmaz. Çünkü yemin söze yapılmamıştır. Sözle yemini bozduktan sonra müddet içinde cimada bulunursa îlâsı bozulur. Nitekim gelecektir.

«Kefâret yahut muallak cezanın lâzım gelmesidir.» Bazı nüshalarda Dürer'in ifadesine uygun olarak: "Kefâret ve muallak cezanın lâzım gelmesidir." denilmiştir. Musannıf şerhinde de öyledir. Ama o da yahut mânâsındadır. Çünkü maksad iki nev'ini beyandır. Buna karine aşağıda gelen: "Allah Teâlâ'ya yeminde kefâret vâcip olur, başkasına yeminde ise ceza vâciptir." sözüdür. Yani hac, köle âzâdı, talâk ve buna benzer üzerine tâlik yapılan şeydir. Ve edatını kendi mânâsında bırakmak da mümkündür. Çünkü: Vallâhi sana yaklaşmam ve sana yaklaşırsam üzerime hac farz olsun gibi sözlerde kefâret ile ceza bir arada bulunabilir. Böyle denilmiştir.

Şöyle diyenler de vardır: "Burada iki îlâ vardır. Yemin bozulmakla birisinde kefâret, diğerinde ceza lâzım gelir. Velevki yemininde durduğu takdirde bir talâk vâki olsun. Buna delil ulemanın vallâhi sana yaklaşmayacağım sözü tekrarlanırsa bundan tekîd niyet etmediği takdirde üç yemin meydana gelir. Her biri için bir kefâret vâcip olur ve bununla bir talâk vâki olur sözleridir." Nitekim bâbın sonunda gelecektir.

«Dört ay...» îlâ ayın başında yapılırsa müddetinin hilâli görmekle hesaplanacağında hilâf yoktur. Ayın içinde olursa nasıl hesaplanacağına dair İmam-ı A'zam'dan rivâyet yoktur. İmamEbû Yusuf'a göre günlerle hesap edilir. Züfer'den bir rivâyete göre o ayın kalan kısmı günlerle, ikinci ve üçüncü aylar hilâlle hesaplanır ve birinci ayın günleri dördüncü ayın başındaki günlerle tamamlanır. Bunu Bedâyı'dan naklen Nehir sahibi söylemiştir.

«Cariye için iki aydır.» Bu ifade cariyenin kocasının hür olmasına da şâmildir. Îlâ müddetinde cariye boşanıp âzâd olunursa hür kadınların müddetine intikal eder. Nehir. Bu ifadenin bir misli de Bedâyı'dadır.

«Daha aza yemin etmekle îlâ olmaz» Yani talâk hakkında îlâ olmaz. Bedâyı'. Yemini bozulma hakkında olur. Bir kimse hür karısına: Vallâhi iki ay sana yaklaşmam diye yemin eder de bu müddet zarfında o kadına yaklaşmazsa kadın boş düşmez. Fakat bu müddette ona yaklaşırsa yemini bozulur.

«Talâk-ı ric'îdeki sebeb gibidir.» O da kavga etmeleri ve geçinememeleridir. Nehir. Dürerü'l-Bihâr şerhinde de böyle denilmiştir. Galiba ric'îyi tahsis etmesi ileride ayrılma hususunda îtâya daha çok benzediği içindir. Nitekim yukarıda geçmişti.

METİN

Îlânın lâfızları sarîh ve kinâyedir. Sarîhe misâl: Bir adamın hayızlı olmayan karısına: Vallâhi sana yaklaşmayacağım demesidir. Kendisiyle yemin edilen her kelime de vallâhi gibidir. Bunu Sa'di söylemiştir. Çünkü o zaman men'î yemine izafe etmek yoktur.

İZAH

«İlânın lâfızları sarih ve kinâyedir.» Üç olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre îlâ lâfızları ya sarîh, ya sarîh yerine geçen yahut kinâye olur. Sarîh sözler ikidir: Cima ve nîk. Yaklaşmak, cima ve vat gibi kelimeler sarîh yerini tutan kinâyelerdir.

Fetih sahibi diyor ki: «Evla olan hepsini sarîhten saymaktır. Çünkü sarahat kelime hakikat olsun mecaz olsun çok kullanılmak sebebiyle mânânın zihne gelivermesine bağlıdır. Hakikatine bağlı değildir. Aksi takdirde sarîhin yalnız nîk sözü olması gerekir. Bedâyı'da bâkire hakkında bozmak tâbiri sarîh yerine geçer denilmiştir." Kinâyenin lâfızları ileride gelecektir.

Bahır'da şöyle denilmektedir: "Sârîhte bir adam cimayı kastetmediğini iddia ederse kazaen tasdik olunmaz. Fakat diyâneten tasdik olunur. Kinâye; söylendiğinde zihne cima mânâsı gelivermeyen sözdür ki, başka mânâya da ihtimali vardır. Bu sözle niyetsiz îlâ olmaz. Ama kazaen sorumlu olur."

«Sarîhe misâl ilh...» şârih sarîhe dört misâl vermiş, daha başka sarîh kelimeler olduğuna da îşaret etmiştir. Zira bir adamın bâkireye seni bozmam diye yemin etmesi yukarıda geçtiği vecihle sarîhtendir. Müntekâ'da: "Seninle yatmam sözü niyetsiz olarak îlâdır. Kezâ fercim fercine dokunmaz demesi de böyledir." denilmektedir. Bu Bedâyı'nın ifadesine muhâliftir. Orada: "Seninle bir döşekte yatmam sözü kinâyedir." denilmektedir Cevamiu'l-Fıkh'ın ifâdesine de muhâliftir. Orada: "Cildim cildine dokunmasın derse îlâ yapmış olmaz. Çünkü âletine bir bez sararak dokunması mümkündür." Denilmektedir. Bunu Fetih sahibi söylemiştir. Cevami'deki sözün zâhiri onun sarîh ve kinâye olmadığını göstermektedir.

Ben derim ki: Müntekâ'nın ifadesinden anlaşılan her iki lâfzın sarîhten olmasıdır. Biliyorsun ki sarahat mânânın zihne gelivermesine bâğlıdır. Filan karısıyla yattı sözünden zihne gelen mânâ cimadır. Evet. onunla beraber bir döşeğe yattı dersen bu mânâ zihne gelivermez ve muhalefet dokunmak meselesinde kalır. Onun söylediği imkân zihne gelivermeye aykırı değildir.

«Hayızlı olmayan karısına...» Gâyetü'l-Beyân'da Şâmil'e nisbet edilerek şöyle denilmiştir! "Bir adam hayızlı olan karısına yaklaşmayacağına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Çünkü hayız sebebiyle karısına yaklaşmaktan men edilmiştir. Binaenaleyh bu men yemine izafe edilemez. "Bu suretle anlaşılır ki sarîh her ne kadar niyete muhtaç değilse de onunla bir şey oluvermez. Çünkü değiştiren bir şey vardır. Bahır'da böyle denilmiştir. Sürunbulâlî inceleme yaparak bunu kocası karısının hayızlı olduğunu bilirse diye kayıtlamıştır. Sa'di ise inâye hâşiyelerinde tafsilâta giderek Şamil'in sözünü sana yaklaşmayacağım dediği surete yorumlamış ve onu müddetle kayıtlamamıştır. Fakat dört ay derse îlâ yapmış olur. Velev ki kadın hayızlı olsun. Şârihin buradaki hayızlı olmayan sözünün mânâsı budur. Ondan sonraki sözü mukayyed hakkındadır. Velev ki hayızlı için olsun. Nehir sahibi bunu şöyle izah etmiştir: "Dört ayla kayıtlarsa bu men'in yemine izafe edildiğine karinedir."

Ben derim ki: Bütün bunlar Şâmil'in: "Kadın hayızlı iken" sözü kocanın ifadesinden olmadığına göredir. Lâkin Makdisî'nin bildirdiğine göre bu söz yemin ederse fiilinin failinden değil ona yaklaşırsa fiilinin mefulünden haldir. Yani kocasının sözündendir.

Ben derim ki: Bunu Hâkim'in Kâfî'sindeki şu sözü de ifade etmiş olabilir: "Kadın hayızlı iken ona yaklaşmayacağına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Kadına dört ay geçmeden yapabileceği bir işi yapmadıkça yaklaşmayacağına yemin ederse îlâ yapmış olmaz. Bu işin dört ay gecikmesi ona zarar etmez." Buradaki "yapmadıkça" sözü kesin olarak kocasının ifadesindendir. Hayızlı iken sözü de öyledir. Bunun illetini sonra söylemiştir. O da: "Hayız müddetinin dört aydan önce geçmesi mümkündür. Bu suretle îlâ yapmış olmaz. Velev ki üzerine ziyade etsin." ifadesidir.

Bunu Valvalcî'nin ta'lili de te'yid eder. O şöyle demiştir: "Çünkü bu adam hayız müddetinde o kadına yaklaşmaktan kendini men etmiştir. O da dört aydan azdır." Eğer illet yukarıda geçen: "Koca hayız sebebiyle cimadan men edilmiştir ilh..." sözü olsaydı bunu îlânın sıhhat şartları içinde zikretmek vâcip olur ve: Îlâ sahih olmak için kocanın îlâ zamanında karısıylacimadan men edilmiş olmaması şarttır denilirdi. Buna şöyle itiraz olunur: Bu kadının ihramlı, itikâflı, oruçlu ve namaz kılar hallerde olmasına şâmildir. Halbuki ileride göreceğiz ki kadın ihramlı iken îlâ sahihtir. Velev ki kadınla harem arasında dört aydan fazla zaman olsun. Erkeğin kadına dönmesi de sözle değil cimayla olur. Çünkü ihram şer'î bir mânidir. O kadının cima hakkını ıskât etmez. İşte îlâ sahih oldu demektir. Halbuki bu adam dört ay zarfında şer'an bu kadına yaklaşmaktan memnu' olduğunu bilmektedir. Öyleyse hayız halinde evleviyetle sahih olur. İhram haline cevap olan şey hayız haline de cevaptır. Bu makamın izahını ganimet bil!

«Kendisiyle yemin edilen her kelime de vallâhi gibidir.» Bahır sahibi diyor ki: "Vallâhi sözüyle yemin edilen kelimeleri murat etmiştir. Tallâhi, azametillâhi, celâli hakkı için, kibriyası hakkı için gibi ki, bunlarla yemine yaramayan? "AIIah'ın ilmi hakkı için sana yaklaşmam." gibi sözler hariç kalır. Allah'ın gazabı üzerime olsun, sana yaklaşırsam Allah'ın hışmı üzerime olsun gibi sözler de böyledir. T.

«Sana yaklaşmayacağım.» Yani ne kadar müddet olduğunu bildirmeden söylemesidir. Musannıf bunun da îlâ müddetiyle muvakkat olan söz gibi olduğuna işaret etmiştir. Çünkü mutlak söz ebediyet bildiren söz gibidir. İlâ müddetinde meydana gelmesi umulmayan bir sınır koyması da böyledir. Meselâ: Recep ayında karısına: Sana Muharremin orucunu tutuncaya kadar yaklaşmam demesi, aralarında dört aylık veya daha fazla mesafe bulunan bir yer için çocuğunu filan yerde sütten kesinceye kadar diye yemin etmesi bu kabîldendir. Daha az olursa îlâ yapmış sayılmaz. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar, Dabbetü'l-Arz çıkıncaya kadar veya Deccal çıkıncaya kadar demesi de istihsanen böyledir. Çünkü örfe göre bu sözler ebediyet bildirmek için kullanılır. Îlâ müddetinde bulunması beklenebilen ancak nikâhın onunla birlikte kalması tasavvur edilemeyen bir müddet söylemesi de böyledir. Meselâ: Sen ölünceye kadar yahut ben ölünceye kadar veya seni üç defa boşayıncaya kadar yahut ben sana mâlik oluncaya kadar diye yemin etmesi bu kabîldendir.

Nikâhın kalması tasavvur edilen bir söz söylerse meselâ seni satın alıncaya kadar derse îlâ yapmış sayılmaz. Zira mutlak surette satın almak nikâhı yok etmez. Onu başkası için satın almış olabilir. Kendim için dese de hüküm yine böyledir. Çünkü satış fâsid olabilir de ancak teslim almakla mâlik olur. Hatta seni kendim için satın alarak teslim alıncaya kadar diye yemin ederse îlâ yapmış sayılır. Bu takdirde sen nikâhımda olduğun müddetçe sana yaklaşmayacağım demiş gibi olur. Kölemi âzâd edinceye kadar veya karımı boşayıncaya kadar diye yemin ederse İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e göre îlâ olur. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Ben şu haneye girinceye kadar veya Zeyd'le konuşuncaya kadar diye yemin ederse bilittifak îlâ olmaz. Nitekim Nehir ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.

METİN

Yahut sarîh vallâhi cünüplükten dolayı sana dört ay yaklaşmayacağım, seninle cimada bulunmayacağım, sana yakınlık etmeyeceğim, senin sebebinle yıkanmayacağım gibi sözlerdir. Velev ki bunları müddeti tâyin için hayızlı kadına söylesin. Sana yaklaşırsam üzerime hac farz olsun ve benzeri meşakkatli şeyler söylemek dahi böyledir. İki rekât namaz üzerime borç olsun demesi bunun hilâfınadır. İki rekâtta bir meşakkat olmadığı için bu sözle îlâ yapmış sayılmaz. Ama yüz rekât namaz boynuma borç olsun derse bunun hilâfına olur. Buna kıyasen yüz hatim inmek veya yüz cenazeye gitmek gibi sözlerle îlâ yapmış sayılmalıdır. Fakat ben bunu bir yerde görmedim. Sana yaklaşırsam sen boş ol yahut kölem hür olsun demesi dahi böyledir.

Kinâyeye misâl; sana dokunmam, sana gelmem, seni sarmam, döşeğine yaklaşmam, yanına girmem gibi sözlerdir. Dâbbetü'l-Arz çıkıncaya kadar, Deccal çıkıncaya kadar, güneş battığı yerden doğuncaya kadar sana yaklaşmam gibi sözler de müebbeddendir. Müddet içinde karısına yaklaşırsa yemini bozulur. Velev ki deli olduğu halde yaklaşsın. O zaman Allah'a yemin etmişse kefâret, başkasına yemin etmişse ceza vâcip olur ve îlâ sukut eder. Çünkü yemin sona ermiştir. Müddet içinde kadına yaklaşmazsa müddetin geçmesiyle kadın bir talâk-ı bâin boş olur. Kadına müddet içinde yaklaştığını müddet geçtikten sonra iddia ederse sözü ancak beyyineyle kabul olunur. Ve yemin muvakkat ise sâkıt olur. Velev ki iki müddetle muvakkat olsun. Çünkü ikinci müddetin geçmesiyle kadın ikinciyle bâin olur ve îlâ sukut eder.

İZAH

«Müddeti tâyin için» yani müddeti zikretmek menin hayız için değil yemin için olduğuna karinedir. Müddeti zikretmemesi bunun hilâfınadır.

«Üzerime hac farz olsun ve benzeri» meselâ üzerime umre veya sadaka yahut oruç veya hedy kurbanı yahut itikâf veya yemin yahut kefâret farz olsun gibi sözler yahut sen boş ol veya öteki karısı için bu boş olsun, kölem hür olsun veya belirsiz bir köle için âzâdı üzerime borç olsun, bir gün oruç tutmak boynuma borç olsun gibi sözlerdir.

Bu ayın orucu boynuma borç olsun demesi bunun hilâfınadır. Çünkü o ay geçtikten sonra kendisine bir şey lâzım gelmeksizin o kadına yaklaşması mümkündür. Bir cenazenin arkasından gitmek veya secde-i tilâvet yahut Kur'an okumak veya bir tespih yahut, Beyt-i Makdis'de namaz kılmak boynuma borç olsun derse îlâ yapmış sayılmaz. Zahire'de İmam Muhammed'in muhâlif olduğu bildiriliyor. Çünkü ona göre nezirle bunlar lâzım gelir. Fetih'te de böyle denilmiştir. Fetih sahibi İmam Muhammed'in kavline cevaba işaretle: "Bu iş nezrin sahih olmasına değil meşakkatli bir işin lâzım gelmesine dayanmaktadır. Aksi takdirde ikirekât namaza tâlik etmekle de îlâ yapmış olması lâzım gelirdi. Mezhebe göre namazı Beyt-i Makdis'den başka bir yerde kılmakla nezir sâkıt olur." demiştir.

"İki rekâtta meşakkat olmadığı için îlâ yapmış sayılmaz." Velev ki yemini bozulunca bu namazı kılmak lâzım gelsin. Zira iki rekât namazı nezretmek sahihtir. Şârih bununla tembellik gibi ârızî meşakkatin muteber sayılmayacağına işaret etmiştir. Nitekim gazaya gitmek boynuma borç olsun gibi sözde ârız olan korkaklığa itibar yoktur.

"Buna kıyasen ilah..." Bu inceleme Nehir sahibine aittir. Fakat yerinde değildir. Zira yukarıda geçti ki mûlî (îlâ yapan kimse) karısına yaklaşması ancak kendisine lâzım gelen meşakkatli bir şeyle mümkün olan kimsedir. Binaenaleyh mutlak lâzım olacak ve mutlaka meşakkatli olacaktır. Kur'an okumak, cenaze namazı kılmak, ölü kefenlemek gibi şeyleri nezretmek sahih olamaz. Nitekim Kuhistânî'nin yeminler bahsinde beyan edilmiştir. Nezretmesi sahih olmayınca kendisine hiç bir şey lâzım gelmeksizin kadına yaklaşması mümkündür. Nasıl ki sana yaklaşırsam bana bin abdest borç olsun dese îlâ yapmış olmaz.

"Sana yaklaşırsam sen boş ol yahut kölem hür olsun." sözünü "ve benzeri meşakkatli şeyler" ifadesinden önce zikretmesi gerekirdi. Kadına yaklaşırsa talâk-ı ric'î ile boş olur, köle de âzâd olur. Zâhirine bakılırsa velev ki bu iş meşakkat veren şeylerden olmasın. Çünkü aslı itibariyle meşakkatlidir. Nitekim Tahtâvî ifade etmiştir. Yukarıda arz etmiştik ki, bu adam köleyi satarsa îlâ sâkıt olur. Köle tekrar milkine dönerse îlâ da döner. Oğlumu kesmek boynuma borç olsun derse îlâ sahih olur, yeminini bozmakla bir koyun kesmesi lâzım gelir. Nitekim Bedâyı'da bildirilmiştir.

"Kinâyeye misâl ilah..." Kinâyelerden bazıları da seninle başımı bir yastığa koymam, sana dokunmam, seninle yatmam, seni kızdırırım ve sana kötülük ederim gibi sözlerdir. Fetih. Fetih sahibinin bildirdiğine göre Bedâyı'da yaklaşmak sözüyle seninle uyumam sözü de kinâyelerden sayılmıştır. Bu son kelime hakkında evvelce söz geçmişti.

"Müebbeddendir ilah..." Çünkü bunlar örfen ebediyet bildirmek için söylenir. Bir de dört ay zarfında vuku bulmayacaklarına delâlet eden sâbık işaretleri vardır. Bu cümleyi musannıfın aşağıda gelen: "Yemin müebbed ise sâkıt olmaz." sözünün yanında zikretmesi münasip olurdu. Nitekim Fetih sahibi öyle yapmıştır.

"Veleyki deli olduğu halde yaklaşsın." Çünkü ehliyet yemin ederken muteberdir, yemin bozulurken muteber değildir.

"Kefâret vâcip olur." Yemini bozulmadan kefâret verirse muteber sayılmaz. Bahır.

"Ceza vâcip olur." Yeminler bahsinde görüleceği vecihle böyle bir hal karşısında üzerine aldığı nezri ifâ etmekle yemin kefâreti vermek arasında muhayyer bırakılır. Rahmetî. Yani İmam-ı A'zam'ın da döndüğü sahih kavil budur. Şürunbulâliyye. Ama bu îlâ kaldığına göredir. Âzâdına yemin edilen köle ölerek îlâ sâkıt olursa bildiğin gibi hiç bir şey vâcip olmaz.

"Ve ilâ sukut eder." Dört ay geçerse talâk vâki olmaz. Çünkü yemin bozulmakla bitmiş gitmiştir. Bu hususta dört aya yemin etmesiyle mutlak veya ilelebet yemin etmesi arasında fark yoktur. Bahır.

"Bir talâk-ı bâin boş olur." Bu sözle musannıf yeniden boşamaya veya ayrılmalarına hükmetmeye hâcet olmadığına işaret etmiştir. Şâfiî buna muhâliftir. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir.

"Sözü ancak beyyineyle kabul olunur." Yani kadınla müddet içinde cimada bulunduğunu ikrar ettiğine beyyine getirecektir. Bahır. Çünkü müddet içinde kendisi inşâya mâliktir. Binaenaleyh ihbara da mâlik olur ve onun için şâhit getirmesi sahihtir. Ric'at bâbında bunun benzeri geçmiş ve en şaşılacak meselelerden biri olduğu bildirilmişti.

«Velev ki iki müddeti» muvakkat olsun." İki müddet sekiz aya yemin etmekle olur. Nitekim Kuhistânî'ye uyarak Dürr-ü Müntekâ sahibi böyle demiştir. Ama bu söz Kenz ve diğer kitaplardaki ifadeye muhâliftir. Onlar da; "Dört ay üzerine yemin ederse îlâ sâkıt olur." denilmiştir ki bu iki müddete veya fazlasına yemin etse sâkıt olmayacağını iktizâ eder. "Çünkü ikincinin geçmesiyle kadın ikinciyle bâin olur." sözünün mânâsı budur. Lâkin şârihin muradı iki müddet geçtikten sonra sâkıt olur demektir.

"İkinciyle bâin olur." Yani onunla ikinci defa evlenirse demek istiyor. Yoksa bu söz müebbet hakkında aşağıda gelen esah sözden başkadır. Çünkü aralarında görünen bir fark yoktur. Sonra gördüm ki Kuhistânî şöyle demiş: "İkincide yani iki müddet meselesinde kadın talâk-ı bâinle boşanır da sonra o kocasıyla tekrar evlenir ve diğer dört ay geçerse diğer bir talâk-ı bâinle boş olur, ilâ da düşer." Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Vallâhi sana bir sene yaklaşmam der de dört ay geçer ve kadın bâin olarak onunla tekrar evlenir de dört ay daha geçerse yine bâin olur. Onunla üçüncü defa evlenirse talâk vâki olmaz. Çünkü evlendikten sonra seneden dört aydan daha az bir zaman kalmıştır."

METİN

Yemin müebbet ve kadın temiz ise yukarıda geçtiği vecihle sâkıt olmaz. Bunun üzerine musannıf şu sözü tefri' etmiştir: O kadın ikinci ve üçüncü defa nikâh eder de her iki müddet rucu'suz yani kadına yaklaşmadan geçerse, son iki müddetle bâin olur. Müddet evlenme vaktinden itibar edilir. Kadın başka kocadan ayrıldıktan sonra nikâh ederse boş olmaz. Çünkü bu milk sona ermiştir. Üç talâktan aşağı îlâ yapmak suretiyle bâin olursa yahut geçerli talâkla bâin olarak boşadıktan sonra kadın üç talâk hakkıyla dönerse, bunun hilâfına îlâ ile talâk vâki olur. İmam Muhammed buna muhâliftir. Nitekim yıkma meselesinde geçmişti. Başka kocadan döndükten sonra o kadınla cimada bulunursa kefâret verir. Çünkübozulmak için yemin bâkidir.

İZAH

"Yemin müebbet ise sâkıt olmaz." Yani îlâ sâkıt olmaz. Fetih sahibi diyor ki: "Müebbet yemin açık olarak ebedî sözüyle yapılandır. Yahut mutlak bırakılandır. Bu takdirde sana yaklaşmam ancak hayızlı olursan müstesna der ki, bununla aslâ îlâ yapmış sayılmaz."

"Kadın temiz ise..." Fetih sahibinin: "Ancak hayızlı olursan müstesna." demesinin mânâsı budur. Yukarıda geçenlerden bunda olan sakatlığı gördün.

"Bunun üzerine şu sözü tefri' etmiştir." Yani "Yemin müebbed ise sâkıt olmaz." sözünün üzerine: "Kadını ikinci ve üçüncü defa nikâh ederse ilah..." sözünü tefri' etmiştir. Bu gösterir ki evlenmeden talâk tekerrür etmez. Çünkü kadının hakkına mâni olmak yoktur. Bazıları demişlerdir ki: "Dört ayın geçmesiyle kadın îlâdan dolayı talâk-ı bâinle boş olur da sonra iddet beklerken diğer dört ay geçerse ikinci bir talâk vâki olur. İddet içindeyken bir dört ay daha geçerse başka bir talâk vâki olur." Ama esah olan birinci kavildir. Çünkü talâk vukuu zulmün cezasıdır. Bâinle boşanmış bir kadının ise hakkı yoktur. Binaenaleyh boşayan zâlim olmaz. Nitekim Zeylaî'de böyledir. Fetih sahibiyle Bahır ve Nehir sahipleri de ona uymuşlardır. Metinler de buna göre yazılmıştır.

"Müddet evlenme vaktinden itibar edilir." Evlenmenin iddet içinde yahut iddet bittikten sonra olması müsavîdir. Nehir sahibi diyor ki: "Müddetin başını itibar hususunda ihtilâf vardır. Hidâye'de ve ona uyan Kâfî'de müddetin evlenme vaktinden itibar edileceği bildirilmiştir. Nihâye sahibi ile Timurtâşî ve Merginânî'ye uyarak İnâye sahibi bunu evlenme iddet bittikten sonra olmuşsa diye kayıtlamışlardır. Şayet iddet içinde olursa iptida talâk vaktinden itibar edilir." Zeylaî: "Bu doğru değildir. Ancak evlenmezden önce talâk tekerrür eder diyenin kavline göre doğru olur ki, bu kavlin zayıf olduğu yukarıda geçmişti." demiştir. Fetih sahibi: "Evlâ olan mutlak bırakmaktır. Nitekim Hidâye sahibi öyle yapmıştır." demiştir.

"Başka kocadan ayrıldıktan sonra nikâh ederse" yani üç talâk ile milki sona eren îlâ sahibi nikâh ederse demek istiyor. H. Lâkin bu mesele aşağıda gelen talâkı yıkma meselesidir.

"Çünkü bu milk sona ermiştir." Bu mesele "Kadının talâkını meselâ şu haneye girmesine tâlik edip de sonra müneccez olarak üç defa boşarsa ve kadın başka kocaya vararak tekrar birinci kocasına döner ve o haneye girerse boş olmaz." meselesinin fer'idir. İmam Züfer buna muhaliftir. Kezâ kadına îlâ yapar da sonra onu üç defa boşarsa îlâ bâtıl olur. Hatta iddetini beklerken dört ay geçerse talâk vâki olmaz. Züfer buna muhâliftir. O kadınla başka kocadan döndükten sonra müebbet îlâda evlenirse îlâ geri dönmez. Züfer muhâliftir. Fetih.

"Kadın üç talâk hakkıyla dönerse" bu şöyle olur: Kadın başka kocaya gittikten sonra Şeyhayn'ın kavline göre ikinci koca üç talâktan azının da hükmünü yıkacağından ilkkocasıyla evlenirse yeniden helâl olur. Ona üç talâk hakkıyla döner.

"Îlâ ile talâk vâki olur." Yani üç talâk vâki olur. Şöyle ki: Cimasız olarak kadının üzerinden her dört ay geçtikçe bir talâk-ı bâin boş olur. Nihayet üç talâk meydana gelir. Fetih, Nehir ve Tebyîn'de böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Bunu mutlaka esah kavle göre her müddetten sonra tekrar onunla evlenirse diye kayıdlamak gerekir. Tâ ki talâk zulmün cezası olsun. Nitekim geçmişti. Galiba ulemanın bunu mutlak bırakmaları yakında geçtiği içindir.

"İmam Muhammed buna muhâliftir." Ona göre üç talâk vâki olmaz. Kalan bir veya iki talâk vâki olur. Çünkü ona göre ikinci koca üç talâktan aşağısını yıkamaz. Nitekim bu bâbtan az önce geçmişti. Onun kavline itimad edileceğini de görmüştük.

"Çünkü bozulmak için yemin bâkidir." Yani talâk hakkında bâki olmasa da bozulmak hakkında yemin bâkidir ve sanki bir ecnebi kadına sana yaklaşmam demiş gibi olur. Bununla îlâ yapmış sayılmaz. Ama kadına yakınlık ederse keffâret icab eder. Zeylaî.

METİN

Vallâh sana iki ay yaklaşmam "bu iki aydan sonra iki ay daha" sözü îlâ olur. Çünkü müddet tehakkuk etmiştir. Bir gün durur da sonra vallâhi sana iki ay yaklaşmam derse îlâ yapmış olmaz. Burada günden murad mutlak zamandır. Zira bir saat dahi böyledir. Bahır. İlk iki aydan sonra desin demesin fark etmez. Çünkü müddet noksandır. Lâkin bunu derse keffâret birleşir, demezse ayrı ayrı lâzım gelir.

İZAH

"Bu iki aydan sonra" sözü ittifâkî (tesadüfî) bir kayıddır. Çünkü bu adam iki ay ve iki ay dese yine hüküm böyle olurdu. Nitekim Tebyîn'de açıklanmıştır. H. Bunun bir misli de Fetih ile Bahır'dadır.

"Çünkü müddet tehakkuk etmiştir." Yani dört ay müddet mevcuddur. Onun için bir adam: Ben fülanla iki gün ve iki gün konuşmam dese onunla dört gün konuşmam demiş gibi olur. Bu meselelerin cinsinde asıl olan şudur: Nefy edatı ve Allah'ın ismi tekrarlanmadan atfedilirse bir yemin olur. Tekrarlanırlarsa iki yemin meydana gelir. Fakat ikisinin müddeti içiçe girerler. İzahı şudur: Bir kimse ben Zeyd'le iki gün konuşmam, iki gün daha konuşmam derse, bu iki yemin olur. Ama iki yeminin müddeti birdir. Hatta Zeyd'le ilk gün veya ikinci gün konuşursa ikisinde de yemini bozulur. Kendisine iki keffâret lâzım gelir. Üçüncü gün konuşursa yemini bo-zulmaz. Çünkü yeminlerin müddeti geçmiştir. Keza, vallâhi ben Zeyd'le iki gün konuşmam, vallahi ben Zeyd'le iki gün konuşmam derse hüküm yine budur. Ama, ben onunla iki gün ve iki gün konuşmam derse bir yemin olur ve bu yeminin müddeti dört gündür, Hatta iki gün zarfında Zeyd'le konuşursa kendisine bir keffâret vâcib olur.

Bu izaha göre; vallâhi ben onunla bir gün ve iki gün konuşmam derse bir yemin olur ve üç güne kadar devam eder. Hatta bu günler zarfında onunla konuşursa bir keffâret vâcib olur. Vallâhi ben onunla ne bir gün konuşurum ne iki gün derse yahut vallâhi ben onunla bir gün konuşmam, vallâhi ben onunla iki gün konuşmam derse iki yemin olur. Birincinin müddeti bir gün, ikincinin müddeti iki gündür. Hatta onunla ilk gün konuşursa kendisine iki keffâret vâcib olur. İkinci gün konuşursa bir keffâret kâfidir. Üçüncü gün konuşursa yemini bozulmaz. Çünkü her iki yeminin müddeti bitmiştir. Bu izaha göre; vallâhi sana ne iki ay yaklaşırım ne de iki ay der yahut vallâhi sana iki ay yaklaşmam, vallâhi sana iki ay yaklaşmam derse îlâ yapmış olmaz. Çünkü bunlar iki yemin olup müddetleri birbirinin içine girer. Hatta iki ay geçmeden kadına yakınlık ederse kendisine iki keffâret vâcib olur. İki ay geçtikten sonra yakınlık ederse hiç bir şey vâcib olmaz. Çünkü ikisinin de müddeti bitmiştir. Zeylaî.

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Nefy edatının ve Allah isminin tekrarıyla yeminin müteaddid olduğuna hüküm verilir. Yemin müteaddid olursa müddet bir olur. Yani birinci yeminin müddeti ikincinin müddeti içine girmiş olur. Ne zaman yemin bir olursa müddet müteaddid olur. Yani ikincinin müddeti aynı, birincinin müddeti ayrı olur. Bazen yemin müteaddid olmakla beraber müddet de müteaddid olur. Mesela; müddetin başka olduğunu söyler; o zaman her müddete bir keffâret vâcib olur. Nitekim ikinci meselede gelecektir.

"Bir gün durur da" yani vallâhi sana iki ay yaklaşmam dedikten sonra durur da sonra ikinci cümleyi söylerse îlâ yapmış sayılmaz.

"İlk iki aydan sonra desin demesin fark etmez." Yani burada zarfla kayıdlaması ilk meselede olduğu gibi tesadüfîdir.

"Çünkü müddet noksandır." Yani iki yeminin arasını ayıran meselâ bir gün gibi bir fâsıla mikdarı noksandır. Çünkü, birinci yeminde kadına yaklaşmama müddeti iki aydır. Ondan sonraki ikinci yeminde dahi iki ay vardır. Bu iki yeminin arasında kadına yaklaşmakla kendisine bir şey lâzım gelmeyecek bir müddet vardır. Onu çıkardımı îlâ müddeti tamam olmaz. Birinci mesele bunun hilâfınadır. Çünkü oradaki dört ayda fâsıla yoktur. Bu burada ilk iki aydan sonra dediğine göredir. Çünkü müddetin değişik olduğuna nassdır. Velevki yemin müteaddid olsun. Bunu demezse müddet birleşir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ismini tekrarladığı için müddetin teaddüdünü mûcib olmayacak şekilde yemin teaddüd eder. Binaenaleyh îlâ müddeti dahi yoktur.

"Lâkîn bunu derse ilah..." sözü zarfı söylemekle söylememek arasında fark görmemesi üzerine istidraktır. Yani bu adamın îlâ yapmış sayılmamasına bakarak zarfın zikredilmesi ve edilmemesi arasında fark yoktur. Lâkin aralarında başka cihetten fark vardır. Bu farkı Fetihsahibi ve başkaları söylemişlerdir ki şudur: O adam bunu söylerse ikinci yeminin müddeti teayyün eder. Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir.

Yani ikinci yeminin müddeti birincinin içine girmeksizin ayniyle murad edilmiş olur. Şârih bunu "keffâret birleşir" sözüyle ifade etmiştir ki, kendisi de Fetih sahibinin bu suret hakkındaki şu sözünden almıştır: "Eğer kadına ilk iki ayda yaklaşırsa kendisine bir keffâret lâzım gelir. Son iki ayda yaklaşırsa yine öyledir. Çünkü iki ay içinde iki yemin toplanmamıştır. Bilâkis her iki ayda bir tek yemin vardır. "Bunun üzerine Hidâye şârihleri:" Yakınlık ettiği için o adama iki keffâret lâzım gelir." diye itiraz etmişlerse de Fetih sahibi bunun hata olduğunu söylemiştir.

Nehir sahibi diyor ki: "Çünkü her yemin için yalnız başına bîr müdet olunca iki müddet arasında içiçe girme yoktur ki, kendisine iki keffâret lâzım gelsin. Meğerki her ikisinin müddeti içinde yakınlık ettiği murad edilsin. Sa'diyye haşiyelerinde böyle denilmiştir. Bence bu yorum yapılması vâcîb bir şeydir."

Ben derim ki: Fetih'de beyan edilen ve Bahır'da ona uyarak; "Lakin iki müddet içiçe girer. Kadına ilk iki ayda yaklaşırsa kendisine bir keffaret lâzım gelir ilah..." denilmesi bir kalem hatasıdır. Doğrusu iki müddetin içiçe girmemesidir. Ben buna tenbihde bulunan görmedim. Lâkin mânâ ve sözün gelişi geçişi buna delâlet etmektedir. Kezâ Nehir'den naklettiğimiz ibâre dahi açıkça buna delâlet etmektedir. Fakat o adam ilk iki aydan sonra demezse her ikisinin müddeti bir olur ve ikincisi birincisinden bir gün sonraya kalır. Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir.

Şârih bunu "demezse ayrı ayrı lâzım gelir" sözüyle ifade etmiştir.Yani bunu demezse ayrı ayrı keffâret lâzım gelir, demek istemiştir ki bunu Fetih sahibinin şu ifadesinden almıştır: "İki müddet içiçe girdikleri için îlâ yapmış olmaz ve ikincinin müddeti birinciden bir gün yahut -iki yeminin arasını ayırmasına göre- bir saat gecikir. Böylece bu iki yeminden iki ayla bir güne yahut -fâsılaya göre- bir saatlik yemin meydana gelir."

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Bu adam sana iki ay yaklaşmam deyip bundan meselâ bir gün sonra aynı sözü söylerse iki müddet bir olur. Çünkü, yukarda geçtiği vecihle yemin müteaddiddir. Lâkin iki yeminin arasını ayıran bir gün birinci yeminde dahil ikincide dahil değildir. Binaenaleyh ikinci yeminde iki ay üzerine bir gün ziyade etmekle iki ay tamamlamak lâzım gelir. Bu ziyade gün ikinci yeminde dahildir. Fasıla olan günün aksine birincide dahil değildir. Bundan da zikri gecen iki günden maada iki müddetin içiçe girmesi lâzım gelir. Çünkü iki müddete iki yemîn toplanmamıştır. Kadına bunların birinde yakınlık ederse kendisine bir keffâret lâzım gelir. Müddetin kalanı bunun hilâfınadır. Çünkü o iki yeminde dahildir. Binaenaleyh onda keffâret müteaddid olur. Burada bana zâhir olan budur.

METİN

Yahut vallâhi sana bir sene yaklaşmam yalnız bir gün müstesna derse îlâ yapmış olmaz. Bilâkis kadına yakınlık eder de seneden dört ay yahut daha fazla zaman kalırsa o zaman îlâ yapmış olur. Aksi takdirde olmaz. Sene sözünü atarsa kadına yaklaşmadıkça îlâ yapmış olmaz, yaklaşırsa îlâ yapmış olur. "Ancak içinde sana yakınlık ettiğim gün müstesna." ifadesini ziyade ederse ebediyyen îlâ yapmış olmaz. Çünkü içinde kadına yakınlık edeceği her günü istisna etmiştir.

Bînaenaleyh ebediyyen men'i tasavvur edilemez. Yahut kendisi Basra'da olduğu halde: Vallâhi Mekke'ye girmem der de o halde kadın Mekke'de bulunursa îlâ yapmış olmaz. Çünkü onu Mekke'den çıkararak kendisiyle cima'da bulunması mümkündür. Bir kimse talâk-ı ric'î ile boşadığı karısına îlâ yaparsa sahih olur. Çünkü karı-kocalık bâkidir. O iddetin geçmesiyle bâtıl olur.

İZAH

"Yalnız bir gün müstesna..." Yalnız bir saat müstesna demesi de böyledir. Bunu Tahtâvî Hamevî'den nakletmiştir.

"Derhal îlâ yapmış olmaz." Çünkü belirsiz bir gün istisna etmiştir. Binaenaleyh bu hakikat olarak senenin her gününe uyar ve o günde kadına yaklaşması mümkün olur. Kendisine hiç bir şey de lâzım gelmez. Elverir ki bunu dört ay geçmeden önce yapmış olsun. İmam Züfer'in dediği gibi bunu senenin en son gününe vermek sözü hakikatinden çıkarmak olur. Zira hakikati belirsizliktir. Bu sefer hiç hâcet yokken onu tâyine çevirmiş oluruz. "Bir gün noksan kalması müstesna" demesi bunun hilâfınadır. Çünkü noksan örf-ü âdete göre sondan olur. Sana hanemi bir sene icârâ verdim yalnız bir gün müstesna yahut alacağımı erteledim yalnız bir gün müstesna demesi dahi böyledir. Çünkü akdin sahih olması ve ödemenin geciktirilmesi için bu sözden son gün murad edilmesine ihtiyaç vardır.

Vallâhi Zeyd'le bir sene konuşmayacağım yalnız bir gün müstesna sözü de böyledir. Zira buna sebeb olan dargınlık halen konuşmamayı iktiza eder ve konuşmak sonraya bırakılır. îlâ bazen gönül razılığı ile olur. Velevki dargınlıktan dolayı olsun. Lâkin geciktiği takdirde iki mekrûhun lâzım gelmesi dargınlık cihetiyle karşılaşır ve her ikisi sâkıt olarak lâfzın muktezası olan belirsizlikle amel edilir. Bahır ve Nehir'in ifadelerinin hülasası budur.

"Bilâkis kadına yakınlık eder de" yani bir günde yakınlık eder de ondan sonra yaklaşmazsa demek istiyor.

"İlâ yapmış olur." Yani sırf yakınlaşmakla değil o gün güneş kovuşmakla îlâ yapmış olur. "Bir sene yaklaşmam yalnız bir defası müstesna." demesi bunun hilâfınadır. Zira yakınlık ettiği an îlâ yapmış olur.

"Aksi takdirde olmaz." Yani dört ay kalmazsa îlâ yapmış olmaz.

"Yaklaşırsa îlâ yapmış olur." Yani müebbeden îlâ yapmış olur. Çünkü müstesna olan günden sonrası için sınır yoktur. Binaenaleyh ona yukarıda geçen müebbed îlâ hükmü verilir. "Bir gün müstesna" sözünü atar da sene sözünü bırakırsa îlâ yapmış olur, bu sözle kadın yalnız iki talâk boş olur. Nitekim Bahır'da Valvalciyye'den naklen bildirilmiştir ki ibâresini arzetmiştik.

"Ebediyyen îlâ yapmış olmaz." Yani kadına yakınlıkta bulunsun bu-lunmasın demek istiyor. Bahır.

"Kendisiyle cima'da bulunması mümkündür." Yani müddet içinde ken-disine bir şey lâzım gelmeksizin mümkündür. Mümkün değilse meselâ iki yer arasında sekiz aylık mesafe varsa Cevamiu'l-Fıkıh'da bildirildiğine göre îlâ yapmış sayılır. Kâdîhân'ın bildirdiğine göre itibar dört ayadır. Bunun zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü karı-kocadan her biri diğerinin yanına giderek bundan daha az bir müddete karşılaşmaları mümkündür. Bahır. Burada şöyle denilebilir: "Her iki kavle göre îlâ tehakuk etmez. Çünkü îlâ kadına yaklaşmayacağına yemindir. Buradaki yemin ise girmeyeceğinedir." Cevabı şudur: Bu söz onun kinâyelerindendir. Binaenaleyh onunla îlâ yapmış olmak için niyet şarttır. T.

"Çünkü karı-kocalık bâkidir." Binaenaleyh Teâlâ Hazretlerinin: "Kadınlarına îlâ yapan erkekler için ilah..." âyet-i kerîmesi bu kadına da şâmildir. Buna şöyle itiraz olunmuştur: "îlâ kadını cima hakkından men ettiği için erkeğe verilen bir zulüm cezasıdır. Talâk-ı ric'îde kadının ne kazâen, ne de diyâneten cima hakkı yoktur. Hatta erkeğin ona cimasız müracaat etmesi müstehaptır. Binaenaleyh erkek zâlim olamaz." Bu itiraza Şemsü'l-Eimme Kerderî şu cevabı vermiştir: "Nassan bildirilen bir şeyde hüküm mânâya değil nassa izafe edilir." Tamamı inâye'dedlr. Fetih sahibi diyor ki: "Görmüyor musun kadının cima hakkı sâkıt olsa bile îlâ sâbittir. Bu gebe olduğu halde coçuk üzerine cima etmek veya başka bir şey korkusundandır. Böylece anlaşılır ki zulümle ta'lil etmek ekseriyete göre hüküm verme esasına dayanır."

"İddetin geçmesiyle bâtıl olur." Yani îlâ müddeti tamam olmadan iddetin geçmesiyle bâtıl olur. Fakat kadın hayız görenlerden olup temizlik müddeti uzarsa müddetinin geçmesiyle kadın bâin olarak boş düşer. Nehir.

METİN

Bâinle boşadığı karısına yahut îlâdan sonra nikâhladığı ecnebî bir kadına ilâ yapar da yukarıda geçtiği gibi onu milke izafe etmezse îlâ sahih olmaz. Çünkü mahalli yoktur. O kadınla cimada bulunursa yemin bâki olduğu için kefâret verir. Evvela îlâ yapar da sonra kadını talâk-ı bâinle boşarsa, kadın iddet beklerken îlâ müddeti geçtiği takdirde başka birtalâkla boş düşer. Aksi takdirde bâin olmaz. Hâniyye.

Bir kimse kadına cimadan ihram gibi hükmî aczle değil de -çünkü îlâ erkeğin ihtiyariyledir- hakiki aczle meselâ ikisinden birinin hastalığı yahut kadının küçüklüğü veya fercinin yapışıklığı yahut erkeğin âletinin kesikliği ve kalkınamaması yahut îlâ müddetinde yürüyemeyeceği bir mesafe olması veya erkeğin hapsedilmesi sebebiyle âciz kalır -yani hapishanede de kadınla cimaya imkân bulamazsa demektir. Nitekim Gâye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir- bir hak sebebiyle âciz kalmazsa -ben bunu başkasının söylediğini görmedim. Araştırmalıdır. Kadının hapsedilmesi ve itâatsizliği dahi böyledir- o kimsenin dönmesi diliyle kadına döndüm veya sana müracaat ettim yahut îlâyı iptal ettim veya söylediğimden döndüm gibi sözlerle olur. Çünkü kendisi men sebebiyle ona eziyet etmiştir. Şu halde vaat etmekle onu razı kılacaktır.

İZAH

"Bâinle boşadığı karısına" sözüyle musannıf îlâdan sonra nikâhın bâki olmasının şart kılınmadığına işaret etmiştir.

"Aksi takdirde bâin olmaz." Yani îlâ müddeti iddet beklerken geçmez de iddetten sonra geçerse kadın bâin olmaz. Hâniyye'de dahi: Kadınla iddet bitmeden evlenirse îlâ hali üzere kalır. Hatta îlâ müddetinden dört ay geçmeden iddet tamam olursa kadın ikinci bir talâkla boş olur. İddet geçtikten sonra evlenirse îlâ yapmış sayılır. Bunun müddeti evlenme vaktinden sayılır.

"Cimadan âciz kalırsa" meselesinde musannıfın yaptığına bakılırsa âcizlik îlâdan sonra meydana gelmiştir. Halbuki aczin îlânın başından sonuna kadar devamı şarttır. Nitekim bunun açıklaması gelecektir. Şu halde buradaki aczden murat mevcut olandır, sonradan ârız olan değildir. Sonra Hindiyye'de Fetih'ten naklen şöyle denildiğini gördüm: "Bu îlânın başından dört ay geçinceye kadar âciz kaldığına göredir ilah..." Bundan sonra şöyle devam edilmiştir: "Velev ki îlâ şarta muallak olsun. Zira sıhhat ve hastalık dille dönmenin câiz olması hususunda şartın bulunması halinde muteberdir, tâlik halinde muteber değildir."

"Hükmî aczle değil de" yani kadın ihramlıyken yahut kendisi ihramlı bulunduğu halde hac ile aralarında dört ay varken kadına îâ yaparsa bu adamın dönmesi ancak fiilen olur. Velev ki fiilinde âsî olsun. Tatarhâniyye'de Tahâvî şerhinden naklen böyle denilmiştir. Fetih ve Bahır'da bu: "Çünkü kendisi sebep olmuştur. Kendisine lâzım gelen bir hususta haram bir yol tutmuştur. Binaenaleyh hafiflik istemeye hakkı yoktur." şeklinde ta'lil edilmiştir.

"Kendisine lâzım gelen bir hususta" sözünden murat talâkın vukuudur. Haram olan yol da îlâdır. Çünkü îlâyı kendi ihtiyariyle yapmıştır. Binaenaleyh lâzım gelecek şeye kendisi sebep olmuştur. Halbuki hakikî cimaya kudreti de bulunuyordu. Bu sebeple kadının hakkınıvermeyerek zâlim olmuştur. Bu bir kul hakkıdır. Binaenaleyh sâkıt olmaz. Velev ki ihram sebebiyle ondan hükmen âciz kalsın. Onun hükmen âciz kalması dille dönmek suretiyle hafifletmeye sebep olamaz. Çünkü kendisi haram bir işi yapmakla hafifliğe müstahak olmamıştır. Buna ancak hakikî aczle müstahak olur. Zira talâkın üstünde teklif yoktur. Şu halde seferiyle günâha giren gibi olur. Böylesi su bulamazsa kendisine teyemmüm mubah olurdu. Bana zâhir olan budur.

"Hakikî aczle" meselâ şer'an cimaya mâni bulunmamakla demek istiyor. Çünkü şer'an mâni olsa hakikatte ona kâdir, hükmen âciz sayılır. Nitekim Bedâyı'da böyle denilmiştir.

"Çünkü îlâ erkeğin ihtiyariyledir." İhram öyle değildir. Nitekim izahatımızdan anlamışsındır. Bahusus kadının ihramlı bulunduğu surette açıktır. Bu da bizim söylediklerimizi teyit eder. Biz: "Kadının hayzı îlânın sahih olmasına mâni değildir." demiştik. Çünkü o nihayet şer'î bir mânidir. Aksi takdirde ihram meselesinde de sahih olmamak lâzım gelir. Nitekim arz etmiştik.

"Yahut kadının küçüklüğü..." Erkeğin küçüklüğü ise îlânın sahih olmasına mânidir. Nitekim evvelce arz etmiştik.

"Îlâ müddetinde" yani dört ayda veya daha fazlada demek istiyor. Nitekim Fetih'te ve Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde böyle denilmiş ve şöyle devam edilmiştir: "Dört aydan az olursa dönmek ancak cimayla câiz olur." Yani o adamı sultan yahut düşman men etse bile başka çare yoktur. Çünkü bu nâdirdir.

"Erkeğin hapsedilmesi ilah..." Fetih'te şöyle denilmiştir: "Hapis hakkında ihtilâf olunmuştur. Bedâyı' sahibi hapis sebebiyle dille dönmeyi sahihlemiş, Tahâvî şerhinde ise bunun hilâfı ifade edilmiştir. Rivâyetin cevabı da budur. Bunu Hâkim Kâfî'de söylemiştir. Bedâyı' sahibi Kâfî ile Tahâvî şerhinin sözlerini hapishanede kadına yaklaşmaya imkân bulmaya yorumlamak suretiyle yatıştırma yapmış ve: «Kadın onun yanına girer de onunla cimada bulunur. Hak sebebiyle hapis dille dönmekte muteber değildir. Bununla hapis ise muteberdir." demiştir. Şârihin söylediği de bu yatıştırmadır. Fetih sahibi: "Hak sebebiyle hapis ilah..." sözüyle bu hilâf ve yatıştırmanın ancak zulüm sebebiyle hapsedildiği zamana mahsus olduğunu anlatmak istemiştir. Hakkıyla hapis edilirse asla muteber değildir. Çünkü hakkını ödeyerek hapisten çıkmaya muktedirdir. Başka bir arabulmaya da işaret olabilir. Makdisî ona göre hareket etmiştir.

"Araştırmalıdır." Halebî diyor ki: "Biz bunu araştırdık ve Fetâvâ-i Hindiyye'de Gâyetü's-Surûcî'den nakledildiğini gördük."

Ben derim ki: şârih sözü uzaklara götürdü. Bu gördüğün gibi Fetih'te de zikredilmiştir.

"Kadının hapsedilmesi de böyledir." Yani ister hakkıyla ister zulmen hapsedilsin araştırmaya değer. Çünkü özür erkekten gelmeyince erkek onu gidermeye imkân bulamaz. Rahmetî.

"Ve itâatsizliğin dahi böyledir." Bahır sahibi diyor ki: "Kadının erkeğe teslim olmaması yahut kadın kaçak olup kocasının onun nerede olduğunu bilmemesi yahut üç talâkın şehâdetiyle tezkiye yapmak için hâkimin aralarına girmesi dahi aczden sayılır."

"O kimsenin dönmesi ilah..." Yani talâk hakkında îlâyı iptal eden dönüşü sözle olur. Yeminin bozulması itibariyle bâki sayılması hakkında ise sözle olmaz. Hatta îlâ müddetinde sözle kadına döndükten sonra onunla cimada bulunursa kefâret vermesi lâzım gelir. Çünkü yeminini bozduğu tahakkuk etmiştir. Bahır. Yemin ancak bozulmakla biter. Bozulması ise üzerine yemin edilen şeyin yapılmasıyla olur. Söz, üzerine yemin edilen bir şey değildir. Binaenaleyh yemin bitmez. Bedâyı'.

"Diliyle" diye kayıtlaması hasta bir adam diliyle değil de kalbiyle dönse muteber sayılmayacağı içindir. Bunu Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Kadın tasdik ederse muteber olur diyenler de olmuşsa da birinci söz daha yerindedir. Fetih.

"Gibi sözlerle olur." demesi sözlerin bunlardan ibaret olmadığını anlatmak içindir. Çünkü maksat döndüğünü anlatan sözdür. Anla!

METİN

Şayet müddet içinde cimaya kâdir olursa onun dönmesi ferce cimayla olur. Çünkü asıl odur. Dübür gibi başka bir yere cimada bulunursa bu dönmek olmaz. Bu aczin îlâ vaktinden müddetinin sonuna kadar devam etmesi şart olduğunu gösterir. Mültekâ'da bu açıklanmıştır. Hâvî'de şöyle denilmektedir: "Bir kimse sağlamken îlâ yapar da sonra hastalanırsa onun dönmesi ancak cimayla olur."

İZAH

"Şayet cimaya kâdir olursa ilah..." sözü îlâ zamanında kâdir olup da sonra âciz kalmaya da şâmildir. Şu şartla ki, îlâdan sonra cima mümkün olacak bir zaman geçmelidir. Bu söz îlâ zamanında âciz olup sonra müddeti içinde muktedir olması haline de şâmildir. Müddeti içinde diye kayıtlaması müddeti geçtikten sonra kâdir olursa bâtıl olmadığı içindir. Bahır.

"Çünkü asıl odur." Yani söz onun halefidir. Bedelle maksat hâsıl olmazdan önce aslına kâdir olursa bedel bâtıl olur. Teyemmüm eden kimse gibi ki namaz kılarken suyu görürse teyemmümü bâtıl olur. Bahır.

"Başka bir yere cimada bulunursa" kezâ kadına hayız halinde cimada bulunur veya onu şehvetle öper yahut dokunur, yahut fercine bakarsa hüküm birdir. Nitekim Hindiyye'de böyle denilmiştir. T.

Ben derim ki: Lâkin Hindiyye'nin ibâresi hayız meselesinde Tahtâvî'nin ondan naklettiğinin hilâfınadır. İbâresi şudur: "Îlâ yapan hasta karısıyla fercden başka bir yere yakınlık ederse bu onun tarafından dönmek değildir. Ama kadına hayız halinde yakınlık ederse dönmek olur. Zahîriyye'de böyle denilmiştir." Tatarhâniyye'den naklettiğimiz: "İhram halinde cimayla kadına dönmek sahihtir." sözü de bunu teyit etmektedir. Zira şer'î mâni her ikisinde mevcuttur.

"Bu ilah..." Yani "Cimaya kâdir olursa ilah..." cümlesinin ifade ettiği mânâ sözle dönmek sahih olmak için aczin devamı şarttır demektir.

Ben derim ki: Bu şartın ifade ettiği mânâ da şudur: Acz ortadan kalkarsa sözle dönmek bâtıl olur. Velev ki müddet içinde başka acz bulunsun. Çünkü Câmiu'l-Fusûleyn'de hastanın talâkı bahsinde şöyle denilmektedir: "Hasta bir adam karısına îlâ yapar da sonra o iyileşmeden karısı hastalanırsa, sonra kendisi iyileşerek karısı müddetin sonuna kadar hasta kalırsa böylesinin dönmesi bize göre cimayla, Züfer'e göre sözle olur. Bizim delilimiz şudur: Ruhsatın sebebi muhteliftir. Zira her iki hastalık o adamın sözle dönmesinin câiz olmasını gerektirir. Ruhsat sebeplerinin muhtelif olması ise birinci ruhsatı ikinciye tercih etmeye mânidir ve birinci ruhsat yok hükmüne girer. Yolcu gibi ki su bulamadığı için teyemmüm eder de sonra kendisine yalnız başına teyemmümü mubah kılan bir has-talığa tutulursa. su bulamadığı için yaptığı teyemmümün hükmü kalmaz.

Burada kadının hastaliğı dahi sözle dönmeyi mubah kılar. Binaena-leyh onun hükmü kocasının hastaiığına bina edilemez. "Şârih bu ibâreyi teyemmüm bâbında kısaltmıştır. Lâkin Fetih ve Bedâyı'da şöyle denilmek-tedir: "Bir kimse hosta oiduğu halde müebbed îtâ yapar da müddet geç-mekle kadın bâin olur ve sonra kendisi iyîleşerek o kadınla hasta Iken evlenir ve sözle dönerse İmam-ı A'zam'la fmam Muhammed'e göre sahih ol-moz. Ebû YusuF'a göre sahih olur. Ulemanın söylediklerine göre esah olan budur. Çünkü bu adam îlâyı hasta iken yapmıştir. îtânın hükmü de o has-ta iken dönmüştür. O sağlamken kadın talâk-ı bâinle boşanmıştır. Cima'a hokkı yoktur. Binaenaleyh bu bâbdaki îlânın hükmü geri dönmez. İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'in delilleri şudur: Bu adam ikinci müddette iyileşince hakikaten cimaya kâdir oldu demektir. Binaenaleyh bu müddette, sözle dönmenin itibarı sâkıt olur. Velev ki günâha girmeden onunla cimaya kâdir olamasın. Nitekim ihramlı bulunursa dediğimiz yerde geçmişti." Burada da ruhsatın sebebi muhteliftir ve Ebû Yusuf'un kavline göre muteber değildir.

Galiba cevap şöyle olacaktır: Ruhsat sebeplerinin değişmesinin ilk ruhsatı hesaba katmaya mâni olması ancak iki sebep bir vakitte toplandığı vakittir. O zaman birincisi muteber olur. İkincisi hükümsüz kalır. Birincisi ortadan kalktı mı onun hükümsüz kaldığı sâbit olduktan sonra ikincisi muteber değildir. Birincisi ortadan kalktıktan sonra ikincinin bulunması bunun hilâfınadır. Çünkü ikinci meselede olduğu gibi onu hükümsüz bırakacak bir şey bulunmadığından ikincisi amel ve tesirini gösterir. Buna şu da delâlet eder ki, ulemaTarafeyn'in ruhsat sebeplerinin değişmesi kavlini ta'lil etmemişlerdir. Nitekim gördün. Bu izahı ganimet bil. Çünkü tektir!

"Mültekâ'da bu açıklanmıştır." Ben derim ki: Bedâyı'da da açıklanmıştır.

"Hâvî'de ilah..." Zikredilen şartın fer'lerinden olmak üzere demek istiyor. Nitekim Bedâyı'da da öyledir.

"Sonra hastalanırsa" yani sağlamken cima' edebileceği bir müddet geçtikten sonra hastalanırsa bu müddet kısa olduğu için cima edemediyse o kimsenin dönmesi sözle olur. Çünkü cimayı terk hususunda ileri gitmemiştir. Binaenaleyh ma'urdur. Bedâyı'.

METİN

Üçüncü bir şart kalır ki onu Bedâyı' sahibi zikretmiştir. O da sözle döndüğü vakit nikâhın mevcut olmasıdır. Şayet kadını talâk-ı bâinle boşar da sonra sözle dönerse îlâ bâkidir. Bir kimse karısına: Sen bana haramsın der ve buna benzer sen haramda benimle berabersin gibi bir söz söylerse, haram kılmayı niyet ettiği veya hiç bir şeyi niyet etmediği takdirde bu söz îlâ olur. Zıhârı niyet ederse zıhâr, yalanı niyet ederse hükümsüz ve bâtıl olur. Ama bu diyâneten böyledir. Kazaen ise îlâdır. Kuhîstânî.

İZAH

"Üçüncü bir şart kalır." Yani yukarıda geçen acz ve aczin devamı şartlarından maada bir de nikâhın devamı şartı vardır. Kadın talâk-ı bâinle boşanmamış karısı olacaktır. Bedâyı'.

"İla bâkidir." O kadınla evlenir de müddet geçerse kadın ondan talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü nikâh mevcut iken sözle kadına dönmek ancak talâk hükmü hakkında îlâyı kaldırır. Çünkü onunla kadının hakkı ifâ edilmiş olur. Bâin olduğu halde ise kadının bir hakkı yoktur. Cimayla dönmek bunun hilâfınadır. O bâinle ayrıldıktan sonra dahi sahihtir. Hatta îlâ bâki kalmayıp bâtıl olur. Çünkü o adam cimayla yeminini bozmuştur. Yemin çözülüp bitmiştir. Burada yeminden dönme yoktur. Îlâ da kalkmaz. Bedâyı'.

"Bir kimse karısına: Sen bana haramsın der ilah..." Ben derim ki: Burada metinlerin ibâresi böyledir. Yeminler bahsindeki ibâresi ise: "Her helâl bana haram olsun." derse bu yiyecekle içeceğe yorumlanır. Fetva niyetsiz olarak karısının bâin olacağına dairdir." şeklindedir. Hidâye'de yeminler bahsinde: "Bu söz örften dolayı yiyeceğe, içeceğe yorumlanır. Çünkü âdeten yiyip içilen şeyler hakkında kullanılır. Binaenaleyh erkek yer içerse yemini bozulur. Niyetsiz olarak kadına şâmil değildir. Şayet kadını niyet ederse îlâ olur. Ama yemin yenilen içilen şeylerden başkasına yorumlanmaz. Bunların hepsi zâhîr rivâyetin cevabıdır." denilmiştir. Sonra müteehhirin ulemanın niyetsiz olursa karısı talâk-ı bâinle boş düşeceğini ihtiyar ettikleri belirtilmiştir.

Bunun hâsılı şudur ki: Zâhir rivâyete göre örfen bu söz yiyeceğe, içeceğe yorumlanır. Kadınıharam kılmayı niyet ederse ona mahsus kalmaz. Bilâkis hem ona hem yiyeceğe içeceğe şâmil olur. Bununla anlaşılır ki, buradaki kadını haram kılmak veya zıhâr yahut yalan veya talâk niyeti arasındaki tafsilât söz umumî olmadığı zamana mahsustur. Söz umumî olursa meselâ her helâl yahut Allah'ın her helâli veya müslümanların her helâli derse bunun hilâfınadır. Çünkü niyetsiz olarak örfen yiyeceğe içeceğe yorumlanır. Kadını niyet ederse ona da şâmil olur. Fetva müteehhirin ulemanın kavline göredir. Yani söz umumî olsun hususî olsun talâk-ı bâine yorumlanır. Bu izahı ganimet bil!

"Ve buna benzer" yani hususî lâfızları söylerse demektir. Nitekim onları biliyorsun.

"Bu söz îlâ olur ilah..." Yani müebbet mânâsında mutlaktır. Hükmü yukarıda geçmişti. Dürer sahibi diyor ki: "Çünkü bu lâfız mücmeldir. Binaenaleyh izahı onu söyleyene aittir. Ben bununla haram kılmayı murat ettim yahut bir şey murat etmedim derse yemin olur ve bununla îlâ yapmış sayılır. Çünkü helâlı haram yapmak yemindir."

"Zıhârı niyet ederse zıhâr olur." Çünkü zıhârda haram olmak vardır. Onun niyet ederse sahih olur. Zira ona ihtimali vardır. Dürer.

"Yalanı niyet ederse bâtıl olur." Çünkü sözünün hakikatini niyet etmiştir. Sözünün hakikati kadını haram olmakla vasıflandırmaktır. Halbuki kadın helâllikle vasıflıdır. Binaenaleyh söylediği yalan olur. Buna şöyle itiraz olunmuştur: Eğer sözünün hakikati bu olaydı niyetsiz ona yorumlanırdı. Halbuki niyetsiz yemine yorumlanır. Cevap şudur: Bu birinci hakikattir. Onun için ancak niyetle elde edilir. Yemin ikinci hakikattir, şöhret bulması vasıtasıyladır. Bunu Fetih'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Hâsılı birincisi lügaten hakikat, ikincisi örfen hakikattir.

"Kazaen ise îlâdır." Yani kazaen yalan murat ettiği tasdik olunmaz. Çünkü helâlı haram kılmak nassan yemindir. Bu kavil Şemsü'l-eimme Serahsî'nindir. Fetih sahibi: "Doğru olan budur. Amel ve fetva buna göredir. Nitekim ileride söyleyeceğiz. Birincisi Hulvânî'nin sözüdür. Zâhir rivâyet de odur. Lâkin fetva yeni çıkan örfe göredir." demiştir.

Bunun hâsılı şudur: Burada iki örf vardır. Birisi aslî örftür ki, o da îlâ mânâsına yemin olmasıdır. Diğeri sonradan çıkan örftür. O da talâkı murad etmektir. Şemsü'l-Eimme'nin: "Kazaen tasdik edilmez. Bilâkis îlâ olur." sözü aslî örfe göredir. Fakat fetva yeni örfe göredir. Çünkü her akit yapan, yemin eden ve benzeri işler gören kimsenin sözü kendi örfüne yorumlanır. Velev ki zâhir rivâyete muhâlif olsun.

Nitekim ulema: "Hâkim veya müftü örfü bırakıp da zâhir rivâyetle hüküm veya fetva veremez." demişlerdir. Şu halde doğrusu Şemsü'l-Eimme'nin dediği gibi o adam kazaen tasdik olunmaz demektir. Lâkin bizim zamanımızda onu îlâya yorumlamak doğru değildir. Doğru olan talâka yorumlamaktır. Çünkü yeni ve müftâbih örf odur. Şu halde Fetih sahibinin: "Doğru olan budur. Amel ve fetva buna göredir." sözü yemini yani aslî örf olan îlâyı murat etmekten ihtirazdır. Bu izah ile Bahır ve Nehir sahiplerinin: "Bu söz götürür." demeleri sâkıt olur. Çünkü amel ve fetva ancak onun niyetsiz olarak talâka yorumlanması hususundadır, yemin hususunda değildir.

METİN

Talâkı niyet ederse bir talâk-ı bâin, üçü niyet ederse üç talâk olur ve bu bir talâk-ı bâindir diye fetva verilir. Velev ki ona niyeti olmasın. Zira örf bu mânâda gâliptir. Onun içindir ki bununla ancak erkekler yemin eder.

İZAH

"Talâkı niyet ederse" yahut hal buna delâlet ederse demektir. Nehir. Yani talâk müzakeresi halinde olursa bir talâk-ı bâin sayılır. Rıza veya öfke halinde olursa mutlaka niyet lâzımdır. Çünkü kinâyeler bahsinde geçtiği vecihle bu söz sitem mânâsına da gelebilir. Anla! Talâk niyeti hürre hakkında bir ve ikiyi niyet etmesine şâmil olduğu gibi bir defa boşayıp da sonra sen bana haramsın demesine ve bununla iki talâk niyet etmesine dahi şâmildir. Çünkü bununla üç talâk tamam olsa da haram sözüyle ancak bir talâk meydana gelir. Nitekim Bahır'da da öyle denilmiştir. Bu bâbın sonundaki fer'î meselelerde Fetih sahiblnin: "Bununla hiç bir şey vâki olmaz." mânâsını îham eden sözüne muhâlif mesele gelecektir.

"Üçü niyet ederse üç talâk olur." Çünkü evvelce görüldüğü vecihle bu söz kinâyelerdendir. Kinâyelerde üçü niyet sahihtir. Nehir. Ama ikiyi niyet sahih değildir. Çünkü iki mahz-ı adettir. Nitekim evvelce geçti. Meğerki kadın cariye olsun.

"Velev ki ona niyeti olmasın." Bu kazaen böyledir. Diyâneten ise niyet etmedikçe talâk vâki olmaz. Talâkı niyet etmemesi hiç bir şey niyet etmemeye sâdık olduğu gibi zıhâr veya îlâya niyet etmeye de sâdıktır. Bu adam kazaen tasdik edilmez. Nitekim bunu Zeylaî açıklamış: "Bundan dolayı başkasını niyet ederse kazaen tasdik edilmez." demiştir. H.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu adam hiç bir şeyi niyet etmez diyâneten dahi vâki olur. Bahır sahibi şöyle diyor: "İmam Zahîruddin'in beyanına göre biz niyet şart değildir demiyoruz. Lâkin o adam örfen niyet etmiş sayılır." Fetih'te: "Binaenaleyh boşadığını söylemiş gibi olur, kazaen tasdik edilmez. Fakat kendisiyle Allah Teâlâ arasında tasdik edilir." denilmiştir. Bizim söylediğimizde bu açıktır.

"Zira örf bu mânâda gâliptir." ifadesi Bahır'ın şu sözüne işarettir: "Talâk niyetsiz vâki olunca sarîh gibi olması gerekir ve onunla ric'î talâk olmalıdır dersen, ben de derim ki: Bununla bâin yapmak örf olmuştur. Bezzâziye'de böyle denilmektedir."

Ben de derim ki: Bu cevap söz götürür. Çünkü şunu iktiza eder: Bununla bâin talâk yapmak örf olmasaydı zamanımızdaki gibi ric'î talâk vâki olurdu. Zira şimdi örf-ü âdet haramkelimesinin talâk mânâsında kullanılmasıdır. İnsanlar bâini örf edinmek şöyle dursun ric'î talâk ile bâin arasını bile ayıramıyorlar. Şu izaha göre "Örf bu mânâda gâliptir." diye ta'lil, onunla niyetsiz talâk meydana geldiği içindir. Bâin olmasına gelince: Onu haram sözü iktiza eder. Çünkü talâk-ı ric'î iddet esnasında kadını kocasına haram kılmaz. Kadını haram sıfatıyla vasıflamak ancak bâin talâkla sahih olur. Kinâyeler bahsinde verdiğimiz izahatın hâsılı budur.

TEMBİH: Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyesinin yeminler bahsinde şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Memleketimizin ekseri avam tabakası: Sen bana haram kılınmışsın yahut bana haramsın veya seni kendime haram kıldım sözleriyle helâlin mukabilindeki cimanın haram olması mânâsından başka bir şey kastetmezler. Onun için birçokları kadının haram olmasına bir müddet koyarlar. O müddete kadar kesinlikle yalnız cimanın haram olmasını kastederler. Şüphesiz ki bu îlâyı icap eden bir yemindir.

Bu meseleyi gerektiği vecihle tahkîk eden azdır. Ulemanın; "Biz niyet şart değildir demiyoruz. Lâkin o adam örfen niyet etmiş sayılır." demelerine bak! Bu söz örfün itibara alınacağı hususunda açıktır. Örf böyle değil de bilâkis müşterek olursa niyeti itibara alarak yemin sahibini tasdik etmek teayyün eder. Nitekim mütekaddimin ulemanın mezhebi budur.

Fethü'l-Kadir'in yeminler bahsinde şöyle denilmektedir: Bezdevî Mebsût'unda: Bu hususta insanların örfü benim için açık değildir, diyor. Yani her helâl bana haram olsun sözündeki örfü bilmediğini anlatmak istiyor. Çünkü evli bir adam yemin ettiği gibi karısı olmayan da bununla yemin ediyor. Bu hususta örf gâlip olsaydı onu ancak evliler kullanırdı. Binaenaleyh sahih olan: "Talâkı niyet ederse talâk olur." dememizdir.

Delâletsiz olursa ihtiyat insanın bunda tevakkuf etmesi (duraklaması) ve mütekaddimin ulemaya muhalefet etmemesidir. Bilmelisin ki böyle bir söz memleketimizde örf olmamıştır. Bizde örf olan: Seninle konuşmak bana haram olsun ve benzeri yemek kezâ giymek gibi şeylerdir. Umumî sîga değildir. Halkımız haram bana lâzım geliyor sözünü de örf-ü âdet edinmişlerdir. Şüphesiz bununla muallak talâkı kastederler. Çünkü bu sözden sonra "şöyle yapmam" ifadesini ziyade ederler. Bu talâktır ve bunu onların aleyhlerine geçerli saymak icap eder.

Hâsılı Arapça olsun Farsça olsun bu sözleri yorumlarken muteber olan örfi mânâyı niyet etmemektir. Örf yoksa söyleyenin niyeti sorulur. Niyetsiz yorumlanan kelimelerde söyleyen kimse: Ben başkasını murat ettim derse diyâneten tasdik olunur, kazâen tasdik olunmaz." Fetih'in sözü burada sona erer. Bahır sahibi de ona uymuştur.

Ben derim ki: Bizim memleketimizde örf olan sadece: "Üzerime haram lâzım gelsin şu işi yapmam" sözüyle talâkı murad etmektir. Zikri geçen diğer lâfızlarla talâk kastedilmez.

"Onun içindir ki bununla ancak erkekler yemin eder." Yani şu işi yaparsam her helâl bana haram olsun derler.

METİN

O adamın karısı yoksa yahut bu sözle kadın yemin ederse yemin olur. Nitekim kadın ölür veya iddetiz olarak talâk-ı bâinle boşanır da sonra şart bulunursa o adamla evli bulunan karısı boş düşmez. Bununla fetva verilir. Zira bu yemin olur ve artık talâka değişmez. Bunun bir misli de: "Haramda sen benimle berabersin, haram bana lâzım geliyor, senin haram olman üzerime borçtur, sen bana haram kılınmışsın veya bana haramsın." gibi sözlerdir. İsterse "bana" demesin. Kezâ "ben sana haramım, sona mahremim, kendimi sona haram kıldım veya sen bana eşek gibisin, sen bana domuz gibisin." gibi sözlerdir. Bezzâziye.

İZAH

"O adamın karısı yoksa..." Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Talâkın haram lâfzıyla olduğu yerlerde adamın karısı yoksa yemini bozulduğu takdirde kendisine kefâret lâzım gelir. Nesefî lâzım gelmediğine kâildir." Bu ibârenin bir misli de Bahır'dadır.

Ben derim ki: Zahîriyye'de ikisinin arasını bulmaya yarayan sözler vardır. Zira şöyle denilmiştir: "Bu sözle yapmış bulunduğu bir iş için: Ben o işi yapmadım diye yemin ederse, karısı da yoksa kendisine bir şey lâzım gelmez. Çünkü talâkla yemin yapmıştır. Bunu Allah Teâlâ'ya yemin saysak yemin-i gâmus olur. İleride olacak bir şeye yemin eder de o şeyi yapmazsa karısı da bulunmadığı takdirde kefâret vermesi icap eder. Çünkü helâli haram kılmak yemindir." Binaenaleyh Nesefî'nin sözü gelecekten başka bir şeye yemin ettiğine yorumlanır. Bu izahatımızdan anlarsın ki, Nihâye sahibinin Nevâzil'den naklen yeminler bahsindeki: "Karısı yoksa kefâret vermesi lâzım gelir." sözünün mânâsı: İleride bir şey yapmayacağına yemin ederse fiilen yeminini bozduğu takdirde demektir. Yoksa Bahır sahibinin yorumladığı gibi yer içerse mânâsına değildir. Bahır sahibi: "Çünkü karısı yoksa bu söz yemeye içmeye yorumlanır." demiştir. O sözün bu mânâya yorumlanması örf değişip haram lâfzından talâk murat edilmezden önceydi. Örf değiştikten sonra ise karısı bulunmadığı zaman yemin mânâsına gelir. Nitekim ulemanın sözlerini işittin. Bunun bir misli de yakında gelecektir.

"Yahut bu sözle kadın yemin ederse..." Bahır sahibi diyor ki: "Koca diye kayıtlaması şundandır: Çünkü karısı kocasına: Ben sana haramım yahut seni haram kıldım derse yemin olur. Hatta kadınla isteyerek veya istemeyerek cimada bulunursa kadının yemini bozulur." "Kadın isteyerek veya istemeyerek" sözü Fetih sahibinin: "Kocasına imkân verirse kadının yemini bozulur ve kefâret verir." demesinden daha iyidir.

"Nitekim kadın ölür ilah..." Burada Bezzâziye'nin ibâresi şöyledir: "Adam yemin ederkenkarısı var da şartı söylemeden kadın ölürse yahut iddet lâzım gelmeksizin ondan bâin olursa sonra sahih şartı yaptığı takdirde evli bulunan karısı boş düşmez. Fetva buna göredir. Çünkü o adamın yemini vücut vaktinde Allah'a yemin olur. Artık talâka dönüşemez. Bu ibâreyi Bahır sahibi Bezzâziye'den böyle nakletmiştir. Gizli değildir ki ta'lil üst tarafına münasip değildir. İbârede düşüklük vardır. Buna Halebî'nin Hâniyye'den naklettiği şu ibâre delildir: "Yemin vaktinde o adamın karısı var da şarttan önce kadın ölür veya iddet gerekmeksizin boş olursa sonra adam şartı yaptığında kendisine yemin kefâreti lâzım gelmez. Çünkü onun yemini vücut zamanında talâka değişmiştir. Yemin zamanında karısı yok da bir kadınla evlenir, sonra şart yaparsa, bu hususta ulema ihtilâf etmişlerdir. Fakîh Ebû Ca'fer: "Evli kadın bâin olur," demiş, başkaları boş olmadığını söylemişlerdir. Fetva da buna göredir. Çünkü o adamın yemini mevcut olduğu an Allah'a yemin olmuştur. Artık bundan sonra talâk olamaz."

Ben derim ki: Bunun bir mislini de Bahır sahibi yeminler bahsinde Zahîriyye'den nakletmiştir. Demek oluyor ki, Bezzâziye'nin ibâresinden "sonra şartı yaparsa" cümlesi ikinci defa "sonra şartı yaparsa" deyinceye kadar düşmüştür.

"Bunun bir misli de" yani sen bana haramsın sözünün bir misli de haramda sen benimle berabersin sözüdür. Evlâ olan bu cümleyi meselenin başında zikretmekti. Nitekim Nehir sahibi öyle yapmıştır.

"İsterse bana demesin." sözü Hızânetü'l-Ekmel sahibine ret cevabıdır. O bunu şart koşmuştur. Nitekim Kınye'den naklen Bahır'da izah olunmuştur. Kinâyeler bahsinde Bahır'dan nakletmiştik ki, erkek haram olmayı veya bâinliği kadına izafe ederek sen bâinsin yahut sen haramsın derse kendine izafe etmeksizin talâk vâki olur. Kendine izafe ederek ben haramım yahut ben bâinim derse kadına izafe etmeden talâk vâki olmaz. Kadını muhayyer bırakır da kadın hörmet ve beynunet kelimeleriyle cevap verirse mutlaka iki izafeti bir araya getirerek: Sen bana haramsın yahut ben sana haramım. Sen benden bâinsin veya ben senden bâinim demesi lâzım gelir.

"Kendimi sana haram kıldım." sözünde sana demesi şarttır. Nehir. Çünkü hörmeti kendi nefsine izafe etmiştir. Bezzâziye sahibi diyor ki: "Hatta kendimi haram kıldım der de sana demezse talâkı niyet de etse vâki olmaz."

"Sen bana eşek gibisin ilah..." Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kocası: Sen bana eşek ve domuz gibisin der veya ayn'ı haram olan bir şey söylerse bu söz sen bana haramsın demek gibidir. Niyet etmezse acaba bu yemin olur mu? Ulema burada ihtilâf etmişlerdir." Bunun muktezası talâkı niyet etmezse talâk olmamaktır. Çünkü örf yoktur. Sen bana haramsın sözü bunun hilâfınadır. Çünkü buradak" örf niyet yerine geçer. Nitekim görmüştük.

METİN

Adamın dört karısı var da mesele de hali üzere ise kadınlardan her birine bir talâk-ı bâin vâki olur. Bazıları onlardan biri boş olur, beyan etmek kocaya düşer demişlerdir. Nitekim sarih bahsinde geçmişti ki, bu daha zâhir ve daha güzeldir. Bunu Zeylaî, Bezzâzî ve diğerleri söylemişlerdir. Kemâl ise; "Bence daha güzeli birincisidir." demiştir. Bahır sahibi de Fetâvâ'sında kesinlikle buna kâil olmuş, Cevâhirü'l-Fetâvâ sahlbi bu kavli sahihlemiş, musannıf da şerhinde bunu kabul etmiştir. Lâkin Nehir'de şöyle denilmiştir: "Zeylaî'nin mesele hali üzere ise sözünün mânâsı yani haram kılmak metinde olduğu gibi bir kadına hitap ederek: Sen bana haramsın kaydıyla olmamak icap eder. Bilâkis o takdirde talâk yalnız muhatap kadına olmak gerekir."

Ben derim ki: Yani Allâh'ın helâli veya müslümanların helâli demesi bunun hilâfınadır. Çünkü o umumidir ve bununla arabulma hâsıl olur. Bellemelidir.

İZAH

"Mesele de hali üzere ise" cümlesinin izahı Nehir'den naklen ileride gelecektir.

"Nitekim sarih bahsinde geçmişti." Yani cima edilmeyen kadının talâkı bâbında şöyle geçmişti: "Sarîh sözle boşar da karım boştur derse, dört karısı bulunduğu takdirde her birine bir talâk vâki olur." Hilâftan bahsetmemişti. Biz de orada izahını yapmıştık.

"Kemâl ise..." Kemâl'in ibâresi şöyledir: "Fetâvâ'da bildirildiğine göre bir adam karısına: Sen bana haramsın yahut Allah'ın helâli bana haram olsun derse bu üç vecihledir ilah..." Bundan sonra şöyle demiştir: "Dört karısı varsa her biri bir talâk boş olur. Özcendî ile İmam Mes'ud Keşânî'nin fetvasına göre bir talâk vâki olur, beyan kocaya düşer. Zahîre ve Hulâsa'da bunun daha münasip olduğu söylenilmiştir. Bence dahâ güzeli Fetâvâ'nın sözüdür. Çünkü Allah'ın helâli veya müslümanların helâli sözü her zevceye şâmildir. Şayet orada talâk hususunda örf varsa bu sözle kadınların hepsi boş olsun demiş gibi olur. Çünkü Allah'ın helâli bütün kadınlara bedel yoluyla değil istiğrak yoluyla şâmildir. Nitekim sizden biriniz boştur, sözünde de öyledir. "Görüyorsun ki onun ta'lili hilâf ve tercih yeri sen bana haramsın gibi hâs değil âm söz olduğuna göre açıktır. Velev ki bu Fetâvâ'nın ibâresinde zikredilmiş olsun. Zira kimseye gizli değildir ki, sen bana haramsın sözünde muhatap kadından başkası dahil değildir. Onun hakkında niza yoktur. Nitekim Nehir'den naklen gelecektir. Buna şu da delâlet eder ki, Zahîre'de mezkûr hilâf: "Müslümanların helâli bana haram olsun." sözü hakkında da hikâye edilmiştir. Bezzâziye'de de böyle denilmiştir.

"Lâkin Nehir'de şöyle denilmiştir..." Bu söz Zeylaî'nin yukarıda geçen "mesele de hali üzere ise" sözüne istidraktır. Çünkü o söz Kenz'de daha önce zikredilen sen bana haramsın meselesinin murat edildiği zannını vermektedir. Halbuki onda hilâf cereyanı mümkündeğildir. Binaenaleyh muradın şöyle açıklanması gerekirdi: "Haramdır. Lâkin bir kadına hitap ederek değil." Allah'ın helâli bana haram olsun yahut müslümanların helâli bana haram olsun sözlerinde olduğu gibi umumî yapılması gerekirdi. Zira niza yeri budur. Nitekim Kemâl'in ibâresinden de anlaşılmıştır.

"Ben derim ki" sözü Nehir'in ifadesinin beyanıdır. Hâsılı şudur: Zeylaî'nin muradı hususi lâfız değil dediğimiz gibi umumîdir.

"Bununla arabulma hâsıl olur." Yani Nehir'in ifadesiyle arabulunmuş olur. Şöyle ki: Kadınlardan her biri boş olur diyenin sözü lâfız umumî olduğu zamana; yalnız birisi boş olur diyenlerin sözü de lâfız hâs olduğu zamana yorumlanır. Şârihin sözünden anlaşılan budur. Ama söz götürdüğü meydandadır. Çünkü Zeylaî hilâfı zikretmiştir. Biz onun sözünü "Muradı lâfız umumî olduğu zamandır. Binaenaleyh onda hilâf vardır." diye yorumladık. Fetih, Zahîre ve Bezzâziye'nin sözleri de bildiğin gibi açıkça böyledir. Şu da var ki sen bana haramsın sözünde nasıl olur da bu söz dört kadından birine vâki olur. Beyan etmek kocasına düşer denilebilir Bilâkis talâk yalnız muhatap olan kadına aittir.

Şârihin zifaf olunmayan kadının talâkı bâbındaki sözlerine gelince: O Zeylaî'nin sözünü karım bana haramdır gibi bir mânâya yorumlamış, bununla karım boştur sözü arasında fark bulmuştu. Zikredilen hilâfı da birinciye vermiş, ikincide hilâf olmadığını söylemişti ve orada bu sözü musannıfa nispet etmişti. Biz de orada bunun musannıfın sözüne muhâlif olduğunun söylemiştik. Çünkü musannıf Zeylaî'nin sözünü müslümanların helâli mânâsına yorumlamıştı. Orada biz karım haramdır sözüyle karım boştur sözleri arasında fark olmadığını tahkik etmiş, bunların ikisiyle de bir kadın boş olacağını beyanın kocaya ait olduğunu tahkîk etmiştik. Çünkü karım sözünün umumu bedel yoluyla kadınların her birine sâdıktır, tâyin yoluyla değildir. Müslümanların helâli sözünün umumu ise istidrak yoluyladır. Hepsine bir defada şâmil olur. Karım boştur sözünde yalnız bir kadının boş olacağı hususunda hliâf olmayınca karım haramdır sözünde de onun misli söylenir. Bunların birinin sarîh, diğerinin kinâye olması aralarında fark bulunmasını icap etmez. Kim fark iddia ederse ona beyan düşer.

Hâsılı sen bana haramsın sözünün muhatap kadına mahsus olduğunda ve her helâl bana haram olsun sözünün de dört kadına şâmil bulunduğunda hilâf yoktur. Çünkü bunda umum edatı açıktır. Karım haramdır yahut boştur sözüyle muayyen olmamak şartıyla bir kadın boş düşer. Hilâf ancak Allah'ın helâli yahut müslümanların helâli gibi sözlerdedir. Bazıları müfred suretine bakarak bununla muayyen olmamak şartıyla bir kadın boş düşer demişlerdir. En güzeli hepsine şâmil olmasıdır. Bu hususta sözün tamamını orada arz etmiştik. Anla! Bu yegâne izahı ganimet bil ve taklit gerdanlığını kendinden at!

METİN

FER'İ MESELELER: Sen bana bin defa haramsın sözüyle bir talâk vâki olur. Bir kimse karısını bir defa boşar da iki niyet ederek sen haramsın derse bir talâk vâki olur. Sözünü iki defa tekrarlar da birinci ile talâk, ikinci ile yemin niyet ederse sahih olur.

Bir adam üç defa şöyle yaparsam Allah'ın helâlı bana haram olsun der de şart bulunursa üç talâk vâki olur. İki karısına siz bana haramsınız der de birisinin üç talâk, diğerinin bir talâk boş olmasını niyet ederse niyet ettiği gibi olur. Bununla fetva verilir. Tamamı Bezzâziye'dedir.

Her ikiniz bana haramdır diyen bir adam her biriyle cimada bulunmakla yeminini bozmuş olur. Vallâhi sizin ikinize yaklaşmam derse ikisiyle cimada bulunmadıkça yemini bozulmaz. Fark gizli değildir. Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse bir mecliste vallâhi sana yaklaşmayacağım sözünü üç defa tekrarlarsa, tekrarı niyet ettiği takdirde ikisi birleşirler. Aksi takdirde îlâ bir, yemin üç olur. Meclis müteaddit ise îlâ da yemin de müteaddit olur.

İZAH

"Bir talâk vâki olur." Zahîre ile Bezzâziye'de böyle denilmiştir. Bunun vechi şudur: bu ifade bu sözü bin defa tekrarlamaktan ibarettir. Tekrarlamış olsa yalnız birinci talâk vâki olurdu. Çünkü bâin talâka bâin lahîk olmaz. Cima edilmeyen kadının talâkı bâbından az önce gecen; "Bir kimse cima ettiği karısına; sen defalarca boşsun yahut binlerce boyun derse üç talâk vâki olur." İfadesi bunun hilâfınadır. Çünkü o sarîhtir. Sarîh tekrarlanırsa sarîha lahîk olur. Onun için de cimada bulunduğu karısına diye kayıtlamıştır. Zira iddet bâkidir. Nitekim orada izah etmiştik.

"Sonra iki niyet ederek" yani sen haramsın sözüyle iki talâkı niyet ederse bir talâk vâki olur. Çünkü iki kelimesi mahz-ı adettir. Haram sözünün ona ihtimali yoktur. Meğerki kadın cariye olsun. Çünkü cariye hakkında iki itibarî ferddir. "Bir talâk vâki olur." sözü Fetih sahibinin "Hiç bir şey vâki olmaz." sözüne rettir. Çünkü onun sözü kalem hatasıdır. Ulemanın ibârelerinde vâki olan ikiyi niyetin sahih olmamasıdır. Üçü niyet etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü sahihtir ve üçü tamamlamak için iki talâk vâki olur. Nitekim Hâniyye ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Nehir sahibi ise; "Hiç bir şey vâki olmaz." sözünü lâfzıyla olsa da niyetiyle bir şey olmaz şeklinde cevaplandırmıştır. Düşün! Burada Cevhere'nin: "Birinci ile niyet ederse iki talâk vâki olur." sözüne ret cevabı vardır. Nitekim şârih bunu sarîh bâbının başında söylemiş, biz de bunun üzerine orada söz etmiştik.

"İkinci ile yemin" yani îlâ niyet ederse niyet ettiği sahih olur. Çünkü bunda kendi nefsine şiddet gösterme vardır. Zira bu sözle bir talâkı niyet etse yahut onu mutlak bırakıp talâkayorumlansa -nitekim müftâbih olan da budur- bir şey vâki olmazdı. Çünkü bâindir. Bâin ise kendi misline lahîk olamaz. Nitekim geçmişti. Anla!

"Üç talâk vâki olur." Çünkü muallak olursa bâin bâine lahîk olur. Zira o zaman ikinciyi birinciden haber yapmak doğru olamaz. Nitekim bâbında geçmişti.

"Tamamı Bezzâziye'dedir." İbâresi şöyledir: "Bir adam iki karısına: siz bana haramsınız der de birinin üç, diğerinin bir talâk boş olmasını niyet ederse İmam-ı A'zam'a göre niyeti sahih olur. Fetva buna göredir. Bu adam ikisinden birisi hakkında talâkı, diğeri hakkında yemini niyet ettim derse Ebû Yusuf'a göre kadınların ikisi de boş düşer. İmam-ı A'zam'a İmam Muhammed'e göre ise niyetine göre olur. Bir adam üç karısına: siz bana haramsınız der de birinci kadının üç talâkla boş olmasını ikinci hakkında yemini, üçüncüsü hakkında yalanı niyet ederse kadınlar üç talâkla boş olurlar. Bazıları bu kavlin İmam Ebû Yusuf'a ait olduğunu söylemişlerdir. İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e göre ne niyet ettiyse o olmak gerekir.

"Her biriyle cimada bulunmakla yeminini bozmuş olur." Yani her ikisine îlâ yapmış sayılır. Ama fetva buna göre değildir. Müftâbih kavle göre kadınların her biri bir talâk-ı bâinle boş olur. H. Yani bu söz örfte talâktır demektir.

"Fark gizli değildir." Ve şudur: Allah Teâlâ'nın ismi hörmetini çiğnemek ancak her ikisiyle cimada bulunmakla tahakkuk eder. Her ikiniz bana haramsınız sözünde îlâ tahrim kelimesinin mânâsı itibariyledir ve bu ikisinde de mevcuttur. Muhît'ten naklen Fetih'te böyle denilmiştir. Bahır ve diğer kitaplarda da bunun gibidir. Halebî diyor ki: "Fark şudur: bu adam her ikiniz bana haramdır sözüyle kadınları kendisine haram kılmıştır. İkisini de haram kılmak her birini ayrı ayrı haram kılmaktır. İkinize de yaklaşmam sözünde ise kendini ikisine birden yaklaşmaktan men etmiştir. Binaenaleyh ikisiyle birden cima etmezse yemini bozulmaz. Bu farkı Nehir sahibi yeminler bahsinde açıklamıştır."

"Tekrarı niyet ettiği takdirde" yani te'kidi niyet ederse birleşirler ve bir îlâ ile bir yemin meydana gelir. Hatta müddet içinde kadına yaklaşmazsa kadın bir talâk boş olur. Yaklaşırsa erkeğe bir kefâret lâzım gelir.

"Aksi takdirde" yani hiç bir şey niyet etmez yahut güçlük ve ağırlaştırma niyet ederse -ki bu tekrar değil yeniden başlamaktır- bir îlâ ile üç yemin hâsıl olur. Fetih'te böyle denilmiştir. Kıyasa göre îlânın da üç olması gerekir. Ki İmam Muhammed'in kavli de budur. Hatta dört ay geçer de kadına yaklaşmazsa kadın bir talâk bâin olur, sonra onun arkasından bir daha, sonra bir daha bâin olur. Meğerki kadın cima edilmemiş olsun. O zaman yalnız bir talâk boş olur. İstihsana göre ki Şeyhayn'ın kavli de budur îlâ birdir. Binaenaleyh yalnız bir defa vâki olur. Çünkü müddet birleşmiş olunca men dahi birleşmiş olur. Binaenaleyh îlâ tekerrüretmez ve kadına yaklaşmakla bilittifak üç kefâret lâzım gelir. Çünkü bir şart bir çok yeminlere kâfidir. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Allahu a'lem.

 

 

HUL BÂBI

 

Hul' lügatta gidermek mânâsına gelir. Evliliği gidermek mânâsında bu şekilde kullanılmış, başka mânâlarda hal' şeklinde kullanılmıştır. Şer'an Bahır'da belirtildiği gibi nikâh milkini kadının kabulüne bağlı olarak hul' lafzıyla veya o mânâda bir sözle gidermektir. Nikâh milkini kaydıyla fâsid nikâhtaki hul', talakı bâinden ve dinden döndükten sonra yapılan hul' hariç kalmıştır. Çünkü hükümsüzdür. Nitekim Fûsul'de beyan edilmiştir. Kadının kabulüne bağlı olan kaydıyla talâkı niyet ederek seni hul' ettim demesi hariç kalır. Çünkü talâk bâin olarak meydana gelir. Hukuku ıskat etmez. Çünkü hukuk buna bağlı değildir. Ama mufâale bâbından kullanarak seni muhâlea ettim yahut emirle muhâlea ol der de mal söylemezse kadın kabul ettiği takdirde bu hul' olur, hakları ıskat eder. Hatta kadın bedeli almışsa onu iade eder. Hâniyye.

Hul' lafzıyla kaydı mal vermek şartıyla talâkı tariften çıkarır. Çünkü mal vermek şartıyla talâk hak ıskat etmez. Fetih. Veya o mânâda bir söz kaydını ziyade etmesi mubâree sözü tarife girsin diyedir. Zira o da hukuku ıskat eder. Nitekim gelecektir. Bir de alış-veriş sözleri tarife girsin diyedir. Zira bunlar da öyledir. Nitekim Suğra sahibi bunu sahihlemiştir. Hâniyye sahibi ise muhâliftir. Böylece tarif talâk-ı ric'î ile boşanan bir kadının hul'u sahih olacağını ifade etmiştir.

İZAH

Musannıfın hul'u îlâdan sonraya bırakması îlâda mal olmadığı için o talâka daha yakın sayıldığındandır. Hul' bunun hilâfınadır. Çünkü onda kadın tarafından muaveza (bedel verme) manâsı vardır. Bir de îlânın esası erkek tarafından gelen geçimsizliktir. Hul' ise ekseriya kadın tarafından gelen geçimsizlikle olur. Bu sebeple musannıf erkekten geleni kadından gelene tercîhan önce zikretmiştir. İnâye.

"Hul' lügatta gidermektir ilah..." Araplar hala'tün-na'le derler. Ayakkabını çıkardım mânâsına gelir. Kadın kocasına fidye vererek ayrılırsa buna muhâlea denir. İsim hul'dur. Bu kelime elbiseyi çıkarmaktan istiare edilmiştir. Çünkü karı-kocadan her biri diğerinin elbisesi mesabesindedir. Hul'u yapınca sanki her biri elbisesini çıkarmış gibi olur. Bunu Bahır sahibi Misbah'dan nakletmiştir.

"Çünkü hükümsüzdür." Zira fâsid nikâh milk-i müt'a ifade etmez. Talâk-ı bâinle ve dinden dönmekle ondan önce giderme işi olmuştur. Hul'da giderme kalmamıştır. Bahır sahibi diyor ki: "Mehir sâkıt olmaz. Hul'dan sonra erkeğin dinden dönme halinde kadını nikâha zorlama hakkı kalır. Nitekim Bezzâziye'de bildirilmiştir."

Ben derim ki: Bu mutlak sözün zâhiri fâsid nikâhta mehrin sâkıt olmadığını gösterir. Velev ki cima'dan sonra olsun. Lâkîn Câmiü'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Kadını nikâhı fâsidle alır da onunla cima'da bulunursa mehri karşılığında hul' yaptığında bazıları mehrin sâkıtolduğunu söylemişlerdir. Çünkü hul' ibrâdan kinâye sayılır. O ibrâ için vaz' edilmîştir. Birtakımları mehir sâkıt olmaz demişlerdir. Çünkü hul' hükümsüz kalır. O ancak mevcud nikâhta sahihtir. Bahır'da dahi şöyle denilmektedir: "Kadını mal karşılığında muhâlea eder de sonra iddet îçinde hul' yaparsa sahih olmaz. Nitekim Kınye'de bildirilmiştir." Lâkin şu iki mesele arasında fark göstermeye muhtaçtır. Kadını hul'dan sonra muhâlea ederse sahih olmaz. Hul'dan sonra mal mukabilinde boşarsa sahih ve vâkî olur. Ama mal vâcib olmaz. Biz bunu kinâyeler bahsînin sonunda zikretmîştik.

Ben derim ki: Orada biz farkı göstermîştik. Fark şudur: Hul' talâk-ı bâîndir. Bâin îse kendi gibi bâine lahîk olmaz. Mal karşılığında talâk sarîhtir. Binaenaleyh o hul'a lahîk olur. Burada mal vermek vâcîb olmaması şundandır: Çünkü mal kadın kendisini ancak onunla kurtaracaksa o zaman lâzım gelir. Onun içindir ki hul'la talâkı bâin meydana gelir. Kadını hul'dan sonra mal karşılığında boşarsa bu talâk kadının kendisîni kurtarmasını ifade etmez. Zîra kurtulma işi bundan önce hul'la olmuştur. Onun içindir ki kadını mal karşılığında boşar da sonra hul' yaparsa malı vermesî lâzım gelir. Biz bu husustaki sözün tamamını orada arz etmiştik.

"Kadının kabulüne bağlı olarak..." Bahır sahibi diyor ki: "Mal vermek şartıyla yahut muhâlea sözüyle yapılan hul'da kadının kabulü mutlaka lâzımdır." Tatarhâniyye'de dahi şöyle denilmiştir: "Bir adam karısına: Şu haneye girersen seni bin dirheme muhâlea ettim der de kadın o haneye girerse bin dirheme talâk vâki olur. Bu sözle kadın girerken kabul ettiyse demek istemiştir." Bundan anlaşılan şarttan önce kabulün sahih olmamasıdır. Nitekim ileride söyleyeceğiz.

"Seni hul' ettim demesi hariç kalır ilah..." Yani seni hul' ettim deyip mal zikretmezse hul' olmaz. Çünkü hul' ne zaman mal şartıyla yapılırsa kadının kabul etmesi lâzım gelir. Nitekim az yukarıda söyledik.

"Talâkı nîyet ederek" Diye kayıdlaması zâhir rivâyete göredir. Çünkü bu kinâyedir. Onun için ya niyet yahut halin delâleti lâzımdır. Lâkin göreceğiz ki bu söz çok kullanılmakla sarîh gibi olmuştur.

"Hukuku ıskat etmez." Yani evliliğe aid hakları ıskat etmez. Bunların beyanı gelecektir.

"Seni muhâlea ettim ilah..." Yerine zikredilmesi veya "Seni muhâlea ettim demesi bunun hilâfınadır" Cümlesini kullansa daha iyi olur ve tarîfin hukuku ıskat eden hul'a mahsus olduğunu gösterirdi. Mal zikretmeksizin kadına seni hul' ettim demesine şer'an hul' adı verilemez. O bir talâk-ı bâindir, kadının kabulüne bağlı değildir. Beraberinde mal zikretmesi yahut hul'un mufâale bâbından veya emirle yapılması bunun hilâfınadır. Zira kadının mutlaka kabul etmesi lâzımdır. O kadın tarafından bir muâvezadır. Nitekim gelecektir.

Zâhire bakılırsa mufâale bâbından seni muhâlea ettim demesî ancak mehrin sukutu içinkabule bağlıdır. Bu sözle talâk vâki olmak için kabule bağlı değildir. Zira talâkın vukuu hususunda seni muhâlea ettim sözüyle seni hul' ettim sözü arasında fark görülmemektedîr. İleride bunu te'yîd eden sözler gelecektir. Düşün! Mal vermek şartıyla talâk da hul' hükmündedir. Binaenaleyh onda da kabul şarttır. Velevki hul" adı verilmesin. Bu izahtan anlaşılır ki, mal zikredilirse seni hul' ettim ile seni muhâlea ettim sözleri arasında fark yoktur ve kadının kabulüne bağlı olan her şeye hul' denilmez. Hul' lafzıyla yapılan her şey kabule bağlı değildir, hakları ıskat etmez.

T E N B İ H : - Tatarhâniyye'de ve diğer kîtablarda şöyle denilmektedir: "Mutlak olan hul' lafzı bedel vermek şartıyla talâka yorumlanır. Hatta bir adam başkasına: Benim karımı hul' et der de bedelsiz hul' ederse sahih olmaz."

"Muhâlea ol ilah..." Karısına kendini hul' et derse dört vecih meydana gelir.

1) Ya kendini şu kadara hul' et der de kadın hul' eder. Bu sarîhtir. Velev ki kocası sonunda cevaz verdim yahut kabul ettim demesin. Muhtâr kavil budur.

2) Yahut kendini malla hul' et der mikdarını söylemez. Yahut dilediğin kadarla der. Kadın da kendimi şu kadara hul' ettim şeklinde cevap verir. Zâhir rivâyete göre burada kocası kabul etmezse hul' tamam olmaz.

3) Yahut hul' ol der başka bir şey söylemez. Kadın da hul' yapar. Bu Ebû Yusuf'a göre hul' olmaz. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre bedelsiz olarak boş düşer. Ulemadan bir çokları bu kaville amel etmişlerdir.

4) Yahut malsız hul' yap der kadın da yapar. Burada kadının sözüyle hul' tamam olur. Meselenin tamamı Câmiu'l-FûsuIeyn'dedir. Bir misli de Hâniyye'dedir.

Gizli değildir ki, şârihin söylediği üçüncü vecihdir. Hâniyye sahibi geçen hilâfı zikretmiş ve bir çok ulemanın İmam Muhammed'in kavliyle amel ettiklerini söylemiştir. Şu halde Hâniyye'deki ifade şârihin ona nisbet ettiğinden başkadır. Evet, Hâniyye'de şöyle denilmîştir: "Erkek seni muhâlea ettim der de kadın bunu kabul ederse kadına borcu olan mehirden beraet eder. Kadına verecek mehir borcu yoksa kadın ondan aldığını kendisine iade eder." Hâkim-i Şehid de böyle demiştir. İbnü'l-Fadl da bununla amel etmiştir. Bu bizim imam Ebû Yusuf'tan naklettiğimiz: "Hul' ancak bedelle olur." sözünü te'yid eder. Lâkin söz götürür. Bundan sonra bahsedeceğiz.

"Çünkü mal vermek şartıyla talâk hak ıskat etmez." Yani mu'temed kavle göre mehri ıskat etmez. Nitekim bunu musannıf söyleyecektir. Evet, nafakayı ıskat eder. Velev ki takdir edilmiş nafaka olsun. Nitekim gelecektir.

"Nitekîm gelecektir." Bu musannıfın: "Hul' ve mubaree her hakkı ıskat eder ilah..." dediği yerde gelecektir.

"Zira bunlar da öyledir." Yani bunlar da hukuku ıskat eden hul'dur. Bahır. İmâdiyye'de şöyle denilmiştir: "Mültekaf'ta beyan edildiğine göre bir kimse karısına nefsini sana sattım der de mal zikretmezse kadının satın aldım demesiyle aldığı mehir karşılığı talâk vâki olur. Kadın bu mehri kocasına iade eder. Mehrinî almamışsa kocasının zimmetindeki borç sâkıt olur."

"Hâniyye sahibi muhâliftir." O şöyle demiştir: "Sahih olan şudur: Alışveriş lafzıyla yapılan hul' mehirden berâet icab etmez Meğerki zikredilsin." Bu söz götürür ki biz ondan ileride bahsedeceğiz.

METİN

Hâcet zamanında yani karı-koca anlaşamayıp geçimsizlik zuhurunda mehir olmaya yarayan malla hul' yapmakta bir beis yoktur. Burada aksikülli yoktur. Çünkü on dirhemden aşağı malla, kadının elindeki parayla, koyununun karnındaki kuzu ile hul' yapmak sahihtir. Aynî aksikülliyi câiz görmüştür. Hul'un şartı talâkın şartı gibidir. Sıfatını musannıf şu sözüyle ifade etmiştir. Hul' erkek tarafından yemindir. Çünkü talâkı mal kabulüne tâlikten ibarettir. Binaenaleyh kadının kabulünden önce erkeğin bundan dönmesi sahih değildir.

İZAH

"Geçimsizlik zuhurunda..." Kuhistânî'de Tahâvî şerhinden naklen şöyle denilmektedir: "Sünnet şudur: Karı-koca arasında geçimsizlik oldu mu her ikisinin aileleri toplaşarak onların aralarını bulmalıdırlar. Uzlaşmazlarsa talâk ve hul' câiz olur." T. Âyette zikredilen hüküm de budur. Fetih sahibi bunu bâbın sonunda izah etmiştir.

"Mehir olmaya yarayan malla" sözü hul'da bedel şarttır mânâsını îham etmektedir. Halbuki biliyorsun bir adam karısına: Seni muhâlea ettim der de kadın kabul ederse hul' tamam olur. Bedel zikri şart değildir. Bahır sahibi bununla Fetih sahibine itirazda bulunmuştur. Çünkü Fetih sahibi tarifte bedeli zikretmiş, sonra şöyle demiştir: "Meğerki kadının hul'la sâkıt olan mehri bedeldir. Binaenaleyh hul' bedelden hâli değildir denilsin." En iyisi Kenz ve diğer kitablardaki gibi: "Mehir olmaya yarayan her şey hul' bedeli de olabilir." demektir. Çünkü bunun mânâsı hul'da mehir olmaya yarayan bir bedel zikredilirse sahih olur demektir. ileride göreceğiz ki hul'da verilen karşılık mal bâtıl olursa kadın meccanen talâkı bâinle boş olur.

"Burada aksi külli yoktur." Binaenaleyh mehir olmaya yaramayan her şey hul' bedeli de olamaz, denilemez. Çünkü bazı mehir olmaya yaramayan şeyler hul' bedeli olabilir. Nitekim kitabımızın misâllerinden anlaşılıyor. Şu halde külli kazıyye doğru değildir. Evet, aksi mûcibe-i cüz'iyye olarak sâdıktır. Meselâ hul' bedeli olabilen şeylerin bazısı mehir olur denilebilir.

"Aynî aksi külliyi câiz görmüştür." 0 bu hususta Gâyetü'l-Beyân'ın şu sözüne uymuştur: "Bu kaide müttariddir, külli olarak in'ikâs eder. Çünkü küllinin muttarid olmasından maksad kıymeti haiz mal olması ve tamamlanması gereken bilinmez tarafı bulunmamasıdır. On dirhemden az mal ise bu mesabededir. Aksi küIIinin bir şekli de kıymeti haiz olmayan mal yahut tamamlanması gereken bilinmez tarafı bulunandır. On dirhemden az olan mal kıymeti haizdir, bilinmeyen tarafı yoktur. Binaenaleyh ne tard-ı külliye ne de aksine sual vârid olamaz." Nehir sahibi diyor ki: "Şüphesiz mutlak salahiyet kâmil olandır. Kemmiyyetten hali kıymeti haiz mutlak malın mehir olabilmesi ise memnu'dur. Onun için de muhakkık âlimler külli olarak in'ikâsını kabul etmemişlerdir."

"Talâkın şartı gibidir" ki, o da kocanın ehliyeti kadının müneccez veya milke muallâk talâka mahal olmasıdır. Hul'un rüknü ise Bedâyı'da denildiği gibi mal karşılığında yapılıyorsa icab ve kabuldür. Çünkü bedel şartıyla talâk akdidir. Kabul bulunmaksızın ayrılık vâki olmadığı gibi bedel de hak edilmez. Ama kocanın seni muhâlea ettim deyip bedeli zikretmemesi ve bununla talâk niyet etmesi bunun hilâfınadır. Kadın kabul etmese de talâk vâki olur. Çünkü bu bedelsiz talâkdır. Kabule ihtiyacı yoktur . Şürunbulâliyye'de dahi bâbın sonunda Hâniyye'den naklen böyle denilmîştir. Zâhirine bakılırsa mal zikredilmediği takdirde kabule bağlı olmaması hususunda seni muhâlea ettim sözüyle seni hul' ettim sözü birbirine müsavîdir. Bu yukarıda gecenin zâhirine muhâliftir. Meğerki şöyle denilsin Mufaale bâbından kullanılan sözün kabule bağlı olması hakları ıskat etmek için şarttır. Seni hul' ettîm demesi bunun hilâfınadır. Çünkü bir şey ıskat etmez. Velevki kabulle beraber olsun.

Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Erkek seni muhâlea ettim der de kadın kabul ederse talâk-ı bâin vâki olur. Kadın kabul etmese dahi öyledir. Çünkü talâk seni muhâlea ettim sözüyle meydana gelir." Yine Haniyye'de şu ifade vardır: "Seni şu kadara muhâlea ettim der de ma'lum bir mal söylerse kadın kabul etmedikçe talâk vâki olmaz. Nitekim seni bin dirheme boşadım dese hüküm budur." Yani bu kabule muallaktır demek istiyor. Ama mal zikretmezse ma'nen kabule muallak olmaz ve kadın kabul etmese de talâk vâki olur.

"Çünkü talâkı mal kabulüne tâlîktan ibarettir." Bedâyı'da böyle açık-lanmıstır. Onun için Hânîyye sahibi: "Seni şu kadara muhalea ettîm der de ma'lum bir mal söylerse, kadın kabul etmedikçe talâk vâki olmaz. Nitekîm seni bin dîrheme boşadım derse kadın kabul etmedikçe talâk vâki olmaz." demiştir. Bâbın sonunda gelecek ilk fer'î mesele bunun üzerine teferru' etmektedir. Onu orada izah edeceğiz.

"Erkeğin bundan dönmesî sahih değildir ilah..." Yani hul'a kocası başlayarak seni bin dirheme muhâlea ettim derse bundan dönmeye hakkı yoktur. Kezâ bunu feshe ve kadını kabulden men etmeye dahi hakkı yoktur. Ama şarta tâlika ve bir vakte izafe etmeye hakkı vardır. Meselâ Zeyd gelirse seni şu kadara muhâlea ettim yahut seni yarın veya ay başındanşu kadara muhâlea ettim diyebilir. Kadının bunu Zeyd geldikten sonra veya izafe ettiği vakit geldikten sonra kabule hakkı vardır. Çünkü bu söz şart veya vakit bulunduğu an boşamaktır. Kadının bundan önce kabul etmesi hükümsüz olur. Bedâyı'.

METİN

Kendisine muhayyerlik şartı koyması dahi sahih değildir. Hul' meclise yani erkeğin meclisine münhasır değildir. Ama kadının kabulü hul'u duyduğu meclise münhasırdır. Kadın tarafından malla muâveza (bedel verme) dır. Binaenaleyh erkek kabul etmeden kadının sözünden dönmesi sahihtir. Kadının kendisi için muhayyerliği şart koşması da sahihtir. Velev ki üç günden fazla olsun. Bahır. Satış gibi hul' da meclise münhasırdır.

İZAH

"Hul' meclise münhasır değildir." Binaenaleyh kadın kabul etmeden er-keğin meclisinden kalkmasıyla bâtıl olmaz. Bedâyı'.

"Ama kadının kabulü ilah..." Burada şöyle denilebilir: Bu mesele hul'un kadın tarafından muâveza olmasının fer'lerindendir. Şu halde evlâ olan bunu oraya bırakmaktı. Bedâyı'ın ibâresi şöyledir: "Kadının mevcud olması şart değildir. Bilâkis hul' meclisten öteye bağlıdır. Hatta kadın gaibte olur da kulağına gelirse kabul edebilir. Lâkin bulunduğu mecliste kabul edecektir. Çünkü onun tarafından hul' muavezadır."

"Kadın tarafından muâvezadır." Cümlesi "Erkek tarafından yemindîr." Cümlesinin üzerine mâtuftur. Yani kadın talâka mâlik değildir. Talâk erkeğin milkidir. O da onu şarta talik etmiştir. Talâkın tâlika ihtimali vardır. Fakat dönmeye ve muhayyerlik şartına ihtimali yoktur. Şart bâtıl olur, talâk bâtıl olmaz. Meclisle de mukayyed değildir. Fakat kadın tarafından hul' mal muâvezasıdır. Çünkü malı bedel karşılığında temlîktir. Binaenaleyh satış ve emsali gibi bunda da mal muâvezası hükümlerine riayet olunur. Nitekim Bedâyı'da bildirilmîştir.

"Kadının sözünden dönmesi sahihtir." Yani hul'a kadın başlamış meselâ kendimi senden şu kadara hul' ettim demişse, kocası kabul etmeden bu sözden dönebilir. Kadının ve keza kocasının meclisten kalkmasiyle de hul' bâtıl olur. Meclisin ötesine tevakkuf etmez. Meselâ kocası gaib ise duyduğu anda kabul etse sahih olmaz. Tâlik ve izafesi de sahih değildir. Bedayı'.

"Kadının kendisi için muhayyerliği şart koşması da sahihtir." Meselâ erkek üç gün muhayyer olman şartıyla seni şu kadara muhâlea ettim der de kadın kabul ederse İmam-ı A'zam'a göre şart câizdir. Hatta bu müddet zarfında kadın kendini ihtiyar ederse talâk vâki, mal vâcib olur. Reddederse talak da vâki olmaz, mal da icab etmez. İmameyn'e göre muhayyerlik şartı bâtıldır. Talâk vâki, mal da lâzım olur. Bedâyı'. Bahır sahibi diyor ki:

"Muhayyerlik şartıyla kayıdlaması şundandır: Zira hul'da ve feshe ihtimali olmayan herakîdde görme muhayyerliği sâbit olmaz. Nitekim Fusul'de belirtilmiştîr. Fakat hul'un bedelinde kusur muhayyerliği fazla kusurda sâbittir. Fazla kusurdan murad o malın derecesini iyiden ortaya indîren, ortadan da kötülüğe düşürendir. Az olan kusurda görme muhayyerliği yoktur.

"Velev ki üç günden fazla olsun." Yani satışın hilâfınadır demek istiyor. Çünkü satışta muhayyerlik şartı kıyasa muhâliftî. Zira o temlîklerdendir. Meselenin tamamı Keşif'den naklen Bahır'dadır. Karı-koca hul'u mutlak olarak yaparlar, yani müddet zikretmezlerse, sadece kadının bulunduğu mecliste muhayyerlik hakkı olması gerekli. Bu hüküm satışta mutlak bıraktıkları halden çıkarılır. Bahır. Ama söz götürür. Çünkü Bahır sahibi mutlak muhayyerliği söylemek istiyorsa şöyle denilir: Onun satışta sâbit olması akidden sonra olması ile mukayyeddir. Akid esnasında ise satış fâsîd olur. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. O zaman kadının hul'u kabulünden sonra zikredilmesinin bir faydası yoktur. Çünkü hul' tamam olduktan sonra artık feshe ihtimali yoktur. Satış bunun hilâfınadır. Muhayyerliği kabulden önce zikrederse satışa kıyas sahih olmaz. Çünkü onda sâbit değildir. Meğerki şöyle denilsin: Satışda sabit değildir. Çünkü o fâsid şartlarla bozulmaz. Hul' bunun hilâfınadır. Lâkin satışda sâbît olsa meclise münhasır olarak sâbit olurdu. Nitekim akidden sonra sâbît olursa hüküm budur. Hul'da da öyledir. Meclisi aşmaz. Düşün!

"Hul' da meclise münhasırdır." Binaenaleyh hem kadının hem erkeğin meclisten kalkmalarıyla bâtıl olur. Nitekim yukarıda geçti.

METİN

F A i D E: - Kadının kabul ederken hul'u mânâsıyle bilmesi şarttır. Çünkü muâvezadır. Talâk, köle âzâdı ve tedbir bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar ıskattır. Iskat bilmeden de sahih olur. Mal şartiyle âzâd meselesinde köle tarafı talâkda kadın tarafı gibidir.

Hul'; Alış-veriş, talâk ve mubâree sözleriyle olur. Senin nefsini veya talâkını sattım yahut seni şu kadara boşadım veya seninle mubâree yaptım yani senden ayrıldım gibi sözler ki, kadın kabul ederse hul' sahih olur.

İZAH

"Mânâsıyle bilmesi şarttır ilah..." Kocası Arapça olarak: Senden mehirle ve iddet nafakasıyla hul' oldum demeyi kadına dikte eder de kadın bunun mânâsını bilmezse yahut seni iddet nafakasından ibrâ ettim dîye söylemesini dikte ederse, esah kavle göre câiz olmaz. Çünkü tefvîz tevkil gibidir. Tevkil âncak vekilin ilmiyle tamam olur. Nafaka iddeti ile mehirden ibrâ ıskat olsa da feshe ihtimali olan ıskattır. Binaenaleyh bunda satış şübhesi vardır. Satışda ve bütün muâvezalarda bilmek mutlaka lâzımdır. Bu suret çok defa vâki olur. Fetih.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa murad hul'un sahih olması, bedelin lâzım gelmemesidir. Çünkü kadının hul'un mânâsını bilmemesi hakkının sâkıt olmaması hususunda özürdür. Bundan kabul ederse boş düşmemesi de lâzım gelmez. Düşün! Şu da var ki zamanımızın ekseri kadınları hul'un mûcebi hukuku ıskat olduğunu bilmezler. Kadın kocasından kendisini hul' etmesini ister de kocası seni muhalea ettim cevabını verir ve kadın buna razı olursa acaba sırf bununla kadının mehri sâkıt olur mu olmaz mı? Bunu açıklayan görmedim. Ulemanın bülûğ muhayyerliğinin sukûtu hakkında söylediklerine bakılırsa kadın bilmemekle mâzûr sayılmaz. Şirket bâbında göreceğiz ki mufâveza ancak mufâveza lafzıyla sahih olur. Velev ki mânâsını ikisi de bilmesinler.

"Iskat bilmeden de sahih olur." Yani sadece kazaen sahih olur. Nitekim bunu talâk bâbında söylemişti. Rahmetî.

"Köle tarafı ilah..." Nikaye'de ve onun Kuhistânî şerhinde şöyle denilmiştir: "Âzâd olma meselesinde köle ile cariye hul'da kadın gibidirler. Köle sahibi koca mesabesindedir. Hatta köle sahibine: Kendimi senden şu kadara satın aldım derse sahibi kabul etmeden bu sözden dönebilir. Fakat sahibi nefsini sana şu kadara sattım derse dönmeye hakkı yoktur. Sen muhayyerlik şartını ve meclise mahsus olma işini de buna kıyas et!" T. Bunun hâsılı şudur: Mal karşılığında köle âzâdı köle tarafından muâvezadır ve kadın tarafından hul' gibidir. Binaenaleyh köle tarafından muâveza hükümleri itibar olunur. Sahibinin tarafı bunun hilâfınadır. O koca mesabesindedir. Binaenaleyh onun hakkında bu hükümler aksine olur.

"Talâkta kadın tarafı gibidir." sözünden murad hul'dur. Çünkü sözümüz hul'dadır. Şârihin buna talâk demesi kinâye ile talâk olduğu içindir.

"Hul' ilah..." Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Hul'un lâfızları beş olup onlar da: Seni muhâlea ettim, seni bâin kıldım, seni mubaree ettim, senden ayrıldım ve kendini bin dirheme boşa sözleridir." Musannıfın söylediği alış-veriş sözleri de bunlara ziyade edilir.

"Senin nefsini sattım." Suğra'dan naklen yukarıda geçmişti ki, bu sözün hukuku ıskat ettiği sahihlenmiştir.

"Veya talâkını sattım." Bahır'da şöyle denilmiştir: "Erkek: Sana talâkını mehrin mukabilinde sattım der de kadın kendimi boşadım cevabını verirse, mehri mukabilinde ondan bâin olur. Bu söz satın aldım demesi gibidir. Bazıları talâkın ric'î olacağını söylemişlerdir. Fakat birinci kavil esahdır. Kocası sana bir talak sattım der de kadın satın aldım cevabını verirse meccanen bir talâk-ı ric'î meydana gelir. Çünkü bu söz sarîhtir." Hâniyye sahibi ikinciyi bedeli zikretmediyse diye kayıdlamış, sonra şunlar söylemiştir: "Nefsini sana sattım der de kadın satın aldım cevabını verirse bir talâk-ı bâin meydana gelir. Çünkü talâkı satmak onu temlik etmektir. Bedeli zikretmeyince seni boşadım demiş gibi olur ve talâk-ı ric'î meydana gelir. Ama kadının nefsini satmak nefsi kadına temlîk olur. Nefse mâlik olmak ise ancakbâinle hâsıl olur. Böylece talâk-ı bâin meydana gelir." Bu gösterir ki sana bir talâkı şu kadara sattım sözüyle dahi bir talâk-ı bâin meydana gelir.

"Yahut seni şu kadara boşadım." Bu söz mal mukabilinde talâk mehri ıskat ettiğine göredir. Ama mutemed olan kavil bu değildir. Nitekim ileride gelecektir. H. Yani "Yukarıda geçti ki murad hul'un hakları ıskat etmesidir. Mal karşılığında talâk ise bu kabîlden değildir." diyecektir.

METİN

Hul'un hükmü: Onunla vâki olan talâkın velev ki malsız yapılsın kezâ sarîh sözle mal karşılığında yapılan talâkın bâin olmasıdır. Bunun semeresi bedelin bâtıl olduğu yerdir. Nitekim gelecektir. Hul' kinâye lâfızlardandır. Binaenaleyh kinâyelerde muteber olan talâk karineleri onda da muteberdir. Lâkin fesh olduğuna hüküm verilirse geçerli olur. Çünkü içtihad götüren bir yerdir. Bazıları içtihad götürmeyen yerlerden olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse karısına hul' yapar da sonra ben bununla talâkı niyet etmedim derse, bedel zikrettiği takdirde kazaen dört surette tasdik olunmaz. Aksi takdirde hul' ve mubâree lâfızlarıyla yapılmışsa tasdik edilir. Çünkü bu iki lâfız kinâyedirler. Karine de yoktur. Satış ve talâk lâfızları böyle değildir. Çünkü zâhirin hilâfınadır. Burada niyetin şart kılındığına işaret vardır ki, zâhir rivâyet de o dur. Şu kadar var ki ulema burada niyetin şart olmadığını söylemişlerdir. Çünkü çok kullanılmak suretiyle bu kelime sarîh gibi olmuştur. Nitekim Muhît'in talâkın dağınık meselelerinden naklen Kuhistânî'de böyle denilmiştir.

İZAH

"Velev malsız yapılsın." Bu hul' lâfzıyla yahut nefsini sattım lâfzıyla yapıldığına göredir. Talâkı yahut talkayı sattım der de bedel zikretmezse bunun hilâfınadır. Çünkü yukarıda gördüğün gibi bununla bir talâk-ı ric'î meydana gelir.

"Mal karşılığında yapılan talâk" dan murad ibraya da şâmildir. Hatta kadın: Beni boşaman şartıyla seni sende olan alacaklarımdan ibrâ ettim der de boşarsa kendisi berî olur, kadın da talâk-ı bâinle boş düşer. Ama kadının: Sende olan alacağımı tehir etmem şartıyla beni boşa demesi bunun hilâfınadır. Çünkü tehir etmek mal değildir. Mâlum bir sınırı varsa ona tehir sahihtir, yoksa sahih olmaz. Talâk mutlak surette ric'î olur. Bunu Bezzâziye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Fetih'de bu bâbın sonunda şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına: Beni kadınların adamlar üzerinde olan bütün haklarından ibrâ et der de kadın ibrâ eder arkacığın'dan kocası: Seni boşadım derse, kadın da cima" edilmişse bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü bedel karşılığıdır. Kadın kocasında olan her hakkına karşı onunla hul' yaparsa iddet içinde kendisine nafaka vardır. Zira hul' halinde kadının hakkı yoktu. Böylece anlaşılır ki, kadının erkekteki bütün alacakları ve kadınların erkekler üzerindeki bütünalacakları nâmına yapılan hul' sahihtir. Bu söz kadının o andaki haklarına yorumlanır."

Ben derim ki: Evet, kadın hul'dan önce ve sonra kadınların erkekler üzerindeki bütün haklarından derse nafaka sâkıt olur. Nitekim Bezzâziye'de belirtilmiştir. Tamamı ileride gelecektir. Kadına çocuk nafakasından ibrâ etmesi şartıyla yapacağı hul' dahi ileride gelecektir.

"Bunun semeresi" yani talâkı mal karşılığı diye kayıdlayıp hul'u kayıd-lamamasının semeresi bedelin bâtıl olduğu yerde kendini gösterecektir. Nitekim göreceğiz ki kadını şarab veya domuz yahut ölü eti karşılığında boşarsa hul'da talâk-ı bâin, talâkda talâk-ı ric'î meydana gelir. Bedel bâtıl olduğu için bunların ikisi de meccanen vâki olurlar. Bedel bâtıl olunca hul' lâfzı kalır. Onunla da bir talâk-ı bâin meydana gelir. Veya talâk lâfzı kalır, onunla talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü sarîhtir. Hul'la değil de talâkla bâin vaki olmasından mal zikretmek şart olmasaydı onunla kayıdlamanın bir semeresi olmazdı. Lâkin semereyi anlatırken sözü sadece bedelin bâtıl olmasına münhasır bırakmak söz götürür. Çünkü bedeli hiç zikretmemek dahi bunun gibidir. Düşün! Hul'un bütün hakları ıskat etmesine, mal karşılığında talâkın ise ıskat etmemesine gelince: Bu malla kayıdlamanın semeresi değildir.

"Hul' kinâye lâfızlardandır." Çünkü elbiseden veya hayırdan yahut nikâhtan soyunma mânâlarına ihtimallidir Mubâree de onun gibidir. Inâye.

"Binaenaleyh kinâyelerde muteber olan..." Onda da muteberdir. Yani bir talâk-ı bâin meydana gelir. Üçü niyet ederse üç talâk da olur. İkiyi niyet ederse bir talâk-ı bâin meydana gelir. Hâkim'in Kâfisi.

"Talâk karineleri" talâk müzakeresi ve talâkı istemek gibi şeylerdir Dürr-ü Müntekâ'da: "Mal koymak kıymeti hâiz olmasa da karinelerdendir." denilmiştir. T.

"Fesh olduğuna hüküm verilirse..." Nitekim Hanbelîlerin kavli budur Onlara göre hul' ile talâk vâki olmaz. O feshtir. Talâkı niyet etmemek şartıyla onun sayısını azaltmaz. Bahır.

"Çünkü içtihad götüren bir yerdir." Yani sahih bir içtihadın yeridir. Şu mânâya ki onda içtihad etmek câizdir. Çünkü kitap ve meşhur sünnete muhâlif olmadığı gibi icma'a da muhâlif değildir. Zira müçtehidin reyince bunlardan birine muhâlif olursa içtihad götüren yer olmaz. Hatta câiz olduğuna kâil olan bir hâkim onunla hükmetse geçerli olmaz. Nitekim yerinde anlatılmıştı. Bundan sonraki bâbın başında Fetih'den naklen bunun izahı gelecektir. Şüphesiz ki geçerli olur sözünden murad meselemizde Hanbelî bir hâkimin hükmüdür. Hanefî hâkimin hükmü değildir. Çünkü onun mezhebine muhâlif hüküm vermesi bir kavle göre sahih ise de bu zamanda bil ittifak sahih olmaz. Çünkü sultan hakimlerini mezhebimizin sahih hükümleriyle kayıdlamıştır. Binaenaleyh muhâlif mezheb şöyle dursun zayıf bir kaville verdiği hüküm bile geçerli olamaz.

"Kazaen tasdik olunmaz." Ama diyaneten tasdik olunur. Çünkü Allah Teâlâ onun kalbini bilir. Ancak kadının o adamla beraber yaşaması câiz değildir. Çünkü kadın hâkim gibidir. O adamın yalnız zâhirini bilir. Bunu Mebsût'tan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

"Dört surette" Yani hul', alış-veriş, talâk veya mubâree sözleriyle ya-pıldığında tasdik olunmaz.

"Satış ve talâk lâfızları böyle değildir." Çünkü onlar sarîhtirler. Lâkîn satış kelimesinin sarîh olması, meselâ nefsini sattım veya talâkını sattım demesi kelimenin bu mânâya delâleti kesindir, ondan ayrılmaz mânâsınadır. Çünkü burada satış milki yeminin elden gitmesidir. Bundan da kesinlikle milki müt'anın elden gitmesi lâzım gelir. Nitekim musannıf bunu Minah'da söylemiştir. Düşün! Talâkın sarîh olması ise zâhirdir. Velev ki hükmü ancak mal zikredildiği takdirde hul' hükmü olsun. Çünkü sözümüz mal karşılığı olmadığı zaman bununla talâk-ı ric'î meydana gelmesindedir. Kelime sarîh olduğu için ben bununla talâk, murad etmedim demesi tasdik edilmez.

"Burada niyetin şart kılındığına işaret vardır." Yani diyâneten bu sözle talâk vâki olmak için niyetin şart kılındığına işaret vardır. Mal zikretmek gibi bir karine yoksa kazaen vâki olması için de şarttır. Nitekim diğer kinâyelerde hüküm budur.

"Burada" Yani hul' lafzında niyet şart olmadığını söylemişlerdir. Bahır'da Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: "Mubâree dahi böyle olursa yani talâk mânâsında daha çok kullanılırsa niyete muhtaç olmaz. Velev ki kinâyelerden sayılsın. Aksi takdirde onda ve diğer kinâyelerde niyet aslı üzere şart olarak kalır." Bu sözde mubâree kelimesinin örfen talâk mânâsında daha fazla kullanılmadığına işaret vardır. Hul' böyle değildir. O havas olsun avam olsun herkesçe meşhurdur.

METİN

Geçimsizlik erkekten geliyorsa hul' karşılığında bir şey almak tahrimen mekrûh olur. Kadının kocasındaki alacaklarından onu ibrâ etmesi de buna ilhak edilir. Fakat geçimsizlik kadından gelirse bir şey alması mekrûh olmaz. Velev ki erkekten de gelsin. En muvafık kavle göre velevki kadına verdiğinden daha çok alsın. Fetih. Şümunnî fazla almanın mekrûh olduğunu sahihlemiştir. Mültekâ sahibinin beis yoktur tâbirini kullanması kerâhetin tenzihî olduğunu ifade eder. Bununla iki kavlin arası bulunmuş olur. Kadını hul' yapmaya kocası zorlarsa mal lâzım gelmeksizin boş olur. Çünkü malın lâzım gelmesi ve sukutu için rıza şarttır. Hul' bedeli teslim etmeden kadının elinde helâk olur veya sahibi çıkarsa bedel kıyemiyattan olduğu takdirde kıymetini, misliyattan olduğu takdirde mislini vermek kadına borç olur. Çünkü hul' fesh kabul etmez.

İZAH

"Bir şey almak tahrimen mekrûh olur." Yani az olsun çok olsun alması mekrûhtur. Hak şudur ki, geçimsizlik erkektense almak kesin olarak haramdır. Çünkü Teâlâ Hazretleri: "Ondan bir şey almayın." buyurmuştur. Şu kadar var ki, alırsa o mala haram bir sebeple mâlik olur. Tamamı Fetih'dedir. Ancak Bahir sahibinin Su'yûtî'nin Dürr-ü Mensûr'undan naklettiğine göre İbn-i Cerir bu âyet hakkında İbn-i Zeyd'den, sonra ruhsat vererek: "Eğer karı-kocanın Allah'ın emirlerini tutamayacaklarından korkarsanız kadının fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur." buyurdu. Böylece bu âyet ötekini neshetti. dediğini tahriç etmiştir. Bu rivâyet kadın razı olduğu takdirde ondan bir şey almanın mutlak surette helâl olacağını iktiza etmektedir. Yani geçimsizlik gerek erkekten, gerek kadından, gerekse her ikisinden olsun kadından bir şey alabilir. Lâkin burada şöyle denilebilir: Bahır'da evvela Fetih'den naklen bildirildiğine göre birinci âyet geçimsizlik yalnız erkekten geldiğine göredir. İkinci âyet erkekten gelmediğine göredir. Binaenaleyh aralarında çelişki yoktur. Aralarında çelişki olsa bile haksız yere mal almanın haram olduğu icma'la ve Teâlâ Hazretlerinin: "Kadınları zulmetmek için onların zararına elinizde tutmayın." Âyet-i kerîmesiyle sâbittir. Kadını isteyerek değil de onun zararına yani kurtuluşu mukabilinde malını almak için elinde tutmak kat'î delile muhâliftir.

"Buna ilhak edilir." Yani malını almak hükmündedir.

"Velev ki erkekten de gelsin." Çünkü Teâlâ Hazretlerinin: "Kadının fidye vermesinde ikisine de günâh yoktur." âyet-i kerîmesi nassan gösteriyor ki. geçimsizlik iki taraftan olursa kadının mal vermesi mubahdır .Geçimsizlik yalnız kadın tarafından ise mal vererek kendini kurtarması nassın delâletiyle yani evleviyetle mubahdır.

"Bununla iki kavlin arası bulunmuş olur." Yani Fetih sahibinin tercih ettiği: Fazlayı almakta kerâhet yoktur sözü -ki Câmi-i Sağîr'in rivayetidir- Şümünnî'nin tercih ettiği: Kerâhet vardır sözünün arası bulunmuş olur. Şümunnî'nin tercih ettiği söz Asıl'ın rivâyetidir ve birinci rivâyet kerâheti tahrimiyye olmadığına, ikinci rivâyet kerâheti tenzihiye olduğuna yorumlanır. Bu suretle yatıştırma Fetih'de açıklanmıştır. Zira Fetih sahibi meselenin sahabe arasında ihtilâflı olduğunu bildirmiştir. İki tarafın delillerini göstermiş, sonra tahkîkda bulunarak: "Bu izaha göre Câmi-i Sağîr'in rivâyeti daha münasib görünmektedir. Evet, ziyadeyi almak evlânın hilafınadır. Câiz olmamak evlânın hilâfınadır diye yorumlanır." demiştir. Bahır sahibi dahi bu yoldan yürümüştür.

"Hul' yapmaya kocası zorlarsa" Yani beni muhâlea et demeye zorlarsa demektir. Bahır'da: "Kabule zorlarsa" denilmiştir ki, bu söze kocası başlayarak seni muhâlea ettim demekle olur.

"Mal lâzım gelmeksizin boş olur." Yani hul' lâfzıyla söylerse bir talâk-ı bain, mal karşılığı talâklâfzıyla olursa bir talâk-ı ric'î vâki olur. Nitekim geçmişti ve yine gelecektir.

"Malın lâzım gelmesi içîn rıza şarttır." Yani kadının mal vermesi ki hul'da söylenen bedeldir.

"Malın sukûtu" ndan murad mehrin kocasından sukûtudur.

"Veya sahibi çıkarsa" Yani biri çıkıp da bu mal benimdir diye iddia ve isbat ederse demektir. Bu ibârenin bir misli de Hakim'in Kâfî'sinden naklen Fetih'de şöyledir: "Bedel kanı helâl bir köle olur da erkeğin elindeyken öldürülürse kıymetini kadından alır. Kezâ elini kesmek vâcib olur da onun yanında iken kesilirse köleyi iade ederek kıymetini olabilir."

METİN

Kadını şarab veya domuz yahut lâşe gibi mal olmayan bir şey mukabilinde hul' eder veya boşarsa hul'da bir talâk-ı bâin, ondan başkasında bir talâk-ı ric'î vâki olur, ikisi de meccanîdir. Çünkü bedel bâtıldır ki, yukarıda geçtiği vecihle semere de budur. Kadın helâl bir şey adı söyler meselâ şu sirke der de şarab çıkarsa, kocası şayet bilmezse kadından mehrini geri alır. Aksi takdirde kendisine bir şey verilmez. Meselâ şu elimdeki ile beni muhâlea et der de kadının elinde bir şey bulunmazsa, mal tesmiye etmediği için meccanen talâk-ı bâin vâki olur. Aksi de böyledir. Lâkin erkeğin elinde kadının bir mücevheri bulunur da kadın kabul ederse, kadın bilsin bilmesin o erkeğin olur. Kadın mal veya dirhemler sözünü ziyade ederse birincide şayet almışsa mehrini kocasına idde eder. Almamışsa bir şey vermesi lâzım gelmez. Cevhere. Yahut ikincide üç dirhem iade eder. Elindeki paralar üç dirhemden azsa onları tamamlar. Ama kadın dirhem der de elinde altınlar çıkarsa ne olacağını görmedim!

İZAH

"Mal olmayan" Kan ve hür insan gibi bir şey mukabilinde hul'da bir talâk-ı bâin vâki olur. Çünkü hul' vuslatı kesmek mânâsına gelen kinâyelerdendir. Binaenaleyh onunla bir talâk-ı bâin vâki olur. Fakat bu kadın kabul ederse talâk vâki olur mânâsınadır. Bahır.

"İkisi de meccanidir." Yani her iki surette bir şey vermek lâzım gelmez. Meccanî: Bir şeyi bedelsiz vermek manâsınadır. Fetih sahibi şöyle demiştir: "Yani kocaya bir şey vâcib olmaksızın talâk vâki olur. Çünkü nikâh milki elden çıkarken kıymeti hâiz değildir. Onun için talâkta bir şey lâzım gelmez." İmam-ı Züfer'e göre kadının mehrini kocasına iade etmesi vâcib olur. Nitekim Muhît'te beyan edilmiştir. Ama mehir henüz kocasının zimmetinde ise sâkıt olur. Çünkü yukarıda geçtiğine göre seni muhâlea ettim sözü hakları ıskat eder. Velev ki ivezle olmayan haklardan olsun.

"Kadın helâl bir şey adı söyler ilah..." Fetih sahibi diyor ki: "Mâlikîlerin kitablarında bildirildiğine göre kocası kadını bir helâlla bir haram üzerine meselâ şarabla bir mal üzerine hul' etse sahih olur. Fakat yalnız malı vermek vacib olur. Derler ki bizim ulemamızınkavillerine kıyasen dahi böyledir. Sahih olan da budur."

"Kadından mehrini alır." Yani kadın mehrini teslim almışsa kocası onu geri alır. Teslim almamışsa erkeğin zimmetinden mehir borcu düşer. Ama bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre orta bir sirkeden mislini vermek vacib olur. Çünkü mal tesmiyesiyle erkek kadın tarafından aldatılmıştır. H.

"Kadının elinde bir şey bulunmazsa" Meccanen talâk-ı bâin vâki olur. Fakat elinde bir şey varsa velevki az olsun kocasına verilir. Bahır.

"Aksi de böyledir." Meselâ erkek: Seni şu elimdeki şeyle muhâlea ettim der de elinde bir şey bulunmazsa hüküm yine budur. Bahır. Bu evleviyet yoluyla anlaşılır.

"Lâkin ilah..." Birinci meselede bir şey lâzım gelmemesi kadın tarafından aldatma vâki olmadığı içindir. Mücevher meselesinde de kadından aldatma olmadığına bakarak erkeğin onu hak etmediği zannedilebilir. Onun için şarih lâkin sözüyle istidrak yaparak bunun erkeğe verileceğini anlatıyor. Çünkü kadın hul'u kabul etmekle onun elinde ne olduğunu bilmezden önce kendi aleyhine zararı kabul etmiştir. Binaenaleyh bu istidrak yerindedir.

"Mal veya dirhemler sözünü ziyade ederse" Yani elimdekine beni muhâlea et dedikten sonra mala veya dirhemlere sözünü de ilave ederse, elinde bir şey olmadığına göre "Birincide mehrini iade eder" Yani beni elimdeki mal karşılığında muhâlea et dediğinde mehrini kocasına iade eder;

Mal yerine metâ, veya mehir malı tâbirlerini kullanmak da böyledir. Kezâ cariyemin veya koyunumun karnındaki yavruya demek dahi böyledir. Çünkü kadın mal tesmiye edince kocası boşamaya ancak bedelle razı olur. Tesmiye edileni veya kıymetini verdirmeye imkân yoktur. Çünkü meçhuldür. Mehri misli verdirmeye de imkân yoktur. Çünkü milk-i müt'a elden çıkarken kıymeti hâiz değildir. Şu halde kocasındaki olacağı mehr-i müsemma veya mehri misli ona iade etmesi teayyün eder. Nehir.

"İkincide üç dirhem iade eder." Yani kadın elimdeki dirhemler mukabilinde beni muhâlea et derse dirhemleri belirli veya belirsiz söylesin kocasına üç dirhem iade eder. Çünkü cem' sîgası kullanmıştır. Cem'in çoğu için sınır yoktur. Azı ise üçtür. Onun için üç dirhem iade eder. Kadın şuradaki koyunlar veya atlar yahut katırlar, eşekler veya elbiseler mukabilinde beni muhâlea et derse kocasına yine üç dirhem iade etmesi gerekir. Diraye'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi: "Elbiseler söz götürür. Çünkü bilinmez." demiştir.

Ben derim ki: Her birinden orta olanı vermesi icab eder. Ve bununla Bahır sahibinin itirazı def edilmiş olur. Nehir.

Ben derim kî: Bu da söz götürür. Çünkü elbisenin cinsi meçhûldür. Nasıl ki hayvan ve köle dese cinsleri meçhûldür. Katır ve eşek demesi bunun hilâfınadır. Onun için kadını bir elbiseveya bir köle mukabilinde almış olsa mehr-i misil vâcib olur. Bir at veya Herat kuması mukabilinde alırsa ortası vâcib olur. Bu izaha göre mutlak söylenen elbîsede birincide olduğu gibi mehrini iade etmesi gerekir. Sonra Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde şu ibâreyi gördüm: "Kadın tartı ve ölçü ile satılan şeylerden ve elbiselerden vasfını bildirdiği bir şeyle kocasından hul' olursa bu câizdir. Ama nev'î bildirilmeyen bir elbiseyle yahut yine böyle bîr hane ile ondan muhâlea olursa kocası kadına verdiği mehri alır. Hayvan dediyse yine böyledir."

"Elindeki paralar üç dirhemden azsa onları tamamlar." Üçten çoksa hepsini kocasına verir. Bunu Dürer sahibi Nihâye'den nakletmiştir.

"Ne olacağını görmedim." Nehir sahibi diyor ki: "Kadın dirhem olduğunu söyler de elindekiler altın çıkarsa kocasının dirhemden başkasını almaya hakkı yoktur. Ama ben bunu bir yerde görmedim." H.

Ben derim ki: Bizim örfümüze göre altınları vermesi lâzım gelir. Çünkü dirhem sözü örfen her ikisine şâmildir. Hâsılı kadın mehirden başka bîr şey üzerine hul' olursa bunun bir çok vecihleri vardır.

Birincisi tesmiye edilen mal şarab ve lâşe gibi kıymeti hâiz olmayan maldır. Bu takdirde meccanen talâk vâki olur.

İkincisi mal olmaya da olmamaya da ihtimallidir. Meselâ kadın evimdeki veya elimdeki şeylere karşılık beni muhâlea et der. Zira şey kelimesi mala da, mal olmaya da şâmildir. Koyununun veya cariyesinin karnındakine dediyse hüküm yine budur. Çünkü karnındaki şey bazen yel olabilir. Şayet tesmîye edilen şey çıkarsa kocasına onu verîr. Çıkmazsa talâk meccanen vâki olur.

Üçüncüsü ileride olacak maldır. Meselâ kadın hurmalarımın yemişi veya bu sene koyunlarımın kuzuları yahut bu sene kendi kazancı üzerine hul' ister. Bu takdirde bu söyledikleri bulunsun bulunmasın aldığı mehri kocasına iade eder.

Dördüncüsü maldır. Lâkin mikdarı belli değidir. Meselâ kadın evimdeki eşya yahut hurmalığımdaki meyva veya koyunlarımın karnındaki kuzu mukabilinde der. Bu söylediği bulunursa kocasına onu verir. Bulunmazsa almış olduğu mehri ona iade eder.

Beşincisi mikdarı belli mal olur. Meselâ elimdeki dirhemler mukabilinde der. Bunların en azı üçtür. Şu halde mikdarı belli demektir. Kocasına üç dirhem veya daha fazla verir.

Altıncısı kadın mal tesmiye eder de mal olmayan bir şeye işarette bulunursa, meselâ şu sirke mukabilinde beni muhâlea et der de şarab çıkarsa, erkek bunun şarab olduğunu bildiği takdirde kendisine bir şey verilmez. Bilmezse kadına verdiği mehri geri alır. Zahîre'de bildirilenin hülasası budur.

METİN

Ev, sandık, cariyenin karnı -altı ayda doğurmazsa-, koyunun karnı ve ağacın yemişi el gibidir. Eli zikretmesi misâldir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Hulâsa ve diğer kitablarda bunun kaydedilmesi bilmediği içindir. Hulâsa sahibinin söylediğine göre eğer koca evde eşya olmadığını yahut mehri mukabilinde hul' yaparken kadının kendisinde alacak mehri olmadığını bilirse kadının bir şey vermesi lâzım gelmez. Çünkü kocasını tamahlandırmamıştır. Kocası da aldatılmış olmamıştır. Kocası mehir borcu olduğunu zanneder de sonra borcu olmadığını hatırlarsa kadın aldığı mehri iade eder. Kadın kaçak bîr kölesinî vermek üzere muhâlea olur da onu ödemekten beraetini şart koşarsa berî olmaz. Ele geçirirse köleyi teslim etmesi, geçiremezse kıymetini ödemesî gerekir. Çünkü nikâh gibi hul' da fâsid şartla bâtıl olmaz. Kadın beni bin dirheme yahut bin dirhem vermem şartıyla üç defa boşa der de kocası bir defa boşarsa, bulunduğu mecliste boşadığı takdirde birincide onun yani binin üçte biri mukabilinde bir talâk-ı bâin vâki olur. Aksi takdirde talâk meccanen vâki olur. Fetih. Hâniyye'de: "Kadını ikî defa boşadıysa kendisîne binin tamamı verilir." denilmiştir. îkincide meccânen bîr talâk-ı ric'î vâki olur. Çünkü (şartıyle diye tercüme ettiğimiz) alâ edatı şart bildirir. İmameyn onun (yapıştırma bildiren) bâ harfi gibî olduğunu söylemişlerdir.

İZAH

"Altı ayda doğurmazsa" Cümlesi bir şey vâcib olmamak icin kayıddır. Altı ayda doğurursa mevcudiyeti tehakkuk ettiği için çocuk erkeğin olur. Bunu koyunun karnından sonra söylese daha iyi olurdu. Zira zâhire göre yine altı ay itibar olunur.

FAİDE: - Cevhere'nin ikrar bahsinde: "Hayvanların koyundan maadasında en az hamil müddeti altı aydır. Koyunun en az hamil müddeti ise dört aydır." denilmiştir.

"Hulâsa ve diğer kitablarda bunun kaydedilmesi" cümlesini "Kadın mehrini iade eder yahut üç dirhem verir." Dedikten sonra zikretmek münasib olurdu. Nitekim Bahır sahibi öyle yapmıştır. Tâ ki zamirin mercii zikredilen iade olduğu anlaşılsın. Hulâsa'nın ibâresi şöyledir: "Fetâvâ'da bildirildiğine göre «bir adam karısına mehirden borcu kaldığını sanarak ona olan mehir borcu mukabilinde hul' yapar da sonra ona verecek mehir borcu kalmadığını hatırlarsa, talâk kadına mehri mukabilinde vâki olur ve şayet mehrini almışsa onu kocasına iade etmesi vâcib olur. Ama kocası ona mehir borcu kalmadığını bilirse, meselâ kadın mehrini bağışlamışsa hul' sahih olur, kocasına hiç bir şey iade etmez. Nasıl ki kadına şu evdeki eşyaya diye hul' yapar da o evde eşya olmadığını bilirse hüküm yine budur." Kezâ kadının elindeki mala diye hul' yapar da elinde bir şey olmadığını bilirse kadının ona bir şey iade etmesi gerekmez. Nitekim Müctebâ'da bildirilmiştir.

"Ödemekten berâetini şart koşarsa" Cümlesinin mânâsı şudur: Köleyî bulursa teslim eder. Bulamazsa bir şey ödemesî gerekmez. Ama bedelîndeki bir kusurundan berâeti şart koşmuşsa şart sahihtir. Bahır.

"Çünkü nikâh gibi ilah..." Yani hul' sahih, şart bâtıl olur. Kadını, çocuğunu vermemek yahut mehri çocuğunun olmak veya bir ecnebîye verilmek şartıyla hul' yapması da bu kabîldendir. Uygun şart bunun hilâfınadır. Meselâ izinname yazmak şartıyla yahut kadının kumaşlarını iade etmek şartıyla hul' yapar da erkek bunu kabul ederse muhâlea haram olmaz. İzinnamenin yazılması ve kumaşların iadesî o meclîste lâzım gelir. Nitekim fer'î meselelerde gelecektir. Tamamı Bahır'dadır.

"Beni bîn dirheme üç defa boşa" der de kocası bir defa boşarsa bir talâk-ı bâin meydana gelir. Fakat benî bin dirheme bir defa boşa der de kocası üç defa boşarsa, bin dirheme dediği, kadın da kabul ettiği takdîrde üç talâk vâki olur. Kadın kabul etmezse hîç bir şey vâki olmaz. Erkek mal zikretmezse imam-ı Azam'a göre kadın bir şey vermek lâzım gelmeksîzîn üç talâk boş olur. İmameyn'e göre ise bin dirheme bir talâk, bir şey lâzım gelmeksizîn de ikî talâk vâki olur. Nitekim ayrı ayrı söyleyerek: Sen bîr talâk boşsun, bîr daha ve bîr daha derse bütün imamlarımıza göre hüküm budur. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.

"Kocası bir defa boşarsa..." iki defa boşaması da öyledir. Şilbî. Fakat üç defa boşarsa gerek üçünü bir lâfızla, gerekse bir mecliste ayrı ayrı söylesin bin dirhemin hepsi erkeğin olur. Bahır.

"Bulunduğu mecliste boşadığı takdirde" Metinde beyan edildiği gibi olur. Meclisinden kalkar da boşarsa hiç bir şey lâzım gelmez. Nehir. Bunun vechi şudur: Bu talâk kadın tarafından muâvezadır. Onun için erkeğin bulunduğu mecliste kabulü şarttır. Nitekim satışı kabul meselesi de öyledir. Rahmetî. Söze erkek başlar da seni bin dirheme muhâlea ettim derse, erkeğin değil kadının meclisi mu'teber olur. Erkek gittikten sonra kadın bulunduğu mecliste kabul ederse sahih olur. Bunu Cevhere'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

"Kadını iki defa boşadıysa" Yani kadın ona: Beni boşa İlh.. demezden önce iki defa boşar da sonra kadın bu sözü söyledikte bir daha boşarsa erkek bin dirhemi alır. Çünkü maksad hâsıl olmuştur. Onun için Hulâsa sahibi şöyle demiştir: "Kadın: Beni bin dirheme dört defa boşa der de kocası üç defa boşarsa bu bin dirhem karşılığında olur. Bir defa boşarsa binîn üçte biri karşılığındadır." Tamamı Bahır'dadır.

"Çünkü atâ edatı şart bildirir." Meşrut şartın cüzlerine taksim edilmez. Bu kadını bir meclis de ayrı ayrı üç defa boşarsa kadının bin dirhem vermesi lâzım gelir. Çünkü birinci ile ikinci talâklar İmam-ı A'zam'a göre ric'îdir. Üçüncü talâkı yaparken kadın nikâhlıdır. Onun için kocasına bin dirhem verilir. Ayrı ayrı üç mecliste olursa İmameyn'e göre binin üçte biri verilir. İmamı A'zam'a göre bir şey verilmez. Bunu Muhît'ten naklen Bahır sahihi söylemiştir.

T E N B İ H: - Derler ki, atâ kelimesi isti'la (yüksek görmek) mânâsında hakikat, şart mânâsında mecazdır. Gerçek şudur ki, o hissî cisimlere bitişîrse isti'la mânâsında hakikattir. Teras üzerinde durdum sözü böyledir. Başka yerlerde hâlis şart mânâsına sâdık olan lüzum mânâsında hakikattir. Nitekim "Kadınlar sana şirk koşmamak şartıyla bey'at etsinler, şu eve gîrmen şartıyla sen boşsun." Misâllerinde böyledir. Bana bunu bin dirheme sat mîsâlinde olduğu gibî bazen sırf şer'î muâveza mânâsında, bazen de örfî muâveza mânâsında kullanılır. Sana Zeyd'în yanında şefâatçi olmam şartıyla bunu yap demek bu kabîldendir. Bahis mevzuumuz olan alâda lüzumun iki mânâsı da sahihtir. Çünkü talâk hem hâlis şarta, hem de bedelli şarta tâlik edilen şeylerdendir. Mal zikretmek ikincîyi tercih ettirmez. Çünkü malı hâlis şart yapmak sahihtir. Hatta cüzleri mukabilinin cüzlerine taksim edilmez. Nitekîm taksimi kabul eden bedel yapmak da sahihtir. Binaenaleyh şüpheyle mal vâcib olmaz. Bu izaha göre alâ sözü îsti'la ile lüzum mânâları arasında müşterektir. Çünkü ikisinde de hakikat delili vardır. Mücerred söylenince hatıra gelen de budur. Mecazın müşterekten daha hayırlı olması tereddüt hâsıl olduğu zamandır. Lügat ulemasının: Alâ isti'la içindir demeleri buna yorumlanır. Çünkü içtihad sahibleri dil âlimleridir. Meselenin tam tahkiki Fetih'dedir. Bahır'da bildirildiğine göre Tahrîr'de: "Mal zikredilirse bedel mânâsına kullanılması tercih olunur." denilmiştir. Çünkü bu mânâ asıldır.

METİN

Erkek karısına kendini bin dirhemle yahut bin dirhem şartıyla üç defa boşa der de kadın kendini bir defa boşarsa hiç bir şey vâki olmaz. Çünkü erkek ayrılığa ancak binin bütününü vermek şartıyla razı olmuştur. Yukarıda geçen bunun hilâfınadır. Çünkü kadın ona bin dirhemle razı olmuştur. Onun bir kısmı ile ise evleviyetle razı olur. Bir adam karısına: Sen bin dirheme yahut bin dirhem vermek şartıyla boşsun der de kadın bulunduğu mecliste kabul ederse bini vermesi lâzım gelir. Bu evvelce geçtiği vecihle kadın zorlanmış olmamak ve ileride geleceği vecihle sefîh ve hasta bulunmamak şartıyledir. Çünkü ya ta'viz yahut tâliktir. Bahır'da Tatarhâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: "Bir adam iki karısına: Biriniz bin dirheme, diğeriniz yüz dinara boş olsun der de kadınlar kabul ederlerse bir şey lâzım gelmeksizin boş olurlar." Bir kimse karısına: "Sen boşsun, bin dirhem de boynuna borçtur." Yahut kölesine: Sen hürsün, bin dirhem de boynuna borçtur derse kadın meccanen boş, köle de meccanen âzâd olur. Velevki kabul etmesinler. Çünkü "Bin dirhem de boynuna borçtur" sözü tam bir cümledir. İmameyn'e göre her ikisi kabul ederlerse sahih olur ve mal lâzım gelir. İmameyn vav'ın hâliyye olmasıyla amel etmişlerdir. Hâvî'de: "İmameyn'in kavliyle fetva verilir." denilmiştir. Bir kimse karısına: Ben seni dün bin dirhem şartıyla boşadım amasen kabul etmedin der de, kadın kabul ettim cevabını verirse söz yeminiyle beraber erkeğindir. Erkeğin: Sana talâkını dün bin dirhem vermem şartıyla sattım ama sen kabul etmedin deyip karısının kabul ettim cevabını vermesi bunun hilâfınadır. Burada söz kadınındır. Kezâ kölesine böyle derse hüküm yine böyledir.

İZAH

"Onun bir kısmı ile ise evleviyetle razı olur." Burada söz vardır. Çünkü kadının üç talâk da gözü olabilir. Bunu kocasına pek kızdığı için dönmesine imkân bırakmamak için yapar. Birisîni kendini kocasına dönmeye teşvik edeceğinden korkar. Bu arzusu ise ancak üç talâkla tamam olur. Makdisî. Burada şöyle denilebilir: Kadın kendi nefsine malik olmakla maksad yerini bulunca buna bakılmaz. Şu da var ki, kocasına dönme imkânı hulleye yormakla da hâsıl olur.

"Kadın bulunduğu mecliste kabul ederse bini vermesi lâzım gelir." Fa-

kat o meclisten sonra kabul ederse mal vermesi lâzım gelmez. Çünkü bu kadın tarafından mubadeledir. Nitekim yukarıda geçmişti. Bir de muallak yahut muzaf olmayacaktı. Aksi takdirde şart bulunduktan sonra dahi kabul mu'teber olur. Nitekim Bedayı'dan naklen arzetmiştik. Bu ifadenin bir misli de Bahır'dadır.

"Evvelce geçtiği vecihle" Yani musannıfın: "Kocası karısını hul' için zor-larsa mal lâzım gelmeksizin kadın boş olur " Dediği yerde geçmişti.

"Sefih ve hasta bulunmamak şartıyledir." Kadın sefîh (akılsız) olursa mal lâzım gelmez. Hasta olursa malının üçte birinden itibar olunur. Nitekim izahı ileride gelecektir.

"Çünkü ya ta'viz yahut tâliktir." Sen bin dirheme boşsun demişse ta' viz, sen bin dirhem vermen şartıyle dediyse tâliktir. Zeylaî diyor ki: "Kadının mutlaka kabul etmesi lâzımdır. Çünkü bu ya bir muâveza akdi yahut şarta tâliktir ve ne muâveza akdi kabulsüz olur, ne de muallak olan şart bulunmaksızın vâki olur. Çünkü rızası olmadıkça karı-kocanın birbirlerine ilzam etmeye hakları yoktur. Vâki olan talâk bâindir. Çünkü kadın ancak kendini kurtarmak için mal vermeyi iltizam etmiştir. Bu ise talâkın bâin olmasıyla mümkündür."

"Bir şey lâzım gelmeksizin boş olurlar." Çünkü adam onların talâklarını kabullerine bağlamıştır. Kabul de vardır. Kadınların her birine ne lazım geldiği malum değildir. Çünkü her biri bana sadece dirhem lâzımdır diyebilir. Adam da her ikisinin dirhem vermesine razı olursa bunun lâzım gelmesi gerekir. Kadınların ikisi de bir şey lâzım gelmeden boş olunca meydana gelen talâk ric'î olur. Çünkü sarîh lâfızla yapılmıştır. Rahmetî. Bazıları her iki kadının mehirleri vermeleri lâzım gelir, demîşlerse de bu doğru değildir. Çünkü sarîh talâk velevki mal şartiyle yapılsın mu'temed kavle göre mehri ıskat etmez. Nitekim metinde gelecektir.

"Tam bir cümledir." Yani üst tarafıyla ancak halin delaleti vasıtasıyle bağlanır. Zira cümlede asıl olan müstakil bulunmasıdır. Burada delâlet de yoktur. Zira talâkla âzâd maldan ayrılabilirler. Satışla icare bunun hilâfınadır. Onlar maldan ayrılamazlar. Dürer.

"İmameyn vav'ın hâliyye olmasıyla amel etmişlerdir." Sanki bu adam sen bana bin dirhem verecekli olduğun halde boşsun demiş gibidir. Bu ise ancak kabulle tehakkuk eder ve kabulle mal lâzım gelir. Nehir.

"Kezâ kölesine böyle derse" Yani kölesine: Ben seni dün bin dirhem vermen şartıyla âzâd ettim ama sen kabul etmedin yahut dün nefsini sana bin dirheme sattım ama kabul etmedin derse hüküm yine böyledir. Bahır.

METİN

Nasıl ki başkasına şu köleyi dün sana bin dirheme sattım ama kabul etmedin der de, müşteri kabul ettim cevabını verirse söz müşterinin olur. Aralarındaki fark şudur: Mal vermek şartıyla talâk erkek tarafından yemindir. Kadın onun yeminini bozduğunu iddia etmekte, kocası ise inkârda bulunmaktadır.

Satışa gelince: Adamın onu ikrar etmesi kabulü ikrardır. İnkârı ise dönmektir. Ona kulak verilmez. Her ikisi beyyine getirirlerse kadının beyyinesi ele alınır. Tatarhâniyye. Erkek mal şartıyla hul'u iddia eder de kadın inkârda bulunursa ikrarıyla talâk vâki olur. Mal hakkında dâvâ hali üzere kalır ve söz kadının olur. Çünkü inkâr eden odur. Aksinde ise nasıl olursa olsun bir şey vâki değildir. Bezzâziye.

İZAH

"Erkek tarafından yemindir." Bu tamam olmuş bir akiddir. Binaenaleyh onu ikrar etmek kadının kabulünü ikrar sayılmaz. Satış bunun hilafınadır. Çünkü o kabul olmadan satış değildir. Bahır.

"Kadının beyyinesî ele alınır." Yani kabul ettiğine dair getirdiği beyyine ele alınır. Çünkü asıl şudur: Dâvâda söz kiminse o beyyineye muhtaç değildir. Çünkü beyyine zâhirin hilâfını isbat içindir. Zâhir ise söz hakkı olanındır. Burada söz hakkı olan kocadır ki, yeminin bozulma şartı olan kabulü inkâr etmektedir. Zâhirin hilâfı da kadının sözüdür. Binaenaleyh ikisi karşılaşınca kadının beyyinesi tercih edilir. Bir de onun beyyinesi daha çok isbat eder. Zira o talâkı isbat etmektedir. Gerçi bazıları: "Kadının beyyinesi isbata yöneliktir, erkeğin beyyinesi îse nefyedir. Onun için de kabul edilmez." demişlerse de buna şöyle cevap verilir: Yeminin bozulma şartında nefye beyyine kabul edilir. Nitekim talik bahsinde geçmişti.

"İkrarıyla talâk vâki olur." Yani talâk-ı bâin vâki olur. Velev ki mal sâbit olmasın. Çünkü ikrar yaptığı hul' lâfzı bakidir. O kinâye olduğu için talâk-ı bain meydana gelir. Nitekim geçti.

"Hali üzere kalır." Yani dâvâlarda malum olan hal üzere kalır ki, söz inkâr edenin, beyyinedâvâcının olur.

"Aksinde ise" Yani hul'u kadın iddia ederse onun dâvâsıyla bir şey olmaz. Çünkü kadının talâk îkâ'ına hakkı yoktur. Rahmetî.

"Nasıl olursa olsun." Yani kadın mal iddia etsin etmesin kendisinin mal vermesi lâzım gelmez. Çünkü o malı hul' mukabilinde ikrar etmişdi. Hul' sâbit olmayınca mal da sâbit olmaz. Bir de kocası inkârda bulunmakIa kadının mal ikrarını reddetmiştir. Rahmetî.

FER'Î MESELE: - Karı-koca hul'un kaç defa olduğunda ihtilâf ederler de erkek iki kadın üç defa olduğunu söylerse, ulemadan bazılarına göre söz erkeğindir. Bazılarına göre evlendikten sonra ihtilâf ederler de kalın: "Bu evlenme câiz değildir. Çünkü üçüncü hul'dan sonra oldu." derse kocası inkâr ettiği takdirde söz onundur. İddette yahut iddet geçtikten sonra ihtitâf ederler de erkek: Bu iddet ikinci hul'un iddetidir, der kadın üçüncü hul'un iddeti olduğunu söylerse söz kadınındır" ve nikâh helâl değildir. Câmiu'l-Fûsuleyn.

METİN

FER'Î MESELELER:- Erkek hul'u inkâr eder veya bir şartı yahut istisnayı iddia eder yahut aldığı malın borç verdiği maldan olduğunu söylerse; yahut karı-koca zorla veya gönüllü olduğunda ihtilâf ederler ise söz erkeğindir. Kadın hul' bedelsizdi derse söz onun olur.

İZAH

"Veya bir şartı yahut istisnayı iddia ederse" Meselâ sen bin dirheme boşsun der de kadın kabul eder sonra: "Ben şu haneye girersen demiştim yahut inşaallah demiştim." Şeklinde iddiada bulunur. Câmiu'l-Füsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse karısını boşar veya hul' yapar da sonra istisnada bulunduğunu iddia ederse, hul' bedelini zikretmediği takdirde tasdik edilir. Zikrederse yani seni şu kadara hul' ettim derse tasdik edilmez. İstisna yaptığını iddia ederek: "Benim senden aldığım sende olan alacağım idi." Der, kadın da: "Ben onu sana hul' bedeli olarak verdim." derse söz erkeğindir. Çünkü hul'un sahih olduğunu inkâr edince kadınca hul' bedelinin vâcib olduğunu da inkâr etmiş, kadında iki değil bir mal alacağı olduğunu ikrarda bulunmuştur. Kadın ise onun kendisinde başka bir mal alacağı olduğunu ikrar etmektedir. Binaenaleyh koca tasdik edilir. Erkek istisna iddia etmezse bunun hilâfınadır. Çünkü kadın'da hul' bedeli alacağı olduğunu ikrar etmiş sayılır. Temlîk eden kadındır. Onun için onun sözü kabul edilir. Fakat bu söz götürür."

Bu ifadenin hülasası şudur: Adamın istisna dâvâsı makbuldür. Ancak hul' bedelle yapılmışsa o zaman kabul edilmez. Zira bedel hul' kasdına karinedir. Binaenaleyh istisna suretiyle onun ibtali dâvâsı kabul edilmez. Meğerki erkek aldığı malın hul' bedeli değil başka bir hak karşılığı olduğunu iddia etsin. O zaman söz erkeğin olur. Çünkü istisnayı dâvâ etmekle hul'un sahih olduğunu ve bedelin vücubunu inkâr etmiş olur.

Ben derim ki: Lâkin burada şöyle itiraz edilebilir: İstisna dâvasının sahih olmasına mâni hul' akdinde bedel zikretmektir. Akidden sonra bedeli aldığını zikretmek değildir. Madem ki bedeli zikretmiştir istisna dâvâsı da kabul edilmez. Binaenaleyh hul'un sahih ve bedelin vâcib olduğunu inkârı kabul olunmaz. Bilâkis hul' bedelli olarak kalır. Bu adam bundan sonra aldığı malın başka bir hak olduğunu iddia etmektedir. Kadın ise:

Hayır, o hul' bedeliydi demektedir. Onun için söz kadının olur. Çünkü malı veren kadındır. Söz ise malı verenindir. Şu halde istisnayı iddia etmekle etmemesi arasında bir fark kalmaz. Söz götürür dediği yer bu olsa gerektir. Allahu a'lem.

Tâlik bâbında geçmişti ki, fetva istisna ve şart dâvâsında erkeğin sözü kabul edilmeyeceğine dairdir. Çünkü zaman bozulmuştur. Bu bâbta orada söz geçmişti.

"Yahut aldığı malın borç verdiği maldan olduğunu söylerse..." Bezzâzi-ye'de şöyle denilmiştir: "Kadın hul' bedelini verir de kocası onu başka bir hak karşılığı aldığını söylerse İmam-ı Zahîruddin söz kocasının olur diye fetva vermiştir. Bazıları: "Söz kadınındır, Çünkü temlîk eden odur." demişlerdir.

Ben derim ki: Zâhir olan ikincisidir. Onun için de gördüğün gibi Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi kesinlikle buna kâil olmuştur. Bu ayrı bir meseledir. Esası karı-kocanın hul' bedeli üzerinde anlaşıp teslim cihetinde ihtilâf etmelidir. Onun için de şârih onu yahut diyerek atfetmiştir ve edatıyla atfı da sahihdir. O zaman evvelki meselenin tetimmesi olur. Lâkin gördüğün gibi söz götürür diye itiraz edilir.

"Zorla ve gönüllü olduğunda ihtilâf ederlerse" Yani gönüllü veya zorIa kabul ettiğinde anlaşamazlarsa demektir. Hul'un zorla yapılmasına gelince o sahihtir. Nitekim ileride görülecektir. T.

"Söz onun olur." Çünkü hul'un sahih olması bedel icab etmez. Böylece kadın inkâr etmiş olur ve söz kendisinindir. Bahır.

METİN

Kadın kocasının kendini boşadığını, binaenaleyh mehir ve iddet nafakasını iddia eder, kocası ise hul' iddiasında bulunursa beyyine olmadığı takdirde mehir hakkında söz kadının, nafaka hakkında kocasınındır.

Bir adam iki karısını bir köle karşılığı hul' yaparsa, kölenin kıymeti kadınların mehr-i müsemmalarına taksim olunur.

Bir adam karısına seni kölem üzerine hul' ettim derse, kadının kabulüne bağlı olur, bir şey vâcib olmaz. Bahır.

İZAH

"Kocası hul' iddiasında bulunursa" sözünü kocasının iddet nafakası hul' bedelindendir, diyeiddia ettiği zamana yorumlamak gerekir. Bahır.

"Mehir hakkında söz kadının, nafaka hakkında kocasınındır." Çünkü mehir daha önceden kocasının üzerinde sâbit idi. Binaenaleyh onun sukûtunu dâvâ etmek makbul değildir. İddet nafakası ise önceden vâcib değildi. Kadın talâkla bunu hak ettiğini iddia, kocası ise inkâr etmektedir. Şu halde söz kocasınındır. Ama bu mesele müşkildir. Çünkü nafakanın istihkak sebebi hususunda karı-koca ittifak etmişlerdir. Zira hul' ile talâkın ikisi de iddet nafakası icab ederler. O halde nafaka nasıl sâkıt olur? Bahır.

Ben derim ki: Bunu asıl müşkil gören Câmiu'l-Fûsuleyn sahibidir. Nuru'l-Ayn sahibi kendisine itiraz etmiş; Sözünün iki nefy edatıyla sâkıt olduğunu söylemiştir.

Burada Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi: "Ben derim ki: Yukarıdaki izaha binaen söz nafaka hakkında dahi kadının olmak gerekir." demiştir, Nuru'l-Ayn sahibi de ona şöyle itirazda bulunmuştur "Gerekmemek gerekir. Çünkü bunu o hata olduğunu göstermek için söylemiştir. Hakikatte inkâr eden kocadır. Zira nafakanın kendisine vâcib olduğunu inkâr etmektedir..." Tahrîrat-ı Rafiî. "İki nefy edatıyla sâkıt" sözünden muradı Nuru'l-Ayn sahibinin: "Gerekmemek gerekir." sözüdür. A.D.

"Kölenin kıymeti kadınların mehr-i müsemmalarına taksim olunur." Kölenin kıymeti otuz dirhem, kadınlardan birinin mehri iki yüz dirhem, diğerininki yüz dirhem olursa; Birinci kadının yirmi, ikincinin yüz dirhem vermesi lâzım gelir. Yarı yarıya taksim edilmez. Bu meselenin yeri köle başkasının olduğu zamandır yahut köle kadınların olup mehirleri birbirinden farklı olduğuna göredir. Kadınların mehirleri birbirine müsavî olur da yarı yarıya ikisine taksim edilirse köle hul' bedeli olur. T. Bu meseleyi Hâkim Kâfî'de: "Bir adam iki karısını bin dirheme hul' yaparsa..." Şeklinde farzetmiştir.

"Kadının kabulüne bağlı olur." Müctebâ sahibi diyor ki: "Zâhire bakıIırsa bununla talâkın vukuunu kasdetmiştir. Bu zamanda bu meseleyi bilmek en mühim meselelerdendir. Çünkü insanlar kadın mehrini kocasına bağışladıktan sonra hul'u kocasının malına izafe etmeyi âdet edinmişlerdir. Bu izahla anlaşılır ki, kadın kabul ederse talâk vâki olur, fakat kocaya bir şey vâcib olmaz. Münyetü'l-Fukaha'da bildirildiğine göre bir adam karısına: Seni sende olan alacağım mukabilinde hul' ettim der de kadın kabul ederse talâk vâki olması gerekir. Fakat vâcib olan bir şey yoktur. alacak bâtıl olur." Müctebâ'nın ibâresi burada sona erer. Şârih bu bâbın sonunda hul' bedelinin kocaya ödettirilmesi sahih olduğunu söyleyecektir. Tamamı ileride gelecektir.

METİN

Sahih nikâhta velev alış-veriş lâfzıyla kıyılmış olsun nitekim İmâdî ve başkaları buna itimad etmişlerdir hul' ve mubâre'e yani iki tarafın birbirlerini ibrâ etmeleri, karı-kocanın o vakitbirbirleri üzerinde bu nikâha aid olan her hakkını ıskat eder. Hatta kadını bâin olarak boşar da sonra yeni bir mehirle alırsa kadın mehri mukabilinde ondan hul' olduğu takdirde ikinciden berî olur birinciden berî olmaz. Müt'a da bunun gibidir. Bezzâziye. Yine Bezzâziye'de bildirildiğine göre kadın birbirlerinden dâvâcı olmamak şartıyla kocasından hul' olur da sonra kocası şu kadar pamuk alacağı olduğunu iddia ederse sahihtir. Çünkü berâet nikâh haklarına mahsustur.

İZAH

"Sahih nikâhta" sözünü şârihin zikretmesi vakıı beyan içindir. Yoksa fâsid nikâhı bâbın başında: "Nikâh milkini gidermektir." Sözü ile çıkarmıştı. Bunu Tahtâvî söylemiştir. Fâsid nikahta cima'dan sonra mehrin sukûtu hakkında iki kavil bulunduğunu evvelce arzetmiştik. Yine geçmişti ki, bir adam karısını talâk-ı bâinle boşar da sonra mehri mukabilinde hul' yaparsa mehir sâkıt olmaz. Fûsul sahibi: "Çünkü hul'dan sonra kadının eline bir şey geçmemiştir. Kadın dinden döner de kocası onu hul' ederse hüküm yine böyledir." demiştir.

"Nitekim İmâdî ve başkaları" Yani el-Fetâvâ's-Suğra sahibi gibileri buna itimad etmişlerdir. Çünkü Fetâvâ sahibi hul' ve mubâre'e gibi mehrin de sâkıt olacağını sahihlemiş, Hâniyye sahibi ise mehrin ancak zikredilirse sâkıt olacağını sahihlemiştir. Bu kavli Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi dahi sahih bulmuştur. Şu halde sahihlemeler muhtelif demektir. Şârih bâbın başında "Hâniyye'ye muhâlif olarak" Demiş, bu hususta Bahır sahibine uymuştu. Kâdîhân ise bunun hilâfını açıklamıştı. Birinci sahihlemeyi ikinciye tercih etmenin vechi ne olduğu bence zâhir değildir. Halbuki Kâdıhân tashihine güvenilecek en büyüklerden biridir derler.

"Mubâre'e" Kelimesi mufâale bâbından olup berâetten alınmıştır. Mubâre'e kocanın karısına senin nikâhından şu kadar mal mukabilinde berî oldum demesidir. Bunu Sadru'ş-Şeria söylemiştir. Fetih'de ise şöyle denilmiştir: "Mubâre'e kocanın karısına: Seni bin dirhem karşılığında berî kıldım diyerek kadının kabul etmesidir. Nehir."

Ben derim ki: Feth'in ibâresi daha uygundur. Çünkü Hâkim'in Kâfî'sinde şöyle denilmiştir: "Sonra Nehir'de denilmiştir ki, musannıfın kadına mubâre'e yaparsa diye kayıdlaması şundandır: Çünkü kocası kadına senin nikahından berî oldum derse talâk vâki olur. Ama bu sözle bir şey sâkıt olmamak gerekir." Yani berâet sözünü mufâale bâbından kullanmazsa bedel de zikretmediği takdirde kadının kabulüne bağlı olmaz. O sözle hemen bir talâk-ı bain meydana gelir ve bir hak ıskat etmez. Seni hul' ettim demiş gibi olur. Mufâale bâbından kullanması yahut bedel zikretmesi bunun hilâfınadır. Çünkü kabule bağlıdır. Hem de ıskat edicidir. Bu izahtan anlaşılır ki evvela Sadru'ş-Şeria'dan naklettiği bedel zikredilen ifâdeyle sonradan zikrettiği söz arasında aykırılık yoktur.

T E N B i H : - Nehir'de bu bâbın başında Feth'in ibâresinden alınarak zikredildiğine göremubâre'e kelîmesi hul' lâfızlarındandir.

Ben derim ki: Biz Cevhere'nin bunu açıkladığını arzetmiştik. Lâkin Bez-zâziye'den naklen evvelce geçmişti ki, hul' lâfzı kinâyelerdendir. Şu kadar var ki, ulema çok kullanıldığı için onun sarih gibi olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh niyete muhtaç değildir. Mubâre'e lâfzı da bu mânâda çok kullanılırsa onun gibi olur. Yine geçmişti ki, hul'la vâki olan talâk bâindir. Biri veya ikiyi niyet etsin müsavîdir. Fakat üçü niyet ederse üç talâk vâki olur. Bunu para karşılığında yapmışsa, bununla talâkı murad etmediği iddiasında tasdik edilmez. Hâkim Kâfî'sinde: "Bütün bu hususatta mubâre'e hul' gibidir." demiştir.

"İki tarafın birbirlerini ibrâ etmeleri..." Kadının kocasına bana mubâre'e yap demesi, kocasının da ona seni mubâre'e ettim diye cevap vermesiyle olur. Yahut bunu kocası söyler, kadın da kabul ettim cevabını verir. Nitekim Manzume şerhinde böyle denilmiştir. Şu halde murad iki taraftan birinin ibrâ yapmasına, öteki tarafın da kabulüne şâmildîr. T.

"Her hakkını" Sözü mehre, konulmuş nafakaya, geçmiş nafakaya ve elbiseye şâmildir. Kezâ müt'a dahi zikredilmeksizin sâkıt olur. Bundan müstesna olan şudur: Kadını mehri mukabilinde yahut mehrinin bir kısmına mukabil hul' yapar da, mehri de ödemiş bulunursa Kadın onu iade eder, berî olamaz. Halbuki fukahanın mutlak olan sözleri berâeti iktiza eder. Yalhul' bedelidir. Binaenaleyh kadın ondan berî olamaz. Nitekim başka bir hul' bedelidir. Binaenaleyh kadın ondan berî olamaz. Nitekim başka bir mal olsa beri olamazdı. Bahır. Bu kavil İmam-ı A'zam'ındır. İmam-ı Muhammed'e göre hul' ve mubâre'ede karı-kocanın söylediklerinden başkası sâkıt olmaz. İmam-ı Ebû Yusuf mubâre'ede İmam-ı A'zam'la, hul'da İmam-ı Muhammed'le beraberdir. Mültekâ. Sonra bilmelisin ki bu meselenin vecihlerinin hâsılı şudur: Bedel ya hiç söylenmemiştir, ya nefy edilmiştir yahut kocaya veya mehrinin bütünü, bir kısmı yahut başka bir mal karşısında kadı-na isbat edilmiştir. Bu altı kısmın her biri iki vecihle olur. Ya mehir teslim alınmıştır yahut alınmamıştır. Böylece kısımlar on iki olur. Bu on iki kısım dahi ya cima'dan önce veya sonradır. Bedel söylenmemişse bu hususta iki rivâyet vardır. Bunların esah olanına göre karı-kocadan her biri mehirden berî olur, başkasından berî olmaz ve kadın aldığını iade etmez. Kocası da kalanı istemez. Bu hususta sözün tamamı musannıfın: "Üzerinde mehri müeccel varsa ondan berî olur." dediği yerde gelecektir. Menfî olursa meselâ karısına nefsini benden bir şeysiz hul' et der de kadın bunu yaparsa kocası kabul ettiği takdirde bir şeysiz sahih olur. Çünkü bu söz mal lâzım gelmemesi ve talâkın bâin olması hususunda açıktır. Binaenaleyh karı-koca birbirlerinin haklarından berî olmazlar. Kocanın üzerinde muayyen ise bâbın sonunda gelecektir. Hul' bütün mehir karşılığında yapılmışsa teslim edildiği takdirde karısından bütün mehri alır. Aksi takdirde mutlak surette kocadan sakıt olur. Yani cima'dan önce veya sonra olması farketmez. Kadını hul' bedelini çocuğuna veya ecnebî birine vermesi şartıyla hul' yaparsa câiz olur. Mehir kocanındır. Mehrin tamamı yirmi dirhem olurda onun bir kısmına meselâ onda birine hul' yaparsa, kadın mehrini aldığı takdirde cima'dan sonra ise kocasına iki dirhem iade eder. Geri kalanı kadınındır. Cima'dan önce ise kocası bir dirhem alır. Çünkü yarısının onda biri bir dirhem eder. Mehir teslim edilmemiş bulunursa mutlak surette hepsi sâkıt olur. Mehr-i müsemmanın sukûtu şart hükmünce, kalanın sukûtu da hul' lâfzı hükmüncedir. Şayet mehirden başka bir malla yapılmışsa kocası mehr-i müsemmayı alır. Diğer hallerin hepsinde karı-koca berî olurlar. Bu satırlar kısaltılarak Bahır, Nehir ve Gurarü'l-Ezkâr'dan alınmıştır. Lâkin sonuncudan murad malum ve halen mevcud mal olduğuna göredir. Aksi takdirde altı vecih meydana gelir ki biz bunları Zahîre'den naklen arzetmiştik.

"O vakit" Yani hul' ve mubâre'e vaktinde demektir. Musannıf bununla iddet nafakası ve mesken gibi sonradan sâbit olan haklardan ihtiraz etmiştir. Nitekim şârih buna işarette bulunmuştur.

"Birinciden beri olmaz." Çünkü birinci bu nikâhın hakkında değil ilk nikâhın hakkıdır.

"Müt'a da bunun gibidir." Müt'a da bundandır dese daha iyi olurdu. Yani müt'a da sâkıt olan haklardandır. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Müt'aya gelince: Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: Kadını cima'dan önce muhâlea eder ve mehir koymamış bulunursa müt'a zikredilmeden sâkıt olur." Müt'a da bunun gibidir sözünden müt'a da mehir gibidir mânâsını kasdetmiş olması da muhtemeldir. Binaenaleyh şârihin yorumladığı gibi önceki nikâhın müt'ası değil de bu nikâhın müt'ası ise sâkıt olur. H.

"Sahihtir ilh..." Bahır sahibi diyor ki: "Umumî ibrânın muktezası sahih olmamaktır. Galiba hul'un zımnında olduğu için nikâha aid haklarla tahsis edilmiştir.

METİN

Bundan yalnız iddet nafakası ile mesken müstesnadır. Onlar sâkıt olmazlar. Meğerki hul'u yaparken nassan beyan etmiş olsun. O zaman nafaka sâkıt olur, mesken sâkıt olmaz. Çünkü mesken şeriatın hakkıdır.

İZAH

"Meğerki nassan beyan etmiş olsun." Yani hul' yaparken nafakanın sâkıt olacağını söylemiş olsun. Söylemez de kadın hul' olur, sonra bu nafakayı ıskat ederse nafaka sâkıt olmaz. Çünkü bu takdirde kadın vâcib olmayan bir şeyi kasden ıskata kalkışmış olur. Zira nafaka ancak yavaş yavaş vâcib olur. Bu zimnî ıskat onun hilafınadır. Çünkü o hul' zamanında kadının naklettiğine göre sâkıt olur. Kalanı hul'un zımnında tâbi olarak sukût eder. Fetih. Zahîre'nin nafaka bahsinde şöyle denilmiştir: "Kadın kocasına: Ben senin karın olduğum müddetçe sen benim nafakamdan ebediyyen berîsin dese sahih olmaz. Çünkü ibrânın sahiholması vücuba yahut sebebi vücubun bulunmasına dayanır. Burada bunlar yoktur. Çünkü nafakanın sebebi vücubu ileride olacaktır ki, o da ileride kadının kendisini kocası için onun evine kapamasıdır. Halen bu mevcud değildir." Zahîre sahibi bundan sonra sözüne şöyle devam etmiştir: "Nafaka kocasının zimmetinde borç olmadan kadın onu ibrâ ederse bil-ittifak sahih olmaz. Ama hul'da şart kılarsa sahih olur. Çünkü mal karşılığı ibrâ olur ve hakkında beraet yapılan şeyi tamamiyle almak olur. Zira ivez onun yerini tutar. Vâcib olmadan almak ise bil-ittifak sahihtir." Kınye'de: "Nafaka vâcib olmasa da sebebi mevvuddur. Onun için ondan ibra sahihtir." denilmiştir. Yani hul' iddet nafakasının vücubuna sebebtir, demek istemiştir. Bedâyı'da: "İddet nafakasına gelince: O iddet zamanında vâcib olur. Binaenaleyh nafaka üzerine hul' yapmak onun vâcib olmasına mânidir." Sözünun mânâsı budur. Yani hul'dan önce veya sonra kadının nafakadan ibrâ yapması bunun hilâfınadır demek istiyor. Zira bu sahih değildir. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Bazıları sahih olduğunu söylemişlerdir. Bu daha münasibtir."

Ben derim ki: Lâkin umumiyetle kitablarda zikredilen sahih olmamasıdır. Onun için Fetih'de Tahâvî şerhinde, Bedâyı'da, keza Hâniyye ve diğer kitablarda kesinlikle sahih olmadığı ifade edilmiştir. Hatta biliyorsun ki bu bil-ittifaktır. Valvalciyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın kocasında olan her hakkı karşılığında ondan hul' olursa iddeti içinde kendisine nafaka verilir. Çünkü hul' yapılırken bu nafaka henüz onun hakkı değildi." Bahır'da dahi Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: "Kadın hul'dan önce ve sonra kadınlar için erkeklere vâcib olan her hak mukabilinde bir talâk-ı bâinle hul' olur da mehri ve iddet nafakasını anmazsa, bunların ikisinden de berâet sabit olur. Çünkü mehir hul'dan önce sâbittir. Nafaka da hul'dan sonra sâbit olur."

T E N B İ H: - Bir hâdise oldu. Bana sordular: Dediler ki: "Bir kadın kocasının mehrinden ve malum olan ayn mallardan berî kılmak şartıyla kocasının kendisini boşamasını ister de, o da razı olur ve kadın kendisini bunlardan ibrâ kılarsa, sonra kocası: Senin ibrâ yapman doğruysa sen boşsun dese boş olur mu olmaz mı?" Ben bu kadın boş olmaz diye cevap verdîm. Çünkü ulema aynlardan berâet sahih değildir demişlerdir. Kocanın muradı bedelin hepsi kendinin olsun diye talâkı hepsinden beraetin sahih olmasına tâliktir. Bana öyle gelmişdi. Bu cevabı verdikten sonra Fetâvâ-i Kâze-runî'de Allâme Abdurrahman Mürşidî'nin Fetâvâ'sından naklen şöyle denildiğini gördüm: Kendisine çok vuku bulan, şu meseleyi sormuşlar: Kadın kocasına seni mehirden ve iddet nafakasından ibrâ ettim der de kocası senin talâkın ibranın sahih olmasıyladır, cevabını verirse talâk vâki olur mu? Mürşidî olmaz diye cevap vermiş. Diyor ki: "Bana zamanımızın bazı Hanefî âlimleri muvafakat etti, bazıları da üstadımız Carullah b. Zâhirâ talâk vâki olur diye fetva verirdi. Çünkü ulema iddet nafakasıadı söylenirse sâkıt olur demişlerdir, şeklinde huccet getirerek bir şey diyemediler. Bunun üzerine ben de derim ki: Bu bizim meselemizden uzaktır. Çünkü nafaka talâkla azar azar vâcib olur. Mevcud olmayan bir şeyden ibrâ ise bâtıldır. Ona muallak olan da öyledir. Çünkü cüz'ü olmayınca üzerine tâlik yapılan şey de yoktur.

Hul' bâbında zikredilene gelince; Ondan murad mubâre'edir ki, o da kadının mecliste kabulüne bağlı olan hul nev'indendir. Hul', mehir ve iddet nafakası karşılığında yapılmışsa ona tebean nafaka sâkıt olur. Burada ise sırf talik yapılmıştır. Binaenaleyh üzerine tâlik yapılan şeyin bir kısmı bâtıl olunca o da vâki olmaz." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Sonra gördüm ki, Eşbâh şerhinde Bîrî İbn-i Zâhirâ'nın fetvasını doğru bulmuş, Mürşidî'ye red cevabı vermiştir,

Ben derim ki: Doğrusu eğer ibrâ talâk isteğine binaen yapılmamışsa nafaka sâkıt olmaz. Velevki kadını isteğin akibinde boşasın. Çünkü bu nikâhın devamı halindedir. Talâk isteğine binaen yapılmışsa sâkıt olur. Velevki nikâhın devamı halinde olsun. Çünkü o zaman bedelle karşılık vermiş olur. Zahîre, Hâniyye ve diğer kitablarda şöyle denilmektedir: "Kadın kocasından talâkını ister de kocası beni her hakkından ibrâ et ki seni boşayayım der, bunun üzerine kadın: Seni kadınların kocaları üzerinde olan her hakkımdan ibrâ ettim cevabını verirse, kocası da hemen arkacığından seni bir talâkla boşadım derse, kadın cima' edilmiş olmak şartıyla bir talâk-ı bâinle boş olur. Çünkü bu bedelle boşamaktır ki, o da delâleten ibrâdır." Fetih'de nafakanın bununla sâkıt olmayacağı bildirilmiştir. Çünkü hak o anda kadının mevcud hakkına yorumlanır.

Evet, az yukarıda arz ettik ki, kadın kocasını hul'dan önce veya sonra her haktan ibrâ ederse nafaka sâkıt olur. Keza kocası onu boşamak için açık olarak kendisini mehir ve nafakadan ibrâ etmesini ister de o da ibrâ eder ve kocası hemen boşarsa ibrâ sahih olur. Çünkü bu ibrâ bedellidir. Bedel kadının kendine mâlik olmasıdır. Şu halde sanki kadın bedelini almak suretiyle nafakasını almış gibidir. Vâcib olmadan almak sahihtir. Nitekim kocası kadına bir aylık nafakasını verse sahih olur. Bu izaha göre şartlı ibrâ olur. Kocası onu boşamazsa berî olmaz. Hâniyye'de açıklandığına göre kadın kocası kendini boşamak şartıyla onu bütün alacaklarından ibrâ etse kocası boşarsa berâet câizdir, boşamazsa câiz değildir. Kocasını kendi üzerine evlenmemesi şartıyla ibrâ etmesi bunun hilâfınadır. O zaman berâet sahih olur, şart sahih olmaz. Çünkü birincinin karşılığında para vermek sahihtir, ikincide sahih değildir. Binaenaleyh onun şartı bâtıl olur. Zûhidî'nin Hâvî nâmındaki kitabında şöyle denilmiştir: "Kadın kendini boşasın diye kocasını ibrâ eder de kocası ayağa kalkar, sonra boşarsa meclisin hükmü kesilmedikçe berî olur. aksi takdirde berî olmaz." Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki, bu berâetin sahih olması hemen boşamaya bağlıdır. Yani o meclisteboşayacaktır. Karısına: Senin talâkın ibrânın doğruluğu iledir derse, talâkı berâetin sahih olmasına tâlik etmiş olur. Bu da onun önceden sahih olmasının tehakkukunu iktiza eder. Nitekim şartın muktezası budur. Üzerine tâlik edilen şey yoktur. Binaenaleyh talâk da vakî olmaz. Talâkı halen yapması bunun hilâfınadır. Çünkü vaki olur ve onunla berâet sahih olur. Böylece anlaşılıyor ki, hak Mürşidî'nin sözüdür. Fukahanın şartla nafaka sâkıttır şeklindeki açıklamaları buna aykırı değildir. Biliyorsun ki nafakanın sukûtu talâk veya hul'a bağlıdır. Ondan önce berâet yoktur. Hem de berâet müneccez olan talâk veya hul' ile olur. Sahih olmasına muallak yapılanla olmaz. Burada bana zâhir olan budur. Bu mesele çok vuku bulur. Onun zabtını ganîmet bil! Allahu a'lem.

"Çünkü mesken şeriatın hakkıdır." Zira kadını boşandığı evden başkasında oturtmak günahtır. Bunu Fetih'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

METİN

Meğerki kocasını mesken külfetinden ibrâ etmiş olsun! O zaman sahihtir. Fetih. Bizim söylediklerimizle bu söze hâcet kalmaz. Çünkü nafaka ve mesken o vakitte vâcib olmuş değillerdir. BiIâkis sonra vâcib olmuşlardır. Mal vermek şartıyla talâk hul' gibi mehri ıskat eder, diyenler olmuşsa da mu'temed olan kavil ıskat etmemesidir. Bunu Bezzâzî söylemiştir. Seni AIIah ibrâ etsin sözüyle erkek berî olmaz. Bunu Behensî söylemiştir. Kocası çocuk nafakasından berâeti şart koşarsa bakılır: Sene gibi bir vakit koydularsa sahih ve lâzımdır. Aksi takdirde sahih olmaz. Bahır.

ÎZAH

"Meğerki kocasını mesken külfetinden ibrâ etmiş olsun." Meselâ kadın kendi evinde oturur yahut ev kirasını kendi malından verirse, bu suretle iltizamı sahihtir. Fetih. Lâkin bunun muktezası kira masrafının mutlaka açıkça söylenmesidir. Halbuki Fetih ve diğer kitablarda yas tutma faslında beyan edildiğine göre kadın mesken istememek şartıyla hul' olursa, mesken masrafı kocasından sâkıt olur. Kadına kocasının evinde kira ile oturması lâzım gelir. O evden çıkması helâl olmaz.

"Bu söze" Yani musannıfın: "Bundan yalnız iddet nafakası ile mesken müstesnadır ilah..." Demesine hâcet kalmaz. Binaenaleyh bunu terk etse daha îyi olurdu.

"Mehri ıskat eder." Diye kayıdlaması şundandır: Çünkü Bahır sahibî: "Vikâye şerhinde, Hulâsa'da, Bezzâziye'de ve Cevhere'de açıklandığına göre mahkeme tarafından konulan nafaka talâkla sâkıt olur. Bu zevat bunu mutlak söylemişlerdir. Binaenaleyh mal karşılığı talâka ve başkasına şâmildir." demiştir. Ama söz götürür ki, nafaka bahsînde gelecektir.

"Bunu Bezzâzî söylemiştir." İfadesi şudur: "Fetva buna göredir. Bunun bir misli de Fûsul ve diğer kitablardadır. Bahır'da bunun zâhir rivâyet olduğu kaydedilmiştir. Şârihler ve Kâdîhânbunu sahihlemişlerdir."'

Ben derim ki: Kadihân'ın sözünün hülasası şudur: Mal karşılığı talâkın hükmü İmameyn'e göre hul'un hükmü gibidir. Yani mehri ıskat etmez. Bir rivâyette İmam A'zam İmameyn'le beraberdir. Sahih olan da budur. Diğer bir rivâyette ona göre ıskat etme hususunda hul'a benzer. Biz hul' hakkındaki hilâfı Mültekâ'dan naklen arz etmiştik. Böylece Nehr'in ibâresindeki îhamı anlamış olursun. Bu îham başkalarını hataya düşürmüştür.

"Bunu Behensî söylemiştir." Talebesi Bâkânî de Mültekâ şerhinde ona tâbi olmuştur. Hayreddin-i Remlî dahi bununla fetva vermiştir. Lâkin Tahtâvî'nin Allâme Makdisî'den naklettiğine göre o bununla berâetin sahih olduğuna örften dolayı fetva vermiştir.

Ben derim ki: KaarIü'l-Hidâye ile İbn-i Şilbî dahi: "Çünkü bunun İbrâ olduğuna örf vardır." Diye ta'lil ederek bununla fetva vermişlerdir. Nâsır Lekkânî ile Şeyhülislâm Hanbelî'nin de bunun gibi yazdıklarını söylemişlerdir. Kezâ Muhibbiyye manzumesi sahibi bunu zikretmiş, Hâmidiyye sahibi dahi bununla fetva vermiştir. Sâihânî bunu Bezzâziye'nin: "Bir adam karısına: Senî Allah boşadı yahut cariyesine: Seni Allah âzâd etti dese talâk ve atak vâki olur." Sözü ile te'yid etmiştîr. Cevhere sahîbi buna "Niyet etsîn etmesin" Sözünü ziyade etmiştir.

"Çocuk nafakasından" Sözü ana karnındaki çocuğu da şâmildir. Doğduktan sonra onun nafakasından berâetini şart koşabilir. "Çocuk nafakası"ndan murad süt emen çocuğun masraflarıdır. Fetih'den naklen Bahır'da böyle denilmiştîr. Bu sözün bir misli de Kifaye ve ihtiyar'dadır.

METİN

Müntekâ ve diğer kitablardan naklen Bahır'da bildirildiğine göre çocuk süt emerse, vakit koymasalar bile sahih olur. Kadın çocuğu iki sene emzirir. Memeden ayrılan çocuk bunun hilâfınadır. Bu kadınla evlenir veya kadın kaçar yahut ölürse veya çocuk ölürse bu adam kalan çocuk ve iddet nafakasını kadından geri alır. Meğerki kadın berâetini şart koşmuş bulunsun. Kadın bu adamdan çocuğun gîyeceğini isteyebilir. Ancak bunun üzerine de hul' yaptıysa memeden ayrılmış bile olsa ücretli süt annede olduğu gibi sahihtir.

İZAH

"Bahırda bildirildiğine göre ilah..." İfadesinin zâhirine bakılırsa bu başka bir rivâyettir. Bunu Hulâsa'nın şu sözü de te'yid etmektedir: "Çocuğu sütten kesmek şartıyla berâetin sahih olması ancak müddeti beyan ettiği zamandır. Müddeti beyan etmezse çocuk ister emer bulunsun, ister memeden ayrılsın sahih olmaz..."

Ben derim ki: Galiba birinci rivâyetin vechi şu olacaktır: Hul' süt emerken çocuğun nafakasını vermeye veya kesmeye yapılırsa bunun sonu kavgaya varır. Çünkü kadın meselâben onun bir aylık nafakasını istedim der, kocası daha çok dediğini söyler. İkinci rivâyetin vechi de şu olsa gerektir: Çocuğun meme emer bulunması süt müddetini kasdettiğine karinedir. Hâniyye ve Bezzâziye sahibleri kesin olarak bu rivâyeti tercih etmişlerdir.

"Memeden ayrılan bunun hilâfınadır." Çünkü çocuğun annesinin yanında kalma müddeti oğlanın kendi işlerini kendi görmeğe başlaması, kızın da hayız görmesidir. Bu ise meçhûldür.

Ben derim ki: Ben bu ta'lili başka kimsenin yaptığını görmedim. Eğer hul' hadâne müddetinde çocuğun annesinin yanında kalması şartıyla yapılmışsa bu zâhirdir. Halbuki mu'temed kavle göre yine zahir değildir. Çünkü mu'temed kavle göre hadâne müddeti erkek çocuk için yedi, kız içîn on senedir. Bilâkis zâhir olan şudur: Onun muradı hul' çocuk nafakası şartıyla yapılmışsa ve çocuk süt emiyorsa nafakadan emzirme masrafları kasdedilir. Çünkü çocuğun nafakası onu emzirmekten ibarettir. Bunun vakti ise şer'an sınırlıdır. Binaenaleyh ona yorumlanır. Çocuğun memeden ayrılması bunun hilâfınadır. O zaman mutlaka vakit koymak lâzımdır. Çünkü nafakası yemek içmekle olur. Bunun ise hususî bir zamanı yoktur. Zira ömrü boyunca yiyecektir. Binaenaleyh vakit koymaksızın tesmiye sahih değildir. Zira meçhûldür.

Zahîre'de şöyle denilmiştir: "Ebû Süleyman İmam Muhammed'den, o da Ebû Hanife'den naklen rivâyet etmiştir ki: Kocasından olan çocuğunun yaşadıkları müddet nafakasıyla ondan hul' olan bir kadın kocasından aldığı mehri ona iade edecektir." Yani bu mesele kadının evindeki eşya karşılığında onunla hul' yapıp da evde hiç bir şey bulunmaması gibidir.

"Bu kadınla evlenirse" Yani onunla iddet ve çocuk nafakası üzerine hul' yapmışken evlenirse demektir. T. Evlenmek müddet tamam olmadan vuku bulmuştur.

"Yahut kaçarsa" Yani kadın çocuğu kocasına bırakarak kaçarsa demektir. Bahır. Kezâ kadınla iddet nafakası üzerine hul' yapar da kadın boşandığı evde oturmayarak nafakası sâkıt olursa kocası nafakayı ondan geri alır. Nitekim bunu Bahır sahibi incelemiştir.

"Veya çocuk ölürse" Kezâ çocuk doğurursa onu iki seneye kadar emzirmek şartıyla hul' yapar da kadının karnında çocuk bulunmazsa, kadın süt masrafını kocasına iade eder. Kadın on sene derse kocası ondan iki senelik süt masrafı ile kalan senelerin nafakasını alır. Fetih.

"Kalan çocuk nafakasını geri alır." Meselâ iki seneden biri geçmişse bir senelik emzirme masrafım kadın ona iade eder. Nitekim Fetih'de beyan edilmîştîr.

"Ve iddet nafakasını" Yani iddet nafakası üzerine hul' yaptıysa onun kalanını kadından geri alır.

"Meğerki kadın berâetîni şart koşmuş bulunsun." Yani hul' yaparken çocuğun veya kadının ölmesiyle berâetini şart koşmuş olsun. Nitekim Fetih'de böyle denilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Kadının berâeti için hîle: Kocasının; seni çocuk nafakasından iki seneye kadar berî olmam şartıyla muhâlea ettim. Çocuk bu müddetten önce ölürse senden bir şey istemeyeceğim demesidir. Hâniyye'de böyle denilmiştir. Bir sene müddetle şu kadara diyerek ücretle süt ana tutar da sene geçmeden öldüğü takdirde ücretin yine kadına verileceğini şart koşarsa bunun hilâfınadır. Bu icare fâsiddir. Hulâsa'nın icareler bahsinde böyle denilmiştîr. Bezzâziye'de: "Çünkü başkasında câiz olmayan bir şey hul'da câiz olur." denilmiştir.

"Kadın bu adamdan çocuğun giyeceğini isteyebilir." Yani giyecek meselesi ancak konuşulmak şartıyla dahil olur. Fetih'de şöyle denilmiştir:

"Kadın çocuğun giyeceğini kocasından isteyebilir. Meğerki onun nafakasıyla giyeceğine de hul' yapmış olsun, o zaman isteyemez. Giyecek meçhûl de olsa ve çocuk emer veya memeden ayrılmış da olsa fark etmez." Bu ifadenin bir misli de Hulâsa'dadır. Çocuğun tamiminde ne fayda olduğunu araştır. Şu da var ki, bugün kadınla onun çocuğa kefaleti şartıyla hul' yapmak örfü âdet olmuştur. Bunun mânâsı çocuğun bütün işlerinî annesi görecek, müddet bitinceye kadar babasından bir şey istemeyecek demektir. Zâhire bakılırsa bu söz giyecek yerini de tutar. Çünkü örf olan bir şey şart kılınmış gibidir. Düşün!

"Ücretli süt annede olduğu gibi sahihtir." Bezzâziye sahibi diyor ki:

"Kadınla çocuğunu bir sene emzirmek ve sütten ayrıldıktan sonra on sene çocuğun nafakasını vermek şartıyla muhâlea yaparsa sahih olur. Burada bilinmemek mâni değildir. Nasıl ki yiyeceğini ve elbisesini vermek şartıyla süt ana kiralasa İmam-ı A'zam'a göre sahih olur. Çünkü âdet süt analara biraz geniş davranmaktır. Burada bütün imamlarımıza göre sahihtir. Çünkü çocuğunun nafakası için bir kimse, velevki alçak olsun münakaşa etmez."

METİN

Kadın fakir olduğu halde kocasıyla çocuğunun meselâ bir ay nafakasını vermek şartıyla muhâlea olur da kocasından nafaka isterse, kocası vermeye mecbur edilir. İtimad bu kavledir. Fetih. Yine Fetih'de beyan edildiğine göre kadın çocuğu bülûğa erinceye kadar elinde tutmak şartıyla hul' yaparsa kız çocuğu hakkında sahih olur, erkek çocuğu hakkında olmaz. Kadın evlenirse kocası çocuğu alabilir. Velevki bırakacağına ittifak etmiş olsunlar. Çünkü bu çocuğun hakkıdır. Babasının ecr-i misil alması için bu müddette geçer ecr-i mislin ne olduğuna bakılır ve baba bunu anneden alır. Baba küçük kızı nâmına onun malı veya mehriyle hul' yaparsa esah kavle göre kız boş olur. Nasıl ki kız mümeyyiz iken (kârı-zararı ayıracak yaşta) kendisi kabul etse boş olur ve mal vermek lâzım gelmez. Çünkü buteberru'dur. Büyük kızın hükmü de böyledir. Ancak o kabul ederse mal vermesi lâzım gelir. Bedeli İltizam etmedikçe annenin hul' yapması sahih olmadığı gibi küçük oğlan üzerine hul' da asla sahih değildir.

İZAH

"Kocası vermeye mecbur edilir." Çünkü hul'un bedeli kadının borcudur. Kocasının kadındakî alacağı iIe çocuğun nafakası sâkıt olmaz, Nitekim kadında başka bîr alacağı olsa kadın bunu ödeyemediği takdirde çocuğun nafakası o adamdan sâkıt olmaz, itimad bu kavledir. Sair fetva verenlerin "Sâkıt olur." kavline değildir. Kınye ve Hâvî'de böyle denilmiştir. Fetih ve diğer kitablarda da böyledir. Bu şunu ifade eder ki, .kadın zenginledikten sonra baba verdiği nafakayı ondan geri alabilir.

"Kız çocuğu hakkında sahih olur, erkek çocuğu hakkında olmaz." Çünkü erkek çocuğu erkeklerin âdâb ve ahlâkını öğrenmeye muhtaçtır. Annesinin yanında uzun zaman kalırsa kadınların ahlâkını alır. Bunda ise ne derece fesad olduğu meydandadır. Fetâvâ'l-Hindiyye'de böyle denilmiştir. Makdisî diyor ki: "Kız çocuğunda sahîh olur demesi söz götürür. Çünkü bugün fetva verilen kavle göre kız çocuğu bülûğ zamanına kadar annenin yanında kalmaz.

" Ben derim ki: İllet çocuğun hakkının zâyi olmasıdır. Kız çocuğunu bülûğa erinceye kadar annesinin yanında bırakmakta îse zâyiat yoktur. Evet, bülûğ müddeti meçhûldür diye bir itiraz vârid olabilir. Ama umulur ki, bu cehalet affedilir. Çünkü ekseriyetle bülûğ on beş yaşında olur.

"Çünkü bu çocuğun hakkıdır." Zira çocuğu kadının ecnebî olan kocasının yanında bırakmak ona zarardır. Onun için de kadının hadâne (çocuğa bakma) hakkı sâkıt olur. Bu ifadenin bir misli de Hâniyye'dedir. Orada şöyle denilmiştir: "Kadınla çocuğun mâlum seneler baba yanında kalması şartiyle hul' yaparsa hul' sahih, şart bâtıl olur. Çünkü küçük çocuğun annesinin yanında bulunması çocuğun hakkıdır. Anne babasının ibtaliyle bâtıl olmaz.

"Kız boş olur." Yani hul' lâfzıyla yaptıysa kız talâk-ı bâinle boş olur. Nitekim geçmişti, ileride de gelecektir.

"Esah kavle göre" Kız boş olur. Bazıları boş olmadığını söylemişlerdir. Çünkü talâk mal lâzım gelmesine muallaktır. Mal ise yoktur. Esah olmasının vechi talâkın babanın kabulüne muallak olmasıdır. Bu mevcuddur. Bezzâziye.

"Nasıl ki kendisi kabul etse..." Nasıl ki sözüyle şârih meselenin ittifâkî olduğuna işaret etmiştir. Anla! Fetih'de şöyle denilmiştir: "Bu yani zikredilen hilâf baba kabul ettiğine göredir. Kız kabul eder de aklı başında olup nikâhın menfaat celbettiğini, hul'un ise menfaati selbettiğini akıl ederse bil-ittifak talâk vâki olur. Mal da lâzım gelmez."

Ben derim ki: Çok defa vâki oluyor ki, adam karısını mehrini bağışlamak mukabilinde boşuyor. Zâhire bakılırsa bu talâk ric'îdir. Çünkü mehir sâkıt değildir. Sonra Câmiu'l-Fûsul'de şöyle denildiğini gördüm: "Bir vaka'da adam çocuk yaştaki karısına: Sen mehrin karşılığında boşsun der de kadın kabul ederse ric'î olarak boş düşmesi ve mehrin sâkıt olmaması gerekir." İleride Vehbâniyye şerhinden naklen bunu te'yid eden ibâre gelecektir.

"Mal vermek lâzım gelmez." Yani İbni Seleme'nin kavline göre mal vermek kadına da, babasına da lâzım gelmez. Yine ondan bir rivâyete göre lâzım gelir. Velevki üzerine almış olmasın. Üzerine almışsa vermesi lâzım geldiğinde söz yoktur. Metinde aşağıda gelecek dediği mesele budur.

Bahır sahibi diyor ki: "İmam Mâlik'in mezhebine göre baba hul'un kızı için daha hayırlı olduğunu bilirse, meselâ kocası geçimsizse kızının mehri üzerine hul' yapması sahihtir. Buna bir hâkim hüküm verirse hükmü geçerli olur." Beziâziye'de de böyle denilmiştir. Hâkimden murad Mâlikî mezhebinde olan hâkimdir.

"Büyük kızın hükmü de böyledir ilh..." Yani ondan izin almadan babası onun nâmına hul' yaparsa kızın mal vermesi evleviyetle lâzım gelmez. Çünkü babası onun hakkında ecnebî gibidir. Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Mal vermeyi baba veya ecnebî biri garanti ederse hul' vaki olur. Sonrâ kadın razı olursa bu hul' aleyhine geçerli olur. Kocası da mehir vermekten kurtulur. Razı olmazsa onu kocasından alır. Kocası da hul'u yapandan alır. Garanti etmezse hul' kadının razı olmasına baylıdır. Razı olursa câizdir ve kocası mehirden berâet eder. Aksi takdirde câiz değildir. Zahîre'de kadın boş olmaz denilmiştir. Başkaları boş olması gerekir. Çünkü talâk kabule muallaktır. Bu da mevcuddur demişlerdir." Yani hul'u yapanın kabulüne muallaktır demek istemişlerdir. Bezzâziye'de bildirildiğine göre baba garanti etmezse mal hakkında talâk kadının kabulüne bağlıdır. Bezzâziye sahibi: "Bu talâk vâki olduğuna delildir. Bazıları talâkın ancak kadının rızasiyle vâki olacağını söylemişlerdir." demiştir.

"Annenin hul' yapması ilh..." Bahır sahibi diyor ki: "Baba ile kayıdlaması şundandır: Çünkü hul' küçük kızın kocasıyla annesi arasında cereyan ederse, annesi bedeli kendi malına izafe ettiği yahut ödemeyî üzerine aldığı takdirde ecnebîde olduğu gibi hul' tamamdır. Aksi takdirde ne olacağına dair rivâyet yoktur. Sahih şudur ki; talâk vâki değildir. Baba bunun hilâfınadır."

"Küçük oğlan üzerine hul' asla sahih değildir." Bahır'da şöyle denilmiştir: "Kız diye kayıdlaması şundandır: Çünkü küçük oğlunu hul' etmesi sahih olmaz. Küçük oğlanın hul'u velîsinin rızasına da bağlı değildir. Hâsılı küçük kızda talâk vâki olmakla beraber mal vermek lâzım değildir. Küçük oğlanda ise asla talâk vâki olmaz.

METİN

Nitekim kadın reşid olmayarak bununla yani kendi malı veya mehriyle muhâlea yaparsa hüküm budur. Yani boş olur, mal vermek lâzım gelmez. Hatta talâk lâfzıyla yapılmışsa her iki meselede ric'î talâk meydana gelir. Vehbâniyye şerhi. Kadın nâmına mal vermek şartıyla babası muhâlea yaparak vereceğini garanti ederse, yani kefil olarak değil de vermeyi iltizam ederse hul' sahihtir, mal da babaya lâzım gelir. Zira kadına mal vermek vâcib değildir. Ecnebî biriyle hul' yapmak gibi olur ki, baba bu hususta evlâdır. Mehir sâkıt olmaz. Çünkü o babanın velayetine dahil değildir. Bunun sukûtuna bir çare de hul' bedelini mehir mikdarı bir ecnebîye şart koşması, sonra koca bunu ondan almak için velayeti olan birine havale etmesidir. Bezzâziye.

İZAH

"Kadın reşid olmayarak..." Rüşd: Bir şahsın kendi malında yararlı hareket etmesidir. Velevki fâsık olsun. Nitekim hıcr bahsinde gelecektir. Ulemanın orada zikrettiklerine göre sefahet dolayısiyle yapılan hıcr Ebû Yusuf'a göre borç sebebiyle yapılan gibi hâkim hükmüne muhtaçtır. İmam-ı Muhammed mücerred sefahetle sâbit olacağını söylemiştir. Sefahet maIı meşruun hilâfına har vurup harman savurmaktır. Vehbâniyye şerhini zâhirine bakılırsa ikinciye itimad etmiştir. Çünkü Mebsût'tan naklen şöyle demiştir: "Kadın müfsid olarak bülûğa erer de mal mukabili kocasında." hul' olursa, hul' câizdir. Çünkü hul'da talâkın vâki olması kabule dayanır. Bu da kadından tehakkuk etmiştir. Ama mal vermesi lâzım gelmez. Çünkü kadının bunu iltizam etmesi mal karşılığı da değil, görünen bir menfaat için de değildir. Binaenaleyh kadın küçük kız hükmünde tutulur. Kocası onu bu mal üzerine bir talâkla boşadıysa ona dönmeye hakkı vardır. Çünkü talâkın sarîh sözle yapılması bâin olmasını icab etmez. Ancak bedel verilirse bâin olur. Hul' lâfzıyla yapılması bunun hilâfınadır." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

"Yâni boş olur ilh..." Sözü küçük kızla reşid olmayan kadın meseleleri arasındaki benzerliği açıklamaktır.

"Kadın nâmına" Yani küçük olan kadın nâmına mal vermeyi demek istiyor ki, bu mal mehre de şâmildir.

"Kadına mal vâcib değildir." Binaenaleyh kefalet tehakkuk etmemiştir. Çünkü kefalet; isteme hususunda kefilin zimmetini asilın zimmetine katmaktan ibarettir. Asilden isteme yoktur. T.

"Ecnebî biriyle hul' yapmak gibi" Yani fuzûlî ile hul' yapmak gibi olur. Bunun hülasası şudur: Baba koca ile konuşur da bedeli garanti ifade edercesine kendi nefsine izafede bulunur yahut onu kocaya bu şekilde temlîk ederse, meselâ kızımı benim nâmıma bin dirheme muhâlea et yahut ben ödemem şartıyla veya benim şu bin dirhemim yahut şu kölem üzerinemuhâlea et der de o da bunu yaparsa sahih olur ve bedel babaya borçtur. Şayet bedel için bir hak sahibi çıkarsa kıymetini vermesi lâzım gelir. Kadının kabulüne bağlı değildir. Bu sözü gelişigüzel söyler meselâ bin dirheme yahut şu köleye muhâlea et derse, kadın kabul ettiği takdirde köleyi veya âciz kaldığı takdirde kıymetini teslim etmesi tâzım gelir. Baba bunun başkasına izafe eder, meselâ fülanın kölesi ile hul' et derse, o fülanın kabulü mu'teber olur. Kadınla kocası konuşur yahut kocasına bunu kadın söylerse, kadının kabulü mu'teber olur. Bedel gelişigüzel söylensin yahut kadına veya ecnebîye izafe edilsin müsavîdir. Hul'a vekil olan kimseden bedel istenmez. Meğerki ödemeyi üzerine almış olsun. Bu takdirde ödediğini kadından alır. Meselenin tamamı Bahır'dadır.

"Baba evlâdır." Çünkü kızının hem nefsinde hem malında tasarrufa mâliktir. Fetih.

"Mehir sâkıt olmaz." Yani hul' ister mehir mukabilinde, ister meselâ bin dirheme yapılmış olsun fark etmez. Lâkin mehir mukabilinde yapılırsa kadın onu kocasından geri alabilir. Kocası da kadının babasından alır. Çünkü o garanti etmiştir. Fakat hul' bin dirhem karşılığında yapılmışsa kadın mehrini kocasından geri aldıktan sonra kocası kadının babasından onu alamaz. Çünkü o mehri garanti etmemiştir. O bini ödeyeceğine söz vermiştir. Fetih sahibinin sözü bu tafsilâta yorumlanır. Nitekim Nehir'de ve Makdisî şerhinde belirtilmiştir. Bahır sahibinin anlayışı bunun hilâfınadır. O Fetih sahibinin aleyhine hata etmiş diye hüküm vermiştir.

"Bunun sukûtuna bir çare de" Yani mehrin kocadan sâkıt olmasına bir çare de şudur diyor ki, bununla daha başka çareler de olduğuna İşaret ediyor. Onlardan biri yukarıda arz ettiğimiz Mâlikî bir hâkimin sahihtir diye hüküm vermesidir. Bir çare de babanın kızının mehri ile iddet nafakasını aldım diye ikrar etmesidir. Çünkü bunu babanın ikrarı sahihtir. Sair velîler onun hilâfınadır. Sonra kocası kadını talâk-ı bâinle boşar. Lâkin zâhire göre berî olur. Allah Teâlâ indinde berî olmaz. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn sahibi bu zevata itiraz ederek: "Bunda yalanı öğretmek ve kocanın zimmetini meşgul etmek vardır." demiş, Makdisî kendisine şu cevabı vermiştir: "Kocası kadına zarar verdiği, başka kurtuluş yolu da bulunmadığı vakit bu zarar etmez."

"Şart koşması" Yani kocanın şart koşmasıdır. Bir nüshada her ikisinin yani koca ile babanın şart koşmaları denilmiştir.

"Sonra bunu" Sözünden murad mehirdir. Yani koca ecnebîye havale edecektir. Bazı nüshalarda bu mevcuddur.

"Velayeti olan birine havale etmesidir." Sözünden murad babadır. Baba mevcudsa bunu o yapacak, değilse hâkim bir vasî tâyin edecektir. Meselenin sureti şudur: Mehir meselâ bin dirhem ise koca ecnebî biriyle kendi malından bin dirheme muhâlea yapar. Sonra kocababayı veya vasîyi mehri almak için o ecnebîye havale eder. Ama kabul şarttır, ecnebînin de kocadan daha zengin olması lâzımdır. O zaman koca mehirden kurtulmuş olur, borç ecnebînin zimmetine geçer. Lâkin bunda ecnebî için zarar vardır. Onun için "Sonra baba onu ibrâ eder yahut ondan aldığını ikrarda bulunur." denilmiştir. Ama zâhire göre bu tekellüfe hâcet kalmaksızın babanın baştan ikrarı kâfidir. Nitekim az yukarıda arz ettik. Bazı nüshalarda:

"Sonra koca onu bunu kendisinden^almaya velayeti olana havale eder." denilmiştir. Bu ayrı bir hîledir. Onu Bahır sahibi Bezzâziye'den nakletmiştir. Bu sözün mânâsı o ecnebî kimse kocayı hul' bedeli .olan bin dirhemi almak için babaya yahut vasîye havale eder, demektir. Bu suretle ecnebî bedelden kurtulur; borç babanın zimmetine geçer. Lâkin babanın bu tekellüfe hâcet kalmaksızın baştan bedeli üzerine alması bu ikinci hîleye hâcet bırakmaz.

METİN

Eğer koca ödemeyi kadına yani küçük olan karısına şart koşar da, o da buna ehil olarak kabul ederse bir şeysiz boş olur. Ehil olmaktan murad nikâhın menfaati celb, hul'un onu selb ettiğine aklı ermesidir. Bir şeysiz boş düşmesi borçlanmaya ehliyeti olmadığındandır. Şayet kabul etmez veya akıl etmezse boş düşmez. Esah kavle göre velevki baba kabul etmiş olsun. Zeylaî. Kadın bülûğa erer de babanın kabulüne razı olursa bu câizdir. Fetih. Koca karısına: Seni muhâlea ettim der de kadın kabul eder ve maldan bahsetmezlerse kadın boş olur. Çünkü icab ve kabul mevcuddur ve koca mehr-i müeccelden şayet varsa berî olur. Mehr-i müeccelden borcu yoksa kadın ona aldığı mehr-i muacceli iade eder. Çünkü yukarıda geçti ki, bu bir muâvezadır. Binaenaleyh mümkün olduğu kadar itibara alınır.

İZAH

"Eğer koca ödemeyi" Sözünden murad ödeneni demektir. Tâ ki Feth'in: "Yani koca bin dirhemi kadına şart koşarsa onun kabulüne bağlı olur ilh..." sözüne uygun olsun. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Hul' karıkoca arasında cereyan ederse kabul etmek kadına aiddir. Bedel gelişigüzel söylensin yahut mutlak bırakılır veya kadına yahut ecnebîye izafe edilsin. İzafet milk veya garanti izafeti olsun fark etmez." Bunun misâlleri beni şu köleye hul' et, beni bir köleye hul' et. beni şu köleme hul' et, beni falanın kölesi karşılığında hul' et sözleridir.

"Boş olur." Çünkü şart mevcuddur. O da kadının kabulüdür. Hul'la talâk-ı bâin meydana gelmesi kabule dayanır, mal lâzım gelmesine dayanmaz. Nitekim kadın şarab ve benzeri bir şey söylerse hüküm budur. Fetih.

"Velevki baba kabul etmiş olsun." Çünkü kadının kabulü şarttır. 'Bu niyabet kabul etmez. Fetih.

"Esah kavle göre" Demesi bir rivâyette sahih olduğu içindir. Çünkü hâlis menfaattır. Kadın o adamın elinden mal vermeden kurtulmaktadır. Fetih.

"Koca karısına: Seni muhâlea ettim." İfadesinde hul'u mufâale bâbından kullanması şundandır: Çünkü seni hul' ettim dese bu söz kabule bağlı değildir, koca berâet etmiş olmaz. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bâbın başında da geçmişti. Bu mesele bülûğa ermiş kadın hakkındadır.

"Ve koca mehr-i müeccelden berî olur..." Hulâsa ve Bezzâziye'de zik-redildiğine göre bu surette İmam-ı A'zam'dan iki rivâyetin birine göre karı-koca birbirlerinden berî olurlar. Sahih olan da budur. Şayet kocanın üzerinde mehir borcu yoksa kadının aldığı mehri ona iade etmesi gerekir. Çünkü mal hul'u zikretmekle örfen zikredilmiş sayılır. Fetih'de de böyledir.

Bahır sahibi diyor ki: "İbârenin evvelinden anlaşıldığına göre mehir alınmışsa kocanın dönüp istemeye hakkı vardır. Hâniyye sahibi de bunu açıklamıştır, O zaman karı-koca birbirlerinden berî olmuş sayılmazlar. Bana öyle geliyor ki, berâetin yeri mehr-i muacceli kadına verdikten sonra onunla muhâlea yapmasıdır. Zira böyle olursa kadın mehr-i muaccelden, kocası da mehr-i müeccelden berî olur. Onun içindir ki, Muhît sahibi: Sahih kavle göre mehir sakıt olur. Kadının aldığı kendinin olur, kocasının zimmetinde kalan da sâkıt olur, demiştir."

Ben derim ki: Bunu Hâniyye'nin "Her biri berâet eder" demesi, bilâkis "Koca kadının onda alacağı olan mehirden berî olur" demesi de te'yid eder. Hâniyye sahibi: "Kadının kocasında alacak mehri yoksa kocasının verdiğini iade etmesi lâzım gelir." demiştir. Bunu Hâkim-i Şehid ile İbn-i Fadl da böyle zikretmişlerdir. Hülasası şudur: Koca kadına olan mehir borcundan kurtulur. Kadın ise ancak bir kısmından kurtulur. Bütün mehrini almışsa iade etmesi lâzım gelir. Bu izahla musannıfın: "Mehr-i müeccelden borcu yoksa kadın ona aldığı mehr-i muacceli iade eder." Sözündeki îham meydana çıkar. Zira bu söz kadın bütün mehrini almışsa mehr-i müecceli iade etmesi lâzım gelmez. mânâsını îham etmektedir. İfadenin hakkı: "Aksi takdirde mehri iade eder." demekdi. Ancak şöyle cevap verilebilir: Kadın bütün mehrini alınca mehrin hepsi muaccel olur.

Sonra bilmelisin ki bunların hepsi Feth'in ibâresine muhâliftir. Fetih'de: "Hul' ve mubare'e her hakkı ıskat eder İlh." denildiği yerde şu ifade vardır: "Bedelden söz edilmemişse bu hususta üç rivâyet vardır. Bunların esah olanı karı-kocadan her birinin yalnız mehirden berâet etmesidir. Cima'dan önce olsun sonra olsun mehir alınmış veya alınmamış olsun artık karı-koca birbirlerinden onu isteyemezler. Hatta kadın mehrini almamışsa kocasından bir şey isteyemediği gibi hepsini almışsa kocası da ondan bir şey iade etmesini isteyemez ilh..." Bu ifadenin bir misli de Zeylaî ile Vehbâniyye şerhinde, Makdisî ve Şürunbulâliyye'dedir. Kâdîhân'ın Câmi-i Sağîr şerhinde şöyle denilmektedir. "Kadına hul' yapar da bedel zikretmezse, İmameyn'e göre karı-koca birbirlerine nikâhla vâcib olan mal borcundan berâet etmezler. Ebû Hanife'den iki rivâyet vardır, Sahih olan rivâyet birbirlerinden berâet etmeleridir."

Muhtar metninde de şu ifade vardır: "Mubâre'e de hul' gibidir. Bunların ikisi de karı-kocanın nikâha müteallik haklarını ıskat ederler. Hatta cima'dan önce ise ve kadın mehrini almışsa kocası ondan hiç bir şey geri alamaz. Kadın kocasından bir şey almamışsa ondan hiç bir şey alamaz. "Bu ifadenin bir misli de Mültekâ metnindedir. Dürerü'l-Bihâr şerhi ile Mecmâ' şerhinde: "Karı-koca hiç bir mal sözü etmedilerse birbirlerinden berâet ederler. Kadın mehrini almış olsun olmasın, kocası onunla cima'da bulunsun bulunmasın fark etmez." denilmiştir.

Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre Fetâvâ'dan naklen yukarıda geçen söz başka bir kavildir. Şerh ve metinlerde sahihlenmemiştir. Böylece musannıfın sözünde bozukluk olduğu iki vecihten anlaşılmıştır. Bunların birisi sahihin hilâfına yol tutması, ikincisi de kadının yalnız mehr-i muacceli iade edeceğini îham etmesidir. Halbuki buna kâil olan yoktur. Hilâf ancak bütün mehri almışsa onun iadesi hakkındadır.

 

HASTA KADININ HUL'U

 

METİN

Hasta kadının hul'u malın üçte birinden itibar olunur. Çünkü bu bir teberru'dur. Binaenaleyh üçte birden çıktığı takdirde kocası mirâsla hul' bedelinden hangisi azsa onu alır. Çıkmazsa mirâsın azını alır. Kadın iddet içinde ölürse üçte biri, iddetten sonra yahut cima'dan önce ölürse, üçte birden çıktığı takdirde kocası bedeli alır. Meselenin tamamı Fûsûleyn'dedir. Mükâtebe hul' olursa âzâd edildikten sonra mal vermesi lâzım gelir. Velevki sahibinin izniyle olsun. Çünkü kendisi teberru'dan men edilmiştir. Cariye ile ümmüveled sahiplerinin izniyle hul' olurlarsa halen malı ödemeleri lâzım gelir. Cariye satılır, ümmüveled ile müdebbere çalışarak öderler. İzinsiz muhâlea olmuşlarsa âzâd edildikten sonra öderler. Cariyeyi rakabesi karşılığında sahibi hul' yaparsa, kocası hür olduğu takdirde hul' meccanen sahih olur. Kocası mükâteb veya köle yahut müdebber olursa sahihtir ve cariye sahibinin olur, nikâh da bozulmaz. Fakat hür ise cariyeye mâlik olduğu takdirde nikâh bâtıl olur, hul' da bâtıldır. Binaenaleyh bunu sahihlemek demek onu ibtal olur. İhtiyar.

İZAH

"Hasta kadının hul'u"ndan murad ölüm hastasıdır. Çünkü o hastalık'tan iyileşirse kocası bedelin hepsini alır. Zira iki taraf buna razı olmuşlardır. Nasıl ki kocasına bir şey hibe eder de sonra hastalığından iyileşirse hüküm budur. Velevki iddet içinde ölmüş olsun.

"Çünkü bu bir teberru'dur." Tekarrur etmiş bir kaidedir ki. nikâh elden çıkarken kıymeti hâiz değildir. Şu halde kadının hul' bedeli diye harcadığı mal teberru'dur, mirâsçıya verilmesi sahih olmaz. Ecnebî için de üçte birden geçerlidir. Ancak anlaşma töhmetini defy için azı verilir. Nitekim erkeğin ölüm hastalığında karısını boşaması meselesinde geçmişti.

"Hangisi azsa onu alır İlh..." Bu şöyle izah olunur: Bu adamın kadından mirâsı elli dirhem, hul, bedeli altmış dirhem olup malın üçte biri yüz ederse mirâsla bedel üçte birden çıktı demektir. Şu halde az olanı yani elliyi alacaktır. Eğer üçte biri kırk ise bununla mirâsın hangisi daha azsa onu alacaktır ki, o da kırk dır . Hâsılı bu adam mirâsla hul' bedelinden ve malın üçte birinden hangisi azsa onu alacaktır. Câmiu'l-Fûsuleyn'e uyarak böyle dese daha kısa ve daha zâhir olurdu.

"Üçte birden çıktığı takdirde kocası bedeli alır." Bu şunu ifade eder ki. burada mirâsa bakılmaz. Çünkü kadın iddetten sonra veya cima'dan önce ölürse mirâs yoktur. O halde bedele ve üçte bire bakılır ve hangisi azsa o verilir. Lâkin Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre cima'dan önce olursa ve hul' mehir karşılığında yapılmışsa kadını boşamakla yarısı sâkıt olur, kalan yarısı da mirâsçı olmayan şahsa vasiyettir. Kadının bundan başka malı yoksa adama bu yarının üçte biri verilir.

"Çünkü kendisi teberru'dan men edilmiştir." Yani velevki izinle olsun. Hibe etmesi gibi ki, âzâd edildikten sonraya bırakılmasının illeti budur.

"Halen malı ödemeleri lâzım gelir." Çünkü hıcr efendisinin izniyle kalkmış ve onun hakkında diğer borçlar gibi olmuştur. Bahır.

"Cariye satılır." Meğerki fidyesini efendisi versin. Câmiu'l-Fûsuleyn.

FER'İBİR MESELE: - Cariye kocasından hul' olan akıllı küçük hürreden şurada ayrılır: Hürre bülûğa erdikten sonra kendisinden hul' bedeli istenilmez. Nitekim halen de istenilmez. Zahîre'de bildirilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmiştir: "Küçük kızı mal karşılığında boşarsa talâk ric'î olur. Cariyede ise bâindir. Zira cariyede mal karşılığı talâk sahihtir. Ancak te'cil edilir. Küçük kızda ise aklı erer bile olsa malsız vâki olur.

"Rakabesi karşılığında" Yani sahibi kocasına hul' bedeli olarak cariyenin kendisini vermek şartıyla hul' yaparsa demektir. T.

"Hul' meccanen sahih olur." Zâhirine bakılırsa mehir sâkıt olmaz. Halbuki sâkıt olacak gibi görünürdü. Çünkü tesmiye bâtıldır. Şarab ve domuzu bedel yapmak gibiydi.

"Cariye sahibinin olur." Sözünden murad mükâtebden gayrı kocanın efendisinin olur, demektir.

"Nikâh da bozulmaz." Çünkü cariye kocasının malı olmaz. Kocasının sahibinin malı olur. Mükâtebe gelince: Onun cariyede milk hakkı sâbit olur. Milk hakkı ise nikâhın devamına mânideğildir. Onun için nikâhı bozulmaz. Bunu Câmi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Minah'da: "Milk mükâtebin sahibinindir." denilmiştir. Bu söz metni mutlak bırakmasını iktiza etmiştir. Ama te'vili mümkündür. "Mükâteb sahibinin de cariyede hakkı vardır. Mükâteb aciz kalırsa cariye efendisinin olur." denilir. Bunu Rahmetî söylemiştir.

"Binaenaleyh bunu sahihlemek demek onu ibtal olur." Yani böyle olan bir şey ise bâtıldır. Murad muâvezanın bâtıl olmasıdır. Mutlak surette bâtıl demek değildir. Çünkü bâbın başında görmüşdük ki, hul' koca tarafından yemin, kadın tarafından muâvezadır. Muâveza ciheti bozulunca öteki ciheti kalır. Fetih'de: "Lâkin bir talâk-ı bâin meydana gelir. Çünkü bedel bâtıl olmuş, hul' lâfzı kalmıştır. Bu ise bir talâk-ı bâindir." denilerek buna işaret olunmuştur.

METİN

FER'İ MESELELER: - Bir adam karısına: Seni bin dirheme muhâlea ettim der ve bunu üç defa tekrarlar da kadın kabul ederse üç binle boş olur". Çünkü kocası bunu onun kabulüne tâlik etmiştir.

Müntekâ'da şöyle denilmektedir; "Sen bin dirheme dört defa boşsun der de kadın kabul ederse üç defa boş olur. Üçü kabul ederse boş olmaz. Çünkü kocası bunu karısının dört talâkı kabulüne tâlik etmiştir."

Sen şu haneye girmen üzerine boşsun sözü kabule tevakkuf eder. şu haneye girmen şartıyla derse girmeye tevakkuf eder.

Ben derim ki: Bunların arasında ne fark vardır diye sorulur: Çünkü Arapçada üzerine "en" edatı giren fiil-i muzarî masdar mânâsınadır.

Bir kimse karısına: Sen bin dirheme bir defa boşsun der de karısı: Ben senden ancak üç talâk istemiştim. Üçte biri senin olsun cevabını verirse söz kadınındır.

İZAH

"Üç binle boş olur." Yani kadın üç defa üç bin dirhemle boş olur. Nitekim Bahır sahibi bunu Muhît'ten naklen açıklamış ve şöyle demiştir:

"Çünkü kadının kabulü olmazsa hiç bir şey vâki değildir. Talâk hul'da kadının kabulüne tealluk eder. Şu halde kadın kabul edince üç talâk birden üç binle vâki olur."

Ben derim ki: Bu mal karşılığı boşamadadır. Böyle olmazsa muâveza sayılmaz ve talâk kabule de bağlı kalmaz. Birincisi hemen vâki olur, geri kalanları hükümsüz kalır. Çünkü bâin bâine lahîk olmaz. Onun için Câmiu'l-FûsuIeyn'de şöyle denilmiştir: "Karısına seni hul' ettim der de bununla talâkı murad ederek üç defa tekrarlarsa bir talâk-ı bâin meydana gelir. Ama seni bende alacağın olan mehir karşılığında hul' ettim diyerek bu sözü üç defa tekrarlar kadın da kabul ederse, üç defa boş olur. Çünkü talâk ancak kadının kabulüyle vâki olur. Kezâ kendimi senden bin dirheme hul' ettim der ve bu sözü üç defa tekrarlar da kocası razıoldum yahut câiz kıldım cevabını verirse, üçer bin dirheme üç talâk meydana gelir. Ama bu Fetâvâ'l-Idde'deki ibâreye muhâliftir. Onun ibâresi sahihtir."

Ben derim ki: İdde'nin ifadesi şudur: "Mehr-i müsemma karşılığında bir talâk vaki olur ve muâvezâtta olduğu gibi birinci ikinci ile ikinci de üçüncü ile bâtıl olur. "Bunun vechi şu olsa gerektir: Hul' erkek tarafından yemin sayıldığına göre söze erkek başladığı zaman talâk kadının kabulüne muallak olur. Söze kadının başlaması bunun hilafınadır. Çünkü onun tarafından hul' muavezadır. Binaenaleyh kocasının kabulüne talik sayılmaz. Kocası kabul etti mi üçüncü akdi kabul etmiş sayılır. İkinci onunla hükümsüz kalır. Birinci de ikinci ile hükümsüz kalır. Bana zâhir olan budur. Yine Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Bir kimse seni bin dirhem karşılığında boşadım, seni üç bin dirhem karşılığında boşadım der de kadın kabul ederse, bu söz her iki mala şâmildir. Mal şartıyla köle âzâdı da bunun gibidir. Satış ise bunun hilâfınadır. Çünkü satışta bu söz son fiyata yorumlanır. Zira satışda kabulden evvel dönmek sahihtir. Köle âzâdı ve talâk bunun hilâfınadır." Zâhire bakılırsa söze kadın başlar da böyle söyler ve kocası kabul ederse yalnız son malla bir talâk meydana gelir. Çünkü kadının dönmesi sahih, erkeğin dönmesi sahih değildir. Nitekim babın başında geçmişti. Bu da: "Hul' erkek tarafından yemin, kadın tarafından muâvezadır." sözümüze binaendir.

"Üç defa boş olur İlh..." Yani biner dirheme üç defa boş olur. Fetih. Fetih'de Hutâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: "Ebu Yusuf'tan rivâyet edildiğine göre kadın beni bin dirheme dört defa boşa der de kocası üç defa boşarsa bu üç talâk bin dirheme olur. Bir defa boşarsa binin üçte biriyle olur." Yani söze kadın başladığı vakit tâlik değil mûaveza olur. Kocasının söze başlaması bunun hilâfınadır. Nitekim söylemiştik.

"Bunların arasında ne fark vardır diye sorulur ilh..." Kezâ bu sözle bana şu kadar dirhem vermen şartıyla sözü arasında ne fark vardır ki, şu haneye girmen üzerine boşsun sözünde olduğu gibi bu da kabule tevakkuf eder. Bahır sahibi bu üç meselenin farkını sormuş, fakat bir fark görülmemiştir. Nehir sahibi de onun sözünü nakletmiş, fakat bir şey söylememiştir. Dürr-ü Müntekâ sahibi Lübâb şerhinden naklen sarîh masdarla müevvel masdar arasında fark olduğunu söylemiş, müevveli cüsseye yorumlamak sahihtir. Birinciyi sahih değildir demiştir. Yani Arapçada "Zeydün İmma enyekûme ve İmma enyek'ûde" demek sahihtir. Fakat "Zeydün imma kıyâmün ve Imma ku'udün" demek sahih değildir. Lâkin bizim meselemizde Tahtâvî'nin dediği gibi fark zâhir değildir.

"Söz kadınındır." Çünkü kadın binin üçte birinden ziyadesini inkâr et-mektedir. Binaenaleyh tasdik olunur. Bahır sahibi: "Yeminiyle beraber tasdik olunur. Her iki taraf beyyine getirirlerse kocanın beyyinesi tercih olunur." demiştir.

METİN

Bir kimse karısına mehri çocuğunun veya bir ecnebînin olmak yahut çocuğu kendi yanında bırakmak şartıyla hul' yaparsa hul' sahih, şart bâtıl olur.

Kadın: Ben senden hul' oldum der de kocası ona: Ben seni boşadım cevabını verirse talâk-ı bâinle boş olur. Talâk-ı ric'î ile boş olduğunu söyleyenler de vardır. Kadın talâk-ı ric'î şartıyla seni mehirden ibrâ ettim der de kocası onu talâk-ı ric'î ile boşarsa, ne hüküm verileceği hususunda rivâyet yoktur. Lâkin Ziyâdât'ta: "Sen bugün ric'î olarak boşsun ve yarın ric'î olarak bin dirheme diğer bir talâk boşsun derse, bedel iki talâkın olur ve her iki talâk bâindir. Lâkin milkine dönmezse yarınki talâk bir şeysiz vâki

olur.'" denilmiştîr.

İZAH

"Hul' sahih olur." Çünkü o fâsıd şartla bozulmaz. Nitekim geçmişti.

"Şart bâtıl olur." Yani mehir çocuğun veya ecnebînin olmaz, kocasının olur. Nitekim Bezzâziye ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Kocasının çocuğu kendi yanında tutmaya hakkı yoktur. Çünkü çocuğun annesinin yanında kalması hakkıdır. Karı-kocanın bozmalarıyla bu hak bozulmaz. Nitekim biz bunu Hâniyye'den naklen arz etmiştik.

"Talâk-ı bâinle boş olur ilh..." Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın kocasına beni bin dirheme hul' et der de kocası sen boşsun cevabını verirse bazılarına göre bu cevap olur ve hul' tamamdır. Bazıları: "Hayır, bu talâkdır." demişlerdir. Muhtar olan kavil birincisidir. Çünkü o zâhiren cevabdır. Ama kocası ben bununla cevabı kasd etmedim derse tasdik edilir ve bir şeysiz talâk vâki olur. Kezâ kadın ben senden hul' oldum der de kocası ben seni boşadım cevabını verirse bazıları: "Bu cevabdır ve hul' tamamdır." demiş, birtakımları: "Hayır, bilâkis talâk-ı ric'îdir." mutaleasında bulunmuşlardır. Bazıları da: "Kocasına niyeti sorulur. Birinci meselede dahi sorulmak gerekir demişlerdir." Bezzâziye'nin ifadesi şudur: "Muhtar olan kavle göre kocası bu sözle cevabı kasdediyorsa cevap olur ve sanki hul'la boşsun demiş gibi sayılır. Çünkü cevap olarak ağzından çıkmıştır. Binaenaleyh hul'dur, kocası mehri vermekten berâet eder."

"Rivâyet yoktur ilh..." Bunu Kınye sahibi haklarında rivâyet olmayan ve müteahhirin ulema tarafından yeterli cevap verilemeyen meseleler bâbının sonunda zikretmiş ve şöyle demiştir: "Acaba malla karşılaştırıldığı için Ziyâdât'ın meselesi gibi talâk bâin mi olur yoksa rlc'î midir? Ve sure-i bâresinî; "Kadına mal lâzım gelir." sözünden az önce nakletmiştir. Ben ten şart bulunduğu içîn koca berâet eder mi etmez mî?" Bahır sahibi onun ibaresini; "Kadına mal lâzım gelir" sözünden az önce nakletmiştir. Ben bunun üzerine yazdığım hâşiyede şöyle dedim: "Kınye sahibi Hâvî nâmındaki eserinde Esrar'dan naklen cevabı şöyle zikretmiştir: Vâki olan talâk ric'îdir. Koca da berâet eder. Çünkü her ikisi ric'i talâk vukûuna razı olmuşlardır. Talâkı malla karşılaştırmak onu ric'î vasfından değiştirmez. Ziyâdât'ın meselesi ise başkadır. O kadın kocasından bin dirheme iki talâk-ı bâin istediği zamandır. Binaenaleyh malla karşılaştırmak onun ric'î vasfını değiştirir ve bu vasıf hükümsüz olur. Çünkü kadın nikâh kalmakla beraber bin dirhem vermeye razı olmamıştır." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Bu cevap ancak karısı ondan iki talâk-ı bâin istedikten sonra kocası bunu söylemişse zâhir olur. Söze kocası başlayarak bunu söylemîş kadın da kabul etmişse, bu sözle bir talâk-ı ric'î olmak lâzım geIir. Çünkü ikisinîn de buna rızaları vardır. Halbuki nakledilen şekil buna muhâliftir. Zahîre'de talâkın altıncı bâbında şöyle denilmektedir: "Sen şu saatte bir talâk boşsun. Yarın da bin dirheme bir daha boşsun der de kadın kabul ederse, o anda bînin yarısıyla bir talâk, yarın bir şeysiz başka bir talâk vâki olur. Çünkü talâkta bedelin vâcib olmasının şartı onunla milkin elden gitmesîdir. Birincî talâkla milk elden gitmiştir. Lâkîn yarından önce o kadınla evlenirse, yarın binin yarısıyla bir talâk daha boş olur. Çünkü milk onunla elden gider. Cima'da bulunduğu karısına: Sen şimdi bir talâk-ı ric'î iIe boşsun, yarın da bin dirhemle bir daha boşsun der de kadın kabul ederse o anda kadın bir şeysiz bir talâk boş olur. Çünkü onu bedele aykırı bir şeyle vasfetmîştir. Bedelle talâk ric'i olmaz. Ertesi gün bin dirheme bîr talâk daha boş olur. Zira milk onunla elden gider. Birinci talâk rîc'îdir, o milki elden çıkarmaz. Şayet sen bugün bîr talâk-ı bâin boşsun. Yarın bin dirheme bir daha boşsun derse derhal bir şeysiz bir talâk-ı bâin meydana gelir. Çünkü bâin sarîh ibane sözüyle olmuştur. 'Mukabilinde bir şey yoktur. Yarın bir daha bir şeysiz vâki olur. Çünkü birinci talâkla milk elden gitmiştir. Meğerki o kadınla yarından önce evlenmiş olsun. O zaman bin dirheme ikinci bir talak vâki olur. Çünkü milk onunla elden gîder. Bu adam sen şimdi bir talâk-ı ric'î ile boşsun. Yarın da bîn dirheme başka bir talâk-ı ric'î ile boşsun derse bedel iki talâka verilir. Kezâ sen şimdi üç talâkla boşsun. Yarın da bin dirheme başka bir talâk-ı bâinle boşsun derse yahut şimdi bir şeysiz bîr talâk boşsun, yarın da bir şeysiz diğer bir talâk bin dirhemle boşsun derse bin dirhem her ikisîne verilir ve talâkların ikisi de bâin olurlar. Çünkü ya aykırı vasfı yahut bedeli hükümsüz bırakmak mutlaka lâzımdır. Birinciyi hükümsüz bırakmak daha iyidir. Çünkü sonuncusu onu nesheder ve o onda binin yarısı iIe bir talâk, yarın meccanen başka bîr talâk meydana gelir. Ancak yarından önce o kadınla evlenirse ikinci defa binin yarısı ile bir talâk vâki olur. Bu adam: Sen bugün bir talâk boşsun, yarın da bîn dirheme başka bir talâk-ı ric'î boşsun dese bedel yine iki talâka verilir. Çünkü ikinciyî zıddı ile vasıflandırmıştır. Binaenaleyh bedel iki talâka verilir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Fetih sahibi bunun bir kaidesini zikretmiştir ki, o da şudur: Ne zaman iki talâk söyler dearkalarından mal zikrederse o mal ikisîne mukabil olur. Ancak birincîyi mala münafi bir vasıfla zikrederse o zaman mal ikincîye mukabil olur ve mal lâzım gelmek için onunla talâk-ı bâin hâsıl olmak şarttır.

"Ancak birinciyi mala münafi bir vasıfla zîkrederse" Sözü yalnız bîrinciye mahsustur. Her ikisini yahut yalnız îkînciyi münafi vasıfla zikrederse yahut hiç birini münafi vasıfla zikretmezse mal ikisine mukabil olur. Geçmiş talâk-ı bâin ârızasıyla ikincî talâkla, bir şey vâcib olmaması zarar etmez. Çünkü bu ârıza giderildiği vakit yine mal vâcib olur. Nitekim îkinciyi talâkın vakti gelmeden o kadınla evlenirse ârıza giderilmiş olur. Böylelikle bu meselelerin anlaşılması kolaylaşır.

"Lâkin Ziyâdât'ta ilh..." Kınye ile Hâvî'nin Ziyâdât'tan naklettikleri ibârede ric'î lâfzı iki yerde değil yalnız birincidedir. Ama münasib olan şârihin yaptığı gibi iki yerde zikretmekdir. Tâ ki yukarıda söylediğimize uysun. Çünkü Kınye'deki ifadeye göre bedel iki talâka değil yalnız ikinciye verilir. Çünkü milk onunla ortadan kalkar. Nitekîm bunun Zahîre ile Feth'in ibârelerinde açıklandığı yukarıda geçmişti.

"Lâkin milkine dönmezse ilh..." İfadesi Kınye'de nakledilen Ziyâdât ibâresinde yoktur. Olması münasib de değildir. Sebebini biliyorsun. Evet, şârihin söylediğine göre sahih odur. Zahîre'nin bu meseledeki ibâresinde bunun açık söylendiği yukarıda geçti. Anla! Tahtâvî diyor ki: "Yani birinci gün 500 dirhem mukabilinde bir talâk-ı bâin ve yarından önce o kadınla evlenirse, yarın dahi 500 dirhem karşılığında bir talâk vâki olur. Aksi takdirde ikinci talâk bir şeysiz olur."

METİN

Zahîriyye'de şu İbâre vardır: "Bir kimse küçük olan karısına: Senden dört ay uzak kalırsam beni mehirden ibrâ ettikten sonra emrin elinde olsun der de şart bulunur kadın da onu ibrâ ederek kendini boşarsa mehir sâkıt olmaz, bir talâk-ı ric'î meydana gelir." Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kocası 20 dirhem veya şu kadar batman pirinç vermek şartıyla kadın mehrîyle hul' olursa sahihtir. Ödeme yerini bildirmesi şart değildir. Çünkü hul' satıştan daha geniştir."

Ben derim ki: Bunun ifade ettiği mânâ hul' bedelini kocasına vâcib kılmanın sahih olmasıdır. BeIlenmelidir! Kınye'de şöyle denilmiştir: "Kadın huccet yazmak şartıyla yahut kocası kumaşlarını iade etmek şartıyla hul' olur da kocası kabul ederse haram olmaz. Kocasının o mecliste hucceti yazması ve kumaşları iade etmesi şarttır." Allahu a'lem!

İZAH

"Zahîriyye'de şu ibâre vardır." Ben Zahîriyye'de onu bulamadım. Bahır sahibi onu Valvalciyye'den şu ifadeyle nakletmiştir: "0 halde emrin elinde olsun ve ne zaman dilersen kendini boşa." Câmîu'l-Fûsuleyn'de de bunun misli vardır. Orada: "Boş olman içîn." lâfzıiledir. Şârih bu sözü zikretmemîştir. Fakat mutlaka lâzımdır. Çünkü ondan sonra ric'î talâk vâki olur demektedir. Zira üst tarafını izah için sarîh lâfzı zikretmezse talâk bâin olur. Emrin elindedir sözüyle yapılan tefvîz kinâyelerdendir. Onunla talâk-ı bâin meydana gelîr. Velevki kadın kendimi boşadım desin. Çünkü itibar kocasının tefvîzınadır. Kadının îkâ'ına değildir. Nîtekim yerinde geçmişti. Ondan sonra sarîhi söylerse buradaki gibi mu'teber olur. Zahîre'de:

"Bir boşama hususunda emrin elindedir sözü ric'î talâk ifade eder." denilmiştir. Onun için Bahır sahibi: "Mehir sâkıt olmaz. Çünkü küçüğün ibrâsı sahih değildir. Talâk rîc'i olur. Çünkü kocası ona şart bulunduğu zaman sen şu kadar mala boşsun demiş gibi olur. Onun hükmü söylediğimîz gibidîr." demîştir. Bu ifadenîn bir mîsli de Câmiu'l-Füsuleyn'dedir.

"Çünkü hul' satışdan daha geniştir." Yani selemden daha geniştir demek istiyor. Çünkü yerini bildirmek selemde şarttır. T.

"Bunun ifade ettiği mânâ ilh..." İfadesi; Hul' ve mubâre'e her hakkı ıskat eder ilh..." sözünden az önceki "Seni kölemi vermen şartıyla hul' ettim derse kadının kabulüne bağlı kalır ve bir şey vâcib olmaz." İfadesine muhâliftir. Orada Müctebâ'dan naklen bunu te'yid eden şeyler arz etmiştik. Lakin Bahır'da o meselede Bezzâziye'den şu ifade nakledilmiştir: "Kadın kocası ile ona mehrini ve iddet nafakasını vermek şartıyla hul' olur, kocasının kendisini 20 dirhem iade etmesini şart koşarsa sahih olur. Kocasının 20 dirhem vermesi lâzım gelir. Bunun delili Asıl'da zikredilen: Kadın kocası kendisine içinde şuf'a bulunmayan bin dirhem iade etmek şartıyla bir hane üzerine muhâlea yaparsa... meselesidir. Bu delâlet eder ki, hul' bedelini kocaya vâcib kılmak sahihtir. Kudûrinin sulh bâbında şöyle denilmektedir: Kadın kocası aleyhine nikâh iddia eder de, o da karısına mal vererek onunla uzlaşırsa câiz olmaz. Bazı nüshalarda câiz olur denilmiştir. Birinci rivâyet öncekine muhâliftir. Araları şöyle bulunur: Kadın bedel mukabilinde hul' yaparsa bedeli kocasına da vâcib kılmak câizdir ve bu hul' bedeline mukabil olur. Hul'da iddet nafakası zikredilmediği vakit dahi böy-ledir. İddet nafakası takdir edilmiş sayılır Fakat iddet nafakası üzerine hul' olur da başka bir bedel zikretmezse hul' bedelinin kocasına vacib olmaması gerekir." Bahır sahibinin Bezzâziye'den naklettiği ifade burada sona erer. Bu son derece güzeldir. Nehir.

Hâsılı kocaya bedeli vâcib kılmanın bir vechi yoktur. Çünkü hul' kadın tarafından muâvezadır. Kadın verdiği malla kendi nefsine mâlik olur, Onun için de mal şartıyla yapılan talâk bâin olur. Hatta daha önce talâk-ı bâinle boşarsa mal vâcib olmaz. Çünkü mukabilinde bir şey yoktur. O zaman kadını mal karşılığı hul' eder yahut zimmetinde bulunan mehir borcuna karşılık hul' yapar da kadına bir şey vermeyi kendine şart koşarsa bu hul' bedelinden istisna sayılır. Ondan fazla olur veya hic bedel buîunmazsa iddet nafakosınıtakdir sayılır. Meğerki bu nafaka üzerine de hul' yapılmış olsun. O zaman ziyadesl vâcib olmaz. Allahu a'lem.

Lâkin Bezzâziye'nin başka bir yerinde zikredildiğine göre ki bunu Bahır sahibi de kabul etmiştir muhtar olan kavil hul' üzerine bedelin câîz olmasıdır. Bunun yolu mehir borcu varsa mehirden istisnaya yormaktır. Bor Onun içinde mal şartıyla yapılan talâk bâin olur. Hatta daha önce talâk-ı dar kadının mehrine ziyade olunmuş da sonra hul' yapılmış gibi sayılır. Bu hul'u mümkün mertebe sahihlemek îçindîr. Nafakadan istisnadır sözünûn mânâsı kadını nafakası karşılığı hul' ettiğine göredir. Aksi takdirde o nafakayı takdirdir. Nitekim geçti. Câmiu'l-Füsuleyn'de bu uzun söze hâcet yoktur. Ziyade satışta olduğu gibi akdin aslına katılır." denilmîştir.

"Huccet yazmak şartıyla hul' olursa" Yani kocası bir huccet yazıp içînde bu eşyayı zikretmek şartıyla hul' olursa demektir.

"Haram olmaz." Yani mücerred kocasının kabulüyle kadın kendisine haram oluvermez. Hucceti yazması ve kumaşları iade etmesi mutlaka lazımdır. Bunların o mecliste yapılması dahi lâbüddür. H. Allahu a'lem.

 

 

 

ZIHÂR BÂBI

 

METİN

Lügaten zıhâr zâhera fiilinin masdarıdır. Kocası karısına: Sen bana annemin sırtı gibisin. dediği zaman Araplar "Zâhera min imraetihi" derler. (Karısına sırtını döndü mânâsınadır.) Şer'an bir müslümanın karısını velev kitabîyye veya küçük yahut deli olsun yahut kadının bütününü ifadeye yarayan uzuvlarından birini veya cüzü şâyı'ını kendine ebediyyen haram olan birine zevali mümkün olmayan bir vasıfla benzetmektir. Bize göre zimmînin zıhârı yoktur.

İZAH

Bu bahsin hul'la münasebeti zâhiren her ikisinin geçimsizlikten meydana gelmeleridir. Hul'u evvela zikretmesi haram kılınma hususunda daha mükemmel olduğu içindir. Çünkü hul' nikâh bağını kesmekle haram kılmaktır. Zıhâr ise nikâh bâkî olmakla beraber haram kılmaktır. Fetih.

"Lügaten ilh..." Bu zıhârın lügat mânâlarından biridir çünkü zâhera fiili zahırdan alınmıştır. Sırt sırta verdiği zaman Araplar zâhertehu derler. Bahır'da Misbâh'dan naklen şöyle denilmiştir: "Hassaten zahır kelimesiyle zikredilmesi sırt mânâsına gelen zahır hayvanın binilecek yerî olduğu içindir. Cima' halinde kadına binilir. Binaenaleyh anneye binmek hayvana binmekten istiare edilmiştir. Sonra bir kimsenin karısına binmesi yasak olan anneye binmeye benzetilmiştir. Burada lâtif bir istiare vardır. Sanki erkek karısına: Sana nikâh için binmek bana haramdır demiş gibidir."

"Şer'an bîr müslümanın karısını ilh..." İfadesi sarîh ve zimmî teşbihe şâmildir. Zimmî teşbihe misâl kocasından zıhâr olmuş bir kadını niyet ederek karısına: Sen bana filân kadın gibisin, demektir. Kezâ bir kimse karısına zıhâr yapar da ikinci karısına: Seni bunun zıhârına ortak kıldım yahut sen bana bunun gibisin derse zımnen ona zıhâr yapmış olur. Velevki o kadın öldükten veya zıhâr için keffâret verdikten sonra olsun. Çünkü bu söz "Sen bana annemin sırtı gibisin" manâsını tezammun etmektedir. Ve hem muallaka, hem gün veya ay gibi muvakkat olana şâmildir. Nitekim gelecektir. Bahır. Müslümandan murad âkıl bâliğ olandır. Velevki hükmen olsun. Binaenaleyh deli, çocuk, bunak, çıldırmış, birsamlı, baygın ve uyuyan kimselerin zıhârı sahih değildir. Ama sarhoşun, zorlanan kimsenin, hata edenin ve mâlum işaretiyle dilsizin zıhârı sahihtir. Zıhâr yapar da sonra dinden dönerse İmam-ı Azam'a göre zıhârı bâkîdir, İmameyn'e göre değildir.

"Karısını" tâbiri cariyeye de şâmildir. Ama mâlik olduğu cariye ile ecnebî kadın tariften hariçtir. Meğerki milkin sebebine izafe etmiş olsun. Nitekim gelecektir. Bir talâk-ı bâinle veya üç talâkla boşanan kadın da tariften hariçtir. Bahır sahibi şöyle demektedir: "Hatta zıhârı bir şarta bağlar da sonra kadını talâk-ı bâinle boşar ve sonra şart iddet içinde bulunursa zıhâryapmış sayılmaz. Çünkü şartın bulunduğu vakitte o kimse teşbihinde sâdıktır. Muallak talâk-ı bâin bunun hilâfınadır. Çünkü onun faydası sayıyı azaltmaktır.

"Velev kitabîyye" Yerine "Velev kâfire" dese daha iyi olur, mecûsîyye de şumulü bulunurdu. Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle denilmîştir:

Mecûsî bir kadının kocası müslüman olur da kadına müslümanlığı arz etmeden önce ona zıhâr yaparsa sahih olur. Çünkü kendisi keffârete ehildir. Ferci yapışık, cima edilmiş ve edilmemiş kadın bunda dahildir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.

"Uzuvlarından" Baş ve boyun gibi birini benzetmesidir.

"Cüz-ü şâyı'ını benzetmektir." Senin yarın, üçte bîrin ve benzeri sözlerle olur.

"Kendine ebediyyen haram olan bîr kadına" Yani kendisine gerek ne-seben gerekse sıhriyyet ve süt dolayısıyla haram olan bir kadının bakılması haram bir uzvuna benzetmektir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Yahut o kadının bütününe benzetmekle yapılır. Meselâ "Sen bana anam gibisin" der. Çünkü, bunda sırtına benzetmek ve daha fazlası vardır. Nitekim gelecektir. Lâkin bu kinâyedir. Mutlaka nîyet etmesi lâzımdır. Bu da gelecektir. Anlaşılıyor ki, kendisine benzetilen kadının bakılması haram bir cüz'üne benzetmesi lâzımdır. Aksi takdirde zıhâr sahih olmaz. Velevki bütününü ifadeye yarayan bir uzvu olsun. Meselâ, annemin başı veya annemin yüzü gibisin demiş olsun. Benzetilen zevce bunun hilâfınadır. Zira onun bütün vücudu ifadeye yarayan bir cüz'ünü zikretmesi kâfidir. Velevki o cüz'e bakmak haram olmasın. Meselâ senin başın desin. Buna dikkat et! Kendine haram kıldığı kadın tâbiriyle îkinci Karısı ve carîyesi hariç kalır.

Fetih sahibi diyor ki: "Bu uzvun sırt ile bakılması helâl olmayan başka bir uzuv olması arasında fark yoktur. Buna zıhâr isminin tahsis edilmesi sırt kelimesini tağlib suretiyledir. Çünkü Arapların dilinde asıl olan bu kelimedir." Nihâye sahibi haram kılmayı zinâ ettiği kadının anasıyla kızından ihtiraz için, bil-ittifak ise diye kayıdlamıştır. Zira karısını bunlara ben zetmekle zıhâr yapmış olmaz. O bu sözü Tahavî şerhine nisbet etmiştir. Lâkin bu kavil İmam Muhammed'indir. Ebû Yusuf'a göre zıhâr yapmış sayılır, İmam-ı Azam'ın kavli de budur. Kaadi Zahîruddin: "Sahih olan da budur." demiştir. Lâkin İmâdî, îmam Muhammed'in kavlini tercih etmiştir. Nehir. Fetih sahibi diyor ki: "Bu hilâf hâkimin o kadının nikâhı helâldır veya değildir diye verdiği hükmün geçerliliğine mebnîdir. Yoksa evvela hürmetin ittifâkı olup olmadığına mebnî değildir. Hatta burada içtihad câiz midir değil midir meselesine mebnîdir..."

"Bîze göre zimmînin zıhârı yoktur." Çünkü keffâret ehlinden değildir. Fakat İmam Şâfiî'ye göre sahihtir. T.

"Zevali mümkün olmayan bir vasıfla" Annelik, kız kardeşlik velev süt cihetinden olsun ve musaheret zevali mümkün olmayan vasıflardandır.

METİN

Karısının kız kardeşine yahut üç talâkla boşadığı kadına benzetmesi bu tariften hariçtir. Mecûsîyyeye benzetmesi de öyledir. Çünkü, müslüman olması câizdir. Haram olan biri tâbiri erkek ve kadına şâmil olan şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh kadını babasının veya akrabasından birinin fercine benzetse zıhâr yapmış olur. Bunu musannıf Bahır sahibine uyarak söylemiştir. Fakat Nehir sahibi bunu Bedayı'ın şu ifadesiyle reddetmiştir:

"Zıhârın şartlarından bîri kendisiyle zıhâr yapılanın kadınlar cinsinden olmasıdır. Hatta bir adam karısını babasının veya oğlunun sırtına benzetse sahih olmaz. Çünkü bu ancak şeriatla bilinen bir şeydir. Şeriat ise kadınlar hakkında vârid olmuştur.

Evet, Hâniyye'nin şu ifadesi vârid olabilir: "Sen bana kan, şarab, domuz, gıybet, koğuculuk, zina, ribâ, rüşvet ve müslümanı öldürmek gibi sin" der de talâk veya zıhârı niyet ederse, sahih kavle göre niyetiyle olur. Sen bana anam gibisin sözü böyledir. Çünkü anaya teşbih ziyadesiyle onun sırtına benzetmektir. Bunu Kuhistânî Muhît'e nisbet ederek söylemiştir. Zıhârı milke veya milkin sebebine izafe etmek de sahihtir. Meselâ; "Seni nikâh edersem şöyle olsun" der. Hatta, "Seninle evlenirsem sen bana yüz kerre annemin sırtı gibi ol" dese her defası için bir keffâret vermesi icab eder. Tatarhâniyye.. Kadının erkeğe zıhâr yapması hükümsüzdür. Ona hürmet ve keffâret yoktur. Bununla fetva verilir. Cevhere. İbn-i Şihne yemin keffâreti lâzım geleceğini tercih etmiştir.

İZAH

"Çünkü müslüman olması câizdir." Kitabîyye olması da öyledir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Şu halde onun ebedî haram olması mecûsîlik vasfının devamına bakaraktır. Bu vasıf ortadan kalkarsa ebedîliği kalkar. T.

"Fakat Nehir sahibi ilh..." Ben derim ki: Bu ifadenin bir misli de Ha-niyye'nin şu sözüdür: "Erkeğe benzetmek hangi erkeğe olursa olsun zıhâr değildir." Bu sözün benzeri de Tehzib'den naklen Tatarhâniyye'de ve keza Zahîriyye'de mevcuddur. Sonra bunu açıkça Hâkim'in Kâfî'sinde dahi gördüm. Bu Muhît sahibinin eleştirme yaparak: "Zıhâr yapmış sayılması gerekir." demesine aykırıdır. Nehir sahibi diyor ki: "Bununla Bahır'ın sözü defedilmiş olur. Bahır sahibi Muhît'in ifadesini kesin olarak kabul etmiş, fakat inceleme yaparak nakletmemiştir.

"Evet, Hâniyye'nin şu ifadesi vârid olabilir ilh..." Nehir'de böyle denilmiş ise de bu söz reddedilmiştir. Çünkü Hâniyye'nin ifadesi bunun hilâfınadır. Nassı şudur: "Bir kimse karısına: Sen bana lâşe, kan ve domuz eti gibisin, derse bu hususta muhtelif rivâyetler vardır. Sahih olan rivâyete göre bir şey niyet etmemişse îlâ olmaz. Talâkı niyet etmişse talâk olur. Zıhârı niyet etmişse zıhâr olmaz." Tatarhâniyye ile Şürunbulûliyye'de dahi Hâniyye'yenisbet edilerek böyle denilmektedir. Binaenaleyh anlaşılıyor ki, zıhâr olmaz sözü Nehir sahibinin nüshasından düşmüştür. Bununla Bedâyı ve diğer kitabların ifadeleri te'yid edilmiş olur. Anla!

"Çünkü anaya teşbih" Sözü bir itirazın cevabıdır. İtiraz: "Burada mahreminin bakılması haram bir uzvuna benzetme yoktur." şeklindedir.

"Muhît'e nisbet ederek söylemiştir." Benim Kuhistânî'de gördüğüm bunu sahihlemekten bahsetmeksizin Nazm'a nisbet etmesidir. Bu sadece Hâniyye'de zikredilmiştir. Lâkin gördüğün gibi şârihin söylediğinin aksinedir.

"Seni nikâh edersem şöyle olsun." Sözü milkin sebebine misâldir. Milke misâl ise: Benim karım olursan şöyle olsun demesidir.

"Şöyle olsun" Sözünden murad: Sen bana annemin sırtı gibi ol demektir. "Ve sen boşsun" Sözünü ziyade eder de sonra muallak talâk yerini buldukta o kadınla tekrar evlenirse zıhârın hükmü bâkîdir. Meğer ki bunu öne alarak: Sen boşsun ve bana annemin sırtı gibisin demiş olsun. Bu takdirde kadın talâk ile evvela bâin olur. Çünkü cima'dan önce boşanmıştır. İmam-ı A'zam'a göre bu iş vuku hususundaki tertibe göredir. İmameyn buna muhâliftir. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da bu bâbın sonunda beyan edilmiştir. Biz onu tâlikta ve îlâ bâbının başında arz etmiştik.

"Yüz kerre" Sözü haldir. Cümlenin mef'ulüne de hal olabilir. cevabı şarta da. Mef'ulün hali dersek: "Bu sözü yüz defa tekarlayarak söylerse, mânâsına gelir. Cevabı şarta hal olması daha yakındır ve mef'ulün tamamlaması olur. Her iki ihtimale göre de zıhar ve keffâret tekerrür eder. Birinci ihtimale göre bu zâhirdir. İkinciye göre de öyledir. Çünkü: Sen defalarca yahut binlerce boşsun." demiş gibi olur. Böyle dese kadın üç talâkla boş olur. Nitekim cima edilmeyen kadının talâkı bâbından az önce geçmişti. "Sen bana bin defa haramsın" Sözünü cima ettiği karısına söylerse bunun hilâfına yalnız bir defa boş olur. Bunu orada arz etmiştik. îlâ bâbının sonunda da geçmişti ki, bu iki sözün arasındaki fark şudur: Yüz defa dediğinde o sözü yüz defa söylemiş gibi olur. Haram sözünü defalarca tekrarlarsa onunla yalnız bir talâk hâsıl olur. Çünkü o bâindir. Talak sözü onun hilâfına olarak sarîhtir. Sarîh sarîhe lahîk olur. Zıhâr dahi zıhâra lahîk olur. Nitekim metinde gelecektir. Anla!

"Kadının erkeğe zıhâr yapması hükümsüzdür." Yani kadın kocasına:

"Sen bana annemin sırtı gibisin" yahut "Ben sana annenin sırtı gibiyim" derse bu söz hükümsüz kalır. Çünkü kadının haram kılmaya hakkı yoktur. T.

"Ona hürmet yoktur." Sözü hükümsüz kaldığını beyandır. Yani bu kadının cima için kocasına imkân vermesi haram değildir. Zıhâr ve yemin keffâreti vermesi de lâzım gelmez. T.

"Bununla fetva verilir." Bu kavlin mukabili Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şerhinde Hasan b. Ziyad'dan nakledilmiştir ki, ona göre kadının zıhârı sahihtir, zıhâr keffâreti vermesi icab eder. Bu kavil İmam Ebû Yusuftan da rivâyet olunmuştur. T.

"Yemin keffâreti lâzım geleceğini tercih etmiştir." Binaenaleyh yemin bozulunca bu keffâret vâcib olur. Bazıları zıhâr keffâreti vacib olacağını söylemişlerdir. Bu söz tâlik suretiyle söylenmişse keffâret kadın o adamIa evlendiği vakit vâcib olur. Kadın halen nikâhında iken söylenmişse derhal vâcib olur. Çünkü kadına kocasını cima'dan men etmek için kesin olarak direnmek helâl değildir. Bunu İbn-i Vehbân'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

METİN

Bu yani zıhâr: Sen bana annemin sırtı gibisin yahut annenin sırtı gibisin -söylemeyip bana kelimesini söylemese de hüküm böyledir. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir.- yahut senin başın annemin sırtı gibidir ve benzeri sözlerle olur. Meselâ, boyun gibi bütün insanı ifade eden kelimelerle yahut senin vücudunun yarısı -cüzü şâyı'ı da öyledir- annemin sırtı gibidir yahut annemin karnı gibidir veya annemin uyluğu gibidir yahut annemin ferci gibidir veya kız kardeşimin sırtı gibidir, halamın sırtı gibidir, annemin ferci gibidir, kızımın ferci gibidir gibi sözlerle olur. Şerhin nüshalarında böyle denilmiştir. Bundaki tekrar gözden kaçmamaktadır. Metnin nüshalarında ise: "Yahut babamın ferci veya akrabamın ferci gibisin." denilmiştir. Bunun reddedildiğini gördün. Bu gibi sözlerle o kimse niyetsiz zıhâr yapmış olur. Çünkü söz sarîhtir. Artık keffâret verinceye kadar o kâdınla cimada bulunmak ve cima'ın mukaddimeleri kendisine haram olur. Çünkü temastan men edilmiştir. Bu hepsine şâmildir. Kezâ kadının cima için kocasına imkân vermesi de haramdır. Ama bakmak haram olmaz. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre adam yoldan gelirse şefkat için karısını öpmesi caizdir. Velevki kadın ona milki yeminle yahut başka kocayla evlendikten sonra dönmüş olsun. Çünkü zıhârın hükmü bâkîdir.

İZAH

"Sen bana..." Bahır sahibi diyor ki: "Sen benden, sen bence ve sen benimle sözleri de bunun gibidir."

"Nitekim Nehir'de belirtilmiştir." Yani Nehir sahibi Bahır sahibinin yaptığı incelemeye muhâlif olarak bana kelimesini söylemeden "Sen annemin sırtı gibisin." demekle zıhâr yapmış olması lâzım geleceğini söylemiştir. Hayreddin-i Remlî diyor ki: "Bununla zıhârı niyet etmedikçe zıhâr olmaz. Çünkü zarf mâlum olduğu vakit onu cümleden atmak câizdir. Onu niyet etmesi sahih olur. Düşün!" Bu izaha göre o zıhârın kinâyesi demek olur ki, niyete bağlıdır. Çünkü sözün "Benden başkasına annemin sırtı nasılsa sen de öylesin." mânâsına ihtimali vardır."

"Ve benzeri ilh..." Bahır sahibi diyor ki: "Talâkın izafe edilmesi sahih olan her şeyle zıtlâryapmış olur. Binaenaleyh el, ayak ve benzerleri bundan hariçtir."

"Annemin sırtı gibidir ilh..." Yani mahreminden ebediyyen bakması helâl olmayan her uzvu böyledir. Nitekim yukarıda geçti. Bununla bakması helâl olan el, ayak ve yan gibi uzuvlar hariç kalır. Bunlarla zıhâr olmaz. Hâniyye'de bildirildiğine göre: Sen bana annemin dizi gibisin dese kıyasda zıhâr yapmış olur. Senin uyluğun annemin uyluğu gibidir dese zıhâr yapmış olmaz. Senin başın annemin başı gibidir sözü de böyledir. Yani ikincide müşebbeh tarafından şart yoktur. Üçüncüde ise müşebbehüm bih tarafında şart bulunmamaktadır.

"Bundaki tekrar gözden kaçmamaktadır." Zira annenin ferci iki defa zikredilmiştir. Tahtâvî buna cevap vererek: "Yahut annemin ferci yahut kızımın ferci sözünden murad bunu ikisinin arasında tereddütlü söylediğine göredir." demiştir.

"Metnin nüshaları"ndan murad şerhsiz yazılan nüshalardır. "Niyetsiz zıhâr yapmış olur." Yani bunlarla yalnız zıhâr meydana gelir. Talakı niyet ederse sahih olmaz. Çünkü nesh edilmiştir. onu yapamaz. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bu söz zıhârın vaktiyle İslâm'da talâk sayıldığını gerektirir. Tâ ki neshle vasıflansın. Halbuki Hidâye sahibi evvela zıhârın cahiliyyet devrinde talak sayıldığını söylemiştir. Bu söz zıhârın nâsih olmamasını gerektirir. Bahır. Cevap şudur: Zıhâr hem cahiliyyet devrinde, hem İslâm'ın ilk devirlerinde talâk idi. Buna delil Peygamber (S.A. V.)'in: "Seni ancak ona haram olmuş görüyorum." buyurmasıdır. Bunun üzerine "Kaa semia" âyeti inmiştir.

"Çünkü söz sarîhtir." Ulemanın sözlerinden zâhir olan şudur ki, sarîhten murad uzuv zikredilendir. Dürr-ü Müntekâ. Kinâye lâfızlarını musannıf ileride bildirecektir. Tahtâvî diyor ki: "Şaka yapanın zıhârı sahihtir. Zıhâr talâkın sayısını azaltmaz. Talâk-ı bâin mânâsına da gelmez. Velev ki müddet uzasın." Hindiyye.

"Ve cima'ın mukaddimeleri" Öpmek, sıkmak, fercine şehvetle bakmak gibi şeylerdir. Şehvetsiz dokunmak ise bil ittifak bundan hariçtir. Nehir.

"Çünkü temastan men edilmiştir ilh..." Yani Teâlâ Hazretlerinin:

"Karı-koca birbirlerine temas etmezden önce..." âyet-i kerîmesiyle temastan men edilmiştir. Bu hem cima'a, hem onun mukaddimelerine şâmildir. Ayeti mecaza hamletmek için bir sebeb yoktur. Mecaz mânâsı cima'dır. Çünkü hakikat mânâsı mümkündür. Binaenaleyh bunların hepsi nass ile haram kılınmıştır. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Şehvetsiz dokunmanın bilicma hariç kalması mecaza yorumlamayı mûcib değildir. Bahır'ın ifadesi buna muhâliftir.

"Ama bakmak haram olmaz." Yani kadının sırtına, karnına, saçlarına ve göğsüne bakmak haram değildir. Bahır. Yani şehvetle baksa bile haram değildir demek istiyor ki, şehvetle fercine bakmak bunun hilafınadır. Nitekim geçti.

"şefkat için" tâbiri gösteriyor ki, öpmek ancak şehvetle olursa haramdır. Bunu ağzından öpmezse diye kayıdlamak gerekir, Çünkü ağızdan öpmek mutlak surette hürmeti musahereyi icab eder. Düşün!

"Keffâret verinceye kadar" İfadesi haramdır sözünün gayesidir. Ama bu zıhâr muvakkat olmadığına göredir. Muvakkat olursa vaktin geçmesiyle sakıt olur. Nitekim gelecektir.

"Ona dönmüş olsun ilh..." Nehir sahibi diyor ki: "Musannıf gaye ile yani "keffâret verinceye kadar" demekle şunu ifade etmek istemiştir ki, bu adam karısını üç defa boşar da kadın tekrar ona dönerse zıhârla döner. Keza kadın cariye olur da onu satın alır ve akid bozulursa yahut kadın hurre olur da dinden dönerek darı harbe kaçar ve esir edilerek sonra kocası onu satın alırsa. keffâret vermedikçe kadın ona helâl olmaz."

METİN

Liân da öyledir. Keffaret vermeden cima'da bulunursa tevbe ve istiğfar eder ve yalnız zıhâr için keffâret verir. Bazıları cima için ayrı keffâret vermesi lâzımdır demişlerdir. İkinci defa cima'da bulunursa keffâret vermeden karısına dönemez. Âyette zikredilen dönmesinden murad kadınla cima'da bulunmanın mubah olduğuna kuvvetle azmetmesidir. Azmeder de sonra cima'da bulunmamaya karar verirse keffâret vermesi vâcib değildir. Yani âyetteki avdet ederlerse tâbirinden murad söylediklerinden dönerler de cima'da bulunmak isterlerse demektir, Ferrâ diyor ki: "Avdet rucu' demektir. Buradaki (li) edatı (an) mânasınadır." (Yani limâ kâlû cümlesinin mânâsı söylediklerine dönerler demek değil, söylediklerinden dönerlerse mânâsınadır demek istiyor.) Kadının kocasından cima istemeye hakkı vardır. Çünkü buna hakkı teallûk etmiştir. Ama keffâret verinceye kadar kocasını kendisinden istifadeden men etmesi gerekir. Hâkime vâcib olan da adamı keffâret vermeye zorlamaktır. Bu kadından zararı defy içindir ki, ya keffâret verinceye yahut boşayıncaya kadar o adamı hapset-mek veya döğmekle olur. Keffâret verdim derse yalancılıkla mâruf olmamak şartıyle tasdik edilir. Zıhârı bir vakitle kayıdlamışsa o vaktin geçmesiyle zıhâr sâkıt olur. Zıhârı Allah'ın dilemesine tâlik etmek onu ibtal eder. Filanın dilemesine tâlik etmesi bunun hilâfınadır.

İZAH

"Liân da öyledir." Yani onun da hürmeti ebedî kalır. Velevki kadın başka kocaya gittikten sonra tekrar ilk kocasına dönsün. Kadın tasdik edinceye veya erkek kendini yalanlayıncaya yahut her ikisi veya birisi lian ehliyetinden çıkıncaya kadar hürmet bâkîdir. Nitekim izahı gelecektir. Şübhesiz kadının cariye olması veya dinden dönmesi kendisini liâna ehil olmaktan çıkarır. Binaenaleyh meselenin bu ikisiyle tasviri dahi sahih değildir.

"Tevbe ve istiğfar eder." Bahır sahibi diyor ki: "İstiğfar Muvatta'da İmam Mâlik'in kavli olmak üzere nakledilmiştir. Bundan murad o günâhtan tevbe etmektir. Adı geçen günâh keffâretvermeden cima'da bulunmanın haram olmasıdır." Bu ifade bu hususta hadîs sâbit olmadığını gösterir. Nitekim Fetih'de de kaydedilmiştir. Lâkin Nûh Efendi'nin Allâme Kâsım'dan naklettiğine göre bunu İmam Muhammed Asıl nâmındaki kitabında zikretmiş ve şöyle demiştir: "Bize Resûlüllah (S.A.V.)'den nakledildi ki, bir adam karısına zıhâr yapmış ve keffâret vermeden onunla cima'da bulunmuş. Peygamber (S.A.V.) bunu duyunca o adama Allah Teâla'dan istiğfarda bulunmasını ve keffâret vermedikçe bu işi bir daha yapmamasını emir buyurmuş." İmam Muhammed'in tebligatı, senedlidir. Bunu da oruç bahsinde senedli olarak zikretmiştir.

"Bazıları cima için ayrı keffâret vermesi lazımdır demişlerdir." Bu sö-

zün zâhirine bakılırsa söyleyen bizim mezhebimizdendir. Halbuki öyle değildir. Çünkü Fetih'de şöyle denilmektedir: "İki keffâret vâcib olmaz. Nitekim Amr b. Âs'dan Kâbisâ, Saîd b. Cübeyr, Zührî ve Kûtâde'den iki keffâret lazım geldiği nakledilmiştir. Hasan-ı Basri ile Nehaî'den rivâyet edildiği gibi üç keffâret dahi lâzım gelmez."

"Karısına dönemez ilh..." Dönerse yine tevbe ve istiğfar eder. Çünkü keffâret vermeden hürmet hâla bâkîdir.

"Keffâret vermesi vâcib değildir." Çünkü kuvvetli azim yoktur. Bazılarının dediği gibi nefsi azim ile keffâret vâcib olur da sonra sukut eder demek değildir. Çünkü keffaret sâkıt olduktan sonra ancak yeni bir sebeble icab eder. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Lâkin Bedâyı'da bundan sonraki bâbta: "Azmeder de sonra kadını talâk-ı bâinle boşarsa keffâret sâkıt olur." denilmiştir. Buna şöyle cevap verilebilir:

"Vâcib değildir diyecekken müsamaha göstererek sâkıttır kelimesini kul-lanmıştır."

"Kadınla cima'da bulunmanın mubah olduğuna" İfadesindeki mubah olduğuna kaydı şunun için yapılmıştır: Bahır sahibi: "Ulemanın kadınla cima'da bulunmaya azmetmesidir sözlerinden muradları o kadınla cima'da bulunmanın mubah olduğuna azmetmesidir. Yoksa cima'ın kendisine azmetmesi değildir. Çünkü demişlerdir ki, âyet-i kerîmedeki sonra dönerlerse tâbirinden murad söylediklerini bozmak ve kaldırmak için dönerlerse mânâsınadır. Bu ise ancak o kadının cima'ı haram olduktan sonra onu mubaha döndürmekle olur. Çünkü mubah haramın zıddıdır, Yoksa cima'ın kendisi değildir." demiştir.

"Söylediklerinden dönerlerse ilh..." sözü "Avdet ederlerse"nin tefsiridir. Burada münasip olan "Yani âyetteki" diyeceğine "Yahut ayetteki" tâbirini kullanmasıydı. Çünkü avdeti cima'ı mubah görmeye azmetmek diye tefsirde bulunmak âyette muzaf takdir edildiğine göredir. Yani söylediklerinin zıddına dönerlerse demektir. Nitekim yukarıda geçmişti. Şârihin bahsettiği ise naklettiğine mebnî başka bir tefsirdir.

"Adamı keffâret vermeye zorlamaktır." Bu söze şöyle itiraz edilmiştir:

Keffaret vermeye zorlamaktan fayda ancak cima'dır. Cima ise erkeğe ancak ömründe bir defa hükmolunur. Nitekim kasm bâbında geçmişti. Onun içindir ki, kadınla bir defa cima'da bulunduktan sonra âleti kalkmaz olsa te'cil edilmez.

Hamevi diyor ki: "Bu meseleyi zıhârdan önce hiç cima'da bulunmadığına göre farz etmek ihtimalden uzaktır. Şöyle denilebilir: Keffârete zorlamanın faydası günâhı kaldırmaktır." Yani zıhâr bir mâsiyettir. Erkeği üzerine diyâneten vâcib olan kadının cima hakkına mâni olmaya sevk eder. Onun için bu mâsiyeti yok etmesini emreder ki, kadın kendisine helâl olsun. Nasıl ki îlâ yapan kimseye müddeti içinde karısına cima'da bulunması emrolunur. Cima'da bulunmazsa kadından zararı defy için kadın talâk-ı bâinle boş olur.

"Hapsetmek veya döğmekle olur." Yani evvela hapseder, yine inadında devam ederse onu döğer. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

"Zıhân bir vakitle kayıdlamışsa ilh..." 0 vakit içinde kadına yaklaşmak isterse keffâret vermeden câiz olmaz. Zâhire bakılırsa vakit dört ay yahut fazla olduğu takdirde îlâ sayılmaz. Çünkü rüknü yoktur. İlânın rüknü yemin etmek yahut meşakkatli bir işe tâlikta bulunmaktır. T. Bu zâhirdir. Zeylaî'de buradan başka bir yerde şöyle denilmiştir: "Zıhâr yemindir diyenin sözü fâsiddir. Çünkü zıhâr münker bir söz ve hâlis bir yalandır. Yemin ise meşru ve mubah bir tasarruftur." Sonra Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denildiğini gördüm: "Zıhar yapan kimseye îlâ dahil değlidir. Velevki kadınla dört ay cima'da bulunmasın."

"Filanın dilemesine ilh..." Çünkü bu zıhârı ibtal etmez. O filan meclisde dilerse zıhâr olur. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. H.

METİN

Sen bana annemin mislisin yahut annem gibisin -kezâ bana kelimesini atarak sen annemsin- sözüyle iyilik yahut zıhâr veya talâk niyet ederse niyeti sahihtir, niyet ettiği şey olur. Çünkü bu kinâyedir. Hiç bir şey niyet etmez veya gibi edatını atarsa hükümsüz kalır ve en azı olan iyilik yani keramet teayyün eder. Ama sen anamsın veya ey kızım, ey kız kardeşim gibi sözler mekrûhtur. Sen bana anam gibi haramsın sözü ile niyet ettiği zıhâr veya talâk sahih olur. Haram sözünü ziyade ettiği için bu keramet mânâsını murad etmeye mânidir. Hiç bir şey niyet etmezse en aşağısı sâbit olur ki, o da esah kavle göre zıhârdır. Sen bana annemin sırtı gibi haramsın sözüyle yalnız zıhâr sâbit olur. Çünkü bu söz sarîhtir.

İZAH

"Niyet ederse ilh..." Cümlesi zıhârın kinâyelerini beyandır. Musannıf bununla işaret ediyor ki, sarîh sözde mutlaka uzvu zikretmek lâzımdır. Bahır.

"Çünkü bu kinâyedir." Yani zıhâr ve talâkın kinâyelerinden biridir. Bahır sahibi diyor ki: "Bununla talâkı niyet ederse haram lâfzında olduğu gibi talâk-ı bâin meydana gelir. İlâyı niyetederse Ebû Yusuf'a göre îlâ, İmam Muhammed'e göre zıhârdır. Sahih kavil hepsine göre îlâ olmasıdır. Çünkü teşbihle te'kid edilmiş bir haramdır." Fetih sahibi buna itirazla:

"Bu ancak sen bana annem gibi haramsın sözünde doğrudur. Halbuki bizim sözümüz mücerred sen anamsın dediğine göredir." demiştir. Yani haram sözünü söylemediği zaman demek istemiştir.

Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir: Hürmet açık olarak söylenmese de murad edilmiştir. Şu da var ki Hayreddin-i Remlî: "Kezâ mücerred hürmeti niyet ederse zıhâr olması gerekir. O kimsenin ben iyiliği niyet ettim demesi şayet kavga ve talâk müzakeresi halindeyse kazaen tasdik edilmemelidir." demiştir.

"Veya gibi edatını atarsa" Yani sen anamsın derse hükümsüz kalır. Bunu Zeyd arslandır cümlesinde olduğu gibi istiare saymak kötü zandan sayılır. Bunu Kuhistânî'den naklen Dürr-ü Müntekâ sahibi söylemiştir.

Ben derim ki: Fetih'den nakledeceğimiz; "Edatı açıkça söylemek mutlaka lâzımdır." sözü de buna delâlet eder.

«Hükümsüz kalır.» Çünkü teşbih hakkında mücmeldir. Hususî bir maksad anlaşılmadıkça bir şeye hüküm edilemez. Fetih.

«Mekrûhtur ilh...» Şârih Bahır ile Nehir'e uyarak mekrûh olduğunu kesin söylemiştir. Fetih'in ibâresi ise şöyledir: "Sen annemsin derse zıhâr yapmış olmaz. Ama mekrûh olması gerekir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir adamın karısına ey kız kardeşim demesi mekrûhtur. Bu hususta Ebû Dâvûd'un rivâyet ettiği bir hadîs vardır: "Rasûlüllah (s.a.v.) bir adamı karısına: Ey kız kardeşim derken işitti de bunu kerîh gördü ve bundan nehy buyurdu." denilmektedir. Nehyin mânâsı teşbih sözüne yakınlığıdır. Bu hadîs olmasa bu zıhârdır denilebilirdi. Çünkü sen anamsın sözündeki teşbih edatı da zikredilince ondan daha kuvvetlidir. Ey kız kardeşim sözü şüphesiz istiaredir. O da benzetmeye binaen söylenir. Lâkin hadîs onda nehy ve kerâhetten başka bîr hüküm beyan etmediğlne göre onun zıhâr olmadığını göstermiştir. Binaenaleyh anlaşılıyor ki, şer'an zıhâr olması için teşbih edatını açık olarak söylemek mutlaka lâzımdır.

«Niyet ettîği zıhâr olur.» Çünkü kadını hürmette anasına benzetmiştir. Halbuki bu adam karısını anasının sırtına benzetse zıhâr yapmış olurdu. Anasının bütününe benzetmekle bilevla zıhâr yapmış olur. Nehir.

«Veya talâk sahih olur.» Çünkü bu söz kinâyelerdendir. Kinâyelerle ise ya niyet yahut halin delâleti bulunmak şartıyla talâk vâki olur. Sen annem gibisin sözü hürmeti te'kiddir. Talâk murad ettiğine delil bulunursa meselâ karısı talâkı istediyse kocası ben zıhârı niyet ettimdediği takdirde ne hüküm verileceğini bir yerde görmedim. Nehir.

Ben derim ki: Tasdik edilmemesi gerekir. Çünkü kinâyeler bâbında halin delâleti acık bir karine olarak niyete tercih edilir. Binaenaleyh en aşağısını niyet ettim iddiasında tasdik edilmez. Çünkü bunda kendine tahfif vardır. Şu da var ki, bu meselede îlâyı yahut mücerred haram kılmayı niyet ederse ne hüküm verileceği beyan edilmemiştir. Tatarhânîyye'de Muhît'ten naklen şöyle denilmektedir: "Sadece haram kılmayı nîyet ederse niyeti sahihtir." Yine orada Hâniyye'den naklen: "Talâkı veya zıhârı yahut îlâyı hiyet ederse niyetine göre olur." denilmektedir.

Hayreddîn-i Remlî diyor kî: "Haram kılma niyeti sahihtir dersek bu Ebû Yusuf'a göre îlâ, İmam Muhammed'e göre zıhâr olur. Yukarıdaki sahihlemesine göre bil-ittifak zıhâr olur. Çünkü teşbihle te'kîdlenmiş bir tahrimdir. Bunu söylememiz memleketimizde çok vuku bulduğu içindir."

Ben derim ki: Hâkim'in Kâfîsi'nde: "Haram kılmayı murad eder de talâkı niyet etmezse zıhâr olur." denilmektedir.

«En aşağısı sâbit olur» Çünkü uzun zaman geçse de nikâh milkini gi-dermemiştir. T.

«Esah kavle göre...» Çünkü yukarıda geçtiği gibi bu söz teşbihle te'kid edilmiş bir tahrimdir. Hâniyye'de: "Ebu Hanife'den bir rivâyete göre îlâ olur. Ama sahih olan birincisidir." denilmiştir.

«Çünkü bu söz sarihtir.» Zira sırt kelimesi açık söylenmiştir. Binaenaleyh o kimse talâkı da, îlâyı da niyet etse veya hiç niyeti olmasa zıhâr yapmış olur. Bahır. İmameyn'e göre talâk veya îlâyı niyet ederse niyetine göre olur. Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre bu sözle talâkı murad ederse talâk lâzım gelir. Zıhârı ibtal iddiası tasdik edilmez. Kezâ bununla yemini murad ederse hem îtâ hem zıhâr yapmış sayılır. Tatarhâniyye.

METİN

Bir kimsenin cariyesine ve izni olmadan aldığı karısına zıhâr yapması, sonra kadının razı olması sahih değildir. Çünkü ortada karı-kocalık diye bir şey yoktur. Siz bana annemin sırtı gibisiniz sözü bil-ittifak bütün kadınlarına zıhârdır ve her biri için keffâret verir. İmam Mâlik'le İmam Ahmed:

"İlâda olduğu gibi bir keffâret vermesi kâfidir." demişlerdir. Bir kimse bir meclisde veya ayrı ayrı meclislerde karısına birkaç defa zıhâr yapsa her zıhâr için bir keffâret vermesi lâzım gelir. Bu sözleriyle tekrar ve te'kîdi niyet etmîşse bakılır: Bir meclisde ise kazaen tasdik olunur, değilse mu'temed kavle göre tasdik olunmaz. Kezâ zıhârı nikâhına tâlik ederse hüküm yine budur. Nitekim Tatarhâniyye'den naklen geçmişti.

FER'Î MESELELER: Sen bana her gün annemin sırtı gibisin sözünde zıhâr bir olur. Ama senbana her günün içinde diyerek söylerse zıhâr yenilenir. O adam geceleyin karısına yaklaşabilir. Şayet bugün annemin sırtı gibisin ve her gün geldikçe derse, îlk zıhâr bakî kalmak şartıyla her gün geldikçe ayrı bîr zıhâr yapmış olur. Her ne zaman zıhâr tekerrür eden bir şarta tâlik ederse zıhâr da tekerrür eder. Bütün ramazanda ve bütün recebde annemin sırtı gibisin derse istihsanen bir olur ve recebde keffaret vermesi sahih olur, şabanda sahih olmaz. Bu adam zıhâr yapıp da meselâ cuma gününü istisna eden kimse gibi olur. İstisna ettiği gün keffâret verirse câiz olmaz aksî takdirde câiz olur. Tartarhâniyye ve Bahır.

İZAH

«Bir kimsenin cariyesine» İbtidaen zıhâr yapması sahih değildir. Ama bakâen yani sonradan zıhârı sahih olur. Yukarıda geçmişti ki, cariye olan karısına zıhâr yapar da sonra onu satın alırsa zıhâr bâkîdir. Çünkü zıharın hürmeti yerine tesadüf ettimi ancak keffâretle gîderilir. Nitekim Nehîr'de beyan edilmiştir.

«Sonra kadının razı olması» Yâni kadının sonradan nikâha razı olması ile zıhâr sahih olmaz. Zıhârın bâtıl olması şundandır: Bu adam kadın razı olmazdan önce yaptığı teşbihde sâdıktır. Zıhârı iradeyle razı olmaya bağlı değildir. Meselenin tamamı Bahır'dadır.

"İlâda olduğu gibi" Zira bu adam kadınların hepsine îlâ yaparsa geçerli olur ve kendisine bir keffâret lâzım gelir. Bize göre burada fark şudur: Zıhârda keffâret haram hükmünü kaldırmak içindir. Kadınlar bir kaç olunca bu hüküm de müteaddid olur. îtâda ise keffâret Allah Teâlâ'nın ismi çiğnendiği içindir. Bu birdir, müteaddid değildir. Bunu Bahır sahibiyle başkaları söylemişlerdir.

«Bir meclisde ise kazaen tasdik olunur ilh...» Ben derim ki: Fethü'l-Kadir'de bu ibare şöyledir: "Zıhârı bir kadına bir meclisde yahut muhtelif meclislerde iki defa veya daha fazla tekrarlarsa keffâret de tekrarlanır. Meğerki ilk söylediğinden sonraki sözlerle te'kid kasdetmiş olsun. O zaman her ikisinde kazaen tasdik edilir. Bazılarının dediği gibi bir meclisde olur, ayrı meclislerde olmaz değildir." Bu ibârenin bir misli de Sirâc'dan naklen Şürunbulâliyye'dedir. Bahır sahibi diyor ki: "Bazı kitablarda bir meclisle çok meclis arasında fark görülmüştür. Ama mu'temed olan birincisidir." Bununla anlaşılıyor ki, musannıf ve şârih meseleyi karıştırmışlardır. Sonra Tahtâvî'nin buna tenbihde bulunduğunu gördüm.

«Kezâ» Yani zıhârı kadının nikâhına tekrar ifade eden bir kelimeyle tâlik ederse zıhâr ve keffâret tekerrür eder. Nitekim yukarıda "Seninle evlenirsem sen bana yüz defa annemin sırtı gibî ol." dediği yerde geçmiştî. Tekerrür eden bir şarta tâlik etmesi de böyledir. Nitekim az ileride gelecektir.

«Zıhar bir olur.» Ve bir keffâret vermekle bozulur. Hindiyye Karısına geceleyin yakınlaşamaz. T. Yani keffâret vermeden yakınlaşamaz. Çünkü bu müebbed zıhârdır.

«Zıhâr yenilenir.» Yani her gün ayrı ayrı zıhâr yapmış olur. Karısına geceleyin yakınlaşabilir. Bahır. Çünkü zarfda şart mânâsı vardır. T. Gündüzün kadına yakınlık etmek isterse o günün keffâretini vermesi lâzım gelir. Geçmişin keffâreti gerekmez. Çünkü o bâtıl olmuştur. Nitekim zâhirdir.

«Ve her gün geldikçe derse ilh...» Bu ibârede düşüklük vardır. Bunu Bahır'ın şu ifadesi gösterir: "Sen bana bugün annemin sırtı gibisin ve her gün geldikçe derse o gün kadına zıhâr yapmış olur. O gün geçtimi bu zıhâr batıl olur. Karısına geceleyin yaklaşabilir. Ertesi gün başka bir zıhâr yapmış olur ki, bu zıhâr muvakkat değil daimîdir. Kezâ her gün geldikçe ayrı bir zıhar yapmış olur, ilk zıhâr da bâkîdir." Bu ifadenin muktezası ilk gün istediğini yaparsa onun keffâretini vermesidir. Ondan sonra azmettiği her günün keffâretini verir. Çünkü her günün zıhârı bâkîdir. Ondan sonraki günde de yenilenecektir. Çünkü her geldikçe sözü fiillerin tekrarını ifade eder. Sadece "her" sözü böyle değildir. O ferdlerin umumunu ifade eder. Yani yukarıdaki meselede her gün sözünde olduğu gibi günlerin umumunu ifade eder.

«Tekerrür eden bir şarta tâlik ederse» meselâ şu haneye her girdikçe sen bana annemin sırtı gibi ol derse;.girmek tekrarlandıkça zıhâr da tekerrür eder. Nitekim Bahır'da böyle denilmiştir.

«Recebde keffâret vermesi sahih olur.» Ramazanda vermesi de anla-şılıyor ki öyledir. Hatta evlâdır,

«Şabanda sahih olmaz.» Çünkü şabanda kadınla cima'da bulunması keffâretsiz câizdir. Bu zıhâr müddetinde dahil değildir. Keffâret şer'an yasak olan cima'ı mubah gördüğünde onu yapmaya azmettiği zaman vâcib olur. Daha önce vâcib olmaz. Zâhire bakılırsa bu hususta receb ayında cima etmesiyle etmemesi arasında fark yoktur. Çünkü keffâret vermeden Önce cima etmekle kendisine ancak tevbe ve istiğfar lâzım gelir. Keffâret cima'a azmettiği zaman lâzımdır. Keffâretin lüzumu cima'la değil sâbık zıhârladır. Binaenaleyh müddeti içinde olmadıkça keffâret sahih değildir. Müddetten önce veya sonra olması müsavîdir. Anla! AIIahu a'lem!

 

 

 

KEFFÂRET BÂBI

 

METİN

Keffâretin sebebinde ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre sebeb zıhâr ve kadına dönüştür. Lügatta keffâret "Kefferallahu anhu'z-zenbe" cümlesinden alınmıştır. AIlah onun günâhını imha etti demektir. Şer'an ise cima etmeden bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Yani keffâret niyetiyle onu âzâd etmektir. Bir kimse keffâret niyetiyle babasını mirâs olarak alsa câiz olmaz.

İZAH

«Keffâretin sebebinde ihtilâf edilmiştir.» Yani vücubunun sebebinde ihtilâf vardır. Meşru olmasının sebebine gelince: O tevbenin vücubuna sebeb olan şeydir ki, bu da müslüman olması ve Allah Teâlâ'ya isyan etmeyeceğine söz vermiş bulunmasıdır. Allah'a isyan ederse tevbekâr olur. Çünkü bu tevbenin tamamındandır. Zira tekfir için meşru kılınmıştır. Bahır.

«Cumhura göre sebeb zıhâr» yani cumhura göre sebeb iki şeyden mürekkebdir. Bazıları:. "Sebeb yalnız zıhârdır, kadına dönmek şarttır. Zira keffâretin sebebi izafe edildiği şeydir." demişlerdir. Bunun aksini söyleyenler de olmuştur. Birtakımları: "Keffâretin sebebi cima'ı mubah kılmaya azimdir." demişlerdir ki, bir çok ulemamızın kavlı budur. Bu hususta sözün tamamı Fetih'de geçen bâbın başındadır. Bahır'da sebebin zıhâr olduğunu te'yid eden sözler vardır.

Bahır sahibi şöyle demiştir: "Et-Tarikatü'l-Muîniyye'de bildirildiğine göre mâsiyeti ibâdete sebeb yapmakta imkânsızlık yoktur. Elverir kî o ibâdetin hükmü keffâret olsun ve günâh giderilsin. Hele de o keffârette men etmek mânâsı maksud olursa! îmkânsız olan ancak cennete götürecek ibâdete mâsiyeti sebeb yapmaktır." Yine Bahır'da bu ihtilâfın bir semeresi olmadığı kaydedilmiştir.

«İmha etti.» tâbiri Misbâh'dan alınmıştır. Daha doğrusu örttü tâbirini kullanmaktır. Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: "Keffâret lügatta örtmek mânâsına gelir. Çünkü kefr kelimesinden alınmıştır. Kefr örtmek demektir." Bundan alarak çiftçiye kâfir denilir. (Çünkü tarlayı sürerek tohumları örter.) Bunun zâhirine bakılırsa mâsiyet amel defterinden imha edilmez, sadece örtülür. Yerinde kalmakla beraber ondan dolayı muâheze edilmez. Bu husustaki iki kavilden biri budur. Keffâretle günâh tevbesiz de sâkıt olur. Tarikat-ı Muîniyye'den yukarıda nakledilen söz buna işaret etmektedir. Lâkin yine yukarıda Bahır'dan naklettiğimiz: "0 tevbenin tamamındandır." sözü buna muhâliftir. Zâhir olan da odur.

TENBİH: Keffâretin rüknü: Fill-i mahsusdur ki, köle âzâd etmek, oruç tutmak ve fakir doyurmak gibi şeylerdir. Keffâret vacib olmak için ona kudret şarttır. Keffâretin sahih olması için de fiiliyle beraber niyet şarttır.' Sonraki niyet mu'teber değildir. Keffâretin verileceği yerler zekâtın verileceği yerlerdir. Ancak keffâret zimmîye de verilebilir, harbîye verilemez Buhususta ileride söz gelecektir.

Keffâretin sıfatı: Vücub itibariyle ceza, edâ itibariyae ibâdet olmasıdır.

Hükmü: Vâcibin zimmetten sukutu ve günâhlara keffâret olmayı gerektiren sevâbın hâsıl olmasıdır. Sahih kavle göre keffaret terâhi ile (yanî mühletli olarak) vâcibdir. Binaenaleyh imkân bulduğu ilk vakitten geciktirmekle sahibi günâhkâr olmaz. Borcunu kaza değil edâ etmiş sayılır. Ama insanın son ömründe vakti daralır. Edâ etmeden ölürse günâhkâr olur. Malının üçte birinden verilmesini vasiyet etmezse ölenin terikesinden alınmaz. Ama mirâsçılar onu teberru ederlerse câiz olur. Yalnız köle âzâdı ile oruçta câiz olmaz. Tamamı Bahır'dadır.

Ben derim ki: Lâkin yukarılarda geçtiğine göre zıhâr yapan kimse keffâretini vermeye zorlanır. Bunun muktezası gecikirse günâha girmiş olmaktır. Şu da var ki, keffâret tevbenin tamamından olduğuna göre hemen verilmesi icab eder.

«Bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır.» KöIe mutlaka kendisine zıhâr yapılandan başkası olacaktır. Çünkü Zâhîriyye iIe Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: "Bir adamın nikâhında bir cariye bulunur da ona zıhâr yapar, sonra cariyeyi satın alarak zıhârı içîn âzad ederse Tarafeyn'e göre câiz olmaz denilmiştir. İmam Ebû Yusuf buna muhâliftir. Bahır." Yine Bahır'da Tatarhânîyye'den naklen bildirildiğine göre âzâd eden kimsenin mutlaka sağlam olması lâzımdır. O hastalığından ölür de köle malının üçte bîrinden çıkmazsa câiz değildir. Velevki mirasçılar razı olsunlar. Hastalığından iyileşirse câizdir.

«Cima etmeden» sözü sahih olmanın kaydı değil, vâcib olmanın ve hürmetin giderilmesinin kaydıdır. Cima'ın mukaddimeleri de cima mânâsındadır.

«Keffâret niyetiyle» Yani niyet âzâdla beraber yahut akrabasını satın alırken mevcud olacaktır. Nitekim gelecektir.

«Mirâs olarak alsa» sözü "âzâd etmektir" sözü üzerine tefri'dir. Çünkü âzâd etmek sözü âzâd etme işini mutlaka yapmak lâzım geldiğini ifade etmektedir. Mirâs ise cebrî'dir, yapmakla olan iş değildir. Babasına mirâsçı olmasının sureti babaya oğlunun teyzesi gibi zîrahim akrabadan birinin mâlik olması, sonra ölmesidir. Teyzesi ölürken oğlu keffâreti niyet ederse câiz olmaz. Ama babasını satın alırken keffâreti niyet etmesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.

METİN

Velevki köle meme emen küçük bîr çocuk veya katli mubah bir kafir yahut rehin edilmiş köle veya borçlu yahut kaçak bir köle olsun da sağ idiği bilinsin yahut dinden dönmüş kadın olsun. Dinden dönen erkekle serbest bırakılan harbî hakkında hilâf vardır. Yahut sağır olup bağırılırsa işitsin bağırılmazsa işitmesin veya enenmiş yahut âleti kesilmiş veya ferci yapışıkyahut ferci boynuzlu yahut kulakları kesik, kaşları ve başının saçlarıyla sakalı tıraş edilmiş, burnu veya dudakları kesilmiş olup yemek yiyebilsin. Aksi takdirde câîz olmaz. Yahut bir gözü kör veya gözleri zayıf yahut ellerinden biriyle ayaklarından biri çaprazlamaya kesilmiş olsun yahut mükâteb olup bir şey ödememiş bulunsun. Ve kendisi mirâsçı değil de sahibi âzâd etsin.

İZAH

«Küçük bir çocuk İlh...» sözü köleyi ta'mimdir. Çünkü köle Hidâye'de de belirtildiği gibi zâttan ibarettir. Yani her cihetten memlNktur. Binaenaleyh sayılanların hepsine şâmildir. "Yani her cihetten" sözü köleye mutealliktir. Zira köleliğin mükemmel olması şarttır, milkîn kemali şart değildir. Onun için bir şey ödememiş mükâtebden keffâret câiz olur, müdebberden olmaz. İnâye. Ana karnındaki çocuk bundan hariçtir. Velevki altı aydan azda doğurmuş olsun. Çünkü o bir vecihle köle, bir vecihle annesinin bir cüz'üdür. Hatta annesinin azâd edilmesiyle o da âzâd olur. Nitekim Muhît'ten naklen Bahır'da belirtilmiştir. Yaşlı köle velevki geçkin yaşta olsun dahil olduğu gibi iyileşmesi umulan basta ve gasbedilen köle ele geçirilirse dahildir. Bahır. Lâkin Hindiyye'de Sûrûcî'nin Gâye'sinden naklen: "Âciz ihtiyar kâfi değildir." denilmiştir.

«Katli mubah» sözünü Bahır sahibi Câmiu'I-Cevâmi'a nisbet etmiş, ondan önce İmam Muhammed'in: "İdamına hükmedilir de sonra onu zıhârı için âzâd eder, sonra affolunursa câiz olmaz." dediğini söylemiştir. Bu sözün bir benzeri de Fetih'dedir. Birinci kavlin zâhiri affedilmese de câiz olduğunu göstermektedir. Araştırmalıdır.

«Yahut rehin edilmiş...» Bahır'da Bedâyı'dan naklen şöyle denilmiştir:

"Kezâ rehin edilmiş bir köleyi âzâd eder de köle borcunu ödemek için çalışırsa bu köle keffâret nâmına câizdir. Para efendisinden alınır. Çünkü çalışmak köleliğin bedeli değildir."

«Veya borçlu...» Velevki alacaklılar çalıştırılmasını istesin. Çünkü borcun kölenin bütününü kaplaması ve köleyi çalıştırmak köleliği ve milki ihlal etmez. Zira çalıştırmak hürriyetten çıkarmayı icab etmez Binaenaleyh her vecihle bedelsiz olarak âzâdlık vâki olur. Bunu Muhît'te naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Dinden dönmüş kadın olsun.» Yani bu hilâfsızdır. Çünkü dinden dönen kadın öldürülmez. Fetih'de de böyle denilmiştir.

«Dinden dönen erkekde ilh...» Hilâf vardır. Biliyorsun ki, katli mubah olan hakkında da hilâf vardır. Binaenaleyh onu da burada zikretmek münasib olurdu. Feth'in zâhirine bakılırsa dinden dönen erkek hakkında cevazı tercih etmiştir. Çünkü şöyle demiştir: "Kâfirede dinden dönen erkekle kadın dahildir. Dinden dönen kadın hakkında hilâf yoktur. Çünkü o öldürülmez. Zâhirine bakılırsa dinden dönen erkek hakkında illet öldürülmesidir."

Nehir'de de şöyle denilmiştir: "Dinden dönen erkek hakkında hilâf vardır. Kerhî câiz olduğuna kâildir. Nasıl ki öldürülmeyecek bir köle azâd edilse câiz olur. Câiz olmadığını söyleyene göre dinden dönmekle o kimse harbî olur. Ona keffâret vermek câiz değildir." Yani onu âzâd etmek keffareti ona vermek hükmündedir. Bu ta'lilin muktezası harbî âzâd edilirse bil-ittifak ondan keffâret câiz olmamaktır. Onun için Fetih sahibi kifayet etmez sözünü mutlak bırakmıştır. Lâkin Bahır'da Tatarhâniyye'den naklen: "Bir kimse dar-ı harbde harbî bir köleyi âzâd eder de yolunu serbest bırakmazsa câiz olmaz. Serbest bırakırsa burada ulemanın ihtilâfı vardır. Bazıları câiz olmadığını söylemîşlerdir." denilmiştir.

«Bağırılırsa işitir, bağırılmazsa işitmez.» Hidâye'de de böyle denilmiştir. Böylelikle zâhir rivâyetle Nevâdir rivâyetinin arası bulunmuş olur. Zâhir rivâyette câiz olur, Nevâdir rivâyetinde ise câiz olmaz denilmiştir. Nevadir rivâyeti sağır doğana yorumlanmıştır. Fetih.

«Veya enenmiş» den "yahut ferci boynuzluya" kadar sayılanlarda menfaat cinsi kalmamışsa da kölede bu maksud değildir. Zira onda maksud erkek olsun kadın olsun hizmet ettirmektir. Hatta cariye ile cima'da bulunmak ve onu hizmetinde bulundurmak kabîlindendir derler. Cima'ı mümkün değilse kullanışı noksan demektir, yok değildir. Rahmetî.

«Yahut kulakları kesik» yani işitmesi bâkî demek istiyor. Bahır. Çünkü bu meselelerde mevcud olmayan şey zînettir. O da kölede maksud değildir. Fakat yemekten âciz kalırsa iş helâkına varır ki, onda yemek menfaati maksuddur. Binaenaleyh iyileşmesi umulmayan hasta gibi hükmen helâk olmuş sayılır. Rahmetî.

«Yahut mükâteb olup bir şey ödememiş bulunsun.» Çünkü mükâtebin köleliği kâmildir. Velevki onun üzerinde milk nâkıs olsun. Keffâret nâmına azâdlığın câiz olması köleliğin kemaline dayanır, milkin kemaline dayanmaz. Ama bir şey verirse keffâret yerine geçmez. Nitekim gelecektir. Bahır.

«Mirâsçı değil de sahibi âzâd etsin.» Yani onu mirâsçı kendi keffâreti için âzâd ederse câiz olmaz. Çünkü mükâteb sahibi öldükten sonra vârisin milkine intikal etmez. Sahibi öldükten sonra kitabet bâkîdir. Mirâsçının onda milki yoktur. Sahibi bunun hilâfınadır. Mirâsçının âzâdı câiz olması kitabet bedelinden ibrâyı tezammun ettiği içindir. Bu da âzâd etmeyi gerektirir. Bahır.

METİN

Kezâ yakınını satın almak keffâret niyetiyle olursa keffâret yerine geçer. Çünkü bu onun fiili iledir. Mirâs böyle değildir. Kölesinin yarısını âzâd edip sonra kalan kısmını keffâret için cimadan önce âzâd etmek de istihsanen câizdir. Müşterek bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.

Kendisinde menfaat cinsi kalmayan köle keffâret için yeterli değildir. Çünkü hükmen helâkolmuştur. Kör ve akli gelmeyen deli böyledir. Ayılan deliyi ayıldığı halde âzâd etmek yeterlidir. İyileşmesi umulmayan hasta; dişleri düşmüş kimse, elleri veya baş parmakları yahut her elinin üç parmağı veya ayakları kesilmiş yahut bir taraftan bir elle bir ayağı kesilmiş. bunak ve felçli de yeterli değildir. Müdebber, ümmüveled ve bedelinin bir kısmını ödeyen fakat kendisi aciz kalmayan mükâteb dahi yeterli değildir. Âciz kalır da onu âzâd ederse câiz olur. Mükâteb bir şey ödedikten sonra câiz olmasının hîlesi budur.

İZAH

«Yakınını satın almak» yani kölenin yakınını satın almak demek istiyor. Bundan murad onun zîrahmi mahremleridir. Satın almaktan murad kendi fiiliyle mâlik olmasıdır ki, bunda hibe, sadaka ve vasiyet dahildir.

«Keffâret niyetiyle olursa» Beraber olursa mânâsınadır. Niyet satın almadan sonra olursa yeterli değildir. Nitekim geçti. Bahır sahibi diyor ki:

"Hâniyye'de akrabayı âzâd bâbında: Zıhârından bir ay sonra babasını satın aldırıp âzâd etmek için bir adama vekâlet verir de vekil onu satın alırsa satın aldığı gibi âzâd olur ve emredenin zıhârı nâmına kâfidir denilmiştir ki, bunun esası bir aydan sonra sözünü hükümsüz bırakmaya dayanır. Çünkü meşru'a muhâliftir. Meşru olan mahrem kimsenin satın alındığı an âzâd olunmasıdır.

«Mirâs böyle değildir.» Yani mûrisi öldüğünde köleyi keffâreti nâmına âzâd etmek isterse yeterli olmaz. Çünkü mirâs cebrîdir. Nitekim geçmişti.

«İstihsanen câizdir.» Kıyâsa göre Sahih olmaz. Çünkü yansını âzâd etmekle kalan kısmında noksanlık yer etmiştir ve ortak köleden kendi hissesini âzâd edip de ortağına onun hissesini ödemiş gibi olur. İstihsanın vechi şudur: Bu noksan keffâret milkinde olması sebebiyle birinci âzâdın eserlerindendir. Böylesi mâni değildir. Bu kurban etmek için koyunu yatırıp da bıçak hayvanın gözüne rastlayarak çıkarmaya benzer. Ortak köle bunun hilâfınadır. Nitekim izahı gelecektir. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre köle âzâdı parçalanmayı kabul etmez. Kölesinin yansını âzâd edip yarısını etmese İmameyn'e göre câizdir. Çünkü kölenin bütünü âzâd olur. Mınah.

«Kendisinde menfaat cinsi kalmayan» Yani görmek, işitmek, konuşmak, tutmak, çalışmak ve akıl gibi menfaatler kalmayan köle yeterli değildir. Kuhistânî. Murâd menfaatin tamamiyle yok olmasıdır. T. Yani köleden beklenen menfaatin tamamıdır. Binaenaleyh enenmiş ve benzeri kölelerde nesil menfaati kalmaması ile itiraz edilemez.

«İyileşmesi umulmayan hasta» hükmen ölüdür. Bahır. Ama bunu o hastalığından ölürse diye kayıdlamak gerekir.

«Dişleri düşmüş kimse» Çiğnemeye kâdir olamadığı için yetersizdir. Bunu Valvalciyye'dennaklen Bahır sahibi söylemiştir. Lâkin burada şöyle denilebilir: Bu hal menfaat cinsini tamamiyle yok etmez, sadece azaltır. Yukarıda geçmişti ki, geçkin ihtiyarı ve küçük çocuğu âzâd etmek câizdir. Fetih'in ibâresi şöyledir: "Dişleri düşmüş yemekten âciz kimseden olmaz." Bunun zâhirine bakılırsa yemekten tamamiyle âciz kalan demektir ki, bu takdirde işkâl yoktur.

«Elleri kesilmiş...» Elleri veya ayakları kurumuş, felç olmuş, bir tarafı ve mak'adı tutulmuş ve hiç bir şey işitmeyen sağır dahi muhtar kavle göre bunun gibidir. Nitekim Valvalciyye'de beyan edilmiştir. Bahır.

«Baş parmakları» yerine iki elinin baş parmakları dese daha iyi olurdu .Çünkü ayaklarının baş parmakları kesilirse mâni teşkil etmez. Nitekim Sirâc'da bildirilmiştir. Şürunbulâliyye.

«Yahut her elinin üç parmağı...» Çünkü ekseriyet için bütün hükmü vardır. Fetih.

«Bir taraftan bir elle bir ayağı» kesilmişse keffâret olmaya yeterli değildir. Çapraz kesilmesi bunun hilâfınadır. Çünkü yukarda geçtiği vecihle bu câizdir. Sağlam eliyle sopayı tutarak sağlam ayağının üzerinde yürümek mümkündür.

«Müdebber ve ümmüveled» yeterli değildir. Çünkü bunlar bir cihetten hürriyeti hak etmişlerdir. Binaenaleyh kölelikleri noksandır. Keffâret nâmına âzâd ise satışta olduğu gibi tam köleliğe dayanır. Onun için bu ki nev'i köleyi satmak caiz olmaz. Bahır.

«Âciz kalır da âzâd ederse câiz olur.» Çünkü âciz kalmakla kitabet akdi bâtıl olur.

METİN

Ortak bir kölenin yarısını âzâd edip ödedikten sonra kalan kısmını âzâd etmek dahi câiz değildir. Çünkü eksiklik yer etmiştir. Kölesinin yarısını keffâreti nâmına, kalan yarısını da zıhâr yaptığı karısıyla cima ettikten sonra âzâd etmesi dahi câiz değildir. Çünkü köle âzâdı temastan önce emredilmiştir. Zıhâr yapan kimse âzâd edecek köle bulamazsa -velevki elinde olup da hizmeti veya borcunu ödemek için muhtaç olsun. Zira hakikaten bulmuştur. Bedayı- iki ay oruç tutar. Hilâl hesabıyla ise velev elli sekiz gün; değilse altmış gün oruç tutar. Cevhere'deki: "Bir kimsenin hizmet için bir kölesi bulunursa oruç tutması câiz değildir. Meğerki kötürüm olsun." İfadesinden murad köledir. Tâ ki ulemanın sözleri birbirlerine muvafık olsun. Ama "kötürüm olsun" cümlesindeki zamirin köle sahibine aid olması ihtimali de vardır. Ancak bu nakle muhtaçtır. Köle sahibinin evi mu'teber değildir. Malı olur da o kadar da borcu bulunursa, borcu ödediği takdirde oruç tutması yeterlidir. Aksi takdirde iki kavil vardır. Gâibde malı varsa onu bekler. Üzerinde iki keffâret, milkinde ise bir köle bulunur da birisi için oruç tutar sonra diğeri için köleyi âzâd ederse câiz olmaz. Aksini yaparsa câiz olur.

İZAH

«Çünkü eksiklik yer etmiştir.» Kölenin üzerinde köleliği devam ettirmek imkânsız olduğu için arkadaşının hissesindeki milki de eksilmiştir. Sonra eğer bu adam zenginse İmam-ı Azam'a göre arkadaşının hissesi ödemek suretiyle ona geçer. Fakir ise ve köle kalan kıymetini ödemek için çalışırsa bu suretle tamamı âzâd olduğunda efendisinin keffâreti nâmına bil-ittifak kâfi gelmez. Çünkü ,bu mal karşılığı âzâddır. İmameyn'e göre ise sahibi zengin olduğu takdirde kâfidir. Çünkü kölenin bir kısmını âzâd etmekle bütünü âzâd olur. Bu, âzâd İmam-ı Azam'a göre parçalanmayı kabul ettiği, İmameyn'e göre etmediği esasına binaendir.

«Çünkü köle âzâdı temastan önce emredilmiştir.» Yani mutlak surette helâl olmak için cima'dan önce bütün kölenin âzâd edilmesi şarttır. Bu bulunmamıştır ve o cimayla günâh tekarrur etmiştir. Sonra bu yarıyı şarttan saymak mümkün değildir ki, onunla birlikte kalan yarıyı azâd etmesi kâfi gelsin. Çünkü bu takdirde mecmuu temastan önce olmuş sayılamaz. Bilâkis birazı temastan önce, birazı sonra olmuş olur. Halbuki şart bu değildir ve mecmu'dan sonra hürmet te şart bulununcaya kadar eskisi gibi kalır. Şart bütün kölenin ikinci cima'dan önce âzâd edilmesidir. Tâ ki o cimayla ondan sonrakiler helâl olsun. Tamamı Fetih'dedir. Sonra bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre ise cima'dan önce kölenin yarısını âzâd etmek bütününü âzâd demektir. Nitekim geçti.

«Bulamazsa» Yani vücub vaktinde değil edâ vaktinde bulamazsa demektir. Bahır. Bu fer'î meselelerde de gelecektir.

«Velevki hizmeti için muhtaç olsun.» cümlesi mefhum üzerine mubâle-gadır. Sanki şöyle demiştir: "Ama bulursa âzâdı teayyün eder. Velevki hizmetine muhtaç olsun."

«Veya borcunu ödemek için ilh...» Bahır sahibi diyor ki: "Bedâyı'da bildirildiğine göre o adamın milkinde keffârete elverişli bir köle bulunursa onu âzad etmesi vâcib olur. Borcu olsun olmasın müsavîdir. Çünkü hakikaten köle bulmuştur." Hasılı şudur ki: Borç elinde mevcud olan köleyi âzâd etmeye mâni değildir. Ama bir kavle göre malla köle satın almasının vücubuna mânidir.

«Murad köledir.» Yani "meğerki kötürüm olsun" cümlesindeki zamir köleye râci'dir. Bu te'vili yapan Bahır sahibidir. Nehir, Minah ve Şürunbulâliyye sahibleri de ona uymuşlardır

«Köle sahibine; aid olması ihtimali de vardır.» Hatıra gelen zaten budur. Çünkü kölenin hizmet için bulundurulması kötürüm olmasına aykırıdır

«Ancak bu nakle muhtaçtır.» Yani Cevhere'nin ifadesi ihtimallidir. Tatarhâniyye'nin ibâresi ona aykırıdır. Orada: "Bir kimse bir köleye mâlik olursa azad etmesi lâzım gelir. Velevki ona muhtaç olsun." denilmektedir. Bedâyı'nın yukarıda geçen sözü de öyledir. Orada da: "Çünkü hakikaten bulmuştur." denilmiştir. Yani nass köle bulamazsa oruç tutmasının kâfi geleceğine delâlet etmektedir. Bu köle bulmuştur demek istemiştir. Eğer "Muhtaç olunan şeyyok gibidir. Bu sebeble susuzluk için muhtaç olunan su varken teyemmüm câiz olmuştur. Halbuki teyemmümün kâfi gelmesi âyette su bulunmaması üzerine tertib edilmiştir." dersen ben de derim ki: Fetih'de bildirildiğine göre bizce fark şudur: Suyu susuzluğu için tutması emredilmiştir. Onu kullanmak kendisine yasaktır. Hizmetçi bunun hilâfınadır. Tahtâvî'nin Hamevî'den nakline göre o: "Köle sahibi kötürüm olup âzâd ettiği takdirde kendine hizmet edecek kimse bulamazsa oruç câizdir, denilse bu sözün güzel bir vechi olur," demiştir.

Ben derim ki: Bu zahirdir. Çünkü azâd ettirirsek bu adama kaldıramayacağı yükü yüklemiş olmak lâzım gelir. Nasıl ki köle kazanıp da onu geçindirir ve benzeri şeyler yaparsa bunlarla beraber onu âzâd etmesi vâcibdir demek şeriat kaidelerine muhâlif olur. Binaenaleyh hâssaten naklî delile muhtaç değildir. Nitekim âşikardır

«Köle sahibinin evi mu'teber değildir.» Yani onunla köle azâdına kâdir sayılamaz ve köleyi satmak. köle almak teayyün edemez. Bilâkis oruç tutmak kâfi gelir. Çünkü bu onun elbisesi ve ailesinin elbisesi gibidir. Hızâne. Ulemanın meskeni diye kayıdlamaları gösteriyor ki oturduğu evden, başka bir evi olursa onu satması lâzım gelir Dürr-ü Müntekâ'da: "Kendisine lâzım olan elbisesi itibarcı alınmaz." denilmiştir ki, bunun ifade ettiği mâna muhtaç olmadığı eşyasının satılması lüzumudur. T.

«Malı olur da İlh...» Yani elinde bir kölenin kıymeti bulunur da zarurî ihtiyaçlarından artarsa demektir. Çünkü zarurî ihtiyaçları mikdarını sarfedecektir. Bu yok hükmündedir. Sanat sahibi ise günlük yiyeceği de onlardandır. Sanat sahibi değilse bir aylık yiyeceği hesap edilir. Bahır.

Hâsılı bu meselenin üç vechi vardır. Kölesi varsa onun hizmetine muhtaç olsa bile keffâret için oruç kâfi değildir. Başka bir köle bulur da ev gibi aslî bir hacetiyle meşgul olursa o da yok hükmündedir. Çünkü o vâcibin aynı değildir. Onu ödemek için hazırlanmış da değildir. Ödemeye yarayan dirhem ve dinar gibi şeyler bulur da kendisi aslî ihtiyaçları ile meşgul ise bunları ihtiyaçlarına sarfettiği takdirde oruç tutmak kâfi gelir. Çünkü aczi tehakkuk etmiştir. Aksi takdirde iki kavil vardır. Bunların birine göre bulamamış hükmündedir. Çünkü ona muhtaçtır. İkinci kavle göre ödemeye yarayan şeye mâliktir ve hükmen köle bulmuş sayılır. Bunu Rah-meti söylemiştir. Adı geçen iki kavle İmam Muhammed'in sözü işaret etmektedir. Nitekim bunu Bahır sahibi izah etmiştir.

"Gâibde malı varsa onu bekler." Yani onunla âzâd etmek için bekler. Oruç tutması kâfi gelmez. Kezâ iyileşmesi umulan bir hastalığa tutulursa oruç tutmak için iyileşmesini bekler. Bahır: İyileşmesi umulmayan hastalık olursa bunun hilâfınadır. O zaman fakirleri doyurur. Nitekim gelecektir. Bahır'da Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: "Eğer alacağı olur da borçlusundan alamazsa ona oruç kâfidir, alabilirse kâfi gelmez. Kezâ kadına keffâret vâcib olur da onunla mehri bir köle olmak üzere evlenmiş ve istenildiği zaman buna kâdir olursahüküm yine böyledir."

"Câiz olmaz." Yani birincisi için oruç câiz değildir. Köle âzâdı ise mutlak surette câizdir. Sonra bunu Bahır sahibi inceleyerek zikretmiş, Nehir sahibi ile Makdisî de onu kabul etmişlerdir. O bunu Muhît'in şu sözünden almıştır: "iki keffâret borcu olur da elinde yalnız birine yetecek yiyecek bulunursa, birisi için oruç tutup öteki için yiyecek verdiği takdirde orucu câiz değildir. Çünkü mal ile keffâret vermeye kâdir iken yiyecek vermiştir." H.

"Hilâl hesabıyla ise velev elli sekiz gün" Yani oruca ayın başından itibaren başlarsa iki ay oruç kâfidir. Bu iki ay tam olsun, nâkıs olsun yahut biri tam biri nâkıs olsun fark etmez.

"Değilse altmış gün oruç tutar." Yani oruca ayın başında hilâli görerek başlamamışsa altmış gün oruç tutar. Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmiştir: "Hilâli görerek bir ay oruç tutar da bu yirmi dokuz gün olursa ondan önce on beş gün, sonra da on beş gün oruç tutarsa kâfi gelir."

METİN

Son günün sonunda köle âzâdına kudret bulursa âzâd etmesi lâzım gelir. Oruç gününü tamamlaması da mendûb olur. Bozarsa kaza lâzım gelmez. Velevki nafile olsun. Bu iki ay oruç arka arkaya tutulacak, cima'dan önce olacak, araya ramazan ve orucu yasak edilen günler girmeyecektir. Kezâ arka arkaya tutulması şart olan hiç bir oruç araya girmeyecektir. Sefer ve nifâs gibi bir özürden dolayı orucunu bozarsa -hayız bunun hilâfınadır. Meğerki hayızdan kesilsin,- yahut özürsüz olarak oruç tutmazsa yahut zıhâr yaptığı karısı ile bu iki ayda mutlak olarak cima'da bulunursa- yani gece veya gündüz, kasden veya unutarak cima ederse demektir. Nitekim Muhtar'da ve başkalarında böyle denilmiştir. İbn-i Me-lek geceyi kasden diye kayıdlamışsa da bu hatadır. Bahır. Lâkin Kuhistânî'de ona muhâlif sözler vardır. Kınye.- oruca yeniden başlar. Fakirleri doyurduğu sırada cima'da bulunmuşsa fakir doyurmaya yeniden başlamaz. Çünkü doyurmak hususunda nass mutlak, köle âzâdı ile oruç hususunda mukayyeddir. Fakat zıhâr yaptığı karısından başkasıyla orucu bozmayacak şekilde cima'da bulunursa bil-ittifak zarar etmez. Katl keffâretindeki cima gibi olur.

İZAH

"Köle âzâdına kudret bulursa ilh..." Demesinden anlaşılıyor ki, bula-mamaktan murad iki ay bitinceye kadardır. Bahır.

"Âzâd etmesi lâzım gelir." Kezâ fakirleri doyurduğu son günde oruç tutmaya kâdir olursa oruç tutması tâzım gelir. Verdiği yiyecekler nafileye inkilab eder. Şürunbulâliyye.

"Velevki nafile olsun." Çünkü bu oruç iltizam ederek değil ıskat için meşru olmuştur. Minah. Yani mâlumdur ki, zan üzerine oruç tutan kimseye hemen orucunu bozarsa o günü tamamlamak lâzım gelmez. Ama biraz durursa velevki az olsun nafileye başlamış gibi olur. Artık onu tamamlaması lâzım gelir. Rahmeti. Lâkin oruçlu durduğu vaktin niyet vaktinde olması şarttır. Zira zevalden sonra olursa oruca başlamak mümkün değildir. Onun için devama niyet etmesi başlamış gibi sayılmaz. Nitekim oruç bahsinde izah etmiştik.

"Araya ramazan girmeyecektir İlh..." Çünkü sağlam ve mukîm bir kimse hakkında ramazana vaktin farzından başka oruç sığmaz. Yolcuya gelince: O başka bir vâcib için niyetlenebilir. Hasta hakkında iki rivâyet vardır. Nitekim usûl-ü fıkıh ilminde emir bahsinde görülebilir. Yasak günlerden murad bayram ve teşrik günleridir. Çünkü yasak edildiği için o günlerde oruç tutmak nakıs olur. Nakısla kamil ödenmez. Bu şunu gösterir ki, bu günlerin içinde adak orucu bulunmamak şart değildir. Çünkü muayyen olan adak orucu gününde başka bir vâcibe niyet ederse câiz olur. Ramazan orucu bunun hilâfınadır. Bahır.

"Arka arkaya tutulması şart olan hiç bir oruç ilh..." Katl keffareti, iftar ve yemin oruçları gibidir. Bahır'da Fetih'den naklen: "Arka arkaya tutulması şart kılınan muayyen veya mutlak oruçlar böyledir. Bu şarttan hali olan muayyen nezir bunun hilâfınadır. Onun arka arkaya tutulması tâzım ise de -meselâ receb gibi- onda bir gün orucu terk ederse ona yeniden başlamaz. Çünkü o ramazandan fazla değildir. Hükmü de söylediğimiz gibidir." denilmiştir.

"Orucunu bozarsa" Demesi gösteriyor ki, unutarak yerse zarar etmez. Nitekim Kâfî'de belirtilmiştir.

"Hayız bunun hilâfınadır." Çünkü o kadının katl ve iftar keffâretlerini kesmez. Zira kadın hayızdan hali iki ay bulamaz. Yemin keffâreti bunun hilâfınadır. Kadın hayzını bitirdikten sonra orucunu geçmiş günlere ekleyebilir. Ama bundan sonra bir gün oruç tutmazsa yeniden başlar. Çünkü zaruret yokken arka arkaya tutmayı terk etmiştir. Nifâs ise her keffâretin orucunda tetabua (arka arkaya tutmayı) keser. Tamamı Bahır'dadır.

"Meğerki hayızdan kesilsin." Mesela bir ay oruç tuttuktan sonra hayzını görür sonra hayız'dan kesilirse oruca yeniden başlar. Çünkü arka arkaya tutmaya kudret kazanmıştır. Artık bu ona lâzım gelir. Bunu Müntekâ'dan Bahır sahibi nakletmiştir. Yani orucu bitirmeden tetabua kudret bulmuştur. Bitirdikten sonra bulması bunun hilâfınadır. Bahır sahibi bundan sonra Muhît'den şunu nakletmiştir: "Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre kadın ikinci ayda gebe kalırsa tuttuğu günler üzerine bina eder."

"Muhtar'da ve başkalarında" Bedâyı, Tûhfe, Gâyetü'l-Beyân, Inâye ve Fetih'de böyledir.

"İbn-i Melek ilh..." Burada şöyle denilebilir: "Kasden kaydı ekseri kitablarda vardır. İbn-i Melek'in hatası onu unutmaktan ihtiraz içın yapmasıdır. Bilâkis o tesadüfî bir kayıddır. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

"Kuhstânî'de ona muhâlif sözler vardır." ibâresi şudur: "Kezâ kadınla yani zıhâr yaptığı karısı ile kasden cima'da bulunursa oruca yeniden haşlar. Nitekim Mebsût, Nazım, Hidâye, Kudûrî, Muzmerât, Zâhidî, Netf ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Sırf İsbîcâbî'nin Tahâvî şerhinde: "Geceleyin kasden veya unutarak" Demesiyle kasden sözünü Kifâye sahibi ve ona uyanların yaptıkları gibi tesadüfî bir kayda yorumlamak doğru değildir. Nihâye sahibinin ona iltifat etmemesi de bunu te'yid eder.

Ben derim ki: Şöyle denilebilir: İsbicâbî'nin ifadesi sarihtir. Binaenaleyh mefhuma tercih edilir. Nasıl ki yerinde tekarrur etmiştir. Onun için de Muhtar ve diğer kitablarda bildiğin gibi bu yoldan yürünmüştür. Allâme İbn-i Kemâl Paşa dahi yazdığı metinde bu yoldan yürümüş şerhin hâmişinde:

"Buradan anlaşılır ki, geceleyin kasden diyen iyi etmemiştir. Çünkü geceleyin cima'da kasid ve hata musavîdir." demiştir. Fetih ve inâye'de dahi: "Kadınla geceleyin kasden veya unutarak cima'da bulunmak birdir. Çünkü hilâf orucu bozmayan cima'dadır." denilmiştir. Yani Ebû Yusuf'la Tarafeyn arasındaki hilâf demek istemiştir. Ebû Yusuf'a göre zıhâr yaptığı karısı ile cima'da bulunmak ancak orucu bozarsa tetabuu keser. Tarafeyn'e göre mutlak surette tetabuu keser. Çünkü keffâretin temastan önce verilmesi nassla şart kılınmıştır. Meselenin tam izahı Fetih'dedir. Onun için Ya'kubiyye hâşiyelerinde: "Zâhire göre hata ile kasid arasında fark bulunmamak Ebû Hanife'yle İmam Muhammed'in delili muktezasıdır." denilmiştir.

"Nass mutlak ilh..." Bizim kaidelerimizden biri de şudur: Mutlak ile mukayyed iki hükümde iseler hâdise bir olsa bile biz mutlakı mukayyede hamletmeyiz. Fakirleri doyurmazdan önce cima'a mâni olan ancak haram kılınmış olmasıdır. Çünkü o adam köle âzâdı ile oruca muktedir olabilir ve bunlar fakir doyurmadan sonra olurlar. Fukaha böyle söylemişlerdir. Ama söz götürür. Çünkü fakirlik, ihtiyarlık ve düzelmesi umulmayan hastalık sebebiyle acizlik meydanda iken muktedir olması mevhum bir şeydir. Mefhum şeyler itibariyle ibtidaen hüküm sâbit olmaz. Sadece istihbab sâbit olur. Nehir. Bu mesele Fetih'den alınmıştır.

"Orucu bozmayacak şekilde" Mesela geceleyin mutlak olarak, gündüzün unutarak kadınla cima'da bulunursa bu cima oruç bozan cima değildir. Hindiyye'de böyle denilmiştir. Fakat kadınla gündüzün kasden cima'da bulunursa orucu bozulur. T.

"Katl keffâretindeki cima gibi olur." Çünkü katl keffaretinde unutarak cima ederse oruca yeniden başlamaz. Zıhar keffâretinde cima'dan men edilmesi oruca mahsus olan bir mânâdan dolayıdır. Bunu Cevhere'den Nehir sahibi nakletmiştir. Fakat "Çünkü nass orucu birbirleriyle temastan önce şart koşmuştur," diye ta'lil etmek daha iyidir.

METİN

Köleye velev mükâteb olsun veya çalıştırılsın kezâ sefaheti sebebiyle hacredilen hür kimseye mu'temed kavle göre adı geçen oruçtan başkası kâfi gelmez. Köle hakkında orucunyarıya bölünmemesi bunda ibâdet mânâsı olduğu içindir. Sahibi onu bundan men edemez. Velevki onun nâmına sahibi köle âzâd etsin veya fakir doyursun. Velevki bunları onun emriyle yapsın. Çünkü kölede temellûk ehliyeti yoktur. Bundan ancak hacda mahsur kalması rnüstesnadır. O zaman onun nâmına sahibi fakir doyurur. Bazıları bunun mendûb, bazıları da vâcib olduğunu söylemişlerdir. Oruçtan düzelmesi umulmayan bir hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle âciz kalırsa altmış fakir doyurur. Yani onlara velev hükmen yiyecek temlîk eder. Mürahîk çocuktan başkası kâfi gelmez. Bedâyı.

İZAH

"Köleye velev mükâteb olsun." Yalnız oruç kâfi gelir. Çünkü köle mâlik değildir. Mâlik olsa bile âzâd etmek ve doyurmak ancak temlîk edebilen tarafından sahih olur. Mükâtebin milki tam değildir. Bilâkis elinden gidiverecek gibidir.

"Veya çalıştırılsın." Çalıştırılandan murad bir kısmı âzâd edilen köledir. Bu köle kalan kısmını ödemek için mal kazanmaya çalışır. Bu İmam-ı A'zam'a göredir. İmameyn'e göre bütünü âzâd olur. O köle artık borçlu hürdür. Binaenaleyh onu âzad etmek ve doyurmak suretiyle keffâret vermek sahihtir. Rahmeti.

"Mu'temed kavle göre" Sözünden murad: Hür fakat sefih olan kimseye hacr muamelesinin yapılmasıdır. Bu kavil İmameyn'indir. Böyle bîr kimse keffâret için kölesini âzâd ederse, köle kıymeti hususunda çalışır. O adamın keffâreti nâmına câiz olmaz. Hızânetü'l-Ekmel ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Nehir. Bahır'da bildirildiğine göre bu mesele hakkında luğz yapılarak: "Hür bir adamımız var, oruçtan başka keffâreti yok." denilir.

"Orucun yarıya bölünmemesi" Sözü bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Köleye nasıl oluyor da iki ay oruç lâzım geliyor. Halbuki kölenin hakkı bir çok hükümlerde hürrün yarısıdır. Neden iki ayın yarısı lâzım gelmiyor? Cevap: Yarıya bölünmemesi keffârette ibâdet mânâsı bulunduğu içindir. Köle hakkında ibâdet yarıya bölünmez. Yarıya bölünen ancak had vurmak gibi ceza ve nikâh gibi nimettir.

"Sahibi onu bundan men edemez." Yani bu keffâretin orucundan men edemez. Çünkü ona kadının hakkı geçmiştir. Sair keffâretler bunun hilâfınadır. Onlarda sahibi oruçtan men edebilir. Çünkü onlara kul hakkı geçmemiştir. Bahır.

"Velevki bunları onun emriyle yapsın." Yani sahibinin emriyle yapsın. Çünkü teklif edilen bir şeyi yapmak için mutlaka ihtiyar şarttır. Bu cümle "Velev sahibi bunu kölenin emriyle yapmış olsun." mânâsına da gelebilir.

"0 zaman onun nâmına sahibi fakir doyurur." İbâresinde müsamaha vardır. Feth'in ibâresi şöyledir: "Ancak ihsarda kalması müstesnadır. Çünkü sahibi onun nâmına ihramdan çıkmak için birini gönderir. Âzâd olduğu zaman bir hacc ve bir ömre yapması icab eder."

"Bazıları da vâcib olduğunu söylemişlerdir." Hilâf vâcib olup olmadı-ğındadır. Bahır'da Bedâyı'dan naklen şöyle denilmiştir: "Sahibinin izniyle ihrama girdikten sonra ihsarda kalırsa, bazılarına göre sahibinin hedy kurbanı göndermesi lâzım değildir. Çünkü köle için sahibine bir hak vacib olmaz. Âzâd edilirse kendisine vâcib olur. Bazıları lâzım olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kurban sahibinin izniyle, mübtela olan kölenin başına gelen bir beladan dolayı vâcib olmuştur. Binaenaleyh nafaka gibidir. "Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tahtâvî diyor ki:" Şöyle de denilebilir:

"Vâcib olmadığını söyleyen mendûb değildir demiyor. Bilakis diğer kavle riayet ederek mendûb olduğunu söylüyor."

"Düzelmesi umulmayan bir hastalık sebebiyle âciz kalırsa 60 fakir do-yurur." Fakat iyileşirse oruç tutması vâcib olur. Rahmetî.

"Yiyecek temlîk eder." Yiyecek vermek hassaten temlîkle olmaz. Nitekim gelecektir. Lâkin burada ondan murad temlîktir. Bundan sonra zikredilenden murad ise ibahadır. Onun için Bedâyı sahibi: "Temlîk etmek isterse fitrede olduğu gibi yiyecek verir. İbahayı murad ederse fakirleri sabah-akşam doyurur." demiştir.

"Velev hükmen" Yani fakir de bunun gibidir demek istemiştir. Kuhistânî diyor ki: "Fakir kaydı tesadüfîdir. Çünkü diğer zekât verilecek yerlere vermesi câizdir." Hükmen sözü altmış fakir tâbirinde mubâleğa için söylenmiş de olabilir. Tâ ki altmış fakir yerine bir fakiri altmış gün doyurmasına da şâmil olsun. Ama musannıfın aşağıda gelecek tasrihi buna hâcet bırakmamıştır.

"Mürahîk çocuktan başkası kâfi gelmez." Yanı aralarında bülûğa yak-laşmamış küçük çocuk varsa kâfi gelmez. Ulema bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Hulvani Kenz'in: "Şart olan doyurucu iki sabah yemeği veya iki akşam yemeğidir." dediği yerde caiz olmadığna meyil göstermiş, yine Kenz'in Bedâyı'dan naklen: "Bu köle âzâd etmekten ibarettir." dediği yerde:"Keffâret yerine küçük çocuğa yiyecek vermek ise temlîk yoluyla câizdir, ibaha yoluyla câiz değildir." demiştir. Bundan dolayıdır ki, onu burada zikretmesi doğru değildir. Velevki Nehr'in ifadesinde geçmiş olsun. Çünkü burada sözümüz temlîk hakkındadır. Küçüğe temlîk de sahihtir. Doğru hareket çocuğu "Fakirlere sabah yemeği veya akşam yemeği yedirirse ilh..." dediği yerde zikretmektir. Nitekim Bahır ve kezâ Minah'da böyle yapılmış: "Yemek verdiklerinin arasında memeden ayrılmış bir çocuk varsa câiz olmaz. Çünkü o mu'tad yemeği tam yiyemez." denilmiştir.

Tatarhâniyye'de şu ifade vardır: "Birtakım fakirleri çağırır da içlerinde memeden ayrılmış veya daha büyücek bir çocuk bulunursa kâfi gelmez. Asıl'da böyle zikredilmiştir. Mücerred nam kitabda ise: Kendilerine güvenilir çocuklar olursa câizdir, denilmiştir." Bu izahtan daanlaşılır ki, memeden ayrılmış ve mürahîk olmayan tâbirlerinden murad mu'tad yemeği yeyip bitiremeyendir.

METİN

Keffâret; mikdar ve verilecek yer itibariyle fitre gibidir. Yahut nassan bildirilmeyen şeylerden bunun kıymeti verilir. Çünkü atıf mugayeret içindir. Eğer ibahayı murad eder de fakirlere sabah ve akşam yemeği verirse yahut sabah yemeğini yedirir de akşam yemeğinin kıymetini verir veya bunun aksini yaparsa yahut iki sabah yemeği veya iki akşam yemeği yahut bir akşam yemeği ile bir sahur vererek karınlarını doyurursa, arpa ve mısır ekmeği katıklı olmak şartıyla câizdir. Buğday ekmeği katık istemez. Nasıl ki bir fakiri altmış gün doyursa, câiz olur. Çünkü hacet yenilenir.

İZAH

"Fitre gibidir." Yani buğdaydan yarım, kuru hurma ve arpadan bir sâ'dır (1040 dirhem) verilir. Bunların unları da asılları gibidir. Kavrulmuş unlan dahi böyledir. Sadaka-i fıtırda olduğu gibi unla kavrulmuşu hakkında ölçek mi yoksa kıymetimi itibara alınacağı hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Bahır. Tatarhâniyye'de: "Arpa veya kavrulmuş un verirse kâfidir. Lâkin söylenildiğine göre burada ölçeğin tamamı mu'teberdir. Bu da buğday unundan yarım sâ'dır, arpa unundan bir sâ'dır. Kerhî ile Kudûri buna meyletmişlerdir. Bazıları kıymetle verileceğini söylemişlerdir. O halde ölçeğin tamamı itibara alınmaz." denilmiştir. Demek oluyor kî, Bahır sahibinin: "Her birinin unu aslı gibidir." Sözü birinci kavle göredir.

Bahır sahibi diyor ki: "Bir kısmını buğdaydan, bir kısmını da arpadan verse vâcib mikdarını doldurduğu takdirde câiz olur. Meselâ buğdaydan çeyrek sâ', arpadan yarım sâ' verebilir. Çünkü maksad birdir. O da fakir doyurmaktır. Ama kıymetle tekmil câiz değildir. Meselâ yarım sâ' iyi cins kuru hurma orta cins hurmadan bir sa'a müsavîdir, hesabiyle tekmil edilemez.

"Verilecek yer itibariyle" Fitre gibidir. Binaenaleyh bir kimse aslına, fer'ine keffâret veremediği gibi karı-koca birbirine ve kölesine, hûşimîye dahi veremez. Zimmîyi doyurmak câizdir. Harbîyi ise pasaportlu bile olsa doyurmak câiz değildir. Bahır. Remlî diyor ki: "Hâvî'de bildirildiğine göre bir kimse zimmîlerin fakirlerini doyursa câiz olur. Ebû Yusuf câiz olmadığını söylemiştir. Biz onunla amel ederiz."

Ben derim ki: Hatta Hâkim Kâfî'de câiz olmadığını açıklamış, burada hilâf zikretmemiştir. Bununla anlaşılır ki, bütün imamlardan zâhir rivâyet budur.

"Çünkü atıf mugayeret içindir." Zira kıymet kelimesini fitre gibidir sözünden anlaşılan mansus üzerine atfetmek kıymetin mansus sayılmamasını gerektirir. H. Nehir'de: "Bu söz götürür. Çünkü kıymet nassan bildirilenle bildirilmeyenin kıymetlerine şâmildir." denilmişse de bu söz götürür. Biz bunu Bahır üzerine yazdığımız hâşiyede belirttik.

Hâsılı kıymetini vermek ancak keffâret nassan bildirilmeyen şeylerden verildiği zaman câizdir. Nassan bildirilenlerden câiz değildir. Meğerki verilen şer'an mukadder olan kemmiyeti doldurmuş olsun. Yarım sâ' buğday kıymetinde olan yarım sâ' kuru hurmayı vermiş olsa câiz değildir. Keffâreti verdiği kimselere o cinsten mukadder olan mikdarı tamamlaması gerekir. Aynen o kimseleri bulamazsa yeniden başkalarına verir. Tamamı Bahır'dadır.

"Sabah yemeğini yedirir de akşam yemeğinin kıymetini verirse" câiz olur. Yani ibaha ile temlîki bir yere getirmek câizdir. Çünkü o kimse ayrı ayrı câiz olan iki şeyi bir araya getirmiştir. Kezâ otuz kişiye temlîkde bulunur, otuzunu da doyurursa yine câiz olduğu gibi birini diğerinden tamamlamak da câizdir. Hâkim'in Kâfîsi'nde: "Her fakire yarım sâ' kuru hurma ve bir müd (takriben 260 dirhem) buğday verse kâfi gelir." denilmiştir.

"Veya iki sabah yemeği" Verir de doyurursa câiz olur. İki akşam yemeği de öyledir. Bunların bir günde olduğu zâhirdir. Yemeğin birini bir gün, diğerini ertesi gün verirse kâfi gelmez. Lâkin bâbın sonundaki fer'î meselelerde buna muhâlif sözler gelecektir.

"Karınlarını doyurursa" Yani yedikleri şey az da olsa karınlarını do-yurması lâzımdır demek istiyor. Nitekim Vikâye'de belirtilmiştir. Şu halde ibaha yemeğinde şart her fakiri doyurucu iki öğün yemektir. Fakirlerin içinde birisi tok bulunur yahut bülûğa yaklaşmamış küçük çocuk olursa câiz değildir. İleride bu da gelecektir. Yukarıda arz etmiştik ki, doğru hareket çocuğu temlîkde değil burada zikretmektir.

"Katıklı olmak şartıyla ilh..." Tâ ki doyuncaya kadar yemeleri mümkün olsun. İki kavilden biri budur. Kerhî buna meyletmiştir. İkinci kavle göre doyurmak ancak buğday ekmeği ile câiz olur. Çünkü İmam Muhammed Ziyâdât'ta buğdayı nassan bildirmiştir. Nitekim Bahır'da zikredilmiştir. Tatarhânîyye'de: "Müstehab olan fakirleri yanında katık bulunan ekmekle sabah ve akşam doyurmaktır." denilmiştir.

"Bir fakiri doyurmuş olsa" Sözü hem temlîke hem ibahaya şâmildir. Kenz'de burada temlîke mahsus olan "Verirse" kelimesi kullanılmıştır. Doğrusu mezhebimize göre fark yoktur. Meselenin tamamı Bahır'dadır. Yine Bahır'da: "Yemin keffâretinde giyecek yiyecek gibidir. Hatta bîr fakire on gün zarfında on elbise verse câiz olur. Yemin keffâretinde bir kişiyi yirmi gün doyursa kâfi gelir." denilmiştir.

Ben derim ki: Bunun muktezası bir kişiyi yüz yirmi gün doyurursa zıhâr keffâreti nâmına kâfi gelir demektir. Sonra bunu açıkca gördüm. Tatarhâniyye'de şöyle deniliyor: "Hasan b. Ziyad tarîkıyla Ebû Hanife'den rivâyet olunduğuna göre bir kişiyi yüz yirmi gün doyurursa kâfi gelir."

"Çünkü hâcet yenilenir." Maksad muktacın ihtiyacını gidermektir. İhtiyaç ise her günyenilenir. İhtiyaç tekerrür ettikçe hükmen fakir de tekerrür eder ve hükmen müteaddid olur.

METİN

Bir fakire bütün yiyeceği bir günde birden verirse bil-ittifak yalnız o gün nâmına kâfi gelir. Kezâ esah kavle göre yiyeceği bir günde bir kaç defada temlîk ederse yalnız o gün nâmına kâfi gelir. Bunu Zeylaî söylemiştir. Çünkü hakikaten ve hükmen teaddüd yoktur. Bir kimse kendi zıhârı nâmına yiyecek vermesini başkasına emreder, o da verirse sahih olur. Acaba verdiğini ondan olabilir mi? Benden alman şartıyla dediyse alır. Bir şey demediyse borç meselesinde bil-ittifak alır. Keffâret ve zekâtta mezhebe göre alamaz. Nasıl ki keffâret yiyeceklerinde katl keffâretinden başkalarında ve oruç fidyesinde hacc cinayetinde doymak şartıyla ibaha sahihtir ve ibahayla temlîki bir araya getirmek câizdir. Sadakalarla öşürde bu câiz değildir.

Kaide şudur: Yedirmek ve yiyecek sözleriyle meşru olan şeyde ibaha câizdir. Vermek ve edâ etmek sözüyle meşru olan şeyde temlîk şarttır. Bir kimse bir veya iki kadına yaptığı iki zıhârdan dolayı iki köle âzâd eder de birer birer tâyin etmezse her ikisi nâmına sahih olur. Sahih olma hususunda dört ay oruçla yüz yirmi fakir doyurmak da bunun gibidir. Zira cins birdir. Cins muhtelif olursa bunun hilâfınadır. Meğerki her biriyle bunlardan her birini niyet etmiş olsun. O zaman sahih olur.

İZAH

"Çünkü hakikaten ve hükmen teaddüd yoktur ilh..." Sözü her iki me-selenin illetidir. Minah'da: "Çünkü fakirin o günlük ihtiyacı görülünce sonraki gün kendisine verilen yemek yemiş bulunan bir insana yemek yedirmek olacağından câiz değildir. T." denilmiştir.

"Başkasına emreder de ilh..." Emirle kayıdlaması emirsiz doğurduğu takdirde câiz olmayacağı içindir. Yiyecekle kayıdlaması şundandır: Çünkü keffâreti nâmına köle âzâdını emrederse Tarafeyn'e göre câiz olmaz. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Ama adını söylediği bir bahşişle olursa bil-ittifak câizdir. Mirâsçının fakir doyurmakla keffâret vermesi câizdir. Yemin keffâretinde giyecekle dahi câizdir. Köle âzâdı bunun hilâfınadır. Onun için de katl keffâretinde teberru'u mümkün değildir. Nitekim Muhît'da belirtilmiştir. Nehir.

"Sahih olur." Çünkü manen ondan temlîk istemiştir. Fakir evvela onun nâmına sonra kendisi için almış olur. Nehir.

"Borç meselesinde" Yani borcunu ödemesini emrettiyse kezâ nafakasını ver diye emir verdiyse bil-ittifak alır. Bezzâziye.

"Keffâret ve zekâtta" Yani ona benim keffâretimi ver yahut malımın zekâtını ver derse mezhebe göre alamaz. Kezâ benim hibemin yahut filanın hibesinin bedeli benim nâmıma bin dirhem ver derse sonra benden alırsın diye şart koşmadıkça bir şey alamaz. Demek oluyorki, her ne zaman kendisine mal verilen kimse o mala sahip olmak için karşılığında mal verirse, emredilen şahıs şart koşmaksızın verdiğini âmirden alır. Mal mukabilinde mâlik olmazsa şart koşmadıkça âmirinden bir şey alamaz. Bezzaziye. Bu meseleler hakkında sözün tamamını biz Tenkihü'l-Hâmidiy-ye'de zikrettik.

"Nasıl ki keffâret yiyeceklerinde" Diye kayıdlaması şundandır: Çünkü yemin keffâretinde giyecekde ibaha câiz olmaz. Meselâ on fakire emaneten birer elbise giydirse câiz olmaz. Bahır.

"Katl keffâretinden başkalarında" Zira katlde yiyecek vermek yoktur. Binaenaleyh ibaha da yoktur. Şârihin bunu zikretmesi Aynî'ye reddiye olsun diyedir. Çünkü Aynî: "Yani zıhâr, yemin, oruç ve katl keffâretleri" demiştir,

"Oruç fidyesinde" İbahanın sahih olması zâhır rivâyettir. İmam Hasan'ın rivâyetine göre bunda mutlaka temlîk lâzımdır. Bahır.

"Hacc cinayeti" Tıraş olmak, özürden dolayı elbise giymek gibi şeylerdir ki, ya hayvan kesmek, ya fakir doyurmak yahut oruç tutmakla ödenir.

"Sadakalarda" Yani zekâtta ve sadaka-i fıtırda câiz değildir .

"Kaide ilh..." İzahı şudur: Keffâretlerle fidye hakkında vârid olan emir fakir doyurmaktır. Doyurmak yemeye imkân vermek mânâsında hakikattir. Temlîkin câiz olması ancak imkân vermesi itibariyledir. Zekat hakkında vermek sadaka-i fıtır hakkında eda etmek emrolunmuştur; Bunların ikisi de hakikaten temlîk ifade ederler. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

"Sahih olma hususunda ilh..." Ben derim ki: Kezâ hem köle âzâd eder hem oruç tutar ve hem fakir doyurursa sahih olur. Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmektedir: "Bir kimse dört karısına zıhâr yapar da bir köle âzâd eder elinde başkası bulunmazsa, sonra arka arkaya dört ay oruç tutar, sonra hastalanır ve altmış fakir doyurursa, bu yaptıklarından hiç biriyle muyyen bir kadın niyet etmezse istihsanen bütün kadınlar nâmına kâfi gelir."

"Zira cins birdir." Yani muayyen niyete hâcet yoktur. Hidâye. Bunun beyanı aşağıdaki kaidede gelecektir.

"Cins muhtelif olursa bunun hilâfınadır." Meselâ üzerinde bir yemin keffâreti, bir zıhâr keffareti ve bir katl keffareti bulunur da keffâretler için diyerek bir kaç köle âzâd ederse keffâret nâmına kâfi gelmez. Ama her köleyi gayrı muayyen bir keffâret için niyet ederse bilicme câiz olur. Neye keffâret olduğunun bilinmemesi zarar etmez. Muhît'de böyle denilmiştir. Bahır. "Ama her köleyi gayrı muayyen ilh..." sözünü şârih "Meğerki her biriyle bunlardan her birini niyet etmiş olsun," ifadesiyle anlatmıştır Velevki ifadesi muradın hilâfını îham etsin.

METİN

İki zıhar için bir köle azad eder veya ikisi için iki ay oruç tutarsa tayini ile biri nâmına sahih olur. Keffâretini verdiği kadınla cima'da bulunmaya hakkı vardır. Öteki ile cima'da bulunamaz. Biri zıhâr diğeri katl keffareti için olursa kâfir bir cariye âzâd etmedikçe sahih olmaz. Sebebi yukarıda geçti. Kâfir cariye istihsanen zıhâr nâmına âzâd edilebilir. Çünkü onun öldürülmeye salâhiyeti yoktur. Bir kimse iki zıhâr için bir defada altmış fakir doyurur ve her birine bir sâ' yiyecek verirse yukarıda geçtiği vecihle biri nâmına sahih olur. Şerhin nüshalarında böyle denilmiştir. Metnin nüshalarında ise sahih olmaz, yani ikisi nâmına sahih olmaz, denilmiştir. İmam Muhammed buna muhâliftir. Kemâl de bunu tercih etmiştir. Biri iftar biri zıhâr için olursa bil-ittifak her ikisi nâmına sahih olur. Kaide şudur:

Sebebi bir cinsten olanlarda tâyini niyet hükümsüzdür. Sebebi muhtelif olanlarda ise faydalıdır.

FER'İ MESELELER: Zenginlik ve fakirlikte mu'teber olan keffâret verme zamanıdır. Bir kimse yüz yirmi fakiri doyursa ancak fakir doyurmanın yarısı yerine câiz olur. Onlardan altmış fakiri sabah veya akşam olmak üzere tekrar doyurur. Velevki başka bir günde olsun. Çünkü mikdarla beraber sayı da lâzımdır. Sütten ayrılan çocuğu ve tok fakiri doyurmak câiz değildir.

İZAH

"Sebebi yukarıda geçti." Bundan murad metindeki: "Cins muhtelif olursa bunun hilâfınadır." sözüdür.

"Çünkü onun öldürülmeye salâhiyeti yoktur." Âyet-i kerime katl keffâretinde kölenin mutlaka mü'min olması lazım geldiğini beyan etmiştir. Bunun bir eşi de bir kadınla kızını veya kız kardeşini bir araya getirip nikâh etmesidir. İkisi de evli değilse ikisine de akid sahih değildir. Biri evliyse evli olmayanın akdi sahih olur. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

"Bir sâ" dan murad buğdaydır Çünkü kuru hurma veya arpadan olsa iki sâ' demesi gerekirdi, Bahır.

"Bir defada" Olursa biri nâmına yeter. Fakat bir kaç defada olursa bil-ittifak câizdir. Nitekim Kafî'de beyan edilmiş: "Çünkü ikinci defada başka bir fakir gibidir." denilerek illeti gösterilmiştir. Bahır.

"Biri nâmına sahih otur." Çünkü sayıdan eksik bırakmak câiz değildir. İki zıhârda vâcib olan yüz yirmi fakiri doyurmaktır. Binaenaleyh vâcibi bundan azına vermek câiz olamaz. Nasıl ki otuz fakire birer sâ' yiyecek verse bir zıhâr nâmına kâfi gelmez. Bedâyı'da: "Kezâ iki yemin için on fakire birer sâ' yiyecek verse hüküm bu hilâfa göredir." denilmiştir. Bahır.

"İmam Muhammed buna muhâliftir." Ona göre ikisi nâmına sahihtir. "Kemâl de bunu tercih etmiştir." Etkânî dahi Gâyetü'l-Beyân'da bunu tercih etmiştir.

"Kaide şudur ilh..." Niyet ancak cinsleri birbirinden ayırmak için mu'-teberdir. Çünkü cinslerin değişmesine göre maksadlar da değişir. Bir cinsde ise niyete hâcet yoktur. Zira ona göre maksadlar değişmez. Binaenaleyh niyet mu'teber değildir. O halde bir cinsde mutlak olarak zıhâr niyeti kalır. Mücerred onunla da birden ziyadesi lâzım gelmez. Her fakire yarım sâ'dan fazla verilmiş olması fazlalığı gerektirmez. Çünkü yarım sâ" en az mikdardır. Ondan fazlası verilemez diye değildir. Bilâkis daha azı verilemez diyedir. Ayrı ayrı zamanlarda vermesi yahut cinslerin başka olması bunun hilâfınadır. Şöyle denilebilir: Niyetin mu'teber olması ayırmaya ihtiyaç olduğu içindir. Bu adam ayrı cinslerde olduğu gibi bir cinsin şahıslarında da buna muhtaçtır. Bu itibarın eseri ulemanın açıkladıkları şu meselede meydana çıkar: İki zıhârdan biri için tâyin ederek bir köle âzâd ederse tâyini niyet sahih olur, niyeti hükümsüz kalmaz. Hatta tâyin ettiği cariye ile cima'ı helâl olur. Fetih. Yukarıda geçen "Şöyle denilebilir ilh..." Sözü imam Muhammed'in kavlinin tercih edildiğini beyandır. Bahır sahibi evvela onu kabul etmiş, sonra şöyle demiştir: "Nihâye sahibi muradı itiraz götürmez bir şekilde anlatarak şöyle demiştir: O bununla niyetle cinsin tâmimini murad etmiştir. Görmüyor musun ikiden birinin zıhârını tâyin ederse sahih ve ona yakınlık etmesi helâl oluyor. Fevaid-i Zahîriyye'de böyle denilmiştir."

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Tâyinden murad cinsin bütün ferdlerinin tâyinini hükümsüz bırakmaktır, hususi bir ferdin tâyinini hükümsüz bırakmak değildir. Sonra bil ki cinsin bir olması sebebinin birliği ile, cinsin ayrılığı da sebebinin başka başka olmasıyla bilinir. Onun içindir ki ramazan orucu birinciden, namaz ikinci kabîlinden sayılmıştır. İki ramazandan iki günün orucu dahi böyledir. Tamamı Bahır ve Nehir'dedir.

Keffâret verme zamanıdır." Hatta zıhâr vaktinde zengin keffâret verdiği

vakit fakir bulunursa oruç tutması kâfi gelir. Bunun aksi kafi değildir Tatarhâniyye.

"Yüzyîrmi fakiri doyursa" Yani her birine bir öğün yemek verse demektir.

"Onlardan altmış fakiri" Yani yüz yirmiden altmışını sabah veya akşam tekrar doyurur. Sabah yemeğini yedirdiklerinde ortadan kaybolurlarsa onların gelmesini beklemesi gerekir yahut başkalarına tekrar sabah ve akşam yemeklerini yedirir. Bahır. Yemek yediren vasî ise beklemesi vâcib olmak gerekir. Meğerki bulunmadıkları kanaatına varsın. O zaman doyurma işine yeniden başlar. Nehir

"Sayı da lâzımdır." Sayı altmışdır. Mikdar ise ibahada doyurmak şartıyla iki öğün yemek, temlîkde bir veya yarım sâ' yiyecektir.

"Sütten ayrılan çocuğu ve tok fakiri doyurmak câiz değildir." Bu hususta yukarıda söz geçmişti. Allahu a'lem.

 

 

 

 

 

 

 

LİÂN BÂBI

 

METİN

Liân lügatta lâane fiilinin masdarıdır. Kaatele gibidir, la'ndan alınmıştır. La'n koğmak ve uzaklaştırmaktır. Buna gadab değil de liân adı verilmesi kadından daha evvel erkek kendine lanet ettiği içindir. Öncelik tercih sebeblerindendir.

Şer'an liân: Zinâ şahidleri gibi dört şehâdet olup yeminlerle te'kidli ve erkeğin şehâdeti la'nla, kadının şehâdeti gadabla birliktedir. Çünkü kadınlar lânet sözünü çok kullanırlar. Binaenaleyh kadın hakkında gadab daha önleyicidir. Erkeğin şehadetleri kendi hakkında kazf haddi yerine, kadının şehâdetleri de kendi hakkında zinâ haddi yerine geçer. Yani lânetleştikleri vakit erkekten kazf haddi, kadından da zinâ haddi sâkıt olur. Çünkü Allah adıyla şehadette bulunmak had gibi, hatta ondan daha da şiddetli olarak helâk edicidir.

Liânın şartı: Evliliğin devamı ve nikâhın fâsid değil sahih olmasıdır.

Sebebi: Erkeğin ecnebî bir kadın hakkında olsa haddi icab edecek şekilde karısına zinâ isnadında bulunmasıdır. Kadının bununla tahsis olunması isnad kendisine yapıldığı içindir. Böyle olunca ihsanın şartları kendisinde tamam olur.

İZAH

"Lâane fiilinin masdarıdır." Yani semâi (işitmekle bilinen) bir masdardır. Kıyasa göre mülââne denilmeliydi. Lakin bir çok nahiv ulemasının beyanlarına göre bu kelime kıyasî masdar olarak da kullanılır. Nehir.

"Buna gadab değil de liân adı verilmesi" Yani erkek tarafından lânete şâmil olduğu gibi kadın tarafında da gadaba şâmil olduğu halde demek istiyor.

"Zinâ şâhidleri gibi" Yani liânı zinâ şâhidlerine benzetiriz. Lian yapan adam kendine şâhid olduğu için şâhidliği dört defa tekrarlar. Bu Mültekâ şerhinde belirtilmiştir. T.

"Yeminlerle te'kidi" Yani eşhedü biilâh diyerek yapılır. Nitekim gelecektir.

"Erkeğin şehâdeti la'nla" Yani dördüncü şehâdetten sonra lânet kelimesini söyleyerek yapılır. Kadınınki böyle ise de lânet yerine o gadab kelimesini kullanır.

"Çünkü kadınlar lânet sözünü çok kullanırlar." Nitekim bir hadîsde;

"Kadınlar lâneti çok kullanırlar, kocalarına küfrederler." buyurulmuştur. İnâye sahibi diyor ki: "Binaenaleyh dillerine çok doladıkları için kadınlar olabilir lânet kelimesini söylemek cür'etinde bulunurlar. Bu kelimenin tesiri onların kalblerinden silinmiştir. İşte buna cür'etten onları men etmek için kadınlar tarafında liânın rüknü gadab kelimesiyle değiştirilmiştir."

"Kendi hakkında" Yani yalan söylediği takdirde kazf haddi yerine geçer. Bu mutlak sözün zâhiri erkeğin şehâdetinin ebediyyen kabul edilmemesini gerektirir. Aynî İhtiyarın ifadesine uyarak burada kesinlikle buna kâil olmuştur. Zeylaî ise kazf bâbında kabul edileceğini söylemiştir. Nehir.

"Kadın hakkında zinâ haddi yerine geçer." Yani kocası doğruyu söylediği takdirde bu liân kadın hakkında zinâ haddi yerine geçer. Nitekim Nehir'de belirtilmiştir. H.

"Helak edicidir." Yani erkek yalan söylemişse yaptığı şâhidlik kendisini müdhiş helâk eder. Çünkü haddin helâk etmesi dünyevîdir. Allah'ın adını anmak cür'etinin ise ihlâki uhrevîdir. Âhiret azabı elbette daha şiddetlidir.

"Liânın şartı evliliğin devamıdır." Binaenaleyh fâsid nikâhla evlendiği yahut talâk-ı bâinle boşadığı karısına -velevki bir talâkla boşasın- zinâ isnad etmekle liân yapılmaz. Talâk-ı ric'î ile boşadığı bunun hilâfınadır. Ölmüş olan karısına zinâ isnad etmekle dahi ilân yoktur. Liân için hürriyet, akıl bülûğ, islâm, dili söylemek, kazf haddi yememiş olmak dahi şarttır. Bu şartlar karı-kocanın ikisine de râci'dir. Hassaten kazfi yapanın doğruluğuna beyyine getirememesi şart olduğu gibi kazf olunan kadının da hassaten zinâyı inkâr etmesi ve bundan iffetli bulunduğunu söylemesi şarttır. Kazfin açık olarak zinâ kelimesiyle yapılmış olması ve islâm memleketinde olması dahi şarttır Bahır'da Bedâyı'dan nakledilen ifadenin hülasası budur. Çocuk benden değildir demek açık zinâ mesabesindedir. Bu şartların ekserisi musannıfın sözleri arasında gelecektir.

"Ecnebî bir kadın hakkında olsa haddi icab edecek" Yani kadının muhsana olmasıdır.

"Kadının bununla tahsis olunması" Yani kadının muhsana olmasının şart koşulması demek istiyor. Bu sözün hâsılı Fetih'de de beyan edildiği vecihle şudur: Kazfedilen erkek değil kadındır. Onun için de kendisine kazf edene had vurulan kadınlardan olması şartı kadına mahsustur. Tabii şehâdet ehlinden olması da şarttır. Erkek bunun hilâfınadır. Çünkü ona kazf (zinâ isnadı) yapılmamıştır. O şâhiddir. Binaenaleyh şehâdete ehil olması şarttır. Kendisine kazf edene had vurulanlardan olması şart koşulmamıştır. Burada Nihâye'nin: "Liânda erkeğin dahi muhsan olması şarttır." sözünü red vardır. Zeylaî ve başkaları Nihaye sahibinin hata ettiğini söylemişlerdir.

"İstihsanın şartları kendisinde tamam olur." Yani zinâ isnadı erkeğe değil kadına yapıldığına göre kadında ihsanın beş şartının tamam olması lâzımdır. Bunlar: Zinâdan iffetli, âkıl, bâliğ, hür ve Müslüman olmasıdır.

METİN

Rüknü: Yemin ve lânetle te'kidli şehâdetlerdir.

Hükmü: Lânetleştikten sonra velevki araları ayrılmadan önce olsun cima ve istifadenin haram olmasıdır. Çünkü hadîs-i şerifte: "Liân yapan iki kişi ebediyyen biraraya gelemezler." buyurulmuştur. Liânın ehli müslüman aleyhine şehâdete ehil olan kimsedir. İmdi kim İslâm diyarında diri olan sahih nikâhlı -velev talâk ric'î iddetinde olsun- zinâ fiilinden ve töhmetinden iffetli olan karısına açık zinâ sözüyle isnadda bulunursa ve karı-kocamüslüman aleyhine şâhidlik yapmaya elverişli iseler lânetleşirler. Zinâ töhmetinden iffetli olmak demek haram yoluyla velev bir defa şübheyle olsun cima'da bulunmamak, fûsid nikâhla evlenmiş olmamak ve babasız çocuğu bulunmamakdır. Şahidlik yapmaya elverişli iseler kaydıyla köle ve küçük çocuk tariften hariç kalırlar. Ama kör ve fâsık tarifde dahildirler. Çünkü onlar edâ ehlindendirler.

İZAH

"Lânetleştikten sonra" Yani liânın hükmü bâkî kaldığı müddetçe demektir. Her ikisi veya biri liâna ehil olmaktan çıkarsa o kadınla evlenebilir. Nitekim gelecektir. Zikri geçen hadîs böyle yorumlanmıştır. Teâlâ Hazretlerinin: "Çünkü kâfirler size gâlib gelirlerse ya sizi recm ederler yahut kendi dinlerine çevirirler. O zaman ebediyyen felâh bulamazsınız." Âyet-i kerîme'sin deki ebediyyen kaydı buna aykırı değildir. Çünkü mânâ onların dininde devam ettiğiniz müddetçe demektir. Nitekim Bedâyı'da beyan edilmiştir. Hadîs üzerinde sözün tamamı Fetih'dedir.

"Ve istifadenin haram olmasıdır." Yani cima'ın mukaddimelerini yapmak suretiyle istifade haramdır. Liânın hükümlerinden biri de karı-kocayı birbirinden ayırmanın vücubudur. Bu ayrılıkla bir talâk-ı bâin meydana gelir. Bahır. T.

"Şehâdete ehil olan kimsedir." Yani müslüman aleyhine şehadeti edâya ehil olan demektir, tahammülüne değildir. Binaenaleyh iki kâfir arasında liân yoktur. Velevki birbirleri aleyhine şâhidlikleri kabul edilsin. İki memlûk arasında veya bir memlûk yahut küçük çocuk veya deli yahut kazf haddi vurulmuş veya kafir olan karı-koca arasında liân yoktur. İki âmâ ve iki fâsık arasında ise sahihtir. Çünkü bunlar edâya ehildirler. Şu kadar var ki âmâ temyize kâdir olamadığı için fâsıkın da fıskından dolayı şâhidlikleri kabul edilmez. Ölüm, nikâh ve neseb gibi işitmekle sâbik olan şeylerde âmânın şâhidliği makbuldür. Tamamı Bahır ve Nehir'dedir. Lâkin Dürr-ü Müntekâ sahibi şöyle demektedir: "Ben derim ki: Esah olan kabul edilmemektir. Nitekim gelecektir. Evet, Kuhistânî ehliyeti umumileştirmiştir. Velevki hâkimin hükmüyle sâbit olsun. Çünkü bunların şehâdetleriyle mahkeme hükmü geçerli olur." Yani maksad geçerliliktir. Velevki hâkimin bunu yapması câiz olmasın. Lâkin buna kazf haddi vurulanla itiraz olunur. İbn-i Kemâl Paşa diyor ki: "Kazf haddi vurulana gelince: Onun şehâdetiyle hüküm, vermek aslâ câiz değildir. Evet, bu şehadetle hüküm vermişse geçerli olur. Lâkin sözümüz câiz olup olmamasındadır. Çünkü bu geçerliliğin ötesinde bir iştir."

Ben derim ki: Buna fâsıkla itiraz olunur. Çünkü onun şehâdetiyle verilen hüküm geçerlidir. Halbuki şâhidliği câiz değildir. İhtimal câiz değildir demekten muradı sahih olmadığını anlatmak, geçerlilikle muradı da Şâfiî gibi cevazına kâil olan birinin sahihtir diye verdiği hükmün geçerliliğidir. Fâsıkın şehâdetiyle hüküm vermek sahihtir. İşitmekle sâbit olanşeylerde âmânın şâhidliği sahihtir diyenin sözüne göre âmâ da öyledir. Kazf haddi vurulan bunun hilâfınadır.

"Diri olan" Tabirini kullanması ölen kadının zevceliği kalmadığı içindir. Bir de onun tarafından liân tasavvur olunamaz. Bir adam ölmüş karısına zinâ isnadında bulunur da nesebine dokunulan şahıs -kazf edenin çocuklarından olmamak şartıyla- kazf haddi isterse beyyine getiremediği takdirde kazf haddi vurulur. Ama kazf edenin çocuklarından biri isterse had sâkıt olur. Çünkü bir adama çocuğu için had vurulamaz.

"Sahih nikâhlı" Sözü evlilik kaydının izahıdır. Çünkü fâsid nikâhla alınan kadın zevce değildir. Velev ki onunla cima'da bulunsun. İffetli de değildir. Ona zinâ isnadında bulunana had vurulmaz. Rahmeti.

"Velev talâk-ı ric'î iddetinde olsun." Bu kayıd talâk-ı bâinle boşanan kadını hariç bırakır. Bâinle boşanan kadın hakkında liân yoktur. Lâkin ecnebi gibi erkeğe had vurulur. Bunu Tahâvî şerhinden Kuhistânî nakletmiştir. T.

"İffetli" Kadından murad şeriatta haram cima'dan ve töhmetten berî olan kadındır. Kuhistâni.

"Karısına" Sözü cima etmediği karısına da şâmildir. Nitekim Dürr-ü Müntekû'da ve başka kitablarda belirtilmiştir.

"Açık zinâ sözüyle" Yani ey zâniye veya ey zani diyerek isnadda bu-lunmaktır. Çünkü ey zâni sözü terhimdir. "Ben senin cesedinle evlenmezden önce sen zinâ ettin" sözünün kısaltılmışıdır. Yahut senin nefsin zâni mânâsınadır. Bununla kinâye ve ta'riz hariç kalır. Ta'rizdan murad: "Zinâ eden ben değilim" gibi sözlerdir. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Zinâ sözüyle livâta hariç kalmıştır. İmam-ı Azam'a göre livâtada liân yoktur. İmameyn'e göre vardır. Bahır'da böyle denilmiştir. T. Kezâ kadınla cima eden bir adam görmesi de bundan hariçtir. Çünkü cima zînâyı iltizam etmez Bahır.

"Şâhidlik yapmaya elverişli iseler" Sözünden murad şâhidliğin edâsıdır, tahammülü değildir. Nitekim yukarıda geçmişti. Zira küçük çocuk şâhidliğin tahammülüne ehil, edâsına ehil değildir.

"Cima'da bulunmamak ilh..." Sözü şer'î iffetin beyanıdır. "Haram yoluyla" Demek aynen haram ise demektir. Hayız gibi ârizî haram olan değildir. Bu da sahih olarak milki nikâhında bulunmayan kadındır. Milkinde olup da hayız ve benzeri bir ârızadan dolayı haram olan bunun hilâfınadır. Burada zinâdan murad haddi icab eden cima değildir. Onun içinde şârih "Velev bir defa şübheyle olsun" demiştir. Bundan murad talâk-ı bâinle boşadığı karısı ile veya helâl sandığı kadınla cima'da bulunmaktır.

"Fâsid nikâhla evlenmiş olmamak" Cümlesini yahut harfiyle atfederek "Veya fâsid nikâhlaevlenmiş olmamak" dese daha iyi olurdu. Çünkü bu da haram cima'dandır.

"Köle ve küçük çocuk hariç kalırlar." İfadesinden murad şâhidliği sahih olmayan herkestir. Karı-kocadan birine kazf haddi vurulmuş olması veya birinin kâfir olması bu kabîldendir. Nitekim geçmişti. Yalnız kocanın kâfir olduğu suret Bedâyı'da şöyle gösterilmiştir: "Karısı müslüman olur da kocasına müslümanlık arz olunmazdan önce karısına zinâ isnadında bulunur." Yani kocası onun aleyhine zinâ şahidliğinde bulunmuş demektir; Halbuki kâfirin müslüman aleyhine şâhidliği makbul değildir. Bu söz Kuhistânî'nin şu ifadesini reddeder: "Liân halinde şehâdete ehil olmak şarttır. Kazf halinde şart değildir." Zira bu îfadeye göre Müslüman olduktan sonra kâfir karı-kocanın arasında ve azâd edildikten sonra memlûk karı-koca arasında ilân cereyanı lazım gelir. Halbuki zahire göre her iki halde ehliyet şarttır. Musannıf da söyleyecektir ki, kazf halinde ihsan mu'teberdir.

METİN

Yahut bir adam çocuğun nesebini kendinden veya başkasından nefy eder de kadın veya nefy edilen çocuk bunu yani kazfin mûcebi olan haddi hâkim huzurunda isterse -velev ki af ettikten veya zaman geçtikten sonra olsun. Zira zamanın geçmesi kazf, kısas ve kul haklarında hakkı ibtal etmez. Cevhere. Kadın içîn efdal olan gîzlemektîr. Hâkim için efdal olan da kadına bunu emretmektir.- liânlaşır. Yani zinâ isnadında bulunduğunu ikrar eder veya isnadı beyyineyle sâbit olursa hüküm budur. İnkâr eder de kadının da beyyinesi bulunmazsa yemin ettirilmez, liân sâkıt olur. Bu adam ilâna razı olmazsa, ya ilâna razı oluncaya yahut kendisini yalanlayıp kazf için had vuruluncaya kadar hapsolunur. Liânlaşırsa ondan sonra kadın da liân yapar. Çünkü dâvâcı kocasıdır. Hâkim kadının liânından işe başlarsa sonra kadın tekrarlar. Ama tekrarlamadan aralarını ayırırsa sahihtir. Çünkü maksad hâsıl olmuştur. ihtiyar. Kadın Iiânı kabul etmezse, ya liânı kabul yahut kocasını tasdik edinceye kadar hapsolunur. Bununla liân defedilmiş olur ve kadına had vurulmaz. Velev ki kocasını dört defa tasdik etmiş olsun. Çünkü bu kasden ikrar değildir

İZAH

"Yahut bir adam çocuğun nesebini nefy ederse" Sözünü musannıf mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh zinâyı açık söyleyip söylemediği suretlere şâmildir. Hidâye sahibi ile Zeylaî bunu tercih etmişlerdir ki, hak olan da budur. Muhît ve Mübtegâ'nın ifadeleri bunun hilâfınadır. Çünkü her vecihten nesebi kesmek zinâyı istilzam eder. Çocuğun şübheyle cima' dan doğması ihtimali bilicma sakıttır. Şu da var ki, sen babanın oğlu değilsin diyen kimse onun anasına kazfetmiş olur. Hatta kendisine kazf haddi lâzım gelir. Halbuki bu ihtimal onda da vardır. Tamamı Bahırda'dır.

T E N B İ H : Zahîre'de şöyle denilmektedir: "Âleti kesik, enenmiş ve çocuğu olmayan kimsehakkında çocuk ondan değildir diye liân yapmak meşru değildir. Çünkü böylesine çocuk ilhak edîlmez." Fakat bu ifade söz götürür. Çünkü âleti kesik olan kimse sürtmek suretiyle menîsini indirir ve muhtar kavle göre çocuğunun nesebi sâbit olur. Fetih'de böyle denilmiştir.

"Kadın bunu isterse" Diye kayıdlaması istemediği takdirde liân yapılmadığı içindir. Çünkü liân kepazeliği kendinden def için kadının hakkıdır. Musannıfın muradı sarîh zinâ sözüyle kazf ettiği zaman kadının had istediğini anlatmaktır. Çocuğu nefy etmek suretiyle kazf de bulunmuşsa haddi istemek kocasının da hakkıdır.

"Veya nefy edilen çocuk isterse" Sözü kalem hatasıdır. Ben başkasının bunu söylediğinî görmedim. İbârenin doğrusu: "Yahut çocuğu nefy eden kimse isterse" şeklindedir. Feth'in îbâresi şöyledir: "Kadının istemesi şarttır. Kazf çocuk nefy edilmekle yapılmışsa bunun hilâfınadır. Zira şart erkeğin istemesidir, Çünkü çocuğu ondan olmadığını nefy edecek bir şahsa muhtaçtır."

Zeylaî'nin ibâresi: "Kadının mutlaka istemesi lâzımdır. Meğer ki kazf çocuğun nefyi ile yapılmış olsun. Çünkü erkeğin istemeye hakkı vardır ilh..." şeklindedir. Bunun bir misli de az yukarıda Bahır'dan naklen zikrettiğimizdir. Şübhesiz ki "istemesi" kelimesindeki zamir çocuğa değil kazf edene râcidir. Evet, çocuk kazf edenin oğlu değilse anne de ölmüşse kazf haddi vâcib olmak için çocuğun istemesi şarttır. Aksi takdirde kadının istemesi şarttır. Nitekim bâbında gelecektir. Sözümüz Iiânın vücubunun şartı olan isteme hususundadır. Kadın öldükten sonra bu olmaz. Bu açıktır. Sonra gördüm ki Rahmetî bu söylediklerimîzin bazısına işarette bulunmuştur.

"Velevki af ettikten sonra olsun." Yani affetmekle sâkıt olmaz. Lâkin afla beraber had vurulmaz. Bu af sahih olduğu için değil istek terk edildiği içindir. Hatta kazf edilen kimse döner de kazfeden için had isterse hâkim ona afv ile birlikte had vurur. Nitekim Bahır'da kazf haddi bâbında buna tenbih olunmuştur.

"Kazf, kısas ve kul haklarında hakkı ibtal etmez." Geri kalan hadler bunun hilâfınadır. Kaza bahsinde inşaallah gelecektir ki, sultan hâkimi on beş sene sonra dâvâ dinlemekten nehy ederse sahih olur ve dâvâyı o hâkimin dinlemesi sahih olmaz. Ama bu hasım inkâr ettiğine ve terk bir özürden dolayı yapılmadığına göredir. Aksi takdirde sahih olur. Şübhesiz ki o dâvâyı dinlemekten yasak etmesi hakkı ıskât etmez. Bilâkis hak dünyada ve âhirette bâkîdir. Onun için sultan bundan sonra dâvânın dinlenmesine izin verirse hak sâbit olur.

"Yani zinâ isnadında bulunduğunu ikrar eder ilh..." Sözü liânlaşır ifadesinin kaydıdır. Aynı zamanda bu söz Kocasının ısrarıyla, kadının zinâsına veya zinâyı ikrarına yahut kocasını tasdikine beyyine getirmekten âciz kalmasıyla da kayıdlıdır. Tamamı Bahır'dadır.

"Veya isnadı beyyineyle sâbit olursa hüküm budur." Beyyine iki erkektir, bir erkekle iki kadın değildir. Bahır. Hâkim Kâfîsi'nde bunu: Çünkü hadlerde kadınlar için şâhidlik hakkı yoktur. Bu da şâhidliklerdendir." şeklinde ta'lil etmiştir. Şu halde Nehir'in ve ona uyarak Dürr-ü Müntekâ'nın: "Yahut bir erkekle iki kadındır." ifadeleri kalem hatasıdır.

"Yemîn ettirilmez." Çünkü bu kâfi bir haddir. Yani yemin ettirmenin faydası yeminden yüz çevirmektir. Bu da manen ikrardır,sarîh değildir. Bunda şübhe vardır. Şübheyle had vurulmaz.

"Hapsolunur ilh..." İbn-i Kemâl diyor ki: "Burada ikinci bir sınır vardır ki, hapis onunla nihayet bulur. O da kadının talâk veya başka bir şeyle o adamdan bâin olmasıdır. Bunu Serahsî Mebsût'ta zikretmiştir." Bu mânâ musannıfın evvelce: "Liânın şartı evliliğin devamıdır." demesinden anlaşılmıştı. Şürunbulâliyye.

"Had vuruluncaya kadar" ifadesinde mücerred kabul etmemekle had vurulmayacağına delâlet vardır. Ulemadan bazıları şazz olarak buna muhalefet etmişlerdir. Nehîr.

"Çünkü dâvâcı kocasıdır." Sözü kadının sonra lian yapmasının illetidir.

"Sonra kadın tekrarlar." Tâ ki liân meşru tertibi üzere yapılmış olsun. Bunu Bahır sahibi İhtiyar' dan nakletmiştir. Zâhirine bakılırsa bu vâcibtir. Lâkin başka yerde şöyle demiştir: "Gâye'de bildirildiğine göre tekrarı vâcib değildir. Yalnız sünnette hata etmiştir. Fetih sahibi vecih budur diyerek bunu tercih etmiştir. İmam Mâlik'in kavli de budur." Bu ifadenin bir misli de Şürunbulâliyye'dedir.

"Kadına had vurulmaz." Kudûrî'nin bazı nüshalarında kadına had vurulur denilmişse de yanlıştır. Çünkü bir defa ikrarla bile had vâcib olmaz. O halde bir defa tasdikle nasıl vâcib olabilir! Bahır ve Zeylaî.

Ben derim ki: şöyle cevap verilebilir: Kudûrî'nin tasdikten muradı zinâyı ikrardır. Mücerred kadının tasdik ettim sözü değildir. Bâbında anlattıklarına güvenerek tekrar etmemiştir. Hâkim'in Kâfî'deki şu sözü de ona işaret etmektedir: "Kadın hâkimin yanında kocasını tasdik ederek doğru söyledi der ve ben zinâ ettim demezse, bunu dört ayrı meclisde dört defa tekrarladığı takdirde kendisine zinâ haddi vurulmaz. Lîân da bâtıl olur. Bundan sonra ona zinâ isnadında bulunana da had vurulmaz."

METİN

Neseb de nefy edilmiş olmaz. Çünkü o, çocuğun hakkıdır. Onu ibtal hususunda karı-koca tasdik edilmezler. İkisi de kabul etmezlerse hapsolunurlar. Bahır sahibi bunu kadının affetmediği surete yorumlamıştır. Nehir sahibi îse kocası kabul etmedikten sonra kadının hapsedilmesini müşkil görmüştür. Çünkü o takdirde kadına vâcib değildîr. Koca köleliğinden veya küfründen dolayı şâhidliğe yaramaz da kazf için ehil olursa yani âkıl bâliğve dili söylerse kendisine had vurulur.

Kaide şudur: Erkek tarafından gelen bir mânâdan dolayı liân sâkıt olursa kazf sahih olduğu takdirde had vurulur. Aksi takdirde ne had vardır ne de liân. Koca şâhid olmaya yarar fakat kadın yaramaz veya kendisine kazfte bulunanlara had vurulmayanlardansa kocasına had yoktur. Ona ecnebî bîri kazfetmiş gibi olur. Liân da yoktur. Çünkü liân haddin halefidir. Lâkin bu kapıyı kapamak için ta'zir olunur. Bu söz mefhumu tasrihtir.

İZAH

"Neseb de nefy edilmiş olmaz." Çünkü neseb ancak liânla nefyedilir. O da bulunmamıştır. Bununla anlaşılır ki Vikâye ve Nikaye şerhlerindeki: "Kadın kocasını tasdik ederse neseb nefyedilmîş olur." sözü doğru değildir. Nitekim Dürer ve Gurer şerhinde tenbih edilmîştir. Bahır. İleride gelecektir ki nefyin şartları altıdır. Onlardan biri de liândan sonra hâkimîn ayırmasıdır.

"Çünkü o takdirde kadına vâcib değildir." Yani kocası kabul etmeyince kadına vâcib olmaz. Zira kadına ancak kocasının liânından sonra vâcib olur. Ondan önce vâcib olan bir haktan kaçınmak sayılmaz. Nehir. Tahtâvî buna şöyle cevap vermiştir: "Karı-koca dâvâya çıktıktan sonra liânı yürütmek şeriatın hakkı olmuştur. Kadın affetmeyip imtina gösterince hapsedilir. Yalnız kocasının imtina etmesi bunun hilâfınadır. O zaman kadın hapsedilmez. "Rahmetî de şu cevabı vermiştir: "Maksad karı-kocanın bir anda imtina etmeleri değildir. Bilâkis murad erkeğin istenildikten sonra imtina'ı, kadının da erkeğin liânından sonra imtina'ıdır." Böylece Rahmetî meseleyi metindeki şekline çevirmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

"Koca köleliğinden" Yahut kazf haddi vurulduğundan dolayı şâhidliğe yaramazsa demektir. Bahır.

"Veya küfründen dolayı..." Bu evvela kadın müslüman olup kocası kendisine müslümanlık arzolunmadan ona kazfetmekle olur. Bahır

"Ve dili söylerse ilh..." had vurulur. Fakat küçük çocuk, deli veya dilslz olursa had ve liân yoktur. Minah. Çünkü böylesinin kazfı sahih değildir.

"Erkek tarafından gelen bir mânâdan dolayı" Meselâ erkek köleliğinden dolayı veya benzeri bir sebeble şâhidliğe yaramazsa demektir. Fakat kadın tarafından gelen bir mânâdan dolayı liân sâkıt olursa, cevabı musannıfın ifadesinde gelen: "Ne had vardır ne lian.." sözüdür. Şimdi liânın her ikisi tarafından gelen bir mânadan dolayı sukûtu meselesi kalır. Meselâ karı-koca kazf haddi yemişlerse bu mesele birincîsi gibi olur. Çünkü liân koca tarafından gelen bir mânâdan dolayı sâkıt olmuştur. Zira başlamak kocadan olmuştur. Onunla birlikte kadın tarafı mu'teber değildir. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir. Tamamı az ileride gelecektîr.

"Kazf sahih olduğu takdirde" Meselâ erkek âkıl bâliğ ve konuşur olursa had vurulur.

"Ne had vardır ne de liân..." Liânın nefyi te'kid içindir. Çünkü sözümüz liânın sukûtu hakkındadır.

"Fakat kadın yaramazsa" Yani şâhidlik için yaramazsa demektir. Şârihin bu kelimeyi ziyade etmesi kazf haddi vurulan kadına da şâmil olsun diyedir. Musannıfın "Çünkü bu kadın kazf edenine had vurulanlardan değlidir." Sözünde o dahil değildir. Bahır sahibi böyle demiştir. Eğer bu ziyade olmasaydı musannıfın sözünden kadına had vurulur mânâsı anlaşılırdı. Halbuki vurulmaz. Nitekim beyanı gelecektir.

"Kocasına had yoktur." Çünkü had vurmanın şartı ihsandır. (İhsan lügatta: muhkem yapmak, kal'a gibi oturtmak mânâsınadır.) İhsan kadının Müslüman, hür, âkıl bâliğ ve afif olmasıdır. Nitekim geçmişti. Liânın şartı ihsan ve şâhidliğe ehil olmakdır. Kadın muhsane (ihsanlı) olmazsa ne had vardır ne liân! Çünkü ortada ihsan yoktur. Ama muhsane olup kendisine kazf haddi vurulmuşsa liân yoktur. Çünkü şâhidliğe ehliyet kalmamıştır. Had dahi vurulmaz. Çünkü liân kadın tarafından gelen bir mânâ sebebiyle sâkıt olmuştur. Hâsılı kadın kâfir, cariye, küçük veya deli olursa ihsan olmadığı için had vurulmadığı gibi yine bu mânâdan dolayı bir de şâhidliğe ehliyeti olmadığından Iiân da yoktur. Kadın iffetli değilse ihsan olmadığı için yine liân sâkıttır. Bir de erkek sözünde sâdıktır. Kadın iffetli ve had vurulmuş ise bildiğin sebeble had ve liân sâkıttır. Bu yeri böyle izah gerekir.

"Ecnebi biri kazfetmiş gibi olur." Bu had vurulan iffetliden başkası hakkındadır. Had vurulan iffetli hakkında ise kazfedilen ecnebîye had vurulur. Nitekim Şürunbulâlîyye'de belirtilmiştir. Bir sebebten dolayı kocadan haddin sukutu ecnebîde mevcud değildir.

"Çünkü liân haddin halefidir." Dürer'de böyle denilmiştir. Fakat doğru ta'lil yukarıda arz ettiğimizdir. Zira bu had vurulan iffetli kadında zâhir değildir. Onun hakkında liân hadde tâbi olarak sukut etmiş değil aksinedir. Meğerki şöyle denilsin: Çünkü o sözündeki zamir hadde; halefidir sözündeki zamir de liâna râcidir. Şuna binaen ki, kocanın kazfinde asıl vâcib olan liândır. Had vurmak onun halefidir. Yani liân sâkıt olursa mâni bulunmadığı takdirde had vâcib olur, İbn-i Kemâl'in sözünde bu te'vile delâlet vardır.

"Ta'zir olunur." Yani ta'zir vâcibdir. Çünkü kocası kadına eziyet etmiş, onun namusunu lekelemiştir. Bahır'da böyle denilmîştir. Bunun zâhirine bakılırsa iffetli olmayan kadın hakkında tazir vâcibdir. Bunu Ebus-sûud söylemiştir. Şöyle de denilebilir: Kadının namusunu lekeleyen kadının kendisidir. T.

Ben derim ki: Kadın bunu âşıkârelemişse bu zâhirdir. Aksi takdirde adam kadının isteği ile ta'zir olunur. Çünkü kötülüğü meydana çıkarmıştır.

"Mefhumu tasrihtir." Yani "Ecnebî kadın hakkında haddi icab eden kazf" sözü ile "Karı-kocaşehâdeti edâya yararlarsa" sözlerinin mefhumunu tasrihtir. Çünkü şehâdete yararlarsa sözü iffetli olmayan kadından ve bir de şehâdeti edâya yaramayan kocadan ihtirazdır. Yahut bunun aksidir.

TETİMME: Bahır sahibi diyor ki: "Musannıf karı-kocanın ikisi de şehâdeti edâya yaramazlarsa meselesine açıkça temas etmemiştir. Ama evvela liân yoktur diye şart koşmasından anlaşılmıştır.

Hadde gelince: Karı-koca ikisi de küçük veya deli yahut kâfir yahut memlûk olurlarsa had vâcib olmaz. İkisi de kazf haddi yemişlerse vâcibdir. Çünkü liân erkek tarafından gelen bir mânâdan dolayı imkânsızdır. Kezâ kocası köle, karısı had vurulanlardan ise yine vâcib olur. Çünkü iffetli kadına kazfte bulunmak haddi mûcibtir. Velev ki kadın had vurulanlardan olsun.

METİN

İhsan kazf zamanında mu'teberdir. Kadın cariye veya kâfir iken ona kazfeder de sonra Müslüman olur veya âzâd edilirse had ve liân yoktur. Zeylai. Liân vâcib olduktan sonra talâk-ı bâinle sukut eder ve artık kadın başka kocaya varsa da liân dönmez. Çünkü sâkıt olan bir şey geri dönmez. Kezâ kadının zinâ etmesiyle, şübheyle cima ve dinden dönmesiyle de sâkıt olur. Bir daha müslüman olsa da geri dönmez. Kazf şâhidinin ölümü ve kaybolması ile de sâkıt olur. Fakat şâhidin kör veya fâsık yahut mürted olmasıyla sukût etmez. Bir adam karısına sen küçük kız iken zinâ ettin yahut deli iken zinâ ettin der de delilik mâlum olursa liân yok-tur. Çünkü liânı yerine isnad etmemiştir. Sen zimmî iken veya cariye iken zinâ ettin veya kadının yaşı daha küçük olduğu halde sen kırk sene evvel zinâ ettin demesi bunun hilâfınadır, lânetleşirler. Çünkü liân münhasırdır. Fetih. Liânın şer'î sıfatı kîtab ve sünnetten nassın vasfettiği gibidir. Karı-koca lânetleşirlerse velevki ekserisini yapsınlar kadın hâkimin ayırması ile kocasından bâin olur. Huzurunda liân yapılan hâkim ayırmadan karı-koca birbirlerine mirâsçı olurlar.

İZAH

"İhsan kazf zamanında mu'teberdir." Bu sözden ve "Kezâ kadının zinâsı ile sâkıt olur." Demesinden anlaşılır ki, kazf zamanından lânetleşme yapılıncaya kadar ihsanın devam etmesi şarttır. T.

"Talâk-ı bâinle sukût eder." Beynunetle sukût eder deseydi talâk veya fesh yahut ölümle ayrılma hallerine şâmil olurdu. Hâkim'in Kâfîsi'nde şöyle denilmektedir: "Bir adam karısına kazfeder de sonra kadın ondan talâk veya başka bir sebeble ayrılırsa o adama had ve liân yoktur. Çünkü onun haddi liân idi. Ayrıldıktan sonra liân kalmadığı için had vurulmaya da dönüşmez. Adam kendini yalanlasa da had vurulmaz. Sen üç defa boşsun ey orospu derse ona had vurulur. Ama ey orospu sen üç defa boşsun derse had ve liân lâzım gelmez." Yaniayrılık lian vâcib olduktan sonra hâsıl olduğundan bir şey lâzım gelmez demek istiyor.

"Kazf şâhidinin ölümü ile ilh..." Yani şâhid bu adam zinâ isnadında bulundu diye şâhidlik edip hâkim de doğruladıktan sonra ölür veya kaybolursa, hâkim o şehâdetle hüküm vermez. Fetih ve Câmide şöyle denilmiştir: "iki şâhid doğrulandıktan sonra ölür veya kaybolurlarsa liânla hüküm verilmez. Malda ise hüküm verilir. Şâhidlerin kör veya fâsık olmaları, dinden dönmeleri bunun hilâfınadır. Karı-koca arasında Iiân yapılır."

Ben derim ki: Farkın vechi şu olsa gerektir: Had şübheyle vurulmaz. Hâkimin hükmünden önce şahîdin şehâdetinden dönme ihtimali vardır ki, bu bir şübhedir. Şâhid hayatta ve hazır olduğu müddette bu ihtimal mevcuddur. Ne zaman hâkim onun şehâdetiyle hüküm verîr de şâhid de dönmezse ihtimal ortadan kalkar. Hâkimin hükmünden sonra bu ihtimal yersiz kalır. Çünkü hak mahkeme kararıyla kuvvet bulmuştur. Fakat şâhid ölür veya kaybolursa hâkim onun şehâdetiyle hüküm veremez. Çünkü şahid hayatta ise mahkeme kararından önce dönüp gelmesi ihtimali vardır. Şu da var ki, had vurmak için iki şâhid bulunmasını şart koşmak söz götürür. Bundan Şürunbulâliyye'nin hırsızlık haddi bâbında bahsedilmiştir. Oraya müracaat edebilirsin. O bâbta inşaallah kitabımızda da gelecektir.

"Liân yoktur." Had de vurulmaz. Çünkü ihsan yoktur. "Çünkü liânı yerine isnad etmemiştir." Yani o adam zinâ isnadında bulunmuştur. Zinânın mahalli ise âkıl bâliğ olan kadındır, Feth'in ibâresi: "Halen kazf sayılmaz. Çünkü kadının fiili zinâ ile vasıflanmaz." şeklindedir.

"Çünkü liân münhasırdır." Yani liân konuşma zamanına münhasır olarak vâkidir Geçmişe istinad edemez. Çünkü kadın zimmîyye veya carîye iken zinâ ile vasıflanabilir. Bu suretle kendisine kepazelik lahîk olur. Kırk sene evvel demesi de böyledir. Velevki kadının yaşı daha küçük olsun! Çünkü bu söz zinânın eskiliğînden mubalegadır.

"Kitab ve sünnetten" Sözü nass-ı şer'îyi beyandır. Bununla Bahır'ın şu ifadesine hâcet kalmamıştır: "Zâhire bakılırsa sıfatla rüknü yani mahiyeti kasdetmiştir. Çünkü sünnet vecihle sıfatını nass beyan etmemiştir." Liân şöyle yapılır: Hâkim karı-kocayı karşı karşıya durdurur ve kocaya liân yap der. O da: Eşhedübillâh (Allah'a şehâdet ederim ki) ben bu kadına isnad ettiğim zinâda doğruyu söyleyenlerdenim der. Beşinci defa tekrarladığında: Eğer ona isnad ettiğim zinâda yalan söyleyenlerden isem Allah'ın lâneti üzerime olsun! der ve sözünün her defasında kadına işaret eder. Sonra kadın da dört defa: "Allah'a şehâdet ederim ki, bu adam bana isnad ettiği zinâda yalancılardandır." der, beşinci defasında: "Eğer bana isnad ettiği zinâda doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabı üzerime olsun." ifadesini söyler. Nehir'de böyle denilmiştir. H.

T E N B İ H : Liânın meşru olması muayyen bir yalancıya bedduâda bulunmanın câiz olmasını gerektirir. Çünkü kocanın: "Yalancılardan isem Allah'ın lâneti üzerime olsun" Sözüyalan söylediği takdirde kendi aleyhine lânet duâsıdır. Sözünü yalancılardan isem diye tâlik etmesi o adamı muayyen olmaktan çıkarmaz.

Evet, şöyle denilir: Liânın meşru olması o odamın doğru söylediğine göredir. Yalan söylerse lânet etmesi helâl değildir. Bahır'da câiz olduğuna delâlet eden sözler vardır. Şu sebeble ki, Gâyetü'l-Beyân'ın iddet bahsinde: "Bizim zamanımızda mubâhele meşru'dur. Mubâhele liân yapmaktır. Eskiden insanlar bir şeyde ihtilâf ettiler mi: "Hangimiz yalan söylediyse Allah'ın behlesi (lâneti) onun üzerine olsun." derlermiş. Biz bu hususta ric'at bâbında söz etmiştik.

"Hâkimin ayırması ile" Yanı Tarafeyn'e göre hâkimin ayırmasiyle bir talâk-ı bâin meydana gelir. Ebu Yusuf: "Bu ebediyyen haram kılmaktır." demiştir. Hidâye.

"Birbirlerine mirâsçı olurlar." Çünkü hâkim ayırmadıkça kadın o adamın karısıdır. Kâfî. Evet, cima ve mukaddimeleri ayırmadan da haram olur. Nitekim geçmişti. İleride de gelecektir. Sonra bu mesele mefhum üzerine tefridir. Mefhum şudur: Hâkim ayırmadan önce sırf liân ile ayrılık olmaz. Sa'diyye'de Kifâye'den nakledilen şu mesele dahi bunun fer'lerindendir: "Kocası kadını bu haldeyken boşarsa bir talak-ı bâin meydana gelir ve kezâ kendini yalanlarsa nikâh tazelemeden cimada bulunması helâl olur." İmam Şâfiî'ye göre ise liânın kendisiyle olur. Şâfiî ile bu husustaki sözümüz Fetih'de yeterince beyan edilmiştir. Bu mesele hâkimin hükmü şart kılınan yerlerden biridir. Bunları Minah sahibi manzum şekilde sıralamıştır. Talâk bahsinde geçmişti.

METİN

Karı-koca ayrılmaya razı olmasalar bile hâkim onları ayırır. Şümunnî. Liân ehliyeti ortadan kalkarsa bakılır: Şayet delilik gibi geçmesi ümidi varsa araları ayrılır. Aksi takdirde ayrılmaz. Karı-koca liân yaparlar da birisi kaybolur ve ayırmak için vekâlet verirse araları ayrılır. Tatarhâniyye. Bundan şu anlaşılır ki, tevkil etmezse beklenir. Hâkim aralarını ayırmaz da makamından azledilir veya ölürse ikinci hâkim lianı yeniler. İmani Muhammed buna muhâliftir. İhtiyar. Karı-kocadan her biri liânın ekserisini yaptıktan sonra hâkim hata ederek aralarını ayırırsa sahih olur. Azını yaptıktan yani bir veya iki defa söyledikten sonra ayırırsa sahih olmaz. Erkek liânı yaptıktan sonra kadın liânını yapmadan aralarını ayırırsa hükmü geçerli olur. Çünkü bu içtihad götüren meselelerdendir. Tatarhâniyye. Bahır sahibi bunu Hanefî olmayan hâkim diye kayıdlamıştır. Hâkim Hanefî ise hükmü geçerli değildir. Liândan sonra hâkim ayırmadan o ka dınla cimada bulunmak kocasına haramdır. Sebebi yukarıda geçti. Kadına iddet nafakası vardır. Kocası hayatta olan bir çocukla kazf yapmışsa hâkim o çocuğun nesebini babasından silerek annesinin üzerine yazar. Ama bunun için nikâhın sahih olması ve liân cereyan ettiği zaman çocuğun ana rahminde olması şarttır. Hatta kadın cariye veya kitabîyye iken gebe kalır da sonra âzâd edilir veya Müslüman olursa lânetleşmeolmadığı için çocuğun nesebi silinmez. Nesebi nefyetmenin altı şartı vardır ki bunlar Bedayı'da sıralanmışlardır. Kitabımızda da ileride gelecektir.

İZAH

"Liân ehliyeti ortadan kalkarsa ilh..." Bu mesele dahi hâkim ayırmadan ayrılma olmayacağının fer'lerindendir.

"Araları ayrılır." Çünkü ihsanın dönmesi ümidi vardır. Fetih.

"Aksi takdirde ayrılmaz." Yani liân ehliyeti geçmesi ümid edilmeyen bir şeyle ortadan kalkar, meselâ adam kendini yalanlar yahut karı-kocadan biri bir insana kazfte bulunarak kendisine kazf haddi vurulursa yahut kadın haram olarak cima edilirse veya karı-kocadan biri dilsiz olursa oraları ayrılmaz. Fetih.

"Beklenir." Çünkü aralarını ayırmak bir hükümdür. Gaib aleyhine sahih olamaz. Rahmeti.

"imam Muhammed buna muhâliftir." Ona göre yenilemez. Çünkü liân had yerine geçer ve hakikaten had vurmuş gibi olur. Buna ise hâkimin azli veya ölümü tesir etmez. Şeyhayn'ın delilleri şudur: Geçerliliğin tamamı ayırmakta ve işe son vermektedir. Bundan önce o iş son bulmaz. Binaenaleyh yeniden yapılması icab eder. İhtiyar' da böyle denilmiştir. Bundan şu anlaşılır ki, karı-kocayı birbirinden ayırmadan önce cima haram olmaz. Bunun hilâfı da gelecektir. Ondan anlaşılan da kadının ikinci hâkimin huzurunda mutlaka liân istemesi lâzım gelmesidir» Araştırılmalıdır.

"Ekserisini yaptıktan sonra" Meselâ her biri üçer defa lânet ettikten sonra ayırılırsa sahih olur. Yalnız sünnette hata etmiştir. Kâfî.

"Çünkü bu içtihad götüren meselelerdendir." İmam Şâfiî (R.) yalnız kocanın liâniyle araları ayrılabileceğine kâildir. Nehir'de böyle denilmiştir. H.

Ben derim ki: Biz hul'da ve zıhâr bâbının başında içtihad götüren kelimesinin manâsını arzetmiştik. Bunu düşünürsen anlarsın ki, sırf müçtehidlerin arasında hilâf vuku bulmakla meselenin içtihad götürmesi sâbit olmaz.

"Hanefî olmayan hâkim diye..." Hanefî olmayan hâkimden murad ya kendi içtihadıyla câiz görendir yahut Şâfiî gibi bir müçtehidi taklid edendir.

"Hâkim Hanefî ise hükmü geçerli değildir." Yani mu'temed kavle binaen geçerli olmaz demek istiyor. Mu'temed kavil hâkimin kendi mezhebi hilâfına hüküm verememesidir. Bahusus zamanımızın hâkimleri ki, Ebû Hanife'nin en sahih kavliyle hüküm vermeye memurdurlar.

"Cima'da bulunmak" Kezâ cima'ın mukaddimeleri haramdır. T.

"Sebebi yukarıda geçti." Yani hadîs-i şerifte: "Liân yapan karı-koca ebediyyen biraraya gelemezler." buyurulmuştur. H.

"Kadına iddet nafakası vardır." Yani liân yaparak kocasından ayrılan kadına iddet nafakasıve mesken vardır. iki seneye kadar bir çocuk doğurursa nesebi o adama lâzım gelir. Kadının üzerinde iddet yoksa altı aya kadar nesebi ondan sâbit olur. Nitekim Kâfî'de bildirilmiştir.

"Hayatta olan bir çocukla" Kazf ederse çocuk annesinin üzerine yazılır. Fakat çocuk öldükten sonra benden değildir diye nefy ederse liân yapar. Nesebi babasından kesilmez. Kezâ kadın biri ölü biri diri iki çocuk doğurur da kocası bunları nefy ederse yahut çocuklardan biri liândan önce ölürse hüküm yine budur. Nitekim gelecektir.

"Hâkim o çocuğun nesebini babasından siler." Yani hâkimin aranızı ayırdım dedikten sonra mutlaka: "Bu çocuğun nesebini bu adamdan kesdim." demesi lazımdır. Nitekim bu imam Ebu Yusuf'tan rivâyet olunmuştur. Mebsût'ta: Sahih olan budur. Çünkü ayırmaktan zaruri olarak nesebini nefy etmek lâzım gelmez. Nasıl ki ölümden sonra araları ayrılır fakat neseb nefy edilmez." Bunu Nihâye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

"Annesinin üzerine yazar." Nefy için bu lâzım değildir. Bu söz te'kid makamında söylenmiştir. Bunu Nehir sahibi Nihâye'den nakletmiştir.

"Nikâhın sahih olması..." Bu şartla bundan sonrakini Bahır sahibi Bedâyı'da zikredilen altı nefy şartı üzerine ziyade etmiştir. Şârihin bu iki şartı altı şartla beraber saymaması bunların asaleten şartlarıdır. Nitekim Nehir sahibi söylemiştir. Şu halde bunlar vasıta ile nefyin şartlarındandır. Lâkin ikincisi birinciye hâcet bırakmaz.

"Lânetleşme olmadığı için çocuğun nesebi silinmez." Çünkü hâkim çocuğun nesebini ana rahminde kalma vaktine istinad ederek silmiştir. Halbuki annesi o vakit liân ehlinden değildir. Liânsız ise neseb nefy edilmez.

"Altı şartı vardır." Bunlar:

1) Karı-kocayı ayırmak,

2) Doğum zamanında veya doğumdan bir yahut iki gün sonra olmak,

3) Erkeğin önceden çocuğu velev delâleten ikrar etmemesi,

4) Karı-koca ayrılırken çocuğun hayatta olması,

5) Ayırdıktan sonra kadının bir batından diğer bir çocuk doğurmaması.

6) Çocuğun şer'an sübutuna hüküm verilmemîş olmasıdır. Meselâ kadın bir çocuk doğurur da kocası meme emen o çocuğun üzerine yuvarlanarak çocuk ölür, diyeti babanın âkılesine hükmedilir. Sonra baba çocuğun nesebini nefyederse hâkim karı-koca arasında liân yaptırır ve çocuğun nesebini kesmez. Çünkü diyetini babanın âkılesi ödeyecek diye hüküm vermek çocuğun ondan olduğuna hükümdür. Bundan sonra çocuğun nesebi kesilmez. Tamamı Bahır'dadır,

"İleride gelecektir." Musannıfın: "Hayatta olan çocuğu nefy ederse ilh..." dediği yerde gelecektir. Fakat orada zikredilenler hepsi değil ekserisidir.

METİN

Koca kendini yalanlarsa -nefyedilen çocuk mal bırakıp da babası nesebini iddia etmek suretiyle- velev delâleten olsun kazf için had vurulur. Kendini yalanladıktan sonra had vurulsun vurulmasın o kadını nikâh edebilir. Başka kadına kazfte bulunur da kendisine had vurulursa yahut kadın kendisini tasdik ederse veya kadın zinâ ederse kendisine had vurulmasa bile onunla evlenmesi câizdir. Çünkü iffet gitmiştir. Hâsılı karı-koca yahut ikisinden biri liân ehliyetinden çıkarsa kocası o kadınla evlenebilir. Liân yapıldıktan sonra ayrılmazdan önce karı-koca veya birisi dilsiz olursa liân yoktur. Dilsizlik sonradan ârız olursa hüküm yine budur. Artık ayırma ve had vurma yoktur. Çünkü şübheyle had vurulmaz. Halbuki rükün de yoktur. Rükün şehâdet ederim sözüdür. Onun için yazı ile lânetleşme olmaz. Nitekim hamli nefy etmekle liân yapılmaz. Çünkü kazf zamanında mevcud olduğu yüzde yüz bilinmez.

İZAH

"Koca kendini yalanlarsa had vurulur." Yani liândan sonra yalanlarsa hüküm budur. Liândan önce yalanlarsa bakılır: Yalanlamadan önce kadını boşamışsa hüküm yine budur. Kadını talâk-ı bâinle boşamış da sonra kendini yalanlamışsa had ve lian yoktur. Zeylai. Yani talâk-ı bâinle ayrıldıktan sonra liâna yer kalmamıştır. Binaenaleyh Kâfî'den naklettiğimiz gibi hadde dönmez. Şürunbulâliyye sahibi diyor ki: "Musannıfın kendini yalanlarsa sözü ya liân yapıncaya yahut kendisini yalanlayarak had vuruluncaya kadaf hapsolunur, sözünün yanında tekrar sayılmaz. Çünkü oradaki sözü liândan önceye aiddi. Buradaki ise liândan sonraya aiddir."

"Velev delâleten olsun." Yani yalanlama ister kendi itirafıyla, ister beyyineyle ve isterse delâleten olsun demek istiyor. Nehir.

"Nesebini iddia etmek suretiyle" Yani neseb ve mirâs hususunda tasdik edilmez, kendisine had vurulur. Eğer ölen çocuk erkek veya kız bir çocuk bırakırsa nesebi iddia edenden sâkıt olur, baba da ondan mirâsçı olur. Kâfî.

"Kazf için had vurulur." Yani liân kelimelerinin tezammun ettiği ikinci kazf için had vurulur. Meselâ zinâ şâhidleri şâhidlikten dönerlerse kendilerine had vurulur. Fakat bu birinci kazf için değildir. Çünkü onun mûcebi yapılmıştır. O liândır. Nitekim Bahır sahibi bunu söylemiştir. Rahmetî'nin beyanına göre bu adam kendini yalanladıktan sonra liânın yerinde yapılmadığı anlaşılır. O kazf haddi yerini tutacaktı. Binaenaleyh asla döneriz. Asıl birinci kazfle haddin lâzım gelmesidir.

"Had vurulsun vurulmasın" Kaydıyla şârih Bahır sahibinin: "Zeylaî'nin had ile kayıdlaması tesadüfîdir." sözüne işaret etmiştir.

"Kadın zinâ ederse kendisine had vurulmasa bile" ifadesiyle zinâdan haram cima'ı kasdetmiştir. Velevki şer'an zinâ sayılmasın, Nitekim İsbîcâbî bunu söylemiştir. Bahır. Sonra Hidâye ile Kenz'in ibâreleri: "Yahut kadın zinâ eder de kendisine had vurulursa" şeklindedir.

Fetih sahibi diyor ki: "Bazıları bunun doğru olmadığını söylemişler dir, Çünkü kadına had vurulunca onun haddi recmdir. Binaenaleyh kocasına helâl olması tasavvur edilemez. Bilâkis mücerred zinâ etmekle ehil olmaktan çıkar. Bazıları da zinâ ederse mânâsına gelen "zenet" kelimesini nun'un şeddesi ile "zennet" okumuşlardır ki, başkasını zinâya nisbet etti mânâsına gelir. Kazfin mânâsı da budur. O zaman kadının ilk kocasına helâl olmasının ona had vurulmasına bağlı olması doğru olur. Çünkü bu kazf haddidir. Kelimenin zenet şeklinde okunduğuna göre izahı kazf ve liânın o kadınla cima etmezden önce yapılması, sonra kadının zinâ ederek kendisine had vurulması şeklinde olur ki, o zaman kadının haddi recm (taşla öldürme) değil dayaktır. Çünkü muhsane değildir." Kuhistânî'nin beyanına göre cima edilmiş olan kadında zinâ tasavvur edilebilir. Nitekim Muzmerat'ta buna işaret edilmiştir. Şöyle olur: Kadın dinden dönerek dar-ı harbe kaçar, sonra esir alınarak bir adamın milki olur. Adam da ona zinâ eder. Yine Kuhistânî'de bildirildiğine göre liân ehliyeti zinâ ile değil dinden dönmekle ortadan kalkmıştır. Bahır sahibi rivâyetin "zenet" şeklinde olduğunu söylemiştir. Onun için musannıf had vurmaktan bahsetmemiştir. Şarih de: "Had vurulmasa da" diyerek hadle kayıdlamanın mefhumu zenet rivâyetine göre mu'teber olmadığına işaret etmiştir. Zennet rivâyeti bunun hilâfınadır. Nitekim bunu Nehir sahibi açıklamıştır.

"Çünkü iffet gitmiştir." İfadesi kadın kocasını tasdik ettiği veya kadın zinâ ettiği vakit nikâhın helâl olmasının illetidir. Fakat erkek kendini yalanlar da kendisine had vurulmazsa yahut kazften sonra had vurulursa iffet gittiği için değil liânın yerinde yapılmadığı anlaşıldığı içindir. Nitekim yukarıda arzettik.

"Liân ehliyetinden çıkarsa evlenebilirler." Çünkü ne hakikaten ne de hükmen liân halleri kalmamıştır. Hakikaten kalmamıştır. Çünkü lânetleşmenin hakikatı liân vaktidir. Hükmen de kalmamıştır. Çünkü ehliyet kalmamıştır. Lânetleşme hükmen ehliyetle bâkî idi. Binaenaleyh yukarıda geçen hadîse münafi değildir.

"Çünkü şübheyle had vurulmaz." Bu şübhe birbirlerini tasdik etme ihtimalidir.

"Halbuki rükün de yoktur." Yani dilsizlik liândan önce ârız olduysa liânın rüknü olan söz ortada yoktur.

"Onun için" Yani rükün bulunmadığı yahut şübhe bulunduğu için -ki bu daha zâhirdir- yazı ile lânetleşme olmaz. Çünkü yazı talâk ve emsalinde söz yerini tutar. Lâkin dilsizin işaretinde olduğu gibi bunda da şübhe vardır. Binaenaleyh onunla had vurulmaz.

"Yüzde yüz bilinmez." Fetih sahibi diyor ki: "Zira şişkinlik veya su olması ihtimali vardır. Bana ailemden birinin yakınlarından birinden naklen haber verdiğine göre kadında hamilelik zuhur etmiş ve dokuz ay sürmüş. Kadınlar bundan şübhe etmemişler. Hatta kadın çocuk elbisesi hazırlamış, sonra kadını doğum sancısı tutmuş ve ebe kadın yanına oturarak sıkmaya başlamış, her sıktıkça su döküyormuş, fakat hiç bir şey doğmamış. Kadın bomboş kalkmış gitmiş. Gebelikle mirâs ve vasiyet meselelerine gelince: Bunlar ancak çocuk yerinden ayrıldıktan sonra haml için değil çocuk için sâbit olurlar. Âzâd etmek şarta tâlikı kabul eder. Çocuğun âzâdlığı ma'nen muallaktır. Satılan cariyenin hamille iadesine gelince: Burada gebelik zâhirdir. Bunun yel olması şübhedir. Şübheden dolayı kusurlu malı iade etmek yasak değildir. Ama şübheyle liân yasaktır. Çünkü liân hadler kabîlindendir. Neseb şübheyle sâbit olur, fakat kusura kıyas edilmez."

METİN

Kadın az müddette doğurmak suretiyle hamlin yüzde yüz çocuk olduğunu anlarlarsa kocası sen hamile isen şöyle olsun demiş gibi olur. Kazfin şarta tâliki sahih değildir. Koca sen zina ettin, bu hamil de ondandır derse lânetleşirler. Çünkü bu açık kazftir. Hâkim hamli nefy etmez. Çünkü doğmadan onun aleyhine hüküm verilemez. Peygamber (S. A.V.)'in hilâlin çocuğunu nefy etmesi vahy ile bildiği içindir. Diri çocuğu tebrik zamanında -ki müddeti adeten yedi gündür- ve doğum âleti satın alırken nefyetmek sahihtir. Ondan sonra sahih değildir. Çünkü delâleten onu ikrar etmiş sayılır. Kocası yokken doğurmuşsa kocasının bildiği hali kadının doğurduğu hal gibidir. Sahih olsun olmasın ikisinde de liân yapar. Çünkü kazf mevcuddur. Çocuğu nefyetmekle liân tehakkuk eder. Ama nesebi nefyedilmez. Şu halde musannıfın yukarda geçen: "Hâkim nesebini nefy eder." sözü ıtlakı üzere değildir. İki ikizden birinciyi» nefy eder de ikinciyi ikrarda bulunursa dönmediği takdirde kendisine had vurulur. Çünkü kendi yalanlamıştır. Aksini yaparsa dönmediği takdirde liân yapar. Çünkü çocuğu nefy etmekle kadına kazfte bulunmuştur.

İZAH

"Yüzde yüz çocuk olduğunu anlarsa ilh..." Sözü İmameyn'in kavline cevabdır.

"Vahy ile bildiği içindir." Yani Peygamber (S.A.V.) kadının hamile ol-duğunu Allah'tan gelen vahy ile bilmiştir. Maksad İmameyn'in kavillerine cevap vermektir. Onlar: "Kadın hamlin az müddetinde doğurursa liân yapılır." demişlerdir. Bu söz şâfiî'ye de cevabdır. Ona göre doğurmazdan önce liân yapılır. Ama bu cevap hilalin karısına: "Hami benden değildir." diye kazfte bulunduğu teslim edildiğine göredir. Halbuki imam Ahmed b, Hanbel bunu kabul etmemiştir. Ona göre Hz. Bilâl karısına zinâ isnadında bulunmuş ve: "Şerik b. Sahmâ'yı karnının üzerinde onunla zinâ ederken buldum." demiştir. Şu da var ki, onların doğumdan önce liân yapmaları Sahiheyn'deki rivâyete aykırıdır. Sahiheyn'de doğurduktan sonra liânyaptıkları bildirilmektedir. Binaenaleyh deliller çatıştığı için muayyen olarak biriyle istidlal edilemez. Tamamı Fetih'dedir. Lâkin orada Peygamber (S.A.V.)'in çocuğu doğmadan nefy ettiği zikredilmemiştir. Şârihin sö-zü Nehir'e tebean nefyini iktiza etmektedir. Fetih'de olan şudur: "Rasûlüllah (S.A.V.): Kadına bakın. Çocuğu şöyle doğurursa Bilâl'indir, böyle doğurursa Şerik'indir, buyurdu. Kadın doğurdu ve çocuk annesine verildi. Onu Şerik'e en ziyade benziyen bir insan olarak doğurmuştu."

"Müddeti âdeten yedi gündür." Sözüyle bunun muayyen bir zamanı olmadığına işaret etmiştir. Nitekim zâhir rivâyet de budur. İmam-ı Azam'dan bir rivâyete göre üç günle, imam Hasan'ın rivâyetine göre yedi günle takdir edilmiştir. Ama Serahsî bunu zayıf bulmuş: "Reyle mikdar tâyini câiz olmaz." demiştir. Şürunbulâliyye. İmameyn'e göre ise tebrik müddeti nifâs müddetiyle ölçülür. Fetih.

"Doğum âleti" Beşik ve benzeri şeylerdir.

"Ondan sonra sahih değildir." Yani tebriki kabulden veya doğum âletlerini satın alırken sustuktan sonra nefyi sahih değildir. Bu vaktin geçmesi koca tarafından ikrar sayılır. Minah. Fetih sahibi diyor ki: "Bu sükütün rıza sayıldığı yerlerden biridir. Yalnız İmam Muhammed'den bir rivâyete göre cariyenin çocuğu tebrik edilir de sahibi susarsa kabul sayılmaz. Çünkü bu çocuğun nesebi ancak bendendir diye iddia ile sâbit olur. Susmak iddia değlidir. Nikâhlı kadının doğurduğu çocuğun nesebi ise kocasından sâbittir. Onun susması nefy hususundaki hakkını ıskat eder." Ümmü Veledin çocuğu nikâhlı kadının çocuğu gibidir. Çünkü onun firâşı (kadınlığı) vardır. Cariye böyle değildir. Onun firâşı yoktur. Cevhere.

"Kocasının bildiği hali kadının doğurduğu hal gibidir." Ve sanki çocuğu şimdi doğurmuş gibi sayılır. Ebû Hanife'ye göre tebrik kabul edilecek günler müddetinde çocuğu nefy edebilir. İmameyn'e göre ise geldikten sonra nifâs müddeti mikdarınca nefy edebilir. Fetih'de böyle denilmiştlr. Şürunbulâliyye.

"Itlakı üzere değildir." Bilâkis yukarıda geçen altı şartla meşruttur. "İkizden" Murad doğum müddetleri arasında altı aydan az vakit geçen iki çocuktur. Bahır.

"Dönmediği takdirde" Diye kayıdlaması ikinciyi ikrardan döndüğü takdirde liân yapılacağı içindir. H. Rahmetî'nin beyanına göre bu kayıd Bahır, Nehir, Dürer, Minah ve diğer kitablarda zikredilmediği gibi Mültekâ şerhinde de yoktur. Galiba kâtib tarafından yapılma bir hata olacaktır. Çünkü ikinci çocuğu ikrar etmekle birinciyi nefy etmesi hususunda kendini yalanlamıştır. Zira çocukların ikisi de bir menîdendir. Binaenaleyh kazfetmiş olur. Dönmesi haddi ıskat etmez.

"Çünkü kendi kendini yalanlamıştır." Yani ikinciyi ikrar etmekle kendini yalanlamış olur. Bu söz had vurulur sözünün illetidir.

"Aksini yaparsa" Yani birinciyi ikrar edip ikinciyi nefyde bulunursa dönmediği takdirde liân yapılır. Dönerse Iiân yapılmaz, had vurulur. H. Çünkü kendini yalanlamıştır. Bu sahihtir. Yukarda geçene ve yakında gelecek olana muvafıktır.

"Çünkü çocuğu nefy etmekle kadına kazfte bulunmuştur." Cümlesi liân olunur sözünün illetidir. H. Fetih sahibi diyor ki: "Birinci çocuğun nesebinin sübutu ikinciyi nefy ettikten sonra muteber ve vâkidir. Onun şer'an bâkî olduğuna bakarak bu adam ikinciyi nefy ettikten sonra kendini yalanlamış olur. Bu ise haddi icab eder, denilemez. Çünkü biz şöyle diyoruz: Hakikat nesebin kesilmesidir. Sâbit sayılması hükmî bir şeydir. Haddin isbatı hususunda ihtiyat gösterilmez. Binaenaleyh burada hükmîyi değil hakikati itibara almak teayyün eder."

"Bu ise haddi icab eder." sözü Halebî'nin: "Dönerse had vurulur." sözünü te'yid eder. Bahır sahibinin Fetih'den naklettiği: "İkinci çocuğu nefy ettikten sonra onların ikisi de benim oğlumdur yahut ikisi de benim oğlum değildir derse her ikisinde had vurulmaz." ifadesi buna aykırı değildir. Çünkü birincide dönmek, ikincide ise kazf yoktur. Fetih'de şöyle denilmiştîr: "Bundan sonra onların ikisi de benim çocuklarımdır derse kendisine had vurulmaz. Çocukların nesebleri sâbit olduğu için doğru söylemiş olur. Kendini yalanlamak bulunmadığından dönmek de sayılmaz. Ben kadına yalan söyledim demesi bunun hilâfınadır. Çünkü döndüğünü açıklamaktır. Onlar benim iki çocuğum değildir, derse çocuklar onun oğulları olur. Ama kendisine had vurulmaz. Çünkü hâkim birini nefy etmiştir. Bu iki ikizi nefy demektir. Binaenaleyh bir vecihten çocukları değildir ve kadına mutlak surette kazfetmiş sayılmaz, bir vecihle kazfetmiş olur."

METİN

Her iki çocuğun nesebi sâbittir. Çünkü ikisi de bir menîdendir. Kadın bir batında üç çocuk doğurursa kocası ikinciyi nefy edip birinci ile üçüncüyü ikrarda bulunduğu takdirde liân yapılır. Çocukların üçü de onun oğullarıdır. Birinci ile üçüncüyü nefy eder de ikinciyi ikrarda bulunursa kendisine had vurulur. Çocuklar onundur. Birisi ölmüş gibi olur. Şümunnî. Liân çocuğu ölür de adamın başka çocuğu bulunur ve liâncı onu iddia ederse, liân çocuğu erkek olduğu takdirde nesebi icmaen sâbit olur. Kız ise sâbit olmaz. Çünkü kızın oğlu babasının nesebiyle müstağnî sayılır. İmameyn buna muhâliftir. İbn-i Melek.

İZAH

"Liân yapılır." Fetih ve Bahır'da böyle denilmiştir. Bu ifadenin bir misli de Vecîz'den naklen Cevhere'dedir. Nehr'in ifadesî ise had vurulacağını iktiza etmektedir. Nehir sahibi bunu Fetih'e nisbet etmiştir. Halbuki vâkiin hilâfınadır. Anla! Evet, Rahmetî: "Buradaki müşkildir. Çünkü bu adam üçüncü çocuğu ikrar etmekle ikinciyi nefy hususunda kendisini yalanlamış olur. Binaenaleyh had vurulmak gerekir. Zira yalanlamadan sonra lânetleşmeye mâhalkalmamıştır." diyor.

Ben derim ki: Cevap şudur: Bu adam birinci çocuğu ikrar edince hepsini ikrar etmiş sayılır. Üçüncüyü ikrar etmesi ilk ikrarını te'kiddir. Binaenaleyh dönmek sayılmaz. Çünkü o bu sözde sâdıktır. Nitekim az yukarıda geçmişti. Onun için Fetih sahibi meseleyi şöyle ta'lil etmiştir: "Çünkü hamlin bir kısmının nesebi sâbit olduğunu ikrar etmek hepsini ikrardır. Onun eli veya ayağı bendendir diyen gibi olur. Bir çocukda da öyledir. Onu ikrar eder de sonra nefy, sonra tekrar ikrar ederse liân yapılır ve çocuğun nesebi kendisine lâzım gelir."

"Had vurulur." Çünkü birinciyi nefy edince ona liân lâzım gelir. İkinciyi ikrar etmekle kendinî yalanlamış olur. Bu sefer had lâzım gelir. Ondan sonra dönmesi kabul edilmez.

"Birisi ölmüş gibi olur." Fetih sahibi diyor ki: "Çocukların ikisini de nefy eder ve biri ölürse yahut liândan önce öldürülürse nesebi ona Iazım gelir. Çünkü ölüyü nefy mümkün değildir. Ölümle nefy sona ermiştir, ona hâcet kalmamıştır. Ama diri olan çocuk nefyedilmiş olmaz. Çünkü ondan ayrılmaz ve İmam Muhamed'e göre kazf bulunduğu için aralarında liân yapılır. Liân çocuğu nefyden ayrılır. Ebû Yusuf'a göre liân yapılmaz. Çünkü kazf nesebi kesen bir la'n icab etmiştir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derîm ki: Hâkim Kâfî'de hilâf zikretmeden birinciden bahsetmekIe yetinmiştir. Böylece anlaşılır ki, bütün imamlardan zâhir rivâyet budur. Şârihin de: "Birisi ölmüş gibi olur." sözünü birinci meseledeki "Liân yapar, çocuklar onundur." Sözünün arkasından zikretmeliydi ki, teşbih nesebin sübûtu ile Iiâna olsun. Onun söylediğine göre ise liâna gerek yoktur. Halbuki bu zâhir rivâyetin hilâfınadır ve haddin vücubunu iktiza eder ki söz götürür. Çünkü liân yoktur kavline göre zâhir olan haddin de olmamasıdır. Zira liân erkek tarafından gelmeyen bir mânâ sebebiyle sâkıt olmuştur.

"Nesebi sâbit olur." Yani liân çocuğunun nesebi sâbit olur. Bahır sahibi: "Baba ona bil ittifak mirâsçı olur. Çünkü ikinci çocuğun nesebinin sâbit olmasına ihtiyaç vardır. Onun bâkî oluşu birincinin bâkî olması gibidir." demiştir.

"Müstağni sayılır." Yani kızın çocuğu babasının nesebiyle yetinerek başka bir şeye muhtaç olmaz. Zira kızın çocuğu babasına nisbet edilir. Bahır sahibi diyor ki: "Kadının ölmesiyle yani nefy edilen kadının ölmesiyle kayıdlaması bu kadın sağ olmuş olsa çocuğunun iddiasıyla bil ittifak nesebi sâbit olacağı içindir."

"İmameyn buna muhâliftîr." Onlara göre çocuğun nesebi o adamdan sâbit olur. Bahır.

METİN

FER'î MESELELER: Kendisinden olmayan çocuğu ikrar etmek haramdır. Kendinden olmayan çocuğun nesebini kendine katmak isteyene karşı sükût gibidir. Bahır. Bahır'da beyan edildiğine göre her ne zaman liân bir vecihle sâkıt olur yahut neseb ikrarla yahuthüküm yoluyla sübut bulursa çocuğun nesebi ebediyyen nefy edilemez. Çocuğu nefy eder de liân yapmaz, nihayet kadına bir ecnebî çocukla kazfederek kendisine had vurulursa, çocuğun nesebi sâbit olur. Ondan sonra da nefy edilemez.

İki ikiz çocuğun nesebini nefy eder de sonra biri ölüp öteki ikiz, annesi ve anne bir kardeşi kalırsa mirâs farz olarak üçte bir hesabıyla taksim edilir. Red olarak da anneye altıda bir, iki kardeşe üçte bir verilir. Kalanı kendilerine reddedilir. Bundan anlaşılır ki, nefy etmesi onu asabe olmaktan çıkarır. Ulema diyorlar ki: "Neseb kesilmişken imamlarımızın bütün hükümlerde nesebinin bâkî olduğunu açıklamaları kadının firâşı bâkî olduğu içindir. Yalnız iki hükümde yani yalnız mirâsla nafakada bâkî değildir. Hatta nefy edenden başkasının bendendir diye iddiası sahih olmaz. Velevki çocuk kendisini tasdik etsin."

Ben derim ki: Behensî: "Meğerki böylesinden bir çocuk doğabilsin yahut çocuğu liâncının öIümünden sonra iddia etsîn." demiştir. Bellenmelidir.

İZAH

"İkrar etmek haramdır ilh..." Liân ayeti inince Peygamber (S.A.V.): "Herhangi bir kadın bir kavmin üzerine onlardan olmayan birini getirirse Allah indinde hiç bir yeri yoktur. Allah onu aslâ Cennetine koymaz. Ve herhangi bir adam yüzüne bakıp dururken çocuğunu inkar ederse kıyâmet gününde Allah ondan perde arkasına gizlenir ve onu gelmiş geçmiş bütün insanların karşısında rezil eder." buyurmuşlardır. Bu hadîsi Ebû Dâvûd ile Nesaî rivâyet etmişlerdir. Sahihayn'da Peygamber (S.A.V.)'den şu hadîs rivâyet olunmuştur: "Her kim babası olmadığını bîle bile İslâm'da babasından başka bir baba iddia ederse ona Cennet haramdır." Fetih'de böyle denilmiştîr.

"Bir vecihle" Meselâ ikisinden birinin şâhidliğe yoramaması yahut muhsan olmaması gibî bir vecihle sâkıt olursa nesebî ebediyyen nefy edilemez.

"Çocuğun nesebi sabit olur." Bu sübût zımnendir. Çünkü kadına kazf yapan kimseye had vurmak çocuğun nesebinîn babasından sübutunu tezammun eder.

"Üçte bir hesabıyla taksim edilir." Burada söylediği Bahır ile Nehir sahiblerinin Telhîz şerhînden naklen kesin olarak bildirdikleridir. Bahır sahibî bunu daha önce Câmi'in şehadetler bahsine nisbet etmiştir. Ama bu îfade şarihin feraiz bahsinde söyleyeceklerine muhâliftir. Orada: "ikiz kardeşinden anne-baba bir kardeşîn mirasını alır." diyecektir. Bu ifadenin bîr misli de ihtiyar'a nisbet edilerek Sekbü'l-Enhür adlı kitaba alınmıştır. Lâkin Serahsî Mebsût'ta birinci kavli bîzim ulemamıza, ikincîyi İmam Malik'e nisbet etmiştir. Bu hususta sözün tamamı inşaallah feraiz bahsinde gelecektir.

"Kendilerine reddedilir." Yani hisseleri mikdarınca taksim edilir ve her birine üçte bir verilir. Şu halde farz meselesi altıdan, red meselesi üçten olur. T.

"Bundan anlaşılır ki ilh..." Bahır'da şöyle denilmiştir: "Bu gösterir ki, nesebin kesilmesi ikizlerde de cereyan eder. Çünkü ikiz kardeşinden nesebi kesilmese asabe olur, üçte ikiyi alırdı. İkiz kardeşinden nesebinin kesilmesi babalarına tâbi olduklarındandır. Tamamı Telhîz şerhindedir."

"Bütün hükümlerde kadının firâşı bâkî olduğu içindir." Binaenaleyh çocuk ile liân yapan arasında şehâdet, zekât, kısas, nikâh ve nesebi başkasına katmama hususunda neseb bâkîdir. Hatta biri diğeri lehinde şâhidlik edemez. Biri diğerine zekâtını veremez. Oğlunu öldürmekle babaya kısas vâcib olmaz. Liân yapan kadının oğlunun oğlu kocasının başka kadından olan kızıyla evlenemez. Biri o çocuğun kendinin olduğunu iddia ederse çocuk tasdik etse bile kabul edilmez. Bunu Zahîre'den Fetih sahibi nakletmiştir.

"Fîrâşı bâki" Sözünden murad doğurduğu vakit karısı bulunmasıdır. Misbâh'da beyan edildiğine göre Arapçada karı-koca birbirlerine firâş derler. Nitekim libâs da denilir. Bahır sahibi diyor ki: "Çünkü liân yapmakla nefy aslın hilâfına şer'an sâbit olmuştur. Bu kocanın zannına binaendir. Halbuki çocuk onun firâşında doğmuştur. Peygamber (S.A.V.):

Çocuk firâşa aiddir, buyurmuştur. Binaenaleyh başka hükümler hakkında zâhir değildir."

"İddiası sahih olmaz." Nefy edenin iddiası ise mutlak surette sahihtir. Velevki nefy ettiği şahıs büyük olup nesebinin ondan geldiğini inkâr etsin. Bahır.

"Behensî ilh..." Behensî'nin Mültekâ üzerine yazdığı şerhde ben bunu böylece kimseye nisbet edilmemiş olarak gördüm. Halbuki bunu Fetih sahibi dahi inceleyerek söylemiştir. O yukarıda Zahîre'den nakledilen ibareyi zikrettikten sonra şunları söylemiştir: "İddia eden şahsın âdeten böyle bir çocuğu doğabilecekse ve iddiasını liâncı öldükten sonra yaparsa nesebin sübûtu hakkında bu müşkildir. Çünkü neseb isbatı hususunda ihtiyat gösterilen şeylerdendir. Halbuki bunun başkasından nesebi kesilmiştir. Liân yapandan sübûtuna ümid kalmamıştır. Annesinden sâbit olması buna aykırı değildir." Yani şübheyle cima edilmiş olması mümkündür. Allahu a'lem.

 

 

 

İNNİN VE BAŞKALARI

 

METİN

Lügaten innîn cimaya kâdir olamayan kimsedir. Fi'îl vezninde mef'ul mânâsınadır. "Unun" şeklinde cem'lenir. Şer'an karısının fercine cimaya kâdir olamayan demektir ki, yaşlılık veya sihir gibi erkek tarafından bir mâniden ileri gelir. Ferci yapışık kadının muhayyerliği yoktur. Çünkü mâni ondan gelmektedir. Hâniyye. Kadın kocasını âleti ve yumurtalıkları kesik yahut sadece âleti kesik veya pek küçük düğme gibi bulursa, hürre bâliğa olup ferci yapışık ve boynuzlu olmamak, nikâhtan önce kocasının halini bilmemek, nikâhtan sonra da razı olmamak şartıyla hâkim kadının isteğiyle derhal aralarını ayırır. Velevki aleti kesilen koca küçük olsun. Çünkü te'cılde bir fayda yoktur. Ama âleti kısa olup fercin içine sokmak mümkün olmazsa kadının ayrılık istemeye hakkı yoktur. Bahır. Fakat bu söz götürür. Burada şöyle denilebilir: Aleti kesik kimse âleti kalkmayan gibidir. Bundan ancak iki mesele müstesnadır ki, onlar da te'cil ve çocuk doğması meseleleridir.

İZAH

Musannıf burada nikâha teallûku olan bir hastalığa tutulan kimsenin halini beyana başlıyor. İnnîn ve başkaları diyeceğine innîn ve benzerleri dese daha iyi olur ve karısı ile cimaya kadir olamayan âleti kesik, enen miş, büyülenmiş, geçkin ihtiyar ve şekkâz gibiler dahil olurdu. Şekkâz;

kadınla konuştuğunda cimaya başlamadan hemen menîsi gelen kimsedir. Kâmûs.

"Cima'a" Yani gerek karısı ile gerek başkasıyla cimaya kâdir olamayan demektir ki, bu mânâ innînin şer'î mânâsından eamdır.

"Karısının fercine cima'a kâdir olamayan" Yani âleti mevcud olup kalksın kalkmasın cima edemeyen demektir. Bu tarif dübürü hariç bırakır. Aleti dübüre girmekle bir adam innîn olmaktan kurtulamaz. Hanbelîlerden İbn-i Akîl buna muhâliftir. Mi'râc. Zira dübüre sokmak daha zor ise de bazen sihir sebebiyle ferce sokamaz. Kendi karısıyla cimaya kâdir olamayıp başkalarıyla cimaya kâdir olan yahut bâkireyle cima edemeyip bâkire olmayan kadınla cima eden dahi tariften hariçtir. Mi'râc'da şöyle denilmektedir: "Yalnız sünnet mikdarını sokabilen innîn sayılmaz. Sünnet mikdarı kesilmişse âletin kalan kısmını mutlaka sokmak gerekir." Bahır'da da: Âleti kesilmişse kesilen yer kadarıyla yetinmek gerekir. Zekeri kesilmişse hükmü ne olacağını görmedim. Ama mecbûb (âleti kesik) kelimesi mutlak olarak buna şâmildir. Ancak ulemanın kadın buna razıysa muhayyerliği yoktur, sözleri buna aykırıdır. Bunun iki benzeri vardır. Biri kiracının haneyi harap etmesi, ikincisi satıcının malı teslim etmeden itlafıdır." denilmektedir. Yani hane sahibi icareyi feshedemez. Mûşteri de verdiği parayı geri alamaz demek istemiştir.

"Veya sihir gibi..." Bahır sahibi diyor ki: "Kadına yakınlık edememek hususunda sihirli kimseinnîn gibidir. Çünkü kadın hakkında maksad hâsıl değildir. Zira bize göre sihrin vücudu ve tasavvuru haktır. Eseri de zâhir olur. Nitekim Muhît'ta belirtilmiştîr."

"Yahut sadece âleti kesik..." Nehir sahibi diyor ki: "Ulema bunu zik-retmemişlerdir. Ama zâhire bakılırsa bu hüküm verilir." Bunda şübhe yoktur.

"Erkek tarafından bîr mâniden" Kaydıyla kadın tarafından veya karı ile kocanın her ikisinden gelen bir mâni hariç kalmıştır. Nitekim gelecektir. T.

"Hürre bâliğa olursa" Kocasından ayrılmayı isteyebilir. Fakat cariye olursa muhayyerlik sahibîne aid olur. Nitekim metinde gelecektir. Kadın küçük ise mecbûb ve innînde bülûğa ermesi beklenir. Çünkü bu hallere razı olması ihtimali vardır. Akıl şart değildir. Deli kadının velîsinîn isteğiyle araları ayrılır. Yahut velî yerine hâkim birini nasbeder, ayrılmalarını o ister. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir. Kitabımızda da gelecektir.

"Ferci yapışık ve boynuzlu olmamak şartıyla" Demesi yapışık ve boynuzlunun muhayyerliği olmadığı içindir. Çünkü mâni kendilerindendir. Nitekim yukarıda geçti. Bir de böylelerin cimaya hakkı yoktur. Bahır'da Tatarhâhiyye'den naklen: "Karı-koca fercin yapışık olup olmadığında ihtilâf ederlerse hâkim onu kadınlara gösterir" denilmiştir.

"Kocasının halini bilmemek şartıyla" Demesi mezhebe göre bilirse muhayyerlik olmadığı içindir. Nitekim gelecektir. Kadın nikâhtan sonra buna razı olursa yine muhayyerliği yoktur.

"Kadının isteğiyle hâkim derhal aralarını ayırır." Fakat bu istek derhal değil mühletle meşrudur. Nitekim beyanı gelecektir. Bu ayırmanın hükmü innînde olduğu gibi talâk-ı bâindir. Hâniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Kadın bütün mehrini alır. Şayet kendisiyle halvette kaldıysa iddet beklemesi de icab eder. İmameyn'e göre kadına mehrinin yarısı verilir. Nasıl ki halvet yapmamışsa hüküm budur. Bedâyı.

"Velavki âleti kesilen koca küçük olsun." Âleti kesik diye kayıdlaması şundandır: İnnîn küçük olursa bülûğa ermesi beklenir. Bu mutlak söz deliye de şâmildir. Bahır'da Fetih'den naklen şöyle denilmiştir: "Karı-kocadan biri deli olursa âleti kesikle kalkınamayanı âkıl bâliğ oluncaya kadar tehir etmez. Zira bunda bir fayda yoktur. Âleti kesik olanı derhal karısından ayırır. Kalkınamayanı îse te'cil müddeti geçtikten sonra ayırır. Çünkü delilik şehveti yok etmez."

Nehir'de de şöyle denilmektedir: "Koca bazen delirir bazen ayılırsa ayılması beklenir mi beklenmez mi?Bu meseleyi bir yerde görmedim. Söylenmesi gereken şudur: Deliren koca ise beklenmez, kadınsa beklenir. Çünkü ayrılığında bu hale razı olması ihtimali vardır. Nasıl ki bülûğa ermemiş olsa beklenirdi." Bedâyı'da sahih olarak kabul edildiğine gön deliye te'cil yoktur. Çünkü talâka mâlik değildir. Lâkin Bahır'da Mi'râc dan naklen şöyle denilmektedir: "Küçük çocuk burada âlet keslkliği meselesinde talâka ehil sayılmaktadır. Çünkü başkasıtarafından kendi aleyhine hak edilir. Nitekim akrabasını âzâd hususunda da ehil sayılır. Ulemadan bazıları bunu talâksız ayrılma saymışlardır. Ama esah olan birincisidir."

T E T i M M E : Karı-koca aletin kesik olup olmadığında ihtilâf ederlerse bakılır: Elbise dışından yoklamakla bilinmezse hâkim emin bir adama onun avretine bakmasını emreder. O da bakarak halini haber verir, çünkü zarurette bu mübahdır. Hâniyye.

"Ama bu söz götürür." Bununla şârih Şürunbulâlî'nin Vehbâniyye şer-hindeki şu ifadesine işaret etmiştir: "Ben derim ki: Bu halde olan kimse innînin halinden daha aşağıdır. Çünkü innînin kalkınmaması düzelebilir ve kadına yaklaşır. Burada ise bu imkânsızdır. Binaenaleyh bunun hükmü âleti kesik olanın hükmü gibidir. Şundan dolayı ki, kısa olan âletini fercin içine sokması mümkün değildir. O halde bundan kadına hâsıl olacak zarar âleti kesilenin zararına müsavîdir. Onun için kadın ayrılık isteyebilir. Bununla anlaşılır ki, ayırmak yoktur demek mânâsızdır. Bunu Kınye sahibi söylemiştir ki teslim edilemez."

Ben derim ki: Lâkin bu sözü yalnız Kınye sahibi söylememiştir. Onu Fetih ve Bahır sahibleri de Muhît'ten nakletmişlerdir. En iyisi şöyle cevap vermektir: Fercin dahilinden murad âdeten ulaşılabilen sonudur. Onun için Bahır sahibi: "Zâhirine göre âletini sokmak hiç mümkün değilse o kimse âleti kesilen gibidir. Çünkü dahille kayıdlomuştur." demiştir. Biz sünnet mikdarının girmesi şart olduğunu açıkça arzetmiştik.

"Te'cil ve çocuk doğması meseleleridir." Yani âleti kesik kimse te'cil edilmez. Derhal karısı ondan ayrılır. Karısı ayrıldıktan sonra doğurursa bu ayırma bâtıl olmaz. Nitekim gelecektir. Bahır'da iki mesele daha ziyade edilmiştir ki, onlar da erkek hasta olursa bülûğunun beklenmemesi ve iyileşmesinin beklenmemesi meseleleridir.

METİN

Erkek kadına bir defa yakınlık ettikten sonra delirir veya innîn olursa araları ayrılmaz. Çünkü bir defa cimayla kadının hakkı yerine gelmiştir. Âleti kesik kimsenin karısı bir çocuk doğurur do akid zamanında aletinin kesik olduğunu bilmez bulunursa ve kocası çocuk bendendir diye iddia edip nesebi sâbit olduktan sonra kadın aletinin kesikliğini öğrenirse ayrılık istemeye hakkı vardır. Tatarhâniyye. Hâkim aralarını ayırdıktan itibaren iki seneye kadar doğurursa çocuğun nesebi sâbit olur. Çünkü sürtmek suretiyle menîsini indirmiştir. Alet kesikliği bâkî olduğu için ayırma hükmü de hali üzere bâkîdir. Ama kocası innîn ise ayırma hükmü bâtıl olur. Çünkü çocuğun nesebi sâbit olmakla onun kalkınamamazlığı ortadan kalkmıştır. Nitekim aralarını ayırmadan cimayı kadının ikrar ettiğine beyyine bulunursa ayırma hükmü batıl olur. Ayırdıktan sonra diye beyyine bulunursa bâtıl olmaz. Çünkü töhmet vardır. Böylece Zeylaî'nin itirazı sâkıt olur.

İZAH

"Kadının hakkı yerine gelmiştir." Fazlası diyaneten kadının hakkıdır, kazaen hakkı değildir. Bunu Kâdîhân'ın Câmi'inden Bahır sahibi nakletmiştir. Erkek cimaya kudreti varken inadına diyâneti terk ederse günâha girer. T.

"Âletin kesik olduğunu bilmez bulunursa" Diye kayıdlaması kadına muhayyerlik sabit olmak içindir.

"İddia edip nesebi sabit olduktan sonra" İfadesi Tatarhâniyye'de "Kocası çocuğun nesebini iddia ve hâkim çocuğun nesebini isbat ederse" şeklindedir. Burada da atıfla ifade etse rekâket (eksiklik) kalmazdı. Tahtâvî diyor ki: "Dâvâ ile kayıdlaması kocası iddia eder de karısı açıkça iddiasını teslim ederse hakkı sâkıt olur, şeklindeki tevehhümü gidermek içindir. Yoksa nesebin kocasından sâbit olması dâvâya bağlı değildir. Nitekim Hindiyye'nin ibâresi de bunu ifade etmektedir."

Ben derim ki: Az ileride Tatarhâniyye'den nakledeceğimiz ibâre de bunu ifade etmektedir. Bahır sahibinin Hâkim'in Kâfîsi'nden naklen iddet bâbında bildirdiğine göre çocuk ve iddet hakkında enenmiş kimsenin hükmü sağlam gibidir. Menîsi gelirse âleti kesilenin hükmü de böyledir. Menîsi gelmezse çocuk ona aid olmaz ve o kimse çocukla iddet hakkında sabî mesabesindedir.

"Çocuğun nesebi sâbit olur." Yani onunla halvette kalmışsa demek istiyor. Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: "Koca âleti kesik çıkar da hâkim aralarını ayırırsa, bundan sonra kadın altı ay geçmeden bir çocuk doğurduğu takdirde o kadınla halvette kalsın kalmasın çocuk kendisine aid olur. Bu Ebû Yusuf'a göredir. Ebû Hanife halvette kalmışsa iki seneye kadar çocuğun o adama aid olacağını söylemiştir. Ayırmanın hükmü hilâfsız geçerlidir."

"Ayırdıktan sonra diye" Yani hâkim aralarını ayırdıktan sonra kadın cimayı ikrar ederse ayırma hükmü bâtıl olmaz. Bahır. Binaenaleyh kocanın burada beyyine getirmesine hâcet yoktur.

"Çünkü töhmet vardır." Yani kadının yalan söylemiş olması ihtimali vardır. Hatta kadın bununla çelişkiye düşmüştür. Fetih.

"Zeylaî'nin itirazı sâkıt olur." Zeylaî'nin itirazı şudur: "Hâkimin ayırmasiyle talâk meydana gelmiştir. Hem bu talâk bâindir. O halde nesebin sübutu ile nasıl bâtıl olur? Görmüyor musun kadın ayrıldıktan sonra ikrar etse de bana yakınlıkta bulunmuştu dese ayırma hükmü bâtıl olmaz." Cevabı şudur: Aleti kesik olandan nesebin sübutu sürterek menî indirdiğine göredir. Karı-kocanın arasını ayırmak ise âletin kesikliği itibariyledir. Bu mevcuddur. İnnînden nesebinin sâbit olması bunun hilâfınadır. Çünkü çocuk doğmakla o kimsenin innîn olmadığı anlaşılır. Aralarını ayırmak da buna göredir. Zeylaî'nin istişhad ettiği ikrar meselesi bunun hilâfınadır. Çünkü mahkeme hükmünü ibtal hususunda kadın müttehemdir. Zira yalansöylemiş olması ihtimali vardır. Bu suretle anlaşılır ki, inceleme hakikatten uzaktır. Nitekim Fethü'I-Kadir'de beyan edilmiştir. Bahır.

Ben derim ki: Lâkin innînin kalkınamaması devam etmekle beraber yine sürtüşmekle yahut uğraşarak sokmakla nesebin kendisinden sâbit olması bunu yaklaştırır. Kalkınamamazlığının bununla giderilmiş olması lâzım gelmez. Meğerki şöyle denilsin: Âletin mevcud olması çocuğun cimayla hâsıl olduğuna delildir. Çünkü asıl ve gâlib olan budur. Zaruret yokken nâdire bakılmaz.

METİN

Kadın kocasını innîn veya enenmiş, âleti kalkmaz halde bulursa bir sene te'cil edilir; İnnîn hastalıktan veya yaşlılıktan yahut sihirden dolayı kadınlara yakınlık edemeyen kimsedir. Buna bağlı da derler. Vehbâniyye. Enenmişin âleti kalkarsa kadın muhayyer olmaz. Bahır. Bu izaha göre bu kelime hâssı âm üzerine atıf kabîlindendir. Çünkü gizlilik vardır. Velevki yahut edatıyla atfetmiş olsun. Çünkü fukaha bu hususta müsamaha gösterirler. Nehir. Bir sene te'cil edilmesi sene dört mevsime şâmil olduğu içindir. O yerin hâkiminden başkasının te'ciline itibar yoktur. Mezhebe göre sene kamerî aylarla itibar edilir ki, üç yüz elli dört gün ve küsur eder.

İZAH

"Kadın kocasını" Yani hür olup ferci yapışık bulunmayan kadın demek istiyor. Nitekim âleti kesik kimsenin karısı hakkında yukarıda geçmişti. Kocası bunak ise onun nâmına bir dâvâlı tâyin edilerek huzurunda te'cil yapılır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Halen te'cil edilmek için kocanın baliğ veya mürâhik (büluğa yaklaşmış) ve sağlam olması, ihramlı bulunmaması şarttır. Nitekim gelecektir. Bu şuna da şâmildir: Kadına bir defa yakınlık eder de sonra talak-ı bâinle boşarsa ve sonra tekrar onunla evlenip ikinci nikâh esnasında kadına cimada bulunamazsa kadının yine dâvâ hakkı vardır. Çünkü akid yenilendikçe kadının cima isteme hakkı da yenilenir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

"Kadınlara yakınlık edemeyen kimsedir ilh..." Bu, kelimenin lügat mânâsıdır. Şer'î mânâsına gelince -ki burada murad odur- hastalığından dolayı aleti olduğu halde karısının fercine cima edemeyen kimsedir. Tahtâvî'nin dediği gibi bu cümleyi ibâreden atmak daha iyidir.

"Hastalıkdan" Murad kalkınamama hastalığıdır. Bu hastalık beden sağlam olmakla beraber hassaten cima âletine ârız olur. Binaenaleyh aşağıda gelecek olan: "Hastaya iyileşinceye kadar te'cil yoktur." sözüne aykırı değildir. Çünkü o hastalıktan murad uzuvları zayıflatan hastalıktır ki, bu sebeble âlette de gevşeklik hâsıl olur.

"Yahut sihirden..." İnâye'de buna "Yahut asıl hilkatindeki zayıflıktan veya başka sebebten" ifadesi ziyade edilmiştir.

FAİDE: Tahtâvî'nin Tebyinü'l-Mahârim'den, o da Vehb b. Müneb-bih'in kitabından naklen beyanına göre büyülenmiş ve bağlı kimseye şu ilaç fayda verir: Yedi tane yeşil sidr (nebk) yaprağını iki taş arasında ezerek su ile karışıtrılmalı ve o suyu üzerine serpmeli, kalanı ile de yıkanmalıdır. Allah Teâlâ'nın izniyle bir şey kalmaz.

"Veya enenmiş'den murad yumurtaları çıkarılmış da âleti kalmış kimsedir.

"Bu izaha göre ilh..." Yani âleti kalkmazsa diye kayıdlandığına göre hâssı âm üzerine atıf kabîlindendir. Maksad Bahır sahibinin itirazına cevap vermektir. Bahır sahibi: "Bu kelimeyi innîn üzerine atfetmeye hâcet yoktur. Çünkü enenmiş innînde dahildir." diye itiraz etmiştir. Şârih ona cevaben bunun hâssı âm üzerine atıf kabîlinden olduğunu söylüyor. Lâ' kin bu attın mutlaka bir nüktesi olmalıdır. Nitekim ayeti kerimede Cibril'in melekler üzerine atfedilmesi şerefinin ziyadeliğindendir. Bu nükteyi şârih: "Çünkü gizlilik vardır." sözüyle beyan etmiştir. Yani enenmişin innînde dahil olmasında gizlilik vardır demek istemiştir. Çünkü buna ayrı isim verimiştir. Hâssı âm üzerine atıf meselesinde meşhur olan âdet vav ve hatta edatlarıyla yapmaktır. Nitekim; insanlar öldü, hatta peygamberler, cümlesinde böyledir. Yahut mânâsına gelen "ev" edatıyla atıf yapılmaz. Şârih buna cevaben bu fukahanın bir müsamahasıdır, diyor. Müsamaha alâka ve karine olmaksızın bir kelimeyi başka kelimenin yerinde kullanmaktır. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir: Sahih hadîsde yahut edatı kullanılmıştır. Peygamber (S.A.V.): "Her kimin hicreti dünya İçin olursa ona isabet eder yahut bir kadın içinse onunla evlenir." buyurmuştur. Muhakkık ulemadan bazıları bu atfı sonra mânâsına gelen "sümme" edatıyla dahi câiz görmüşlerdir. Nitekim bir hadîsde: "Hayvan kestiğiniz vakit kesmeyi iyi becersin. Sonra kesen kimse kestiği hayvanı rahatlatsın. Bıçağını da keskinletsin." buyurulmuştur.

"Dört mevsime şâmil olduğu içindir." Çünkü cimaya kâdir olamamak ya ârizî bir hastalık yahut aslî bir âfet dolayısiyledir. Ârizî bir hastalık dolayısiyle ise ya sıcaklığın ya soğukluğun ve ya rutubetin yahut kuru havanın galebe çalmasından ileri gelir. Sene dört mevsime şâmildir. Yaz sıcak ve kuru, güz soğuk ve kurudur. Mevsimlerin en kötüsü budur. Kış soğuk ve rutubetli, bahar sıcak ve rutubetli olur. O kimsenin hastalığı bunlardan birinden ise ilacı ona zıd olan mevsimde tamam olur. İkisinden ise iki zıd mevsimin geçmesiyle tamam olur. Böylece sene tam olarak hali bildiren mi'yar olmuştur. Sene geçer de cimaya kâdir olamazsa hastalığının aslî bir afet olduğu anlaşılır. Ama bu söz götürür. Çünkü arizî hastalığı bir adam senelerce çekebilir. Nitekim büyülenmiş kimse böyledir. Hak söz 'şudur: Karı-kocayı birbirinden ayırmak ya erkek kötürüm olduğu için hastalığı geçmeyeceği kanaatine varmakla yahut aslî afet sebebiyle olur. Senenin geçmesi bunun mûcibidir. Yahut mûcib kadının hakkını ödeyememektir. Sene sabır ve ibtila için şer'an sınır konulmuştur. TamamıFetih'dedir.

"Başkasının teciline itibar yoktur." Çünkü bu ancak hâkim huzurunda olacak işin başlangıcıdır ki, o da ayrılmaktır. Onun başlangıcı da öyledir. Valvalciyye. Binaenaleyh kadının ve başkalarının tecili muteber değildir. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir. Hâkimden başkasının -kim olursa olsun- te'cili de mu'teber değildir. Fetih. Zâhirine bakılırsa velevki hakem tâyin edilmiş olsun. Bahır'da: "Hâkim te'cil ettikten sonra azl olunursa yerine gelen ilk te'cilin üzerine bina eder." denilmiştir.

"Kamerî aylarla itibar edilir." Bunun vechi şudur: Hz. Ömer ve başkaları gibi ashabdan sene ismi sâbit olmuştur. Şeriat uleması ise ay ve seneleri ancak hilâlla bilirler. Sene denilince hilâfı açıklanmadıkça bu anlaşılır. Fetih.

"Küsur" Günden murad sekiz saat kırk sekiz dakikadır. Kuhistânî. Bu bir günün üçte biriyle onda birinin üçte biri eder.

METİN

Bazıları günlerle şemsî sene itibar edileceğini söylemişlerdir. Bu ötekinden on bir gün fazladır. Bununla fetva verildiği söylenmiştir. Ayın içerisinde tecil yapılırsa bil ittifak günlerle hesap edilir. Ramazan ve kadının hayız günleri kezâ erkeğin haccı ve kaybolduğu günler seneden sayılır. Kadının hacc müddeti ile kaybolduğu günler erkeğin ve kadının mutlak surette hastalıkları sayılmaz. Bununla fetva verilir. Valvalciyye. Koca sabî veya hasta yahut ihramlı olmadıkça dâvâ vaktinden itibaren tecil edilir. Aksi takdirde sabî bulûğa erdikten, hasta iyileştikten, ihramlı ihramdan çıktıktan sonra tecil olunurlar. Zıhâr yapmış olup köle azadına kudret bulamıyorsa bir sene İki ay te'cil olunur. Ondan sonra bir defa ci-mada bulunursa ne âlâ. Aksi takdirde kocası boşamaya razı olmazsa hâkimin ayırması ile kocasından bâin olur.

İZAH

"Günlerle şemsi sene itibar edileceğini söylemişlerdir." Bu kavli Şem-sü'l-Eimme Serahsî, Kâdîhân ve Zahîruddin ihtiyar etmişlerdir. İmam Hasan'ın Ebû Hanife'den rivâyeti budur. Fetih. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre itibar sayı hesabına göredir ki, bu üç yüz altmış gündür. Kuhistâni.

"On bir gün fazladır." Beş saat elli beş dakika yahut kırk dokuz dakika da fazlası vardır. Tamamı Kuhistânî'dedir.

"Bil ittifak günlerle hesap edilir." Bu mutlak sözün zâhirine bakılırsa sayı itibariyle senenin her ayı otuz gün olacaktır ve birinci ayın otuzuncu günü ertesi aydan tamamlanmayacaktır. Kalan aylar hilâl hesabiyle olacaktır. Nitekim İmameyn'in icare hakkındaki kavli budur. Ulema İmam-ı Azam'la İmameyn arasındaki bu hilâfı iddette de yürütmüşlerdir. Bazıları iddette bilittifak günler muteber olacağını, hilâfın sadece icareye mahsus olduğunu söylemişlerdir. Musannıfın iddet bahsindeki mutlak sözünün gereği de budur.

"Hayız günleri" Kezâ nifâsı seneden sayılır. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir. Lâkin ben bunu Bahır'da göremedim. Başka nüshasına bakmalıdır.

"Seneden sayılır." Yani kocanın aleyhine seneden sayılır. Yerine bedel kabul edilmez.

"Haccı ve kaybolduğu günler" dahi böyledir. Çünkü acz erkeğin fiiliyle gelmiştir. Kadını beraberinde sefere çıkarması yahut hacc ve gaybeti tehir etmesi mümkündür. Fetih. Hacc fevri (mühletsiz) vâcib olur diyenlere göre ve kadını beraberinde götürmeye imkân bulamazsa mazur görülür denilemez. Çünkü hacc Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Onunla kulun hakkı sâkıt olmaz.

"Kadının hacc müddeti ile kaybolduğu günler sayılmaz." Yani erkeğin aleyhine hesab edilmez. Çünkü acz kadından gelmiştir. Bu bir özürdür, bedeli verilir. Kezâ koca hapsedilirse velev ki kadının mehrine karşılık olsun, kadın da hapishaneye razı olmazsa yine bedel verilir. Kadın hapishaneye gitmekten çekinmez de kocasının orada bir halvet yeri bulunursa aleyhine hesap edilir. Fetih.

"Erkek ve kadının hastalıkları"ndan murad cimaya mâni olan hastalıktır. Fetva buna göredir. Bunu Hızâne'den naklen Kuhistânî söylemiştir.

"Mutlak surette" Yani ister bir ay olsun ister daha az veya daha çok olsun hesaba katılmaz. Nitekim Valvalciyye'nin sözüne müracaatla anlaşılır. Bahır sahibi diyor ki: "Hâniyye'de sahih kabul edildiğine göre bir ay hesaba katılmaz, daha azı katılır. Muhît'ta esah rivâyet Ebû Yusuf'un kavli olduğu bildirilmiştir ki, o da yarım aydan fazla olan müddetin hesaba katılmamasıdır."! Bu mutlak sözde kocanın hastalığı cimaya mâni olsun olmasın dahildir, demek doğru değildir. Çünkü cimanın mümkün olduğu hastalık günlerini hesaba katmamanın bir mânâsı yoktur. Zira bunun kusurudur. Şu halde bunların yerine nasıl bedel verilebilir. Anla! Zâhire bakılırsa Kuhistânî'nin yukarıda geçen "fetva buna göredir" sözü Hâniyye ile Muhît'ta zikredilen tafsilâtın mukabilidir. Şu halde meselede fetva ihtilâfı yoktur. İhtilâf sadece sahiplemededir. Zâhire göre şârihin söylediği tercih olunur. Çünkü fetva sözü tercih kelimelerinin en kuvvetlisidir. Binaenaleyh Hâniyye ve Muhît'in ifadelerine tercih olunur. Hidâye, Mültekâ, Vikâye ve diğer metinlerin mutlak olan sözleri de bunu iktiza eder,

"Sabî olmadıkça" Yani cimaya kâdir olmayan sabî değilse demek istiyor. Çünkü Fetih'de Kâdîhân'dan naklen şöyle denilmiştir: "On dört yaşına varan çocuk karısına yakınlık edemez de başkasına yakınlık ederse tecil olunur." Düşün!

"Bir sene iki ay..." Evlâ olan iki aydan sonra bir sene te'cil edilir demektir. Yani oruç için te'cil edilir mânâsınadır. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kocası kendisine zıhâr yapmışken kadın onudâvâya verirse kocası köle âzâdına kâdir olduğu takdirde müddet dâvâ zamanından itibar olunur. Âciz ise hakim ona keffâretin iki ayı için mühlet verir. Sonra tecil eder. Bu suretle tecili bir sene iki ayı bulur. Tecilden sonra zıhâr yaparsa buna bakılmaz. Müddetin üzerine de ziyade edilmez." Kadın onu ramazanda dâvâya vermişse ramazanla ondan sonra iki ay mühlet vermesi gerekir. Çünkü bu müddette keffâret orucunu tutması mümkün değildir.

"Hâkimin ayırması ile kocasından bâin olur." Çünkü bu ayrılık hakikî cimadan öncedir. Binaenaleyh talâk-ı bâin olur. Kadına mehrinin tamamı verilir. Halvet-i sahiha bulunduğu için iddet beklemesi de vâcib olur. Bahır. Çünkü iyilikle nikâhında tutmaktan âciz kalınca tatlılıkla ayrılmak kocasına vâcibdir. Buna razı olmazsa zâlim sayılır ve yaptığına tevbe eder. Fiili kendisine izafe olunur. Bazıları kadının kendisini ihtiyar etmesi kâfidir. Mahkeme kararına hâcet yoktur. Bu âzâdlık muhayyerliği gibidir demişlerdir ki, esah kavlin bu olduğu söylenir. Gayetü'l-Beyân'da böyle denilmiştir. Mecmâ'da birinci kavil İmam-ı Azam'ın ikincisi İmameynin olduğu bildirilmiştir. Nehir. Bedâyı'da Muhtasar-ı Tahâvî şerhinden naklen ikinci kavlin zâhir rivâyet olduğu bildirilmiş, sonra Bedâyı sahibi: "Bazı yerlerde zâhir rivayet hakkında söylenen İmameyn'in kavli olduğu bildirimiştir." demiştir.

METİN

Ayırmak kadının isteği ile olur. Bu bütün fiillere taallûk eder. Binaenaleyh yukarıda geçtiği gibi âleti kesik kimsenin karısına da şâmildir. Kadın deli olursa velîsinin isteği ile veya hâkimin nasbettiği şahsın isteği ile olur. Kadın cariye ise muhayyerlik efendisinindir. Çünkü çocuk onundur. Bu yani bu muhayyerlik fevrî (hemen) değil terahi (mühlet) iledir, Kadın kocasını innîn veya mecbûb bulur da bir zaman dâvâ etmezse hakkı bâtıl olmaz. Kezâ dâvâya verir de sonra bir müddet bırakırsa ayrılık istemeye hakkı vardır. Velev ki bu günler zarfında kocasıyla beraber yatmış olsun, Hâniyye. Nasıl ki kocasını bir hâkime dava eder de o da bir sene tecil ettikten sonra sene geçer ve kadın bir zaman dâvâcı olmazsa hakkı bâtıl olmaz. Zeylaî, Kocası cimayı iddia eder de karısı inkârda bu-lunursa güvenilir bir kadın -iki kadın olması daha ihtiyattır- bu kadın bâkiredir derse yahut fercine, bir yumurta içi sokulursa bulunduğu mecliste muhayyer bırakılır. Bâkireliği duvara bevletmekle bilinir.

İZAH

"Kadının istegi ile olur." Bundan murad ikinci isteğidir. Birincisi tecil için, ikincisi de ayrılmak içindir. Kadın bulunmadığı vakit vekilinin istemesi kendi istemesi gibidir. Yalnız burada hilâf vardır. Ama bunu imam Muhammed zikretmemiştir. Bahır.

"Bu bütün fiillere teallûk eder." Bunlardan murad birbirlerinden ayrılmaları kocanın tecili ve kadının bâin olmasıdır. Bunu Halebî Nehir'den nakletmiştir.

"Yukarıda geçtiği gibi" Sözünden murad musannıfın: "Kadının isteği ile hâkim ayırır." sözüdür. H..

"Velisinin isteği ile" Demesi gösteriyor ki, kadın akıllansın diye işi sonraya bırakmaz. Çünkü bu iş için malum bir sınır yoktur. Küçük kız bunun hilâfınadır. Hâkim o bulûğa erinceye kadar tehir eder. Çünkü kocasının o haline razı olması ihtimali vardır. Nitekim yukarda geçmişti. Evet, Nehir sahibinin bahsettiği vâriddir. O: "Bazen ayılırsa tehir eder." demişti. Nitekim arz etmiştik. Anla!

"Hâkimin nasbettiği şahıs" Yani kadının velîsi yoksa hâkim onun yerine kadına hasım olacak birini tâyin eder ve ayrılmalarını o ister. Nitekim Fetih'de bildirilmiştir.

"Muhayyerlik efendisinindir." Yani azlde olduğu gibi burada da hak efendisinindir. İmam Ebû Yusuf'a göre kadınındır. Onun azl hakkında dahi kavli budur. Ama fetva birinci kavle göredir. Valvalciyye.

"Çünkü çocuk onundur." Bu talilin muktezası şudur: Çocuğun hür olması şart kılınırsa efendisinin muhayyerlik hakkı yoktur. Lâkin Bedâyı sahibinin bundan sonra şöyle bir ta'lili vardır: "Bir de ayrılmayı istemek veya kocasıyla kalmak kadın tarafından kendisi hakkında bir tasarruftur. Halbuki kendisi ve bütün cüzleri efendisinin milkidir. Binaenaleyh tasarruf velâyeti efendinindir."

"Yani bu muhayyerlik" Sözüyle yaptığı işaret bu bâbın yani innîn ve benzerlerinin kadınlarının muhayyerliğidir. Şârih bununla bulûğ muhayyerliğinden ihtiraz''etmiştîr. Zira o fevrîdir. Öyle olunca müddetten evvel de sonra da isteme muhayyerliğine şâmildir. Nitekim metinde açıkça mevcuddur. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Müddetten önce dâvâya vermeyi geciktirmekle kadının ayrılık îsteği hakkı sâkıt olmaz. Tecilden sonra sene geçmekle dahi ne kadar gecikirse geciksîn hakkı bâtıl olmaz. Çünkü bu bazen razı olduğu için değil de denemek ve cîmayı ummak için yapılabilir. Binaenaleyh şübheyle kadının hakkı bâtıl olmaz." Ama bu hâkimin kadına muhayyerlik vermesinden öncedir. Sonra olursa fevrîdir. Nitekim izahı gelecektir. Anla!

"Hakkı bâtıl olmaz." Yani onunla beraber kalmaya razıyım demedikçe kadının hakkı bâkîdir. Tatarhâniyye sahibi Muhît'ten naklen bunu burada ve aşağıda gelen: "Nasıl ki kocasını bir hâkime dâvâ eder de ilh..." dediği yerde böyle kayıdlanmıştır.

"Sonra bir müddet bırakırsa" Yani dâvâ etmeden ve te'cil yapılmadan önce bırakırsa demektir.

"Kocası cima'ı iddia eder de ilh..." Sözü te'cilden önceye ve sonraya şâmildir. Lâkin şârihin aşağıda gelen: "Bulunduğu mecliste" sözü ikinciyi tâyin etmektedir. Hâsılı Mültekâ ve diğer kitablarda da beyan edildiği vecihle karı-koca tecilden önce cima olup olmadığında ihtilâf ederlerse bakılır: Evlendiği zaman kadın dul yahut bâkire olup kadınlar şimdi duldur derlersesöz yeminiyle beraber kocasınındır. Bâkiredir derlerse tecil edilir. Kezâ koca yemînden çekinirse hüküm yine budur. Tecilden sonra ihtilâf ederler de kadın dul veya bâkire olup kadınlar duldur derlerse söz kocasınındır. Bâkiredir derler veya koca yemin etmezse kadın muhayyer bırakılır. Hülasasa Bahır'da da belirtildiği gibi kadın dulsa söz başında yeminiyle kocasınındır. Başında yeminden çekinirse tecil edilir. Sonunda yeminden çekinirse ayrılmak için kadın muhayyer bırakılır. Kadın bâkire ise başında tecil yapılır, sonunda araları ayrılır.

"Güvenilir bir kadın" Sözüyle musannıf Kâfî'nin "Adâleti şarttır." ifadesine işaret etmektedir. Düşün!

"İki kadın olması daha ihtiyattır." Bedâyı'da bunun yerine "Daha gü-venilir.", Isbîçâbî'de ise "efdal" tâbirî kullanılmıştır. Bahır.

"Yumurta İçî sokulursa ilh..." Yani fercine yumurta sokmakla deneme yapılır. Yumurta girmezse kadın bâkiredir.

"Bulunduğu mecliste muhayyer olur." Bahır sahibi diyor ki: "Fetva buna göredir. Nitekim Muhît ve Vâkıat'ta böyle denilmîştir. Bedâyı'da İse zâhir rîvâyete göre meclise bağlı olmadığı bildirilmiştir." Fetih sahibi birinci kavle göre hareket etmiştir. Sonra bilmelisin ki, yukarıda geçen "Kadının muhayyerliğî mühletlidir, ani değildir." sözü buradakine aykırı değildir. Çünkü o söz te'cilden önceki muhayyerlik hakkındaydı. Yahut et'cilden sonra dâvâdan önce idi. Buradaki ise te'cilden ve ikinci dâvâdan sonraki hakkındadır. Yanî kadın kocasını innîn bulursa ona bir sene mühlet vermesi içîn hâkime dâvâ açabilir. Uzun müddet susarsa bakılır: Hâkim tecil eder de sene geçerse kadın onu ikînci defa dâvâya vererek aralarının ayrılmasını isteyebilir. Sene geçtikten sonra ikinci defa dâvâya vermeden uzun müddet susarsa hâkime dâvâ edip de kocasının bu kadına yakınlık edemedîği sâbit olursa hâkim kadını muhayyer bırakır. Kadın o meclisde kendini ihtiyar ederse hâkim kocasına onu boşamasını emreder. Bedâvı'da şöyle deniliyor: "Hâkim kadını muhayyer bırakır da kadın onunla kalır ve gönül rızasıyla yatar kalkarlarsa, bu razı olduğuna delildir. Fakat kadın bunu müddet geçtikten sonra hâkim muhayyer bırakmadan yaparsa rıza sayılmaz. Kerhî'nîn Ebû Yusuf'tan rivâyetine göre hâkim kadını muhayyer bırakır da kadın bulunduğu mecliste ihtiyar etmeden önce kalkarsa yahut hâkim kalkarsa veya kadını bulunduğu meclisten hâkimin yardımcıları kaldırır da kadın bir şey söylemezse muhayyerliği yoktur. Kaadî'nin bildirdiğine göre bu zahir rivâyette meclise mün-hasır değildîr." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bu açık gösteriyor ki, bizim dediğimiz gibi kadına hâkîmin muhayyer bırakmasından önce sabit olan muhayyerlik terahi üzerinedir (mühletlidir). Kocasıyla yatıp kalkmakla bâtıl olmaz. Fakat hâkim muhayyer bıraktıktan sonra yatıp kalkmak gibi şeylerle bâtıl olur. Kezâ ayrılığı ihtiyar etmeden meclisten kalkmasıyla da bâtıl olur ki, fetva bunun üzerinedir. Ben bunu naklinigörmeden önce böyle anladım. Hamd Allah'a mahsustur. Sen de anla!

"Muhayyer bırakılır." Yani söz kadının olur. Hâkim onu muhayyer bırakır. Nehir sahibi: "Sözünün zâhirine bakılırsa hâkim ona yemin de ettirmez." demiştir.

Ben derim ki: Bedâyı sahibi Tahâvî şerhinden naklen bunu açık söylemiş ve şöyle talil etmiştir: "Bu kadında bekâret asıldır. O kadınların şehâdetiyle yok olur. Fetih'de bildirildiğine göre kadın kendini ihtiyar etti mi hâkim kocasına onu boşamasını emreder. Boşamazsa aralarını ayırır."

"Duvara bevletmekle bîlinîr ilh..." Fetih'de şöyle denilmiştir: "Bâkire olduğunu bilmenin yolu fercine en küçük tavuk yumurtası sokmakla olur. Kolayca girerse kadın duldur, girmezse veya kırılırsa bâkiredir. Yahut yumurta kırılarak fercine akıtılır. Girerse dul, girmezse bâkiredir. Bazıları: Duvara bevledebilirse bâkiredir, edemezse duldur, demişlerdir."

METİN

Kadın duldur yahut dulmuş derse kocası yeminiyle tasdik edilir. Baştan yeminden cayarsa tecil edilir. Sonunda cayarsa kadın muhayyer bırakılır. Nasıl ki kadın dul çıkar da bekâretinin onun cima'ından başka bir sebeble meselâ parmağı ile bozulduğunu söylerse tasdik olunur. Çünkü zâhir budur. Asıl olan başka sebeblerin bulunmamasıdır. Mirâc. Kocasını ihtiyar ederse -velev delâleten olsun- kadının hakkı bâtıl olur. Nasıl ki kadından ayrılmaktan vazgeçtiğini gösteren bir delil bulunursa meselâ meclisinden kalkar veya kendisini hâkimin memurları kaldırırsa yahut kadın bir şey ihtiyar etmeden hâkim kalkarsa kadının hakkı bâtıl olur. Bununla fetva verilir. Vâkıât. Çünkü kalkarken ihtiyar mümkündür. Ayrılığı ihtiyar ederse kocası onu boşar yahut hâkim ayırır. Bu adam ilk karısı ile yahut onun halini bilen başka bir kadınla evlenirse müftâbih mezhebe göre kadına muhayyerlik yoktur. Bunu Bahır sahibi Muhît'ten nakletmiştir. Hâniyye'nin sahihlemesi bunun hilâfınadır. Karı-kocadan biri diğerinîn kusuru ile muhayyer bırakılmaz. Velev ki delilik, cüzâm, baras, ferc yapışıklığı ve boynuz gibi aşırı olsun. Üç mezhebin İmamları kocada olursa bu beş şeyde muhalefet etmişlerdir. İadesine hüküm verilirse sahih olur. Fetih.

İZAH

«Yahut dulmuş» yanı evlenirken dulmuş derse kocası yeminiyle tasdik edilir. Yani cima'da bulunduğuna yemin ettirilir. Çünkü ayrılma istihkakını inkâr etmektedir. Asıl olan selâmettir.

«Baştan» yani tecilden önce cayarsa demektir.

«Çünkü zâhir budur.» Yani zahir bekâretinin cimayla bozulmasıdır. Başka bir sebeble bozulması aslın hilâfınadır. Şimdi bu kalır: Kocası bekâretini parmağı ile bozduğunu ikrar eder de cima'ına da kâdir olduğunu ve cima ettiğini iddiada bulunursa acaba kadının muhayyerlîği kalır mı kalmaz mı? Zâhir olan kalmamasıdır. Çünkü maksad hâsıl olmuştur. Velev ki kocasının bu hareketi memnu olsun. Zira cinayetlerde küçüklerin ahkamı bahsinde bildirildiğine göre kocası karısının bekâretini parmakla bozsa ödemez. Ama tâzir olunur.

«Kocasını ihtiyar ederse» yani sene tamam olduktan ve hâkim muhayyer bıraktıktan sonra demek istiyor. Buna karine bundan sonraki sözüdür. Hâkim muhayyer bırakmazdan önce ise tecilden önce veya sonra olsun açıkça razı olmadıkça kadının hakkı bâtıl olmaz. Meclisle mukayyed de değildir. Nitekim izahı geçmişti.

«Velev delâleten olsun» Yani ihtiyar etmeyi meclisten kalkıncaya veya kaldırılıncaya kadar geciktirmek suretiyle olsun demektir. İnâye. Bu ifadenin bir misli de Bahır ve Nehir'dedir.

«Ayrılmaktan vazgeçtiğini gösteren bir delil bulunursa ilh...» Sözü delâleten ihtiyarı beyandır. Zira ayrılmaktan vazgeçtiğini gösteren delil kocasını seçtiğine delîldir.

«Yahut hâkîm ayırır.» Yani kocası boşamazsa hâkim ayırır.

«Onun halini bilen» sözü başka kadının kaydıdır. Birinci kadının onun halini bildiği mâlumdur. H.

«Hâniyye'nin sahihlemesi bunun hilâfınadır.» Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Hâkim innîn ile karısını birbirinden ayırır da sonra adam kendi halini bilen başka bir kadınla evlenirse bu hususta rivâyetler muhteliftir. Sahih olana göre ikinci kadının husumet hakkı vardır. Çünkü bir İnsan bazen bir kadınla cima'dan âciz olur da başka kadınla cimadan aciz olmayabilir." H. Rahmetî Hâniyye'nin sözünü daha zâhir görerek: "Birincil kadına yakınlık edememesi yalnız ona karşı sihirlendiğinden olabilir." demiştir.

Ben derim ki: Müftâbıh kavlin vechi şudur: Kadın bunun aczi tahakkuk ettiğini bilip aczinin birinci karısına mahsus olduğunu bilmezse onunla evlenmeye razı olur. Onunla birleşmek istemesi rızasını te'kid eder.

«Muhayyer bırakılmaz ilh...» Yani Şeyhayn'a göre karı-kocadan birine diğerinin kusuru sebebiyle nikâhı fesh etme hakkı yoktur. Atâ, Nehaî, Ömer b. Abdilaziz, Ebû Ziyad, Ebû Kılâbe, İbn-i Ebi Ceyla, Evzâi, Sevrî, Hattâbî, Dâvûd-u Zâhiri ve ona tâbi olanların kavli budur. Mebsût'ta bunun Hz. Ali ile İbn-i Mes'ud (R.A.)'nın mezhebleri olduğu kaydedilmiştir. Fetih.

«Cüzâm» bir hastalıktır ki, ondan cild çatlar ve kokar, et parçalanır. «Baras cildde zâhir olan beyaz lekelerdir (ki, buna dilimizde abraş denir.) Bu kötüye yorumlanır. Kuhistânî.

«Boynuz» fercte zekerin gireceği yerde bulunan gudde bir et parçasıdır. Bazen kemik olur. Misbah.

«Kocada olursa...» Burada ibârede bozukluk vardır. Çünkü üç mezheb imamlarına göre bu beş şey kadında olursa kocanın muhayyer olmamasını iktiza etmektedir. Halbuki vâki bunun hilâfınadır. Zâhire göre ibârenin aslı şöyle olacaktır: "Üç mezhebin imamları bu beş şeyde mutlak surette muhalefet etmişlerdir. İmam Muhammed ise kocada olursa ilk üçündemuhaliftir." Nitekim Bahır ve diğer kitablardan anlaşılmaktadır. H.

Ben derim ki: Bir nüshada: "İmam Muhammed'e göre şayet kocada olursa" denilmiştir. Lâkin buna "Ferc yapışıklığı ve boynuz kocada bulunmazlar" diye itiraz edilir. Fetih sahibi üç imamın ve İmam Muhammed'in istidlallerini söz götürmez bir şekilde reddetmiştir.

«İadesine hüküm verilirse sahih olur.» Yani bunu caiz gören bir hâkim hüküm verirse demektir ki, bu meselenin ictihad götüren meselelerden olduğunu ifade eder. Bahır sahibi bu meseleyi zikretmişse de Fetîh'de ben onu görmedim. Ancak "bu sahihtir. Yalnız" İmam Ahmed'den bir rivâyete göre sahih olmaz. Liân ayrılığı gibi bu karı-koca bir yere gelemezler. Fakat bu rivâyet bâtıldır, aslı yoktur. Bunu Mi'râc'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

METİN

İnnîn ile karısı ayrıldıktan sonra ikinci nikâha razı olurlarsa bu sahihtir. Bir adam cariyesinin yapışık fercini yardırabilir. Karısının fercini de yardırır. Acaba kadın buna mecbur edilebilir mi? Zâhire bakılırsa evet edilir. Çünkü kadına vâcib olan teslim işi bunsuz mümkün değildir. Nehir.

Ben derim ki: Behensî'nin ifadesine göre bu adam karısı ile evlenirken kendisinin hür veya sünnî yahut mehir ve nafakaya kâdir olduğunu söyler de aksi çıkarsa yahut damad filan oğlu filandır der de bulma yahut zinâ dölü çıkarsa kadın için muhayyerlik vardır. Bellenmelidir.

İZAH

«Karısının fercini de yardırır.» Lâkin bu ibâre nakledilmemiştir. Nakledilen sadece yapışıklık kusurundan dolayı muhayyerlik olmadığını ta'lil ederken: "Çünkü yarmak mümkündür." ifadesidir. Bu ise kocanın buna hakkı olduğuna delâlet etmez. Onun içindir ki Bahır sahibi zikri geçen talili naklettikten sonra: "Lâkin zorla yarılır mı yarılmaz mı bunu bir yerde görmedim." demiştir.

«Çünkü kadına vâcib olan teslim işi ilh...» Burada şöyle denilebilir:

Teslimin vâcib olmasından bu meşakkatın irtikâbı lâzım gelmez. Meşakkatten dolayı namazda kıyam sakıt olmuştur. Emzikli kadın kendisinin veya çocuğunun telef olacağından korkarsa oruç sâkıt olur. Bunun benzerleri çoktur. Fakat "Bu kullar tarafından isteyeni bulunan bir vâcibtir." diye fark yapılabilir. T.

«Kadın için muhayyerlik vardır.» Yani kefâet (denklik) bulunmadığı için kadın muhayyer olur. Buna bazı üstadlarımızın üstadları itiraz etmiş:

"Muhayyerlik asabenin hakkıdır." demiştir.

Ben derim ki; Bu söz şârihin kefâet bâbının başında söyledlkierine uygundur. Şârih orada: "Kefâet velinin hakkıdır, kadının hakkı değildir." demişdi. Lâkin biz orada yaptığımız tahkîkda kefâetin her ikisinin hakkı olduğunu bildirmiş, Zahîriyye'den şunu nakletmiştik: "Kocası kadına kendi nesebinden başka bir neseb söyler de aksi çıkar ve küfü olmadığı anlaşılırsa her birine fesh hakkı sâbittir. Küf'ü çıkarsa fesh hakkı yalnız kadının olur. Velîlere yoktur. Kadına haber verdiğinden daha âlâ çıkarsa hîç birinin feshe hakkı kalmaz. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre kadının fesh hakkı vardır. Çünkü ihtimal onunla beraber kalmaktan âciz olur. Meselenin tamamı oradadır. Lâkin bana şimdi zahir olduğuna göre kadına fesh hakkı sâbit olması aldatıldığı içindir, kefâet yok diye değildir. Şu delil ile ki, kocası küf' çıkarsa kadına fesh hakkı sâbit olur. Çünkü kadını aldatmıştır. Velîlere bu hak sâbit olmaz. Zira aldatma onlara olmamıştır. Onların hakkı kefâettedir. O da mevcuddur. Bu İzaha göre bu meselelerde kadına muhayyerlik sabit olmasından kocasının küf'ü çıkmaması lazım gelmez. Allahu a'lem.

 

 

 

İDDET BÂBI

 

METİN

İddet lügatta saymak mânâsına gelir. Kelime uddet şeklinde okunursa bir şeye hazırlanmak mânâsını ifade eder. Şer'an sebebi bulunduğu vakit kadına veya erkeğe lâzım gelen bir bekleyiştir. Erkeğin beklediği yerler yirmi olup Hızâne'de bildirilmiştir. Bunların hepsi: "Bir mâniden dolayı kadını nikâh etmek mümkün değilse o mâniyi gidermek lâzım gelir." kaidesine râcidir. Mâni karısının kız kardeşini nikâh etmek ve karısından başka dört kadınla evlenmek gibi şeylerdir.

İZAH

İddet vücudda bütün nev'ileriyle ayrılmaya terettüb ettiği için musannıf onu hepsinden sonraya bırakmıştır. Bahır.

«Şer'an bir bekleyiştir ilh...» Yani evlenme müddetinin bitmesini bek-lemektir. Bunun hakikatı evlenmeyi ve şer'an lâzım olan zîneti şer'an tâyin edilen bir müddette terk etmektir. Ulema: "İddetin rüknü ayrılık anında sâbit olan birtakım haram hükümleridir." demişlerdir. Bu izaha göre tarifte: "Beklemenin lüzumudur." demek icab eder ki, rüknünün birtakım haram hükümler olması sahih çıksın. Çünkü bu haram hükümler birtakım lüzumlardır. Yoksa bekleyiş onları yapmaktır. Haram olan şeyler AIIah Teâlâ'nın hükümleridir. Binaenaleyh bekleyişin kendi olamaz. Tamamı Fetih'dedir.

Ben derim ki: Şârihin "kadına lâzım gelen' sözünün yanında lüzum kelimesini takdir etmek zayıf düşer. Bekleyişten evlenmek ve dışarı çıkmaktan çekinmek gibi bir mânâ kasdetmeye ne mâni vardır! Haram olan şeylerden murad da bu çekinmeler olur. Şu delil ile kî iddet kadınla meydana gelen şer'î bir sıfattır. Binaenaleyh onun rüknü mutlaka kadınla meydana gelmek lâzımdır. Bu izaha göre Sa'diyye hâşiyelerindeki şu İfadeye hâcet yoktur: "İddetin rüknü haram fiiller olunca onu bekleyiş diye tarif etmek lazım ile tarif olunur." Bedâyı sahibi iddeti şöyle tarif etmiştir: "Nikâhın eserlerinden kalanın bitmesi için konulmuş bîr müddettir." Bedâyı sahibi diyor ki: "Şâfiî'ye göre iddet bekleme fiilinin ismidir ki, imtina ve çekinmeden İbarettir."

Ben de derim ki; Sıhâh ve diğer lügat kitablarından naklen yukarıda geçene muvafık olan da budur. Fetih sahibinin tahkıkı da budur. O: "İddet bekleyen kadın şübhe ile cima edilirse" dediği yerde şunları söylemiştir: "Hakikatı Allah Teâlâ'nın kitabı ifade eder ki. o: "Kadınların iddeti üç aydır." buyurmuştur. Bu hususi müddetin kendisi olup haram fiiller bu müddete teallûk etmiş; bununla kayıdlanmışlardır. Yoksa bu müddetin içinde sâbit olan haram fiiller değildir. İmtina'ın bulunması ve bekleyiş de değildir." Kendisine haram fiillerin rükün olması müşkül gelmez. Çünkü onu men edebilir. Bundan dolayıdır ki bazıları bu fiilleri iddetin hükmü saymışlardır. Her iki tarife göre en zâhir olan da budur.

Nehir sahlbi diyor ki: "Bedâyı'ın tarifi küçük kızın iddetine şamildir. Musannıfın tarifi bunun hilâfınadır. Ulemanın ekserisi kadına vâcibtir sözünü kullanmamışlardır. Onlar kadın îddet bekler deyip geçmişlerdir. Vûcub ancak velîye râcidir. Iddeti bitinceye kadar kadını kocaya vermez. Şemsü'l-Eimme'nin söylediğine göre iddet mücerred müddetin geçmesidir. Onun kadın hakkında sabit olması şeriatın hitabını kadına tevcihine müeddi olmaz. Müsemmasının müddet olması velîye kadını evlendirmemek için hitab bulunmamasını gerektirmez; dersen ben de derîm ki: Böyle olunca iddet İçinde sâbit olan evlenmenin sahih olmamasıdır. Bir kimseye hitab değildir. Bilâkis şârih evlenme işinî yaparsa bunun sahih olmadığını vazetmiştir." Bu İfade Fetih'den kısaltılmıştır. Hâsılı küçük çocuk hitablı vaz'îye ehildir. Bu da ondandır. Nitekîm çocuk telef ettiği şeyleri ödemekle de mükelleftir. Bu Bahır'da beyan edilmiştir.

«Veya erkeğe ilh...» Fetih sahibi diyor ki: "Karısının kız kardeşiyle evlenmenîn haram olması iddetten değil kadının iddeti hükmündendir. Şübhesiz ki onun da iddette olmasının mânâsı budur. Çünkü îddetîn mânâsı evlenmekle vâcib olan bekleyiştir. O da müddetin geçmesidir. İddette bu böyledir. Şu kadar var ki, ıstılahta îddet ismi erkeğin değil kadının bekleyişine mahsustur."

«Erkeğin beklediği yerler yirmi olup» şunlardır: "Karısının kız kardeşini, halasını, teyzesini, kardeşi kızını, kız kardeşi kızını nikâh etmek istediğinde, beşinci kadını almak istediğinde, hürrenin üzerine cariye ile evlenmek istediğinde, nikâh-ı fâsidde cima edilen kadının kız kardeşini yahut akid şübhesiyle cima edilenin kız kardeşini nikâh etmek istediğinde ki, dördüncü kadının nikâhı da böyledir. Yani adamın üç karısı var da dördüncüyü nikâh-ı fâsidle veya akid şübhesiyle cima etmişse cima'da bulunduğu kadının iddeti geçmedikçe dördüncü bir kadınla evlenemez. Ecnebî birinden iddet bekleyen bir kadını nikâh için de bekler. Yani kendi boşadığı kadının ve üç talâkla boşanan kadının hulle yapmadan nikâhı bunun hilâfınadır. Satın alınan cariye ile istibrâ yapmadan cima'da bulunmak, zinâdan hamile kalan bir kadınla doğurmadan evlenmek, dar-ı harbde Müslüman olup da İslâm memleketine hicret eden harbîyye hamile ise doğurmadan onunla evlenmek isteyen adam iddet bekler. Esir alınan ka-dın hayız görünceye veya küçüklük büyüklük sebebiyle hayız görmezse bir ay geçinceye kadar cima edilmez, mükâtebenin ya âzâd olunca veya âciz kalıncaya kadar sahibi tarafından nikâh ve cima'ı putperest, murted ve mecûsî kadının nikâhı Müslüman oluncaya kadar caiz değildir." Bu satırlar izah edilerek Bahır'dan alınmıştır.

«Beşinci kadını» sözünden murad ihtimal dört kadınla evli olup da beşinciyi almak isteyendir. Böylesi dört kadından birini boşamadıkça beşinciyi almaktan men edilir ve ihtimal dört karısından birini boşayıp da beşinciyi almak isteyendir. Böylesi boşadığı kadının iddetibitmedikçe beşinci kadını almaktan men edilir. Bu meseleden önce geçen beş meselede de söylenecek söz budur. Hürrenin üzerine cariye ile evlenmek isteyenin hükmü de budur.

«Bir mâniden dolayı» meselâ gerek akid gerek iddet suretiyle olsun başkasının hakkı geçmek, cariyeyi hürrenin üzerine almak dört kadından fazla ile evlenmek, haram kadınları bir nikâhda toplamak birer mânidir.

METİN

Istılahta iddet; nikâh veya şübhesi ortadan kalktığı vakit kadına veya küçük kızın velisine lazım gelen bir bekleyiştir. Zinâda iddet yoktur. Nikâh şübhesi fâsid nikâh ve kocasından başkasının yanına kapanan kadın gibidir. "Veya şübhesi" sözüne "veya benzeri" kelimesini ilave etmeli ki, Ümmüveledin iddetine de şamil olsun. Sebeb-i vücubu teslim ve onun yerini tutan ölüm veya halvet-i Sahiha ile kuvvet bulan nikâh akdidir. Binaenaleyh ferci yapışık kadınla halvette bulunmakla iddet lâzım gelmez.

İZAH

«Istılahta» Yani fukahanın ıstılahında demektir ki, bu yukarıda geçen şer'î mânâdan daha hususidir. Biliyorsun ki iddet ismi erkeğin değil kadının bekleyişine tahsis edilmiştir.

«Küçük kızın velîsine» iddet şu mânâya vâcibdir ki, ona bekletecektir. Yani onu iddet bekleyen kadınların sıfatı ile vasıflandıracaktır. Çünkü iddet kadının sıfatıdır, velîsinin sıfatı değildir. Kadın boşanır veya kocası ölürse velîsinin iddet beklemesi vâcib olur demek doğru değildir. Yukarıda geçti ki ulema: Kadın iddet bekler, vücub ancak velîsine aiddir. Onu iddeti bitinceye kadar kocaya vermeyecektir demişlerdir. Düşün! Deli kadın küçük kız gibidir.

«Nikâh ortadan kalktığı vakit» ifadesine şöyle itiraz olunmuştur: Talâk-ı ric'îde nikâh ancak iddetin bitmesiyle ortadan kalkar. Binaenaleyh evlâ olan tarif Bedâyı'ın yukarıda naklettiğimiz tarifidir. Küçük kızla yapılan itiraz ondan def edilir. Çünkü onda lüzum zikredilmemiştir. İbn-i Kemâl'in tarifi ondan daha da güzeldir. O şöyle demiştir: "İddet bir müddetin ismidir ki, bu müddet nikâhın eserlerinden kalanı yok etmek için konulmuştur. Yahut firâşın eserlerinden demeli, tâ ki Ümmüveledin iddetine şâmil olsun. T.

«Zinâda iddet yoktur.» Kendisiyle zinâ edilen kadını hamile bile olsa almak câizdir. Lâkin doğuruncaya kadar cima'dan men edilir. Aksi takdirde istibrâ yapmak mendûb olur. T. Babın sonunda gelecektir ki, bir kimse başkasının karısıyla evlenir de bildiği halde onunla cima'da bulunursa kocasına o kadının cima'ı haram olmaz. Çünkü yaptığı zihâdır.

«Veya şübhesi» ifadesi nikâh üzerine değil zevali üzerine mâtuftur. Çünkü nikâh üzerine mâtuf olsa iddetin ancak şübhe ortadan kalktığı vakit vâcib olması gerekir. Halbuki öyle değildir. Bahır'da böyle denilmiştir. Muradı Fetih sahibinin sözünü reddetmektir. Zira o bu kelimenin nikâh üzerine atfedildiğini söylemiştir.

Ben derim ki: Erkeğin sıfatı olan şübhe sâbık cima olup kendisinden ayrılmaz. Zira ayrılsa onunla had vâcib olur. Evet, onu meydana getirenin ortadan kalkması kasdedilirse yahut şübhesini sözünü nikâh üzerine atıf sahih olur. Sebebi aşağıda gelecektir ki, fâsid nikâhta iddetin başı hâkim tarafından araları ayrıldıktan veya birbirlerini terk ettikten sonradır. Fâsid nikâh olan iddet menşei bununla ortadan kalkar. Şüpheyle cima'da ise cima sona ermesiyle ve hal anlaşılmakla başlar.

«Ümmüveledin iddetine de şâmil olsun.» Çünkü onun da hürre gibi firâşı vardır. Velev ki hürrenin firâşından daha zayıf olsun. Âzâd olmakla bu ortadan kalkmıştır. Bahır.

«Nikâh akdidir.» Yani velevki fâsid olsun. Bahır.

«Teslim» den murad cimadır.

«Ve onun yerini tutan» cümlesi teslim üzerine atfedilmiştir. Evlâ olan veya kelimesiyle atfetmektir. Çünkü kuvvet bulmak ikiden biriyle olur. Bu sahih nikâha mahsustur. Nikâh-ı fâsidde ise iddet ancak cimayla vâcib olur. Nitekim mehir bâbında geçmişti. ileride de gelecektir.

Ben derim ki: Teslim yerini tutan şeylerden biri kadının erkek menîsini fercine sokmak istemesidir. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir. Bâbın sonundaki fer'î meselelerde de gelecektir.

«Halvet-ı sahiha ile» ifadesi söz götürür. Çünkü mehir bâbında geçtiğine göre mezheb halvet-i sahiha veya fâside ile iddetin vâcib olmasıdır. Kudûrî demiştir ki: "Fesad oruç gibi şer'î bir mâniden ileri gelirse iddet vâcib olur. Ferc yapışıklığı gibi hissî bir mâniden ileri gelirse vâcib olmaz. Şu halde şârihin sözü bu iki kavilden hiç birine uymamıştır." H.

Ben derim ki: Onu ikinci kavle yorumlamak mümkündür. Şer'î mâni yokmuş gibi sayılır, onu bozmaz ve onunla iddet sahih olur. Bozan sadece hissî mânidir. Ferci yapışık kadınla yapılan halvete iddet yoktur demesi bunu gösterir.

METİN

İddetin şartı ayrılmak, rüknü; onunla sâbit olan evlenmenin ve dışarı çıkmanın haram olması gibi haram fiiller ve iddet içinde talâkın sahih olmasıdır. Hükmü; karısının kız kardeşiyle evlenmenin haram olmasıdır. Nev'ileri; hayız, aylar ve doğurmaktır. Nitekim musannıf bunları şöyle ifade etmiştir: İddet hayız gören hürre hakkında Müslümanın nikâhı altında olmak şartıyla, velev ki kitabîyye olsun talâk -velev ric'î olsun- veya bütün sebebleriyle fesh için -ki kocasının oğlunun öpmesiyle hâsıl olan ayrılma da bundandır. Nehir.- hakikaten veya hükmen cimadan sonra ise tam üç hayızdır. Çünkü bir hayız parçalanmaz. Musannıf şerhde hakikaten veya hükmen sözünü atmış, aşağıda gelen "kadın cima edilmişse"sözünün hepsine râci olduğuna kesinlikle hükmetmiştir.

«Şartı ayrılmak» Yani nikâh veya nikâh şübhesinin ortadan kalkmasıdır. Nitekim Fatih'de bildirilmiştir.

«Rüknü haram fiillerdir.» Yani Fetih'den naklen yukarıda geçtiği gibi birtakım lüzumlardır. Haram kılmanın kendisi değildir. Yani kadına lâzım gelen birtakım şeylerdir ki, bunları yapmak kadına haram olur. Onunla sabit olan sözünde mukadder muzaf vardır. Yani onun sebebiyle şartı bulunduğu vakit sâbit olan demektir. Aksi takdirde bir şeyin kendi kendine» sübutu lâzım gelir. Zira bir şeyin rüknü onun mahiyetidir.

«Evlenmenin» yani kadına başkasıyla evlenmenin haram olması gibi ki, bu kadına haramdır. Erkeğin o kadının kız kardeşiyle veya ondan başka dört kadınla evlenmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu erkeğin üzerine haramdır. Binaenaleyh iddetten değil onun hükmünden sayılır. Nitekim Fetih'de ifade edilmiştir.

«Dışarı çıkmanın» yani kadının boşandığı evden dışarı çıkmasının haram olması gibi şeylerdir. Geri kalan haram fiiller yas tutma faslında gelecektir.

«İddet içinde talâkın sahih olmasıdır.» Bunu iddetin rüknü saymanın bir mânâsı yoktur. O iddetin hükümlerindendir. Nitekim Dürer sahibi bu yoldan yürümüştür. Şu da var ki bâinden sonraki bâin iddetinde ve üç talâk iddetinde bu tehakkuk etmez. Binaenaleyh onu burada zikretmek bir kalem hatasıdır. Zâhire bakılırsa musannıfın muradı iddetin hükmü bir takım haram fiillerdir ilh... demektir. Fakat bir kalem hatası olarak onun rüknü deyivermiştir. Onunla sâbit olan tâbirini kullanması bunu gösterir. Çünkü sâbit olmak rükne değil hükme münasibtir. Bu haram fiilleri Dürer sahibine ve başkalarına uyarak hüküm saymak rükün saymaktan daha zâhirdir.

«Hükmü karısının kız kardeşiyle ilh...» Yani hükümlerinden biri budur. Kız kardeşten murad kadının bütün zîrahm-ı mahrem akrabalarıdır, Erkeğin müddet beklediği meselelerden bir çoğu da iddetin hükümlerindendir. Bunlardan biri de bildiğin gibi iddet içinde talâkın sahih olmasıdır.

«Velev kitabiyye olsun» üç tam hayızdır. Çünkü kitabîyye de Müslüman kadın gibidir. Hürresi hürre gibi cariyesi de Müslüman cariyesi gibidir. Bahır. Musannıf bu sözle zimmîyyenin zimmî nikâhında bulunmasından ve iddete inanmamasından ihtiraz etmiştir. Nitekim bâbın sonunda metinde gelecektir

«Talâk veya fesh için...» Velî bâbında manzum olarak hangi nikâh ayrılmalarının fesh, hangilerinin talâk sayıldığı geçmişdi.

«Bütün sebebleriyle» ifadesinden murad bulûğ ve âzâdlık muhayyerliği ile nikâhın feshedilmesi, kefâet bulunmaması ile, karı-kocadan birinin diğerine mâlik olmasıyla, bazı suretlerde dinden dönmekle, nikâh fâsidden ayrılmakla ve şübheyle cima'dan ayrılmaklanikâhın feshedilmesidir. Lakin sonuncusu fesh değildir. Bu mutlak söze memleketlerinin birbirine zıd olmasıyla, esir edilen kadının nikâhının feshi ve Müslüman yahut zımmî olarak İslâm diyarına hicret eden kadının nikâhının feshi ile itiraz olunur. Zira hamile kalmadıkça bunlardan birine iddet yoktur. Nitekim musannıf babın sonunda söyleyecektir. Şürunbulâliyye sahibi karı-kocanın birbirlerine mâlik olmaları sözünü: "Kadın kocasına mâlik olursa" diye kayıdlamış, bundan kocası karısına mâlik olursa suretini çıkarmak istemiştir. Lâkin Zeylaî yas tutma faslında ve neseb bahsinde buna muhâlif beyanda bulunmuştur. Muhammed Ebussûud ikisinin arasını bularak: "Kocası karısına mâlik olursa kadın onun için iddet beklemez, başkası için olursa bekler. Bir de kadın kocasına mâlik olur da onu âzâd ederek evlenirlerse, ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre bu kadına yine iddet yoktur." demiştir.

Ben derim ki: Bahır'da şu ifade vardır: "Bir kimse cimadan sonra karısını satın alırsa kadına bu adamdan iddet yoktur. Başkası için iddet bekler. Ama kadın iki hayiz görmedikçe onu başka kocaya veremez. Bundan dolayıdır ki, kadını bu iddetin içinde sahibi boşasa talâk vâki olmaz. Çünkü kadın başkası için îddet beklemektedir. Onun için kadın ona milk-i yeminle helâl olur." Tamamı oradadır.

«Öpmesiyle hâsıl olan ayrılma da bundandır ilh...» ifadesi İbn-i Kemâl'in sözünü red içindir. O: "Talâk için yahut fesh veya ref için" diyerek ref kelimesini ziyade etmiş ve şunları söylemiştir: "Bilmiş ol ki nikâh tamam olduktan sonra bize göre feshi taşımaz. İmdi nikâh tamam olmazdan önce bulûğ veya âzâd muhayyerliği yahut kefâet bulunmamak gibi talâksız her ayrılık feshtir. Tamam olduktan sonra ise karı-kocadan birinin diğerine mâlik olması yahut kocasının oğlunun öpmesi gîbi sebeblerle ayrılmalar ref'dir. (Nikâhın hükmünü kaldırmaktır.) Bu fenden nasibi olan bir kimse için bu açıktır. "Nehir sahibi diyor ki:" Bu taksimi mu'temed ulemanın yaptığını görmedik. Söz sahiblerinin söylediği şudur: Taksim ikilidir ve öpmek suretiyle ayrılmak evvelce orz ettiğimiz gibi feshten sayılır."

«Veya hükmen» sözünden murad halvettir. Velev ki fâsid olsun. Nitekim geçmişti ve gelecektir.

«Hepsi râci olduğuna» yani gerek hayızla, gerek aylarla iddet bekleyenlerin hepsine râci olduğuna kesinlikle hükmetmiştir. Bunun mutlaka hükmen cima'a şâmil olduğunu iddia etmek gerekir ki, "veya hükmen" sözüne hâcet kalmasın.

TENBİH: -Kadının kanı kesilir de ilâç sürer ve hayız günlerinde sarı renkte akıntı görürse ulemadan bazıları bununla iddetin bittiğini söylemişlerdir. Nitekim hayız bâbında Sirâç'tan naklen arz etmiştik.

«Çünkü bir hayız parçalanmaz.» sözü üç tam hayzın illetidir. Hatta kadın hayız esnasındaboşanırsa o hayzı dördüncü hayzın bir kısmıyla tamamlaması icab ederdi. Lâkin parçalanmayı kabul etmeyince tamamını nazar-ı itibara ' alırız. Nitekim usül kitablarında beyan edilmiştir. Dürer. Lâkin metinde gelecektir ki, boşandığı hayız sayılmaz. Bunun muktezası iddetin ondan sonraki hayızdan başlamasıdır. Parçalanmamaya münasib olan da budur. Tâ ki üç hayız tam olsun.

METİN

Birinci hayız rahimin boş olduğunu anlamak içindir. İkincisi nikâh haram olmak için, üçüncüsü de hürriyetin fazileti içindir. Sahibi ölen veya kendisini âzad eden Ümmüveledin iddeti de böyledir. Çünkü hamile olmadıkça veya hayızdan kesilmedikçe yahut o kimseye haram olmadıkça Ümmüveledin de hürre gibi firâşı vardır. Sahibi ile kocası ölürler de hangisi önce öldüğü bilinmezse dört ay on gün yahut iki müddetin uzununu iddet bekler. Bahır. Kocasının öldüğü gün hür olup olmadığı tehakkuk etmediği için ona mirâsçı olamaz. Cariye ve müdebbereye cima etmekle iddet yoktur. Zira bunlarla firâş yoktur. Cevhere.

İZAH

«Birinci hayız ilh...» Sözü üç olmasının hikmetini beyandır. Halbuki iddetin meşru olması rahimin boş olduğunu anlamak içindir. Bu ise bir hayızla anlaşılır. Onun için şârih ikinci hayzın hikmetini beyanla hürmet ve itibarını göstermek için olduğunu bildirmiştir. Yani nikâhın eseri gerek hürrede gerekse cariyede bir hayızla sona ermez. Hürrede üçüncü bir hayzın ziyade edilmesi ise onun faziletinden dolayıdır.

«Ümmüveledin iddeti de böyledir.» Yani hayız görenlerdense iddetin tam üç hayız olması hususunda hürre gibidir. Dürer ve diğer kitablar.

«Çünkü hamile olmadıkça...» şayet hamile ise iddeti doğurmakla biter. Bahır. Hayızdan kesilmişse iddeti üç aydır. Bahır. 0 kimseye haram ise iddet lâzım gelmez. Çünkü fırâşı kalmamıştır. Kuhistânî. 0 kimseye haram olmasının sebebleri üçtür: Başkasına nikâhlanmak, başkasının iddetini beklemek ve efendisinin oğlunun öpmesidir. Binaenaleyh efendisinin ölmesiyle veya oğlu öptükten sonra âzâd etmesiyle bu kadına iddet yoktur. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir. Bahır.

«Ümmüvledin de firâşı vardır.» Yani bu firâş ortadan kalkmakla Iddet vâcib olmuştur. Binaenaleyh nikâh iddetine benzer. Bizim burada imamımız Hz. Ömer (R.A.) dır. Çünkü o; "Ümmüveledin iddeti üç hayızdır." demiştir. Hidâye'de de böyledir. Bir de Ümmüveledin firâşı vardır. Efendisi susmakla doğurduğu çocuğun nesebi ondan sâbit olur. Ancak hürrenin firaşından daha zayıftır. Onun için mücerred çocuk benden değildir demekle nesebi nefyedilmiş olur, liana hâcet kalmaz. Derler ki Şemsü'l-eimme hapisten çıkarıldıktan sonra zamanın sultanı Ümmüveledlerini hür olan hizmetçilerine nikâhlamış. Ulema bunu hoşgörmüşler. Fakat Şemsü'l-eimme: "Her hizmetçinin bir hür karısı var. Bu hürre üzerine cariyeyi almaktır." diyerek yapılan işin hata olduğunu söylemiş. Bunun üzerine sultan: "Ben onları azâd eder ve akdi tazelerim." demiş. Ulema bu sözü beğenmişler. Fakat Şemsü'l-eimme bunun da hata olduğunu söyleyerek:

"Azad edildikten sonra bu kadınlara iddet lâzımdır." demiş. Hatta hapsine sebeb budur derler. Hapsolunmasını hâkim teşvik etmiş, talebesi derse gelmekten vazgeçmedikleri için Şemsü'l-eimme'ye kitablarını vermemişler, o da Mebsût'u talebesine ezberden yazdırmış.

«Sahibi ile kocası ölürler de ilh...» Yani sahibi onu âzâd ettikten sonra ölürlerse demek istiyor. Bilmelisin ki bu meselenin üç veçhi vardır.

Birincisi: Sahibi ile kocasının ölümleri arasında iki ay beş günden az olduğu bilinirse bu cariyenin dört ay on gün iddet beklemesi icab eder. Çünkü sahibi evvel öldüyse kocası o hürre olduktan sonra ölmüş demektir. Sahibinin ölümüyle bir şey lâzım gelmez. Vefat iddeti olan dört ay on günü bekler. Evvela kocası ölmüşse kadın cariyedir, iki ay beş gün beklemesi lâzım gelir. Sahibinin ölmesiyle ona bir şey lâzım gelmez. Çünkü kocasının iddetini beklemektedir. Demek ki bir hale göre dört ay on gün, bir hale göre bunun yarısını beklemek lâzım geliyor. Onun için ihtiyatan fazla olanı beklemesi lâzım gelir. İkinci ihtimale göre iddeti intikal etmez. Çünkü ölümde iddetin intikal etmediğini söylemiştik.

İkincisi: Sahibiyle kocasının ölümleri arasında iki ay beş gün veya daha fazla olduğu bilinir. Bu takdirde dört ay on gün bekler. Bu müddette ihtiyatan üç hayız da bulunmalıdır. Çünkü ilk ölen sahibi ise cariyenin iddet beklemesi lâzım gelmez. Zira nikâhlıdır. Kocası öldükten sonra dört ay on gün beklemesi gerekir. Çünkü hürredir. İlk ölen kocası ise iki ay beş gün beklemesi lâzım gelir. Ondan olan iddeti de bitmiştir. Çünkü ikisinin ölümü arasında bu müddet veya daha fazlası tasavvur olunmuştur. Ondan sonra sahibinin ölmesi ile cariyeye üç hayız beklemek vâcib olur. Binaenaleyh ihtiyatan bunların ikisi bir araya getirilir.

Üçüncüsü: Kocası ile efendisinin ölümleri arasında ne kadar vakit geçtiği ve hangisinin evvel öldüğü bilinmez. Bu takdirde İmam'ı Azam'a göre meselenin cevabı birincisi gibidir. İmameyn'e göre ise ikincisi gibidir. Mi'râc ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Bahır. Üçüncünün izahı Bahır'dan naklen Halebi'de zikredilmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Şârihin sözünde bu üç veche işaret vardır. Birinci ile üçüncüye "Dört ay on gün iddet bekler." diyerek işaret etmiş, üçüncüye de "Yahut iki müddetin uzun olanıyla" ifadesiyle işarette bulunmuştur.

«Cariye ve müdebbereye cima etmekle iddet yoktur.» Yani sahibleri ölür veya kendilerini âzâd ederse bil ittifak iddet beklemezler. Bahır. Musannıf: "Ümmüvled de böyledir." sözüyle bundan ihtiraz etmiştir.

METİN

Kezâ şübheyle cima edilen meselâ kocasından başkasının yanına zifaf olunan yahut muvakkat nikâh gibi fâsid nikâhla cima olunan kadının hükmü de ölüm ve ayrılmada böyledir. İki surete birden teallûk eder. Hürre olsun ümmüveled olsun dokuz yaşına varmayan küçük kız yahut hayız dan kesilme çağına varan yaşlı kadın veya yaşça bulûğa ermiş ve hayzını görmemiş kadın hakkında iddet ay başında ise hilâl hesabıyla üç aydır. Değilse günlerledir. Bahır ve diğer kitablar. Hayzını görmemiş kaydıyla temizlik müddeti uzayan genç kadın hariç kalmıştır. Meselâ hayzını görür de sonra temizlik müddeti uzar gider. Böylesi hayızdan kesilme çağına varıncaya kadar hayızla iddet bekler. Cevhere ve diğer kitablar. Vehbâniyye şerhinde bunun iddeti dokuz ayda biter denilmesi garip olup bütün rivâyetlere muhâliftir. Onunla fetva verilmez. Nasıl verilsin ki Hulasa'nın nikâh bahsinde şöyle denilmektedir: "Bir Hanefiye filan meselede İmam şâflî'nin mezhebi nedir denilse, Ebû Hanife şöyle demiştir şeklinde cevap vermesi icab eder.

Evet, Mâlikî bir hâkim bununla hüküm verirse geçerli olur. Nitekim Bahır ve Nehir'de bildirilmiştir. Bunu üstadımız Hayreddin-ı Remlî tenkidden salim bir şekilde nazma çekerek şöyle demiştir: "Temizlik müddeti uzun süren kadın için Mâlikî bir hâkim dokuz ay iddet takdir ederse yeter. Ondan sonra bozmaya yol yoktur. Böyle denilir. Tenkid ve itiraz yapılmaz." Hayzı uzayan kadına gelince: Fethü'l-Kadir'in hayız bâbında beyan edildiği gibi müftâbih kavil onun temizlik müddetini iki ayla takdir etmektir. Böylece altı ay temizlik müddeti, ihtiyat'ûn bir ay da üç hayız müddeti olmuş olur.

İZAH

«Kezâ şübheyle cima edilen yani gerek şübheyle cima edilenin, gerekse fâsid nikâhla cima edilenin iddetleri üç hayızdır. Musannıf bu meseleyi bir daha tekrarlayacaktır. Biz de onun üzerinde o zaman söz edeceğiz.

LATİFE: -Mebsût'ta hikâye edildiğine göre bir adam iki oğluna iki kız nikâhlamış. Ama kadınlar yanlışlıkla bir kardeşin karısını öteki kardeşin yanına zifaf etmişler. Ulemaya soruldukta: Gelinler zifaf edildikleri şahısların yanından alınarak iddet beklerler ve sonra kocalarına verilirler, şeklinde cevap vermişler. Ebû Hanife (R.A.) ise: "Her biri cima'da bulunduğu gelinden razı ise karısını boşar, cima ettiği ile nikâhlanır ve derhal onunla zifaf olur. Çünkü iddetin sahibi odur." demiş. Bunun üzerine damadlar onun dediğini yapmış, ulema da onun cevabına dönmüşler.

«Ölüm ve ayrılmada böyledir.» Ölüm iddeti vâcib olmaması şundandır: Ölüm iddeti ancak ölünceye kadar beraber yaşadığı kocasına üzüldüğünü göstermek için vâcib olmuştur. Burada ise karı-kocalık yoktur. Bahır.

«İki surete birden teallûk eder» Yani ölüm ve ayrılmada ifadesi hem şübhe ile cima hem de nikâh-ı fâsid suretlerine bağlıdır.

«Hürre olsun ümmüveled olsun.» Musannıf burada iddet nev'ilerinin ikincisine başlıyor ki, o da aylarla iddet beklemektir. Aylarla beklemek hususunda hürre ile ümmüveled arasında fark yoktur. Görülecektir ki, bunların her ikisi üç ay iddet beklerler. Yalnız bu sahibi ölen veya kendisini âzâd eden ümmüveled hakkındadır. Şayet nikâhlı olursa onun iddeti gerek ölümde gerekse talâkda hayız görsün görmesin hürre iddetinin yarısıdır. Nitekim gelecektir. Sonra ümmüveled ancak büyük olur. Musannıfın "küçük kız için" sözü hürreye mahsustur. "Yaşlı kadın" tâbiri her ikisine şâmildir. Nitekim âşikârdır.

«Dokuz yaşına varmayan...» Bazıları: Yedi yaşına varmayan küçük kız demişlerdir. Fetih'de birinci kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Bu bir kızın bulûğa erebileceği en az yaşı beyandır. Şârihin bununla kayıdlaması Fetih, Bahır ve Nehir'e uyarak olmuştur. Bundan dokuz yaşını geçip de yaşla bulûğa ermeyen kızın hükmü anlaşılmamaktadır. Böylesine mürâhika derler. Fetih'de zikredildiğine göre onun iddeti dahi üç aydır. Şârih küçük kız sözünü mutlak bırakarak yaşça bâliğ olmayan diye tefsir etse mürâhikaya ve daha küçük yaşta olana şâmil olurdu. Ama şöyle denilebilir: Onun muradı kasden mürâhikayı çıkarmaktır. Çünkü Bahır sahibi: "İmam Fazlı'dan rivâyet edildiğine göre küçük kız mürâhik ise iddeti ayarla geçmez. O cima'dan gebe kalıp kalmadığı anlaşılıncaya kadar durulur. Gebe kaldığı anlaşılırsa doğurmakla iddeti biter. Aksi takdirde iddetini aylarla bekler. Fetih sahibi diyor ki: "Durulup beklendiği zaman onun iddetinden sayılır. Çünkü bu onun hali anlaşılsın diye idi. Gebelik zuhur etmeyince iddetinden sayılır." demiştir.

Ben derim ki: Yani gebe olmadığı anlaşılınca geçen üç ayla iddetinin bittiğine hükmolunur. Ondan sonraki bekleme hükümsüz kalır. Hatta o zaman evlenirse akdi sahih olur. Fethü'l-Kadir'in nafakalar bahsînde şu fer'î mesele vardır: "Hulâsa'da beyan edildiğine göre küçük kızın iddeti üç aydır. Meğerki mürâhika olsun. Bu takdirde rahminin boş olduğu anlaşılmadıkça ona nafaka verir. Muhît'ta böyle denilmiştir. Yani hilâf zikredilmeksizin beyan edilmiştir ki güzeldir." Fetih'in sözü burada sona erer. Lâkîn bu fetvayı ihtiyaten akidden önce vermek gerekir. Yani beklemeden akdi yapmamalı. Fakat ulema gebeliğin anlaşılacağı bekleme müddetinîn ne kadar olacağını söylememişlerdir. Hâmidiyye'de Bezzâziye'nin satışlar bahsinden naklen bildirildiğine göre bir rivayette carîyeyi satın aldıktan dört ay on gün geçmişse o kimsenin gebelik dâvâsı tasdîk edilir. Daha az geçmişse tasdik edilmez. Diğer bir rivâyette iki ay beş gün geçmiçse tasdik edilîr. Halk bununla amel ederler. Hâmîdiyye sahibi bu son söze göre hareket etmiştir, ama söz götürür. Çünkü bizim meselemizde murad üç ay geçtikten sonra durup beklemekdi. Binaenaleyh birinci rivâyetleamel evlâdır. Dört ay on gün geçer de gebelik zuhur etmezse, anlaşılır ki üç ay geçmekte îddet bitmîştir.

«Hayızdan kesilme çağı» nın takdiri metinde gelecektir. Bu hususta sözün tamamı da orada görülecektîr.

«Yaşca bulûğa ermîşse» yani on beş yaşına varmışsa demektir. Bunu Nihâye'den naklen Tahtâvî söylemiştîr. Bu müddetten önce menîsi gelmek suretiyle bulûğa eren de bunun gibidir.

«Hayzını görmemiş» sözü hiç hayız görmeyene ve hayzını görüp de müddeti tamam olmadan kesilene şamildir. Bahır'da Tatarhânîyye'den naklen şöyle denîlmîştir: "Kız bülûğa ererek bîr gün kan görür de sonra kesilir ve aradan bir sene geçerse bundan sonra kocası onu boşadığında aylarla iddet bekler." Sârihin Bahır'dan naklen zikredeceğîne göre otuz yaşına varır da hâlâ hayız görmezse hayızdan kesildiğîne hükmolunur. Beyanı ileride gelecektir.

«Değilse günlerledir.» Muhît'ta şöyle denilmiştir: "Talâk ve ölüm iddetî ay başına rastlarsa aylar hilâl itibariyle sayılır. Velev kî sayıca noksan olsun. Ayın ortasına rastlarsa aylar hilâl itibarîyle sayılır. Velev ki sayıca noksan olsun. Ayın ortasına rastlarsa imamı Azam'a göre günlerle itibar edilir ve talâkda doksan gün, ölümde yüz otuz gün iddet bekler. İmameyn'e göre ise birincinin noksanını sonuncudan tamamlar. İkisinin arasını hilâl hesabıyla İtibar eder. İlâ ve fülanla konuşmayacağım diye yemin müddeti dört aydır. İcare müddeti ayın ortasında ise bir senedir. Ay içinde doğan bir kimsenin yaşı ile ay İçinde oruca başlayan kimsenin oruç keffâreti bu hilâfa göredir." Müctebâ'dan naklen arzetmiştik ki, innînin te'cili ay ortasında ise bil ittifak günlerle mu'teberdir. Bahır. Bahır sahibi bundan sonra şöyle demiştir: "Suğra'da beyan edildiğine göre iddetin günlerle itibar edilmesi bil ittifaktır. Hilâf yalnız icarededir. Kuhistânî bunu müşkil görmüş, Muhît. Hâniyye, Mebsût ve diğer kitablarda birincinin zikredildiğini söylemiştir."

«Hayzını görür de» meselâ üç gün hayız görür de sonra temizlik müddeti uzarsa demek istiyor ki, bu bir sene veya daha fazla olabilir. Bahır.

«Dokuz ayda biter.» Bunun altı ayı hayızdan kesilme müddeti, üç ayı da iddet içindir, denilmiştir. Üstadlarımızın üstadı Sâihânî'nin el yazısıyla gördüm ki, Mâlikîlerce mu'temed olan kavle göre iddet bitmek için mutlaka tam bir sene lâzımdır. Bunun dokuz ayı hayızdan kesilme müddetî için, üç ayı da iddetin bitmesi içindir.

Ben derim ki: Onun için Mecma'da sene tâbiri kullanılmıştır.

«Onunla fetva verilmez.» İtiraz bu kavil Mâlik'indir diye yapılmaktadır. Taklid telfik yapılmamak şartıyla câizdîr. Nitekim Hasan-ı Şürunbulâlî bunu bir risalede beyan etmiştir. Hatta telfikle bile câizdir. Nitekîm Molla İbn-i Ferruh bunu bir risalede beyan etmiştîr.

«Ben derim ki: İbn-i Ferruh'un sözünü Seyyidî Abdülgânî hususi bir risalede reddetmiştir. Taklid şartını haiz oldukta câizse de kendisi amel etmek icindir. Başkasına fetva veren için câîz değildîr. Binaenaleyh kendi mezhebinde tercih edilmeyen bir kavilde fetva verilemez. Çünkü şarih Resmü'l-Müftî'de şöyle demişdi: "Şeyh Kâsım'ın sahîh kabul ettiği kavil hakkında söylediklerinin hâsılı şudur: Müftü iIe hâkim arasında fark yoktur. Şu kadar var ki müftü bir hükmü haber verir. Hâkim îse o hükmü ilzam eder. Terkedilmiş bir kaville hüküm ve fetva vermek cehalettir, icma'a karşı gelmektir. Müleffak (karma) hüküm bil ittifak bâtıldır. Amel ettikten sonra taklidden dönmek de bil ittifak bâtıldır IIh..." Bunun üzerine biz de orada söz etmiştik.

«Ebû Hanife şöyle demiştir, şeklinde ilh.,.» Bu ifade bazı usulü fıkıh ulemasının: "Daha iyisi varken terk edilen kavil taklid câiz değildir." sözüne mebnîdir. Yine bu söze binaen: "Bîr kimsenin mezhebinî doğru ama hataya İhtimalli olduğuna, başkasının mezhebinin hata fakat doğruya ihtimalli olduğuna itikad etmesi vâcibdir. Bir hüküm sorulursa ona ancak kendince doğru olan cevabı verir. Başkasının mezhebiyle cevap vermesi câiz olmaz." demişlerdir. Biz kitabın başında bu husustaki sözün tamamını arz etmiştik.

«Mâliki bir hâkim bununla hüküm verirse geçerli olur.» Çünkü ictihad götüren bir yerdir. Bütün bunlar Bezzaziye'nin ifadesine reddiyedir. Allâme diyor ki: "Bizim zamanımızda fetva Mâlik'in kavline, bir de Câmiu'l-Fûsuleyn'in ifadesine göredir. Orada: "Kadının dokuz ay geçtikten sonra iddetinin bittiğine bir hâkim hükmederse geçerli olur." denilmektedir. Çünkü mu'temed kavle göre hâkim kendi mezhebinden başkasıyla hüküm veremez. Bahusus zamanımızın hâkimleri bunu yapamazlar.

«Ondan sonra bozmaya yol yoktur.» Yani Mâlikî hâkimin bu mikdarla hüküm vermesinden sonra Hanefî bir hâkim onun hükmünü bozamaz. Çünkü bu ictihad götürür bir fasıldır. Onun hükmü hilâfı kaldırır. H. Bazı nüshalarda Mâlikî hâkim ikrar olunur denilmiştir. Lâkin biliyorsun ki Mâlikîlerce mu'temed olan kavîl müddetin bir seneyle takdiridir. Bunu Bahır sahibi dahi Mâlik'e nisbet eden Mecma'dan nakletmiştir.

«Böyle denilir.» Yani tenkid ve itirazdan hali olan bu söz gibi söylemek gerekir. Bazılarının dediği gibi: "Bununla zarurette fetva verilir." dememelidir. H.

Ben derim ki: Lâkin bu söz Mâlikî bir hâkimin hüküm vermesi veya hakem kılınması mümkün olan yerde zâhirdir. Fakat hüküm verecek Mâlikî bulunmayan yerlerde zaruret tahakkuk etmiştir. Bezzâziye ile Câmîu'l-Fûsuleyn'den yukarıda nakledilenin vechi de buydu. Binaenaleyh Nehir sahibinin: "Hüküm verecek bir Mâlikînin huzurunda dâvâ imkânı varken bizim itikadımızca onun mezhebi hatadır amma doğruya ihtimali vardır, diye fetva vermeyebir sebeb yoktur." sözü vârid değildir. Onun içîndir ki Zâhidî: "Bazı ulemamız zaruretten dolayı bu meselede İmam Mâlik'in kavliyle fetva verirlerdi." demiştir. Sonra gördüm ki, benim bahsettîğimi aynen Miskîn hâşiyecisi Hamevî'den naklen zikretmiştir. Bu meselenin bîr eşi kaybolan kimsenin karısı bahsinde gelecektir. Orada şöyle denilmiştir: "îmam Mâlik'in kavliyle fetva verilir ve kadın dört sene geçtikten sonra vefat iddeti bekler denilir.

"Hayzı uzayan kadına gelince..." Evlâ olan burada kan görmesi yahut istihazası uzun süren demekdi. Bundan murad âdetini unutan mütehayyire (şaşırmış kadın) dır. Fakat kanı devam eder de kadın âdetini bilirse âdetine döner. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.

"Müftâbih kavil ilh..." İfadesinin hâsılı şudur: Bu kadının iddeti yedi ayla biter. Üç ayla biteceğini söyleyenler de olmuştur.

METİN

Bunların hepsinde kadının cima edilmiş olması şarttır. Velev ki halvet gibi hükmen olsun. Velev ki halveti fâside olsun. Nitekim geçmişti. Erkek memede bile olsa iddet vâcibdir, mehir vâcib olmaz. Kınye. Ölüm için iddet ay başında ise sahih nikâhın ölünceye kadar devamı şartıyla mutlak surette dört ay on gündür. Yani cima edilsin edilmesin, velev kadın küçük yahut kitabîyye olsun fark etmez. Yeter ki köle bile olsa bir Müslümanın nikâhında bulunsun. Bundan yalnız hamile hariç kalır. Ben derim ki: Musannıfın sözü emzikli kadın gibi temizlik müddeti uzayana da şamildir. Bu fetva vakasıdır. Ama şimdiye kadın onu bir yerde görmedim. Sen araştır.

İZAH

"Bunların hepsinde" Yani yukarıda geçen bütün hayızla iddet ve aylarla iddet meselelerinde cima edilmiş olmak kaydı şarttır.

"Velev ki "halvet-i fâside olsun." Sözü mutlaktır. Binaenaleyh halvetin fesadı hissî veya şer'î bir mâniden ileri gelme hallerine şâmildir. Hak olan budur.

"Nitekim geçmişti." Yani mehir bâbında geçmişti. Bu bâbta geçmemiştir. Zira bu bâbta geçen halvetin sahih kaydıyla kayıdlanmasıdır. T.

"Erkek memede bile olsa ilh..." Sözünde müsamaha vardır. Çünkü sözümüz cima edilen kadın hakkındadır. Meme emen çocuktan karısı ile cima tesavvur edilemez. Onun için evlâ olan: "Velev ki mürâhik olmasın." demekti. Kınye'nin ibâresi: "Sabi-i mürâhik olan kocasının cima etmesiyle iddet vâcib olur." şeklindedir. Cürcânî'nin Âhâd'ında: "Ebû Hanife'yle Ebû Yusuf'un kavline göre mehir ve iddet sahibinin cima'ıyla vâcib olurlar. İmam Muhammed'in kavline göre ise iddet vâcib olur, mehir vâcib olmaz." denilmektedir. Cürcânî bundan sonra şunları söylemiştir: "îmamlar arasında hilâf yoktur. Çünkü Şeyhayn gebe bırakması tesavvur olunan mürâhik hakkında, İmam Muhammed ise tesavvur olunmayan hakkında cevapvermişlerdir. Çünkü İmam Muhammed onu çocuğun parmağının hükmünde zikretmiştir." Bahır'da bundan önce bildirildiğine göre ulema çocuğun halveti fâsid olduğunu, fakat çocuğun halvetine de şamil olan halvet-i fâside ile iddet lâzım geldiğini, nikâh-ı fâsid ile cima ederse iddet vâcib olacağını açıklamışlardır. Sahihi ile vâcib olması Ise evleviyette kalır. Bundan sonra Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hâsılı sahih ve fâsid nikâhlarda, şübheyle cimada, ölümde, talâkda ve ayrılmada, çocuk doğurmada sabi bulûğa ermiş gibidir. Nitekim gizli değildir. Bellenmelidir." Sabinin karısı ermiş gibidir. Nitekim gizli değildir. Bellenmelidir." Sabinin karısı çocuk doğurursa iddetinin ne olacağı meselesi az ileride gelecektir. Cima'dan sonra iddet beklemesini icab eden talâkın sureti kocası zimmî olup karısının Müslümanlığı kabul etmesi, velîsinin de çocuğun Müslüman olmasına karşı gelmesidir. Yahut küçük olduğu halde kadınla halvette bulunması ve kadını büyüdükten sonra boşamasıdır. Ayırmanın sureti de kadına fâsid akidle cimada bulunmasıdır.

"Ölüm için îddet..." Bundan murad hür kadının kocasının ölmesidir. Cariyenin hükmü biraz sonra gelecektir.

"Sahih nikâhın ölünceye kadar devamı şartıyla..." Çünkü fâsid nikâhda iddet gerek ölüm gerek başkası için olsun üç hayızdır. Nitekim yukarıda geçti. Bahır sahibi diyor ki: "Onun için demiştik ki, mükâteb karısını satın alır da sonra ödeyerek ölürse vefat iddeti vâcib olmaz. Onunla cima'da bulunmadıysa hiç iddet lâzım değildir. Bulundu da kadın ondan doğurduysa iki hayız iddet bekler. Çünkü ölümden önce nikâh fâsid olmuştur. Ödeyecek mal bırakmazsa kadın vefat iddeti olarak iki ay beş gün bekler. Çünkü karı koca ikisi de sahiblerinin memlûkudur. Nitekim Hâniyye'de belirtilmiştir."

"Dört ay on gündür." Tabii ki geceleri ile beraberdir. Nitekim Müctebâ'da açıklanmıştır. Gurarü'l-Ezkâr'da: "Yani beşinci aydan günleriyle beraber on gecedir. Evzâî'den nakledildiğine göre burada on gece mukadderdir." Kadın onuncu gün evlenebilir.

Biz deriz ki: "Günlerle gecelerin hepsinin lafzan veya takdiren cem sîgasıyla zikredilmesi istikranın hizasına geleni dahil olmasını gerektirir." denilmiştir. Bunun bir misli de Fetih'dedir. Evzâî'den nakli geçen ifadeyî Hâniyye sahibi İbnü'I-Fadl'a nisbet etmiş ve: "Bu daha ihtiyattır. Çünkü bir gece fazlalığı vardır." demiştir. Yani fecir doğmazdan önce ölse onuncu günden sonra mutlaka bir gecenin geçmesi lâzımdır demek istemiştir. Umumun sözüne göre ise güneşin batmasıyla biter. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Ama söz götürür. Bilâkis umumun sözüne müsavîdir. Biliyorsun ki takdir on gün on geceyledir. Güneş battıktan sonra öldüğü farzedilirse umumun kavlinden azalır bile. Binaenaleyh ihtiyat Evzâî'nin değil umumun kavlindedir.

"Velev kadın küçük" Diyeceğine evlâ olan "velev ki büyük olsun" demekdi. Çünkü muradölüm iddetinin dört ay on gün olmasıdır. Velev ki kadın hayız görenlerden olsun. Aylarla hesap edilenlerden olursa evleviyette kalır.

"Köle bile olsa" Yani hürrenin kocası köle bile olsa demektir.

"Bir Müslümanın nikâhında bulunsun." Kâfirin nikâhında bulunursa dinlerinde iddet yoksa iddet beklemez. Nitekim bunu musannıf söyleyecektir.

"Bundan yalnız hamile hariç kalır." Çünkü hamilenin ölüm için iddeti çocuğunu doğurmasıdır. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bu karısı hamile iken kocası öldüğüne göredir. Kocası öldükten sonra iddet içinde hamile kalırsa sahih kavle göre değişmez. Nitekim yakında gelecektir.

"Temizlik müddeti uzayana da şâmildir ilh..." Zâhire bakılırsa bu me-selenin yeri temizlik müddeti uzayan genç kadın meselesidir. Yani talâk için aylarla değil de hayızla iddet beklemesi hususunda bu onun gibidir. Burada onun zikrine yer yoktur. Çünkü kan gören kadın ölüm için dört ay on gün bekler. Kan görmeyen ise aylarla bekler. Hayızlarla beklemiyeceği evleviyette kalır. Çünkü hayzın vefat iddetinde tesiri yoktur. Bir de "Bundan yalnız hamile hariç kalır." sözü bu hususta açıktır. Sonra gördüm ki Rahmetî bunun bir kısmını ifade etmiş. Biz evvelce Sirâc'dan naklen şârihin bahsettiklerini anlatan sözler arz etmiştik ki şunlardır: Emzikli bir kadın ilaçla hayız görse hayız günlerinde sarı renkli akıntıyı gördümü onunla iddet biter. Bu gösterir ki, emzikli kadının hayız görmesi mutlaka lâzımdır. Velev ki ilâç kullanmakla olsun. Bundan daha açığı Müctebâ'nın şu sözüdür: "Ulemamızın söylediklerine göre boşanan bir kadının hayzı ârızî yahut başka bir sebeble gecikirse ya hayzını görünceye yahut hayızdan kesilme çağına ulaşıncaya kadar iddetli kalır."

METİN

Hayız gören cariye hakkında talâk veya fesh için îddet iki hayızdır. Zira hayız parçalanmayı kabul etmez. Hayız görmeyen veya kocası ölen cariye hakkında talâk veya fesh için iddet hürrenin yarısıdır. Çünkü yarılanmayı kabul eder. Hamile hakkında mutlak surette velev cariye yahut kitabîyye veya zinâdan doğma olsun -meselâ zînâdan gebe kalan bir kadın evlenir de kocası onunla cimada bulunduktan sonra ölür veya onu boşarsa doğurmakla iddeti biter. Cevahiru'l-Fetâvâ- Karnındakinin hepsini doğurmasıdır. Çünkü hamil bütün karnındakinin adıdır. Bahır'da: "Çocuğun ekserisinin çıkması bütününün çıkması gibidir." denilmiştir.

İZAH

"Cariye hakkında" Sözü mutlaktır. Binaenaleyh İmam-ı Azam'a göre hâlis cariye olan karısına, ümmüvelede, müdebbereye, mükâtebeye ve çalıştırılan cariyeye şâmildir. Cariye hakkında cima kaydı mutlaka lâzımdır. Bundan yalnız kocası ölen müstesnadır. Bahır. Karısıdiye kayıdlaması milk-i yeminle cima edilirse iddet lâzım gelmeyeceği içindir. Yalnız ümmüveled olup efendisi ölür veya âzâd ederse onun iddeti üç hayızdır. Nitekim yukarıda geçti.

"Zira hayız parçalanmayı kabul etmez." Yani kölelik yarılayıcıdır. Bunun muktezası cariyeye bir buçuk hayız iddet lâzım gelmesidir. Lâkin hayız bölünmeyi kabul etmediğinden iki hayız beklemesi icab eder.

"Talâk yeya fesh içîn..." Veya nikâh-ı fâsid veya şübheyle cima için iddet hürrenin yarısı kadardır. Yani talâk ve benzerlerinde "bir buçuk ay ölümde iki ay beş gündür.

"Hamile hakkında" Yani nikâhtan ise velev ki fâsid nikâhtan olsun ço- cuğunu doğurmasıdır, Zinâdan hamile kalan kadına ise asla iddet yoktur Bahır.

"Mutlak surette" Yani iddet ister talâktan, ister ölümden ve ister birbirlerini bırakmaktan ister şübheyle cimadan lâzım gelsin fark etmez. Nehir.

"Velev cariye" Yani nikâhlı kadın ister hâlis cariye, ister müdebbere veya mükâtebe yahut ümmüveled yahut çalıştırılan cariye olsun fark etmez. Bunu Tahtâvî Hindiyye'den nakletmiştir. Nikâhlının benzeri sahibi ölen veya kendisini âzâd eden ümmüveleddir. Nitekim Hâkim'in Kâfîsi'nde belirtilmiştir.

"Yahut kitabiyye olsun." Burada yukardaki gibi Müslümanın nikâhında dememiştir. Çünkü burada Müslümanın nikâhında olmakla zımmînin nikâhı altında olması arasında fark yoktur. Nitekim metinde gelecektir.

"Veya zinâdan doğma olsun ilh..." Hamlin iddette olması da bunun gibidir. Nitekim Kuhistâni ile Dürr-ü Müntekâ'da beyan olunmuştur. Zâhidî'nin Hâvîsi'nde şöyle denilmektedir: "İddet bekleyen kadın hamile kalır da doğurursa iddeti onunla biter. İddeti boşayandan olsun, zinâdan olsun fark etmez. Ondan bir rivâyete göre de zinâdansa doğurmakla iddeti bitmez. Gebeliği fâsid nikâhtan ise birbirlerini bıraktıktan sonra doğurduğu takdirde doğurmakla iddeti biter. Terk etmeden önce ise bitmez." Lâkin az ileride geleceği vecihle sabi olan kocası öldükten sonra hamile kalan kadın ölüm iddeti bekleyecektir. Şu halde "İddet bekleyen kadın hamile kalırsa" sözünden murad talâk iddeti bekleyen kadındır. Buna karine sözün bundan sonrasıdır. Sonra Nehir'de aşağıda gelen mirâs kaçıran meselesinde gördüm ki şöyle denilmiş: "Bilmiş ol iddet bekleyen kadın iddeti içinde hamile kalırsa Kerhî'nin söylediğine göre onun iddeti çocuğunu doğurmasıdır. Kerhî tafsilât vermemiştir. İmam Muhammed'in söylediğine göre bu talâk iddetindedir. Vefat iddetinde ise hamille değişmez. Sahih kavil budur. Bedâyı'da böyle denilmiştir." Şübheyle cimadan dolayı iddet bekleyen kadın iddet içinde gebe kalır da sonra doğurursa iddeti biter." Yine Bahır'da Hâniyye'den naklen: "Kocası ölen bir kadın ölümden itibaren iki seneden fazlada doğurursa doğumdanaltı ay veya daha ziyade önce iddeti geçtiğine hükmolunur ve sanki bu kadın iddeti bittikten sonra başka bir kocaya varmış da ondan gebe kalmış gibi tutulur." denilmiştir.

"Meselâ zinâdan gebe kalan bir kadın evlenirse ilh..." İfadesi gösteriyor ki, iddet zinâ için lâzım gelmez. Zira zinâdan hamile kalana aslâ iddet olmadığını evvelce görmüştük. İddet ancak kocanın ölümü veya boşaması sebebiyle vâcih olur. Rahmeti diyor, ki: "Hamlin zinâdan olduğu kadının akidden itibaren altı ay geçmeden doğurmasıyla bilinir."

"Cimada bulunduktan sonra" Sözü kocası ölmeyenin kaydıdır. Zira yukarıda geçmişti ki, ölüm iddeti için cima şart değildir. Kadına zifaf ya halvetle yahut haram olmakla beraber cimayladır. Zira zinâdan gebe kalan kadının nikâhı câiz ise de cima'ı helâl değildir. Rahmeti. Bu meseleyi Bahır sahibi Bedâyı'dan cima Kaydı olmaksızın nakletmişlerdir.

"Doğurmakla iddeti biter." Yani müddet takdiri yoktur. İster talâktan sonra doğursun ister ölümden bir gün veya bir günden daha az sonra doğursun fark etmez. Cevhere. Hamilden, murad bazı uzuvları veya bütün âzâsı belli olan çocuktur. Bazısı belli olmazsa iddet geçmez. Çünkü hamil değişen menînin adıdır. Kan pıhtısı veya et parçası olmakla değişmez. Yüzde yüz değişmiş olduğu ancak bazı uzuvlarının belli olmasıyla bilinir. Bunu Muhît'ten Bahır sahibi nakletmiştir. Yine Bahır'da belirtildiğine göre azânın belli olması ancak yüz yirmi günde olur. Yine Bahır'da Müctebâ'dan naklen: "Bazı uzuvları belli olan çocukta muteber olan müddet dört aydır. Uzuvlarının tam yaratılması altı ayda olur." denilmiştir. Hayız bâbında Bahır sahibinin bunu müşkil saydığını ve: "Müşahedeyle bilinen, âzânın dört aydan önce meydana gelmesidir. Zâhire bakılırsa murad can verilmesidir. Çünkü daha önce bu olmaz." dediğini ve meselenin tamamını arz etmiştik.

"Çünkü hamil ilh..." İfadesi bütün kelimesini takdir için illettir. Kadın doğurur da karnında bir çocuk daha kalırsa iddeti kalanın doğması ile biter. Bazı uzuvları belli olan bir çocuk düşürürse onunla iddeti biter. Çünkü düşen çocuktur. Uzuvları belli olmamışsa iddeti bitmez.

"Çocuğun ekserisinin çıkması bütününün çıkması gibidir." Bu söz

"Karnındakinin hepsini doğurmasıdır" ifadesine aykırıdır. Meğerki hepsini kelimesinden bütün cüzler değil de bütün ferdler kasdedilmiş olsun. Burada şöyle denilebilir: "Ancak kadının kocalara helâl olması hususunda müstesnadır." sözü çocuğun ekserisinin çıkmasıyla iddetinin bitmemesini iktiza eder. Yine burada şöyle denilebilir: İddeti bitmemiş olsa çocuğun kalan kısmı çıkmadan kadına ric'at sahih olurdu. Şu halde murad bir vecihten iddet biter, bir vecihten bitmez demek olur. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: "Hâruniyat'ta beyan edildiğine göre çocuğun ekserisi çıkarsa ric'at sahih olmaz. Ama kadın kocalara helâl olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ekserisinin çıkması ric'atın kesilmesihakkında ihtiyatan bütünü hükmünde tutulmuştur. Kocalara helâl olması hakkında ihtiyatan bütünü hakkında sayılmamıştır."

METİN

Bu bütün hükümler hakkında böyledir. Ancak kocalara helâl olması hakkında ihtiyatan ekserisinin çıkması bütünü yerini tutmaz. Başın çıkmasına itibar yoktur. Velev ki az kısmıyla beraber olsun. Binaenaleyh başı kesmekle kısas yoktur. Talâk-ı bâinle boşanan kadının doğurduğu çocuğun başı iki seneden azda, geri kalan uzuvları iki seneden fazlada çıkarsa nesebi sâbit olmaz. Kadının ölen kocası mürâhik olmamış küçük çocuk dahi olsa, onun ölümünden itibaren yarım seneden azda doğurursa esah kavle göre doğurmakla iddet biter. Çünkü hamileler âyeti umumîdir. Sabi öldükten sonra hamile kalan ve yarım senede veya daha fazlada doğuran hakkında bil ittifak ölüm iddeti vardır. Çünkü ölüm anında hamilelik yoktur. Her iki halinde de neseb sâbit olmaz. Çünkü sahibinin menîsi yoktur. Evet, mürâhik sabiden ihtiyatan nesebin sâbit olması gerekir. Çocuk kadının karnında ölürse dışarı çıkıncaya kadar yahut kadın hayızdan kesilme haddine varıncaya kadar iddetinin kalması gerekir. Nehir.

İZAH

"Bu bütün hükümler hakkında böyledir." Yani ric'atın kesilmesinde ko-dının doğurmasına muallak talâk veya âzadlığın vukuunda ve kadının nifâslı olmasında böyledir. Sözün mutlak olması bunu gerektirir.

"Velev ki az kısmıyla beraber olsun." Bazı nüshalarda az kısmıyla beraber dahi muteber değildir, denilmiştir ki doğurusu da odur. Bahır'ın ibâresi: "Yalnız başın çıkması yahut bedenin az kısmıyla birlikte çıkması muteber değildir." şeklindedir. Bu cümleden önce Bahır sahibi Nevâdir'den naklen bedeni; budlardan omuzlara kadar olan kısımdır, diye tefsir etmiş. Yalnız başla ve yalnız ayaklarla beden sayılmayacağını söylemiştir.

"Başı kesmekle kısas yoktur." Ama diyet vardır. Bahır.

"Nesebi sâbit olmaz." Nesebinin sâbit olması için başıyla bedeninin yarısı iki seneden azda çıkmalıdır. Bahır.

"Mürâhik olmamış" Yani on iki yaşına varmamış demektir. Kuhistânî.

"Esah kavle göre" ifadesinin mukabili İmam Ebû Yusuf'tan şazz olarak rivâyet edilen ölüm iddeti bekler sözüdür. Nehir.

"Her iki halinde" Yani çocuğun ölümünün her iki halinde yahut hamileliğin çocuğun ölümünde bulunup bulunmaması hallerinde demektir.

"Çünkü sabinin menîsi yoktur." Binaenaleyh ondan gebe kalması ta-savvur olunamaz. Doğulu bir adamın batılı bir kadından çocuğunun nesebi sâbit olması akid gebelik yerinetutulduğu içindir. Çünkü hakikaten tasavvur edilebilir. Sabî bunun hilâfınadır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.

"Evet ilh..." Burada Feth'in ibâresi şöyledir: "Sonra bu çocuğun mürâhik olmaması icab eder. Mürâhik olursa ondan nesebin sâbit olması gerekir. Meğerki akidden itibaren altı aydan azda doğurmak suretiyle mümkün olmasın." Bahır sahibi: "Onun için Hâkim-i Şehid Kâfî'de bu meseleyi çocuk süt emerse diye tasvir etmiştir." diyerek teyidde bulunmuştur. Şübhesizki rivâyetin mefhumu mu'teberdir.

"Hayızdan kesilme haddine varıncaya kadar iddetinin kalması gerekir." Yani o zaman kadın aylarla iddet bekler. Burada şöyle denilebilir: Bu söz Teâlâ Hazretlerinin: "Hamilelerin iddeti çocuk doğurmakla biter."âyet-i kerîmesine aykırıdır. H.

Ben derim ki: Şeyh Hayreddin'in Bahır hâşiyesinde şöyle denilmektedir: "Çocuk varken iddet bitmiştir demenin bir mânâsı yoktur. Çünkü rahim çocukla meşguldür." Şâfiîlerin kitablarında böyle denilmiştir. Remlî Minhâc şerhinde şunları söylemiştir: "Çocuk ölür de dört seneden fazla ana karnında kalırsa onu doğurmadıkça iddet bitmez. Çünkü âyet umumîdir. Nitekim pederim de bununla fetva vermiştir. Kadının bundan zarar görmesine bakılmaz." İbn-i Kâsım da şerhü'l-Menhec hâşiyesinde şöyle demiştir: "Üstadımız Tablâvî diyor ki: Zamanınız uleması iddetin bitmesi çocuğun çıkmasına bağlıdır diye fetva verdiler. Ben diyorum ki: Çıkacağından ümid kesilirse bağlı değildir. Çünkü kadın kocaya varmaktan men edilmekle zarar görecektir. Bizim kaidelerimizde Şâfiîlerin sözünü def eden bir şey yoktur. Bunu bil! Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bununla anlaşılıyor ki, "Hayızdan kesilme haddine varıncaya kadar" sözünden murad çocuğun çıkmasından ümidi kesmektir. Acaba bundan hamilelik müddetinin sonu mu kasdediliyor -ki Şafiîlere göre dört, bize göre iki senedir- yoksa bundan daha umumî bir mânâ mı murad edilmektedir? İkisine de ihtimal vardır. Cemaatın kavliyle amel gerekir. Çünkü bu kavil âyetin sarahatına uymaktadır.

METİN

Mirâs kaçıranın karısı hakkında talâk-ı bain için iddet -şayet kadın iddet beklerken kocası ölürse- ihtiyatan vefat iddetiyle talâk iddetinin uzun olanıdır. Meselâ ölümden itibaren dört ay on gün bekler. Bunun içinde talâktan itibaren üç hayız da vardır. Şümunnî. Ama bu ifadede kusur vardır. Çünkü kadın bu muddet zarfında hayız görmezse ondan sonra üç hayız iddet bekler. Hatta temizlik müddeti uzun sürerse iddeti hayızdan kesilme çağına kadar devam eder. Talâk-ı bâinle kayıdlaması şundandır: Çünkü talâk-ı ric'î ile boşanan kadın için bil ittifak ölüm iddeti vardır. Talâk-ı bâin ve ölüm iddetinde değil de talâk-ı ric'î iddetinde âzâd edilen bir cariye hakkında iddet hürre iddeti gibi tamamlamasıdır. Bunlardan birinde yani bâin veya ölüm iddetinde âzâd edilirse cariye iddeti gibi tamamlar. Çünkü talâk-ı ric'îde nikâh bâkîdir, diğerlerinde değildir. Bazen iddet altıya intikal eder. Nikâhlı küçük cariye gibi ki, talâk-ı ric'î ile boşanır da bir buçuk ay iddet bekledikten sonra hayzını görürse iddeti iki hayız olur. Ondan şonra âzâd edilirse üç hayız olur. Sonra temizlik müddeti hayızdan kesilme çağına kadar uzarsa iddeti aylarla olur. Tekrar kan görürse iddeti hayızla olur. Sonra kocası ölürse iddeti dört ay on gün olur.

İZAH

"Mirâs kaçıranın karısı hakkında" Sözünden murad ölüm hastalığında karısının rızası olmadan onu talâk-ı bâinle boşamasıdır. Böylesi mirâs kaçıran olur. Kendisi kadının iddeti içerisinde ölürse İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre kadın iki iddetin uzun olanını bekler. Ebû Yusuf buna muhâliftir. Zira talâkla nikâh bağı hakikaten kesilmişse de mirâs hakkında hükmen bâkîdir. Binaenaleyh talâk iddetiyle vefat iddeti ihtiyaten biraraya getirilir. Tamamı Fetih'dedir.

Ben derim ki: Bu adam hastalığı esnasında karısını onun rızasıyla bâin olarak boşarsa mirâs kaçıran olmayıp kadın yalnız talâk iddeti bekler. Bu açıktır ve fetva vakasıdır. Bellenmelidir. Şu suret dahi hariçtir: Bu adam sağlam İken karısını talâk-ı bâînle boşar da sonra ölürse kadının iddeti intikal etmez ve bil ittifak ondan mirâsçı olamaz. Bunu Fetih sahibi açıklatmıştır. Çünkü bu adam mirâs kaçıran değildir.

"Şayet kadın iddet beklerken kocası ölürse" Bu kocası ölmeden üç hayız görmediğine göredir. O ölmeden üç hayız görürse iddeti bitmiş olur ve bu meseleye dahil olmaz. Çünkü iddet bitmeden kocası ölmezse kadına mirâs yoktur. Bu mesele düşüncesizlikten dolayı zamanımızın bazı Hanefilerine müşkül görünmüştür. Bahır.

"Bu ifadede kusur vardır." Çünkü "Bunun içinde üç hayız da vardır." sözü üç hayzın veya bir kısmının mutlaka dört ay on gün zarfında bulunmasını iktiza eder.

"İddeti hayızdan kesilme çağına kadar devam eder." Hayızdan kesilme çağına vardımı artık iddetini aylarla bekler. Nitekim bunu da Fetih sahibi açıklamıştır.

"Talâk-ı bâinle kayıdlaması şundandır." Bu meselenin hâsılı şudur:

Bir adam sağlam veya hastayken karısını boşar da kadın iddet beklemeye başlarsa, iddet içinde adam öldüğü takdirde kadının iddeti bil ittifak ölüm iddetine döner. Çünkü kadın onun karısıdır ve ona mirâsçı olur. Fakat iddet bitmişse onun karısı değildir. Bu adamın ölmesiyle kadına bir şey vâcib olmaz. Ona mirasçı da olamaz. Kezâ sağlamken talâk-ı bâinle boşar da sonra kadın iddet beklerken ölürse hüküm yine budur. Nitekim geçmişti. Sonra aşikârdır ki, bu kadın hastalığı esnasında talâk-ı bâinle boşayıp iddeti içinde öldüğü takdirde mirâs kaçıranın karısı olur. Talâk-ı ric'î ile boşamışsa ona bu hüküm verilemez. İmdi musannıfın Kenz ve diğer kitablara uyarak; "Talâk-ı ric'î ile boşanan kadın İçin" sözünü "talâk-ı bâiniçin" sözü üzerine atfetmesi mirâs kaçıranın karısı bazen bâin, bazen ric'î talâkla boş düşeceğini gerektirir. Halbuki talâk-ı bâinle boşanırsa kadın iki müddetin uzun olanını iddet bekleyecektir. Bu yukarıda geçti. Buradaki ise ric'î talâkla boşanmasının hükmüdür. Şübhesizki talâk-ı ric'î ile boşanan kadına mirâs kaçıranın karısı denilirse bundan bir takım bâtıl lâzımlar doğar. Bunları Şürunbulâlî zikretmiş ve bu hususta bir risale telif ederek bu îhamın bir çok kitablarda yapıldığını söylemiş, onun hata olduğuna hüküm vermiştir. Şübhesiz burada mirâs kaçıranın karısı üzerine atıfta müsamahadan başka bir şey yoktur. Onu da musannıf anlaşıldığına itimad ederek kısaltmak için yapmıştır. İddet içinde erkeğin ölümü kaydını koymaktan kurtulmak istemiştir.

"Hürre iddeti gibi tamamlamasıdır." Sözüyle musannıf bu kadına yeniden başlayarak hürre iddeti vâcib olmadığına İşaret etmiştir. Bilâkis onun iddeti hür kadınların jddetine intikal eder ve geçmişin üzerine bina ederek üç hayzı yahut hayız görmeyenlerdense üç ayı tamamlar.

"Ric'i iddetinde âzâd edilirse" Demesi gösteriyor ki, âzâd edilmesi kocasının boşamasından sonradır. Çünkü önce olsa kadına baştan hürre iddeti lâzım gelir ve bu iddet âzâdlık iddeti değil talâk iddeti olur. Zira bu kadın onun ümmüveledi olup başkasının nikâhlısı iken efendisi onu âzâd ederse iddet beklemesi gerekmez. Zira yukarıda da geçtiği gibi kendisine haramdır. İddetin bâkî olduğunu da ifade eder. Zira efendisi onu iddeti bittikten sonra âzâd etse yahut ölse üç hayız beklemesi lâzım gelir. Çünkü onun firâşına dönmüştür. Nitekim Cevhere'den anlaşılmaktadır.

"Cariye iddeti gibi tamamlar." Yani ya iki hayız, ya bir buçuk veya iki ay beş gün iddet bekler. İddeti hür kadın iddetine dönmez. Kuhistânî.

"Çünkü talâk-ı ric'îde nikâh bâkîdir." Sözü farkı beyandır. Fark şudur: Talâk-ı ric'îden sonra nikâh her vecihle bâkîdir. Azad etmekle kocasının onun üzerindeki milkini tamamlamış olur. Kâmil milkde iddet şeran üç hayızla takdir edilmiştir. Talâk-ı bâinden veya ölümden sonraki bunun hilâfınadır.

"Bazen iddet altıya intikal eder." Bunu altı yapması kendisinden intikal edeni itibara aldığı içindir. Yoksa intikaller beştîr. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

"Talâk-ı ric'î ile boşanır da" Diye kayıdlaması azâd edilmek ve ölmekle intikali mümkün olsun diyedir. Bu cihet Miskîn hâşiyecisine gizli kalmıştır. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

"Hayzını görürse" Yani iddet tamam olmadan görürse demektir. Ondan sonrakiler hakkında dahi aynı şey söylenir. T.

"Üç hayız olur." Yani hür kadınların iddetine intikal eder. Zira bildiğin gibi onun talâkı ric'îdir.

"İddeti aylarla olur." Hayız görmezden önce küçüklük halinde geçirdiği günler itibara alınmaz. T.

"Tekrar kan görürse..." Gebe kalması da öyledir. Şârih bunu da söylemiş olsaydı misâl iddetin bütün nevilerini içine almış olurdu. İddet hayızla aylarla ve doğurmakla olmak üzere üç nevidir. Lâkin kocası ölürse doğurmakla biten iddeti bâkîdir, aylara intikal etmez.

"İddeti hayızla olur." Sözü aşağıda gelen kavillerden birine mebnîdir.

"İddeti dört ay on gün olur." Çünkü talâk-ı ric'î iddetini beklemektedir. Böylesine ölüm iddeti vardır. Nitekim geçmişti.

Ben derim ki: Bu misâl küçük kızın, büyük kadının, cariyenin, hürrenin, hayız görenin, hayızdan kesilenin, boşananın, kocası ölenin ve âzâd olanın iddetlerine şâmildir. Bir de onuncu ziyade edilir ki, o da söylediğimiz vecihle gebenin iddetidir.

METİN

Hayızdan kesilen bir kadın aylarla iddet bekler de sonra eski âdeti vecihle tekrar kan görür veya başka bir kocadan gebe kalırsa iddeti bâtıl, nikâhı fâsid olur. Yeniden hayızla iddet bekler. Çünkü halef olmanın şartı asıldan ümidin kesilmesidir. Bu ölüme kadar devam eden aczle olur. Zâhir rivâyet budur. Nitekim Gâye'de beyan edilmiştir. Hidâye sahibi de bunu ihtiyar etmiştir. Binaenaleyh onunla amel taayyün eder. Bunu Bahır sahibi sahihlenen altı kavli hikâye ettikten sonra söylemiş, musannıf da ikrar etmiştir. Lâkin Behensî Şehid'in İhtiyar ettiğini tercih eylemiştir ki şudur: Kadın kanı dört ay tamamlamadan görürse iddete yeniden başlar. Tamamladıktan sonra görürse başlamaz.

Ben derim ki: Sadru'ş-Şeria'nın ve Molla Hüsrev'le Bâkânî'nin ihtiyar ettikleri de budur. Musannıf hayız bâbında bunu ikrar etmiştir. Bu kavle göre nikâh câizdir. Kadın gelecekte hayızla iddet bekler. Nitekim Hulâsa sahibiyle başkaları bunu sahihlemişlerdir. Cevhere ile Müctebâ'da beyan edildiğine göre sahih ve muhtar olan kavil budur. Fetva buna göredir. Kudûrî'nin Tashihi'nde: "Bu sahihleme Hidâye'nin sahihlemesinden daha iyidir." denilmiştir. Nehir'de ise rivâyetlerin en doğrusu bu olduğu kaydedilmektedir. Tamamı Mültekâ üzerine yazdığım hâşiyededir.

İZÂH

"Sonra tekrar kan görürse" Yani aylarla beklerken yahut aylar geçtikten sonra tekrar kan görürse demektir. Buna delil: "Yahut başka bir kocadan gebe kalırsa" demesidir. Çünkü başka kocadan gebe kalması ancak aylar geçtikten sonra olur. Mukabili de buna delâlet eder. Bundan murad: "Lâkin Behensî ilh..." sözüdür. H.

"Sonra eski âdeti vecihle" Sözünün muktezası âdetin kendisini itiba-ra almaktır. Kavillerden biri bu ise de mu'temed değildir. Böyle diyeceğine âdete göre dese daha iyi olurdu. Nitekim Hidâye sahibi öyle yapmıştır. Bahır sahibi diyor ki: "Ulema âdete göre kanı görürse sözünün mânâsın-da ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre bunun manâsı akıcı ve çok ise de-mektir. Bukadının az bir ıslaklık görmesinden ihtiraz içindir. Bir takımla-rına göre bu sözün mânâsı hem yukarda söylenen, hem de kanın kırmızı veya kara olmasıdır. Sarı, yeşil veya toprak rengi olması değildir. Bu sözün mânâsı cari âdete göre olmaktır diyenler de vardır. Hatta hayızdan kesilmezden önce kadının âdeti sarı renkli görmek olur da yine böyle gö-rürse bozulur. Fetih'de böyle denilmiştir." Mi'raçta fetvanın birinci kavle göre olduğu açıklanmıştır. Sonuncusu şârihin söylediğidir.

"Çünkü halef olmanın şartı" Yani ayların hayıza halef olması asıldan ümidin kesilmesiyledir. Asılla amel imkânı kalmazsa halefe ancak o za-man gidilir. Geçkin ihtiyar hakkında fidye vermek bu kabîldendir. Bedele gelince: O mestler üzerine mesh gibidir ki, bu söylediğimiz onda şart de-ğildir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

"Sahihlenen altı kavil"den birincisi: Mutlak surette bozulmasıdır. Hidâye sahibi bunu ihtiyar etmiştir.

İkincisi: Mutlak surette bozulmamasıdır. İsbîcâbî bunu ihtiyar etmiştir.

Üçüncüsü: Aylarla iddet tamam olmadan kanı görürse bozulması, ta-mam olduktan sonra görürse bozulmamasıdır, Sadru'ş-Şehid bununla fet-va vermiştir. Müctebâ'da sahih ve fetva için muhtar olan budur denilmiştir.

Dördüncüsü: Hayızdan kesilmek için mukadder zaman yoktur rivâye-tine göre bozulmasıdır. Zâhir rivâyet budur. Mesele ancak kadının zannı-na göre sâbit olmuştur. Hayız görünce hata ettiği anlaşılmıştır. Hayızdan kesilmenin mukadder zamanı vardır rivâyetine göre bozulmaz. İzâh sahibi bunu ihtiyar etmiş, Hâniyye sahibi yalnız bunu söylemekle yetinmiş, Ku-dûrî ile Cessâs kesinlikle buna kâil olmuşlardır. Bedâyı sahibi de bunlarla beraberdir.

Beşincisi: Kadının hayızdan kesildiğine hüküm verilmemişse bozulur, verilmişse bozulmaz diyenlerin kavlidir. Meselâ karı-kocadan biri nikâhın fâsid olduğunu İddia eder de bunun sahih olduğuna hüküm verilirse bo-zulmaz. Muhammed b. Mukatil'in kavli budur. İhtiyar sahibi bunu sahih bulmuştur.

Altıncısı: Gelecek hakkında bozulur ve kadın ondan sonra boşanırsa ancak hayızlarla iddet bekler. Geçmiş hakkında bozulmaz. Binaenaleyh aylarla iddet bekledikten sonra yapılan nikâhlar fâsid değildir. Nevâzil sahibi bunu sahihlemiştir.

"Bu kavle göre nikâh câîzdir." Çünkü ancak dört ay tamam olduktan sonra yapılmaktadır. Binaenaleyh şartı mevcud olduğu içîn muteber sayılır. Şartı hayızdan kesilmektir. Sebebi de mevcuddur. Sebebi ekseriyetle hayzın sona erdiği müddette kanın kesilmesîdir. Bundan murad elli beş yaştır. Kadın gelecekte ancak hayızlarla iddet bekler. Çünkü mutad kan tahakkuk etmiştir. O da kanın ferçten çıkması ve bir bozukluktan neş'et etmeyip mutadvecihle gelmesidir. Her ne zaman hayızdan kesilme tehakkuk ederse hükmü de tehakkuk eder. Hayız tehakkuk ederse onun hükmü de tehakkuk eder. Kanın kesilmesinîn bu halînde ölünceye kadar devamını şart koşmak içîn ise bir delil yoktur. Bazen bir şeyden ümid kesildiği tehakkuk eder de sonra o şey bulunur. Tamamı Fetih'dedir. Gördüğün gibî bu dahi bu kavil tercihtir.

METİN

Küçük bir kız aylarla iddet tamam olduktan sonra hayız görürse yeniden iddet beklemez. Meğerkî aylarla beklerken hayız görmüş olsun. O zaman yeniden hayızla iddet beklemeye başlar. Nasıl ki bîr veya İkî hayız gören sonra hayızdan kesilirse îddeti yenîden aylarla bekler. Bu asılla bedeli bir yere getirmekten korunmak İçindir. Hayızdan kesilmenin senesi rumîyye içîn olsun başka kadın için olsun Cumhura göre elli beş senedîr. Fetva buna göredir. Bazıları fetvanın elli sene üzerine olduğunu söylemişlerdir. Nehîr. Bahır'da Câmi'den naklen: "Küçük bîr kız otuz yaşına varır da hayız görmezse kesildiğine hüküm verilir." denilmiştir.

İZAH

"Yeniden iddet beklemez." Çünkü hayızla daha önceden kendisinin hayız görenlerden olduğu anlaşılmamıştır. Hayızdan kesilen bunun hilâfınadır. T.

"Aylarla beklerken" Yani tamam olmadan velev bîr saat önce olsun hayız görürse iddete yeniden hayızla başlar.

"Sonra hayızdan kesilirse" Yani iki hayız gördükten sonra kesilme Çağına varır da kanı kesilirse demektîr. Fetih.

"Rumîyye için olsun başka kadın için olsun elli beş senedir." Bazıları rumîyye için elli beş, başka kadın için altmış sene olduğunu söylemişlerdir. Mutlak surette altmış sene olduğunu söyleyenler olduğu gibi yetmiş senedir diyenler de vardır. Zâhir rivâyete göre bu hususta takdir yoktur. Kadın emsalinin hayız görmediği yaşa varmakla hayızdan kesilmiş olur. Bu çalışmakla, bedenin terkibi hususunda birbirine benzemekle, semizlik ve zayıflıkla bilinir. Bunu Bahır'dan Halebî nakletmiştir. Kuhistânî'de otuz sene olduğunu söyleyenler de vardır denilmiştir.

"Bazıları fetvanın elli sene üzerine olduğunu söylemişlerdir." Kuhistânî: "Bugün bununla fetva verilir. Nitekim Mefatih'de belirtilmiştir." demektedir.

"Bahır'da Câmi'den naklen ilh..." İfadesi otuz seneyle takdir edilen kavle göre söylenmiş olabilir. Lâkin hayız görmemişse demesi gösterîyor ki, evvelden hiç hayız görmemiştir. Böylesi yaşla bulûğa eren genç kadındır. Hükmü evvelce geçmişti. Bunu Tatarhâniyye'nin Yenâbi'den naklettiği şu ifade de te'yid etmektedir: "Bir kadın meselâ otuz yaşına varır dahâlâ hayzını görmezse, yalnız bir gün kan görüp başka görmeden kocası boşadığı takdirde bu kadın hayızdan kesilmiş değildir. Ebu Cafer aylarla iddet bekleyeceğini söylemiş: "Çünkü bu kadın hayız görmeyenlerdendir. Biz bu kaville amel ederiz." demiştîr.

T E N B İH: Küçük bir kız büyüdükten sonra: Ben bulûğa erdim demekle sözü kabul edildiği gibi, ben hayızdan kesilme çağına ulaştım demekle acaba sözü kabul edilir mi, yoksa mutlaka beyyine mi lâzım gelîr? Ulemamızdan bunu açıklayan kimse görmedim. Bir müddetle takdir edilir rivâyetine göre kabul edilmesi gerekir. Takdir edilmez rivayetine göre işe muteber olan re'yin içtihadıdır. Nitekim yukarıda geçti.

TETİMME: Manzume-I Nesefiyye şerhi Hâkâyık'ta imam Mâlik bâbında şöyle denilmiştir: "Bize göre kadın hayızdan kesilme çağına varmadıkça aylarla iddet beklemez. Bunun haddi elli beş senedir. Muhtar olan budur. Lâkin bu müddette hayızdan kesildiğine hükmetmek için uzun bir müddet kanın kesilmesi şarttır. Esah kavle göre bu altı aydır. Sonra acaba altı ay kesilmenin kesîlme müddetinden sonra olması mı şarttır? Esah kavle göre bu şart değildir. Hatta hayızdan kesilme müddetinden önce kan gelmez olsa, sonra kesilme müddeti tamam olarak kocası boşasa hayızdan kesîldiğine hüküm olunur ve kadın üç ay iddet bekler. Şifa'nın hayız bahsinde yazılan budur. Bu bellenecek bîr İnceliktir." Bu ibareyi şihab Ahmed b. Yunus eş-Şilbî Kenz üzerine yazdığı şerhde Allâme Bâkir'in yazısından nakletmiş, fakat kîmseye nisbet etmemiştîr. Tahtâvî onu Sey-yid Hamevî'den nakletmiştir.

METİN

müveledin hayızdan kesilen ve hamile olanından maadasının iddetleri ölüm müveledin hayızdan kesilen ve hamile olanından maadasının iddetleri ölüm yani cima edenin ölümü; ve ayrılmak, birbirini terk etmek gibi ölümden başkaları için hayızdır. Çünkü böylelerin iddeti rahmin temizliğini bilmek içindir. Bu hayızla olur ve ihtiyatan bir hayızla iktifa edilmez. Bâtıl nikâhda ve kezâ icaze vermeden önce mevkuf nikâhta iddet yoktur. İhtiyar. Lâkin doğrusu iddet ve neseb sabittir. Bahır. Başkasının karısı ile onun halini bilmeden evlenmek şübheyle cimadan sayılır. Nitekim gelecektir. Şübheyle cima edilen kadın ilk kocasıyla oturabilir. İddet içinde onun izniyle dışarı çıkar. Çünkü aralarında nikâh mevcuddur, Yalnız cima haram olmuştur. Hatta kadının nafakası ve giyeceği o adama lâzımdır. Bahır. Yani kadın bilmez ve razı olmazsa demek istiyor. Nitekim gelecektir. Müdebbere ile âzâd edilen cariyeye iddet yoktur. Hayızdan kesilenle hamilenin iddetleri ise birincinin aylarla, ikincinîn doğurmakla biter.

İZAH

"Fâsid nikâhla alınan ilh..." Cümlesine hâcet yoktur. Çünkü musannıfın evvelce geçen: "Kezâ efendisi ölen veya âzâd eden ümmüveledin, şübheyle yahut nikâh-ı fâsidle cimaedilen kadının ölüm ve ayrılma hallerinde iddetleri üç hayızdır." ifadesi buna hâcet bırakmamıştır. Şu da var kî, buradaki sözü nikâh-ı fâsidde velev ki cimadan önce olsun iddet vâcib olacağı vehmini vermektedir. Halbuki öyle değildir. Fâsîd nikâhta iddet ancak halvette hatta önden cimayla vâcib olur. Nitekim mehir bâbında geçmişti.

Fâsid nikâh şahidsiz kıyılan nikâhdır. Evli olduğunu bilmeyerek başkasının karısını nikâh etmek, helâl olmadığını bildiği halde haram kadınla evlenmek İmam-ı Azam'a göre fâsid, İmameyn'e göre fâsid değildir. Fetih.

"Şübheyle cima edilen kadın" Kocasından başkasının yanına zifaf olunan ve geceleyin erkeğin döşeğinde bulup şübhe iddia ettiği kadın gibidirler. Fetih'de böyle denilmiştir. Nehir sahibinin inceleme neticesi ifade ettiğine göre fetvası sorulan şu kadın da bu nev'idendir: Bir kimse bir cariye satın alır da onunla cimada bulunur; sonra kadın aslının hürre olduğunu isbat ederse ne olur? Bu zâhirdir. Bir kimsenin boşayıp iddet beklemekte olan karısıyla şübhe ederek cimada bulunması da bu kabîldendir ve ileride gelecektir. Şâfiî kitablarındaki şu mesele de öyledir: Kadın kocasının veya efendisinin menîsi zannederek fercine bir menî akıtırsa şübheyle cima edilen gibi iddet beklemesi lâzım gelir. Bahır sahibi diyor ki "Ben bunu bizim ulemamızdan bir yerde görmedim. Ama kaideler buna aykırı değildir. Çünkü iddetin vâcib olması rahimin temizliğini bilmek içindir."

"Cima edenin ölümü" Yani her üç meselede üç hayızdır. Hayız gör-meyenlerdense aylarla yahut doğurmakla iddet bekler. Bu gösterir ki, yukarda arz ettiğimiz gibi cimasız nikâh-ı fâsidde iddet yoktur. Son meseledeki cima edenden murad cariyenin ölen veya âzâd eden efendisidir. Fakat cimada bulunan kocası ise iddeti nikâhlı cariye iddetidir.

"Çünkü böylelerin iddeti ilh..." Cümlesi bir suale cevabdır. Sual şudur: Bunların iddetleri neden hayızla olmuş da haklarında vefat iddeti itibara alınmamıştır? T.

"Rahimin temizliğini bilmek içindir." Yani rahimde çocuk olmadığını bilmek îçindir. Yoksa nikâhın hakkını ödemek için değildir. Zira sahih yoktur. Maruf olan hayızdır. Bir hayızla yetinmemesi nikâh-ı fâsid ihtiyaten sahih nikâhla katıldığı içindir.

"Bâtıl nikâhda Iddet yoktur." Burada şöyle denilebilir: Nikâhın fâsîdi ile bâtılı arasında fark yoktur. Satış bunun hilâfınadır. Lâkin Bahır'da Mücteba'dan naklen şöyle denilmektedir: "Şâhidsiz nikâhta olduğu gibi ulemânın cevazında ihtilâf ettikleri her nikâhta cima iddet beklemeyi icab eder. Başkasının nikâhlısını ve iddet bekleyen karısını nikâh etmeye gelince: Burada şayet kadının başkasına aid olduğunu bilirse cima iddeti icab etmez. Çünkü bunun câiz olduğunu söyleyen yoktur. Binaenaleyh asla mün'akid olmamıştır. Bu izaha göre iddet hususunda nikâhın fasidi ile bâtılı arasında fark vardır. Onun içindir ki, haram olduğunu bilerek aldıysa had vurmak vâcib olur. Çünkü zinâdır. Nitekîm Kınye ve diğer kitabtardabildirilmiştir."

Ben derim ki: Buna göre helâl olmadığını bilerek haram bir kadınla evlenmek müşküldür. Bu bildiğin gibi fâsîddir. Bununla beraber Müslümanlardan hiç kimse caiz olduğunu söylememiştîr. Mehir bâbında geçmîşti kî, fâsid nikâhta cima' hem îddeti hem nesebin sübutunu icab eder. Bahır sahibi orada buna misâl olarak şâhidsiz evlenmeyi, iki kız kardeşi bir nikâhla olmayı, karısının iddetînde onun kız kardeşiyle evlenmeyi, dördüncü kadının iddeti içinde beşinci iIe evlenmeyi ve hür kadın üzerine carîye ile evlenmeyi göstermişdi.

"İhtiyar..." Bu sözün bir mîsli de Muhît'tedir. Orada: "Çünkü bunda neseb sabit olmaz. Zira mevkuftur. Onun hakkında mün'akid değildir. Binaenaleyh milk şübhesinin tesiri yoktur." şeklinde illetlendîrilmiştir.

"Lâkin doğrusu ilh..." Zeylaî nikâh-ı fâsidde şunu nakletmiştir: "Aslın dâvâ bahsinde zikrolunduğuna göre bir kadın velisinin izni olmadan evlenir de kocası kendisiyle cimada bulunarak altı ayda bir çocuk doğurursa çocuğu hem mevlâsı hem kocası iddia ettiği takdirde çocuk kocasının oğlu olur. İmam Muhammed bunu cima vaktinden değil nikâh vaktinden saymıştır. Hilâftan da bahsetmemiştir. Hulvânî bu meselede nikâh-ı fâsidde bizzat akidle firâş mün'akid olduğuna delil olduğunu söylemiştir. Bazılarının: Firâş ancak cimayla mün'akid olur demeleri bunun hilâfınadır." Bu nikâh-ı fâsidde nesebin sübut bulacağı hususunda açıktır. İddetin vâcib olması da ona bağlıdır. şu halde Muhît ve İhtiyar'ın ifadeleri yanlıştır. Bahır.

Ben derim ki: Lâkin bunun karşısında ulemanın: Nikâh-ı fâsidde ancak mehr-i misil ve iddet cimayla vâcib olur. Mücerred akid ve halvetle vâcib olmaz. Çünkü bu halvette cimaya imkân bulamadığı içîn o fasiddir. Hayızlı kadınla halvette bulunmak gibidir, cima yerini tutamaz diye acıklamaları müşkil kalır. Nitekim bunu Fetih ve Bahır sahibleriyle başkaları mehir bâbında açıklamışlardır. Meğerki firâşın bizzat akidle mün'akid olması sadece nesebe nisbetledir. Çünkü çocuğu ihya için onun isbatında ihtiyat gösterilir, denilsin. Sonra bilmelisin ki, Bahır'da zikredildîğine göre altı ay olan neseb müddeti îmam Muhammed'e göre cima vaktînden İtibar edilir. Fetva da buna göredir. Çünkü nikâh-ı fâsid cimaya sebeb değildir. Akdi cima yerine saymak İse akid cimaya sebeb olduğu içindir. Şeyhayn'a göre sahih nikâha kıyasen müddetin başı akid zamanından itibar olunur. Ulema İmam Muhammed'in kavliyle fetva vermişlerdir. Çünkü zikrî geçen kıyas sahih değildir. Hilâfın faydası kadın akid zamanından itibaren altı ayda cima vaktinden ise altı aydan daha azda çocuk doğurduğu zaman görülür. Çünkü müftâbih kavle göre çocuğun nesebi sâbît olmaz. Bunu öğrendikten sonra ihtiyar ve Muhît'in ifadelerini İmam Muhammed'in kavline yorumlamak ve: "Nesebin sâbit olmamasından murad cima zamanından itibaren altı aydan daha azda doğurduğunagöredir. Velev ki akid vaktinden itibaren altı aydan fazla geçmiş olsun." demek mümkündür. Yukarıda Zeylaî'den nakledilen söz de Şeyhayn'ın kavline yorumlanır. Buna delil meselenin evlendiğinden itibaren altı ayda doğurduğuna göre farz edilmesidir. Cima vakti itibara alınmamıştır. Sözün tamamı buna karinedir. Şübhesiz ki aralarını bulmak hatadan evlâdır.

"Başkasının karısı ile evlenmek şübheyle cimadan sayılır." Nehir sahibi diyor ki: "Semerkandî'nin şerhinde başkasının nikâhlısı şâbheyle cima edilen kadından sayılmıştır. Çünkü şöyle denilmiştir: "Yani milk veya akid şübhesiyle cîma etmiştir. Adamın yanına karısından başkası zifaf edilmiştir. O da onunla cîmada bulunmuştur. Yahut başkasının nikâhlısıyla evlenmiş de kadının halini bilmemiştir. Bilirsin ki bu fâsid nikâhla alınan kadına hâcet bırakmamayı gerektirir. Çünkü şübhesiz bu kadın da akid şübhesiyle cima edilmiştir. Hatta o buna başkasının nikâhlısından evlâdır. Zira nikâhta şehâdetin şart kılınması ulema arasında ihtilâflıdır. Başkasının nikâhından ayrılmak bunun hilâfınadır." Bunu görünce anlarsın ki, şârih Semerkandî şerhindeki ifadeye muhâlif değil ona tâbi olmuştur. Çünkü muhalefet kasdetse başkasının karısı ile evlenmek meselesini nikâh-ı fâsidle alınan kadından sonra zikretmesi lâzım gelirdi. Şübheyle cima edilenden sonra zikretmezdi. Ama Semerkandî nâmına şöyle cevap vermek mümkündür: O nikâh-ı fâsidle almayı mahalliyyet bulunduktan sonra sıhhat şartı bulunmayan nikâha yorumlamıştır. Nasıl ki muvakkat nikâh ile şâhidsiz nikâh böyledir. Başkasının nikâhlısına gelince: O nikâha mahal değildir. Çünkü bir şey üzerinde bir anda iki milkin bir araya gelmesi mümkün değildir. O halde akid fâsid milke tesir etmemiştir. O ancak şübhenin bulunmasına tesir etmîştir. Şârih Nehir sahibine çok tâbi olur. İhtimal burada bu söylediğimize işaret için ona muhalefette bulunmuştur.

"Nitekim gelecektir." Bâbın sonunda metinde gelecektir.

"Yani kadın bilmez ve razı olmazsa demek istiyor" Bu ifade dahi Ba- hır'da mevcuddur. Bahır sahibi buna Hâniyyenîn şu sözüyle şâhid getirmiştir: "Nikâhlı bir kadın bir adamla evlenir de onunla cimada bulunarak sonra araları ayrılırsa iddeti içinde nafakası ilk kocasına vâcib olmaz. Çünkü kadına iddet vâcib olunca o kaçak sayılır." Nitekim fer'î meselelerden önce gelecektir.

"Müdebbere ile âzâd edilen cariyeye iddet yoktur" Âzâd edilen cariye yerine sadece cariye demesi münasip olurdu. Bahır'da şöyle denilmiştir:"Ümmüveled diye kayıdlaması müdebbere ile cariyeye âzâd edildikleri veya sahibleri öldükleri vakit bil ittifak iddet olmadığındandır. Nitekim bunu isbîcâbî söylemiştir." Yani şârihin dediği gibi bunların firâşı yoktur demek istemiştîr.

METİN

İçerisinde boşandığı hayızda bil ittifak iddet yoktur. İddet bekleyen bir kadın- velevkiboşayanın iddetinî beklesin- şübheyle cima edilirse ikinci bir iddet beklemesi vâcib olur. Çünkü sebeb yenilenmiştir. Ama iki iddet iç içe girerler. Görülen hayız her ikisinden sayılır. Birinci iddet biterse kadının ikinciyi tamamlaması gerekir. Aylarla yahut vefat iddetini bekler de hem aylarla hem hayızla iddet beklerse hüküm yine budur. Musannıf; "Görülen hayız her ikisinden sayılır." sözünü atsaydı hem her ikisine hem de hâile şâmil olurdu. Hâil (gebe olmayan kadın) gebe kalırsa iddeti çocuk doğurmakla biter. Bundan yalnız vefat iddeti bekleyen müstesnadır. O hamile kalmakla iddeti değişmez. Nitekim geçmişti. Bedâyı sahibi bu kavli sahihlemiştir.

İZAH

"İçerisinde boşandığı hayızda bil ittifak iddet yoktur." Çünkü boşanmadan önce gördüğü kan iddetten sayılmaz. Bunun sebebi hayızın parçalanmayı kabul etmemesidir. Sayılmış olsa dördüncü hayızdan tamamlanması icab ederdi. Yine hayız parçalanmadığı için onun da bütünü vâcib olurdu. Nehir. Dürr-ü Müntekâ'dan: "İçinde ayrılma vâki olan hayızda dese daha şumüllü olurdu." denilmiştir.

"İddet bekleyen bir kadın" Talâktan dolayı olsun başka bir sebeble olsun kezâ nikahlı kadın şübheyle cima edilip de sonra kocası boşasın ikinci bir iddet beklerler ve iki iddet içice girerler. Nitekim Fetih ve diğer kitablarda bildirilmiştir.

"Şübheyle cîmaya" Misâl üç talâkla boşandıktan sonra iddeti içinde kocasının o kadınla cimada bulunmasıdır. Yahut nikâh bulunmaksızın erkek: Ben bu kadını bana helâl sandım diyerek cima eder veya kadını kinâye sözlerle boşadıktan sonra onunla cimada bulunur. Tamamı Fetih'dedir. Bundan şu anlaşılır ki, kadını üç defa boşadıktan sonra iddeti içînde haram olduğunu bile bile onunla cimada bulunursa ikinci bir iddet lâzım gelmez. Çünkü bu zinâdır.

Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Kadını ûç defa boşar da haram olduğunu bildiği halde iddeti içinde onunla cimada bulunursa yeniden üç hayız iddet beklemez. İkisi de haram olduğunu bilirler ve ihsan şartları da bulunursa recm edilirler. Erkek boşadığını inkâr ederse kadının iddeti geçmez. Şübhe iddia ederse iddete yeniden başlar. Nevâzii nam kitabta talâk-ı bâin üç talâk gibi sayılmıştır. Sadr sahibi ise mal karşılığı talâkı ve hul'u üç talâk gibi saymamış, kadınla hul yapar veya mal karşılığı boşar da sonra haram olduğunu bildiği halde iddet içinde onunla cimada bulunursa kadın her cima içîn yeni iddet bekler ve birinci iddet bitinceye kadar iki iddet içice girer. Ondan sonra ikinci ve üçüncü cima iddeti olur, talâk iddeti olmaz. Hatta o iddette başka bir talâk vaki olmaz, nafaka da vâcib olmaz demiştir." Sadr sahibinin sözü yukarıda Fetih'den nakletti-ğimizin aynıdır. Kinâye sözlerle boşandıktan sonra yapılan cimayı şübheyle cima saymıştır. Çünkü bazı İmamlar onlarla bain talâk vâkiolmayacağını söylemişlerdir. Bu hilâf şübheye sebeb olmuştur.

"Velevki boşayanın iddetini beklesin." Burada evlâ olan: "Velev ki bo-şayanın iddetini beklemesin." demekdi. Çünkü Fetih'de: "Cima eden boşayan ise İmam Şâfiî iki kavlinden birinde bizimle beraberdir." denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, hilâfın yeri boşamayan kimsedir. Münasip olan bunu söylemekti. Tâ ki boşayan evleviyetle dahil olsun. Dürer'de şöyle denilmektedir: "Bilmiş ol ki kadına iki iddet vâcib olursa, bunlar ya iki adamdan yahut bir adamdandır. İkincide şübhesiz iki iddet içice girerler. Birincide iddetler iki ayrı cinstendir, Meselâ kocası ölen kadın şübheyle cima edilir yahut ikisi bir cinsten olur. Boşanan kadın iddeti içinde evlenir de ikinci kocası onunla cimada bulunur. Araları ayrıldığında bize göre iki iddet içice girer ve kadının gördüğü hayız her iki iddetten sayılır. Birinci iddet biter de ikincisi tamam olmazsa kadının onu tamamlaması icab eder.

"Göüilen hayız her ikisinden sayılır ilh..." Sözü içice germenin beyanı dır. Kadın bir hayız gördükten sonra cima edilirse birinci iddeti tamamlamak için iki hayız daha görmesi lâzım gelir. Bu İki hayız İkincî iddetten de sayılır. Onlardan sonra bir hayız daha gördümü ikinci iddet dahi tamam olur. Nehir. Bahır'da Cevhere'den naklen şöyle denilmektedir: "Sonra iki iddet içice girer de talâk-ı ric'î iddeti olurlarsa kadına hiç birinden nafaka yoktur. Talâk-ı bâin iddeti iseler kadının nafakası birinciye aid olur."

Ben derim ki: Talâk-ı bâinde fark şundan olsa gerektir: Mâni ikîncinin iddetinden değil birinci talâkın bâin olmasından ileri gelir. Talâk-ı ric'î bunun hilâfınadır. Bunda cima edene nafaka vâcib olmaması bu iddet cima iddeti olduğundandır. Cima iddetinde nafaka yoktur.

TENBİH: İki iddetin beraberce bitmeleri mümkündür. Meselâ aylarla vefat iddeti bekleyen bir kadın o iddetin içinde şübheyle cima edilirse üç hayız gördümü her iki iddet biter. îkinci iddetin birinciden önce bitmesi de mümkündür. Meselâ dört ay on sün geçmeden hayız tamam oluverir. İkinci iddetin tamamiyle birinciden geri kalması da mümkündür. Meselâ aylarla beklediği iddet bittikten sonra hayız görür.

"Aylarla" İddet beklemeye misâl hayızdan kesilen bir kadının aylarla iddet beklerken, şübheyle cima edilmesidir. Bu kadın ikinci iddetini de aylarla tamamlar. Nehir.

"Hem aylarla hem hayızla" îddet beklemenin misâli yukarki tenbihde söylediğimizdir. Burada "Yahut doğurmakla iddeti biter." cümlesini ziyade etse daha iyi olurdu ki, bu aşağıda gelen hail meselesidir.

"Görülen hayız her İkisinden sayılır sözünü atsaydı" demesi bu söz yalnız hayza münhasır kaldığı içindir. Ama şöyle cevap verilebilir: Görülenden murad gözle görülen değil bilinendir. T.

"Hem her ikisine" Yani hem iki iddeti aylarla bekleyene, hem de vefat iddetini aylarla, şübheyle cima iddetini hayızlarla bekleyene şâmil olurdu.

"Eam da hâile şâmil olurdu." Hâil gebe olmayan kadındır. İddet içinde gebe kalırsa onun iddeti doğurmakla biter. İddeti boşayan kocasından ve zinâdan yahut nikâh-ı fâsidden olsun fark etmez. Elverir ki nikâh-ı fâsidde birbirlerini terk ettikten sonra doğursun. Terk etmeden doğurursa iddeti bitmez. Nitekim Hâvî'den naklen arz etmiştik.

"Bundan yalnız vefat iddeti bekleyen müstesnadır." Böylece anlaşılıyor ki, hailden murad talâk veya feshten dolayı iddet bekleyen kadındır. Vefattan dolayı iddet bekleyen bunun hilâfınadır. Nehir sahibi şöyle demektir: "Hulâsa'da beyan edildiğine göre iddeti içinde hamile kalan her kadının doğurmakla iddeti biter. Kocası ölen kadın ise o öldükten sonra hamile kalırsa aylarla iddet bekler." Bunu Bedâyı'dan da nakletmiştik. Biz onu hamilenin iddetinde musannıfın "yahut zinâdan" dediği yerde yazmıştık. Orada musannıf: "Vefat iddetinde ise doğurmakla değişmez. Sahih olan budur." demişdi. Yani onun iddeti dört ay on gün olarak kalır demek istemişli.

"Nitekim geçmişti." Yani musannıfın: "Ölüm için iddet mutlak surette dört ay on gündür." dediği yerde geçmişti. Şârih orada: "Bundan yalnız hamile hariç kalır." demişdi. Yani karısı hamile iken kocası ölürse demek istemişdi. Bundan anlaşılır ki, kocası ölürken kadın hamile olmaz da sonra hâmile kalırsa mutlak sözde dahildir. Onun iddeti değişmez, aylarla bekler. Lakin zâhire bakılırsa bu vefata bakarak tır. Kadının gebe kaldığı cima iddeti ise şübheyle yapıldığı takdirde ancak çocuğu doğurmakla biter. Çünkü çocuğun nesebi sâbittir. Zinâdan gebe kalması bunun hilâfınadır. Çünkü zinâda asla iddet yoktur.

METÎN

Talâk ve ölümde iddetin başlaması fevrîdir (yani hemen başlar). Kadın bilmese bile bunlarla yani talâkla ölümle iddet biter. Çünkü iddet müddetten ibarettir. Onun geçtiğini bilmek şart değildir. Koca talâkı itiraf etsin etmesin müsavîdir. Bir kimse karısını boşar da sonra İnkâr ederse, bunun üzerine beyyine getirilip hâkim ayrılmalarına hüküm verdiği takdirde- Meselâ kadın şevvalde iddia edip hâkim muharremde hüküm verdiğinde iddet talâk vaktinden itibar olunur. Hüküm vaktinden itibar olunmaz. Bezzâziye. Mübhem talâkta İse beyan vaktinden itibar olunur. İki şâhid kadının boşandığına şehâdet eder de bir kaç gün sonra tezkiyeleri yapılıp hâkim ayrılmalarına hüküm verirse iddet şehâdet vaktinden itibar olunur. Hüküm vaktinden itibar olunmaz. Kadını geçmiş zamanda boşadığını ikrar etmesi bunıun hilâfınadır. Zira fetvaya göre burada iddet mutlak surette ikrar vaktinden başlar. Bu muvazaa töhmetini gidermek içindir.

İZAH

"Çünkü iddet müddetten ibarettir." Müddetin geçtiğini bilmek şart de-ğildir. H. Umumiyetlenüshalarda tesniye zamiri kullanılarak: "Çünkü bunların ikisi..." denilmiştir. Bunlardan murad talâk iddetiyle ölüm iddetidir.

Ben derim ki: Bu Bedâyı sahibinin tarifine göredir. O iddeti: "Nikâhtan kalan eserlerin bitmesi için konulan bir müddettir." diye tarif etmiştir. Biz bu tarifin tercih edildiğini söylemiştik.

"Beyan vaktinden itibar olunur." Çünkü bir vecihten inşâdır. Bahır. Bu cümle "Talâk ve ölümde iddetin başlaması" sözünden istisna gibidir. H. Şürunbulâliyye'de şöyle denilmiştir:" İddetin başlaması talâkla ölümün akibindedir sözünden karısını boşadığını beyan eden istisna edilir. Çünkü bu kadının iddeti beyan vaktinden başlar. Kocasının: "İkinizden biri boştur." sözünden başlamaz. Beyan etmeden ölürse her iki kadının ölüm iddeti beklemesi gerekir. Bu müddetin içinde üç hayzı da tamamlarlar. Nitekim. Bezzâziye'de bildirilmiştir." İleride musannıfın ifadesinde başka meseleler de istisna edilecektir.

"Şehâdet vaktinden itibar olunur." Burada muzaf hazfedilmiştir. Yani şehâdeti tahammül vaktinden itibar olunur. Şehâdetin edâ edildiği vakitten itibar olunmaz. Zira şâhidler muharrem ayında bu adamın karısını şevvalde boşadığına şâhidlik ederlerse iddet şevvalden başlar. H.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa şehâdet vakti zahirine göre murad olunur. Bu da şâhidliğin edâsı tehammül vaktinde olduğuna binaendir. Çünkü bu şehâdet sevâbına yapılır. özürsüz geçiktirirse şâhid fâsık olur ve kabul edilmez. Nitekim Bahır sahibi buna işaret etmiştir.

"Mutlak surette ikrar vaktinden başlar." Yani kadın tasdik etsin etmesin yahut bilmiyorum desin müsavîdir. Bahır sahibi diyor ki: "İmam Muhammed'in Mebsût'taki sözünün zâhiri ve Kenz'in ibâresi talâk vaktinden itibar edileceğini göstermektedir. Şu kadar var ki, müteehhirin ulema iddetin ikrar vaktinden vâcib olacağını tercih etmişlerdir. Hatta o kadının kız kardeşiyle ve ondan başka dört kadınla evlenmesi helâl olmaz. Bu, kadının talâkını gizlemekten onu men etmek içindir. Muhtar kavil budur. Nitekim Suğra'da beyan edilmiştir." Suğdî arabuluculuk yaparak İmam Muhammed'in sözünü talâkı isnad ettiği vakitten itibaren ayrıldıklarına yorumlamıştır. Beraber kalırlarsa her ikisinin yalan söyledikleri zâhirdir ve isnadda tasdik edilmezler. Bahır sahibi: "inşaallah böylelikle ara bulunmuş olur." demiştir. Fetih'de bildirildiğine göre müteehhirinin fetvası dört mezhebin imamlarına ve sahabe ile tâbiinin cumhuruna muhâliftir. Bunların muhalefeti töhmetten dolayı olduğuna göre töhmetin yerleri ve adamları araştırılmalıdır. Onun için Suğdî yukarıda geçen sözüyle tafsilde bulunmuştur. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır, Bahır ve Nehir sahibleri de Fetih sahibinin sözünü tasdik etmişlerdir.

"Bu muvazaa töhmetini gidermek içindir." Muvazaa anlaşma demektir. Yani hasta olankocanın karısına borç ikrarı sahih olsun diye yahut kocası karısının kız kardeşi ile veya ondan başka dört kadınla evlenebilsin diye talâk vardır, iddet bitmiştir şeklinde anlaşma yapmalarını önlemek içindir. Fetih.

METİN

Lâkin kadın bu isnadda kocasını yalanlar veya bilmiyorum derse iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Kadına da nafaka ve mesken verilir. Kocasını tasdik ederse hüküm yine böyledir. Şu kadar var ki, bu kadınla cimada bulunursa ikinci bir mehir vermesi lâzım gelir. İhtiyar. Kadına nafaka ve mesken de verilmez. Çünkü kadının kendi aleyhindeki sözü kabul edilir. Hâniyye. Yine Hâniyye'de şu ibâre vardır: "Kadını talâk-ı bâinle boşar da sonra bir zaman onunla beraber yaşarsa talâkını ikrar ederek yaşadığı takdirde iddeti biter. İnkâr ederek yaşarsa bitmez. "Cevâhiru'l-Fetâvâ'nın talâk bahsinin başında şöyle denilmektedir" Karısını talâk-ı bâinle boşar da onunla beraber yaşarsa halk arasında boşadığı şöhret bulduğu takdirde iddeti biter, şöhret bulmazsa bitmez." Kadına hul' yapması da böyledir. Halka bildirir ve hul' yaptığına şâhid getirirse iddeti biter. Aksi takdirde bitmez. Sahih olan budur. Keza boşadığını gizlerse gizlemekten men etmek için iddet bitmez. O zaman iddetin başlaması sübut ve zuhur vaktinden itibarendir.

İZAH

"Lâkin ilh..." Sözü yukardaki söylediklerine istidraktır. Çünkü yukarıda nafaka ve meskenden bahşetmedi. Zira burada tasdikle tekzib arasında fark vardır. Kısaca: "Zira fetvaya göre kadın kocasını yalanlarsa ilh..." dese daha iyi olurdu.

"Cimada bulunursa ikinci! bir mehir vermesi lâzım gelir." Sözünü üç talâktan aşağı boşamışsa diye yahut üç talâk iddetinde lâkin helâl zannederek diye kayıdlaması gerekir. Zira Bezzâziye'den naklen arz etmiştik ki, üç talâkla boşayıp haram olduğunu bildiği halde iddeti içinde cimada bulunursa bu zinâ olur. Şimdi cimaların tekerrürü ile mehrin tekrarlanıp tekrarlanmayacağı kalır. Bahırın mehir bâbında Hulâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: "Üç talâktan iddet bekleyen karısı ile cimada bulunurda şübhe iddia ederse bir mehir vermesi mi yoksa her cima için ayrı mehir mi lâzım gelir? Bazılarına göre üç talâkı birden yapar da bunların vâki olmadığını zannederse bu yerinde bir zan olur ve bir mehir vermesi lâzım gelir. Talâkların vâki olduğunu fakat cimaın da helâl olduğunu zannederse bu zan yerinde değildir. Binaenaleyh her cima için ayrı mehir vermesi lâzım gelir."

"Kadına nafaka ve mesken de verilmez." Yani geçen zaman iddete yeterse hüküm budur. Fakat iddetin bir kısmı kalırsa o müddet nafaka ve mesken vermesi vâcib olur. T.

"Çünkü kadının kendi aleyhindeki sözü kabul edilir." Ve kendisi için kocasına vâcib olan borç sâkıt olur. Bahır sahibi diyor ki: "Hâsılı kadın isnadda kocasını yalanlar yahutbilmiyorum derse iddet ikrar vaktinden başlar. Tasdik ederse kadın hakkında talâk vaktinden, Allah Tealâ hakkında ikrar vaktinden başlar." Yine Bahır'da beyan edildiğine göre mesken Allah Teâlâ'nın hakkındandır. Bunun muktezası kadın kocasını tasdik etse de mesken lâzım gelmesidir. T.

Ben derim ki: Bahırın ibâresinde mesken sözü yoktur. Onun ibâresi:

"Lâkin kocasını tasdik ederse kadına nafaka ve giyecek yoktur." şeklindedir. Nehir'de de böyledir. Meselenin aslı Hâniyye'dedir. Nitekim şârih de ona nisbet etmiştir. İbâresi şöyledir: "Fetvaya göre kadının ikrar vaktinden itibaren iddet beklemesi lâzım gelir. Boşamasının eseri ancak nafakanın ibtalinde görülür." Böylece anlaşılır ki, musannıfın ifadesindeki mesken sözü sonradan katmadır.

"Onunla beraber yaşarsa" Sözü mutlaktır, cima edip etmediği hallere şamildir. T.

"İkrar ederek yaşadığı takdirde ilh..." Yani iddeti talâktan başlar. Zâhire bakılırsa buradaki İkrardan murad sadece kadına değil halk orasında ikrarda bulunmasıdır. Bir de boşadığı anda İkrar etmesidir. Böylece bu meseleyle metindeki mesele arasında fark anlaşılmış olur. Çünkü metindeki mesele karısını boşadığını gizleyip de bir zaman sonra ikrar ettiğine göre farz edilmiştir.

"Şöhret bulduğu takdirde ilh..."' şöhret bulan bu talâktan sonra kadını üç defa boşarsa bu üç talâk vâki olmaz. Nitekim fer'î meselelerde gelecektir.

"Kadına hul' yapması da böyledir." Bu söz talâk-ı bâinle boşarsa cümlesinde dahildir. Lakin talâk-ı bâin bazen kadının haberi yokken de yapılır. Hul' böyle değildir. Şârih şöhretin şart kılınmasında kadının bilmesiyle bilmemesi arasında fark olmadığına işaret etmiştir.

"Hul' yaptığına şâhid getirirse" Sözüyle şöhret bulmanın mutlaka halk arasında ikrar etmekle olacağına işaret etmektedir. Başkalarından işitmeleri kâfi değildir. Bunda ikrarın iki adam huzurunda yapılırsa kâfi geleceği" ne de işaret vardır. Ekseriyetin huzurunda ikrar lâzım değildir. Çünkü şehâdet bir şeyi meşhur etmektir. Nitekim ulema nikâh bahsinde İmam Mâlik'in şart koştuğu ilân iki şâhidle hâsıl olur demişlerdir.

"Kezâ boşadığını gizlerse gizlemekten men etmek için iddet bitmez."

Bu ta'lili Hâniyye sahibi yapmıştır. Bir ta'lif daha geçmişti ki, o da muvazaa töhmetini gidermek için olmasıydı. Bu ta'lil Hidâye'de zikredilmiştir. Mesele metindekiyle birlikte tekrar edilmiştir. Hâsılı boşadığını gizler de bir müddet geçtikten sonra haber verirse fetvaya göre o kimse isnad hakkında tasdik edilmez. Karısı kendisini tasdik etsin etmesin iddet ikrar vaktinden vâcib olur. Gizlemez de vaktinde ikrar ederse halk arasında şöhret bulmadığı takdirde hüküm yine böyledir. şöhret bulursa iddet talâk vukuundan itibaren vâcib olur ve zamanı geçmişse iddet biter. Ama bu helâdır zanniyle cima etmediğine göredir. Aksi takdirdecima'la ikinci bir iddet vâcib olur ve iki iddet içice girerler. Kezâ o kadınla her cimada bulundukça ayrı bir iddet vâcib olur. Son cima'ın iddeti bitmedikçe kadının başka kocaya gitmesi helâl olmaz. Cima şübhe üzerine yapılmazsa bunun hilâfınadır. Çünkü hâlis zinâ olduğu için iddet icab etmez. Nitekim geçmişti. Kadın başkasıyla evlenebilir. Bunu Tatarhâniyye sahibi talâkın yirmi ikinci faslında açıklamıştır.

"O zaman iddetin başlaması sübut ve zuhur vaktinden itibarendir."

Yani bu tafsilâtı gördükten sonra anlarsın ki, bu meseleler talâk şöhret bulmadığına göredir. O zaman iddet talâkın sübut ve zuhuru vaktinden başlar.

METİN

Nikâh-ı fâsidde iddetin başlaması hâkim karı-kocanın arasını ayırdıktan sonradır. Bundan sonra o kadınla cimada bulunursa kendisine had vurulur. Cevhere ve diğer kitablar. Bahır sahibi bunu inceleyerek iddetten sonra diye kayıdlamıştır. Çünkü iddet bekleyen bir kadına cima ile had lâzım gelmez. Yahut iddet mütarekeyle yani kocanın kadınla cima'ı terk edeceğine azim göstermesiyle meselâ diliyle seni cima etmeden bıraktım demesi ve buna benzer bir şey söylemesiyle olur. Kadının huzurunda olursa talâk ve nikâhı ikrar dahi bu kabîldendir. Huzurunda değilse olmaz. Kadınla cimada bulunmuşsa mücerred azim kâfi değildir. Bulunmamışsa bedenlerin birbirinden ayrılması kâfidir. Nikâh-ı fâsidde halvet iddeti icab etmez. Burada talâk boşamanın sayısını eksiltmez. Çünkü feshtir. Cevhere. Kadın kocasının evinde de iddet beklemez. Bezzâziye.

İZAH

"Nikâh-ı fâsidde iddetin başlaması ilh..." İmam Züfer'e göre son cimadan itibarendir. Çünkü iddeti icab eden sebeb cimadır. Bize göre iddeti icab eden sebeb nikâh şübhesidir. Bu şübheyi ortadan kaldırmak aralarını ayırmakla olur. Görmüyor musun ayırmadan o kadınla cimada bulunursa had vurmak vâcib değildir. Ayırdıktan sonra cimada bulunursa had vâcib olur. Şu halde ayırmak süretiyle şübhe ortadan kalkmadıkça kadın iddet beklemeye başlamış olmaz. Nitekim Kâfî ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Sâihânî.

Ben derim ki: Akidsiz yapılan şübheli cimada iddetin nereden başlayacağını açıklayan görmedim. Ama şübhe ortadan kalkınca son cimadan başlaması gerekir. Meselâ o kadının kendi karısı olmadığını, cima'ı helâl sayılmayacağını öğrenir. Böylece şübhe ortadan kalkar. Çünkü burada akid yoktur. Binaenaleyh zikri geçen cimadan başka iddet için bir sebeb kalmaz. Nitekim söylediklerimizden anlaşılmıştır. Allahu a'lem.

"Hâkim ayırdıktan sonradır." Yani hemen akibinde iddet başlar. Bu iddetin başlamasına zaman elverişli olduğuna göredir. Binaenaleyh hayız halinde ayırmakla ortaya bir müşkil çıkmış olmaz. Çünkü iddet hayızdan sonra başlamış sayılır. Kadının üç hayız beklemesimutlaka lâzımdır. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Ayırmaktan murad hâkimin ayrılmalarına hüküm vermesidir. Nitekim İnâye'den naklen Bahırda bildirilmiştir.

"İnceleyerek kayıdlamıştır ilh..." Ben derim ki: Eğer bu zevatın maksadları cima iddetten sonraysa had vâcib olur demekse bunu söylemekte bir fayda kalmaz. Çünkü sahih nikâhın hükmü de budur. Ondan fâsid nikâhın hükmü evleviyetle anlaşılır. Allâme Makdisî bunu şöyle münakaşa etmiştir: "Denilebilir ki, bu iddet bu hüküm hususunda başkalarına muhâliftir. Çünkü nikâh-ı fâsidin eseridir. Nitekim kocasının evinde iddet beklememekle dahi başkalarına muhâliftir." Kezâ bunu Sâihânî dahi reddederek: "Bu incelemede bir çok zevat Bahır sahibine tâbi olmuşsa da burada meselenin ta'lilini anlamaktan gaflet edilmiştir. Ta'lil İmam Züfer'e verilen cevabda geçendir ki, o da şübhenin karı-kocayı birbirinden ayırmakla ortadan kalkmasıdır ilh..." demiştir. Yani ayırdıktan sonra had vurmayı def edecek bir şey kalmaz demek istemiştir. Bunu Rahmetî dahi reddetmiştir. Onun sözünün hülasası şudur: Karı-kocayı ayırmadan had vurulmaması akid şübhesindendir. Ondan sonra iddet beklemek ise şübhenin şübhesi olur. Bu muteber değildir. Sahih nikâhda helâl zannıyla cima ederse üç hayız iddet lâzım gelmesi bunun hilâfınadır. Çünkü fiil şübhesidir. Kadın o adamın evinde mahpustur. Nafakası da yürümektedir. Burada ise ne nafaka vardır, ne de eve kapanmak!

Ben derim ki: Lâkin bu izaha göre Bahır ve diğer kitablarda açıklanan şu mesele müşkül kalır: Bir adam nikâh-ı fâsidle karısının kız kardeşini alsa onun iddeti bitinceye kadar karısı kendisine haram olur. Bu gösterir ki, bu adama nisbetle o nikâhın bir eseri kalmıştır. Ama buna şöyle cevap verilebilir: O nikâhın iddetle eseri kalması yaptığı cima'ın haddi icab eden zinâ olmasına mâni değildir. Nasıl ki üç talâkla boşadığı karısı iddet beklerken haram olduğunu bile bile onunla cimada bulunursa kendisine had vurulur. Çünkü bu zinâdır. Halbuki nikâhın eseri kesin olarak bâkîdir.

"Kocanın" Diye kayıdlaması şundandır: Çünkü ulemanın zâhir olan sözlerine göre mütareke kadın tarafından olmaz. Bahır sahibi diyor ki: "Biz mehir bâbında mütarekenin kadın tarafından da olacağını tercih ettik. Onun için Molla Miskîn mütareke şekillerinden biri kadının senden ayrıldım demesi olduğunu söylemiştir." Bahır sahibinin bunu tercih etmesi ulema: "Karı-kocadan her biri bu nikâhı fesh edebilir." diye ittifak ettiklerindendir. Fesh mütarekedir. Nehir sahibi: "Biz bunu def eden sözler söylemiştik." demiştir. Yani orada mütarekenin talâk mânâsına geldiğini binaenaleyh yalnız kocaya mahsus olduğunu söylemişti. Fakat Hayreddin-i Remlî: "Nikâh-ı fâsidde talâk yoktur." diyerek bunu reddetmiştir. Tamamı orada geçmişti. Makdisî'nin Bahır sahibine tâbi olduğunu da söylemiştik.

"Ve buna benzer bir şey söylemesiyle" Meselâ Senin yolunu serbest bıraktım veya sendenayrıldım demesiyle olur.

"Mücerred azim kâfi değildir." Zira İnâye'de: "Azim kalb işidir, bilinmez. Ama açık delili vardır. O da azmi haber vermektir." denilmiştir.

"Bulunmamışsa bedenlerin birbirinden ayrılması kâfidir." Yani bırakmayı azmederek bedenlerin ayrılması kâfidir. Bahır sahibi diyor ki: Cima edilmeyen kadına gelince: Onu terk etmek sözle tehakkuk eder. Bazılarına göre terk etmekle de olur. Bundan murad bir daha bu kadına dönmemek kasdıyla ondan ayrılmaktır. Bazılarına göre ise cima edilsin edilmesin her iki surette mütareke ancak sözle olur.

"Nikâh-ı fâsidde halvet" İster sahih ister fâsid olsun iddeti icab etmez. H. Burada şöyle denilebilir: Fâsid nikâhta halvet ancak fâsid olur. Çünkü şer'an o kadınla cimada bulunmak men edilmiştir. Hayızlı kadınla halvette bulunmak gibi olur. Lâkin murad bu halvetin nikâhın fesadından başka bir mâniden dolayı fâsid olmasıdır.

"İddeti icab etmez." Mehri de icab etmez. Çünkü bunlar ancak hakiki cima ile vâcib olurlar.

"Kadın kocasının evinde de iddet beklemez." Çünkü fâsid nikâhta akid mevcud iken bile erkeğin o kadını evinde hapsetmeye hakkı yoktur. Akid bozulduktan sonra evleviyetle hakkı kalmaz. Lâkin bundan sonraki fasılda bunun hilâfı gelecektir. Şu halde buradaki iki kavilden biri demektir. Tamamı gelecektir.

T E T İ M M E : Bahır'da beyan edildiğine göre bu iddetten murad mütareke iddetidir. Binaenaleyh adam ölmekle kadına iddet vâcib olmaz. Yalnız cimadan sonra hayzını görmesi lâzımdır. Bu iddette yas tutmak ve nafaka da yoktur. Karısının kız kardeşini nikâh-ı fâsidle alırsa iddeti bitinceye kadar kendi karısı haram olur. Bir de bu iddetin vâcib olması kazaendir. Diyâneten o kadın son cimadan sonra üç hayız gördüğünü bilirse ayırma filan olmadan dahi başka kocaya varması helâl olur. Râcih kavle göre kadının mütarekeyi bilmesi şart değildir.

METİN

Kadın iddetim bitti der de müddetin buna ihtimali bulunursa kocası yalanladığı takdirde yeminiyle beraber kadının sözü kabul edilir. Müddetin buna ihtimali yoksa kabul edilmez. Çünkü güvenilen kimse ancak zâhire muhalefet etmediği vakit tasdik olunur. Sonra kadın aylarla iddet bekleyenlerdense zikri geçen mukadder zamanı bekler. Hayızlarla bekleyenlerdense en azı hürre için altmış gün, cariye için kırk gündür. Fakat bu, kadın çocuk düşürdüğünü iddia etmediğine göredir. Nitekim ricat bâbında geçmişti. Bir de talâkı doğurmasına tâlik edilmediğine göredir. Tâlik edildiyse İmam-ı Azam nifâs için buna yirmi beş gün ilave eder. Nitekim hayız bâbında geçmişti.

İZAH

"Kadın iddetim bitti derse ilh..." Bilmelisin ki iddetin bitmesi yalnız kadının haber vermesine münhasır değildir. Bilâkis hem onun haber vermesiyle, hem de fiilen olabilir. İddetin geçebileceği bir müddetten sonra başkasıyla evleniverir. Bundan sonra kadın iddetinin bitmediğini söylerse tasdik olunmaz. Çünkü evlenmeye teşebbüs etmesi ikrarın delilidir. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

"Kocası yalanladığı takdirde" Kadının sözü kabul olunur. Fakat iddetinin geçtiğini kocası iddia eder de kadın yalanlarsa ne hüküm verileceği fer'î meselelerin sonunda gelecektir.

"Aylarla iddet bekleyenlerdense ilh..." Bu sözle şârih geçebileceği en az müddeti beyana başlıyor.

"Zikri geçen mukadder zamanı bekler." Bundan murad hürrenin üç ay, cariyenin ise onun yarısı kadar yani bir buçuk ay iddet beklemesidir.

"En azı hürre için altmış gün" Yani kadını temizlik devresinde (cimadan önce) boşamış farz edilir ve temizliğin en az müddeti olan on beş gün farz edilir. Zira çoğu için sınır yoktur. Hayzın ortası beş gündür. Çünkü en azının iki defa bir arada bulunması nâdirdir. Şu halde üç temizlik müddeti kırk beş gün eder. Üç hayız da on beş gün eder. Mecmuu altmış gün olur. Bu hesab İmam-ı Azam'ın kavlinin İmam Muhammed rivâyetine göredir. İmam Hasan rivâyetine göre ise kadının iddetini uzatmaktan ihtiraz için kocasının onu temizlik devresinin sonunda boşadığı farz edilir ve temizlik devresinin en azı hayız müddetinin en çoğu ele alınır ki, ikisinin ortası bulunsun. İki temizlik müddeti otuz, üç hayız müddeti dahi otuz gün eder. (Mecmuu altmış gün olur.) İmameyn'e göre hür kadının tasdik edileceği en az müddet otuz dokuz gündür. Üç hayız dokuz gün eder. İki temizlik müddeti de otuz gündür. (Mecmuu otuz dokuz olur.) Bunu Tahtâvî ifade etmiştir.

"Cariye için kırk gündür." Bu İmam Muhammed'in rivâyetine göredir. İki temizlik devresi otuz gün eder, bir hayız da on gündür. (Mecmuu kırk olur.) imam Hasan'ın rivâyetine göre otuz beş gündür. Bir temizlik devresi on beş gün, iki hayız da yirmi gün eder. (Mecmuu otuz beş olur.) T. Bahır'ın bazı nüshalarında İmam Hasan'ın rivayetine göre otuz gündür denilmişse de yanlıştır. Doğrusu otuz beş gündür. Nitekim Bedâyı' ve diğer kitablarda belirtilmiştir.

"Çocuk düşürdüğünü iddia etmediğine göredir." Bu söz hem hürre hem cariye hakkında söylenen müddetin şart kılınması için sınırlıdır. Tahtâvî diyor ki: "Murad uzuvlarının bazısı belli olan düşüktür. Bunlar belli olacak kadar bir müddetin geçmesi mutlaka lâzımdır." Yani kadını nikâh eder de meselâ bir aydan sonra boşarsa kadının sözü kabul edilmez. Çünkü dört ay geçmeden karnındaki çocuğun bazı uzuvları belli olmaz. Nitekim evvelce geçmişti. Şârih şuna da işaret ediyor ki, kadın iddetinin bittiğini iddia eder de çocuk düşürdüğünü ikrarda bulunmazsa tasdik edilmez. Bazıları tasdik edileceğini söylemişlerdir. Çünküihtimaldir. Nehir sahibi: "Zâhir olan birinci kavildir." demiş, Remlî ikinci kavlin zayıf olduğunu söylemiştir.

"Nitekim ricat bâbında geçmişti." Orada şârih şöyle demişti: "Sonra müddet ancak hayızla olursa muteberdir. Çocuk düşürmeyle olursa muteber değildir. Kocası çocuğun uzuvları belli olduğuna kadından yemin isteyebilir. Doğurmakla olursa ancak beyyineyle kabul edilir. Velev ki kadın hurre olsun. Fetih.." Bahır sahibi diyor ki: "Bu söz götürür. Zira ulemanın sübutu neseb bâbında açıkladıklarına göre kadının çocuk doğurduğunu ikrar etmesiyle iddeti biter. Velev ki doğum beyyineye bağlı olsun. Çünkü o ancak nesebin sübutu içindir."

"Nitekim hayız bâbında geçmişti." Orada şârih şöyle demişti: "Nifâsın azı için sınır yoktur. Meğerki iddet için buna ihtiyaç olsun. Meselâ kocası: Doğurduğun vakit sen boşsun der, kadın da iddetim bitti cevabını verirse İmam-ı Azam bunu üç hayızla birlikte yirmi beş günle takdir etmiştir. İmam Ebû Yusuf on bir günle, İmam Muhammed bir saatle takdir etmişlerdir.

Ben derim ki: Bu izaha göre doğurduğunun akabinde boşanırsa nifâs için mutlaka yirmi beş gün geçmek gerekir. Sonra altmış gün iddet bekler. Nitekim geçmişti. Şu halde İmam-ı Azam'a göre kadının tasdik edileceği en az müddet seksen beş gün olur. Bu İmam Muhammed'in rivayetine göredir. İmam Hasan'ın rivâyetine göre ise müddetin en azı yüz gündür. Nifâs ve temizliği kırk gün takdir edilir. Ebû Yusuf'un kavline göre müddetin en azı altmış beş gündür. Çünkü nifâs için mutlaka on bir gün geçmek lâzımdır. Sonra kadın on beş günlük temizlik devresi geçirir. Ondan sonra otuz dokuz gün îddet bekler. (Mecmuu altmış beş eder.) İmam Muhammedi'n kavline göre müddetin en azı elli dört günle bir saattir. Bi-naenaleyh nifâs için mutlaka bir saat, temizlik için de on beş gün geçmesi lâzımdır. Sonra otuz dokuz gün iddet bekler. Tamamı hayız bâbında geçmişti.

Bir adam iddet bekleyen karısını -velev ki nikâh-ı fâsid iddeti olsun- sahih nikâhla alır da -velev hükmen olsun- cimadan önce boşarsa tam mehir vermesi vâcib olur. Kadına da yeni iddet beklemek lâzım gelir. Çünkü kadın ilk cima ile adamın elinde sayılır. Zira eseri bâkîdir. O da iddettir. Bu mesele on meselenin biridir ki, bunlarda birinci nikahdaki cima ikincide de cima sayılır. İmam Zufer'in kavline göre bu kadına iddet yoktur. Kadın derhal başka kocaya helâl olur,

İZAH

"İddet bekleyen karısını" Yani üçten az olarak talâk-ı bâinle boşadığı karısını demek istiyor. Dürr-ü Müntekâ. Çünkü kadın ric'î talâk iddetini beklemiş olsa ikinci akid ric'at olur. Üç talâkla boşanmış olsa başka kocaya varmadıkça buna helâl olmaz.

"Velev nikâh fâsid iddeti olsun." Meselâ nikâh-ı fâsidle evlenir ve cimadan sonra araları ayrılır da sonra iddeti içinde sahih nikâhla tekrar evlenir. Bunun aksini yaparsa yani evvelâsahih nikâhla evlenir, cimadan sonra boşayarak iddeti içinde onu fâsid nikâhla alırsa mehîr lâzım gelmez. Yeni iddet de icab etmez. Kadın bil ittifak ilk iddetini tamamlar. Çünkü fâsid nikâh da cima imkânı yoktur. Hakikaten imkân olmayınca hükmen de cima etmiş sayılamaz. Onun için nikâh-ı fâsidde iddet vâcib olmadığı gibi halvetle mehir de lâzım gelmez. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

"Velev hükmen olsun cimadan önce boşarsa..." Hükmen cimadan murad halvettir. Musannıf cima ve halvetten önce boşarsa dernek istemiş tir. H.

"Adamın elinde sayılır ilh..." Yani bu da ikinci akidle eline geçmenin yerini tutar. Gâsp gibi ki, elinde bulunan gasp malını satın alırsa mücerred akidle onu teslim almış sayılır. Böylece buradaki talâk cimadan sonra talâk sayılır. "Cimadan sonra boşamakla o adam ric'ata mâlik olur. Burada ise ric'at yoktur." denilemez. Çünkü ikinci akdin mehir ve iddet hakkında cima yerine tutulmasından ric'at hakkında da cima yerine tutulması lâzım gelmez. Halvet gibi ki mehir ve iddet hakkında cima yerine tutulur. Fakat ric'at hakkında milk yerine tutulmaz. Tamamı Minah'dadır.

Ben derim ki: Şu da var: Birinci talâk bâindir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. O halde onun iddetini beklerken ric'ata hasıl hakkı olabilir? Velev ki ikincisi ric'i olsun.

"Bu mesele on meselenin biridir." On mesele şunlardır: Bir adam sahih nikâhdan veya fâsid nikâhtan iddet bekleyen karısı ile evlenirse iki mesele meydana gelir ki, bunların izahı yukarıda geçmişti.

Üçüncüsü: Kendisi hasta iken iddet bekleyen karısıyla evlenir ve onu cima etmeden boşarsa mirâs kaçıran olur.

Dördüncüsü: Aralarında kefâet bulunmadığı için cimadan sonra ayrılırlar ve iddeti içinde o kadını nikâh eder de yine cima etmeden araları ayılır.

Beşincisi: Küçük bir kızla veya cariyeyle evlenerek cimada bulunur, sonra onu talâk-ı bâinle boşar, sonra iddeti içinde onunla tekrar evlenir. Bu sefer küçük kız bulûğa erer yahut cariye azad olur ve cimadan önce kendini ihtiyar eder.

Altıncısı: Küçük bir kızla veya cariyeyle evlenir, cimadan sonra kız bulûğa ererek cariye de âzâd olarak kendini ihtiyar eder. Sonra iddeti içinde onunla evlenir ve cima etmeden boşar.

Yedincisi; İddet bekleyen karısıyla evlenir ve cimadan önce kadın dinden döner. Meselenin geri kalan suretleri Bahır'da mükerrer olarak zikredilmiştir. Hatta ilk iki sureti de birdir. Şu halde hakikatte bu meseleler altıdır.

"Bunlarda birinci nikâhdaki cima ikincide sayılır." Bu Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'le Züfer'e göre ikincide cima sayılmaz. Yeni iddet de lâzım gelmez. Mehrinin yarısı vâcib olur. Lâkin İmam Muhammed'e göre ilk iddeti tamamlamak vâcib olur. Züfer'egöre vâcib olmaz. H. Yani kadın başka kocaya helâl olur ve böylece muhallil iddetini düşürmek için bir hile teşkil eder. Cimadan sonra kadını boşar. Sonra tekrar nikâhlar, sonra cimadan önce boşar ve iddet beklemeden ilk kocasına helâl olur.

METİN

Musannıf Züfer'in sözünü uzun bir ifadeyle iptal etmiş ve "Mukallid bir hâkim mezhebinin meşhur kavline muhâlif hüküm verirse esah kavle göre hükmü geçersiz olur." diye kesin hüküm vermiştir. Nitekim rüşvet alırsa hükmü geçersiz olur. Şu kadar var ki, sultanın fermanı meşhur olmayan kaville amel edebileceğini bildirirse o zaman câizdir; ve o kimse Hanefî ve Züferî olur. Bu olmuş değildir. Bilâkis vâki bunun hilâfıdır. Bellenmelidir.

İZAH

"Musannıf Züferi'n sözünü uzun bir ifadeyle iptal etmiş." Bunu Halebî olduğu gibi nakletmiştir. Hülasa olarak şöyle demiştir: "Memleketimizde Allah'dan korkusu olmayan bazı hakimler dünya malı elde etmek için çok defa Züfer'in kavliyle amel etmişlerdir. Kemâl, Fetih adlı eserinde şunları söylemiştir:" Züfer'in söylediği fâsiddir. Çünkü maksudun meşruiyetini bozmayı iktiza eder ki, o da neseblerde şübheye düşmemektir. Bununla beraber bu içtihad götüren bir şeydir. Hatta Câmiu'l-Fûsuleyn'de açıklandığına göre bir hâkim bununla hüküm verse hükmü geçerli olur. Çünkü bunda içtihada müsaade vardır. Hem Allah Teâlâ'nın: "Kadınlara dokunmadan onları boşarsanız sizin için onların üzerinde bekleyecek bir iddet yoktur." âyet-i kerîmesinin sarahatına uygundur. Bence bu zamanda çözüm yolu bunun geçersiz olmasıdır. Çünkü bu ancak mukabilinde mal almak için yapılan bir şeydir. Nitekim zamanımız hâkimlerinden biliyoruz. Üstadımızın üstadı Şeyhülislâm Kerhîye bazı hâkimlerin yaptıkları gibi İmam Züfer'in kavliyle amel ederek iddet lâzım değildir demenin hükmü sorulmuş da şu cevabı vermiş: Muhakkıklardan bazıları Züfer'in sözü bâtıldır demiş, ulemadan bazıları ise Züfer'in iddetten önce birinci kocaya cima'ın helâl olmayacağı hususunda üç imamla birlikte olduğunu söylemişlerdir. Velev ki nikâhı sahih olsun. Çünkü nikâhın sahih olmasından cima'ın helâl olması lâzım gelmez. Lâkin İmam Züfer'den meşhur olan birinci kavildir. Zamanımız hâkimlerinin yaptığı da budur. Allah sayılırını çoğaltmasın! Bunlar müddet tanımadan talâk halinde evlendiriyorlar. Ulemamızın: "Hâkim bir hadisede rüşvet alırsa hükmü geçersizdir. Mukallid bir meselede imamına muhalefet ederse esah kavle göre o meselede hükmü geçersizdir." dediklerine bakmıyorlar. O meselede hâkimin hükmü ge-çerlidir diyenin muradı müctehid olan hâkimdir. Nitekim muhakkık ulema bunu söylemişlerdir. Şeyh Hafizuddin şöyle demiştir: Gizli değildir ki, bizim hâkimlerimizin ilmi huccet olmak şöyle dursun şübhe bile olamaz. O bu sözü kendi zamanının ve memleketinin hâkimleri hakkında söylemiştir. Bugün ekserisi cahil olan hâkimlere ne buyurulur? Bir şeybilmeden Allah Teâlâ'nın hükümlerine cüret göstermekten biz Allah Teâlâ'ya sığınırız. Mukallid olan hâkime mezhebinin meşhur olan kavline tâbi olmaktan başka çare yoktur. Hele de sultan seni fülanın mezhebi üzerine hüküm vermek için tâyin ettim derse! Gerçekten müteehhirin ulema bazı malum meselelerde îmam Züfer'in kavliyle amel etmişlerdir. Çünkü bunlar delile ve örfe uygundur. Ama bu meselede amelden çekinmişlerdir. Çünkü bunda neseblerin karışması şübhesi vardır. Ben aşağı yukarı yetmiş seneden beri ilmiyle âmil büyük âlimlerle sohbet ettim. Amma hiç birinin bu kaville fetva verdiğini, hükmettiğini ne gördüm ne de işittim! Allah kendilerine hayırlar ihsan etsin. Ruhları şâd olsun! Zira şübheli işten kaçınmışlar, şübhesiz olana sarılmışlardır."

"şu kadar var ki sultanın fermanı ilh..." İfadesi söz götürür. Çünkü bu ifade sultanın fermanı olursa hâkimin mezhebinde meşhur olan kavle muhalefeti sahih olacağını iktiza eder. Halbuki biz bu hususta kitabın başında arz etmiştik ki, terkedilmiş bir kavil ile hüküm ve fetva vermek cehalettir, icma'a karşı gelmektir.

METİN

Zimmînin boşadığı hamile olmayan bir zimmîyye yahut kocası ölen zimmîyye -şayet itikadlarında varsa- Ebû Hanife'ye göre iddet beklemez. Çünkü biz onları itikadları üzere bırakmakla memuruz. Zimmîyye hamile olursa bil ittifak doğurmakla iddet bekler. Valvalcî bunu itikad ederlerse diye kayıdlamıştır. Zimmîyyeyi Müslüman kocası boşar veya ölürse bil ittifak mutlak olarak iddet bekler. Çünkü Müslüman buna itikad eder. Kezâ esir alınan bir kadın iki memleketin dinleri birbirine aykırı olduğu için kocasından ayrılırsa iddet beklemez. Çünkü iddet vâcib olduğu yerde ancak kul hakkı olmak üzere vâcib olur. Harbî ise cansız eşyaya mülhaktır. Bundan ancak hamile müstesnadır. Onunla evlenmek sahih değildir. Ama bu iddet beklediği için değil, karnında nesebi sâbit bir çocuk bulunduğu içindir. Harbîyye gibi ki, Müslüman veya zimmî yahut pasaportlu olarak İslâm memleketine çıkar da sonra Müslüman veya zimmîyye olursa onunla evlenmek sahih değildir. Zira yukarıda geçtiği vecihle o cansızlara mülhaktır. Meğerki hamile olsun. Sebebi yukarıda geçti. Kezâ bir kimse başkasının karısıyla evlenir de bunu bildiği halde onunla cima'da bulunursa kadına iddet yoktur. Cima kaydı mutlaka lâzımdır. Bununla fetva verilir.

İZAH

"Ebû Hanife'ye göre iddet beklemez." Boşanır boşanmaz o kadını bir Müslüman veya bir zimmî alırsa câiz olur. Nitekim Fethü'l-Kadir'de bildirilmiştir. Bahır.

Ben derim ki: Böyle bir kadınla kocası Müslüman olan kadının iddet beklemesi arasındaki fark iddet Müslümanın hakkı ve inancı olmasıdır. Yani iddet ancak kocanın hakkı olmak üzere vâcibdir. Koca kâfir olup iddete itikadı yoksa onun için iddet vâcib değildir. Velev ki okadınla Müslüman evlensin. Kocanın Müslüman olması bunun hilâfınadır. Onun hakkı ve itikadı olduğu için iddet vâcibdir. Velevki kadını kendisi gibi buna itikadı olmayan bir zimmî alsın. Bu izahla Nehir sahibinin kâfirin nikâhı babındaki incelemesi sakıt olur. Nehir sahibi şöyle demiştir: "Kadını Müslüman bir kimse alırsa iddetin vâcib olacağında ihtilâf etmemek gerekir. Çünkü müslüman iddetin vâcib olduğuna itikad eder ilh..." Çünkü şübhesiz Müslüman iddetin vâcib olduğuna kendisi için, kendi menîsini korumak için itikad eder. Kâfir için olduğuna itikad etmez. Çünkü o yalnız kendi içtihadınca sâbit olana itikad eder.

Evet, Hâniyye'de kâfirin nikâhı bâbında zikredildiğine göre zimmi bir adam zimmî olan karısını talâk-ı bâinle boşar da kadınla hemen o anda bir müslüman veya zimmî evlenirse bazı ulemanın söylediklerine göre nikâhı câiz olur. Ama Ebû Hanife'nin kaviline göre bir hayız bekleterek istibrâ yapmadıkça cima'ı mubah olmaz. İmameyn'in kavline göre ise üç hayız görmedikçe o kadının nikâhı bâtıldır.

"Çünkü biz onları itikadları üzere bırakmakla memuruz." Onlar bunun kendileri için bir hak olduğuna itikad etmezlerse biz de kendilerine ilzam etmeyiz.

"Valvalcî bunu itikad ederlerse diye, kayıdlamıştır ilh..." Bahır sahibi bu ibâreyi naklettikten sonra şunları söylemiştir: "Hidâye sahibi bu sözü mutlak bırakmış ve: Çünkü kadının karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır. diye ta'lil etmiştir. İmam-ı Azam'dan bir rivâyete göre bu kadına nikâh akdi yapmak sahihtir. Ama zinâdan hamile kalan gibi buna da cima edemez. Esah olan birincisidir." Hidâye'nin sözü burada sona ermiştir.

"Bil ittifak" Yani İmam-ı Azam'la İmameyn arasında bil ittifak iddet bekler. Mutlak olarak demesi hamile olsun olmasın, kadının itikadı bulunsun bulunmasın iddet bekler mânâsınadır.

"Çünkü müslüman buna itikad eder." Yani Müslüman nikâhından iddet lâzım geleceğine inanır. Binaenaleyh bu bir însan hakkı olur. Artık: onunla zimmîyye de muhatabdır. Velev ki iddette AIIah hakkı dahi bulunsun.

"Harbî ise cansız eşyaya mülhaktır." Hatta temellüke (yani mal sahibi olmaya) mahaldir. Hidâye. Yani cansız bir şeyin hakkına riayet yoktur. Velev ki iddete itikadı olsun.

"Ama bu iddet beklediği için değil ilh..." Allâme Nûh Efendi'nin Dürer hâşiyesinde zikredilen şudur: "Bu kadın hilâfsız iddet beklemektedir. Bi-naenaleyh doğurmadıkça nikâhı câiz olamaz. Zira karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır. Onun için evlenmekten men edilir. Nasıl ki hamile olan ümmüveledin evlenmesine sahibi mâni olur. Zira çocuğun nesebi sâbit olunca firâş mevcud demektir. O kadını nikâh etmek iki firâşı biraraya getirmeyi istilzam eder." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Anla! İmam-ı Azam'dan bir rivâyete göre bu kadın zinâdan gebe kalmış hükmündedir. Kerhî bu kavli ihtiyar etmiştir. Kuhistâm

"Harbiyye gibi ki ilh..." Fakat bunun hilafına olarak kocası Müslüman veya zimmî olduğu halde yahut pasaportlu olup sonradan Müslümanlığı veya zimmîliği kabul eder de kadını bırakarak İslâm diyarına göçerse kadına orada bil ittifak iddet yoktur. Hatta o adam İslâm diyarına gelir gelmez kadının kız kardeşiyle yahut ondan başka dört kadınla evlenebilir. Çünkü dar-ı harbte Müslüman ahkâmı kendisine tebliğ edilmemiştir. Yoksa kadın iddetle mükellef olmadığı için değildir. îddet insan hakkıdır. Kadın onunla mükelleftir. Fetih.

"Müslüman memleketine çıkarsa..." Hidâye, Muzmerât ve diğer kitabların nikâh bahsinde İslâm memleketine çıkması şart koşulmamıştır. Onlarda şöyle denilmiştir: "Kadın dar-ı harbde Müslüman olur da üç hayız geçerse kocasından bâin olur. İmam-ı Azam'a göre kendisine iddet de lâzım gelmez. İmameyn buna muhâliftir." Kuhistdnî.

"Sebebi yukarıda geçti." Yani karnında nesebi sâbit bir çocuk vardır.

METİN

Onun içindir ki, haram olduğunu bilerek cima ederse kendisine had vurulur. Çünkü zinâdır. Kendisiyle zinâ edilen kadın kocasına haram değildir. Vehbâniyye şerhinde şöyle denilmiştir: "Kadın zinâ ederse hayız görmedikçe kocası ona yakınlık edemez. Çünkü zinâdan gebe kalmak ihtimali vardır. Kocasının suyu başkasının ekinini sulamamalıdır. Bu garip olduğu için bellenmelidir. Haram olduğunu bilmemesi bunun hilâfınadır. O zaman kadın ilk kocasına haram değildir. Meğerki iddeti bitmiş olsun. Birinci kocası için beklediği iddette kadına nafaka yoktur. Çünkü kadın itâatsizlik etmiştir. Hâniyye.

Ben derim ki: Yani bilerek ve razı olarak kocaya vardıysa itâatsizlik etmiş olur. Nitekim geçmişti.

FER'Î MESELELER: Kadın adımın menîsini kendi fercine akıtsa iddet bekler mi beklemez mi? Bahır sahibi inceleme yaparak evet cevabını vermiştir. Çünkü rahminin temiz olduğunu anlamak için buna ihtiyacı vardır. Nehir sahibi ise inceleme yaparak: "Hamile olduğu anlaşılırsa evet, aksi takdirde hayır!" cevabını vermiştir Kınye'de: "Kadın doğurur da sonra kocası boşayarak yedi ay geçer ve başka kocaya varırsa bu müddette üç hayız görmedikçe sahih olmaz. Velev ki doğurmadan önce hayız görmemiş olsun. Çünkü hayız görmeyen kadın hamile kalmaz."

İZAH

"Onun içindir ki" Yani kadına iddet lâzım gelmediği içindir ki demek istiyor. Çünkü zinâdır sözü illetin illetidir. Binaenaleyh vasıtayla malûlün da illeti olur. Şârih ikinci illeti birinciden evvel söylese daha iyi olurdu.

"Kendisiyle zinâ edilen kadın kocasına haram değildir." Şeyhayn'a göre kocası istibrâ yapmadan onunla cimada bulunabilir. İmam Muhammed: "İstibrâ yapmadıkça onunlacima'da bulunmasını iyi görmem." demiştir. Nitekim haram olan kadınlar faslında geçmişti.

"Kocası ona yakınlık edemez." Yani hayzını görüp temizlenmedikçe onunla cimada bulunması haramdır. Nitekim Vehbâniyye şârihi bunu açıklamıştır. Bu, sözün İmam Muhammed kavline göre yorumlanmasına mânidir. Çünkü o istibrânın müstehab olduğunu söylüyor. Bunu musannıf dahi Minah'ın haram olan kadınlar faslında böyle söylemiştir. Biz ondan naklen demiştik ki: "Vehbâniyye şerhindeki ifade için Netif sahibi: O zayıftır. Meğerki şübheyle cima ettiğine yorumlansın, demiştir."

"Bu garip olduğu için bellenmelidir." Şârihin bellenmelidir diye emretmesi itimad etmek için değil kaçınmak içindir. Buna karine garip olduğu için sözüdür. Zira mezhebimizde meşhur olan kavle göre zinâ suyunun hörmeti yoktur. Rasûlüllah (S.A.V.), "Karım kendisine dokunanın elini men etmiyor." diye şikâyet eden zâta: "Onun boşa!" emrini vermişdi. Bunun üzerine o zât: "Ama ben onu seviyorum. O güzeldir." deyince Resûlüllah (S.A.V.): "Ondan istifade et!" buyurmuşlardı.

«Suyu başkasının ekinini sulamamalıdır.» Cümlesine gelince: Bu da Peygamber (S.A.V.)'den rivâyet olunmuşsa da ondan murad hamile kadınla cimada bulunmaktır. Çünkü hamile kalmazdan önce ekin olmaz, dökülmüş su olur. Onun için derler ki: "Bir kimse zinâdan gebe kalmış bir kadınla evlenirse doğuruncaya kadar ona yaklaşmaz. Tâ ki suyu başkasının ekinini sulamasın." Çünkü onun menîsiyle çocuğun gözü ve kulağı kuvvet bulur. Bu izahâtımızla anlaşılır ki, karısını zinâ ederken gören adamın onunla cimada bulunabilmesi ile, zinâdan gebe kalan bir kadınla evlenip onunla cimada bulunamaması arasında fark vardır. Bunu ganimet bil!

"Bilerek ve razı olarak kocaya vardıysa itâatsizlik etmiş olur." Fakat bilmeyerek vardıysa meselâ kadının haberi yokken ona ric'at etmişse yahut kadını nikâha zorlamışsa kadın itâatsiz sayılmaz. Çünkü kendini kocasından men etmek istememiştir. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

"Nitekim geçmişti." Yani musannıfın: "Şübheyle cima edilen kadın" dediği yerde uzun uzadıya geçmişti. T.

"Kadın adamın menîsini ilh..." Yani halvet ve cima olmaksızın kocasının menîsini fercine akıtırsa demektir. Başkasının menîsini akıtırsa ne hüküm verileceğini şübheyle cima edilen kadın meselesinde arz etmiştik

"İnceleme yaparak evet cevabını vermiştir." Ve şöyle demiştir: "Kadını dübüründen cima ederse yahut kadın onun menîsini fercine akıtır da sonra kadını boşarsa fercine sokmaksızın ne hüküm verileceğini görmedim. Şâfiîlerin Tahrir'inde her iki surette iddet vâcib olacağı beyan edilmiştir. İkincide mezheb sahibine mutlaka bununla hüküm vermek gerekir. Çünkümenîyi içeri akıtmak mücerred âleti sokmaktan daha çok rahimin temizliğini bilmeye muhtaçtır." Demek istiyor ki, birincide muhtaç değildir. Çünkü dübüre yapılan cima halvette olmuşsa iddet halvetle vâcib olur. Halvette olmamışsa rahimin temizliğini bilmeye hâcet yoktur. Çünkü suyu ekin yerinden başkasına dökmüş olur. Bunda gebe kalmak ihtimali yoktur.

"Nehir sahibi ise ilh..." Şöyle demiştir: "Ben derim ki: hamileliği meydanda ise onun iddeti doğurmakla biter. Aksi takdirde kadına iddet yoktur demek gerekir. "Ulemadan bazıları Nehir sahibine şöyle itiraz etmiştir: "Hamileliğin olup olmadığı anlaşılıncaya kadar beklemek senin kaçtığın iddetin tâ kendisidir. Menîyi içeri akıttıktan sonra evlenmesini câiz görüyorsan naklî delil göstermeye muhtaçsın!"

Ben derim ki: Döl alma bahsinde Bahır'dan, o da Muhît'ten naklen şöyle diyeceğiz: "Bir adam cariyesinin fercten başka bir yerine sürterek menîsini indirir de cariye o esnada onun menîsini alarak bir şey içinde fercine sokarsa ve bundan gebe kalarak çocuk doğurursa, çocuk o adamın oğlu, cariye de ümmüveledi olur." Bu fer'î mesele Bahır sahibinin incelemesini teyid eder. H.

Ben derim ki: Ulemanın iddeti âleti kesik bir kimsenin halvetiyle isbat etmeleri de bunu teyid eder. Bu onun sürtmesiyle gebelik tevehhüm edilmesinden başka bir şey değildir.

"Yedi ay geçer." Yedi değil dokuz ay olsa gerektir. Tâ ki İmam Mâlik'ten manzum olarak geçen rivâyete işaret olsun. O: "Temizlik müddeti uzayan kadının iddeti dokuz ayla geçer." demiştir. Mânâ: "Kadın hayız görmedikçe dokuz ay geçse bile sahih olmaz." demektir.

"Üç hayız görmedikçe sahih olmaz ilh..." Hayız görmediğini kocası tasdik ederse bu zâhirdir. Aksi takdirde söz kocasınındır. Zira "kadın iddetim bitti derse" ifadesinde Bedâyı'dan naklen ve kezâ ric'at bâbında Bezzâziye'den naklen arz etmiştik ki: "Boşanan kadın ikinci kocasına: Sen beni iddetim içinde aldın derse talâk ile nikâh arasında iki aydan az müddet bulunduğu takdirde İmam-ı Azam'a göre kadın tasdik edilir ve nikâh fasid olur. Daha fazla müddet geçmişse tasdik edilmez. Ama nikâh sahihtir. Çünkü nikâha özenmek iddetin bittiğini ikrar sayılır."

"Çünkü hayız görmeyen kadın hamile kalmaz." Yani hamile kalınca anlaşılır ki, kadın hayız görenlerdendir. Artık onun iddeti ancak üç hayızla biter.

METİN

Yine Kınye'de bildirildiğine göre kadını üç defa boşar da ben onu bir defa boşamıştım, iddeti de geçmişti derse, halk arasında iddetin geçtiği bilindiği takdirde üç talâk vâki olmaz. Bilinmezse olur. Üç talâkın vuku bulduğuna adamın inkârından sonra beyyine ile hüküm verilirse, o da bundan bir müddet evvel kadını bir talâkla boşadığına beyyine getirirse kabuledilmez. Bahır. Yine Bahır'da Cevhere'den naklen bildirildiğine göre kadına güvenilir biri gaibteki kocan öldü yahut seni üç defa boşadı diye haber verir yahut kadına güvenilir bir kişi eliyle kocasından bir talâk mektubu gelirse kadının bunun doğru olduğuna gönlü yattığı takdirde iddet bekleyip evlenmesinde bir beis yoktur. Kezâ bu adamın karısı bir adama kocam beni boşadı, iddetim de bitti derse o kadını nikâh etmesinde beis yoktur.

İZAH

"Halk arasında iddetin geçtiği bilindiği takdirde" Yani kocası boşadığı vakit halk arasında onu ikrar eder de herkese duyurursa, iddetin geçebileceği bir müddet geçmekle kadının iddeti biter. Velev ki kadınla beraber yaşasınlar. Çünkü boşadığı şöhret bulduktan sonra beraber kalmaları sahih kavle göre iddetin bitmesine mâni değildir. Nitekim şârih bunu Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan naklen bildirmişti. Lâkin haram olduğunu şübhesiz bildiği halde kadınla cimada bulunursa bu zinâ olur ve ikinci bir iddet lâzım gelmez. Şübheyle cimada bulunursa her cima için ayrı iddet lâzım gelir ve iddetler, içice girer. Artık son cimanın iddeti bitmedikçe o kadının başka kocayla evlenmesi helâl olmaz. Kadını ilk talâkın iddeti bittikten sonra üç defa boşarsa talâk vâki olmaz. Velev ki cima iddetinde boşamış olsun. Nitekim Bezzâziye'den naklen arz etmiştik. Bununla bir fetva hadisesine cevap verilmiş olur,

Hadise şudur: Bir adam karısını haram sözüyle bâin olarak boşar da bir Şâfiî'den fetva isterse, o da bu talâkın ric'î olduğuna fetva vererek karı-koca bir müddet beraber yaşadıktan sonra kadını yine bu şekilde boşar da kocası nâmına kadına yine bir Şâfiî müracaat ederek yine uzun bir müddet geçerse, sonra yine kadını bu şekilde talâk-ı bâinle boşayarak kendisine bir Şâifî yemin keffâreti vereceksin diye fetva verirse, sonra kadını o anda üç defa boşarsa, şayet ilk üçü ikrarda bulunmuş da halk arasında yayılmışsa ve her biri önceki talâkın iddeti bittikten sonra yapılmışsa yukarıda geçenin muktezasına göre o adamın aleyhine bir talâktan başka bir şey vâki olmaz. O da şöhret bulduğu cihetle ilk tâlâktır. Adam bunu ikrar etmiştir. Kadının da iddeti bitmiştir. Artık ikinci ve ondan sonraki talâklar vâki olmazlar. Velev ki bu müddet zarfında kadınla cima'da bulunsun. Çünkü bildiğin gibi bu şübheyle cima'dır. Allahu a'lem.

"Beyyine getirirse kabul edilmez." Çünkü bildiğin gibi talâk halk arasında meşhur olmadıkça bu talâkın iddeti bitmez. Meşhur olsa aleyhine üç talâkla hüküm olunmadan önce onunla istidlal ederdi. Çünkü üç talâkla hüküm vermenin sıhhatına mâni olan o idi. Onu bırakıp da üç talâkı inkâra gitmesi yalan söylediğine delildir. Binaenaleyh sözü kabul edilmez. Bu ulemanın: "Hükümden sonra dâvânın def'i sahihtir." sözüne aykırı değildir. Bana zâhir olan budur.

"Güvenilir bir kişi eliyle" Sözü kayıd değildir. Nitekim Valvalciyye'de belirtilmiştir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de şöyle denilmektedir: "Kadına bir adam kocasının öldüğünü veya dinden döndüğünü yahut kendisini boşadığını haber verirse kadının evlenmesi helâl olur. O adamdan bir başkası işitirse şâhidlik yapabilir. Çünkü bu din bâbındandır. Binaenaleyh bir kişinin haberiyle sâbit olur. Nikâh ve mezheb bunun hilâfınadır. Kadına haber veren âdil olsun olmasın ona kocasından talâk mektubu getirdiğinde mektubun kocasından olduğunu bilsin bilmesin fark etmez. Kadının gönlüne bu işin doğruluğu yatarsa evlenmesinde beis yoktur." îlâ bâbından az önce bunun diyâneten böyle olduğu geçmişti. Sonra Sâihânî'nin el yazısıyla Câmiu'l-Fetâvâ'dan şunu naklettiğini gördüm: "İki kişi gaibin karısını boşadığına şâhidlik ederlerse gaib aleyhine talâk hükmü vermek için kabul edilmez. Ama kadın iddet bekleyip başka kocaya varmak için hâkimin ses çıkarmaması hakkında kabul edilir."

Bunun hâsılı şudur: Hâkimin sükut etmesi câizdir. Çünkü bu dini bir iştir. Talâk isbatı değildir. Zira talâk isbatı gaib aleyhine hükümdür. Binaenaleyh sahih olmaz ve öyle görünüyor ki, iddetin boşlaması talakın vuku bulduğu vakitten itibarendir. İhbar vaktinden itibaren değildir. Çünkü adam kadınla beraber yaşamamaktadır. Binaenaleyh töhmet yoktur. Câmiu'l-Fûsuleyn sahibinin: "Evlenmesinde bir beis yoktur." sözü evlenmemesinin evlâ olduğunu gösterir. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Kadına bir adam kocasının öldüğünü, başka biri sağ olduğunu haber verirse, öldüğüne veya cenazesinde bulunduğuna şâhidlik eder de kendisi âdil ise, her ikisi tarih göstermemiş olmak ve sağlık bildiren tarih sonra olmak şartıyla kadın iddetini bekleyip kocaya varabilir. Kadın evlendikten sonra kendisine bir cemaat kocasının sağ olduğunu haber verirlerse kadın ilk haberciyi tasdik ettiği takdirde nikâh sahih olur.

"O kadını nikâh etmesinde beis yoktur." Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kadın nikâhtan sonra kocam dinden döndü derse erkeğin onun haberine itimad ederek kendisiyle evlenmesi caizdir. Kadın nikâhtan sonra ârız olan bir sebeble meselâ bir süt meselesi veya benzeri ârız olarak haram olduğunu haber verirse adamın da kalbine doğru söylediği yatarsa, kadın güvenilir olsun olmasın onunla evlenmesinde bir beis yoktur. Meğerki kadın benim nikâhım fâsid idi yahut kocam Müslüman değil idi demiş olsun. Çünkü inkâr edilecek bir haber vermiştir." Çünkü asıl olan nikâhın sahihliğidir. Sâihânî.

METİN

Yine Bahır'da Hâkimi'n Kâfîsi'nden naklen bildirildiğine göre kadın kocasının öldüğünde şübhe ederse ihtiyatan yüzde yüz bildiği bir vakitten itibaren iddet bekler. Yine aynı kitabda Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: "Kadın ihtimal götüren bir müddet hakkında kocasını yalanlarsa nafakası sâkıt olmaz. Her ikisinin haberiyle mümkün olduğu kadar amel etmiş olmak için kocası da onun kız kardeşiyle evlenebilir. Kadın yarım seneden fazladadoğurursa çocuğunun nesebi sâbit olur ve esah kavle göre kız kardeşinin nikâhı fâsid olmaz. Ölürse o mirâsçı olur. Fakat iddet bekleyen mirasçı olamaz.

İZAH

"Şübhe ederse" Yani kocasının ölüm haberinde şübhe ederse demektir.

"Yine aynı kitabda Muhit'ten naklen" Sözü yanlıştır. Doğrusu Fetih'den naklendir. İbâresi de şöyledir: "Fethü'l-Kadir'de bildirildiğine göre koca, karım bana iddetinin bittiğini haber verdi derse bu müddet onun iddetinin bitmeyeceği kadar az olduğu takdirde karı-kocanın sözleri kabul edilmez. Meğerki muhtemel olan bir şey meydana gelsin. Meselâ kadın uzuvları belli olmuş bir çocuk düşürsün. O zaman kadının sözü kabul edilir. İddetin sığacağı bir müddet ise kadın yalanladığı takdirde nafakası sâkıt olmaz. Kocası da onun kız kardeşiyle evlenebilir. Çünkü bu dinî bir iştir. Erkeğin sözü onda kabul edilir."

Hâsılı karı-kocanın her ikisinin haberleriyle mümkün mertebe amel olunur. Erkeğin ve şeriatın hakkı olan yerde erkeğin haberiyle, nafaka ve mesken gibi kadının hakkı olan yerde kadının haberiyle amel olunur. Mesele boşayan kocasıyla kadın arasında ihtilâf zuhur ettiğine göre farz edilmiştir.

"Çocuğunun nesebi sâbit olur." Yani neseb hakkında kadının hakkı çocuğun hakkı gibi aslîdir. Zira babası olmayan bir çocukla kadın ayıplanır. Binaenaleyh erkeğin sözü kabul edilmez. Bu kadının kız kardeşiyle evlenmesi de geçerli olmaz. Çünkü verdiği haberde şer'an yalanlanmıştır. Nafaka hükmü verilmesi bunun hilâfınadır. Çünkü nafaka istihkakı iddetten başka şey için de tesavvur olunabilir ve sanki kadın hakkında nafaka iddet sebebiyle, çocuk hakkında başka bir sebeble vâcib olmuş gibidir. Kadının kız kardeşiyle evlenir de ölürse kız kardeşi mirâs alır. Bazılarına göre bunu sağlamken söylerse kadının kız kardeşine mirâs vardır. Aksi takdirde mirâs iddet bekleyene verilir. Miras iddet bekleyene hükmolunursa bazılarına göre kız kardeşin nikâhı fâsid olur. Fakat esah kavle göre fâsid olmaz. Çünkü mirâs istihkakı karı-kocalıktan başka bir sebeble de tesavvur edilebilir. Binaenaleyh nafaka istihkakı mesabesindedir. Bu satırlar Muhît'ten nakleden Bahır'dan kısaltılmıştır. Bunun hülasası iki meseledir.

Birincisi: Kocasının iddeti bitti diye ikrarda bulunduğu kadın bir çocuk doğurur da çocuğun nesebi sâbit olursa kız kardeşin nikâhı fâsid olur. Çünkü bu adam şer'an yalanlanmıştır.

İkincisi: Bunu ikrar eder de sonra karısının kız kardeşiyle evlenir ve ölürse kız kardeş kendisine mirâsçı olur, iddet bekleyen mirâsçı olamaz. Bazıları: "Bu sağlamken ikrar ettiğine göredir. Hastalığında ikrar ederse mirâs kaçıran olur ve iddet bekleyen kadın ondan mirâs alır. Mirâs aldığına göre esah olan kavil kız kardeşinin nikâhının fâsıd olmamasıdır. Çünkü onun mirâsçı olmasından bu mirâsın evlilik yoluyla olması lâzım gelmez ki, kız kardeşinnikâhı fâsid olsun. Miras başka bir yoldan tesavvur olunabilir. Bu izahla anlaşılır ki, şârihin sözünde mânâyı bozacak derecede kısalık vardır. Sözün doğrusu: "Adam ölürse kız kardeş kendisine mirâsçı olur. Bazılarına göre bunu hastalığında söylemişse iddet bekleyen karısı mirâsçı olur. Ama, esah kavle göre onun kız kardeşinin nikâhı da fâsid olmaz. Kadın yarım seneden fazlada doğurursa çocuğunun nesebi sâbit olur ve kız kardeşinin nikâhı da bozulur." şeklindedir. Allahu a'lem!

 

 

 

HİDAD (YAS TUTMA) HAKKINDA BIR FASIL

 

METİN

Hidad kelimesi eadde, medde ve ferra bâblarından gelir. Kelime cim'la da rivayet edilmiştir. Nitekim Kâmûs'ta belirtilmiştir. İddet için zîneti terk etmek mânâsına gelir. Şer'an talâk-ı bâin veya ölüm iddeti bekleyen bir kadının zînet ve benzeri şeyleri terk etmesidir. Müslüman ve mükellef bir kadın velev ki cariye olsun sahih nikâhla cima edilmişse bâin talâk veya ölüm iddeti beklerken zînet takınmayı, ipekli giymeyi, sık dişli tarakla taranmayı, kokuyu -velev ki ondan başka kazancı olmasın-, hâlis zeytinyağ gibi kokusuz bile olsa yağ sürünmeyi, sürme ve kınayı terk etmek, usfurlu, safranlı, kızıl toprak veya versle boyalı elbise giymemek suretiyle yas tutar. Velev ki boşayan veya ölen kocası bunu terk etmesini tenbihde bulunsun. Çünkü yas tutmak nikâh nimetinin elden gitmesine üzüldüğünü göstermek için şeriatın hakkıdır.

İZAH

Musannıf bizzat iddetin vâcib olduğunu ve bunun keyfiyetini anlattıktan sonra iddet bekleyen kadınlara vâcib olan vazifeyi anlatmaya başladı. Çünkü asıl vücubuna nisbetle bu ikinci derecededir. Fetih.

"Eadde, medde ve ferra bâblarından gelir." Yani mücerred ve mezid bâblardan kullanılır.

"Cim'la da rivâyet edilmiştir." Bu takdirde cedad ve cidad şekillerinde okunur ki, kesmek mânâsından alınmıştır. Sanki kadın zînet ve ihtişamdan kesilmiştir. Nehir.

"İddet için zîneti terk etmek" Yani mutlak surette velev talâk-ı ric'î ile boşansın yahut kadın kâfire veya küçük kız olsun zînetlenmeyi terk etmektir. Böylece lügat mânâsı şer'î mânâdan daha umumi olur.

"Benzeri şeyler" Koku sürünmek, yağlanmak ve sürme çekinmekdir. T.

"Mükellef'den murad âkıl bâliğ olan kadındır. Bununla ve diğer kayıdlarla neden ihtiraz ettiği aşağıda gelecektir.

"Velevki cariye olsun." Çünkü cariye de şeriatın haklarıyla mükelleftir. Elverir ki bununla kul hakkı yenilmiş olmasın. Bahır. Hâsılı yas tutmak cariye sahibinin hakkına tecavüz değildir. Çünkü cariye iddet içinde efendisine haramdır. Kocasının evinde iddet beklemesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.

"Cima edilmişse" Kaydı talâk-ı bâin iddeti bekleyene nisbetle sahihtir. Ölüm iddeti bekleyen kadına ise cima edilmemiş bile olsa iddet vâcibtir. Binaenaleyh yas tutmak da vâcib olur. Şu halde bu kaydı koymamak daha doğru olurdu. Zira iddet bekleyen sözü ona hâcet bırakmazdı.

"Zînet takınmayı" Yani altın, gümüş ve mücevheratın bütün nev'ilerini takınmayı terk eder. Bahır.

"Ipekli elbiseyi" Bütün nev'ileri ve renkleriyle velev ki siyah olsun terk eder. Bahır. İmam Mâlik iddet bekleyen kadının siyah ipekli giymesi mubah olduğunu söylemiştir. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştir. Bu izahtan anlaşılır ki, Dürr-ü Müntekâ sahibinin yaptığı gibi siyahı istisna etmek doğru değildir. Çünkü o bizim mezhebimiz değildir.

"Sık dişli tarakla" Taranmaz. Ama seyrek dişli tarakla taranabilir. Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Fetih sahibi bu hususta inceleme yapmıştır. Lâkin Cevhere'den naklen aşağıda gelecektir ki, bu özürle mukayyeddir.

"Kokuyu" Yani kokuyu beden ve elbisede kullanamaz. Kuhistânî. Bahır ve Fetih sahiblerinin: "Koku yapamaz, ticaretinde de bulunamaz." sözleri bundan daha umumidir.

"Kokusuz bile olsa" Yağ sürünmeyi terk eder. Çünkü bu saçı yumuşatır. Binaenaleyh zînet sayılır. Zeylai. Böylece anlaşılır ki, memnu olan zinet vecihle kullanmasıdır. Sıkmak veya satmak yahut yemek için eliyle dokunmaktan men edilmez. Nitekim bunu Rahmetî söylemiştir.

"Usfurlu, safranlı" Elbiseden murad zînet sayılacak yeni elbisedir. Yeni olmazsa giyilmesinde beis yoktur. Çünkü ondan ancak avret yerlerinin örtülmesi kasdedilir. Hükümler maksadlara göre verilir. Kuhistânî.

"Çünkü yas tutmak şeriatın hakkıdır." Binaenaleyh kulun bunu ıskata hakkı yoktur. Bir de bu zikredilen şeyler kadına rağbetin sebebleridir. Halbuki kadın iddet esnasında nikâhtan men edilmiştir. Binaenaleyh haram bir fiile sebeb olmamak için bunlardan kaçınır. Hidâye.

METİN

Ancak bir özürden dclayı yapması müstesnadır. Bu söz zikredilenlerin hepsine şâmildir. Çünkü zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar. Siyah, mavi ve kokusu kalmamış usfurlu eski elbise giymekte bir beis yoktur. Yedi kadına yas tutmak yoktur. Bunlar kâfire, küçük kız, deli kadın, âzâd iddeti bekleyen -efendisi ölen ümmüveled gibi-, nikâh-ı fâsid iddeti bekleyen, şübhe ile cima' edilen veya talâk-ı ric'î iddeti bekleyen kadınlardır.

İZAH

"Zikredilenlerin hepsine şâmildir." Kadının gözü ağırırsa sürme çekinebilir. Kaşıntısı varsa ipek elbise giyer. Başından elemi varsa yağ sürünüp zîneti kasdetmemek şartıyla seyrek dişli tarakla taranabilir. Çünkü bu zînet değil tedavidir. Cevhere. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Kâfî'de bildirildiğine göre kadının boyalı elbiseden başka giyeceği yoksa onu giymesinde beis yoktur. Zira bunu avret yerini örtmek zaruretinden dolayı yapar. Lâkin zîneti kasdetmez. Hem bundan başka elbise buluncaya kadar diye kayıdlamak gerekir. Başka elbise ya satın alıp parasını vermek yahut kadının malı varsa onun malından vermekle elde edilir."

Ben derim ki: Şâfiilerden bazıları özürden dolayı sürme çekinmeyi:"Geceleyin sürünürsonra ertesi gün onu siler." diye kayıdlamışlardır. Nitekim hadîsde böyle vârid olmuştur. Hadîsi Fetih sahibi dahi tahriç etmiştir. Ama ben bizim ulemamızdan bununla kayıdlayan görmedim. Her halde "Zaruretler kendi mikdarlarınca takdir olunur." kaidesinden bilindiği için kayıdlamamış olsalar gerektir. Lâkin gece veya gündüz sürme çekinmek kadına kâfi geliyorsa yalnız geceyle iktifa eder, aksini yapmaz. Çünkü sürme zîneti için gece daha gizlidir. Hadîs de buna yorumlanmıştır. Allahu a'lem.

"Siyah, mavi ilh.. giymekte bir beis yoktur." Fetih sahibi diyor ki: "Yas tutan kadının siyah elbise giymesi dört mezhebin imamlarına göre mubahdır. Zâhirîler onu kırmızı ve yeşil gibi saymışlardır." Zeylaî siyah giymenin caiz olduğunu: "Çünkü ondan zînet kasdedilmez." sözüyle ta'Iil etmiştir.

Ben derim ki: Maksad ipeksiz siyah giymektir. İmam Mâlik buna muhaliftir. Nitekim yukarıda geçmişti. Maviyi inceleme suretiyle Nehir sahibi zikretmiştir. Bu zâhirdir. Meğerki rengi berrak ve saf olsun. Nitekim Şâfiîler bunu söylemişlerdir. Çünkü o zaman ekseriyetle zînet kasdedilir. Bahır'da şöyle denilmiştir: "Usfurlu ve safranlı elbiseden kokusu kalmamış eski olanlar istisna edilir. Zira böylesi câizdir. Nitekim Hidaye'de bildirilmiştir." Anla!

Rahmetî diyor ki: "Kokusu kalmamış elbiseden murad zînetlenilmeyen elbisedir. Zira mâni koku değil zîhettir. Görülmüyor mu ki toprakla boyanmış elbise giymek memnu'dur. Halbuki kokusu yoktur."

Ben derim ki: Zeylaî'nin sözü bundan daha şumullüdür. O şöyle demiştir: "Hulvânî'nin beyanına göre zikri geçen giysilerden murad yeni olanlardır. Zînet olamayacak gibi eski ise giyilmesinde beis yoktur." Yukarıda Kuhistânî'den nakledilen de böyledir.

T E N B î H : Ulemanın yas tutan kadına yalnız zikri geçen şeylerin men edildiğini söylemekle yetinmelerinin muktezası şudur: Yas tutmak bedene mahsustur. Binaenaleyh kadın yatağını ve ev eşyasını süslemekten ve ipekli üzerine oturmaktan men edilmez. Nitekim Şâfiîler bunu bildirmişlerdir. Mi'râc; sahibi üç mezhebin imamlarına göre yas tutan kadının hamama girebileceğini, başını hatmi ve sidrle yıkayabileceğini nakletmiş, fakat bize göre hükmünün ne olacağından bahsetmemiştir. Bahır sahibi: "Musannıfın bu söylenenleri zikretmemesi yas tutan kadının hamama girebileceğini ifade eder." demiştir.

"Yedi kadına yas tutmak yoktur." Yani vâcib değildir. Nitekim Zeylaî'de böyle denilmiştir. Bu sözle musannıf yukarıda geçen kayıdların ihtiraz yerlerini izaha başlıyor. Sekizinci bir kadın daha vardır ki, o da cimadan önce boşanandır. Musannıf: "Bâinden iddet bekleyen" sözüyle bundan ihtiraz etmiştir.

"Kâfire, küçük kız, deli kadın" bunlardandır. Lâkin kâfire iddet içinde Müslüman olursa iddetin kalan kısmında yas tutması lâzım gelir. Nitekim Cevhere'den naklen geçmişti. Küçükkız bülûğa erer, deli kadın ayılırsa aynı şeyi onlar hakkında da söylemek gerekir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Bu gibilere yalnız iddet lâzım gelip yas tutmak vacib olmaması yas tutmak Allah Teâlâ'nın hakkı olduğu içindir. Burada mutlaka mükellef olmak lâzımdır. Zira giyinmek ve koku surünmek hissî birer fiildir. Onların haram olduğuna hüküm verilmiştir. îddet bunun hilâfınadır. Çünkü o müsebbebleri sebeblere bağlamak kabîlindendir. Şu mânâya kî, karı-koca birbirlerinden ayrılırken şer'an muayyen bir müddet kadının nikâhı sahih olmaz. Binaenaleyh bu yokluğa dair bir hükümdür. Mükellef olmaya bağlı değildir. Nitekim Fetih sahibi izah etmiştir.

"Âzâd iddeti bekleyen" den murad sahibi kendisini âzâd eden ümmüveleddir. Efendisi ölen ümmüveled de onun gibidir. Çünkü onun ölümüyle âzâd olur. Böylesinin dahil olup olmadığı biraz gizli kaldığı için şârih onu açıklamış, birinciden bahsetmemiştir. Çünkü o açıktır.

"şübhe ile cima edilen" Sözünden musannıf nikâhlı tâbiriyle ihtiraz etmiştir. Münasib olan bunu âzâd iddeti bekleyen kadının yanında zikretmek idi. H.

"Veya talâk-ı ric'î" Sözünün yanında cimadan önce boşananı da zik-retmeliydi. Çünkü bunların İkisi "Talâk-ı bâin iddeti bekleyen" ifadesiyle hariç kalmışlardır. Bunu Halebî söylemiştir.

METİN

Akrabaya yas tutmak yalnız üç gün mubahdır. Kocası karısını bundan men edebilir. Çünkü zînet onun hakkıdır. Fetih. Ama koca razı olduğu yahut kadın evli bulunmadığı vakit üç günden ziyade yas tutmanın da helâl olması gerekir. Nehir. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre siyah giymek hususunda kadın mazur olamaz. günâhkârdır, Bundan ancak kocası hakkında yas tutan eşi müstesnadır. O üç güne kadar mazurdur. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun zâhirine bakılırsa kadın kocasının ölümüne üzülerek üç günden fazla siyah giymekten men edilir." Nehir'de: "Kadın iddet beklerken bulûğa ererse kalan kısmında yas tutması lâzım gelir." denilmiştir.

İZAH

"Üç gün mubahdır ilh..." Yani bu hususta sahih hadîs vardır. Peygamber (S.A.V.): "Allah'a ve âhiret gününe imânı olan bir kadının üç günden fazla yas tutması helâl olamaz. Ancak kocasına yas tutması müstesna. Zira ona dört ay on gün yas tutar." buyurmuştur. Bu hadîs üç gün yas tutmanın helâl olduğuna, fazlasının helâl olmadığına delâlet eder. İmam Muhammed'in Nevâdir'deki: "Helâl değildir." sözü buna yorumlanmıştır. Nitekim Fetih sahibi beyan etmiştir. Bahır'da Tatarhâniyye'den naklen: "Kadının bunu terk etmesi müstehabdır." denilmiştir. Bundan maksad yas tutmayı tamamen terk etmektir.

"Kocası karısını bundan men edebilir İlh..." Feth'in ibaresi şöyledir:

"Kadın akrabası için üç gün yas tutmak isterse, kocası bulunduğu takdirde onu bundan men etmesi gerekir. Çünkü zînet onun hakkıdır. Hatta kocası istediği halde zînetlenmezse onu dövebilir. Bu yas tutmak ise kadına vâcib değil mubahtır. Yas tutmakla kocasının hakkı zâyi olur." Bahır sahibi bu sözü tasdik etmiştir.

Nehir sahibi diyor ki: "Hadîsin muktezası erkeğin buna hakkı olmamasıdır. Şâfiî kitablarında yazılanlarsa hakkı olduğunu gösterir. Bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. O zaman hadîsdeki helâl olma işi kocasının men etmediğine yorumlanır." Yani hadîsden anlaşılan helâllık kocası men etmediğine yorumlanır. Çünkü bir şeye sâbit olan her helâllık ona mâni yoksa diye kayıdlanır. Aksi takdirde helâl olmaz. Burada da öyledir. Fetih sahibinin incelemesi ulemanın: "Zîneti terk ettiği için kocası karısını dövebilir." sözünde dahil olduğu için nakledilene muvafıktır. Ondan sonra gelenler de bunu kabul etmiştir. Onun için şârih kesin söylemiştir. İnceleme yalnız Nehir sahibine mahsus değildir.

"Üç günden ziyade yas tutmanın da helâl olması gerekir ilh..." İfadesi söz götürür. Çünkü zikri geçen hadîs üç günden fazlanın helâl olmadığında açıktır. Hadîsde sâbit olan üç gün helâlığı kocası razı olursa diye kayıdlamakla bundan onun rızasının helâl olmayanı da yani üç günden fazla yas tutmayı da mubah kılması lâzım gelmez. Nitekim gizli değildir.

Rahmetî diyor ki: "Hadîs mutlaktır. Onu Peygamber (S.A.V.)'in zevceleri mutlak kabul etmiş, Ümmü Habîbe babası öldükten üç gün sonra güzel koku getirilmesini istemiştir. Zeyneb dahi kardeşi öldükten sonra böyle yapmış ve her biri: Benim kokuya ihtiyacım yok. Şu kadar var ki, Rasûlüllah (S.A.V.)'!: Allah'a ve âhiret gününe imânı olan bir kadına üç günden fazla yas tutmak helâl değildir ilh... buyururken işittim, demişlerdir. Nasıl lâzım gelsin ki, İmam Muhammed babası veya oğlu ölen kadına yas tutmanın helâl olmadığını mutlak olarak ifade etmiş: O yalnız kocaya mahsustur, demiştir."

"Tatarhâniyye'de ilh..." İbâresi şöyledir: "Ebu'l-Fadl'a kocası veya babası yahut başka bir yakını ölen bir kadın elbisesini siyaha boyayarak ölene üzüldüğünü göstermek için üç dört ay onu giyiyor. Bunda mazur mudur diye sorulmuş da hayır diye cevap vermiş. Aynı mesele AIi b. Ahmed'e sorulmuş o da: Mazur değildir, günâhkâr olur. Bundan yalnız kocasına yas tutan kadın müstesnadır. Çünkü o üç güne kadar mazurdur, cevabını vermiştir."

"Siyah giymekten men edilir ilh..." Yani bununla yukarıda geçen, "Siyah giymekte bir beis yoktur." şeklindeki mutlak söz kayıdlanır. Tahtâvî buna cevap vermiş: "Ulemanın ibâreleri birbirini tutsun diye buradaki yas tutmak için boyadığına, oradaki ise kocası ölmeden boyandığına yorumlanır." demiştir. Lâkin üç gün içinde mubah kılınması buna aykırıdır.

"Nehir'de ilh..." Bahsedilen incelemeyi ondan önce Bahır sahibi Cev-here'den olarak yapmıştır. Nitekim kâfirede arz etmiştik.

METİN

İddet bekleyen kadının -yani hangi iddeti beklerse beklesin demektir. Aynî. Binaenaleyh âzâdlık iddeti bekleyenle nikâh-ı fâsid iddeti bekleyene de şâmildir.- kocaya istenmesi haramdır. Nikâh ve iddetten hali olan kadın ise başkası istememiş bulunmak ve o kocaya razı olmak şartıyla istenilebilir. Ses çıkarmazsa iki kavil vardır. Kadın vefat iddeti bekliyorsa: Ben evlenmek istiyorum, gibi ta'riz yoluyla istemek sahihtir. Fakat boşanan kadın bil ittifak istenemez. Çünkü bu boşayanın düşmanlığına sebeb olur. Bunun ifade ettiği mânâ âzâdlık, nikâh-ı fâsid ve şübheyle cima iddetlerinden birini bekleyen kadının istenmesi câiz olmaktır. Lâkin Kuhistânî'de Muzmerât'tan naklen ta'rizin dışarı çıkmaya mebnî olduğu bildirilmiştir.

İZAH

"Nikâh-ı fâsid iddeti bekleyene de şâmildir." Onu da kocaya istemek haramdır. Çünkü zâhire bakılırsa bu kadın o adamla evlenmeye fâsid nikâhla razı olduğuna göre sahih nikâhla evlenmeye de razıdır.

"Başkası istememiş bulunmak ilh..." İfadesini Bahır sahibi Şâfii kitab-larından nakletmiş ve şunları söylemiştir: "Ben bunu bizim ulemamızdan kimsenin söylediğini görmedim. Ama aslı şu sahih hadîsdir:" Sizden birîniz din kardeşînin dünürlüğü üzerine dünür göndermesin! "Bu hadîs izin vermediyse diye kayıdlanmıştır." Yani birinci dünür gönderen izin vermediyse demek istemiştir. Bu bizim kitablarımızda nakledilmiştir.

Remlî diyor ki: "Zahire'de bildirildiğine göre Peygamber (S.A.V.) boş-kasının pazarlığı üzerine pazarlıkta bulunmayı nasıl yasak ettiyse başkasının dünürlüğü üzerine dünür göndermeyi de yasaklamıştır. Bundan murad kadının kalbi ilk dünürüne yatışmasıdır. Tatarhâniyye'nin kerâhiyyeî bâbında böyle denilmiştir Anla!"

"Ses çıkarmazsa iki kavil vardır." Yani Şâfiilerce İki kavil vardır. Hayreddin-i Remlî diyor ki: "Şâfiîlerin susan kimseye söz nisbet edilmez demeleri caiz olduğunu tercihi gerektirir."

Ben derim ki: Bu hal karineleriyle kadının ilk dünüre kalbi yattığı bilinmezse zâhirdir. Aksi takdirde razı olduğunu açık söylemiş gibi olur.

"Ben evlenmek istiyorum gibi..." Beyhakî'nin Said b. Cübeyr'den tahric ettiği bir hadîsde: Meğerki yerli yerinde bir söz söylemiş olsun, âyet-i kerîmesi hakkında: Ben sana rağbet ediyorum, ben bir araya gelmemizi pek arzu ediyorum gibi sözler söyler, demiştir. Bunda evlenmek ve nikâh gibi şeyleri açıklamak yoktur. Sen gerçekten güzelsin veya elverişlisin gibi sözler de böyledir. Burada Bedâyı sahibine red cevabı vardır. O: "Bir araya gelmemizi istiyorum; sen gerçekten güzelsin gibi sözler söyleyemez. Çünkü hiç bir kimsenin ecnebî bir kadının yüzüne karşı bunları söylemesi helâl değildir." demiştir.

Reddin vechi şudur: Bu rivâyet edilmiş bir tefsirdir. Hidâye sahibi ve başkaları gibimezhebimiz uleması bunu kabul etmişlerdir. Evlenmek istemek için bu ta'riza izin verilmiştir. Memnu olan buna mâni olmaktır. Zira bir kimse açıkça evlenme ve nikâh sözleriyle ecnebî bir kadına dünürlükte bulunsa câiz olur. Buna bir mâni yoktur. O halde ta'rizda bulunmak evleviyetle câizdir. Evet, bu sözlerle dünürlük yoluyla olmayarak o kadına hitab etmek yasaktır. Ama sözümüz orada değildir. Anla!

"Ta'riz yoluyla istemek sahihtir." Ta'riz açık konuşmanın hilafıdır. Ku-histânî diyor ki: "Tahkîka göre ta'riz bir sözden onun hakikî veya mecazî yahut kinâye mânâsını kasdetmek, sözün gelişinden de arz ettiği mânâyı kasdetmektir. Binaenaleyh gerek kelimenin mânâsı, gerekse arz etmek istediği mânâ ikisi de maksuddur. Lâkin o söz arz ettiği mânâda kullanılmaz. Meselâ bir şey istemeye gelen kimse: Sana selâm vermeye geldim der de sözden selâmı, sözün gelişinden de bir şey istemeyi kasdeder."

"Fakat boşanan kadın bil ittifak istenemez." Bu ifadeyi Bahır ve Nehir sahibleri Mi'râc'dan nakletmişlerdir ki, talâk-ı bâine de şâmildir. Bunu Zeylaî açık söylemiştir. Fetih'de şöyle denilmektedir: "Boşanan kadın hakkında ta'riz bil ittifak câiz değildir. Çünkü onun asla evinden çıkması câiz değildir. Binaenaleyh herkese gizli kalmayacak şekilde ta'riz yapmaya imkân bulamaz. Bir de bu boşayan şahsın düşmanlığını kazandırır." Bil ittifak demesi ihtiyarda nakledilen ifadeye aykırıdır. Orada şöyle denilmiştir: Bütün bunlar bâinle boşanan ve kocası ölen kadın hakkındadır. Talâk-ı ric'i ile boşanana gelince: Onu açıkça istemek câiz olmadığı gibi işaret yoluyla istemek de caiz değildir. Çünkü ilk kocasının nikâhı bâkîdir.

"Bunun ifade ettiği mânâ" Yani boşayanın düşmanlığı diye kayıdlayarak yaptığı ta'lil demek istiyor.

"Câiz olmaktır." Sözündeki zamir ta'riza râcidir. Bu suretle dünürlük ve ta'riz arasında fark yapılmış olur. T. Yani şârih yukarıda âzadlık ve nikâh-ı fâsid iddeti bekleyen kadına dünürlük yollamanın câiz olmadığını söylemişti. Ama dünürlük başka ta'riz başka demek istiyor.

"Lâkin Kuhistâni'de ilh..." Şu ibâre vardır: "Âzâdlık iddeti bekleyenler hakkında nass yoktur. Bunların ilk ikisine ta'riz caiz olmak gerekir. Son ikisi bunun hilâfınadır. Zahîriyye'de bildirildiğine göre bunların evden çıkmaları câiz değildir. ilk ikisi böyle değildir. Muzmerat'ta ta'rizin dışarı çıkmaya bina edildiği bildirilmiştir."

Hâsılı ilk ikisine yani âzâdlık ve şübheyle cima iddeti bekleyenlere ta'riz câizdir. Çünkü onlar iddet bekledikleri evden çıkabilirler. Ayrılma yani fesh iddeti bekleyenle nikâh-ı fasid iddeti bekleyen bunun hilâfınadır. Onlar evden çıkamadıkları için kendilerine ta'rizda bulunmak câiz değildir. Çünkü ta'rizin câiz olması dışarı çıkmanın câiz olmasına bağlıdır. Zira dışarı çıkamayan kadına ta'rizda bulunmak imkânı yoktur. Lâkin Hâkim Kâfî adlı eserinde azâdlık iddeti bekleyenle nikah-ı fâsid iddeti bekleyen kadının dışarı çıkabileceklerini söylemiştir. Evet, âzâdlık iddeti bekleyen kadın hakkında bu müşkildir. Zira gördün ki, ta'rizda bulunmanın haram kılınması boşayan kimsenin düşmanlığına sebeb olur. Âzâdlık iddeti bekleyen kadında bu vardır. Çünkü onu âzâd eden efendisidir. Onunla kendisi evlenmek isterse bu hususta başkasına düşman kesilir. Meğerki âzâdlık iddeti bekleyenden sahibi ölen kasdedilsin. O zaman işkâl kalmaz. Çünkü kadın vefat iddeti bekler. Kuhistânî'nin nüshasında âzâd iddeti bekleyen düşmüştür. Hâşiye yazarının nüshasında ise mevcuddur. Onun için sözünü muradından başkaya yorumlamıştır. Anla!

METİN

Talâk-ı ric'i ve bâin iddeti bekleyen bir kadın mükellef ve hür ise yahut kendisine velev fâsid nikâhtan olsun ev hazırlanmış cariye ise, Zahîriyye'de bildirildiğine göre nasıl ayrılırsa ayrılsın velev iddetinin nafakası yahut mesken karşılığında hul' yapmış olsun esah kavle göre -İhtiyar- gece ve gündüz asla evinden çıkıp başkasının evi bulunan avluya gidemez. Velev ki kocasının izniyle olsun. Çünkü bu Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Kocasının evini kiralaması lâzım gelir. Mi'râc. Cariye gibisi bunun hilâfınadır. Çünkü kul hakkı önce gelir.

İZAH

"Mükellef" tâbiri küçük kız ile deli ve kâfir kadını hariç bırakmıştır. Bahır'da Bedâyı'dan naklen şöyle denilmiştir: "Bunların ilk ikisine teklif hükümlerinden bir şey teallûk etmez. Kitabîyyeye gelince: O da şeriat hakkıyla muhatab değildir. Lâkin koca kendi menîsini korumak için deli veya kitabîyye olan karısını dışarı çıkmaktan men edebilir. Kezâ mecûsiyenin kocası Müslüman olur da kendisi Müslümanlığı kabul etmezse hüküm budur." Yine Bahır'da Mi'râc ile Nikaye şerhinden naklen: "Çıkmaktan men hususunda mürâhika bulûğa eren kız gibidir. Yas tutmak vâcib olmaması hususunda ise kitabîyye gibidir." denilmektedir. Yani boşanmadan önce kocasından gebe kalmış olması ihtimali vardır. Binaenaleyh kocası menisini korumak için onu men edebilir demek istemiştir.

"Ve hür ise" dışarı çıkamaz. Hür değilse talâk ve vefat iddetinde dışarı çıkabilir. Çünkü böylesinin nikâh halinde bile kocasının evinde oturması lâzım değildir. Nikâhtan sonra da hüküm budur. Bir de hizmet velînin hakkıdır. Onu iptal etmek câiz değildir. Meğerki kendisine bir ev hazırlamış olsun. O zaman dışarı çıkamaz. Kocasının dönmeye hakkı da vardır. Nikâhda cariyeye ev hazırlar da sonra boşanırsa cariyeyi efendisi isteyinceye kadar kocası dışarı çıkmaktan men edebilir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

"Ev hazırlanmış cariye ise" Yani sahibi cariyeye kocasının evinde bir yer tahsis etmiş de kendisini istememişse demektir.

"Nasıl ayrılırsa ayrılsın ilh..." Yani velev ki kocasının oğlu öpmek suretiyle ayrılmaya sebeb günâh olan bir fiil teşkil etsin demektir. Bunu Bedâyı'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Nehir sahibi diyorki: "Talâk iddeti bekleyen diye kayıdlaması cima iddeti bekleyen kadın dışarı çıkmaktan men edilmediği içindir. O âzâdlık iddeti bekleyenle nikâh-ı fâsid ve şübheyle cima iddeti bekleyen gibidir. Meğerki kocası kendi menîsini korumak İçin onu çıkmaktan men etmiş olsun. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Zahîriyye'de ise bunun hilâfı bildirilmiştir. Orada: "Sahih veya fâsid nikâhtan iddet icab eden sair fark vecihleri hep birdir. Yani evinden çıkmasının haram olması hakkında müsavîdir." denilmiş, kadının koca evinde iddet beklemeyeceği hususunda Özcendî'nin fetvası hikâye edilmiştir."

"Kadının" zamiri fâsid nikâhla alınan kadına râci'dir. Çünkü onun üzerinde kocasının milki yoktur. Bahır. Yani nikâh-ı fâsid aralarını ayırmadan dışarı çıkmasına mâni değildir. Ayırdıktan sonra da öyledir demek istiyor. Şârih faslın sonunda hilâfı nakledecek, Bedâyı' sahibinin sözünden çıkarılan arabulmayı da söyleyecektir. Tamamı gelecektir.

"Yahut mesken karşılığında hul' yapmış olsun." Zeylaî diyor ki: "Bi-naenaleyh kadın mesken istemeyeceğine hul' yapmış gibi olur. Çünkü mesken masrafı kocasından sâkıt olur, kocasının evini kiralamak kadına lâzım gelir. Oradan çıkması helâl değildir." Fetih'de de böyle denilmiştir. Yani kocasının evinde oturması şer'an kadına vâcibtir. Kadın bunu ıskat edemez. Yalnız masraflarını ıskat eder. Zâhirine bakılırsa mesken masrafı diye açıklamak lâzım değildir. Mücerred mesken karşılığında hul' olması mesken masraflarını düşürür. Nitekim biz buna hul' babında tenbihde bulunmuştuk.

"Esah kavle göre..." Çünkü kadın kendi hakkını kendisi iptal etmek istemiştir. Bununla onun üzerinde borç olan hak bâtıl olmaz. Nitekim Zeylaî'de bildirilmiştir. Bunun mukabili: "Kadın gündüzün dışarı çıkabilir. Zira bazen buna muhtaç olur. Kocası ölen kadın böyledir." diyenlerin sözüdür. Fetih sahibi diyor ki: "Hak şudur: Müfti olaylara bir bakar. Şayet bir vak'ada bu hul' yapan kadının çıkmadığı takdirde âciz kalacağını görürse çıkması helâldır diye fetva verir. Kâdir olduğunu görürse haramdır fetvasını verir." Nehir ve Şürunbulâliyye sahibleri de bunu kabul etmişlerdir.

"Evinden" Murad ayrılık ve ölüm anında kadına izafe edilen meskendir. Hidâye. Kocasının milki olmuş olmamış fark etmez. Hatta kocası orada bulunmaz da kadın kirasını verebildiği bir hanede bulunursa oradan dışarı çıkamaz. Kirasını verir, orada hâkimin izniyle oturursa sonra kocasından alır. Bahır ve Zeylaî.

"Başkasının evi bulunan avluya gidemez." İfadesinden murad kocasının olmayan evdir. Oradaki evler kocasına aid ise onlara gidebilir ve hangisinde isterse geceyi geçirebilir. Çünkü onlar mesken olarak kadına izafe edilirler. Zeylaî.

"Cariye gibisi bunun hilâfınadır." Cariyeden muradı hâlis cariyedir. Gibisinden muradı ise müdebbere, ümmüveled ve mükâtebedir. Maksad yer tahsis edilmediği zamandır. Çünkühizmet, sahibinin hakkıdır. Nitekim geçmişti. Evden çıkmamak ise Allah Teâlâ'nın hakkıdır, Binaenaleyh kulun hakkı öne alınır. Çünkü o muhtaçtır.

METİN

Ölüm iddeti bekleyen kadın gece ve gündüz dışarı çıkar. Fakat gecenin ekserisini evinde geçirir. Çünkü nafakası kendine aiddir. O dışarı çıkmaya muhtaçtır. Hatta yanında kendisine yetecek nafakası bulunursa boşanan kadın gibi olur ve dışarı çıkması helâl olmaz. Fetih. Kınye'de kadının vekili yoksa kendisine mutlaka lâzım olan ziraat gibi bir işi yoluna koymak için çıkabileceği bildirilmiştir. Kadın oturduğu evden başka yerde boşanır veya o ziyarette iken kocası ölürse derhal evine döner. Çünkü bu ona vâcibdir. Talâk ve ölüm iddeti bekleyen kadınlar iddetin vâcib olduğu evde iddet beklerler, ondan çıkarılmazlar. Ancak ev yıkılır veya yıkılacağından yahut malının telef olacağından korkarsa yahut evin kirasını veremezse bu gibi zaruri hallerde çıkarak en yakın bir yere gidebilir. Talâkta ise kocasının istediği yere gider. Kadına hanedeki hissesi yetmezse başkalarından satın alır. Müctebâ. Bu sözün zâhirine bakılırsa kadın muktedir olduğu vakit satın almak veya kira ile tutmak kendisine vâcib olur. Bahır. 'Bu sözü Bahır sahibinin kardeşi ile musannıf kabul etmişlerdir.

Ben derim ki: Lâkin benim Müctebâ'nın iki nüshasında gördüğüme göre kadın perde arkasına çekilir. Kelime istirâdan değil istıbar aslından gelmiştir. Bu kaydedilmelidir.

İZAH

"Çünkü nafakası kendine aiddir." Yani nafakası kendi ihtiyari ile sâkıt olmamıştır. Hul' olan kadın bunun hilâfınadır. Nitekim geçti. Ölüm iddeti bekleyenle talâk iddeti bekleyen kadın arasında fark budur. Hidâye sahibi diyor ki: "Kocası ölen kadına gelince: Ona nafaka olmadığı için geçim derdiyle gündüzün dışarı çıkmaya muhtaçtır. Bu bazen karanlık basıncaya kadar uzayabilir. Boşanan kadın böyle değildir. Çünkü onun nafakası kocasının malından gelmektedir."

Fetih'de şöyle denilmiştir: "Hâsılı kadının dışarı çıkmasının helâl olması maişet derdiyle uğraşmasına bağlıdır. Binaenaleyh o mikdar takdir edilir. Ne zaman ihtiyacı biterse ondan sonra evinin dışında vakit geçirmesi helâl olmaz." Bu izahla Bahır sahibinin itirazı def edilmiş olur. O şöyle demiştir: "Ulemanın sözlerinden anlaşılan vefat iddeti bekleyen bir kadının dışarı çıkabilmesidir. Velev ki yanında nafakası bulunsun. Aksi takdirde talâk veya ölüm iddeti bekleyen bir kadın ancak zaruret için dışarı çıkabiIir derlerdi. Zira boşanan kadın zaruret dolayı siyle gece ve gündüz dışarı çıkabilir." İtirazın def'i şöyledir: Ölüm iddeti bekleyen kadın âdeten nafakasını kazanmak için dışarı çıkmaya muhtaç olunca ulema onun gündüzleri ve gecenin bir kısmında dışarı çıkabileceğini söylemişlerdir. Boşanan kadın bunun hilâfınadır. Zaruretten dolayı çıkmaya gelince: Bu hususta aralarında fark yoktur. Nitekim aşağıda gelen meselede bunu bildirmişlerdir. Şu halde burada murad zaruret olmayan yerdir. Onun için Hâkim Kafi'de boşanan kadının dışarı çıkmasının mutlak olarak memnu olduğunu söyledikten sonra: "Kocası ölen kadın gündüzün çıkabilir. Çünkü ihtiyacı vardır. Ama evinden başka yerde gecelemez." demiştir. Bu aralarında fark olduğunu açık olarak gösterir. Evet, metinlerin ibârelerine bakılırsa zâhirleri Bahır sahibinin sözünü iham eder. Kâfî sahibinin yaptığı gibi kadının çıkmasını hâcetle kayıdlasalar daha zâhir olurdu.

"Kınye'de kadının vekili yoksa ilh..." İfadesi hakkında Nehir sahibi:"Bunu mutlaka kocasının evinde geceler diye kayıdlamak lâzımdır." demiştir.

"Talâk ve ölüm iddeti bekleyen kadınlar" Hakkında Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bu talâk ric'î olduğuna göredir. Bâin olursa mutlaka bir perde lâzımdır. Ancak erkek fâsık ise o zaman kadın çıkar." Bu ifadeden anlaşılır ki, ric'î talâkla boşanan kadın kocası fâsık bile olsa evinden çıkamaz, perde çekmesi de vâcib değildir. Çünkü aralarında evlilik devam etmektedir. Bir de bu kadınla cima'da bulunursa nihayet ric'at etmiş sayılır.

"İddetin vâcib olduğu evde" Sözünden murad araları ayrılmazdan önce her ikisine nispet edilen meskendir. Velev ki kocasının evi olmasın. Nitekim yukarıda geçti. Bu söz çadırlara da şâmildir. Nitekim Şürunbulâliyye'de belirtilmiştir.

"Telef olacağından korkarsa çıkarılabilir." Burada ve daha sonra tesniye zamiri kullanarak çıkarılabilirler dese daha iyi olur ve hem kocasının zulmen çıkarmasına hem de kirayı veremediği için ev sahibinin çıkarmasına ve kadının hissesi kendisine yetmediği vakit mirâsçının evinden çıkarmasına şâmil olurdu. Bahır.

"Yahut evin kirasını veremezse" Sözünden anlaşılıyor ki, kirayı verebilirse kendi malından ödemesi lâzım gelir. Boşanan kadın hâkim izniyle orada oturursa ödediği kirayı sonra kocasından alır. Nitekim yukarıda geçti.

"Bu gibi haller" den biri de Zahîriyye'de kaydedilen şu haldir: "Kadın geceleyin ölüden veya ölümden korkar da yanında kimsesi bulunmazsa çok korktuğu takdirde başka yere gidebilir, aksi takdirde gidemez."

"Talâkta ise ilh..." Sözü mahzuf üzerine atfedilmiştir. Takdiri şudur: Bu ölümdedir. Talâkta ise kocasının istediği yere gider. Talâkta ikinci evin tâyini kocaya, ölümde ise kadına aiddir. Fetih. Kezâ kadını kendisi orada yokken boşarsa tâyin kadına aiddir. Mi'râc. Yine Mi'râc'da bildirildiğine göre ölüm halinde ev yıkılırsa en yakın muayyen bir yere gitmesi, talâk halinde ise istediği yere gitmesi câizdir. Bahır. Bu gösterir ki, en yakın yerin tâyini kadına bırakılmıştır. Anla! Taşındığı yerin hükmü aslî meskeninin hükmü gibidir. Kadın oradan dışarı çıkamaz. Bahır.

"Bu kaydedilmelidir." Ben derim ki: Benim Mûctebâ'nın iki nüshasında gördüğüm "satınalır" şeklinde (şirâ') aslından gelmektedir. Bunu şu da te'yid eder ki; bu ifade Müctebâ'da: "Kadın ecnebîlerden ve adamın büyük çocuklarından satın alır." şeklindedir. Zira kadının kocasının büyük çocuklarından perdeyle örtünmesi vâcib değildir. Lâkin ben Hâkim'in Kafîsi'nde şöyle denildiğini gördüm: "Kocası boşadığı vakit kadının bir odadan başka yeri bulunmazsa kocasının kendisiyle kadın arasına perde çekmesi gerekir. Ölüm halinde de öyledir. Kocasının başka kadından büyük oğulları varsa onlarla kadının arasına perde çekilir ve kadın orada oturur. Aksi takdirde başka yere taşınır." Biliyorsun ki, bu zâhir rivâyetin ibâresidir. Ona müracaat icab eder. Vechi her halde fitne olsa gerektir. Zira çocuklar yetişmiş adamlar olup kadınla birlikte bir evdedirler. Velev ki kocasının oğulları olmakla kadına mahrem bulunsunlar. Nasıl ki ulema genç kaynana ile baş başa kalmanın mekrûh olduğunu söylemişlerdir. Bahır'da. Mı'râc'dan naklen: "Kocası ölür de yabancı büyük çocukları kalırsa perdenin hükmü yine böyledir." denilmiştir. Söylediğimiz sebebten dolayı onlara yabancı demiştir. Bu da şârihin nüshasını te'yid eder. Müctebâ'da meselenin kadının hissesi kendisine yetmezse diye farz edilmiş olması buna aykırı değildir. Ona yetmeyince perdeyle kadının yanında durmak nasıl emredilir! Çünkü murad yalnız olduğu halde kadına yetmemesidir. Onun için mesele Kâfî'de bir evde diye farz edilmiştir. Sonra Kâfî'nin: "Aksi takdirde başka yere taşınır." demesi gösteriyor ki, satın almak kadına lâzım değildir. Bu sözün bir misli de Hâniyye'den naklen Nehir'de ve başka kitablardadır ki: "Mirâsçılar arasında kadına mahrem olmayan kimseler bulunur da kadının hissesi kendine yetmezse onlar çıkarmasa bile kadın oradan çıkabilir." şeklindedir. Bu da şârihin nüshasını tey'id eder. Bu izahla bütün hâşiye yazarlarının şârihe olan hücumları sukut eder. Anla!

METİN

Talâk-ı bâinde aralarında mutlaka bir perde bulunmak lâzım gelir. Tâ ki ecnebî kadınla halvette kalmış olmasın. Bu şunu ifade eder ki, aradaki perde haram olan halvete mânidir. Ev ikisine dar gelir veya koca fâsık olursa kocasının çıkması evlâdır. Çünkü kadının oturması vâcibtir, erkeğin oturması vâcib değildir. Bunun ifade ettiği mânâ onunla hüküm vermenin vâcib olmasıdır. Bunu Kemal söylemiştir. Hâkimin karı ile kocanın aralarına girebilecek güvenilir bir kadın koyması ve bu kadının rızkının beytülmalden verilmesi iyi olur. Bunu Bahır sahibi Telhisü'l-Cami'den nakletmiştir. Müctebâ'da: "Efdal olan araya perde çekmektir. Kocası fâsık ise araya bir kadın koymalıdır." denilmiş ve şöyle devam edilmiştir: "Fitne korkusu yoksa ve birbirleriyle kârı-koca gibi karşılaşmazlarsa üç hayızdan sonra ikisi bir evde oturabilirler." Şeyhülislama altmış yaşlarında birbirlerinden ayrılan ve aralarında çocukları bulunup onlardan ayrılmaları mümkün olmayan karı-kocanın birbirinden ayılmaları fakat bir evde oturup bir döşekte yatmamaları, birbirierinin karşısına korı-koca gibiçıkmamaları sorulmuş? Buna hakları var mıdır denilmiş. Şeyhülislâm evet cevabını vermiş, musannıf da bunu ikrar etmiştir. Kadını seferde velev bir şehirde boşar veya kendisi ölür de kadınla varacağı şehrin arasında sefer mesafesi bulunmazsa kadın geri döner. Kadının şehri ile aralarında sefer müddeti, gideceği yer ile aralarında ise ondan daha az mesafe bulunursa yoluna devam eder. Sefer mesafesi her İki taraftan mevcud olur da kadın çölde bulunursa yoluna devam etmekle geri dönmek arasında muhayyerdir. Sağındaki ve solundaki yerler muteber değildir. Her iki surette yanında velîsi bulunsun bulunmasın müsavîdir.

İZAH

"Talâk-ı bâinde" Ve ölümde aralarında mutlaka bir perde bulunmak icab eder. Tâ ki kadın onunla mahrem olmayan mirâsçılardan örtünsün. Hindiyye. Bu sözün zâhirine bakılırsa talâk-ı ric'îde perde yoktur. Musannıfın aşağıda gelen: "Ric'î talâkla boşanan da bâin gibidir." sözü onda da perde lâzım geleceğini ifade eder. Ric'at bâbında geçen: "Boşanan kadının yanına haber vermeden girmez." sözü dahi bunu te'yid eder. Sonra zâhire bakılırsa buradaki perde mendubdur. Çünkü kadın ecnebî değildir. Bu zabdedilmelidir. T.

Ben derim ki: Biz Cevhere'den naklen talâk-ı ric'îde perde lâzım gel-mediğini ifade eden sözler arz etmiştik. Velev ki koca fâsık olsun. Çünkü evlilik devam etmektedir. Kadına yanına girdiğini bildirmesi istemediği halde ric'at etmiş sayılmasın diyedir. Bu ise yanına girdikten sonra perde kullanmanın vâcib olmasını gerektirmez. Evet, mendub olmasına bir mâni yoktur.

"Bu şunu ifade eder ki ilh..." Yani ta'lil oradaki perdenin haram olan halvete mâni olmasını gerektirir. Ecnebî kadın hakkında da bunu söylemek mümkündür. Velev ki kendisinden iddet bekleyen olmasın. Ancak bunun hilâfına nakil bulunursa bir diyeceğimiz kalmaz. Bahır.

"Koca fâsık olursa kocasının çıkması evlâdır." Çünkü perde İle iktifa edilmesi kocası haram hükmüne itikad ettiği içindir. Binaenaleyh o haram olan bir şeye cür'et göstermez. Meğerki fâsık olsun. Fetih.

"Bunun ifade ettiği mânâ" Yani kadının oturması vâcibdir diye ta'lil de bulunmanın ifade ettiği mânâ onunla hüküm vermenin yani erkeğin oradan çıkmasına hüküm vermenin vâcib olmasıdır. Ulemanın: "Erkeğin çıkıması evlâdır." demeleri her halde daha tercih olunur mânâsınadır. Nitekim "Haram kılanla mubah kılan delil karşı karşıya geldikleri vakit haram kılan evlâdır yahut daha tercihe şâyândır." denilir ve bundan vücub murad olunur. Fetih.

"Güvenilir bir kadın koyması..." Burada şöyle bir itiraz yapılamaz: "Sizin kaidenize göre kadın araya girmeye elverişli değildir. Hatta siz kadına güvenilir kadınlarla beraber yolculuk müsaadesi bile vermediniz. Başka kadının katılmasıyla fitne artar dediniz!" Çünkü biz şöyle diyoruz: Kadın şehirde araya girmeye elverişlidir. Zira orada kavmü kabileden utanmak veicabında yardım istemek vardır. Çöl bunun hilâfınadır. Zeylai. Böylece bu söz kadının araya girebilmesinin mânâsı imdat isteme imkânı olduğunu anlatmaktadır.

"Rızkının beytülmalden verilmesi iyi olur." Çünkü kadın Allah Teâlâ'nın hakkı için kocayı karısından men etmekle meşguldür. Bu ferc meselelerine gösterilen ihtiyattandır. Binaenaleyh nafakası da Allah Teâlâ'nın malından verilir. Zahîre.

"Müctebâ'da ilh..." Şöyle denilmiştir: "Efdal olan gecelemek hususunda aralarına perde koymaktır. Ancak koca fâsık olursa aralarına güvenilir bir kadın konulur. Buna da imkân yoksa kadın çıkmalıdır. Ama erkeğin çıkması daha iyidir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Burada evvelce geçene muhalefet vardır. Çünkü Hidaye sahibine uyarak musannıfın da dediği gibi perde koymak mutlaka lâzımdır Zâhir olan budur. Çünkü ecnebî kadınla halvette kalmak haramdır.

"Şeyhülislâm" Mutlak olarak söylenince Haherzâde nâmıyla meşhur olan Şeyh Bekr anlaşılır. Şarih bunu nakletmekle Müctebâ'dan naklettiği" kadınla beraber oturmanın bir hâcetten dolayı olmasına tahsis etmek istemiştir. Meselâ çocukları olur da yalnız babalarıyla yahut yalnız anneleriyle kalırlarsa zâyi olacaklarından korkulur. Yahut kendileri yaşlı olurlar da erkeğin bakacak, kadının yiyecek satın alacak kimsesi bulunmaz. Zâhire bakılırsa altmış yaşlarında diye kaydedilmesi ve çocuklar bulunduğunu söylemesi sual hadisesinde böyle olduğundandır. Nitekim bunu Tahtâvi ifade etmiştir.

"Kadın geri döner." Yani kadın ister şehirde ister başka bir yerde bulunsun geri döner. Bu varacağı yer sefer mesafesi olduğuna göredir. Bahır. Yani kadın iddeti içinde mahremsiz sefere çıkmış olmamak için geri dönmesi icab eder. Kendisiyle varacağı yer arasında sefer mesafesi bulunursa bunun hilâfınadır. İki rivâyetten birine göre kadın muhayyerdir. Çünkü sefer yoktur. Anla!

"Kadının şehri ile aralarında ilh " Meselesi birinci meselenin aksinedir.

"Yoluna devam eder." Çünkü geri dönmesinde yeni bir sefer ortaya çıkarmak vardır.

"Sefer mesafesi her iki taraftan mevcud olursa ilh..." Bu üçüncü me-seledir. Bunun aksi de aynı hükümdedir. Aksi her iki taraftan sefer müddeti bulunmamaktır. O zaman kadın muhayyer kalır. Ama geri dönmesi daha iyi olur. Kâfî'nin ifadesine göre hüküm budur. Nihâye ve diğer kitabların ifadelerine göre ise geri dönmesi teayyün eder. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. İki taraftan biri diğerine tercih edilmez. Bana ikincisi tercih edilecek gibi geliyor. Çünkü bunda seferi kesmek vardır. Bu onu tamamlamaktan daha iyidir. Meğerki ikinci meselede olduğu gibi onu kesmekle yeni bir sefer meydana getirmek lâzım gelsin. Sonra gördüm ki Fetih sahibi bunun daha güzel olduğunu. Hidâye sahibinin birinci meseledeki geri dönmeyi mutlak söylemesinin gereği bu olduğunu söylemiştir. .Yani Hidaye sahibibirinci meseleyi Bahır sahibinin yaptığı gibi kayıdlamamıştır.

"Sağındaki ve solundaki yerler" Yani şehir ve köyler muteber değildir. Çünkü bunlar ne vatandır ne de gitmek istenilen yer! Binaenaleyh onları itibara almakda kadına zarar vardır.

"Her iki surette" Yani gerek dönmeyi tâyin, gerekse muhayyer bırakmak suretlerinde yanında velîsi bulunup bulunmaması müsavîdir.

METİN

Kocasının evinde iddet beklemek için geri dönmesi daha iyidir. Lâkin yaşamaya elverişli bir yere uğrarsa -Nitekim Bahır'da ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Nehir'de o yer ile varacağı yer arasında sefer mesafesi varsa ifadesi ziyade edilmiştir.- yahut oturmaya elverişli bir kasaba veya köyde bulunursa mahrem bulamadığı takdirde bil ittifak orada iddetini bekler. İmam-ı Azam'a göre mahrem bulsa da orada bekler. Sonra varsa bir mahremle yola çıkar. Boşanarak iddet bekleyen bir kadın boşandığı yerde beklemekten zarar görüyorsa çölde kocasıyla birlikte bir hödüç veya çadırda Bedevîlerle yolculuk eder. Fetih. Kocası onu götürebilir. Zarar görmezse götüremez. Kocası velev talâk-ı ric'iden olsun iddet bekleyen karısını sefere götüremez. Bahır. Geçen hususatta talâk-ı ric'î ile boşanan kadın bâinle boşanan gibidir. Şu kadar var ki, sefer müddetinde kocasından ayrılmaktan men edilir. Çünkü evlilik bâkîdir. Bâinle boşanan bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti.

FER'İ MESELELER: Bir adam boşadığı karısını yakınına iskan etmesini hâkimden isterse hâkim ona icabet etmez. Kadın ancak ayrıldığı evde iddet bekler. Zahîriyye.

Kadın kocasının oğlunu öperse kendisine mesken verilir, nafaka ve-rilmez.Tatarhâniyye. Nikâh-ı fâsidden iddet bekleyen kadın dışarı çıkmaktan men edilmez. Müctebâ.

Ben derim ki: Yukarıda Bezzâziye'den naklen bunun hilâfı geçti. Lâkin Bedâyı'da; "Kitabîyye, deli ve âzâd ettiği ümmüveled gibi kocası menîsini korumak için onu men edebilir." denilmektedir. Bellenmelidir.

İZAH

"İddet beklemek için ilh..." Çünkü sefer mesafesi olmak hususunda iki taraf müsavî gelince dönmek için tercih sebebi vardır. O da aslî vâcibin hâsıl olmasıdır. Binaenaleyh dönmesi evlâdır. Vâcib olmaması oraya ancak sefer mesafesi yürümekle varılacağı içindir.

"O yer ile varacağı yer arasında sefer mesafesi varsa" Cümlesini ziyade etmenin ne faydası olduğunu sen düşün! Çünkü mesele dönüşde oraya uğrarsa yahut giderken uğrar da iki taraf arasında sefer mesafesi bulunursa diye farz edilmiştir. Sonra Nehir'e müracaat ettim. Fakat bunu orada göremedim.

"Yahut oturmaya elverişli" meselâ malının ve canının emin olduğu ve aradığını bulduğu bir yerde boşanır veya kocası ölürse orada iddet bekler.

"Kocasıyla birlikte" Yani hödüç veya çadırın içinde kocasıyla beraber olduğu halde yolculuk eder. Bahır sahibinin Zahîriyye'den naklettiği ibaresi: "Kadını çölde hödüç veya çadırda beraberinde iken boşar da kocası ot veya su aramak için bir yerden başka yere giderse ilh..." şeklindedir.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu hödüç veya çadırda kadının ayrılmasına imkân olmadığı ve aralarında perde bulunmadığı zamandır. Rahmeti: "Koca fasık ise ikisinin arasına kudretli bir kadın koymak icab eder." demiştir. Allah'u a'lem.

"Sefere götüremez." Yani kadını evinde boşarsa onu sefere götüremez. Velev ki talâk-ı ric'î ile boşamış olsun. Ric'at bahsinde Kemal'in seferi ric'at saydığı geçmişti. T.

"Bâinle boşanan bunun hilâfınadır." Çünkü o dilediği kimseyle birlikte geriye döner veya yoluna devam eder. Aralarında nikâh kalmadığı için kocası ecnebî olmuştur. Zeylaî.

"Kendisine mesken verilir." Çünkü mesken şeriatın hakkıdır, nafaka verilmez. Zira ayrılık kadının işlediği bir suçtan ileri gelmiştir. T.

"Bezzâziye'den naklen bunun hilâfı geçti." Yani iddet bâbında: "Koca-sının evinde iddet beklemez." Bezzâziye. demişdi. Lâkin bu söz Müctebâ'nın ifadesine muhalif değil muvafıktır. O halde münasib olan: "Zahîriyye'den bunun hilâfı nakledilmişti." demekdi Yani bu fasılda musannıfın: "Ric'î ve bâin iddeti bekleyen kadın dışarı çıkamaz." dediği yerde şârih: "Zahîriyye'de beyan edildiğine göre ne şekil ayılırlarsa ayrılsınlar." demişdi.

"Lâkin Bedâyı'da ilh..." ifadesiyle şârih iki ibâre arasındaki aykırılığı gidermek istiyor. Çıkabilmeyi kocasının men etmediğini, çıkamamayı da men ettiğine yorumluyor.

Ben derim ki; Lâkin bunu kocası yoksa diye kayıdlamak gerekir. Çünkü kocasının hakkı tercih edilir. Bunu Hâkim'in Kâfîsi'ndeki şu ifade de te'yid eder: "Ümmüveled efendisinden iddet beklerken ve kezâ bir kadın nikâh-ı fâsidden iddet beklerken bundan korunmak yoktur. Her ikisi dışarı çıkar ve evlerinden başka bir yerde geceleyebilirler. Görmüyor musun bir adamın karısı kocaya varır da cima'dan sonra araları ayrılır ve ilk Kocasına iade edilirse kadın ona süslenip zînetlenebilir. Ve kadının üç hayızdan ibaret bir iddet beklemesi gerekir." Allah u a'lem.

 

 

 

NESEBİN SÜBUTU HAKKINDA BİR FASIL

 

METİN

Haml müddetinin en çoğu iki senedir. Delili Aişe (R.A.)'nin haberidir. Nitekim radâ bahsinde geçmişti. Üç mezhebin imamlarına göre ise dört senedir. En azı bil icma altı aydır. Binaenaleyh talâkı- ric'î iddeti bekleyen bir kadın çocuğunun nesebi iddetinin geçtiğini ikrar etmedikçe, müddet de ihtimalli bulundukça iki seneden fazlada bile doğursa sâbit olur.- Velev hayızdan kesildiği için aylarla iddet beklesin. Bedâyı'. Bu hususta nikâh-ı fâsid de sahih nikâh gibidir.- Kuhistânî. Velev ki yirmi senede veya daha fazlada doğursun. Çünkü kadının temizlik müddetinin uzaması ve çocuğun iddet esnasında kalması ihtimali vardır.

İZAH

Bu fasıl nesebin ne kadar müddette sâbit olacağını veya olmayacağını beyan hakkındadır. Nehir sahibi şöyle demiştir: "Musannıf iddet bekleyen kadınların nev'ilerini beyandan sonra hâmile olarak iddet bekleyenlere ne lâzım geleceğini izaha geçmiştir ki, o da nesebin sübutudur."

"Delili Âişe (R.A.)'nın haberidir." Darekutnî ile Beyhakî'nin Sünen'lerinde tahriç ettiklerine göre Hz. Aişe: "Bir kadın haml müddetinde iki senenin üzerine el iği direğinin gölgesi kadar bile ziyade etmez." Demiştir. Bir rivâyette hadîs: "Haml iki seneden ziyade olamaz ilh..." diye başlar Tamamı Fetih'dedir. Bahır sahibi diyor ki: "El iğinin gölgesi azlığa misaldir. Çünkü dönerken o başka gölgelerden Daha çabuk yok olur."

"Dört senedir." Zira Darekutnî'nin Mâlik b. Enes'den rivâyet ettiği bir hadîsde Hz. Mâlik: "Bu kadın bizim komşumuzdur. Muhammed b. Acla'nın karısıdır. Sözü doğru bir kadındır. Kocası da doğru sözlüdür. 12 senede üç batın çocuk doğurdu. Her batnı dört senede doğurdu." demiştir. Şübhesiz ki Hz. Aişe'nin sözü ancak işitmekle bilinen şeylerdendir. Binaenaleyh bu habere tercih edilir. Çünkü şâri hazretlerine nisbeti sahih olduktan sonra artık hata olmak ihtimali kalmaz. Bu hikâye onun hilâfınadır. Zira İmam Mâlik'e nisbeti sahih olduktan sonra dahi hata olmak ihtimali vardır. Kadının hayız kanı dört sene kesilip sonra çocuk doğması mümkündür. Temizlik müddetinin iki sene veya daha fazla uzaması, sonra gebe kalması câizdir. Karnında meselâ bir hareket hissetse bile çocuk olduğu hususunda kesin değildir. Tamamı Fetih'dedir.

"Velev aylarla iddet beklesin." Yani hayızdan kesildiğini zannederek aylarla iddet beklesin. Zira çocuğu doğurmakla hayızdan kesilmediği anlaşılmış olur. Bunu Ebussûud'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.

Ben derim ki: Bu iddet bekleyen kadını umumileştirmektir. Yani kadın bâin veya ric'î talâkta iddetim hayızlarla veya aylarla beklesin bittiğini ikrar etmedikçe fark etmez. İddetinin bittiğini üç ayla tefsir ederek ikrarda bulunursa hüküm yine budur. Çünkü iddetinin aylarla olmadığımeydana çıkar ve ikrarı sahih olmaz. Üç hayız sığacak bir müddette iddetinin bittiğini mutlak olarak ikrar ederse bakılır: İkrarından itibaren altı aydan daha azda doğurmuşsa neseb sâbit olur. Aksi takdirde neseb sâbit değildir. Çünkü hayızdan kesilmesi bâtıl olunca kadının ikrarı hayızlarla iddetinin bittiğine yorumlanır. Bu mümkün olduğu kadar onun sözünü doğruya yorumlamak içindir. Bu satırlar kısaltılarak Bedâyı'dan alınmıştır. Bahır sahibi onu mânâ bozulacak derecede kısaltmıştır.

"Nikâh-ı fâsid de sahih nikâh gîbîdir." İfadesi söz götürür. Çünkü ule manın: "Kadın çocuğu tam iki senede veya fazlada doğurursa bu ric'at olur.". sözlerine uymaz. Nikâh-ı fâsid iddetinde yapılan cima ric'atı icab etmez. Buna Tahtâvî: "Buradaki işaret ric'ata değil nesebin sübutunadır." diye cevap vermiş, sözüne şöyle devam etmiştir:: "Sonra burada nesebin sübutunun yeri ayrılma vaktinden itibaren iki seneden daha azda doğurmuş olmasıdır, daha fazlada doğurması değildir. iki senenin tamamında doğurursa hükmün ne olacağı araştırılmalıdır." Biz bu husustaki sözün tamamını mehir babında arz etmiştik.

"Müddet de ihtimalli bulundukça" Yani iddetin geçebileceği bir zamansa demektir ki, bu kayıd metnin ibâresinden değil mefhumundan alınmıştır. Çünkü iki seneden fazlada doğurduğunda iddetinin geçtiğini ikrar etmemesini geçmesi ihtimali ile kayıdlamak doğru değildir. Fetih ve diğer kitabların ibâreleri şöyledir: "İddetinin bittiğini ikrar etmedikçe böyledir. Bittiğini ikrar eder de müddet de buna elverişli bulunursa, yani İmam-ı Azam'ın kavline göre altmış gün, İmameyn'in kavline göre otuz dokuz gün olur da sonra çocuğu doğurursa nesebi sâbit olmaz. Meğerki ikrar vaktinden sonra altı aydan azda doğurmuş olsun. O zaman nesebi sâbit olur. Zira ikrar vaktinde hamile bulunduğu kesinleşir ve kadının yalan söylediği anlaşılır. Bu bâin talâkla boşanan hakkında da böyledir. Kocası ölen kadın ise iddetinin bittiğini iddia eder de sonra tam altı ayda bir çocuk doğurursa nesebi sâbit olmaz. Daha azda doğurursa sâbit olur."

METİN

Doğum iki seneden fazlada veya tam iki senede olmuşsa ric'at sayılır. Çünkü çocuk iddet içinde kalmıştır. Daha azda olursa ric'at sayılmaz. Zira nesebi sâbit olsa da şübhe vardır. Nasıl ki talâk-ı bâinle boşanan bir kadın talâk vaktinden itibaren iki seneden azda doğurur da iddetinin geçtiğini ikrar etmezse, ihtiyatan iddiaya hâcet kalmaksızın neseb sâbit olur. Çünkü hamlin talâk vaktinde mevcud olması câizdir. Nitekim geçmişti. İki senenin tamamında doğurursa neseb sâbit olmaz. Bazıları sâbit olduğunu söylemişlerdir. Çünkü talâk halinde gebe kalmak tesavvur olunabilir. Cevhere sahibi doğrusunun bu olduğunu söylemiştir. Ancak kocasının bendendir diye iddiasıyla sâbit olur, Çünkü o bunu iltizam etmiştir. Bu aynı zamanda akid şübhesidir.

İZAH

"Çünkü çocuk iddet içinde kalmıştır." Binaenaleyh cima etmekle bu adam karısına ric'at etmiş olur. Nehir. "Doğum ric'at sayılır." sözünün mânâsı ric'ata delil olur demektir. Çünkü hakikî ric'at doğumla değil sâbık cimayla olmuştur.

"Şübhe vardır." Kadının talâktan önce ve sonra gebe kalmış olması ihtimali vardır. Binaenaleyh şübhe ile ric'at etmiş sayılamaz. Velev ki nesebi sâbit olsun. Nesebinin sâbit olması gebelik nikâh veya iddet halinde bulunduğu içindir. Cevhere.

"Nasıl ki talâk-ı bâinle boşanan bir kadın" Sözü bir ve üç talâk-ı bâine şâmil olduğu gibi hürreye ve mâlik olmamak şartıyla cariyeye de şâmildir. Nitekim gelecektir. Kezâ iddet içinde veya dışında evlenmesine de şamildir. Bahır. Bunun izahı fer'î meselelerde gelecektir. Tahtâvi'nin Hamevî'den, onun da Bercendî'den naklettiğine göre talâk-ı bâinle boşanan kadının cima edilmiş olması şarttır. Cima edilmemişse araları ayrıldıktan sonra altı ayda veya daha fazlada doğurduğu takdirde nesebi sâbit olmaz. Daha azda doğurursa sâbit olur. Yani akid vaktinden itibaren altı ayda veya fazlada doğurursa demek istiyor. Bahır'da şöyle denilmiştir:" Bilmiş ol ki ric'î ve bâin talâkla boşanan kadının doğurduğu çocuğun nesebinin sabit olması aşağıda gelecek doğum şâhidliği veya kocanın gebeliği itirafı yahut zâhir olan gebelikle kayıdlıdır.

"İddetinin geçtiğini ikrar etmezse" İhtiyatan iddiaye hâcet kalmaksızın neseb sâbit olur. İddetinin geçtiğini ikrar ederse talâk-ı ric'î gibi olur. Nitekim Fetih'den naklen arz etmiştik.

"Nitekim geçmişti." Yani ikrar bulunmamasını şart koşmak talâk-ı ric'îde geçen gibidir.

"İki senenin tamamında doğurursa" Diye hâssaten zikretmesi daha fazlada doğurduğunda evleviyetle neseb sâbit olmadığındandır. H.

"Neseb sabit olmaz." Çünkü sabit olsa gebeliğin talâktan önce bulunması lâzım gelir. Zira talâktan sonra cima' helâl değildir. Ric'i talâkla boşanan bunun hilâfınadır. O zaman çocuğun ana karnında iki seneden fazla kalması lazım gelir. Bahır.

"Çünkü talâk hâlinde gebe kalmak tesavvur olunabilir." Yani firâş haIi ortadan kalkmadan gebe kalmış olur. Nitekim bunu Kâdîhân söylemiştir ki güzeldir. O zaman çocuğun ana karnında iki seneden fazla kalması lâzım gelmez. Bunu Nehir sahibi söylemiştir ve Fetih'den alınmıştır.

"Doğrusunun bu olduğunu söylemiştir ' 0 Kudûrî'nin "Sabit olmaz." sözü için kesinlikle yanlıştır demiştir. Çünkü başka kitablarda sâbit olur denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki: "Hak atan bunu muhtelif iki rivâyet bulunduğuna yorumlamaktır. Çünkü metînler Kudurî'nin dediği gibi hep sabit olmadığını kaydetmişlerdir. Kenz ve Vâfi sahipleri, kezâ Sadru'ş-Şeria ve Mecma sahibi bu yoldan yürümüşlerdir. Onlar rivâyetî daha iyi bilirler."

"Çünkü o bunu iltizam etmiştir." Yani bunun vechi de vardır. Kadını iddet içinde şübheyle cima etmiş olabilir. Hidâye ve diğer kitablar.

"Bu aynı zamanda akid şübhesidir." Yani fiil şübhesi olduğu gibi aynı zamanda akid şübhesidir. Şârih bu sözle Zeylaî'nin itirazına cevap vermek istemiştir. Onun itirazı şudur: Üç talâkla boşanan bir kadına kocası şübheyle cimada bulunursa bu fiilde şübhe olur. Ulemanın söylediklerine göre fiil şübhesinde neseb sabit olmaz. Velev ki kocası iddia etsin." Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: "Üç talâkta boşanan kadın mal karşılığında boşanmışsa onunla cimada bulunmak hâlis fiil şübhesi değildir. Aynı zamanda akid şübhesidir. Binaenaleyh çelişki yoktur. Çünkü nesebin sâbit olması akid şübhesi bulunduğundandır. Şu da var ki, İbn-i Melek'in Mecma şerhînde açıkladığına göre bir kimse yanına zifaf olunan kadınla cimada bulunur ve kendisine bu senin karındır denilirse bu fiilde şübhe olur. Kocası iddia ederse neseb sâbit olur. Bundan anlaşılır ki, her fiil şübhesi neseb iddiasına mâni değildir." İnşallah hudud bahsinde fiil şübhesiyle akid ve mahal şübheleri arasındaki farkın tahkîki gelecektir. H. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

METİN

Ve ancak kadın ikiz doğurur da çocukların biri iki seneden azda, diğeri iki seneden fazlada doğarsa nesebleri sâbit olur. Bir de ancak kocası o kadına malik olursa satın aldığı günden itibaren altı aydan daha azda doğurmak şartıyla nesebi sâbit olur. Velev ki talâk vaktinden itibaren iki seneden fazlada doğursun. Sair ayrılma sebebleri de talâk gibidir. Bedâyı. Lâkin Tahâvî şerhinden naklen Kuhistânî'de bildirildiğine göre iki seneden fazlada doğurursa bendendir diye iddia şarttır. Bir rivâyete göre velev ki kadın onu tasdik etmesin. Bu rivâyet daha güzeldir. Fetih.

İZAH

"Ve ancak kadın ikiz doğurursa ilh..." Meselâ bir kimse bir cariye satar da cariye bu şekilde iki çocuk doğurursa, satan kimse bu çocuklar bendendir diye iddia ettiğinde çocukların nesebi sâbit olur ve satış bozulur. Bu, Şeyhayn'a göredir. İmam Muhammed'e göre nesepleri sâbit olmaz. Çünkü ikinci çocuk bâinle boşadıktan sonra ana rahmine düşmüştür. Birinci de ona tâbi olur. Çünkü ikizdirler. Bazıları doğrusunun bu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü carîyenin ikinci çocuğu satmadan önce sahibinin milkinde meydana gelmiş olabilir. Bâinle boşanan kadının ikinci çocuğu bunun hilâfınadır. Fetih.

"Bir de ancak kocası o kadına mâlik olursa..." Ben derim ki: Bu mesele fer'î meselelerin başında gelecektir. Hülasası şudur: Bir adam cariye olan karısını boşar da sonra satın alırsa onu ya cima etmeden yahut cima ettikten sonra boşar. Cimadan sonra boşadığında talâk ya ric'idir yahut bâin; ya bir talâkla boşamıştır yahut iki talâkla. Cima etmeden boşarsa çocuğunnesebi sâbit olmak için talâktan itibaren altı aydan azda doğurması şarttır. Cimadan sonra iki talâkla boşarsa talâktan itibaren iki sene veya daha az geçmesi şarttır. Her iki surette satın alma vakti İtibara alınmaz. Bir talâk-ı bâinle boşarsa hüküm yine böyledir. Talâk-ı ric'î ile boşarsa neseb sâbit olur. Velev ki talaktan sonra on sene geçmiş olsun. Yalnız her İki meselede satın aldıktan sonra altı aydan azda doğurması şarttır. Bu izahtan anlaşılır kî, "Velev iki seneden fazlada olsun." sözü ric'î talâka mahsustur. Bizim sözümüz ise talâk-ı bâin hakkındadır. Şu halde doğrusu "fazla" kelimesini atmaktır. Anla!

"Bedâyı..." Orada şöyle denilmiştir: "Talâk iddeti bekleyen kadın hakkında bildiği her cevap talâktan başka ayrılma sebeblerinden biri ile iddet bekleyen kadın hakkında da cevabdır." Bahır, Yani kocasının dinden dönmesi sebebiyle veya bulûğ yahut âzâdlık muhayyerliği ile yahut küf'u olmaması veya mehri misil bulunmaması gibi bir sebeble ayrılarak iddet beklerse demek istiyor.

"Lâkin Kuhistâni'de bildirildiğine göre" Sözü musannıfın: "İki senenin tamamında doğurursa neseb sâbit olmaz, Ancak kocasının bendendir diye iddiasıyla sâbit olur." ibâresine istidraktir. Kuhıstânî'nin ibâresi: "Lâkin Tahâvî şerhinde bildirildiğine göre çocuk bendendir iddiası iki seneden fazlada doğurduğu zaman şarttır." şeklindedir. Bu ibârenin mefhumu tam iki senede doğurursa bendendir iddiasına hâcet olmadığını gerektirir. Ama Kuhistânî'nin Cevhere'deki rivâyete göre hareket etmiş olması, musannıfın sözü ise Kudûrî'nin rivâyetine göre olması mümkündür. T.

"Bu rivâyet daha güzeldir." Çünkü çocuğun ondan olması mümkün dür. Bendendir diye iddia da etmiştir. İtiraz eden yoktur. Onun içindir ki, bir rivâyette kadının tasdiki şart koşulmamıştır. Onu ancak Serahsî Mebsût'ta ve Beyhâkî Şâmil'de şart koşmuşlardır. Bu da bu rivâyetin zayıf ve garip olduğunu göstermek hususunda zâhirdir. Fetih.

METİN

Cima edilerek boşanan -velev talâk-ı ric'î ile olsun- ve iddetinin bittiğini ikrar etmeyen mürâhikanın ve kezâ altı aydan azda doğurmak şartıyla cima edilmeyenin çocuğunun nesebi ve kezâ iddetin bittîğini îkrar eden kadın, ikrar vaktinden itibaren altı aydan azda doğurmak şartıyla şayet gebelik iddia etmezse boşandıktan itibaren dokuz aydan azda sâbit olur. Çünkü gebelik iddet içinde olmuştur. Aksi takdirde sabit olmaz. Çünkü iddetten sonradır. Kadın küçük olduğu için susması iddetinin bittiğini ikrar gibi sayılır. Gebelik iddia ederse bazı hükümlerde büyük kadın gibidir. Zira bulûğa erdiğini itiraf etmiştir. Ölüm iddeti bekleyen kadının büyük ise çocuğunun nesebi ölüm vaktinden itibaren iki seneden azda sâbit olur. Velev ki cima edilmemiş olsun. Kadın küçük îse on ay on günden daha azda doğurduğu takdirde çocuğunun nesebi sabit olur. Aksi tak- dirde sâbit olmaz. Dört ay ongünden sonra iddetinin geçtiğini ikrar eder de çocuğu altı ayda doğurursa nesebi sâbit olmaz.

İZAH

"Cima edilerek boşanan flh..." Fetih sahibi diyor ki: "Bu meselenin hâsılı şudur: Küçük kız ya cimadan önce yahut sonra boşanır. Cimadan önce boşanır da altı aydan azda çocuk doğurursa çocuğun nesebi sâbit olur. Çünkü talâktan önce çocuğun varlığı kesindir. Altı aydan fazlada doğurursa nesebi sâbit olmaz. Çünkü ona iddet olmadığı farz edilir. İddet lâzım gelmek için talâktan önce olması lâzım gelmez. Cimadan sonra boşarsa üç aydan sonra iddetinin bittiğini ikrar edip ikrar vaktinden itibaren altı aydan daha azda doğurursa çocuğunun nesebi sâbit olur. Tam altı ayda veya daha fazlada doğurursa sâbit olmaz. Çünkü ikrarıyla iddeti bitmiştir. Kesin olarak yalan söylediğine hükmetmek için bundan önce olması lâzım gelmez. İddetinin bittiğini ikrar etmez, gebelik iddiasında da bulunmazsa, Tarafeyn'e göre boşandıktan sonra dokuz ay geçmeden doğurursa nesebi sâbit olur. Aksi takdirde sâbit olmaz. Ebu Yusuf'a göre ise talâk-ı bâinde iki seneye kadar, talâk-ı ric'îde yirmi yedi aya kadar nesebi sâbit olur. Zira kocasının o kadınla üç aydan ibaret olan iddetinin sonunda cimada bulunması ihtimali vardır. Kadın gebelik iddia ederse mutlak değil de iddetinin geçmesi dokuz aydan daha aza münhasır olmaması hususunda büyük kadın gibidir." Tamamı Fetih'dedir. Kocası ölen küçük kızın ise izahı ileride gelecektir.

"Velev talâk-ı ric'i olsun." Bunda mubalega göstermesi bâinin hükmüne kolaylıkla muhalefet gösterdiği içindir. Nitekim evvelce geçti. Burada bâinle birleştiğini anlatmak istemiştir. T.

"Mürâhika" bulûğa yaklaşan kızdır ki, o yaşta bulûğa ermesi mümkündür. Bundan murad dokuz yaş olup kızda hâlâ bulûğ alâmeti görülmemiştir. Dokuz yaşından küçük olan kızda gebelik mümkün değildir.

"Altı aydan azda" Yani talâk vaktinden itibaren altı ay geçmeden doğurursa demektir.

"Kezâ iddetin bittiğini ikrar eden kadın" Yani üç aydan sonra iddetinin bittiğini ikrar eden demektir.

"İkrar vaktinden itibaren altı aydan azda..." Talâk vaktinden itibaren ise dokuz aydan azda doğurursa demektir. Çünkü yalan söylediği kesin olarak meydana çıkmıştır. Nitekim Zeylaî'de bildirilmiştir. O zaman nesebin sâbit olmaması hususunda ikrar etmesiyle etmemesi arasında fark yoktur. Meğerki dokuz aydan azda doğurmuş olsun. İkrar etmedi ise diye kayıdlaması İmam Ebû Yusuf muhalefet ettiği içindir. İkrar etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman bildiğin gibi mesele ittifâkî olur. Bunu Halebî söylemiştir.

"Dokuz aydan azda" sözü "Boşanan mürâhikanın çocuğunun nesebi sâbit olur." cümlesinin kaydıdır. Bu müddette nesebinin sâbit olması kadının iddeti üç ay olduğu içindir. Haml müddetinin en azı do altı aydır. Boşandıktan sonra dokuz ay geçmeden doğurursa kadının iddet bitmeden hamile bulunduğu anlaşılır. Şârihin: "Çünkü gebelik iddet içinde olmuştur." sözünün mânâsı budur.

"Aksi takdirde sâbit olmaz." Yani daha azda değil de dokuz ayda veya daha fazlada doğurursa çocuğun nesebi sâbit olmaz. Çünkü kadın iddetten sonra hamile kalmıştır. Kadın iddetinin geçtiğini ikrar ederse mesele zahirdir. İkrar etmezse kıyasa göre büyük kadın gibi iki seneden azda doğurduğunda nesebi sâbit olmak gerekirdi. Nitekim Ebû Yusuf'un kavli budur. Tarafeyn'e göre fark şudur: Küçük kızın iddetinin bitmesi için şeriatta bir cihet vardır. Onun geçmesiyle şeriat iddetin bittiğine hükmeder. Bu cihet delâlet hususunda ikrardan daha kuvvetlidir. Tamamı Fetih'dedir.

"Bazı hükümlerde" Yani nesebinin sâbit olması hakkında demektir. Çünkü onun hakkında dokuz aydan aza münhasır değildir. Bilâkis talâk bâin ise iki seneden azda, ric'î ise yirmi yedi aydan azda doğurduğu takdirde nesebi sâbit olur. Zira büyük kadının çocuğunun nesebi talâk-ı ric'îde iki seneden fazlada sâbit olur. Velev ki hayızdan kesilme çağına kadar uzasın. Çünkü temizlik müddetinin uzaması, kocasının da onunla bu müddetin sonunda cimada bulunması câizdir. Bahır. Küçük kızın ise iddeti üç aydır. Onunla iddetinin sonunda cima etmiş olabilir. Sonra İki sene gebe kalır. Binaenaleyh ikrar zamanından mutlaka yirmi yedi ay geçmeden olmalıdır.

"Zira bulûğa erdiğini itiraf etmiştir." Bulûğa ermeyen kadın gebe kalmaz.

"Büyük İse" Yani iddetinın bittiğini de İkrar etmediyse demektir. İddetinin bittiğini ikrar ederse o kadın aşağıda gelen: "Kezâ iddetinin bittiğini ikrar ederse ilh..." sözünde dahildir. Bahır.

«Kadın küçük ise» Yani gebeliğini ve iddetinin geçtiğini ikrarda bu-lunmamışsa demek istiyor ki, bu Tarafeyn'e göredir. Ebu Yusuf'a göre iki seneye kadar nesebi sâbit olur. Bunun veçhi talâk bahsinde iddet bekleyen küçük kız hakkında söylediklerimizdir. Zeylaî:

«Çocuğunun nesebi sâbit olur.» Çünkü vefat iddeti bitmeden önce çocuğun mevcud olduğu anlaşılır. Bahır.

«Aksi takdirde sâbit olmaz.» Çünkü iddet bittikten sonra meydana gelmiştir. Bahır.

«İddetinin geçtiğini ikrar eder de ilh...» Burada şu mesele kalır: Küçük kız gebe olduğunu iddia ederse büyük kadın gibi sayılır. Çocuğunun nesebi iki seneye kadar sâbit olur. Çünkü bu hususta söz onundur. Zeylaî.

«Çocuğu altı ayda» veya daha fazlada doğurursa "nesebi sâbit olmaz." Çünkü ikrardan sonra gebe kalmış olması ihtimali vardır. Nitekim gelecektir.

METİN

Hayızdan kesilen kadına gelince: Onun hükmü hayız gören gibidir. Çünkü ölüm iddeti bütün kadınlar hakkında aylarladır. Bundan yalnız hamile müstesnadır. Zeylai. Çocuğu ölüm vaktinden itibaren İki seneden fazlada doğurmuş gibi olur. Bunu inceleme neticesi Bahır sahibi söylemiştir. Kezâ iddetinin bittiğini ikrar eden kadın şayet ikrar vaktinden itibaren haml müddetinin en azında doğurmuşsa ve bâin talâk vaktinden itibaren haml müddetinin çoğu geçmemişse çocuğunun nesebi sâbit olur. Çünkü yalan söylediği kesinlikle anlaşılır. Aksi takdirde çocuğun nesebi sâbit olmaz. Çünkü ikrardan sonra meydana gelmesi ihtimali vardır.

İZAH

«Hayızdan kesilen kadına gelince ilh...» Bilmelisin ki şarih burada küçük kız ile hayızdan kesilen hakkında verdiği izahatta Zeylaî'ye tâbi olmuştur. Nehir sahibi dahi bu yolu tâkip etmiştir. Sâbık mürâhika meselesinde Bahır sahibi dahi aynı yolu tâkip etmişse de burada muhalefet ederek şöyle demiştir: "Kadının hem hayızlarla hem aylarla iddet bekleyenine şâmildir. Lâkin Bedâyı sahibi bunu hayız görenler diye kayıdlamış, aylarla iddet bekleyenlerden ise hayızdan kesilmiş olsun küçük olsun ölüm halinde hükmü talâktaki hükmü gibidir. Biz talâktaki halini zikretmiştik." demiştir. Nehir sahibi bunu Bedâyı'da görmediğini söylemiştir.

Ben derim ki: İhtimal onun nüshasından düşmüştür. Onu Bedâyı'da ben de gördüm.

«Bundan yalnız hamile müstesnadır.» Hamilenin iddeti gerek ölüm gerek başkası hususunda çocuğunu doğurmakla biter.

«Daha fazlada doğurmuş gibi olur» Bu talâk-ı bâin iddetini bekleyen kadına kıyasendir. Lâkin burada iki muhtelif rivâyet olduğunu görmüştük.

"Çocuğunun nesebi sâbit olur." Yani ister bain ister ric'î veya ölüm iddeti beklesin mutlak surette çocuğunun nesebi sâbit olur. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir. Lâkin Hâniyye'de: "Boşanan kadın hayızdan kesilmişse çocuğunun nesebi iki seneye kadar sâbit olur. Velev ki iddetinin geçtiğini ikrar etsin." denilmektedir. Bu mutlak söz mürâhikaya da şâmildir. Nitekim Miskîn şerhinde belirtilmiştir .Onun için İbn-i Şilbî Kenz üzerine yazdığı şerhte: "Faslın başından buraya kadar söylenenler iddetin geçtiğini itiraf etmezden öncedir." demiştir.

«Çünkü yalan söylediği kesinlikle anlaşılır.» Bu meseleyi Zeylâi müşkül görmüştür. Şöyle ki: "Kadın meselâ bir sene geçtikten sonra iddetinin bittiğini ikrar eder de sonra ikrar vaktinden altı aydan azda ayrılma vaktinden iki seneden azda çocuk doğurursa, bu kadının iddeti iki ayda veya üç ayda geçmesi muhtemeldir. Bundan uzun bir zaman sonra ikrarda bulunsa onun bu ikrarından iddetin o vakitte bitmiş olması lâzım gelmez. Binaenaleyh kadının yüzde yüz yalan söylediği anlaşılmış değildir. Meğerki iddetîm şu saatte bitti desin de sonra oandan itibaren altı ayda doğursun." Bahır sahibi bunu daha zâhir görmüş ve: "Ulemanın sözlerini buna yorumlamak icab eder. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'dan anlaşılmaktadır." demiştir. Nehir ve Şürunbulâliyye sahibleri de ona tâbi olmuşlardır. "Neseb mutlak söylendiği vakit sâbit olur. Çünkü o çocuğun hakkıdır. Binaenaleyh çocuğun menfaatına onun isbatı hususunda ihtiyat gösterilir." denilemez. Çünkü biz söyle diyoruz: Bu akid varken böyledir. Akid ortadan kalktıktan sonra böyle değildir. Burada kadın iddetin geçtiğini ikrar edince ve bu hususta söz de kadının olunca akid aslı itibariyle ortadan kalkmıştır. İkrarını bozacak ve yüzde yüz yalan söylediğini bildirecek bir şey bulunmadıkça şeriatın hükmü bu kadının başka kocaya varmasını helâl kılmaktadır. Mutlak söylenildikte bu yoktur. Aksi takdirde çocuğu ikrar vaktinden itibaren altı aydan fazlada doğursa bile nesebi sâbit olmak lâzım gelir. Halbuki ulema bunun hilâfına ittifak etmişlerdir. Çünkü çocuğun sonradan olma ihtimali vardır.

«Aksi takdirde çocuğun nesebi sâbit olmaz.» Yani altı aydan azda do-ğurmaz da ikrar vaktinden itibaren tam altı ayda veya daha fazlada doğurursa yahut altı aydan azda talâk-ı bâinden itibaren iki seneden fazlada doğurursa nesebi sâbit olmaz. Şârihin: "Çocuğun ikrardan sonra meydana gelmesi ihtimali vardır." sözü birinciye göre yetersizdir. İkincide ise illet çocuğun ana karnında iki seneden fazla kalmamasıdır. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

METİN

Ölüm veya talâk iddeti bekleyen bir kadının doğurduğu inkâr edilirse çocuğunun nesebi tam huccetle sâbit olur. İmameyn ebe kadınla iktifa edilir demişlerdir. Bazıları bir de erkek lâzım olduğunu söylemişlerdir. Yahut gebelik zâhır olmalıdır. Acaba gebelik zâhir idi diye yapılan şahitlik kâfî midir? Bahır'da inceleme neticesi evet diye cevap verilmiştir. Yahut neseb kocasının gebeliği ikrarı ile sâbit olur. Çocuğun tayini İnkâr olunursa ebe kadının şâhidliği bil ittifak kâfi gelir. Nitekim ric'î talâk iddeti bekleyen bir kadın iki seneden fazlada doğurursa orada da ebe kadının şehâdeti kâfidir. Daha azda doğurursa kâfi değildir.

İZAH

«Ölüm veya talâk iddeti» Yani gerek bain gerekse talâk-ı ric'İ iddeti bekleyen demek istiyor. Fahru'l-İslâm bunu açık söylemiştir. Kâdîhân dahi bu yolu tâkip etmiştir. Serahsî ise talâk-ı bâinle kayıdlamıştır.

Bahır sahibi diyor ki: "Hak şudur: Ric'î talâkta kadın çocuğu iki seneden fazlada doğurursa bâinde olduğu gibi şâhidliğe muhtaç olunur. Daha azda doğurursa çocuğun nesebi bil ittifak ebe kadının şâhidliği İle sâbit olur. Çünkü firâş mevcuddur. Nehir. Şârih de bu yolu tâkip etmiştir." Nitekim aşağıda gelen: "Ric'î talâk iddeti bekleyen hakkında kâfidir." sözünde gelecektir. Binaenaleyh buradaki talâk bâine yorumlanır, Tâ ki buradaki sözüyle aşağıdakisözü birbirini tutsun.

«Doğurduğu inkâr edilirse» ölüm halinde doğurduğunu mirâsçılar, talâk halinde ise kocası inkâr eder. H.

«Tam huccetle sâbit olur.» Tam huccetten murad iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şâhidlikleridir. Bu şöyle tasvir olunur: Kadın şâhidlerin huzurunda bir eve girer. Şâhidler o evde kadından başka kimse olmadığını bilirler. Sonra kadın çocuk kucağında çıkınca doğurduğunu anlarlar. Bu kasden değil de rasgele bakarak görmekle de olur. Bu suretle: "Erkeklerin şâhidliği fâsık olmalarını istilzam eder. Binaenaleyh kabul edilemez." şeklindeki itiraz def edilmiş olur. Fetih ve Nehir.

«Ebe kadınla iktifa edilir.» Yani ebe kadın hür, Müslüman ve âdil ise şahidliği kâfidir. Nitekim Nesefî'de bildirilmiştir.

«Bir de erkek lâzım olduğunu söylemişlerdir.» Yani İmameyn'in kavline göre bir de erkek lâzımdır. Şârih burada Fetih ve diğer kitablara uyarak "bazıları" demiş, bununla söylediklerinin zayıflığına işaret etmiştir. Lâkin Cevhere ve Hulâsa'da kavillerin en sahihine göre kabul edilir denilmiştir. Müstesfa'da da öyledir. Bunun vechi her halde bir erkeğin şâhidliği iki kadının şâhidliğinden daha kuvvetli olmasıdır.

«Yahut gebelik zâhir olmalıdır.» Gebeliğin zâhir olması altı aydan azda doğurmakladır. Nitekim Sirâc'da bildirilmiştir. Şeyh Kâsım: "Gebeliğin zu- hurundan murad hamilelik emarelerinin kadını her gören kimsede hamile olduğu kanaatını verecek dereceye varmasıdır." demiştir. şürunbulâliyye. Nehir sahibi bu ikinci tarifi benimseyerek: "Yahut herkesin bileceği şekilde zâhir gebelik bulunmalıdır." demiştir. Bu gösterir ki, gebelik bazen doğurmadan dahi sâbit olur ve bizim ric'at babında söylediklerimizi te'yid eder.

«Acaba şâhidlik kâfi midir?» Yani kadın doğurur da kocası doğurduğunu ve gebeliğin zâhir olduğunu inkâr ederse zâhir idiğine şâhidlik kâfi midir demektir. Çünkü münazaa vaktinde gebelik mevcud değildir. Bahır. Bunun hâsılı şudur: Doğumdan önce herkesin bileceği şekilde gebelik zâhir ise isbatına hâcet yoktur. Doğumdan sonra ise Bahır sahibinin incelemesine göre gebelik zâhir idi diye şâhidlik kâfidir. Bu zâhirdir.

«Çocuğun tâyini inkâr olunursa» sözü hem kocanın hem mirasçıların inkârlarına şâmildir. H. Yani kocası doğumu itiraf eder de çocuğun tâyinini inkârda bulunursa çocuğun tâyini bil ittifak ebe kadının şâhidliği ile sâbit olur. Onun şâhidliği olmaksızın bil ittifak sübut bulmaz. Çünkü doğan çocuğun bu tâyin edilenden başkası olması ihtimali vardır. Bahır.

TENBİH: Şârih kocanın gebeliği itiraf etmesi halini gebeliğin zâhir, firâşın kâim olduğu halleri zikretmemiştir. Acaba bu hallerde nesebin sâbit olması için ebe kadının çocuğu tâyin için şâhidliğine hâcet var mıdır? Kenz ve Hidâye sahiplerinin yaptıkları gibi musannıfın zâhirolan sözünden de hâcet olmadığı anlaşılır. Bedayı sahibi bunu açık söylemiştir. Sürûcî dahi Gâye adlı kitabında bunu açıklamış, Mülteka'l-Bihâr sahibinin: "Ebû Hanife'ye göre bu şarttır." sözünü reddetmiştir. Lâkin onun sözünü de Zeylâi yanlıştır diye reddetmiş, bütün suretlerde çocuğun bil ittifak tâyin edilmesi için bunun mutlaka lâzım olduğunu söylemiştir.

Zeylaî bu hususta hayli sözler söylemiştir. İbn-i Kemâl de kesinlikle onun söylediğine kâil olmuştur. Bunun bir misli de Cevhere'dedir ki orada:

"Ebe kadının şâhidliği mutlaka lâzımdır. Zira çocuk ölü doğmuş olabilir de kadın onun yerine başka bir çocuğu ilzama kalkışabilir." denilmiştir. Hidâye sahibinin son sözü de açıkça budur, Kâfî, İhtiyar, Fetih ve diğer kitabların sözleri de öyledir. Bahır sahibi iki sözün arasını bulmuştur. Nehir sahibi ise bunun tahkikten uzak olduğunu söylemiştir. Bunu Mekdisî dahi şerhinde reddetmiştir.

Hâsılı Zeylaî'de bildirildiği gibi çocuğun tâyini hususunda kadınların şehadeti huccet olamaz. Meğerki gebelik zuhuru veya kocanın itirafı yahut mevcud firâş gibi bir müeyyide ile te'yid edilsin. Bunu Mültekâ'l-Bihâr sahibiyle başkaları söylemişlerdir; Hilâf ancak kadının sözüyle doğumun sübutu hakkındadır. İmam-ı Azam'a göre üç surette sâbit olur. İmameyn'e göre ise ancak ebe kadının şahidliği ile sübut bulur. Kocası karısının talâkını doğurmasına tâlik ederse İmam-ı Azam'a göre kadının doğurdum demesiyle talâk vâki olur. Çünkü kocası gebeliği itiraf etmiştir yahut gebelik zaten zâhirdir. İmameyn'e göre ise ebe kadın şâhidlik etmedikçe kabul olunmaz. Bu İzah, Nihâye ve diğer kitablarda belirtilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«Nitekim ilh...» ifadesi mutlak olan ve hem talâk-ı ric'iye hem de bâine şümulü bulunan "veya talâk" sözünün kaydıdır. Çünkü ric'î talâk iddeti bekleyen bir kadın iki seneden fazlada doğurur da iddetinin bittiğini ikrar etmezse bu ric'at olur. Bunu Halebî söylemiştir. Yani sâbık cimayla ric'at sayılır ve kadın nikâhlı iken doğurmuş olur. Kocası inkâr ettiği vakit doğumun isbatı şahidliğe tevakkuf etmez. Nikâh mevcud olduğu için ebe kadının şâhidliği kâfidir ve neseb firâşla, çocuğun tâyini de ebe kadının şâhidliği ile sâbit olur. Nitekim Zeylaî bunu nikâhlı kadının doğurması babında zikretmiştir.

«Daha azda doğurursa kâfi değildir.» Yani ebe kadının iki seneden daha azda doğurduğuna şehâdet etmesi kâfi değildir. Çünkü kadının iddeti bitmiştir. Artık o adamın karısı değildir. Tam iki senede doğurması dahi böyledir. Nitekim gizli değildir. H.

METİN

Yahut mirâsçıların bazısının tasdiki ile sâbit olur ve ikrar edenler hakkında sübut bulur. Başkaları hakkında hatta bütün insanlar hakkında ancak ikrar edenlerle şâhidliğin nisabı tamamlanırsa neseb sâbit olur. Meselâ tasdike ehil olurlarsa ikrar edeni tasdikte bulunmalarıda öyledir. Neseb sâbit olur, dönmek fayda etmez. Şâhidliğin nisabı tamam olmazsa yalanlayanlara iştirak etmez. Acaba şehâdet lâfzı ve hüküm meclisi şart mıdır? Esah kavle göre şart değildir. Bu ikrara benzediğine bakaraktır. Ulemanın adedi şart koşmaları ise şehâdete benzediğine bakaraktır. Musannıf Zeylaî'den adâletin şart olduğunu ifade eden sözler nakletmiş. sonra: "Üstadımızın: Adâletin şart koşulmaması gerekir, demesi gerekmeyen sözlerdendir," demiştir.

Ben derim ki: Burada "ikrar eden hakkında adalet nasıl şart koşulabilir?" diye itiraz vârid olur. Meğerki "sirayetten dolayı" diye cevap verilsin. Düşün! Bunu araştırmalıdır. Kadın doğurur da karı-koca müddet hakkında ihtilâf ederler ve kadın: Sen beni altı ay evvel nikâh ettin der; kocası daha azı iddia ederse söz yeminsiz kadınındır. İmameyn kadına yemin etti-rileceğini söylemişlerdir. Bununla fetva verilir. Nitekim dava bahsinde gelecektir. Zâhir nikâhtan doğurmakla kadına şehâdet ettiği için çocuk bu adamın oğludur. Kadının hali salâha hamledilir.

İZAH

«Yahut mirâsçılardan bazısının tasdiki ile sâbit olur.» Bazısından murad şehâdetin nisabını tamamlayamayandır ki, âdil bir kişidir yahut âdil olmayan bir kaç kişidir. Nitekim mukabilinden anlaşılmaktadır. H. Meselenin sureti şudur: Vefat iddeti bekleyen bir kadın doğurduğunu iddia eder de mirâsçılar kendisini tasdikte bulunur fakat kimse şâhidlik etmezse, doğan çocuk bütün mirâsçıların sözlerine göre ölenin oğludur. Çünkü mirâs sırf onların hakkıdır. Binaenaleyh bu husustaki tasdikleri kabul edilir. Fetih.

«Ve ikrar edenler hakkında sübut bulur.» İkrar eden hakkında dese daha iyi olurdu. Çünkü bir kişiye de şümulü bulunurdu. Bir de ikrar edenler bir kaç kişi iseler başkaları hakkında da neseb sâbit olur. Meğerki ikrar edenlerin âdil olmadıkları farz edilsin. Bunu Tahtâvî söylemiştir.

«Başkaları hakkında» yani tasdik etmeyenler hakkında demek istiyor: Bu çocuk ölenin bir adamda alacağı olduğunu iddia ederse, ikinci defa nesebinin ispatına bağlanmaksızın dâvâsı kabul olunur.

«İkrar edenle birlikte başka bir adam şâhidlik eder.» demesinden on-laşılıyor ki, şâhidliğin nisabı tamam olmak için hepsinin mirâsçı .olması şart değildir. Lâkin şâhidlerden biri ecnebî olursa hüküm meclisi, dâvâ ve şehâdet lâfzı gibi şâhidliğin şartları mutlaka lâzımdır. Çünkü ecnebî şâhidler sırf şâhiddirler. Hiç bir vecihle ikrara hakları yoktur. Rahmetî.

«İkrar edeni tasdikte bulunmaları da öyledir ilh...» ifadesi ekseri nüs-halarda böyledir. Bazı nüshalarda: "Bu sözünde onu mirâsçılar tasdik ederse", diğer bazılarında: "İkrar edeni diğer mirâsçılar tasdik ederse" denilmiştir ki, bunlar birinciden daha güzeldir.

«Tasdike ehil olurlarsa» cümlesi yerine "şehâdete ehil olurlarsa" dese daha münasib olurdu. Fetih'de şöyle denilmiştir: "Herkes hakkında zâhir olması için nesebin ölen kimseden sâbit olması hakkında ise ulema şunu söylemişlerdir: "Mirâsçılar şehâdet ehlinden olurlarsa, meselâ erkek-kadın karışık ve hepsi âdil olurlarsa neseb sâbit olur. Çünkü hüccet tamamdır. İkrar edenleri etmeyenleri müştereken ölenin borçlusundan alacağını isterler."

«Şâhidliğin nisabı tamam olmazsa» meselâ tasdik eden bir erkekle bir kadın olursa; keza iki erkek olurlar da âdil değillerse demek istiyor. Nitekim Fetih sahibinin zikredilen ibâresinden ve aşağıda gelen ifadeden anlaşılmaktadır.

«Yalanlayanlara iştirak etmez.» Musannıfın ibaresine münasib olan bu değil, "Neseb sâbit olmaz. Yalanlayanlara da ortak olmaz." demekdi.

«Esah kavle göre şart değildir.» Bu, şâhidler mirasçılar olduğuna göredir. İçlerinde mirâsçı olmayan varsa şehâdet lâfzı, hüküm meclisi ve dâvâ mutlaka şarttır. Çünkü onun hakkında ikrar şübhesi yoktur. Nitekim yukarıda geçmişti. Rahmetî. Murad nisabın mirâsçılardan tamam olmamasıdır. Mirâsçılarla nisab tamam olursa başkalarının şâhidliğine bakılmaz.

«Bu İkrara benzediğine bakaraktır.» Fetih sahibi bunu başka bir illetle talil etmiştir ki, o da şudur: Başkaları hakkında nesebin sâbit olması onların hakkında sâbit olmasına bağlıdır. Tâbi olan için bütün şartlarına riayet olunmaz. Meğerki asaleten sübut bulsun. Bu izaha göre şehâdet ehlinden değillerse neseb ancak ikrar edenler hakkında sâbit olur.

«Zeylai'den» naklettiği sözler şunlardır: "Şehâdet ehlinden iseler meselâ içlerinde iki âdil erkek veya âdil bir erkekle âdil iki kadın bulunursa tasdik edenlerle tekzip edenler ortak olurlar."

«Üstadımızın» tâbirinden murad Bahır sahibi Zeyn b. Nüceym'dir.

«Meğerki sirayetten dolayı diye cevap verilsin.» Yani nesebin sübutu ikrar etmeyene de sirayet edeceği için denilsin. Bu cevap zâhirdir. Teemmüle ve araştırmaya hâcet yoktur. H.

«Nitekim dâvâ bahsinde gelecektir.» Orada altı meselede yemin ver-dirileceği hususunda fetvanın İmameyn kavline göre olduğu bildirilecektir.

«Zâhir kadına şehâdet ettiği için ilh...» Buna da şehâdet eden bir zâhir vardır ki, o da yeni meydana gelen bir şeyin en yeni vaktine izafet edilmesidir. Lâkin buradaki zâhirin tercih edilmesi nesebin isbatında ihtiyat gösterilmesindendir. Nehir. Bu nefy ile kadın o adama haram olmaz. Fetih.

TENBİH : Kocanın beyyinesi ve mirâsçılarının kadının nikâh tarihine dair onun sözüne uygun beyyineleri kabul edilmez. Çünkü manen nefy üzerine şehâdet olur. Binaenaleyh makbul değildir. Nesebin ise mümkün mertebe isbatına çare aranır. Burada imkân gizlice az bir mehirle önceden o kadınla evlenmek, övünmek için ise çok mehirle olduğunu ilânetmektir. Bu çok vuku bulur. Benim hadiseye cevabım budur. Buna dikkat etmelidir. Şürunbulâliyye.

METİN

Bir adam: Ben o kadını nikâh edersem boş olsun der de sonra nikâhlar ve kadın nikâhtan itibaren altı ayda doğurursa, çocuğun nesebi ihtiyaten o adama lâzım olur. Çünkü akid halinde cima tasavvur olunabilir. Altı aydan azda doğurursa neseb sâbit olmaz. Daha fazlada doğurması da öyledir. Velev bir gün olsun. Lâkin Fetih sahibi bu hususta inceleme yapmış, Bahır sahibi de onu ikrar etmiştir.

İZAH

«Altı ayda doğurursa» yani ziyadesi noksanı bulunmazsa demek istiyor. Zeylaî.

«Nesebi lâzım olur.» Çünkü kadın o adamın firâşıdır. Nikâh vaktinden itibaren altı ayda doğurunca talâk vaktinden itibaren altı aydan azda doğurmuş olur. Binaenaleyh gebelik daha önceden nikâh halinde vuku bulmuştur, Bu tesavvur sâbittir ilh... Hidâye.

«Çünkü akid halinde cima tesavvur olunabilir.» Akdi karı-koca cima halindeyken kendileri yapar, şâhidler de sözlerini işitirler. Nikâh menînin indiği ana rastlar. Yahut muayyen bir gecede akid yapmak için birini tevkil ederler, kendileri de o gece cimada bulunurlar. Akdin önceliği bilinmezse bu akidle cima'ın beraberliğine yorumlanır. Nitekim şilbî'nin şerhinde beyan edilmiştir. Yahut şâhidler huzurunda kadınla evlenir, kadın tarafından akdi yapan fuzûli olur da, akdin tamamı cima esnasında kadının rızasiyle olur. Nitekim İbn-i Kemâl'in Menhuvat'ında belirtilmiştir. Fetih sahibi diyor ki: "Hâsılı sübut firâşa bağlıdır. O nikâhla nikâh da gebelikle beraber sübut bulur. Binaenaleyh kadın nikâhlı iken gebe kalır ve çocuğunun nesebi sâbit olur."

«Neseb sâbit olmaz.» Çünkü gebeliğin nikâhtan önce olduğu meydana çıkar. Zeylaî.

«Daha fazlada doğurması da öyledir.» Zira nikâhtan sonra gebe kaldığı anlaşılır. Biz talâk vâki olurken iddet vacib değildir diye hüküm verdik. Çünkü cima ve halvetten öncedir dedik. Bu hükmün bâtıl olduğu anlaşılmamıştı. Zeylaî. Ama çocuğu tam altı oyda doğurunca iddet beklemesi gerekir. Çünkü nesebi sâbit olan bir çocuğa hamiledir. Şürunbulâliyye. Yani kadının talâktan önce nikâh zamanında gebe kaldığına hüküm verilmiştir. Nitekim Hidâye'nin ibâresinden biliyorsun. Talâk kadın hamile iken olmuştur. Şu halde cimadan sonra boşanmış demektir ve doğurmakla iddeti biter. Nehir'de açıklandığına göre bu talâk ric'îdir, iddet de doğurmakla biter.

«Velev bir gün olsun.» Yani bir lahza olsun. H.

«Bahır sahibi de onu ikrar etmiştir.» Ve şöyle demiştir: "Fethü'l-Kadir sahibi kendisini muaheze ederek şunları söylemiştir: "Ulemanın burada çocuk doğmanın tesavvuredilebildiği bir müddette -ki iki senedir- nesebi men etmeleri onun isbatı hususunda gösterilen ihtiyata aykırıdır. Zikredilen ihtimal son derece uzaktır. Zira devam ede gelen âdet hamileliğin altı aydan fazla sürmesidir. Çok defa yüzyıllar geçer de onların içinde altı ayda çocuk doğduğu işitilmez. Binaenaleyh zahir olan çocuğun mevcud olmamasıdır. Mevcud olması bir ihtimaldir. Çocuğun nefyini iktiza eden zayıf bir ihtimalden dolayı karı-koca onu nefy ederlerse nesebini isbat hususunda hangi ihtiyat kalır. Biz onun sübutunu gerektiren zahiri de terk ettik. Keşke iki ihtimalden hangisi daha uzak olduğunu bilsem! Acaba nesebîn sübutu için o adamdan gebe kaldığını farz ettikleri ihtîmal mi daha uzaktır ki, bu ihtimal kadınla cima halinde evlenerek menînin akde tesadüf etmesidir, yoksa hamilelik altı aydan bir gün fazla olursa çocuğun başkasından kalması ihtimali mi? H."

Ben derim ki: Bunun hâsılı altı aydan fazlada doğan çocuğu nesebin sübutu hakkında altı ayda doğana katmaktır. Buna aralarında fark göstererek cevap vermek de mümkündür. O da şudur: Altı ayda doğduğu surette akid zamanında çocuk yüzde yüz mevcuddur. Çocuğun velev uzak bir vecihle olsun akdi yapandan meydana gelmesi mümkünse bunu irtikab teayyün eder. Akidden sonra meydana gelmesi imkânı bunun hilâfınadır. Meselâ altı aydan velev bir gün olsun fazlada doğurursa akid vaktinde çocuğun mevcud olduğu yüzde yüz kestirilemez; ki onun için uzak vecih irtikâb olunsun. Halbuki şeriat kadına çocuğun mevcudiyetine aykırı bir hüküm vermektedir. O da iddetin lâzım gelmemesîdir.

Hâsılı iki suretten her birinde devam ede gelen dâvete aykırı uzak ihtimal vardır. O da altı ayda doğurmasıdır. Lâkin altı aydan meselâ bir gün fazla olursa varlığı da yokluğu da ihtimaldir. İşte mevcudiyet ihtimali iddet lâzım gelmeme hükmüne karşı geldi demektîr. Altı aydan ziyade olmaması bunun hilâfınadır. Çünkü akid vaktinde çocuğun mevcud olduğu kesindir. Buna muarız da yoktur. Buna zâhir olan budur. Sen bunu düşün!

METİN

Kocasını hükmen cima etmiş sayarak kadının mehrini vermesi kendisine lazım gelir. Ama o bununla muhsan sayılmaz. Nihâye. Kadının talâkını doğurmasına tâlik etse bir kadının şâhidliği ile kadın boş düşmez. Bilâkis tam huccet lâzım gelir. İmameyn buna muhâliftir. Nitekim geçmişti. Taliki yapan bununla beraber gebeliği de ikrar eder yahut gebelik zâhir olursa kadın doğurmakla şâhidsiz olarak boş düşer. Çünkü kocası bunu ikrar etmiştir.

Neseb ve ümmüveled olmak gibi nesebin levazımına gelince: Ebe kadının şehâdeti olmaksızın bil ittifak sübut bulmaz. Bahir. Bir adam cariyesine: Karnındaki çocuk ise bendendir yahut cariyede gebelik varsa bendendir der de bir kadın doğuma şâhidlik ederse -bu sözün zâhirî ebe kadına da şamildir- cariye onun sözünden itibaren altı aydan azda doğurduğu takdirde bil ittifak ümmüveledi olur. Fazlada doğurursa olmaz. Çünkü onunsözünden sonra gebe kalma ihtimali vardır. Tâlik ile kayıdlaması şundandır: Çünkü bu cariye benden hâmiledir dese, çocuğun nefy etmedîkçe nesebi iki! seneye kadar sâbit olur. Gâye.

İZAH

«Cima etmiş sayarak» demesi neseb sâbit olmakla o adam hükmen cima etmiş sayıldığındandır. Zeylaî diyor ki: "Orada iki mehir vâcib olmak gereklidir. Bunların biri cima ile, birî de nikâhla vâcib olmalıydı. Nitekim cima halinde bir kadın da evlense hüküm budur." Fetih sahibi buna müşebbeh bih olan fer'i men etmekle cevap vermiştir. Bir de bu müşküldür. Çünkü mezhebin açık kavline muhâliftir. Nesebin sübutunda esah olan kavil cima imkânıdır. Bu ise ancak nikâhtan önce başlanan cima halinde evlenmekle tesavvur olunabilir. Zâhir rivâyette burada bîr mehir lâzım geldiğine hükmolunmuştur. Şu halde müşebbeh bih olan ferde ikî mehir ile hükmetmek buna muhâlif olur.

Ben derim ki: Fer nakledilmiştir. En iyi cevap bizim meselemizde cima'ın evlenme halinde tesavvur edildiğini söylemektir. Nitekim tasviri İbn-i Şilbî ile İbn-i Kemâlden naklen yukarıda geçmişti. Binaenaleyh akidle beraber yapılan cima ile yalnız bir mehir lâzım gelir. Zikri geçen fer bunun hilâfınadır. Çünkü orada akid cimanın üzerine ârız olmuştur. Onun için de iki mehir vâcibdir. Halebî'nin beraberliği tasvir hususunda üstadından naklettiğine göre şöyle denilir: Kocası evvelâ seni tezevvüç ettim der, sonra âletini kadının fercîne sokarak menîsinî indirir, kadın da aynı zamanda kabul ettim der. Böylece cima akidden öncelik ve talâktan gecikme olmaksızın tam akid anında olur. Bizim söylediğimiz akla daha yakındır. Bunların hepsinden Daha güzel bir cevap da verilebilir ki, o da şudur: Hakikaten değil nesebi sübutu zarureti dolayısıyla hükmen adam cima etmiş sayılır. Böylece her iki mehrin mûcibi tehakkuk etmez de ikisinden biri vâcib olur. Zikri geçen fer bunun hilâfınadır.

«O bununla muhsan sayılmaz.» Çünkü bildiğin gibi bu hükmen cimadır. Zinâ ederse dayak vurulur, recm edilmez.

«Bir kadının şâhidliği ile kadın boş düşmez.» Yani kocası inkâr eder de karısının doğurduğuna bir kadın şehâdette bulunursa kadın boş düzmez. Çünkü kadınların şâhidlikleri doğum hakkında zaruridir. Talâk hakkında zâhir değildir. Talâk doğumdan ayrılır. Bahır.

«Nitekim geçmişti.» Şârih musannıfın: "Doğurduğu inkâr olunursa ilh..." dediği yerde "İmameyn ebe kadınla iktifa etmişlerdi." demişdi. Biz orada ebe kadının hür Müslüman ve âdil olmakla kayıtlanacağını söylemiştik.

«Şâhidsiz olarak boş düşer.» Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre ebe kadının şehâdeti şarttır. Bahır.

«Bunu ikrar etmiştir.» Yani hükmen ikrar etmiştir. Zira gebeliğini ikrar etmesi ona vardıran şeyi yani doğumu da ikrar demektir. Gebelik zahir ise talâk yüzde yüz olacak bir şeye taallûk eder ve o hususta kadının sözü kabul olunur. Bahır.

«Neseb ilh...» ifadesi musannıfın: "Kadın boş düşmez." sözünün muhterezidir. O sözle bundan korunmuştur. Yani neseb bir kadının şehâdetiyle sâbit olur. Nesebin levazımından olan ümmüveledlik gibi şeyler de bir kadının şehâdetiyle sâbit olur. Talâkını tâlik ettiği kadın cariye ise ona mâlik olmakla ümmüveledi olur. Çocuğu nefy ettiği zaman liân, liâna ehil değilse had vâcib olması sübut bulur. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Yahut cariyede gebelik varsa bendendir» derse iki sözünün arasında fark kalmaz. Bahır. Bazı nüshalarda burada atıf edatı yoktur. Bazılarında ise şart edatı yoktur. Zâhire bakılırsa bunların ikisi de yanlıştır.

«Bu sözün zâhiri ilh...» diye inceleme yapan Bahır sahibidir. Kardeşi de Nehir'de ona tâbi olmuştur. Bu zahirdir. Burada ebe kadın tâbirinî kullanan ekseriyetle vukua bakmıştır.

«Ümmüveledi olur.» Çünkü nesebin sübutuna sebeb mevcuddur. O da bendendir iddiasıdır ki, sahibinin bendendir demesiyle mevcuddur. Yalnız çocuğun tâyinine hâcet kalır ki, o da bilittifak ebe kadının şahidliği ile sabit olur. Dürer.

«Fazlada doğurursa olmaz» Zeylaî böyle demiş, Fetih, Bahır, Nehir, Gâyetü'l-Beyân,ve Dürer sahibleri: "Yahut iki senenin tamamında doğurursa" sözünü ziyade etmişlerdir. Ama bu söz müşkildir. Çünkü bu takdirde adamın sözünden sonra kadının gebe kalmasına imkân yoktur. Zira geriye altı aydan az kalmıştır. Düşünülmeli ve araştırmalıdır. Rahmetî.

«Çocuğu nefy etmedikçe» ifadesi Gâyetü'l-Beyân'da da böyledir. Burada şöyle denilebilir: Çocuğu ikrar ettikten sonra nefyde bulunması nasıl sahih olabilir! Düşünülmelidir. Rahmetî.

Ben derim ki: Hatta altı aydan fazlada doğurursa ben çocuğunun nesebi hususunda da duraklarım. Nehir'in döl alma bâbında gördüm ki: "İtiraf vaktinden itibaren altı aydan azda doğurursa diye kayıdlamak gerekir. Fazlada doğurursa cariye ümmüveled olmaz." denilmiştir. Nehir sahibi sonra bunu Muhît'ten nakletmiştir.

METİN

Bir adam bir çocuk için: Bu benim oğlumdur der de ölürse arkacığından aslen hür ve Müslüman olduğu bilinen annesi: Ben onun karısıyım, bu da oğlu derse istihsanen ikisi de o adama mirâsçı olurlar. Kadının hürriyeti veya ümmuveled olduğu bilinmezse mirâsçı olamaz. Musannıfın: "Bunun üzerine mirâsçısı: Sen babamın ümmüveledisin derse" sözü tesadüfî bir kayıddır. Çünkü hiç bir şey demese yahut mirâsçı küçük olsa hüküm yine böyledir. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Yahut o öldüğü vakit sen Hıristiyandın der de kadının o vakit Müslüman olup olmadığı bilinmezse veya mirasçısı onun karısı idi der de kadın cariyeçıkarsa, zikredilen bu suretlerde kadın mirâsçı olamaz. Acaba kendisine mehr-i misil verilir mi? Bazıları evet demişlerdir. Bir adam cariyesini kölesine nîkâhlar da cariye bir çocuk doğurursa, efendisi bu çocuk bendendir diye İddia ettiğî takdirde nesebi sâbit olmaz. Çünkü nikâhın feshi lâzım gelir. Halbuki o feshî kabul etmez. Çocuk âzâd olur, cariye de o adamın ümmüveledi olur. Çünkü ken-disi onun oğlu olduğunu, annesinîn de ümmüveledliğîni İkrar etmiştir.

İZAH

«Bir çocuk için» yani oğlu olabilecek yaşta nesebi bilinmeyen bir çocuk için: Bu benim oğlumdur der çocuk da onu yalanlamazsa demek istiyor. T.

«Aslen hür» tâbirini bazı şârihler kullanmışlardır. İbn-i Şilbi aslen diye kayıdlamanın zahir olmadığını, kadının hür olması kâfi geldiğini söylemiştir. Yani aslen hür sözüyle kadının hür olan babaları kasdedilirse bu şart değildir. Kezâ hür kelimesiyle kadının yaratıldığı andan itibaren hür olduğu kasdedilirse bu da şart değildir. Zira ârızî hürriyet kâfidir. Lâkin şöyle denilebilir. Ârız olan hürriyet kâfi değildir. Meğerki bu çocuğun doğumundan iki sene önce olsun. Çünkü kadının o adamın cariyesi olması ve onu ümmüveled yapması ihtimali vardır. Yahut başkasının cariyesidir. Onunla evlenir ve bu çocuk doğmuş olabilir. Adam da bendendir diye ikrar eder. Bu takdirde cariye mirasçılardan olamaz. Cariyenin iki sene yahut daha fazla önce kendisinin hür olduğunu bilmesi bunun hilâfınadır. Çünkü gebe kaldığı vakit de hür olduğu ve evlenmek suretiyle doğurduğu bilinir. Nitekim gelecektir. Bana zâhir olan budur.

«Bu da oğludur.» diye kayıdlamanın vechini anlayamadım. Çünkü oğulluk ölenin ikrarıyla sâbittir. H.

Ben derim ki: Vechi şu olabilir: Kadın ben onun karısıyım. Bu çocuk da benim başka adamdan oğlumdur dese kocasını yalanlamış olur. Çünkü kocası bu çocuk benim oğlumdur demişdi.

«İstihsanen ikisi de o adama mirâsçı olurlar.» Yani ana-oğul mirâsçı olurlar. Kıyasa göre kadına mirâs yoktur. Çünkü neseb sahih nikâhla sabit olduğu gibi fâsid nikâhla şübhe ile cima ve milk-i yeminle de sâbit olur. Binaenaleyh adamın sözü nikâhı ikrar sayılmaz. İstihsanın vechi şudur:

Mesele kadının hür ve çocuğun annesi olduğu bilindiğine göredir. Gerek vaz ve gerekse âdet yönünden bunun için sahih nikâh teayyün etmiştir. Çünkü çocuk doğurmak için meşru olan odur, başkası değildir. Binaenaleyh bunlar kuvvetli olan zâhirin karşısında muteber olamayan iki ihtimaldir. Sağlamken boşayıp iddetinin geçmiş olması ihtimali de öyledir. Zira nikâh sâbit olunca onun mevcudiyetine hükmetmek vacib olur. Ve bu hal o ortadankalkıncaya kadar devam eder. Bahır'da böyle denilmiştir. H.

«Tesadüfî bir kayıddır.» Bunun faydası mirasçı bunu söyleyebilir demektir. Nitekim Gâyetü'l-Beyân'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir. H. Bu cümleyi musannıfın sözünün sonuna bırakmak gerekirdi.

«Kadın mirâsçı olamaz.» Çünkü memleket itibariyle hür olduğunun anlaşılması cariyeliği def için hüccettir. Mirâsa konmak için hüccet değildir. Hidâye. Bu kadın kayıp kimse hükmündedir. Kaybolan kimse kendi malı hakkında diri sayılır. Malına başkası mirasçı olamaz. Ama başkası hakkında diri sayılamaz ve hiç bir kimseye mirâsçı olamaz. Fetih. 0 anda

Müslüman olması da öyledir. Kocası öldüğü vakit onun mirâsına konmak için kadının Müslümanlığı sâbit olamaz.

«Bazıları evet demişlerdir.» Diyen Timurtâşî'dir. "Çünkü mirâsçılar cimayı ikrar etmişlerdir. Cariyenin ümmüveled olduğu onların sözüyle sâbit olamaz." demiştir. Nihâye ve Fetih sahibleriyle Zeylaî bu sözü beğenmişlerdir.

Bahır sahibi diyor ki: "Gâyetü'l-Beyân sahibi bunu reddederek: Cima ancak nikâh suretinden başka yerde cima şübheli olursa mehr-i misli icab eder. Burada nikâh sâbit olmamıştır. Asıl olan şübhenin bulunmamasıdır. Şu halde buna hangi delille yorumda bulunuluyor. Mehr-i misil vâcib değildir, demiştir. Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir. Sen biliyorsun ki bu mirasçının: Sen babamın ümmüveledisin dediği surette mahsustur. Sen Hıristiyan idin derse nikâhı ikrar etmiş olur. Cariye iken onun karısı idi demesi de öyledir. Lâkin böyle derse efendisinin cariye için mehir istemeye hakkı olur."

«Cariye bir çocuk doğurursa» yani evlendikten altı ay yahut daha fazlada doğurursa demektir. Aksi takdirde zâhire göre neseb kendisînden sâbit olur. Zira ulemanın açıkladıklarına göre nikâhlı bir kadın altı "aydan azda doğurursa çocuğunun nesebi kocasından sâbit olmaz ve nikâh fâsid olur. Çünkü kadının zinâdan hamile olması lâzım gelmez, ki nikâh sahih olsun. Bilakis kocasından veya şübheyle cimadan hâmile kalmış olması ihtimali vardır. Burada nikâh fâsid olunca efendisinin iddiası sahih olur. Zira mâni yoktur. Sonra Allâme Nûh Efendi'nin hâşiyesinde bunu Vânî'nin Dürer hâşiyesinden ve başka kitablardan naklettiğini gördüm.

«Halbuki o feshi kabul etmez.» Yani tamam olduktan sonra feshi kabul edilmez demektir. Bu kefaetsizlik, bulûğ ve âzâdlık sebebleriyle feshten ihtiraz içindir. Dinden dönme ve kocasının oğlunu öpme sebeblerine gelince: Bu nikâhın tamamından sonradır. Lâkin fesh değil infisahtır. Yanı kendi kendine bozulur. Bunu Halebî söylemiştir.

METİN

Bir adamın cimada bulunduğu cariyesi bir çocuk doğurursa nesebinin sübutu o adamın iddiasına bağlıdır. Çünkü cariyenin firâşı zayıftır. Meselâ iki kişi arasında ortak bir cariyeyi birisi ümmüveled yapsa -Dürer'in ibâresi "her ikisi onu ümmüveled yapsalar" şeklindedir.- sonra cariye bir çocuk doğursa iddia bulunmaksızın neseb sabit olmaz. Çünkü cariyenin ciması haramdır, O efendisinin mükâtebe yaptığı ümmüveled gibidir. Döl alma bâbında gelecektir ki, firâş dört mertebedir. Ulema cima olmaksızın firâşın bulunması ile iktifa etmişlerdir. Meselâ batılı bir erkek doğulu bir kadınla evlenir de aralarında bir senelik mesafe bulunursa, kadın evlendikten sonra altı ayda doğurduğu takdirde çocuk kocasındandır. Çünkü birleşmenin keramet veya istihdam yoluyla tesavvuru mümkündür. Fetih. Lâkin Nehir'de: "İkinci ile yetinmek evlâdır. Çünkü tayy-i mekân bize göre kerametten değildir." denilmiştir.

Ben derim ki: Lâkin Teftazânî Akâid'inde Müftü's-Sekaleyn (ins ve cinnin müftüsu) Nesefî'ye tebean kesinlikle birinciye kâil olmuştur. Hatta kendisine Kâbe'nin evliyadan birini ziyaret etmesi hikâyesini sormuşlar. Buna kâil olmak câiz midir demişler. Bunun üzerine Nesefî: "Ehl-i sünnete göre velî olanların keramet yoluyla harikulade şeyler göstermesi caizdir." cevabını vermiştir. Kerametle mûcize birbirine karışmaz. Çünkü mûcize peygamberlik dâvâsının eseridir. Bir kimse onu iddia ederse hemen kâfir olur. Keramet diye bir şey kalmaz.

İZAH

"Dürer'in ibâresi: Her ikisi onu ümmüveled yapsalar, şeklindedir." Ya-

ni Dürer sahibi tesniye zamiri kullanmış ve buradaki müfred zamirin bir kalem hatası olduğuna tenbihde bulunmuştur. Çünkü her iki ortak o cariyeden döl almak isterler de cariye çocuk doğurursa, ikisi de çocuğun kendinden olduğunu iddia ettiği takdirde cariye ikisinin de ümmüveledi olur, aralarında müşterek kalır. Daha sonra bir çocuk doğurursa iddia etmeden nesebi sâbit olmaz. Çünkü iki ortaktan hiç birinin cariyeyle ciması helâl olmaz. Ortaklardan birinin cariyeyi ümmüveled yapması bunun hilâfınadır. Cariyenin yarı kıymetini ve mehrinin yarısını ortağına ödemesi lâzım gelir ve cariye hâssaten kendinin olur. Bu takdirde ciması da helâldır. İkincinin çocuğu iddiaya hâcet yoktur. Bunu Rahmetî söylemiştir.

"Efendisinin mükâtebe yaptığı ümmüvled gibidir." Böyle bir cariye çocuk doğurursa nesebi efendisinden sâbit olmaz. Meğerki bendendir diye iddia etmiş olsun. Çünkü ciması efendisine haramdır. H. Oradaki benzetme ikinci çocuğun iddiasız nesebi sâbit olmaması hususundadır. Kitabete kesildikten sonra çocuğun hali kitabetten önceki haline uymaz. Çünkü kitabetten önce iddiasız neseb sâbit olur. T.

"Firâş dört mertebedir." (Firâş döşek demektir. Burada ondan murad ciması helâl olankadındır.) Birincisi: Zayıftır, cariyenin firâşıdır. İddiasız çocuğun nesebi sâbit olmaz. ikincisi: Ortadır. Bu ümmüveledin firâşıdır. İddiasız çocuğun nesebi efendisinden sâbit olur. Lâkin benden değildir demekle nefyedilmiş olur. Üçüncüsü: Kavidir. Nikâhlı kadının ve talâk-ı ric'i iddeti bekleyenin firâşı böyledir. Burada çocuk benden değildir demekle nesebi hemen müntefi oluvermez. Liân gerekir. Dördüncüsü: Daha kavi olandır. Talâk-ı bâin iddeti bekleyen kadının firâşı böyledir. Burada çocuk hiç bir suretle nefy edilemez. Zira çocuğun nefyi liâna bağlıdır. Liânın şartı ise evliliktir. H.

"Cima olmaksızın" Sözünden murad zâhiren nefy etmektir. Yoksa cimanın tesavvuru ve imkânı mutlaka lâzımdır. Onun içindir ki, ulema küçük çocuğun karısının doğurduğu ile altı aydan azda doğan çocuğun nesebini isbat etmemişlerdir. Nitekim tafsili yukarıda geçmişti. Fetih'in ibâresi şöyledir: "Hak şudur ki, tesavvur şarttır. Onun için küçük çocuğun karısı çocuk doğursa nesebi sâbit olmaz. Batılı kadın meselesinde tesavvur sâbittir. Çünkü evliyanın kerametleri ve istihdamlar sabittir. Kocası tayy-i mekân sahibi veya cinnilerden bir hizmetçiye mâlik olabilir."

"Bize göre kerametten değildir." Çünkü İmâdiyye'de bildirildiğine göre Ebû Abdillah Zâferanî'ye İbrahim b. Edhem hikâyesi sorulmuş: "Biz onu terviye günü Basra'da gördük. Aynı gün Mekke'de de görünmüş." demişler. Şu cevabı vermiş: "İbn-i Mukatil buna inanmanın küfür olduğunu söylerdi. Çünkü bu kerametlerden değil mûcizelerdendir derdi. Bana gelince: Ben böylesini cahil sayarım, ona kâfir demem."

"Teftazânî Akâid'inde" Yani Akâid-i Nesefiyye şerhinde Teftazânî'nin söylediklerini kasdediyor ki, maksadı Fetih'de bildirilen tayy-i mekân meselesinin keramet olduğunu anlatmaktır. (Tayy-i mekân: Yolu kısaltmaktır.) Şöyle ki: Teftazânî: "Şaşılacak iş bazı ehl-i sünnet fukahasının yaptıklarıdır ki, İbrahim b. Edhem hikâyesine inananların küfrüne hükmetmişlerdir ilh..." demiş, sonra şöyle devam etmiştir: "İnsaf imam Nesefî'nin söylediğidir. Kendisine sormuşlar: Rivâyete göre Kâbe evliyadan birini ziyaret etmiştir, Buna kâil olmak câiz midir?" demişler. Nesefî şu cevabı vermiş: "Ehl-i sünnete göre velî olan bir kimsenin keramet yoluyla hârika göstermesi câizdir." Allâme İbn-i Şihne de şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Nesefî denilen bu zat ins-ü cinnin müftüsü, zamanında evliyanın reisi İmam Necmüddin Ömer'dir." Nesefî'nin Akâid'indeki ibâresi şöyledir: "Evliyanın kerametleri haktır. Bu kerametler velîden harikulade olarak zuhur eder. Az müddette uzak yere varır. İhtiyaç zamanında yiyecek, içecek ve giyecek zuhur. Suda ve havada yürür. Cansız eşya ile dili söylemeyen hayvanlarla konuşur. Teveccüh ettiği kimseden belâ mündefi olur. Dumanların mühim kısmının hakkından gelir vesaire..."

"Hatta kendisine ilh..." Sorulan suale câizdir diye umumi bir cevap vermiştir. Biz kıbleyedönme meselesinde Uddetü'l-Fetâvâ ve diğer kitablardan naklen: "Kâbe bazı velîlerin ziyaretine gitmiş olsa namaz onun ihtiva ettiği havaya doğru kılınır." demiştik. Bu ifadenin bir misli de Valvalciyye'dedir.

"Kerametle mûcize birbirine karışmaz ilh..." İfadesi evliyanın kera-metlerini inkâr eden Mu'tezile taifesine cevabdır. Onlar: "Keramet zuhur ederse mûcize ile karışır ve Peygamber olanla olmayan birbirinden ayrılmaz." demişlerdir. Cevap şudur: Mûcize mutlaka peygamberden sâdır olur ve peygamberlik iddiasını tasdik içindir. Velînin ise mutlaka bir peygambere tâbi olması gerekir. Onun gösterdiği keramet peygamberinin mucizesidir. Çünkü diyanetinde ve peygamberine uymakta haklı olmadıkça velî olamaz. Hatta kendinin bağımsız olduğunu, kimseye tâbi bulunmadığını iddia ederse velî değil kâfir olur. Ondan keramet zahir olmaz.

Hâsılı velînin gösterdiği harika bir iş peygambere nisbetle mûcizedir,ister peygamberden ister ümmetinden zâhir olsun fark etmez. Velîye nisbetle ise keramettir. Çünkü onda peygamberlik iddiası yoktur. Meselenin tamamı Akaid ve şerhindedir.

METİN

Tamamı Siyer'in Vehbâniyye şerhinde şu beytlerin bulunduğu yerdedir: "Kim bir velî için tayy-i mekân caizdir derse cahildir. Hatta bazıları tekfir etmiştir. "Her harikada keramet isbatı" "'Necmüddin-i Nesefî'den rivâyet olunur. Hem de yardım bulur." Yani bu kavil imam Muhammed'in: "Biz evliyanın kerametlerine inanırız." sözüyle yardım bulur. Bir adam karısını bırakıp kaybolsa kadın da başka biriyle evlenerek bir kaç çocuk doğursa, sonra ilk kocası geldiği takdirde çocuklar İmam-ı Azam'ın döndüğü mezhebe göre ikincinin olur. Fetva da buna göredir. Nitekim Haniyye, Cevhere, Kâfî ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. İbn-i Hanbelî'nin Menar Şerhi hâşiyesinde: "Eğer halin buna ihtimali varsa fetva buna göredir." denilmektedir. Lakin Mecma sahibi dava bahsinin sonunda dört kavil hikâye etmiş, sonra musannıfın itimad ettiği kaville fetva vermiştir. İbn-i Melek bunu ta'lil ederek: "Hakikaten istifraş eden odur. Çocuk da hakikî firâşa aiddir. Velev ki fâsid olsun." demiştir. Meselenin tamamı oradadır. Müracaat edebilirsin.

İZAH

"Bu kavil yardım bulur ilh..." Hâsılı tayy-i mekân (uzak mesafeyi az bir zamanda almak) meselesinde ulemamız arasında hilâf vardır. Irak uleması: "Bu ancak mûcize olur. Ona keramet diye inanmak cehalet veya küfürdür." demişlerdir. Horasan ve Mâverâ-i Nehir (Batı Türkistan) uleması ise onu bir keramet olmak üzere isbat etmişlerdir. Bu meselede İmam Muhammed'in bu sözünden başka üç imamımızdan açık bir nass rivâyet edilmemiştir. İmam Muhammed'in kavli ise tefsir edilmemiştir. Bu satırlar kısaltılarak Vehbâniyye şerhindenalınmıştır. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre batılı bir kadının doğulu bir erkekle evlenmesi meselesi kerametin câiz olduğunu te'yid eder. Zira Tatarhâniyye mezhebin nassıdır.

Hâsılı bize göre kerametin sübutunda hilâf yoktur. Hilâf ancak keramet büyük mucizeler cinsinden olduğu zamandır. Mu'temed kavle göre keramet mutlak surette câizdir. Meğerki bir sûre getirmek gibi imkânsızlığı delille sabit olsun. Bu hususta sözün tamamı hâşiyededir.

"Bir adam karısını bırakıp kaybolsa" Sözü kadının onun ölümünü veya boşadığını duyarak iddet beklemesine, sonra başka kocaya varmasına, daha sonra hakikatin anlaşılmasına şâmil olduğu gibi kadının bunları iddia etmesine, sonra hilâfı anlaşılmasına da şamildir. H.

"Menar şerhi hâşiyesinde ilh..." Menar şârihi şöyle demiştir: "Lâkin sahih olan Cürcânî'nin söylediğidir. Yani halin ihtimali varsa çocuklar ikinci kocadandır. İmam-ı Azam bu kavle dönmüştür. Fetva da buna göredir. Nitekim Vâkıât ve Esrar'dan naklen İbn-i Hanbelî hâşiyesinde beyan edilmiştir. Bunu İbn-i Nüceym de Zahîriyye'den nakletmiştir." Hâlin ihtimalinden murad nikâh vaktinden itibaren çocuğu altı ay veya daha fazlada doğurmaktır.

"Dört kavil hikâye etmiştir." İbn-i Melek şerhiyle birlikte onun ibaresinin hülasası şudur: "Çocuklar Ebû Hanife'ye göre mutlak surette ilk kocasına aiddir. Yani ister altı aydan azda ister fazlada doğursun fark etmez. Çünkü ilk nikâh sahihtir. Binaenaleyh onu itibara almak evlâ olur. Bir rivâyette çocuklar ikinci kocanındır. Fetva da buna göredir. Çünkü çocuk hakikî firâştan doğar. Velev ki firâş fâsid olsun. Ebû Yusuf'a göre ikinci akidden itibaren altı aydan azda doğurmuşsa çocuklar ilk kocasınındır. Çünkü ilk kocasından gebe kaldığı yüzde yüz bellidir. Altı aydan fazlada doğurmuşsa çocuklar ikinci kocaya aiddir. İmam Muhammed'e göre ise ikinci cima ile doğum arasında iki seneden az bir müddet bulunduğu takdirde birinci kocanın, iki seneden fazla müddet bulunduğu takdirde ikinci kocanındır. Çünkü birinci kocadan gebe kalmadığı yüzde yüz malûmdur. Gebe kalma ihtimali varken sahih nikâhı itibara almak evlâdır. Meselenin çocuk hakkında farz edilmesi kadın bil ittifak ilk kocasına iâde edileceği içindir."

Ben derim ki: Zâhirine bakılırsa müftâbih kavle göre çocuk mutlak surette ikinci kocanındır. Velev ki nikâh akdinden itibaren altı ay geçmeden doğurmuş olsun. Nitekim ondan önce mutlak demesi, sonra ise tafsilâta geçmesi de bunu gösterir. Bu İbn-î Hanbelî'nin sözünün hilâfınadır. İstidrakın vechi de budur. Lâkin söz götürdüğü meydandadır. Biz az yukarıda söylemiştik ki, nikâhlı bir kadın altı aydan azda doğurursa çocuğunun nesebi kocasından sâbit olmaz ve nikâh fâsid olur. Yani kocasından gebe kalması mutlaka tesavvur edilebilmelidir. Altı aydan azda bu tesavvur edilemez. Hem bu o kadının başka kocası olduğu bilinmediğine göredir. Ya başka kocası olduğu anlaşılınca ne olur? İkincisinden sâbit olmadığında hiç şübhe kalmaz. Onun içindir ki, Dürerü'l-Bihâr şârihi: "Kadın evlendiktensonra altı aydan azda doğurursa bu müşkildir." demiştir. Hak olan itlak murad edilmemesidir. Doğrusu İbn-i Hanbelî'nin naklettiğidir. Böylece anlaşılır ki, müftâbih olarak İmam-ı Azam'dan rivayet edilen bu kaville Ebû Yusuf amel etmiştir. Musannıf ile Mecma sahibinin sözlerini mutlaka İbn-i Hanbelî'nin nakliyle kayıdlamak gerekir. Ona Mecma'ın sözüyle istidrak yapmanın mânâsı yoktur. Allahu a'lem!

METİN

FER'Î M E S E L E L E R : Bir adam bir cariyeyi nikâhlar da sonra boşayarak satın alırsa, cariye aldığından yarım seneden azda doğurduğu takdirde nesebi kendisine lâzım gelir. Aksi takdirde lâzım gelmez. Ancak cimadan önce boşananla iki talâk-ı bainle boşanan müstesnadır. Onlar talâk vaktinden itibar olunurlar. Lâkin ikincide neseb iki sene ve daha azda sabit olur. Her iki meselede cariyeyi satın aldıktan sonra yarım seneden azda olmak şartıyla talâk-ı ric'îde mutlak surette iki seneden fazlada neseb sabit olur.

İZAH

"Bir adam bir cariyeyi nikâhlarsa ilh..." Fetih sahibi diyor ki: "Bir adam bir cariyeyle evlenir de sonra onu boşarsa sözünün mânâsı: Cimadan sonra bir talâk-ı bâin veya bir talâk-ı ric'î ile boşayıp sonra iddetinin bittiğini ikrar etmeden onu satın alması ve cariyenin altı aydan azda çocuk doğurmasıdır. Bu takdirde neseb kendisine lâzım gelir. Cimadan sonra ve bir talâkla diye kayıdlaması cima'dan önce olsa nesebi lâzım gelmeyeceği içindir. Meğerki cariyeden ayrıldıktan sonra altı aydan azda çocuk doğurmuş olsun. Çünkü cariyeye iddet yoktur. Yahut cimadan sonra boşar da talâk iki olursa neseb talâk vaktinden iki seneye kadar sâbit olur. Sonra bu bir talâk ric'î ise çocuk iddet bekleyen kadınındır. Nesebi o adama lâzım gelir. Talâktan on sene sonra veya daha fazlada bile doğurursa satın alma tarihinden altı aydan az olmak şartıyla nesebi lâzım gelir. Yapılan bir talâk bâin ise satın alma tarihinden altı aydan az geçmek şartıyla iki seneden daha aza veya tam iki seneye kadar nesebi sabit olur."

Bahır sahibi diyor ki: "Hâsılı cima'dan önce boşananla iki talâkla boşanan kadında satın alma vaktine itibar edilmez. Talâk vaktine itibar edilir. Birincide çocuğunun nesebi sâbit olmak için altı aydan azda doğurması, ikincide iki senede veya daha azda doğurması şarttır. Eğer talâk ric'î ise talâktan sonra on sene veya daha fazla da geçse neseb sâbit olur. Bir talâk-ı bâin ise her iki meselede satın alma tarihinden altı aydan az geçmek şartıyla iki senenin tamamında veya İki seneden azda doğurması lâzım gelir."

"Sonra boşayarak satın alırsa" Yani cimadan sonra bir talâk-ı bâin veya talâk-ı ric'î ile boşarsa demek istiyor. Buna delil aşağıda gelen istisnadır. Talâk kayıd değildir. Hatta cariyeyi satın alır da boşamazsa hüküm yine budur. Nehir. Satın alırsa tâbirinden muradiddetinin geçtiğini İkrar etmeden herhangi bir sebeble ona mâlik olursa demektir. Çünkü ikrar ederse ikrar vaktinden itibaren altı ay geçmeden doğurması şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Burada olduğu gibi satın alma vaktinden itibaren değildir. Nehir.

"Lâzım gelir." Çünkü ondan iddet bekleyenin çocuğudur. Gebeliği satın almazdan önce olduğu tehakkuk etmiştir. Böylesinin iddiaya hâcet kalmaksızın nesebi sâbit olur. Nehir. Velev ki talâk tarihinden itibaren iki senede doğursun. Bahır. Lâkin talâk-ı ric'î ile iki seneden fazlada da doğursa sâbit olur. Nitekim gelecektir.

"Aksi takdirde" Yani tam altı ayda veya daha fazlada doğurursa nesebi kendisine lâzım gelmez. Çünkü milki bulunan cariyenin çocuğudur. Cariyeyi kendinden iddet beklerken satın almıştır, ciması da kendisine helâldır. Talâk-ı ric'îde bu zâhirdir.

Bâine gelince: Cariyenin ondan iddet beklemesi cima'ını ona haram kılmaz. Milkinde iken gebe kalması mümkün olunca ona isnad olunur. Çünkü yeni meydana gelen bir şey en yakın vaktine izafe olunur. Memlûkenin çocuğu bendendir diye iddia etmedikçe nesebi sabit olmaz. Bu beynûnet-i galiza ile bâin olan cariyenin hilâfınadır. Zira onu satın almak cima'ını kendisine helâl kılmaz. Daha önce gebe kaldığı teayyün eder. Nitekim gelecektir.

"Ancak cimadan önce boşananla ilh..." Diyerek istisna yapması şun-dandır: Onu boşarsa sözü bir talâk-ı ric'îye, bir talâk-ı baine, cimadan önce ve sonra iki talâkla boşamaya şâmildir. Bundan önceki hüküm ise cimadan sonra bir talâk-ı ric'î veya bir talâk-ı bâin ile boşadığına mahsus idi. Onun için bu üç sureti istisna etmiştir. İmdi cimadan önce sözü bir talâka, iki talâka ve üçüncü surete şâmildir. İki talâk-ı bâinle boşanandan murad; cimadan sonra boşamasıdır. H. İki talâkla diye kayıdlaması kadın cariye olduğu içindir. Onun beynûnet-i galizası yalnız iki talâktır. Hâsılı suretler beştir. Çünkü cimadan önce ric'î talâk olmaz. Onun için müstesna olan suretler yalnız üç olmuştur .

"Lâkin ikincide neseb iki sene ve daha azda sâbit olur." İstisna meselesi cariyenin boşandıktan sonra altı aydan azda doğurması mu'teber olduğuna göre yapıldığı için şârih bunun cimadan önce bir veya iki talâkla boşanana mahsus olduğunu beyan ediyor. Tam altı ayda veya daha fazlada doğurursa nesebi lâzım gelmez. Çünkü iddet yoktur. Nitekim bâbın başında arz etmiştik. Cimadan sonra iki talâkla, boşanana gelince: Onun çocuğunun nesebi talâk vaktinden itibaren iki senede veya daha azda doğurmakla lâzım gelir. Velev ki satın alma tarihinden sonra altı aydan az geçmiş olsun. Çünkü cariye başka kocaya gitmedikçe ona hörmet-ı galiza ile haramdır. Satın almak onu helâl kılmaz. Binaenaleyh o müddette gebe kalması imkânsızdır. Gebeliğin daha önce olması teayyün eder ve boşadığından itibaren iki seneye kadar çocuğun nesebi bu adama lâzım gelir. Çünkü talâk vaktinde çocuğun ana rahminde mevcud olması câizdir. İki seneden fazlada nesebi lâzım gelmez. Çünkü çocuğunyokluğu kesindir. Lâkin tam iki senede nesebinin sâbit olması Cevhere sahibinin: Doğrusu budur dediği söze mebnîdir. Bu söz iki rivâyetten biridir. Nitekim babın başında arz etmiştik.

"Her iki meselede" Yani gerek ric'î gerekse cimadan sonraki talâk-ı bâin meselesinde demek istiyor. Nitekim Bahır sahibinin yukarıda geçen ibâresinden anlaşılmaktadır. Şârihin sözü ise İki meseleden birinin iki talâkla boşanan olduğu vehmini vermektedir. Çünkü bir talâk-ı bainle boşanan burada zikredilmemiştir. Onun için buna itirazen İki talâkla boşanan kadında satın alma vaktinin asla itibara alınmadığını söylemiştir. Nitekim geçti. Lâkin şârih meselenin başında satın alma vaktinin cimadan sonra bir talâk-ı rlc'î veya bir talâk-ı bâinle boşanana mahsus olduğunu söylemişti. Buna delil ondan sonra yaptığı istisna idi. Nitekim beyan ettik. Burada da ric'îyi zikredince onun karinesiyle ikincinin de onun gibi olduğu"" anlatmak istemiştir. Fakat buradaki kapalılık gözden kaçmaktadır. Hal-buki, bu hükmü evvela her iki meselede açıklamıştır. Tekrarına hâcet yoktu. Bununla beraber hata ettiğine de hüküm verilemez.

"Talâk-ı ric'îde mutlak surette iki seneden fazlada" Yani talâk-ı ric'î de bu fazlalığı bir müddetle kayıdlamadan neseb sâbit olur. Velev ki iki seneden fazlada doğursun.

METİN

Cariyeyi satın aldıktan sonra azâd etmesi de böyledir. Cariyeyi satar da sattığından itibaren en az müddetten fazlada doğurursa efendisi iddia ettiği takdirde acaba müşterinin tasdikine hâcet kalır mı? Burada iki kavil vardır.

Bir adam ümmüveledini bırakarak ölür veya onu âzâd eder de kadın iki seneden azda doğurursa çocuğun nesebi kendisine lazım olur. Daha fazlada doğurursa lâzım olmaz. Meğerki çocuk bendendir diye iddia etsin. Bu ümmüveled iddeti içinde evlenir de efendisinin âzâdı ile ölümünden itibaren iki senede, evlendiğinden itibaren altı ay veya daha fazlada doğurur ve çocuğu ikisi birden iddia ederlerse çocuk bil ittifak efendinin olur. Çünkü kadın iddet beklemektedir. Ümmüveledin efendisinden izinsiz evlenmesi bunun hilâfınadır. Zira çocuk bil ittifak kocasının olur.

Talâk-ı bâin iddeti bekleyen bir kadın evlenir de boşandığından itibaren iki seneden azda, evlendiğinden itibaren az müddetten daha azda doğurursa çocuk birinci kocasınındır. Çünkü ikincinin nikâhı fâsiddir. Boşandığından itibaren iki seneden fazlada, evlendiğinden itibaren altı ayda doğurursa çocuk ikinci kocanın olur. Altı aydan daha azda doğurursa çocuğun nesebi birinciden de ikinciden de sâbit olmaz. Ama nikâh sahihtir. İki seneden azda ve altı ayda doğurursa Bahır'ın iddet bâbında inceleme suretiyle çocuğun birinciye aid olduğu bildirilmiştir. Lâkin Bahır sahibi burada Bedâyı'dan naklen çocuğun ikinci kocaya aid olduğunu söylemiş ve şöyle ta'lil etmiştir: Kadının evlenmeye kalkışması iddetinin bittiğinedelildir. Hatta iddeti içinde olduğu bilinse nikâh fâsid olur. Doğurduğu çocuğun birinci kocadan isbatı mümkün olursa, meselâ boşandığından veya ölümünden itibaren iki seneden azda doğurursa çocuk birinci kocasınındır. Bir kadın nikâh eder de kadın uzuvları belli bir çocuk düşürürse, dört ayda düşürdüğü takdirde çocuk ikinci kocasına aiddir. Dört aydan bir gün eksik doğurursa nesebi birinci kocasına aid olur ve her birinin nikâhı fâsiddir. Bu satırlar Bahır'dan alınmıştır,

Ben derim ki: Mecmau'l-Fetâvâ'da şöyle denilmiştir: "Bir kâfir Müslüman kadınla evlenir de kadın ondan çocuk doğurursa nesebi sabit olmaz. İddet de vâcib değildir. Çünkü bu nikâh bâtıldır."

İZAH

"Cariyeyi satın aldıktan sonra âzâd etmesi de böyledir." Çünkü âzâd edilmesi onun ancak efendisinden uzaklaşmasını arttırmıştır. İmam Mu-hammed'e göre satın aldığından itibaren iki seneye kadar çocuğun nesebi dâvâsız kendisine lâzım gelir. Çünkü satmakla nikâh bâtıl, iddet vâcib olmuştur. Lâkin efendisi mâlik olduğu için bu onun hakkında zâhjr değildi. Âzad edince zâhir olur. İddetinin bittiğini ikrar etmeyen kadının talâk-ı bâin mu'teddesinin hükmü budur. Fetih.

"Burada iki kavil vardır." İmam Ebû Yusuf'a göre tasdika hâcet kalır. Çünkü nikâh bâtıldır. İmam Muhammed'e göre müşterinin tasdikine hâcet yoktur. Ancak burada mutlaka çocuk bendendir diye iddia etmesi lâzım gelir. Çünkü iddet efendisi hakkında zâhir değildir. Âzâd etmesi bunun hilâfınadır. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.

"Çocuğun nesebi kendisine lâzım olur." Çünkü ümmüveled çocuk ben-dendir diye iddiaya muhtaç değildir. Lâkin benden değildir derse nesebi müntefi' olur. Acaba burada benden değildir diye nefyde bulunması sahih olur mu? Araştırmalıdır. Rahmetî.

"Daha fazlada doğurursa lâzım olmaz." Şârih tam İki senede doğurmanın hükmünden bahsetmemîştir. Talâk-ı bâin iddeti bekleyen kadın bahsinde iki rivâyet hikâyesi ve ölüm iddeti bekleyen hakkında Bahır sahibinin incelemesi geçmişti. Burada da öyle olmak gerekir. Tam iki senenin hükmü de daha azın hükmü gibi olduğu yakında gelecektir.

"Meğerki çocuk bendendir diye İddia etsin." Yani âzâd ettiği surette demek istiyor.

"Çocuğu ikisi birden iddia ederlerse" Sözü âzâd ettiği surette zahirdir. Ölüm suretinde her halde mirâsçıların iddiası olsa gerektir. Çünkü mirâsçıları onun yerine geçerler.

"Bil ittifak efendinin olur." Bahır'ın iddet bahsinde Hâniyye'den naklen böyle denilmiştir. Şu hâlde tam iki senede doğurmakla burada neseb sâbit oluyor demektir. Tam iki seneye daha azının hükmü verilmiş olur.

"Kadın iddet beklemektedir." Yani efendisinden iddet beklemektedir. Kocasının nikâhıbâtıldır. İddet sahibi çocuğu iddia ederse çocuk onun olur.

"İzinsiz evlenmesi bunun hilâfınadır." Yani izinsiz evlenir de altı ay veya daha fazlada çocuk doğurur ve her ikisi bendendir diye iddia ederlerse çocuk bil ittifak kocanındır. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir. Vechi şu olsa gerektir: Akid şübhesiyle cima ettiği için iddeti kocasından beklemesi lâzım geldiği ve cima'ı efendisine haram olduğu için nesebin iddet sahibine sâbit olması evlâ görülmüştür. Çünkü fâsid de olsa hakikatte cariye ile cima eden odur. Düşün! Sonra sözümüzün burada efendisi kendisini âzâd etmeyen ümmüveled hakkında olduğu gizli değildir. Anla?

"Çünkü ikincinin nikâhı fâsiddir." Sözü yukarıda geçen: "İtibar hakikî cima'yadır. Velev ki fâsid akidle olsun." ifadesine aykırıdır. Binaenaleyh evlâ olan: "Çocuğun ikinciden sayılmasına imkân yoktur. Çünkü haml müddetinin azı bulunmamıştır." şeklinde ta'lil etmektir. Rahmetî. Şârihin ta'lilini ben Bahırda görmedim.

"Çocuk ikinci kocanın olur." Çünkü buna imkân vardır. Birinciden olması îmkânsızdır.

"Altı aydan daha azda doğurursa" Yani boşandığından itibaren iki seneden fazla geçmekle beraber demek istiyor.

"Birinciden de ikinciden de sâbit olmaz." Çünkü kadınlar iki seneden fazlada ve altı aydan azda çocuk doğurmazlar. Burası Hâkim'în Kâfîsi'nden alınmıştır.

"Ama nikâh sahihtir." Yani Tarafeyn'e göre sahihtir. Ebû Yusuf'a göre fâsiddir. Çünkü çocuk ikinci kocadan sabît olmayınca zinâdan demektir. Tarafeyn'e göre zinâdan hamile kalan bir kadını nikâh etmek sahihtir. Bedâyı'da böyle denilmiştir. Bahır sahibi de ona tâbi olmuştur. Ama benîm için bunun vechi zâhir değildir. Çünkü neseb hiç birinden sâbit olmayınca başkalarından olduğu anlaşılır. Ama zînâdan olması lâzım gelmez. Çünkü şübheyle cîmadan olması ihtimali vardır. Nikâh ise ancak zinâdan olduğu bilinirse sahîhdîr. Zeylaî ve diğer kitablarda şöyle denîlmiştîr: Nikâhlı bîr kadın evlendiğinden itibaren altı ay geçmeden doğurursa neseb sâbit olmaz. Çünkü kadının gebe kalması nîkâhtan öncedir. Nikâh fâsid olur. Zira çocuğun ya sahih nîkâhla veya şübheyle başka kocadan olması ihtîmali vardır." Düşünülmelidir.

"İki seneden azda" Yani talâk vaktinden itibaren iki seneden azda ikincî kocayla evlenme vaktinden itibaren altı ayda doğurursa çocuğu bîrîncî veya ikinci kocadan saymak mümkündür.

"Lâkin Bahır sahibi burada" Yani bu bâbta: "Meğerki çocuk bendendir diye iddia etmiş olsun." sözünden az önce Bedâyı'dan naklen çocuğun ikinci kocaya aid olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh onun İncelemesine değil naklettiği nassa uyulur. T.

"İddetinin bittiğine delilidir." Ve iddetinin bittiğini ikrar etmesi mesa-besindedir.

"Birinci kocadan isbatı mümkün olursa" Nesebi ondan sâbit olur. Fakat mümkün olmazsa meselâ boşandıktan sonra iki seneden fazlada, evlendikten sonra altı ayda doğurursa çocuk ikinci kocanın olur. Nitekim Bedâyı'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir.

"Dört ayda düşürdüğü takdirde çocuk ikinci kocasına aiddir." Yani nikâh da câizdir. Bahır.

"Bir gün eksik doğurursa nesebi birinci kocasına aid olur." Çünkü ço-cuğun uzuvları ancak yüz yirmi günde belli olur. Bu yüz yirmi günün kırkında çocuk menî halinde, kırk gününde kan pıhtısı halinde, kırk gününde de et parçası halindedir. Bunu Bahır sahibi Valvalciyye'den nakletmiştir. Biz iddet bahsinde bu hususta söz etmiştik.

"Çünkü bu nikâh bâtıldır." Yani bu nikâhla yapılan cima zinâdır. Onunla neseb sâbit olmaz. Fâsid nikâh bunun hilâfınadır. Çünkü o şübheyle cimadır. Onunla neseb sâbit olur. Onun içindir ki, fâsid nikâhla kadın firâş olur, bâtıl nikâhla olmaz. Rahmetî. Allahu a'Iem.

 

 

 

HADÂNE BÂBI

METİN

Hadâne veya hidâne çocuk terbiyesi demektir ki, neseben anneye sâbit olan bir haktır. Velevki kitabîyye veya mecusîyye olsun yahut kocasından ayrılmış bulunsun. Ancak dinden dönmüşse Müslüman oluncaya kadar bu hak onun değildir. Çünkü hapsedilir yahut zinâ, şarkıcılık, hırsızlık ve yasçılık gibi çocuğu zâyi edecek şekilde fâcire ise hak yine onun değildir. Nitekim Bahır ve Nehir'de inceleme yoluyla beyan edilmiştir. Musannıf diyor ki: "Zâhir olan ulemanın mutlak sözleriyle amel etmektir. Nitekim Şâfiî'nin mezhebi de budur. Namazı terk etmekle fâsık olan bir kadın için hadâne hakkı yoktur. Kınye'de: Çocuk için anne daha haklıdır. Velev ki tutumu kötü, kendisi fücurla meşhur olsun. Elverirki çocuk bunu akıl etmesin, denilmiştir."

İZAH

Musannıf iddet bekleyen kadının hallerinden sonra nesebin sübutundan bahsedince çocuğun kimin yanında kalacağını da beyan ediyor. Fetih.

"Hadâne veya hidâne..." Misbâh'da ve Muğrib'ten naklen Bahır'da bu şekilde tesbit edilmiştir. Lâkin Kâmûs'ta hidn ve hîdâne, kelimelerinin çocuğu kucağına almak veya onu terbiye etme manasına geldiği, hadn ve hadânenin ise onu kendisinden uzaklaştırmak mânâsında kullanıldığı bildirilmiştir.

"Çocuk terbiyesi demektir." Mutlak olan bu söz kelimenin lügat mânâsıdır. şer'î mânâsı ise çocuğu terbiyeye hakkı olan kimsenin terbiye etmesidir. Nitekim bunu Kuhistânî söylemiştir.

"Anneye sâbit olan bir haktır." Bazıları çocuğa sabit olan bir haktır demişlerdir. Bu hususta ileride söz gelecektir. Remlî diyor ki; "Çocuğu terbiye eden kadının hür, âkıl baliğ, güvenilir ve muktedir olması, ecnebî bir kocaya varmamış bulunması şarttır. Son şarttan maada bütün şartlar erkek terbiyecide de aranır. Ulemanın sözlerinden anlaşılan budur."

Ben derim ki: Hür kelimesinden sonra "Yahut kitabette doğmuş mükâtebe olması" ifadesi ziyade edilmelidir. Kezâ "Zirahmi mahrem olmalı, dinden dönmüş bulunmamalı, çocuğu ondan hoşlanmayan birinin evinde tutmamalı; baba fakir olursa çocuğu meccanen terbiyeden çekinmemeli." Kayıdlarını ziyade etmelidir. Bütün bunların izahı ileride gelecektir. Annenin güvenilir olmasından murad çocukla meşgul olmayıp çocuk her zaman onun evinden çıkmakla zâyi olmamalı demektir. Bazı müteehhirin ulema mürâhikanın hadâne hakkı olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü Aynî: "Mürâhikların (bulûğa yaklaşan çocukların) sair tasarruflar hususunda hükümleri bulûğa erenlerin hükümleri gibidir." demiştir.

Ben derim ki: Bu sözün bulûğ iddia edildiği zaman söylendiği bellidir. Yoksa mürâhik kusurlu hükmündedir. Nitekim biz bunu Tenkihû'l'Hamidiyye'de tahkîk ettik. Hayreddin-i Remlî de bununla fetva vermiştir. Acaba annenin gözleri görmesi de şart mıdır? Eşbâh'ınkörlerin hükmü bâbında şöyle denilmiştir: "Mürâhikin hayvan kesmesi, av avlaması, çocuk terbiyesi, vasfetmekle satın aldığı bir malı görmesi gibi şeylerin hükmü ne olacağını görmedim. Ama hayvan kesmesinin mekrûh olması gerekir. Çocuk terbiyesine gelince; Terbiye ettiği çocuğu koruması mümkünse terbiyeye ehildir. Aksi takdirde ehil değildir." Bu güzel bir incelemedir ve Remlî'nin; "muktedir olması" sözünden anlaşılır. Nitekim annenin hasta veya yaşlı ve âciz olmasının hükmü de ondan anlaşılır.

"Neseben" Kaydıyla süt anneden ihtiraz etmiştir. Süt annenin hadâne hakkı yoktur. H. Süt kız kardeş ve benzerleri de öyledir.

"Velev ki kitabiyye veya mecusiyye olsun." Çünkü şefkat dinin değiş-mesiyle değişen şeylerden değildir. İkincînin sureti karı-koca Mecusî olup Müslüman mahkemesine başvurmaları yahut yalnız kocanın Müslüman ol-masıdır. Bunun da çocuk henüz dini akıl etmiyorsa diye kayıdlanması Iâzım geldiği ileride görülecektir.

"Çünkü hapsedilir." Yani aynı zamanda dövülür. Binaenaleyh çocuk terbiyesine vakti kalmaz. Bahır.

"Nitekim Bahır ve Nehir'de inceleme yoluyla beyan edilmiştir." Bahır sahibi şöyle demiştir: "Ulemanın buradaki fâsıklıktan muradlan zinâ olmak gerekir. Zinâ evden çıkmak ve benzeri hareketlerle annenin çocukla meşgul olamamasını iktiza eder. Yoksa fisktan murad namazı terke de sâdık olan mutlak mânâsı değildir. Çünkü göreceğiz ki, çocuğun dine aklı ermedikçe zimmîyyenin Müslüman olan çocuğunu terbiyeye kocasından daha çok hakkı vardır. Şu halde fâsık olan Müslüman kadının hakkı olması evleviyette kalır." Nehir sahibi de şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Fıskı sadece zinâya tahsis etmek kusurlu olur. Çünkü anne hırsız veya şarkıcı yahut yasçı olursa hüküm yine böyledir. Bu izaha göre fisktan murad çocuğu zâyi eden fısktır." Bahır sahibinin sözünü de buna yorumlamak mümkündür. Sonra gördüm ki, Hayreddin-i Remlî böyle cevap vermiştir.

Halebî diyor ki: "Bu izaha göre anne saliha, namazcı, kendisini Allah'ın muhabbetiyle korkusu kaplamış bulunur da çocukla meşgul olamayıp onun zâyi olması lâzım gelirse çocuk anneden alınır. Ama ben bunu bir yerde görmedim."

"Musannıf diyor ki ilh..." Bahır'ın ibâresini naklettikten sonra musannıf şöyle demiştir: "Lâkin bence bu söylenenlerle istidlal söz götürür. Çünkü zimmîyye fiskı icab eden fillini ancak dinen icab ettiğine inandığı için yapar. O halde Müslüman olan fâsık annenin filli buna nasıl katılabilir. Zâhir olan şudur ki, Kemâl'in ve diğer ulemanın sözlerini itlakı üzere bırakmaktır. Nitekim Şâfiî (R.A.)'nın mezhebi de budur. Yani namazı terk etmek suretiyle fâsık olan annenin hadâne hakkı yoktur. Hükme sebeb çocuğun zâyi olması idiğini bilince anlarsın ki musannıfın încelemesinîn bir netîcesi yoktur. H.

"Kınye'de îlh..." İfadesi musannıfın sözünü red içindir.

"Elverirki çocuk bunu akıl etmesin." Yani elverirki çocuk annesinin halini akıl edecek çağa varmasın, şayet varırsa o zaman fücuru: "Çocuğun zâyi olmasını gerektirecek şekilde olmasın." diye kayıdlamak icab eder. Nitekim bu gizli değildir. Nehîr'de: "Kadın bunu yapmadıkça .." denîlmiş, bu söz: "Annenîn bunu yaptığı sabit olmadıkça" diye tefsir edilmiştîr ki, bu da doğrudur. H. Yine Nehir'de bildirildiğine göre Kinye sahibînin "Anne fâcirlikle tanınmışsa" sözü annenin onu yapmasını gerektirir. T. Binaenaleyh münasib olan birincidir ve fâcire kitabîyye mesabesinde olur. Çocuk dînlere aklı ermeye başlayıncaya kadar kitabîyyenin yanında kalır. Nitekim gelecektir. Fâcire de öyledir. Remlî Nehîr'ln ibâresinîn bozuk olduğuna kesenlikle kâildir.

Hâsılı çocuğu terbiye edecek kadın onun zâyi olmasını gerektirecek kadar fâsık ise hakkı sâkıt olur. Aksi takdîrde çocuğun aklı ermeye başlayıncaya kadar ona annesinin bakması daha münasibdir. Aklı ermeye başladımı kitabîyyeden alındığı gibi çocuk ondan da alınır.

METİN

Anne güvenilir değilse meselâ her zaman dışarı çıkıp çocuğu zayi olmaya bırakırsa -bunu Müctebâ sahibi söylemiştir- veya cariye yahut ümmüveled veya müdebbere yahut mükâtebe olup bu çocuğu kitabetten önce doğurmuşsa, çocuk terbiye için ona verilmez. Çünkü cariyeler sahiblerinin hizmetiyle meşguldürler. Lâkin çocuk köle ise anneleri ona bakmak hususunda daha ziyade hak sahibidirler. Çünkü çocuk efendisinindir. Müctebâ. Yahut anne küçük çocuğun mahremi olmayan biriyle evli bulunur veya meccanen çocuğu terbiyeden çekinir de baba fakir olup hala bunu -yani meccanen terbiyeyi- kabul eder ve çocuğu annesinden men etmezse, mezhebe göre anneye: "Ya bu çocuğa meccanen bakarsın yahut halaya verirsin." denilir. Acaba amca ve hala baba zenginlediği vakit Haklarını ondan alabilirler mi? Bazıları evet alır demişlerdir. Müctebâ.

İZAH

"Her zaman dışarı çıkıp ilh..." İfadesînden murad çok çıkmasıdır. Çünkü sebeb çocuğu zâyi olacak şekilde bırakmaktır. Annesinin yanında çocuk emânet hükmündedir. Emâneti zayi edene güven olmaz. Annenin günâh işlemek için dışarı çıkması lâzım gelmez ki, üst taraftaki sözlerle buna hâcet yoktur diyelim. Anne mâsiyet olmayan bir iş için de çıkabilir. Meselâ ebedir veya ölü yıkar yahut tellâk gibi bir şeydir. Onun için Fetîh sahibi: "Anne fâsık ise yahut her vakit dışarı çıkarsa ilh..." demiştir. Fâsıkın üzerine atıf yapması bizim söylediğimizi ifade eder.

"Ümmüveled" Yani kocası tarafından boşanmış ümmüveled ise demek istiyor. Efendisi tarafından âzâd edilmiş ümmüveled ise boşanmış hür kadın mesabesindedir. NitekimHâkim'in Kâfîsi'nde belirtilmiştir.

"Bu çocuğu kitabetten önce doğurmuşsa" Çocuğu terbiyeye hakkı yoktur. Kitabetten sonra doğurmuşsa annesine verilir. Çünkü kitabette çocuk da dahildir. Bunu Tûhfe'den Fetih sahibi nakletmiştîr. Bu ifadenîn bir misli de Bahır'dadır. Muktezası şudur kî; kitabetten sonra daha önce doğan çocuklarda cariyenin bir hakkı kalmaz. Velev ki efendisinin hizmetiyle bir meşguliyeti kalmasın. Çünkü önce doğan çocuk carîyenîn kitabetinde dahil değildir. O her cihetten efendisinîn milki olarak köle kalır ve âzâd edilen hâlis cariyenin doğurduğu çocuk gibi olur. Buna Kenz'in şu sözü dahi delâlet eder: "Azâd edilmedikçe cariye ile ümmüveledin hadâne hakları yoktur." Dürer'de: "Âzâd edilirlerse hür olan çocukları hakkında hadâne haklan vardır. Çünkü hak sâbit olurken kendilerî ve çocukları hürdürler." denilmiştir.

"Lâkin çocuk köle ise ilh..." Bahır sahibi diyor ki: "Musannıf cariyenin çocuğunun hadâne hakkı efendisinin mi başkasının mı olacağından bahsetmemıştir. Hak tafsilâta gitmektir. Küçük çocuk köle ise babası hür olsun köle olsun hadâne hakkı efendisinindir. Kezâ annesi doğurduktan sonra âzâd edilirse çocuğun hadânesine hakkı yoktur. Hak ancak efendisinindir. Cariye ister babasının nikâhlısı olsun, ister ondan ayrılmış bulunsun fark etmez. Çünkü kendi malıdır. Ama küçük çocuk hür olur da annesi efendisinin cariyesi ise hadâne hakkı hür olan akrabalarınındır. Annesinin efendisine aid olmadığı gibi çocuğu âzâd eden efendinin de değildir. Annesi âzâd edilirse hadâne hakkı onun olur.

"Anneleri daha ziyade hak sahibidirler" Dürer sahibi: "Annesiyle çocuk milkinde iseler birbirlerinden ayrılmazlar." demiştîr. Bahır'da da bunun benzeri vardır. Şu halde daha haklı olmaktan murad anne ile çocuğu birbirinden ayırmamaktır. Binaenaleyh yukarıda geçen: "Hak efendinindir." ifadesine aykırı değildir.

"Mahremi olmayan biriyle evli" Yani rahim cihetinden mahremi demek istiyor. Süt amca gibi rahim cihetinden olmayan yahut neseben rahim cihetinden radâ'an mahremi olan neseben amcası oğlu, radâ'an amcası gibi birî îse o ecnebî gibidir. T.

"Baba fakir olup" Sözü Hâniyye, Bezzâziye, Hulâsa, Zahiriyye ve diğer bîr çok kitablarda böyle kayıdlanmıştır. Zâhirine bakılırsa baba zenginleyince zikredilen hüküm değişir. Çünkü tasnif edilen kitablardaki mefhum hüccettir, onunla amel edilir. Remlî. Şürunbulâliyye'de şöyle denilmiştîr:

"Çocuğu halaya vermek için halayı zenginse diye, babayı da fakirse diye kayıdlamak şunu ifade eder: Küçük çocuğun menfaati için zengin baba anneye ücret vermeye mecbur edilir."

Ben derim ki: Bu ücretten murad hadâne ücretlidir. Nitekîm Fetih. Dürer ve Bahır'a uyarak musannıfın sözünün gelişinden de bu anlaşılmaktadır. Dürer üzerîne yazılan Azmiyye'nin sözü buna muhâliftir. Orada onun süt emzirme ücreti olduğu, halanın zenginliğinden deçocuğa nafaka vermeye kudreti kastedilmiştir. Nitekim zâhir olan da budur. Zira nisabla takdirine yol yoktur.

"Hala meccanen terbiyeyi kabul eder." Yani haladan ileri hala kadar teberruda bulunmuş kimse yoksa demektir. Bununla beraber hatanın küçük çocuğa mahrem olmayan biriyle evlenmemîş olması şarttır. Şürunbulâliyye.

"Ve çocuğu annesinden men etmezse" Yani annesini görmekten, onunla konuşmaktan men etmezse demektir.

"Mezhebe göre" Sözünü başkalarının söylediğini görmedim. Başkaları bu sözün yerine: "Sahih kavle göre" demişlerdir. Ama bunun mezhebin bir nassı olması lâzım gelmez. Tahriç de olabilir. Bunun mukabili: "Anne evlâdır." denilmiş olmasıdır.

"Yahut halaya verirsin denilir." ifadesi açık gösteriyor ki, çocuk anneden alınır. Halbuki anne emzirmek için ücret isterse parasız emzirecek kadın bulunduğu halde parasız emziren tercih edilir ve çocuğu annesinin yanında emzirir. Nitekim Bedâyı sahibi bunu açıklamıştır. Ancak bu söz annenin hadane hakkı kaldığına göredir. Bizim meselemizde ise onun hakkı sâkıt olmuştur. Onun için de çocuk anneden alınır. Bunun bir misli de anne ecnebî ile evlenip hadâne hakkının başkasına meselâ kız kardeşine geçmesidir. Onun çocuğu annesinin yanında terbiye etmesi veya emzirmesi lâzım gelmez.

"Müctebâ." Zâhidî'nin Kudûri Muhtasar'ı üzerine yazdığı şerhdir. Zâhidî nafakalar bahsinde şöyle demiştir: "Acaba baba zenginlediği vakit amca veya hala küçük çocuğa harcadıklarını ondan alabilirler mi?" Sonra bazı kitablara işaretle babaya veya oğula verilen nafakadan bir şey istenemeyeceğini söylemiştir. Anne bunun hilâfınadır. Onun kocası zenginlerse isteyebilir diyenlere işaret etmiş, sonra bu bâbta ulemanın ihtilâfına işarette bulunmuştur. Bu; baba fakir olduğuna, çocuğun nafakası amcasına veya halasına yahut annesine vâcib olduğuna göre farz edilmiştir. Baba zenginlerse anne çocuğa harcadıklarını babadan alır. Amcayla hala hakkında zikri geçen hilâf vardır. Bunu burada zikretmeye mahal olmadığı gibi amcanın zikrine de mahal yoktur. Çünkü sözümüz parasız emzirmek için çocuğu halası alırsa meselesindedir. Onun harcadıklarını istemeye hakkı olursa çocuğu annesinden almakta bir fayda yoktur. Meğerki onun muradı hadâne ücreti alamaz denilsin. Çocuğa harcadıkları ise teberru suretiyle değilse onları babadan alıp alamayacağı ihtilâflıdır. Bazıları evet alır demişlerdir.

METİN

Zâhire göre hala kelimesi bir kayıd değildir. Münye'de şöyle denilmiştir: "Babası ölen bir çocuğun annesi evlenir de nafaka takdir etmeksizin çocuğun terbiyesini üzerine almak ister, vâsisi ise nafakayla terbiyesini dilerse çocuğun malını mevcud bırakmak için çocuk vasîyedeğil annesine verilir."

İZAH

«Hala kelimesi bir kayıd değildir ilh...» ifadesi Bahır sahibinin bir in- celemesidir. O bunu gelecek bâbta zikretmiş ve şöyle demiştir: "Hatta her kadın çocuk bakıcı evleviyetle böyledir. Çünkü hala annenin akrabasındandır. Teberru ederse ecnebî kadının da hala gibi olduğunu açıklayan görmedim. Ama o halaya kıyas edilemez. Çünkü hata bazı yerlerde hadâne sahibidir. Zamanımızda bu mesele çok sorulmaktadır. Metinlerin zâhirine bakılırsa anne ecr-i misil alır. Ecnebî kadın anneden evlâ olamaz. Hala bunun hilâfınadır. Meğerki nakil bulunsun."

Ben derim ki: Kuhistânî'de bir hayli söz edildikten sonra şöyle denilmiştir: "Burada annenin mahremden evlâ olduğuna işaret vardır. Velev ki anne ücret istesin de mahrem istemesin. Esah olan anneye: Ya bu çocuğu tut yahut mahreme ver denilmelidir. Nitekim Nazım'da bildirilmiştir." Bu da gösterir ki, hala kelimesi bir kayıd değildir. Diğer mahrem hısımlar da onun gibidir. Mahrem olmayanlar böyle değildir. Hayreddin-i Remlî'nin Bahır üzerine yazdığı haşiyede: "Bu güzel, sahih bir fıkıh anlayışıdır." denilmiştir.

Remlî diyor ki: "Bana sordular: Küçük bir kızın annesi var. Ona bakmak için ecr-i misilden ziyadesini istiyor. Bir de amcasının oğlunun kızı var. Ona meccanen bakmak istiyor, dediler. Ben şu cevabı verdim: Küçük kız anneye verilir. Lâkin sadece ecr-i misille, dedim. Çünkü öteki ecnebî gibidir. Onun hadânede asla hakkı yoktur. Binaenaleyh teberruuda muteber değildir. Çünkü küçüğü ona vermekte küçüğe zarar vardır. Bu zararın yanında mal zararı itibara alınmaz. Zira malın hürmeti bunun hürmetinden aşağıdır. Onun için hüküm vakti hâli varsa hala ve teyze gibilerde değişir. Küçük onlara verilmez. Çünkü ücret vermek hususunda zengine bir zarar yoktur. Böylece bu mesele aydınlanmış olur. Bunu ganimet bil! Bunu düşünüp anlayan azdır."

Ben derim ki: Bunu şu da te'yid eder ki, baba sağ olur da anne çocuğun malından nafaka ister, baba ise çocuğu kendi malı ile terbiye etmek isterse annenin hakkı sâkıt olmaz. Halbuki baba ecnebî kadından daha şefkatlidir. Evet, babanın yanında çocuğu meccanen terbiye edecek anne veya kız kardeş bulunur da ondan daha haklı olan ücretsiz terbiyeye razı olmazsa babanın yanında anne veya kız kardeş çocuğu terbiye edebilir. Bu çok vâki olur. Lâkin anne çocuğun terbiyesi için ücret istediği zamandır. Çocuğu teberru olarak terbiye eder de emzirdiğine ücret isterse baba: "Annem veya kız kardeşim onu meccanen emzirir." Dediği takdirde ona yermek evlâ olur. Lâkin kendisine; Bu çocuğu annesinin evinde emzir denilir. Zira geçen izahattan anlaşıldığı vecihle bu onun hadâne hakkını ıskat etmez. Buna dikkat et!

«Nafaka takdir etmeksizin» yani çocuğa babasından mirâs kalan maldan nafaka istemezse demektir. Fetih. Zâhirine bakılırsa murad çocuğun nafakasıdır. Ama zâhire göre hadâne ücreti de öyledir.

«Çocuğun malını mevcud bırakmak için» ifadesi musannıfın yaptığı bir talildir. Zira musannıf Minah nâmındaki eserinde Münye'nin sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: "Bunun güzel bir vechi vardır. Çünkü çocuğun malını mevcud bırakmak için maslahata riayet ecnebînin elinde kaldığı vakit kendisine zarar gelmemesine dikkat etmekten evlâdır." Ecnebîden maksad annenin kocasıdır. Ama söz götürür. Çünkü vasî de annenin kocası gibi ecnebîdir. Zira onun zirahmi mahremi olduğundan bahsetmemiştir. Şu halde evlâ olan sadece: "Anneye vermekte ziyade maslahat vardır. Bu da çocuğun malını mevcud bırakmaktır. Binaenaleyh evlâdır." demekle yetinmektir. Hatta burada başka bir maslahat vardır ki, o da annenin vasîden daha şefkatli olmasıdır. Anne bazı yerlerde hadâneye ehildir. Vasî bunun hilâfınadır. Bu az yukarıda Remlî'den naklettiğimize aykırı değildir. Remlî malda zararı itibara almamıştır. Çünkü o çocuğu hiç hadâne hakkı olmayan ecnebî bir kadına vermek lâzım geldiği zamandır. Buradaki onun hilâfınadır. Hatta ecnebî ise evlenen anne takdir edilecek bir nafakayla çocuğu terbiye etmek istese, vasî ise bunu teberruan yap-sa Remlî'nin söylediğine kıyasen çocuğu yine anneye vermek gerekir. Vasînin teberruuna itibar yoktur. Sonra gizli değildir ki, bütün bu söylenenler hadâne ehlinden hala veya teyze gibi bir teberru sahibi bulunmadığına göredir. Aksi takdirde böylesi anneden de, ecnebîden de daha lâyıktır.

TENBİH: -Fetva hadisesi olmuştur. Bana eskiden soruldu: Bir çocuğun annesi ölür de çocuğa mal bırakırsa çocuğun fakir bir babası, bir de anneannesi ve dedesiyle evli babaannesi bulunup anneannesi ücretle çocuğun terbiyesini üzerine almak ister, babaannesi ise buna meccanen razı olursa ne hüküm verirsin? dediler. Ben teberru suretiyle bakacak olan babaanneye verilir dedim. Cevabı buradaki meseleden aldım. Çünkü çocuğun malını harcamamak için çocuk hadâne hakkı sâkıt olan annesine verilince -ki çocuğa ecnebî olan kocasının evinde bakacaktır- çocuğun malını harcamamak için onu parasız bakacak olan babaannesine vermek evleviyette kalır. Hem çocuk kendisine şefkatları olan baba ve dede evinde kalacaktır. Ben bu mesele hakkında bir risale toplamış, ona; "El-İbâne an ahzi-lücreti alel hadâne" adını vermiştim. Allahu a'lem.

METİN

Hâvî'de şöyle denilmiştir: "Anne ecnebî biriyle evlenir de çocuğu nafakayla terbiye etmek ister, bu işi çocuğun amcası oğlu meccanen yapmayı dilerse çocuğun kadın bakıcısı olmadığı takdirde amcası oğlunun buna hakkı vardır." Hadâne hakkı olan kadın hadâneyeicbar edilemez. Meğerki bu iş için teayyün etsin. Meselâ çocuk başkasının memesini emmesin yahut babanın yahut küçüğün malı bulunmasın. Bununla fetva verilir. Hâniyye. Nafaka bahsinde gelecektir ki, anne kendi hakkını ıskat ederse ölü veya evlenmiş kadın gibi olur ve hadâne hakkı neneye intikal eder. Bahır.

İZAH

«Amcası oğlu meccanen yapmayı dilerse» ifadesinin yerine bazı nüs-halarda: "Amcası oğlu çocuğu meccanen terbiye etmek isterse" denilmiştir ki daha zâhirdir.

"Kadın bakıcısı olmadığı takdirde" amcası oğlu alır. Fakat hala veya teyze gibi kadın bakıcısı bulunursa o annesinden evlâdır. Çünkü ecnebî ile evlendiği için annenin hakkı sâkıt olmuştur. Hala veya teyze amca oğlundan da evlâdır. Çünkü derecesi ondan ileridir. Zâhire bakılırsa böylesi nafaka bile istese evlâdır. Çünkü hakikatte hadâne sahibidir.

«Amcası oğlunun buna hakkı vardır.» Yani iltizama hakkı vardır. Vechi şudur: Çocuğun bakacak kimsesi olmadığı, annesinin de hadâne hakkı burada sukut ettiği için amcası oğlunun hadâne hakkı vardır. Zâhire bakılırsa nafaka istese bile yine hadâne hakkı onundur. Çünkü hakikatte çocuğa bakacak yalnız o vardır. Sonra gördüm ki Sâihânî bunu böylece yazmış.

«Hadâneye icbar edilemez.» Doğrusu çocuğu emzirmeye icbar edilemez demeliydi. Nitekim musannıf nafaka bâbında bundan bahsedecek;

"Annesi çocuğu emzirmeye mecbur değildir. Meğerki teayyün etsin." diyecektir. Bu suretle bu sözle aşağıda gelen»: "Çocuğa bakan kadın küçüğün hakkını ibtale kâdir değildir." ifadesinin arasındaki zıddiyet giderilmiş olur. Çünkü "kâdir değildir" ifadesi hadâneye mecbur edilemez mânâsınadır ki, bu meseledeki iki kavilden biri budur. Nitekim gelecektir. Yoksa birbirine zıd iki kavle nasıl uyabilir.

«Başkasının memesini emmesin ilh...» ifadesini Hâniyye sahibi emzir-mek için kadın teayyün ettiği yerde zikretmiştir .Bizim doğru bulduğumuzu bu da teyid etmektedir. Şârihin: "Nafaka bahsinde gelecektir ki" sözü dahi bizim söylediğimizi teyid etmektedir. Çünkü orada gelecek olan da budur.

«Hadâne hakkı neneye intikal eder.» Yani hadâne hakkı anneden sonra gelene intikal eder ve şayet varsa neneye, o da yoksa ondan sonra gelene verilir. Rahmetî bu ıskatın devam etmeyeceğini zâhir bulmuştur. Kadının dönmeye hakkı vardır. Çünkü onun hakkı azar azar sâbit olur ve meydana gelen hakkı sâkıt olur, gelecekteki hakkı sâkıt olmaz. Yani bu iş kadının ortağı için kasm hakkını ıskat etmesine benzer. Binaenaleyh sâkıt olan bir şey geri dönemez diye itiraz edilemez. Çünkü geri dönen başka, sâkıt olan başkadır. Şuf'a hakkını ıskat etmek bunun hilâfınadır. Sonra ulemadan birinin el yazısıyla müftü Ebussûud'dannaklen şöyle yazıldığını gördüm: "Bir adam karısını boşar da kadının ondan doğurduğu küçük bir çocuğu bulunur ve kadın hadâne hakkından vazgeçerse, hâkim de buna hüküm verirse kadın çocuğu almak için sözünden dönebilir mi? Evet dönebilir. Çünkü hadâne hususunda iki hakkın en kuvvetli olanı küçüğündür. Kadın kendi hakkını ıskat etse bile çocuğun hakkını ebediyyen ıskat edemez.

METİN

Her iki surette çocuğa bakan kadın küçük çocuğun hakkını ibtal edemez. Hatta çocuğunu kocasına bırakmak şartıyla hul' yapsa hul' sahih, şart bâtıl olur. Çünkü hadâne çocuğun hakkıdır. Kadının şartla onu ibtal etmeye hakkı yoktur. O kadından başka çocuğa bakacak kimse yoksa kadın bakmaya hilâfsız mecbur edilir. Fetih. Bu söz bulunupda kabul etmeyene de şâmildir. Bahır. 0 zaman kadına ücret verilmez. Cevhere.

İZAH

«Çocuğa bakan kadın onun hakkını ibtal edemez.» Hadâne çocuğa bakan kadının mı yoksa çocuğun mu hakkı olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir, Bazıları kadının hakkı olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde kadın çocuğa bakmak istemezse buna mecbur edilemez. Bir çok ulema bu kavli tercih etmişlerdir. Fetva da buna göredir. Birtakımları çocuğun hakkı olduğunu söylemişlerdir. Şu halde kadın icbar edilir. Bu kavli üç fakîh yani Ebu'l-Leys, Hinduvânî ve Hâherzâde ihtiyar etmişlerdir. Fetih sahibi dahi Hâkim-i Şehid'in Kâfî'deki kavliyle bunu teyid etmiş: "Hâkim'in fukahanın sözü demesi bunun zâhir rivâyet olduğunu ifade etmiştir." demiştir.

Bahır sahibi diyor ki: "Şu halde tercih muhteliftir. Evlâ olan üç fakîhin kavliyle fetva vermektir. Lâkin Zahîriyye sahibi bunu küçük çocuğun zirahim akrabası olmamakla kayıdlamıştır. Böyle akrabası yoksa çocuk zâyi olmamak için anne mecbur edilir. Anne çocuğu kabul etmez, fakat çocuğun nenesi bulunur da ona bakmaya razı olursa çocuk ona verilir. Çünkü hadâne hakkı annenin idi. Onun kendi hakkını ıskat etmesi sahihtir. Bu tafsilat üç fakîhe nisbet edilmiştir. Muhit sahibi bunu talil ederken: "Çünkü anne kendi hakkını ıskat edince çocuğun hakkı kalır ve anne ölü yahut evlenen kadın mesabesinde olur. Bu suretle nene evleviyet kazânır." demiştir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.

Ben derim ki: Bundan iki kavlin arasını bulma hükmü çıkarılır. Şöyle ki: Muhît'in ibâresi bakıcı kadınla çocuğun her ikisinin hadâne hakkı olduğunu bildirir. Müftü Ebussûud'dan naklettiğimiz söz de böyledir. Şu halde: "Hadâne bakıcı kadının hakkıdır. Binaenaleyh kadın çocuğa bakmaya mecbur edilemez." diyenlerin sözü çocuğa bakmak için o kadın teayyün etmediği zamana yorumlanır. Kadının hakkıdır demekle yetinmeleri, bu takdirde çocuğun hakkı zâyi olmadığı içindir. Çünkü kadından başka çocuğa bakacak kimse vardır. "Hadâneçocuğun hakkıdır. Binaenaleyh kadın ona bakmaya mecbur edilir." diyenlerin sözü ise kadın teayyün edip ondan başka çocuğa bakacak kimse bulunmadığına yorumlanır. Bunların sadece hadâne çocuğun hakkıdır demekle yetinmeleri kadından başka çocuğa bakacak kimse bulunmadığı içindir. Buna delil yine Zahîriyye'den naklettiğimiz sözdür ki, kadın cebredilir diyen üç fakîhe nisbet ederek: "Onlara göre kadından başka bakacak bulunmazsa kadın mecbur edilir. Başkası bulunursa mecbur edilmez." demiştir. Nehir sahibinin: "Zahîriyye'nin sözü zâhir değildir. Çünkü Fetih'de beyan edildiğine göre o kadından başka çocuğa bakacak kimse bulunmazsa kadın hilâfsız mecbur edilir." şeklindeki ifadesi söz götürür. Çünkü gördüğün bu yatıştırma ile hilâf aslından ortadan kalkar. Velev ki her iki kavli hikâye etmek hilâfın çocuğa bakacak başka kimse bulunduğu zamana aid olduğunu göstersin. İki kavlin arasını bulmak mümkün olunca bunu yapmak evlâdır. O zaman hilâf sözden ibaret kalır. Bunun nice benzerleri vardır. Bu izahı ganimet bil.

«Bakmaya hilâfsız mecbur edilir.» Başkası bulunursa söylediğimiz arabuluculuğa göre hilâfsız mecbur edilmez.

«Bu söz ilh...» Yani o kadından başkası bulunmazsa sözü hakikaten ve hükmen bulunmama hallerine şâmildir. O kadından başkası bulunur da çocuğa bakmayı kabul etmezse hükmen bakacak bulunmamış demektir. Bahır'ın ibâresi şöyledir: "Ulemanın zâhir olan sözlerine göre anne çocuğu kabul etmezse ondan sonraki kadına arz edilir, o da kabul etmezse anne kabule mecbur kılınır. Ondan sonraki kadın mecbur edilmez."

«O zaman» yani o kadından başkası bulunmadığı zaman kadına ücret verilmez. Çünkü şer'an kendisine vâcib olan bir işi yapmaz. T. Cevhere'rinin ibaresi şöyledir. "Kadından başkası bulunmazsa helâktan kurtarmak için çocuğu emzirmeye icbar edilir. Şu halde kendisine ücret de verilmez." Görülüyor ki Cevhere'nin sözü çocuğu emzirme hakkındadır. Her halde şârih hadâneyi buna kıyas etmiş olacaktır. Lâkin zâhire bakılırsa Cevhere'nin ifadesi Cevhere sahibinin bir incelemesidir. Nitekim "Şu halde kendisine ücret de verilmez." demesi bunu gösterir. Hindiyye ve diğer kitabların ifadesi buna muhâliftir. Bunlarda şöyle denilmiştir: "Çocuğa bir aylığına ücretle bir süt ana tutulur da ondan sonra çocuk başkasının memesini emmezse, kadın icarenin devamına mecbur edilir." Zira bu söz kadının ücret almaya hakkı olduğunu gösterir. Böyle olmasa meccanen emzirmeye mecbur edilir denilirdi. Üstadlarımızın üstadı Sâihanî'nin el yazısıyla şöyle yazıldığını gördüm: "Bercendî'nin söylediğine göre annenin kocası yoksa anne çocuğa bakmaya mecbur edilir. Nafaka çocuğun babasına aiddir." Mansuriyye'de şu satırlar vardır: "Küçük kızın annesi onu kabule razı olmaz da annenin kocası da bulunmazsa kabule mecbur edilir. Fetva buna göredir." Fakîh Ebû Cafer: "Kadın mecbur edilir. Nafakası küçük kızın malından verilir." demiştir. Fakîh Ebu'l-Leys bununla amel etmiştir. Bu söz ücretin zorla alınacağı hususunda nassdır. Beyanı az ileride gele-cektir.

METİN

Bakıcı kadın nikâhlı veya çocuğun babasından iddet bekler değilse hadâne için ücret almaya hakkı vardır. Hadane ücreti emzirme ücretiyle emzirme nafakasından başkadır. Nitekim Sirâciyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Musannıfın Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan naklettiği bunun hilâfınadır. Bâkânî'nin Nikaye şerhinde Bahır-ı Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: "Ebû Hafs'a çpcuğa bakmaya hakkı olup çocukla birlikte oturacak meskeni bulunmayan kadının hükmü sorulmuş da her ikisinin meskeni babaya aiddir cevabını vermiştir."

İZAH

«Nikâhlı veya çocuğun babasından iddet bekler değilse...» Bu ifade kadının hadâne hakkı olduğuna göre kayıddır. Kadının hadâne hakkı yoksa zâhire göre hadâne ücreti almaya evleviyetle hakkı vardır. "Çocuğun babasından." sözü başka birinin nikâhında veya iddetinde bulunmaktan "ihtirazdır. Çünkü böylesi hadâne için ücret almayı hak eder. Lâkin kadını nikah eden kimsenin çocuğa mahrem olması şarttır. Aksi takdirde kadına hadâne hakkı yoktur. Nitekim yukarıda geçti. Şu da var ki, musannıf Minah nâmındaki eserinde şöyle demiştir: "Bence nikâhlı veya iddet bekler değilse demeye hâcet yoktur. Çünkü zâhire göre kadın hadâneye ehil ise ona hadâne ücreti vermek vâcibdir. Bu söylenen ancak ona emzirme ücreti vermenin vücubu için şarttır. Çünkü kadın ancak nikâhlı veya iddet bekler değilse bu iş için ücretle tutulur. Hayreddin-i Remlî Minah hâşiyesinde kendisiyle münakaşa ederek: "Nikâhlı kadına ve ric'î talâk iddeti bekleyene emzirme ücreti vermenin vâcib olmaması emzirmek diyâneten kadına vâcib olduğu içindir. Bu hadânede de mevcuddur. Hatta bunda evleviyet iddiası bile uzak görülemez..." demiştir.

Ben derim ki: Yukarıda arz ettiklerimizden anladığına göre ücret cebren de hak edilir. Binaenaleyh vücuba aykırı değildir. Bunun vechi şu olsa gerekir: Küçük çocuğun nafakası babası zengin ise babasına, değilse küçüğün malından vâcib olduğuna göre çocuğa bakmak için evlenmekten vazgeçen bakıcı kadına verilecek nafaka da bu cümledendir. Emzirme ücreti de bunun gibidir. Her cihetten hâlis bir ücret değildir ki, vücub ona aykırı düşsün. Onun ücrete de nafakaya da benzeyen yerleri vardır. Binaenaleyh kadın nikâhlı ise yahut çocuğun babasından iddet bekliyorsa gerek hadâne gerekse emzirme için ücret almaya hakkı yoktur. Çünkü diyâneten bunların ikisi de ona vâcibdir. Bir de kadına bunlarsız da nafaka sâbittir. İddet bittikten sonraki hal bunun hilâfınadır. Zira kadın ücrete benzerliği ile amel edilerek bunu hak eder. Bundan dolayıdır ki ric'î talâk ile bâin talâk iddeti bekleyenkadınlar arasında fark yapmamak daha güzeldir. Nitekim Kenz'in mutlak sözü bunu iktiza etmektedir. Hidâye'nin zâhir olan sözü bunu tercih ettiğini göstermektedir. Çünkü Hidâye sahibi radâ bahsinde bâin iddeti bekleyen kadın hakkında iki rivâyet olduğunu söylemiş, câiz değildir rivâyetinin delilini sonra zikretmiştir. Lâkin Cevhere ve diğer kitablarda beyan edildiğine göre câizdir rivâyeti sahih bulunmuştur. Tamamı bundan sonraki bâbta gelecektir.

"Hadâne ücreti emzirme ücretiyle emzirme nafakasından başkadır."

Bahır sahibi diyor ki: "Şu halde babaya biri emzirme, biri hadâne, biri de çocuk nafakası ücreti olmak üzere üç tane ücret vâcib olmaktadır." Bu ifadenin bir misli de Şürunbulâliyye'dedir.

"Sirâciyye'den" Burada murad Kâri-i Hidâye Sirâcuddin'in Fetâvâsı'dır. Çünkü bundan sonraki bâbta bunu açık olarak ona nisbet etmiştir. Binaenaleyh musannıfın: "Bununla meşhur Fetâvâ-i Sirâciyye'yi murad etmiş olması ihtimali vardır. Lâkin ben orada buna vakıf olmadım." diyerek tereddütte bırakmasına mahal yoktur. Lâkin "Bakıcı kadın nikâhlı veya çocuğun babasından iddet bekler değilse" ifadesini Bahır sahibi Sirâciyye'den nakletmiştir. Fakat ben onu Sirâciyye'de görmedim. Kâri-i Hidâye Fetâvâsı'nın ibâresi şöyledir: "Boşanan kadın çocuğunu emzirmeksizin sırf ona baktığı için ücret alabilir mi diye sorulmuş: Evet, hadâne için ücreti hak eder. Kezâ hizmetçiye muhtaçsa hizmetçi tutması lâzım gelir, diye cevap verilmiştir." Bahır sahibi dahi Fetâvâ'sında bununla fetva vermiştir. Hayriyye'de de öyledir. Nehir sahibi dahi bu yoldan yürümüştür. Evvelce arz etmiştik ki, bu hüküm ulemanın baba fakir ise hala meselesindeki sözlerinden anlaşılmıştır.

"Musannıfın Cevâhiru'l-Fetâvâ'dan naklettiği bunun hilâfınadır." Orada Kâri-i Hidâye'nin sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: "Lâkin bu itlak karşısında Cevâhiru'l-Fetâvâ'nın sözü müşkil kalır. Orada şöyle denilmiştir: "Kâdi'l-Kudât Fahruddin Kâdîhân'a talâk-ı bâinle boşanan bir kadın çocuk memeden kesildikten sonra hadâne ücreti alabilir mi diye sorulmuş da hayır cevabını vermiştir. Allahu a'lem."

Ben derim ki: Bu söz az yukarıda arz ettiğimiz gibi talâk-ı bâin hakkındaki iki rivâyetten birine göredir. Lâkin çocuk memeden ayrıldıktan sonra diye kayıdlamasının bence vechi zâhir değildir. Her halde fetva hadisesi olduğu için kayıdlamış olsa gerektir.

METİN

Necmü'l-eimme demiştir ki: "Muhtar olan kavle göre hadânede mesken bulmak babaya düşer." Kezâ küçük çocuk hizmetçiye muhtaç ise babasına bu lâzım gelir. Şâfiîlerin kitablarında beyan edildiğine göre hadâne masrafı, varsa çocuğun malından verilir. Yoksa çocuğun nafakası kime düşerse o verir. Üstadımız: "Bizim kaidelerimiz de bunu gerektirir ve bununla fetva verilir." demiş, sonra hadânenin radâ gibi olduğunu izah etmiştir. Allahu a'lem.

İZAH

"Hadânede mesken bulmak babaya düşer." Bahır'ın nafakalar bahsinde müteferrik meselelerden naklen şöyle denilmiştir: "Hadânede mesken ücreti vâcib değildir. Başkaları çocuğun malı varsa vâcib olduğunu, aksi takdirde çocuğun nafakası kime düşerse ona vâcib olduğunu söylemişlerdir." Nehir'de de: "Vâcib olmadığını tercih gerekir. Çünkü ücretin vâcib olması meskenin de vâcib olmasını gerektirmez. Nafaka bunun hilâfınadır." denilmiştir.

Ben derim ki: Nehir sahibi tercih ehlinden değildir. Binaenaleyh onun tercihi Necmü'l-eimme'nin tercihine karşı duramaz. Bahusus talili de zayıftır. Çünkü mesken ücreti vacibdir sözü hadâne ücreti vâcibdir sözüne mebnî değildir. Bilâkis çocuğun nafakasının vâcib olmasına meünidir. Çocuğa bakan kadının bazen hiç meskeni olmayabilir, başkasının yanında oturur. O halde çocuğu terbiye etmek için mesken kiralaması ona nasıl lâzım gelebilir. İşin mâkul ciheti çocuğun nafakası kime lâzım gelirse mesken kirasının da ona lâzım gelmesidir. Çünkü mesken nafakadan sayılır. Hayreddin-i Remlî'nin musannıftan naklettiğine göre meskenin lüzumu hususunda ihtilâf edilmiştir. Zâhir olan kavle göre lâzımdır. Nitekim bazı mu'teber kitablarda bildirilmiştir. Remlî diyor ki: "Bu ulemanın: küçük çocuk hizmetçiye muhtaç ise hizmetçi tutmak babaya lâzım gelir. Çünkü çocuğun meskene ihtiyacı tekerrür etmiştir, demelerinden anlaşılır."

Ben derim ki: İbn-i Şihne buna itimad ederek İbn-i Vehbân ile onun üstadı Tarsûsî'nin ihtiyar ettiklerine muhalefet göstermiştir. Hâsılı en iyisi lâzımdır demektir. Lâkin bu ancak kadının meskeni yoksa zâhirdir. Kadının meskeni var da içinde çocuğu terbiyeye imkân bulur ve çocûk onunla beraber kalabilirse zahir değildir. Çünkü çocuğun buna ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh iki kavlin arasını böyle bulmak gerekir. Ebû Hafs'ın "Kadının meskeni yoksa" sözü buna işaret etmektedir. İki taraf için de en münasibi bu olduğu gizli değildir. Amel de buna göre oluversin. Muvaffakiyeti veren Allah'dır.

"Kezâ ilh..." Sözünü Kâri-i Hidâye Fetâvâsı'ndan naklen yukarıda arz ettik.

"Üstadımız" Yani Hayreddin-i Remlî bu sözü Bahır üzerine yazdığı hâşiyelerde söylemiştir.

"Bizim kaidelerimiz de bunu gerektirir, demiştir." Ben derim ki: Az yu-

karıda üstadlarımızın üstadı Sâihânî'nin el yazısından naklettiğimiz bu hususta açıktır. Üstadımızın incelemesi menkule uydu demektir.

"Sonra hadânenin radâ gibi olduğunu izah etmiştir," Yani kadın ni-kâhlıysa veya iddet bekliyorsa kendisine ücret verilmeyeceğini, böyle değilse çocuğun malı bulunduğu takdirde kendisine onun malından ücret verileceğini, malı yoksa babasının yahut çocuğun nafakasını veren kimsenin malından verileceğini anlatmıştır. Uzun uzadıya söz ettikten sonra reyinin karar kıldığı hükmün hülasası budur. Bunun Sâihânî'den naklettiğimiz ifadeyle te'yidkazandığını biliyorsun.

Ben derim ki: Bütün bu sözler hadâne vazifesini teberru suretiyle yapacak bulunmadığına göredir. Şayet bulunursa o kimse küçük çocuğun ya yabancısıdır ya değildir. Her iki takdire göre çocuğun babası ya fakirdir ya değildir ve her iki takdire göre çocuğun ya malı vardır ya yoktur. Çocuğa teberru suretiyle bakacak olan kimse ona yabancı ise çocuk misil ücretiyle bakmak için akrabasına verilir. Velev ki bu ücret çocuğun malından verilsin. Teberru suretiyle bakan çocuğun yabancısı değilse baba fakir olduğu takdirde küçüğün malı olsun olmasın annesine: "Ya bu çocuğa meccanen bakarsın yahut onu teberru suretiyle bakacak olan meselâ halasına verirsin." denilir. Bu çocuğun malı varsa onu korumak için yapılır. Babası zengin çocuğun da malı varsa hüküm yine budur. Bu takdirde ücret çocuğun malından verilir. Babası zengin olur da küçüğün malı yoksa anne tercih edilir. Velev ki ücret istesin. Bu çocuğun faydasınadır. Malına da bir zararı yoktur. Hadânenin radâ gibi olması üzerine bu fakir bunu yazabilmiştir. Tamamı "El-İbâne an ahzi'l-ücreti alel-Hadâne" adlı risalemizdedir.

METİN

Bundan sonra yani anneden sonra -şayet anne ölür veya kabul etmezse yahut hakkını ıskat eder veya ecnebî biriyle evlenirse- annenin annesi gelir. Daha yakının ehliyeti yoksa yukarıya doğru çıksa da hak anneannenindir. Sonra babanın annesine sıra gelir. Velev ki zikredilen şartla yukarıya doğru çıksın. Annenin babasının annesi ise babanın annesinden sonra gelir. Hatta haladan da sonradır. Bahır. Ondan sonra anne-baba bir kız kardeş, daha sonra anne bir kız kardeş gelir. Çünkü bu hak anne akrabalığından ileri gelir. Sonra baba bir kız kardeş, sonra anne-baba bir teyze, sonra anne bir teyze. sonra baba bir teyze, sonra baba bir kız kardeşin kızı, sonra kardeş kızları, sonra halalar yine bu tertip üzere gelirler. Sonra anne bir teyze, sonra baba bir teyze yine bu tertip üzere, sonra annelerin ve babaların halaları bu tertip üzere gelirler. Sonra asabeler mirâs tertibine göre gelirler ve evvela baba, sonra dede, sonra anne-baba bir kardeş; sonra baba bir kardeş, sonra onun oğulları bu tertip üzere gelirler.

İZAH

"Veya kabul etmez yahut hakkını ıskat ederse" Sözü cebir kullanılma-yacağına mebnîdir. Nitekim gizli değildir. H. Bu hususta evvela söz geçti:

"Veya ecnebi biriyle evlenirse" İfadesinden Bahır sahibinin sözü daha şümullüdür. O: "Yahut hadâne için ehil değilse" demiştir. Çünkü onun sözünde kadının fâcire olması veya itimada şâyân olmaması da dahildir.

"Daha yakının ehliyeti yoksa" Sözü "Yukarı doğru çıksa da" ifadesinin kaydıdır. Çünküyakın olanın ehliyeti varsa uzak kadın için hadâne hakkı yoktur.

"Zikredilen şart" dan murad yakın olanın ehliyeti bulunmamasıdır.

"Bahır" Yani bunu Hassaf'ın sözünden alarak Bahır sahibi nakletmiştir. Hassaf: "Annenin babasının annesi annenin annesi tarafından akrabalığı mertebesinde değildir. Annenin babası tarafından gelenler de öyledir." demiştir. Valvalciyye sahibi: "Çünkü bu hak anne akrabalığından ileri gelir." ifadesini ziyade etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Bunun zâhirine bakılırsa annenin babasının annesi babanın annesinden hatta teyzeden de sonra gelir. Bu fetva hadisesi olmuştur." Tahtâvî'nin beyanına göre bunun vechi şudur: Anne bir kız kardeş ile teyzeler babanın annesinden sonra gelirler. Bunlar annenin akrabası oldukları için annenin babasının annesinden önce gelirlerse onlardan önce gelenler -yani babanın annesi- evleviyetle önce gelir.

"Ondan sonra anne-baba bir kız kardeş" Yani küçük çocuğun kız kardeşi gelir demek istiyor. Çünkü baba akrabalığının muteber olan yerde -yani anne vasıtasiyle olan nisbette- bir tesiri yoksa da tercihe yarar. İmam Züfer'in kavli buna muhâliftir. O: "Anne bir kız kardeşle müşterek olur," demiştir. Bunu Zeylaî söylemiştir.

"Sonra baba bir kız kardeş gelir." Metin yazarları baba bir kız kardeşi teyzeden önce saymışlardır. Çünkü onun akrabalık yakınlığını ve anne vasıtasiyle olan nisbetin -aynı mertebede bulundukları vakit baba vasıtasiyle olan nisbetten yakınlıkça önce geldiğini itibara almışlardır. Bahır sahibi: "Kitabü'n-Nikâh'ın rivâyeti budur. Kitabü't-Talâk'ın rivâyetinde ise teyze evvel gelir. Çünkü o anne vasıtasıyla, bu ise baba vasıtasiyle nisbet olunurlar." demiştir.

"Sonra anne-baba bir kız kardeşin kızı, sonra anne bir kız kardeşin kızı gelir." Bunlar bütün rivâyetlerin ittifakıyla teyzeden önce gelirler. Baba bir kız kardeşin kızı ise bir rivâyette önce gelir. Sahih kavle göre teyze bunların ikisinden de önce gelir. Nitekim Bahır ve Zeylaîden beyan edilmiştir.

"Sonra baba bir kız kardeşin kızı gelir." Bu ifade bazı nüshalardan düşmüştür ki, münasib olan da budur. Zira sahih olan bunun hilâfıdır. Hem ondan sonra gelene de muhâliftir.

"Sonra teyzeler" Yani küçüğün teyzeleri gelir demek istiyor.

"Sonra baba bir kız kardeşin kızı gelir." Ki, bildiğin gibi sahih olan da budur, Hâniyye'de dahi açıklanmıştır.

"Sonra kardeş kızları" Yani anne-baba bir kardeş kızı, sonra anne bir kardeş kızı,sonra baba bir kardeş kızı gelir. Zâhir olan bu tertibdir. H. Zeylaî diyor ki: "Kız kardeş kızları kardeş kızlarından evlâdır. Çünkü kız kardeşin hadâne hakkı vardır, kardeşin yoktur. Binaenaleyh kız kardeş vasıtasiyle nisbet olunan önce gelir."

"Sonra halalar yine bu tertip üzere gelirler." Yani anne-baba bir hala önce gelir. Ondan sonra anne bir hala, ondan sonra baba bir hala gelir. Şârih teyze ve hala kızlarını zikretmemiştir. Zira onların hakkı yoktur. Onlar mahrem değillerdir. Bahır. İleride bu hususta söz gelecektir.

"Sonra annelerin ve babaların halaları gelir." Teyzeler hakkında söy-lediklerine kıyasen annenin halaları babanın halalarından önce gelir. Bu hakkın anne akrabalığından ileri gelmesi de bunu ifade eder. Hâkim'in Kâfîsi'ndeki: "Anne tarafından gelen her yakın, baba tarafından gelenden daha öncedir." sözü de bunu ifade eder.

"Bu tertip üzere gelirler." Yani evvela anne-baba bir hala, sonra anne bir hala, sonra baba bir hala gelir.

"Sonra asabeler" Yani küçük çocuğun kadınlardan mahremi yoksa sıra asabeleri gelir. Bahır. Yahut var da hadâne hakkı sâkıt olmuşsa hüküm yine budur. Çünkü o da yok hükmündedir. Remlî.

"Sonra dede" Yanı babanın babası velev ki yukarıya doğru çıksın demek istiyor. Bahır.

"Sonra onun oğulları bu tertip üzere gelirler." Yani anne-baba bir kardeşin oğulları, sonra baba bir kardeşin oğulları ve kezâ onların çocukları aşağı doğru bu tertip üzere gelirler. Bahır.

METİN

Sonra amca, sonra onun oğulları gelir. Hepsi bir arada bulunurlarsa evvela en ziyade takva sahibi olanı, ondan sonra en yaşlısı gelir. İhtiyar. Fâsık, bunak ve şehvet çağına gelmiş kız için güvenilemeyen amca oğlu müstesnadırlar. Asabe yoksa sıra zevil-erhama gelir ve kız çocuğu anne bir kardeşine verilir. Sonra onun oğluna, sonra anne bir amcasına, sonra anne-baba bir dayısına, sonra anne bir dayısına sıra gelir. Burhan ve Aynî, Bahır. Hepsi musavî iseler çocuk en sâlih olanına, sonra en ziyade takva sahibi olana, sonra yaşça en büyük olanlarına verilir. Amca, hala dayı ve teyze çocukları için hadâne hakkı yoktur. Çünkü bunlar mahrem değillerdir.

İZAH

"Sonra amca, sonra onun oğulları gelir." Böyle demek gerekir. Çünkü Bahır ile Fetih'de: "Sonra babasının anne-baba bir kardeşi amca, sonra baba bir kardeşi amca gelir." denilmiştir. Bunların çocuklarına gelince: Küçük çocuk erkekse onlara verilir, kız ise verilmez. Çünkü onlar mahrem değillerdir.

"Hepsi bir arada bulunurlarsa" Meselâ iki tane amca bir arada bulunursa demek istiyor. T. Fakat bu ifadeyi atmak ondan sonra gelen sözle yetinmek gerekir. Çünkü hepsine şâmildir. H.

"Müstesnadırlar." Yani bunlar asabelerden istisna edilirler. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Küçük çocuk fıtneden korunmak için fâsık asabeye ve mevle'l-atâkâya verilmez." Bedâyı'da:. "Hatta kardeşler ve amcalar kız çocuğunun nefsi veya malı için güvenilir değillerse onlara teslim edilmez. Hâkim güvenilir, âdil ve doğru bir kadın arayarak bulûğa erinceye kadar kızı ona teslim eder." denilmiştir.

"Bunak" yerine bir nüshada "mu'tik" (âzân eden) denilmiştir; Fetih'de: "Erkek çocuk mevle'l-atâkâya verilir, Çünkü o asabelerin sonudur. Ama kız ona verilmez." denilmiştir.

Ben derim ki: Mevle'l-atâkâ kadınsa kızın ona verilmesi, oğlanın ve-rilmemesi gerekir.

TENBİH: - Bedâyı'da asabede din birliği şart koşulmuştur. Hatta Yahudi bir çocuğun biri Müslüman iki kardeşi bulunursa çocuk Yahudi olana verilir. Çünkü asabesidir. Müslüman olana verilmez.

"Şehvet çağına gelmiş kız için güvenilemeyen amca oğlu müstesna-dır." Fakat kız şehvet çağına gelmemişse meselâ bir yaşında ise verilmesine mâni yoktur. Çünkü fitne korkusu yoktur. Kız şehvet çağına varmış fakat amcası oğlu güvenilir bir kimse ise yine verilmesine mâni yoktur. Bunu inceleme suretiyle Bahır sahibi söylemiş ve Tûhfe'nin şu ifadesiyle te'yid etmiştir: "Kızın amcası oğlundan başka kimsesi yoksa mesele hâkimin reyine kalır. Onu daha elverişli görürse kızı kendisine teslim eder. Aksi takdirde kız çocuğu emin bir kadına teslim edilir."

Ben derim ki: Tûhfe'nin sözünü Bedâyı' şârihi şöyle ta'lil etmiştir: "Çünkü bu halde velî olma hakkı onundur. O en münasib olanı yapar." Bu söz amca oğlunun mutlak surette kızın hadânesinde hakkı olmadığı hususunda zâhirdir. Hâkim kızı ecnebi bir kadına da verebilir. Velev ki amca oğlu güvenilir olsun. Bir yarar görürse bunu yapar. Amca oğlunun hakkı olsa hâkimin seçme hakkı olmazdı. Remlî Bahır sahibinin incelemesini bizim söylediğimize benzer sözlerle, bir de ulemanın: "Amca oğlu mahrem değildir. Mahrem olmayanın hadâne hakkı yoktur." diye yaptıkları talille reddetmiştir: "İhtimal bunun vechi şudur: Kız çocuğunun hadânesi amca oğluna sâbit olsa şehvet çağına kadar onun yanında kalır da fitneye düşerdi. Bunu aslından yok etmiştir." demiştir.

"Asabe yoksa ilh..." Sözü asabelerın erkek zevi'l-erhamdan önce geldiğini ifade eder. Maksad hak sahibi olan asabedir. Zira kız için amcası oğlu gibi hak sahibi olmazsa öyle bir kimseye anne bir kardeş ve dayı gibiler tercih olunur. Nitekim Bedâyı sahibi bunu açıklamıştır. Zevi'l-erhamdan murad mahrem olanlarıdır. Bu, hala ve teyze oğlu gibilerden ihtiraz içindir. Nitekim gelecektir.

"Kız çocuğu anne bir kardeşine verilir." Şârihin burada evvela anne tarafından dedeyi zikretmesi gerekirdi. Hindiyye'de onun ana bir kardeşle dayıdan önce geldiği kaydedilmiştir.

"Sonra anne bir amcasına sıra gelir." Burhan'dan naklen Şürunbulâ-liyye'de ve kezâFetih'de: "Sonra baba bir, sonra anne bir amcaya sıra gelir." denilmiştir.

"Burhan ve Aynî, Bahır." Bazı nüshalarda böyle denilmiştir. Bazılarında ise Bahır kelimesi düşmüştür. Evlâ olan da odur. Çünkü Bahır sahibi bu sözü Burhan ile Aynî'ye nisbet etmemiştir.

"Hepsi müsavi iseler" Meselâ hepsi anne-baba bir kardeş iseler demek istiyor.

"Amca çocukları ilh..." Yerine amca kızları demesi gerekirdi. Çünkü çocuk kelimesi erkeğe kadına şâmildir. Yukarıda gördük ki, amca oğlunun erkek çocuğunda hakkı var, kız çocuğunda yoktur. Şehvet çağına ermiş kızla ermemiş arasındaki farka gelince: Bunun söz götürdüğünü gördün. Bahır'da şöyle denilmektedir: "Hala ve teyze kızlarının hakkı yoktur. Çünkü onlar mahrem değillerdir. Amca kızlarıyla dayı kızları dahi evleviyetle böyledir. Bir çok kitablarda böyle denilmiştir." Evleviyetin vechi şudur: Hala ile teyze amca ve dayıdan önce gelmektedirler. Halbuki kızlarının hakkı yoktur. Bu amca kızının, dayı kızının kız çocuğu üzerinde bir hadâne hakkı olmamasını, hala oğlunun dahi oğlan çocuğun üzerinde hadâne hakkı olmamasını gerektirir. Bu tafsilâtı burada amca oğlunda da yürütmek icab eder. Ama ben bundan bahseden görmedim. Bana küçük bir çocuğun annesinin babasıyla hala kızının hükmü soruldu. Şübhesiz hadane dedenindir. Nitekim Hindiyye'den naklettiğimiz ifadeden biliyorsun. Fakat küçük çocuk kız ise hala kızının kız çocuğu üzerinde hakkı vardır dersek onu annenin babası dededen üstün tutmamız gerekir. Çünkü kadınlar daha beceriklidirler. Lâkin bu Hindiyye'den naklettiğimize muhâliftir. Düşünülmelidir!

METİN

Zimmî olan hâdine (çocuk bakıcı) velev mecûsiyye olsun çocuk dini anlamadıkça Müslüman kadın gibidir. Bunu yedi yaşla sınırlandırmak gerekir. Çünkü çocuğun o zaman Müslüman olması sahihtir. Nehir. Yahut çocuğun küfre alışmasından korkuluncaya kadar zimmîyyenin yanında bırakılır. O yaşa vardığında ise dini akıl etmese bile zimmîyyeden alınır. Bahır. Hâdine küçüğün mahremi olmayan biriyle evlenirse hakkı sâkıt olur Çocuğa buğz edenlerle beraber yaşaması dahi böyledir. Zira Kınye'de şöyle denilmiştir: "Anne başka bir adamla evlenir de çocuğu anneannesi üvey babanın evinde tutarsa babanın çocuğu almaya hakkı vardır." Bahır'da da şu ibâre vardır: "Çocuğu hala ve benzeri bir kimse kendisi bekâr olduğu halde ecnebî birinin evinde tutarsa hükmün ne olacağında tereddüt etmiştim. Zâhire bakılırsa yukarıda geçene kıyasen hakkı sakıt olur. Lâkin Nehirde: Zâhire göre sâkıt olmaz. Çünkü annenin kocasıyla ecnebî orasında açık fark vardır, denilmiştir. Nehir sahibi amca oğlu gibi yalnız zirahim olan kimse ecnebî gibidir, demiştir."

İZAH

"Zimmî olan hâdine" Sözüyle musannıf Kenz'deki anne kaydının tesadüfî olduğuna işaretetmiştir. Yalnız anne değil çocuk bakan her zimmîyye böyledir. Nitekim Hızânetü'l-Ekmel'de açıklanmıştır. Bahır.

"Velev mecûsiyye olsun." Meselâ kocası Müslüman olmuş karısı olmamış bulunsun.

"Yedi yaşla" Sınırlandırmanın faydası kız çocuğunda zâhir olur. Çünkü erkek çocuğun hadânesi yedi yaşında sona erer. Hamevî.

"Küfre alışmasından korkuluncaya kadar" Sözünü Hidâye sahibi ziyade etmiştir. Zâhire göre çocuğun küfre alışmasından korkulursa dine aklı ermese bile kadından alınır. Bahır. Tahtâvî diyor ki: "Ulema küfre alışan çocuk için misâl göstermemişlerdir. Zâhirine bakılırsa bunu sebebiyle tefsir etmelidir. Meselâ çocuğu kendi mâbedlerine götürmek gibi şeyler onu küfre alıştırır." Fetih'de: "Zimmîyye, çocuğa şarab içirmekten, domuz eti yedirmekten men edilir. Bunları yapacağından korkulursa çocuk Müslüman kimselere verilir." denilmiştir. Bahır'da: "Kadından alınmaz, ama Müslüman kimseler arasına katılır." denilmişse de cümle kusurludur. Zâhire bakılırsa alınmaz sözü fazladır. Aksi halde cümle çelişkili olur.

"Küçüğün mahremi olmayan biriyle evlenirse" Onunla cimada bulunsun bulunmasın hakkı sâkıt olur. Musannıfın burada neseben mahremi olmayan biriyle demesi gerekirdi. Çünkü radâ'an mahremi hadâne hakkının sukutu hususunda ecnebî gibidir. Remlî.

Ben derim ki: Şöyle demek gerekir: Çocuğun iki amca oğlundan başka kimsesi yoksa annesi onlardan biriyle evlendiği takdirde hadâne hakkı sâkıt olmaz. Çünkü öteki de onun gibi ecnebîdir. Çocuğu ona vermekde bir fayda yoktur. Annesinin yanında bırakmak daha iyidir.

"Babanın çocuğu almaya hakkı vardır." Yani kadının meskeni yoksa çocuğun babasından mesken istediği takdirde çocuğu babası alabilir. Zira hadâne meselesinde mesken babaya aiddir. Nitekim geçmişti.

"Açık fark vardır ilh..." Bu tabiri Hayreddin-i Remlî dahi zâhir bulmuştur. Zira ulema: "Annenin ecnebî olan kocası çocuğa az yedirir, kötü nazarla bakar. Hâdineye ecnebî olan bir erkekde bu yoktur." demişlerdir. Tahtâvî diyor ki: "Bu farktan zihnimde bir gıcık kaldı. Zira üvey baba böyle olursa ecnebî evleviyetle böyledir. Nitekim müşahede edilen bir şeydir."

Ben derim ki: En doğrusu tafsilât vermektir. Şöyle ki: Çocuğa bakan kadın yemeğini yalnız yer, oğlu da yanında bulunursa onun hakkı vardır. Çünkü ecnebînin, ne ona ne oğluna bir şey yapacağı yoktur. Ama çocuk bu ecnebînin çocukları arasında bulunursa yahut annesi onun karısı ise iş değişir. Biliyorsun ki hadâne hakkının bununla sukut etmesi küçük çocuktan zararı def etmek içindir. Binaenaleyh fetva verenin basiret sahibi olması gerekir. Tâ ki çocuk için en yararlı olana dikkat etsin. Zira çocuğun kendisine buğz eden yakını olabilir. Onun ölmesini ister. Üvey babası ise çocuğa karşı şefkatli olup onu yanından ayırmaya kıyamayabilir. Hal böyle iken çocuğun yakını ona ve annesine eziyet etmek yahut nafakasını yemek gibi bir sebeble çocuğu almak isteyebilir. Bu yakının karısı çocuğa üvey babasından kat kat fazla eziyet edebilir. Yakının çocukları olursa terbiye ettiği kız çocuğu hakkında onların fitnesinden korkulur. Müftî veya hâkim bu söylenenlerden bir şey bilirse çocuğu annesinden alması helâl olmaz. Çünkü hadâne işi çocuğun faydasına istinad eder. Bedâyı'dan naklen geçmişti ki, kardeşlerle amcalar kız çocuğunun nefsi veya malı hakkında güvenilir kişiler değillerse kız onlara teslim edilmez. İddet babında da Fetih'den naklen arz etmiştik ki, müftîye düşen olaylara dikkat etmektir.

"Ecnebi gibidir demiştir." Bu sözün aslı Bahır sahibine aiddir. O şöyle demiştir: "Mahrem olmayan sözünde amca oğlu gibi mahrem olmayan zîrahim de dahildir. Burada o ecnebî gibidir." Yani kadın onunla evlenirse hakkı sâkıt olur. Fakat sen biliyorsun ki, bu hadâne için ondan daha yakın biri bulunduğuna göre farz edilmiştir. Bulunmazsa çocuk da erkek ise annesinin yanında kalır. Şehvet çağına varmayan kız çocuğu da öyledir. Yahut Bahır sahibinin incelediği vecihle amca oğlu güvenilir bir kişi ise çocuk yine ona verilir.

METİN

Karı-koca talâk-ı bâinle birbirlerinden ayrılırlarsa hadâne hakkı avdet eder. Çünkü mâni kalmamıştır. Kocasını nefy hususunda söz kadınındır. Boşaması hususunda dahi kadın kocasını mübhem söylerse hüküm budur. Tâyin ederse iş değişir. Hâdine olsun başka kadın olsun oğlan çocuğu kadınlardan müstağnî oluncaya kadar çocuğa bakmaya daha haklıdır. Bu yedi yaşla takdir edilmiştir. Fetva bununla verilir. Zira ekseriyetle görülen budur. Karı-koca çocuğun yanında ihtilâf ederlerse bakılır: Çocuk kendi kendine yer içer, giyinir ve taharetlenirse babasına verilir. Velev ki cebren olsun. Aksi takdirde ona verilmez. Anne ve nine -anneanne veya babaanne- küçük kız hayzını görünceye kadar yani zâhir rivâyete göre bulûğa erinceye kadar ona bakmaya daha haklıdırlar. Karı-koca küçük kızın hayız görüp görmediğinde ihtilâf ederlerse söz annenindir. Bunu in-celeme suretiyle Bahır sahibi söylemiştir.

Ben derim ki: Kızın yaşını hakem yapmak ve gâlibe göre amel etmek gerekir. İmam Mâlik'e göre hadâne hakkı oğlan bulûğa erinceye ve kız evlenip cima edinceye kadar devam eder. Aynî. Anne ile neneden başkaları küçük kız şehvet çağına erinceye kadar hadâneye daha haklıdırlar. Bu dokuz yaşla takdir edilir. Fetva bununla verilir. On bir yaşında bir kız bil ittifak şehvet çağına ermiştir. Zeylaî.

İZAH

"Talâk-ı bâinle ayrılırlarsa hadâne hakkı avdet eder." Fakat talâk-ı ric'î ile ayrılırlarsa mutlakaiddetin bitmesi gerekir. Nehir. Bu sözün muktezası talâk-ı bâinde iddet bitmeden avdet etmesidir. Halbuki kadın kocasının evinde iddet bekler. Bunun vechi kadının üzerindeki hâkimiyetinin kalkması olsa gerektir. Onun yanında çocuğa bir zarar yoktur. Bu da yukarıda arz ettiğimiz tafsilâtı te'yid eder. Dürr-ü Müntekâ sahibi şöyle demiştir: "Kezâ hadâne hakkı delirmek ve dinden dönmekle sâkıt olur da sonra mâni ortadan kalkarsa avdet eder. Bunu Avni ve başkaları söylemişlerdir. Mâni zâil olunca hak avdet eder dese daha güzel olurdu.

"Çünkü mâni kalmamıştır." Yani bu sakıt olan hak kabîlinden değildir. Onun için sâkıt olan hak avdet etmez denilemez. Ulemanın: "Kadının hakkı sâkıt olur." sözlerinin mânâsı hakkına bir mâni bulunur demektir. Nitekim "Geçimsizlik sebebiyle nafaka sakıt olur; delirmekle velâyet hakkı sâkıt olur, sonra bunlar ortadan kalkınca tekrar avdet eder." demeleri de bu kabîldendir. Bunu Nehir sahibi söylemiştir. Burada şöyle denilebilir:

Sâkıt olan hak geri dönmüş değil sebebi bulunduğu için yeni bir hak avdet etmiştir. Şufanın sukutu bunun hilâfınadır. Çünkü evvelce de geçtiği vecihle o tek bir haktır.

"Söz kadınındır ilh..." Yani kocası onunla evlendiğini iddia eder kadın inkârda bulunursa söz kadınındır. Kadın evlenmeyi ikrar eder de boşandığını iddiada bulunursa kocasının kim olduğunu tâyin etmediği takdirde söz kadınındır. Tâyin ederse kadının değildir. Her iki vecihde de sözün yeminle beraber olması gerekir. Nehir. Farkın vechi şudur: Kadın boşayan kocasını tâyin edince şeriat kocasının tasdiki olmaksızın evliliği ibtal etmiştir. Artık kadının sözü asla kabul olunmaz.

"Kadınlardan müstağni oluncaya kadar..." Bu yalnız başına yeyip içmek ve taharetlenmekle olur. Taharetten murad yardımcıya hâcet kalmadan suyla temizlenmektir.

"Yedi yaşla takdir edilmiştir." Ki bu da birinciye yakın, hatta onun aynıdır. Çünkü yedi yaşına girince çocuk kendi kendine taharetlenmeye başlar. Görmüyor musun Rasûlüllah (S.A.V.): "Çocuklarınıza yedi yaşına vardıklarında namazı emredin." buyurmuştur. Namaz emri ancak taharetlenmeye kudreti olana verilir. Zeylaî.

"Fetva bununla verilir." Bazıları dokuz sene olduğunu söylemişlerdir.

"Ekseriyetle görülen" Yani bu yaşta ekseriyetle görülen kadınlardan müstağnî olmalarıdır.

"Kendi kendine yer içer ilh..." İfadesi gösteriyor ki, hâkim karı-kocadan birine yemin ettirmez. Sadece zikredilen hususa bakar. Nitekim Zahîriyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Vechi şudur: Yemin nüku (yani ondan çekinmek) içindir. Karı-kocadan hiç biri çocuğun yedi yaşından önce annesinin, ondan sonra babasının yanında kalma hakkını ibtal edemez.

"Velev ki cebren olsun." Yani çocuk kendi işlerini kendi görmeye başladıktan sonra babası onu almazsa almak için zorlanır. Nitekim Mültekâ' da da böyle denilmiştir. Feth'in ibâresi ise: "Çocuk annesinden müstağnî olduktan sonra babası onu almaya zorlanır. Çünkü nafakası, koruması bilicma kendine aiddir." şeklindedir. Mecma şerhinde şöyle ifade edilmiştir: "Çocuk hizmetten müstağnî kalınca baba veya vasî yahut velî onu almaya mecbur edilir. Çünkü ta'lim ve terbiyesine babası daha muktedirdir. Hulâsa ve diğer kitabların ifadesi de şöyledir: "Oğlan müstağnî kaldığı, kız da bulûğa erdiği vakit asabeye verilmeleri evlâ olur. En yakından başlayarak sıra tâkib edilir. Kız çocuğunun hadânesinde amca oğlunun hakkı yoktur."

Ben derim ki: Şimdi şu kaldı: Hadâne müddeti sona erer de çocuğun asabesi veya vasîsi bulunmazsa zâhire göre hâdinenin (bakıcı kadının) yanında bırakılır. Meğerki hâkim ondan başkasını evlâ görsün. Allahu a'lem.

"Aksi takdirde" Yani bu dört şeyden hiç birini yahut bazılarını kendi başına yapamazsa çocuk babasına verilmez. T. "Nene" Yukarıya doğru çıksa bile demek istiyor.

"Bulûğa erinceye kadar ona bakmaya daha haklıdırlar." Kızın bulûğa ermesi ya hayız görmek veya menîsi gelmekle yahut yaşla olur. T. Bahır sahibi diyor ki: "Çünkü kız müstağnî kaldıktan sonra kadınların adâbını öğrenmeye muhtaç olur. Bu işi kadın daha iyi becerir. Bulûğa erdikten sonra korumaya muhtaç kalır. Bu iş için de baba daha kuvvetli ve daha münasibdir."

"Zâhir rivâyete göre" Mukabili aşağıda gelen İmam Muhammed kavlidir.

"Söz annenindir." Çünkü baba kızın hakkının sâkıt olduğunu iddia et-mektedir. Bahır.

"Ben derim ki ilh..." İfadesi Nehir sahibine aiddir. şöyle demiştir: "Ben derim ki: Kızın yaşına bakmak gerekir. Ekseriyetle kızların hayız gördüğü yaşa varmışsa söz babanın, varmamışsa annenindir." Müracaat edilmesi gereken küçük kızdır. Şayet ihtimalli bir yaşta bulûğa erdiğini iddia ederse tasdik edilir. Nitekim sair hükümlerde bu açıklanmıştır. Bunu Rahmetî söylemiştir.

"Bil ittifak şehvet çağına ermiştir." Hatta Minah'ın nikâhı haram kadınlar bahsinde: Dokuz yaşında veya daha büyük bir kız bil ittifak şehvet çağına ermiştir. denilmektedir. Sâihâni.

METİN

İmam Muhammed'den bir rivâyete göre hüküm anne ile nenede dahi böyledir. Fesad çok olduğu için bununla fetva verilir. Zeylai. Bu sözüyle musannıf ifade ediyor ki, kız çocuğu erkeklerin işine yaramadıkça evlense bile hadâne hakkı sâkıt olmaz. Ancak Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre mahabbete yararsa hadâne hakkı sâkıt olur, Nitekim Kınye'de beyan edilmiştir. Zahîriyye'de şöyle denilmektedir: "Bir kadın birine bu çocuk benim kızımdan doğan oğlundur. Annesi öldü. Onun için çocuğun nafakasını bana ver der de o kimse: Doğru söyledin, Ama annesi ölmedi, benim evimdedir cevabını verir ve çocuğu almak isterse, hüküm çocuğun annesini öğrenerek huzuruna getirmedikçe ona çocuk teslim etmez veçocuğu annesi alır. Çünkü bu kadının çocuğun ninesi ve bakıcısı olduğunu ikrar etmiş, sonra başkasının daha haklı olduğunu iddiada bulunmuştur. Bu ihtimallidir. Baba bir kadın getirir de: Bu senin kızındır. Bu çocuk da benim ondan doğan oğlum derse; nine ise: Hayır, bu benim kızım değildir. Bu çocuğun annesi olan kızım ölmüştür, cevabını verirse söz o adamla yanındaki kadınındır. Çocuk onlara verilir. Çünkü firâş onlarındır. Çocuk da onların olur. Nasıl ki karı-kocanın aralarında bir çocuk bulunur da koca bu çocuğun başka kadından doğma oğlu olduğunu iddia eder, kadınsa aksini iddia ederek o benim oğlumdur, ama bu adamdan değil derse, çocuğun o karı-kocanın oğlu olduğuna hükmedilir. Çünkü firâş onlarındır. Kezâ nine "Bu çocuk benim ölen kızımdan doğma oğlumdur" der de baba: Hayır, başkasındandır cevabını verirse söz babanındır ve çocuğu o kadından alır. Kezâ bir kadın getirerek benim oğlum bundandır, senin kızından değildir der de nene kendisini yalanlar, kadın da neneyi tasdikda bulunursa baba çocuğu almaya daha haklıdır. Çünkü bu çocuk benim şu kadından doğma oğlumdur deyince o kadının çocuğunun ninesi olduğunu inkâr etmiştir. Binaenaleyh onun hadâne hakkını da inkâr etmiş olur. Getirdiği kadınsa ona hakkı ikrar etmiştir. Zahîriyye'nin sözü kısaltılmış olarak burada biter. Bize göre çocuk için mutlak surette yani erkek olsun kız olsun muhayyerlik yoktur. Şâfiî buna muhâliftir

Ben derim ki: Bu bulûğa ermedendir. Bulûğa erdikten sonra çocuk anneyle babası arasında muhayyer bırakılır. Yalnız başına kalmak isterse buna da hakkı vardır. Bunu Münye'ye nisbet ederek Müeyyedzâde söylemiştir. Musannıf bunu şöyle ifade etmiştir "Kız kadınlık çağına ererse bakire olduğu takdirde baba onu yanına alır. Ancak yaşlanır da bir fikir sahibi olursa kendisi için bir korku bulunmamak şartıyla dilediği yerde yaşar.

İZAH

"Anne ile nenede dahi böyledir." Yani şehvet çağına erinceye hadâne hakkı onlarındır.

"Bununla fetva verilir." Bahır sahibi bu kavlin sahih kabul edildiğini naklettikten sonra: "Hâsılı fetva zâhir rivâyetin hilâfınadır." demiştir.

"Bu sözüyle musannıf" Yani şehvet çağına erinceye kadar sözüyle demek istiyor.

"Erkeklerin işine yaramadıkça hadâne hakkı sâkıt olmaz." Fakat er-keklerin işine yararsa sâkıt olur. Nafakalar bahsinin başında görüleceği vecihle ferçten başka bir uzvuna cima için şehvet çağına eren kıza nafakasını vermek lâzım gelir. Hizmete veya elinde tuttuğu takdirde mahabbete yararsa İmam Ebû Yusuf'a göre hüküm yine budur. Tûhfe sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Muktezası şudur: Erkeklerin işine yaraması fercten başka bir yerine cima etmekle kâfidir. Onun için nafakasını vermesi lâzım gelir. Sadece hizmet ve mahabbete yaraması bunun hilâfınadır. O zaman nafakası lâzım gelmez, Meğerki kocası buna razı olsun veya kızı evinde tutsun.

"Ancak Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre ilh..." Sözüyle şârih bu rivâyetin zayıf olduğuna işaret etmektedir. Zâhirine bakılırsa kız bulûğa ermeden erkeklerin işine yarar da babası onu evlendirirse annesi için bil ittifak hadâne hakkı yoktur. Ama bu müftâbih kavle göre zâhirdir. Zâhir rivâyete göre "Hayzını görünceye kadar" ifadesinden anlaşılmaz. Onun için de evlenmemişse diye kayıd koymaya hâcet yoktur.

"Çünkü firâş onlarındır." Zira nikâh birbirlerini tasdik etmekle sâbit olur.

"Kezâ nine" Demesi kadın kendisini nine olarak takdim ettiği içindir.

"Baba: Hayır, başkasındandır cevabını verirse" Yani sana ecnebî sa-yılan başka karımdan doğdu derse ki, bu meseleyle ilk mesele arasında fark budur. Çocuk bu karı-kocanındır diye hüküm verilir. Birinci meselede ise çocuğun onun kızından doğduğunu ve kendisinin neneliğini itiraf etmişti.

"Nene kendisini yalanlar" da: Bu kadın onun annesi değildir. Onun annesi benim kızımdır derse, "Kadın da neneyi tasdikte bulunursa" yani: Doğru söyledin. Ben bu çocuğun annesi değilim. Bu adam yalan söyledi. Ama ben onun karısıyım derse, baba çocuğu almaya daha haklıdır. Zahîriyye.

"Bize göre çocuk için muhayyerlik yoktur." Yani çocuk anneden alı-nacak yaşa geldiğinde onu babası alır. Küçük için muhayyerlik yoktur, Zira aklı ermediği için kimin yanında oynayabilecekse onu seçer. Sahih rivayetle sâbit olmuştur ki, ashab-ı kirâm küçüklere muhayyerlik vermemişlerdir. Gerçi Peygamber (S.A'V.)'in çocuğu muhayyer bıraktığını bildiren bir hadîsi vardır. Fakat: "Allahım! Bu çocuğa yolunu göster." diye dûa buyurmuş, onun dûası bereketiyle çocuk kendisi için daha elverişli olanı seçmiştir. Tamamı Fetih'dedir.

"Kız kadınlık çağına ererse" Yani kadınlar neyle bulûğa ererlerse o da onunla meselâ hayız ve benzeriyle kadınlık çağına ererse demektir. Musannıf bu cümleyi atsa sözü daha açık olurdu.

"Baba onu yanına alır." Yani kız genç ise kendisine bir fesadlık ya-pılacağından korkmasa bile onu yanına alır. Bahır. Baba lafzı kayıd değildir. Çünkü baba bulunmadığı vakit emin olmak şartıyla kardeş ve amca da böyledir. Kardeşle amca güvenilir kişiler değillerse hâkim güvenilir ve Müslüman bir kadın bularak kızı ona teslim eder. Nitekim Hâkim'in Kâfîsi'nde beyan edilmiştir.

METİN

Dul ise onu yanına almaz. Meğerki kız canından emin olmasın. O zaman babayla dedenin yanlarına almaya hakları vardır. Başkalarının buna hakkı yoktur. Nitekim ibtida halinde de böyledir. Bunu Bahır sahibi Zahîriyye'den nakletmiştir. Oğlanın aklı ermeye başlayıp reyinde kimseye muhtaç olmazsa baba onu yanına alamaz. Meğerki canından emin olmasın. Ozaman fitne veya rezaleti defy ve bir kabahat işlerse terbiye için onu yanına alabilir. Babaya nafaka da vacib değildir. Teberru olarak verirse ne âlâ! Bahır. Bu zikredilen hususatta dede de baba gibidir. Küçük kızın babası ve dedesi yok da kardeşi veya amcası varsa fesadçı olmamak şartiyle kızı yanına alabilir. Fesadçı olursa buna müsaade edilmez. Kıza zîrahmi mahrem olan her asabenin hükmü de böyledir. Babası, dedesi ve onlardan başka asabeleri bulunmazsa yahut asabeleri bulunur da fesadçı olurlarsa kız hakkında iş hâkime düşer. Kız güvenilir cinstense onun yalnız başına bir evde oturmasına müsaade eder. Aksi takdirde onu koruyabilecek emin bir kadının yanına koyar. Bu hususta bâkire ile dul arasında fark yoktur. Çünkü hâkim Müslümanların işine bakmak için tâyin edilmiştir. Bunu Aynî ve başkası söylemiştir.

İZAH

"Başkalarının buna hakkı yoktur." Fark şudur: Babayla dedenin kızı ibtidaen yanlarına almaya hakları vardır. Binaenaleyh hayat emniyeti yoksa onu kendi yanlarına iade etmeleri de câizdir. Başkalarının ise kızı ibtidaen yanlarına almaya hakları yoktur. O halde iadeye de hakları yoktur. Bunu Zahîriyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Zira metinlerin açıkladığına göre hadâne için kadın bulunmazsa bu hak tertib üzere asabelerinin olur. Bunda da babayla dededen başkasına yanına alma hakkı vardır. Meğerki onlardan başkaları sözüyle amca oğlu ve mevle'l-atâkâ gibi mahrem olmayan asabeleri kasdetmiş olsun. Zira böylelerine kız teslim edilmez. Nitekim geçmişti. Feth'in ibâresi şöyledir: "Meğerki kız kendine güvenilir takımından olmasın. O zaman baba onu kendi yanına alabilir. Kezâ fesadçı olmamak şartiyle kardeşle amcaya da bu hak sâbittir. Fesadçı iseler o zaman hâkim kızı güvenilir bir kadının yanına koyar." Zeylaî buna: "Kızın zîrahmi mahremi olan her asabe hakkında da hüküm budur." cümlesini ilave etmiştir. Sonradan musannıfın tuttuğu yol da budur.

"Oğlanın aklı ermeye başlarsa ilh..." Musannıfa düşen işe ya oğlan meselesiyle başlamak yahut onu sona bırakmaktı. Çünkü bu meselenin evveli ve ahiri kız hakkındadır. Sonra oğlandan murad bulûğa eren gençtir. Çünkü sözümüz bulûğa erdikten sonrası hakkındadır. Zeylaî'nin ibâresi şöyledir: "Sonra oğlan aklı başında olarak bulûğa ererse yalnız yaşayabilir. Meğerki fesadçı olup da hayatından korkulsun." Zeylaî. "Aklı başında olarak" demekle bunaktan ihtiraz etmiştir. Cevhere'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse bunamış olarak bulûğa ererse gerek oğlan gerekse kız olsun annesinin yanına verilir." Fetih'de: "Bunak muhayyer bırakılmaz. O annesinin yanında olur." denilmiştir. Bahır sahibi Feth'in ibâresini naklettikten sonra şunları söylemiştir: "Hem bunun çocuk muhayyer bırakılır diyenlere göre olması gerekir. Bize göre ise bunak zikredilen yaşa varınca yani annesinden alındığı yaşa varıncababasına verilir." Nehir sahibi de ona uymuştur. Kaidelere uygun olan da budur.

"Onu yanına alabilir." Yani babanın çocuğu yanına almaya hakkı vardır. Zâhire bakılırsa dede dahi öyledir. Hatta kardeş ve amca gibi asabeleri de öyledir. Ben bunu açık söyleyen görmedim. İhtimal ulema: "Hâkim ona günâh işleme imkânı vermez." sözüne itimad etmişlerdir. Bu bizim zamanımızda olacak iş değildir. Binaenaleyh akrabasından kendilerine güvenilen ve çocuğu koruyabilecek olan herkes çocuğu yanına alabilir diye fetva vermek teayyün eder. Çünkü münkeri defetmek buna kâdir olan herkese vâcibdir. Bahusus bundan dolayı ayıplanacak olan kişilere mutlaka vâcibdir. Bu da en büyük sıle-i rahimdendir. Şeriat sıle-i rahmi ve mümkün olduğu kadar kötülüğün def'ini emretmiştir. Teâlâ Hazretleri: "Hiç şübhesiz Allah adâlet, ihsan ve yakınlara yardımı emreder. Kötülüklerden, münkerattan ve zulümden de nehy eder. Olur ki aklınızı başınıza alırsınız." buyurmaktadır. Sonra Remlî'nin Bahır haşiyesinde gördüm ki bundan inceleme suretiyle bahsetmiş ve ben bunu bir yerde görmedim demiş; sonra: "Bu husustaki nakli gördüm. Minhâc, Hulâsa ve Tatarhâniyye'de mevcuddur." demiş. Onlarda mevcud olan ibâre şudur: "Çocuğun babası yoksa, hadâne zamanı da geçmişse başka asabelerin alması evlâdır. Asabelerin en yakınından başlanarak tertib üzere verilir. Ancak kız mahreminden başkasına verilemez.

Ben derim ki: Bizim sözümüz bulûğa eren oğlan hakkındadır. Onun naklettiği ise bulûğdan önceye aiddir. Onun için de güvenilir olup olmaması hususundaki tafsilâttan bahsetmemiştîr.

"Bu zikredilen hususatta" Yani bâkire, dul, oğlan ve terbiye hükümlerinde demek istiyor. T.

"Küçük kızı babası ve dedesi yoksa ilh..." Bildiğin gibi dul da böyledir. Yukarıda Zahîriyye'den nakledilen bunun hilâfınadır. Musannıf bunu ileride: "Bu hususta dulla bakirenin arasında fark yoktur." diyerek açıklayacaktır.

T E N B İ H : Bulûğa eren çocuk hakkında musannıfın söylediklerinin hülasası şudur: Çocuk bâkire, yaşlı veya dul, güvenilir yahut bunlar tipinde oğlan olursa kendisine muhayyerlik vardır. Bâkire olup genç veya dul yahut güvenilmeyen oğlansa böylelerine muhayyerlik yoktur. Onları baba yanına alır.

METİN

Erkek çocuklar kazanacak yaşa vardıklarında baba onları kazanç getirecek bir işe yahut ücretle çırak verir. Nafakalarını da ücretlerinden çıkarır. Kızlar bunun hilâfınadır. Baba müsrif ise oğlunun kazancını emin bir kimseye verir. Nitekim sair milklerde de böyledir. Bunu Hulâsa'ya nisbet ederek Müeyyedzade söylemiştir.

Talâk-ı bâinle boşanan bir kadın iddetini bitirdikten sonra çocuğunu alıp uzak mesafeli bir yere götüremez. Şayet iki belde arasındaki mesafe aynı günde çocuğunu görüp evinedönmeye müsaid ise mutlak surette bundan men edilmez. Çünkü bu bir mahalleden başka mahalleye gitmek gibidir. Şümunnî. Ancak köyden kasabaya gitmesi bundan müstesnadır. Bunun aksi câiz değildir. Çünkü çocuk köy ahlâkını kapar. Meğerki vardığı yer kadının vatanı olup orda nikâh edilmiş bulunsun. Yani kocası nikâhını kadının vatanında kıymışsa, esah kavle göre velev ki köy olsun gidebilir. Ancak dar-ı harbe gidemez. Meğerki karı-koca pasaportlu olsunlar.

İZAH

"Erkek çocuklar kazanacak yaşa vardıklarında" Yani erkeklerin yaşına varmadan önce demek istiyor. Çünkü o yaştan sonra kazanç için çocukları babası zorlayamaz.

"Kızlar bunun hilâfınadır." Baba onları hiç bir iş veya hizmete kirala-yamaz. Tatarhâniyye. Çünkü kiralayan şahıs kızla baş başa kalır. Şeriatta bu iş çirkin bir şeydir. Zahîre. Bu şunu ifade eder ki, babası kızı terzilik veya nakış gibi bir sanat öğrenmek için bir kadının yanına verebilir. Bunda bir mahzur yoktur. Tamamı nafakalar bahsinde gelecektir.

"Nitekim sair milklerde de böyledir." Murad çocukların milkleridir. Tatarhâniyye. Yani baba müsrif ise hâkim çocukların mallarını korumak için bir vasî tâyin eder.

"Talâk-ı bainle boşanan bir kadın"ın hükmü musannıfın dediği gibidir. Talâk-ı ric'î ile boşananın hükmüne gelince: O nikâhlı kadın gibidir. Dışarı çıkamaz. Çünkü mesken hakkı kocanındır. İddet bekleyen kadın ise iddeti bitmeden mutlak surette dışarı çıkabilir. Bahır. Zâhire bakılırsa kocası ölen kadın da bu hususta boşanan gibidir. Velîlerin izni olmaksızın dışarı çıkmaya hakkı yoktur. Zira velîleri babası yerinedir. Çocuğa zarar veren bir şey için çıkamayacağı da zâhirdir. Remlî. Burada "ölüm îddeti bekleyen kadın gündüzleri ve gecenin bir kısmında çıkabilir." diye itiraz edilemez. Çünkü burada maksad başka beldeye taşınmaktır. İddeti içinde kadının buna hakkı yoktur. iddeti bittikten sonra ne hüküm verileceğini ise görmedim. Remlî'nin: "Çünkü velîler baba yerini tutar." sözü iddet bittikten sonra dahi çıkamayacağını ifade eder. Lâkin üstadlarımızın üstadı Molla Ali Türkmânî'ye bir yetim meselesi sorulmuş: Annesinin terbiyesinde bulunan bir çocuk babasının babası varken annesi onu evlendiği beldeden başka beldeye götürmek istiyor. Dedesi buna mâni olabilir mi? demişler. Molla Ali şu cevabı vermîş: "Mezhebin metin ve şerh bütün kitablarında mesele boşanan kadın ve baba ile kayıdlıdır. Bunların ikisinden başkası hakkında meseleyi yürüten görmedik." Bu sözün ifade ettiği mânâ dede o kadını men edemez demektir. Remli'nin söylediği bir nakle müstenid değildir.

Binaenaleyh açık nakli görünceye kadar beklemek gerekir. Zira ilim emânettir. Merhumun el yazısıyla gördüğüm ifadenin hülasası budur. Remlî'nin tevakkuf etmesinin vechi baba ve boşanan kadın diye kayıdlamasıdır. Bunun ihtiraz için olması muhtemeldir. Buna karineulemanın bu hükmü yalnız boşanan anneye tahsis etmeleridir. İhtiraz için olmaması da muhtemeldir. Sebebi Remlî'nin dediği gibl velîlerin baba yerini tutmasıdır. Allahu a'lem.

"Bundan men edilmez." Meğerki şehirden köye gitmiş olsun. Nitekim gelecektir.

"Mutlak surette" Demesinden murad kadının vatanı olsun olmasın, akid orada yapılsın yapılmasın gidebilir demektir. Bahır.

"Bir mahalleden başka mahalleye gitmek gibidir." Yani bir şehrin bir mahallesinden başka mahallesine gitmek gibidir. Zâhire bakılırsa iki mahalle arasında mesafe bulunduğu zaman men edilir.

"Ancak köyden kasabaya gitmesi bundan müstesnadır." Minah hâşi-yelerinde Remlî şöyle demiştir: "Bu hatadır. Musannıf bu hususta Bahır sahibine uymuştur. Zira aralarında mesafe bulunduğu vakit kadının çocuğu köyden şehire nakletmeye hakkı yoktur. Şaşacak şeydir ki, hiç bir kimsenin söylemediği bir hükmü musannıf mücerred Bahır sahibini taklid ederek kitabın metnine almıştır." Tahtâvî'de Hindiyye'den naklen şöyle denilmektedir: "Kadın çocuğu köyden büyük bir şehire nakletmek ister de bu şehir kadının doğduğu veya nikâhının kıyıldığı şehir olmazsa buna hakkı yoktur. Meğerki söylediğimiz tefsire göre şehir o köye yakın olsun.

"Bunun aksi câiz değildir." Yani kadın şehirden köye taşınırsa buna imkân verilmez. Velev ki köy yakın olsun. Çünkü çocuk köy çocuklarının ahlâkını almak suretiyle zarar görür. Yani köylülerin tabiatı kaba saba olur.

"Yani kocası nikâhını kadının vatanında kıymışsa" İfadesinden anlaşılıyor ki, nikâhtan murad mücerred akiddir. Demek oluyor ki, uzak bir beldeye taşınması câiz olmak için iki şart lâzımdır. Birincisi o beldenin kadının vatanı olması, ikincisi nikâhın orada kıyılmasıdır. Câmi-i Sağîr'in rivâyetinde akid şart koşulmuş, vatandan bahsedilmemiştir. Zeylaî diyor ki: "Birinci kavil esahdır. Çünkü bir yerde evlenmek örfen orada kalmayı iltizam değildir. Binaenaleyh kadın oraya taşınamaz."

"Esah kavle göre velev ki köy olsun." Yani nikâhın kıyıldığı vatan velev ki köy olsun gidebilir demektir. Bakkâlî şerhinin ifadesi buna muhâliftir. Ama o zayıftır. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.

"Ancak dar-ı harbe gidemez." Cümlesi istisnadan istisnadır. Yani kadın nikâh akdinin yapıldığı vatanına gidebilir. Ancak orası dar-ı harb ise kocası Müslüman veya zimmî olan kadın oraya gidemez. Karı-koca ikisi de pasaportlu harbî iseler dar-ı harbe de gidebilir. Nitekim Bedâyı'da beyan edilmiştir. Hâsılı kitabımızın burasında metin ve şerhin ibâreleri son derece karışık ve uzundur. Daha açık ve kısa olması için şöyle demelidir: "Boşanan kadın çocuğunu köyden yakın kasabaya götürebilir. Fakat kasabadan köye götüremez. Birbeldeden nikâhının kıyıldığı vatanına da gidebilir. Kocası da kendi gibi harbî ise vatanı dar-ı harb bile olsa bu caizdir." İşte burada söylenecek kısa, faydalı, cami ve mâni ibâre budur.

METİN

Bu hüküm yalnız boşanan anneye mahsustur. Başkalarına gelince: Nine ve âzâd edilmiş ümmüveled gibilerin çocuğu bir yerden başka yere taşımaları için mikdar tâyini yoktur. Zira aralarında akid bulunmamaktadır. Böyleleri ancak babanın izniyle çıkabilirler. Nitekim baba dahi hadâne müddeti devam ettikçe annesinin izni olmaksızın annesinin beldesinden çıkarmaktan men edilir. Boşayan kimse karısı başkasıyla evlendiği için çocuğu ondan alırsa, annesinin hakkı avdet edinceye kadar çocuğu sefere götürmesi câiz olur. Nitekim Sirâciyye'de beyan edilmiştir. Musannıf şerhinde bunu: "Annesinden sonra hadâne hakkının intîkal edeceği bir kimsesi yoksa" diye kayıdlamıştır. Bu zâhirdir. Hâvî'de şöyle denilmektedir:" Babası çocuğu annesinin her gün görmesi mümkün olan bir yere çıkarabilir. Nitekim anne tarafında da hüküm budur. Bellenmelidir.

İZAH

«Bu hüküm» yani anlattığımız çıkma hükmü ve bu husustaki tafsilât yalnız anneye mahsustur. T.

«Nine» ve onun gibi hâdineler evleviyetle hükümde dahildirler. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.

«Zira aralarında akid bulunmamaktadır.» Çünkü nikâhlanan kadına vatanında akid yapılması kadının çocuğu ile beraber orada oturmasına razı olduğunun delilidir. Bu adamla nine arasında ise akid yoktur.

«Ancak babanın iznîyle» ve kezâ hadâne hakkı olan erkeğin izniyle çıkabilirler. T.

«Çocuğu annesinin beldesinden» uzak veya yakın olup annesinin gö-rerek dönebileceği bir yere götüremez. Çünkü annesinin hadâne hakkı devam ettiği müddetçe başka yere götürmek şöyle dursun çocuğu annesinden alması bile memnu'dur. Burada Nehir sahibinin Hâvî'nin sözünden alarak uzak yere diye kayıdlaması doğru değildir. Zâhire bakılırsa anneden başka hâdinelerin hükmü de budur. T.

«Boşayan kimse çocuğu alırsa ilh...» cümlesi üst tarafından anlaşılan mânâ üzerine tefrî' edilmiştir, Mecmâ'da şöyle deniliyor: "Çocuk başkasının yardımından müstağnî olmazdan önce babası onu dışarı çıkaramaz." Kitabın şârihi bu sözü: "Çünkü hadâne hakkını ibtal ettiği için bunda anneye zarar vardır." şeklinde tefsir etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: "Bu şunu gösterir: Annenin hadâne hakkı sukut edince çocuğu babasının sefere götürmesi câizdir." Sonra Bahır sahibi Sirâciyye'nin kitabımızda zikredilen sözünü naklederek: "Bu bizim söylediğimiz hususta açıktır." demiştir. Lâkin Burhan'dan naklen Şürunbulâliyye'de: "Kezâ baba çocuğu müstağnî kalacak yaşa varmadan önce bulunduğu yerden çıkaramaz. Velev kiannesinin hadâne hakkı olmasın. Çünkü mâni ortadan kalkarak bu hakkın avdet etmesi ihtimali vardır." Aşağıda Remlî'nin Fetâvâsı'ndan nakledeceğimiz ifadeden anlaşılan da budur. Bildiğin gibi Hâvî'nin ifadesi de buna delâlet eder. Mecma şerhinin yukarıda geçen sözü buna aykırı değildir. Çünkü hak kelimesinden hali veya istikbali kasdetmiş olması ihtimali vardır.

«Sirâciyye»'den murad Kâri-i Hidâye Sırâcüddin'in Fetâvâsı'dır.

«Musannıf... kayıdlamıştır.» Kezâ Nehir sahibi de kayıdlamıştır. Fakat buna hâcet yoktur. Çünkü boşanan anne evlenir de onun hadâneye ehil annesi veya başka bir yakını bulunursa, babasının sefere götürmek şöyle dursun çocuğu ondan almaya bile hakkı yoktur.

«Babası çocuğu çıkarabilir ilh...» Sen biliyorsun ki bu annesinin hadâne hakkı olmadığı surete mahsustur. Çünkü annenin hadâne hakkı varsa çocuğu köye veya uzak yakın bir beldeye götürmek şöyle dursun ondan almaya bile hakkı yoktur. Yukarıda Nehir'den naklettiğimiz ibâre bunun hilâfınadır. Sonra bunun Sirâciyye'den naklettiğimize ve aşağıda onun şeyhi Remli'den nakledeceğimize, hatta Mecma ile Burhan'dan yukarıda naklettiklerimize muhâlif olduğu gizli değildir. Çünkü Hâvî'nin ibâresi çocuk müstağnî olduktan sonraki hale şâmildir. Anneye yaraşan da budur. Tatarhâniyye'nin sözü de bunu te'yid etmektedir. Orada: "Çocuk anne ve babasından birinin yanında ise diğerinin ona bakması ve görmesi men edilmez." Şübhesiz sefer görüşmeye en büyük mânidir.

«Nitekim anne tarafında da hüküm budur.» Yani çocuk annenin yanında ise annesinin onu babasının her gün görebileceği bir yere çıkarmaya hakkı vardır.

METİN

Ben derim ki: Sirâciyye'de şöyle denilmiştir: "Annenin hadâne hakkı sâkıt olur da çocuğu babası alırsa çocuğu annesine göndermeye mecbur edilmez. Bilâkis annesi çocuğu görmek isterse ona mâni olunmaz. Üstadımız Remlî annenin hadânesi tamam olduktan sonra babası çocuğu sefere götürebilir. Bir de babadan gayri asabeler baba gibidir, diye fetva vermiştir." O bunu Hulâsa ile Tatarhâniyye'ye nisbet etmiştir.

FER'Î MESELE : Baba çocuğu sefere çıkarır da sonra annesini boşarsa kadın çocuğunu istedikte bakılır: Eğer çocuğu annesinin izniyle çıkarmışsa çocuğu ona iade etmesi lâzım gelmez. Ondan izin almadan çıkarmışsa iade etmesi lâzım gelir, Nasıl ki çocuğu annesiyle beraber çıkarır da sonra anneyi geri çevirir ve boşarsa çocuğu iade etmesi gerekir. Bahır. Allahu a'lem.

İZAH

«Annesine göndermeye mecbur edilmez.» Çocuğa annesi bakıyorsa hadânesi zamanındaonun tarafından da aynı şey söylenir. T. Yukarıda Tatarhâniyye'den naklettiğîmiz söz de bunu ifade eder.

«Annenin hadânesi tamam olduktan sonra» ibaresini ben Hayriyye'de bu mahalde görmedim.

«Bir de babadan gayri asabeler ilh...» ifadesi çocuk babadan başkasının elindeyse o da çocuğu sefere götürebilir mânâsını îham etmektedir. Ben bundan bahseden kimse görmedim. Bilâkis Kuhistânî şöyle demiştir: "Çocuğu babası sefere çıkaramaz. Meğerki yardımdan müstağnî bir yaşa varmış olsun. Babadan gayri hadâne hakkı olan kimseler dahi onu sefere çıkaramazlar. Bu küçüğü kollamak içîndir." Remlî'nin Hayriyye adlı kitabında verdiği fetva şudur: "Anne ecnebî biriyle evlenir de küçüğün amcası oğlu onu almak isterse Minhâc'da şöyle denilmiştir: Çocuğun babası yoksa hadâne müddeti de bitmişse sıra babadan sonraki asabelere gelir. Bunlar yakınlık sırasıyla çocuğa bakarlar. Şu kadar var ki, kız çocuğu mahrem olmayan asabeye verilmez." Bunun bir misli de Hulâsa, Ta-tarhâniyye ve diğer kitablardadır.

«Çocuğu oha iade etmesi lâzım gelmez.» Kadına: "Onu git de kendin al." denilir. Nehir.

«İade etmesi lâzım gelir» Çünkü çocuğu annesinin izniyle çıkarmış da olsa kadın onunla beraber sefere çıkarken çocuğundan ayrılmaya razı değildi. Kocası yalnız kadını geri çevirir de sonra boşarsa çocuğu ona iade etmesi gerekir. Kadının yalnız çocuğu sefere çıkarmasına izin vermesi bunun hilâfınadır. Allahu a'lem.

 

 

 

NAFAKA BÂBI

 

METİN

Lügatta nafaka insanın çoluk çocuğuna harcadığı şeylerdir. Şer'an ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Örfen nafaka yiyecek demektir. Bir insanın nafakası üç sebeble başkasına vâcib olur. Bunlar evlilik, akrabalık ve milktir. Musannıf işe evlilikten başlamıştır. Çünkü bundan önceki bâblarla münasebeti vardır yahut çocuğun aslı odur diye evlilik nafakasından işe başlamıştır. Sahih nikâhla evlenen kadının nafakası kocasına vâcibdir. Şayet nikâhın fâsid veya bâtıl olduğu anlaşılırsa kadın aldığı nafakayı kocasına iade eder. Bahır. Çünkü nafaka eve kapanmanın karşılığıdır. Başkasının menfaati için kapanan her insanın nafakası kapayana lâzımdır. Misâli müftî, hâkim ve vasîdir. Zeylaî.

ÎZAH

Nafaka kelimesi nufuk kökünden alınmadır. Nufuk helâk demektir. Arablar: "Nefekati'd-dabbetü" derler ki, hayvan helâk oldu demektir. Yahut nefâktan alınmıştır. Nefâk geçerli olmak mânâsınadır. "Nefekati's-sil'atü" derler ki, mal revaç buldu, geçerli oldu demektir.

«Şer'an ise yiyecek ilh...» Hişam: Nafaka nedir, diye sorduğu vakit İmam Muhammed onu burada beyan edilen üç şeyle tefsir etmiştir. Nitekim Hulâsa'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir.

«Örfen» yani şeriat ulemasının dilinde örf ve âdet olan mânâsı sadece yiyecektir. Onun için giyecek ve meskeni nafakanın üzerine atfederler. Atıf başka başka olmayı gerektirir. Rahmetî. Kenz, Mültekâ ve diğer metinlerin ibâresi bu şekildedir.

«Ve milktir.» sözü köle ve cariyelere, hayvanlara, akara şâmildir. Nitekim Dürr-ü Müntekâ'da belirtilmiştir, Lâkin milk meselesinde mahkeme tarafından cebir yoktur. Akrabalık meselesinde de hilâf vardır. Nitekim bu bâbın sonunda gelecektir.

«Bundan önceki» nikâh, talâk ve iddet gibi bâblarla münasebeti vardır. Bahır.

«Yahut çocuğun aslı odur diye» yani akrabalık ancak doğum sebebiyle olur. Oğul, baba, kardeş ve amca gibi insanların asılları ancak evlilikle meydana gelir. Bu sebeble musannıf söze evlilikten başlamıştır, Çünkü o hepsinden önce gelir.

«Sahih nikâhla» demesi fâsid nikâhda Müslüman kocaya nafaka lâzım gelmediği içindir. Çünkü vücüb sebebi yoktur. Vücud sebebi kocanın nikâhla kadının üzerinde sâbit olan eve kapanma hakkıdır. O kocadan beklenen iddette de öyledir. Eve kapanma hakkı sâbit olsa da nikâhla sâbit olmuş değildir. O menîyi korumak içindir. Bir de iddet hali nikâh halinden daha kuvvetli değildir. Bedâyı'.

«Şayet nikâhın fâsid olduğu ilh...» Burada Bahır sahibi bâtıl kelimesinden bahsetmemiştir. İddet bahsinde Fetih ve diğer kitablardan naklen nikâhın fâsidi ile bâtılı arasında farkolmadığını söylemiştik. Satış bunun hilâfınadır. Hindiyye'de Zahîre'den naklen şöyle denilmiştir: "Nikâh zâhire bakarak sahih görünür de hâkim kadına nafaka tâyin ederse ve kadın bir ay nafaka aldıktan sonra nikâhın fâsid olduğu anlaşılırsa -ki bu şâhidlerin: Bu kadın onun süt kız kardeşidir diye şâhidlik etmesiyle olur. Hâkim onları ayırdıktan sonra- kocası kadına verdiği nafakayı geri alır. Hâkim nafaka tâyin etmeden vermişse hiç bir şey geri alamaz." Fetih'de de böyle denilmiştir. Yine Hindiyye'de Hulâsa'dan nakle',: "Şâhidsiz kıyılan nikâhda kadının nafakaya müstahak olduğunda bütün ulema müttefiktir." denilmiştir. Tahtâvî diyor ki: "Hamevî burada itiraz ederek bunun fâsid nikâh ferdlerinden olduğunu söylemiştir."

Ben derim ki: Bunun bir misli de Nehir'dedir. Zâhire bakılırsa doğrusu nafakaya müstehak değildir demek lâzım gelir. Çünkü fasid nikâhda kadının eve kapanması yoktur.

«Kocasına iade eder.» Velev ki köle olsun. Hatta kadının nafakası için köle satılır.

«Müfti ve hâkimdir.» Yani vâlidir. Bunlara ve nafakalarını verdikleri kimselere beytülmalden yetecek kadar maaş verilir. Çünkü Müslümanların yararı için kendilerini hapsetmişlerdir. Rahmeti.

«Ve vasidir.» Vasiye beytülmalden nafakasıyla gördüğü işin ücretinden hangisi azsa o verilir. Rahmetî. Zâhirine bakılırsa vasî zengin de olsa, ölenin vasîsi de olsa maaşını alır. Ama bu söz götürür. inşaallah kitabımızın sonunda vasî bâbında görülecektir.

«Zeylaî» demesi Zeylaî'nin yalnız bu üç kişiyi söylediğini îham etmektedir. Halbuki o altı kişi zikretmiş, bunlara vâliyi de ilave etmiştir. H.

METİN

Sadaka memuru, düşmana karşı müdafaada bulunan askerler ve ortağının malı ile sefere çıkan ortakçı da bunlardandır. Rehin de var diye itiraz edilemez. Çünkü rehin iki tarafın menfaati için hapsedilir. Koca çok küçük olup cimaya kudreti olmasa bile karısının nafakası onun malından verilir, babasının malından verilmez. Meğerki babası bunu üzerine almış olsun. Nitekim mehir bâbında geçmişti. Çünkü mâni koca tarafından gelmektedir. Koca fakir de olsa karısının nafakası üzerine vacibdir.

İZAH

«Düşmana karşı müdafaada bulunan» yani kendilerini bu işe verip düşmanın öncülerini gözeten askerlerin ve çocuklarının nafakasını vermek vâcib olur.

«Ortakçı» nın nafakası kendisi seferde bulunduğu müddetçe ortak maldan çıkarılır. Çünkü kendini bu işe tahsis etmiştir. İki kişiyle veya daha çok kimselerle ortaklık yaparsa nafakası mala göre verilir. Rahmetî.

«Rehin de var diye itiraz edilemez.» Bahır sahibi diyor ki: "Buna itirazla: Rehin mürtehinin(yani rehin alanın) hakkı için hapsedilir. Bu hak alacağını tamamen almaktan ibarettir. Onun içindir ki, rehin aldığı malda sair alacaklılardan daha fazla hak sahibidir. Halbuki rehinin nafakası verene düşer denilmiştir. Bunun cevabı şudur: Rehin verilen mal aynı zamanda verenin hakkı için de hapsedilmiştir. Bundan murad rehin helâk olursa borcun ödenmiş sayılmasıdır. Halbuki milk kendisinindir." "Halbuki milk onundur." sözü nafakanın yalnız rehini verene vâcib olması hususunda rehin verenin tarafını tercih etmektir. Halbuki mal her iki tarafın hakkı için hapsedilmiştir. Şârih bu mânâyı bozmuştur. H.

Ben derim ki: Şârih bunu terketmekle mânâ bozulmuş değildir. Çünkü muhakkık âlim İbn-i Hümam bunu zikretmemiştir. Hapsetmenin faydası başkasına mahsus değilse nafaka da ona vâcib değildir. O müşterek malda çalışan çırak gibidir ki, ücrete hakkı yoktur. Çünkü bir cihetten kendisi için çalışmaktadır.

«Babasının malından verilmez ilh...» Bu ibâre Hâkim-İ Şehid'in Kafîsi'nde de böyledir. O şöyle demiştir: "Koca küçük olup malı yoksa karısının nafakası babasından alınmaz. Meğerki üzerine almış olsun." Hâniyye'de de şöyle denilmiştir: "Kadın büyük olup küçük olan kocasının malı olmazsa nafakası babasına vâcib değildir. Babası onun nâmına ödünç alır sonra oğlu zenginlediğinde bunu ondan ister." Bunu Bahır ve Nehir sahibleri Hulâsa'ya da nisbet etmişlerdir. Remlî: "Bunun misli Zeylaî ve diğer bir çok kitablarda mevcuddur." diyor.

Ben derim ki: Mehir bâbında musannıf ile şârih de buna kesinlikle kâil olmuşlardır. Biliyorsun ki Kâfî mezhebin nassıdır. Bahusus ekseri kitablarda da mesele onun dediği gibidir. Binaenaleyh şârihin fer'î meselelerde Muhtar ile Mültekâdan naklen söyleyeceği: "Babasına vâcibdir." sözüne tercih, edilir. Ancak onun vâcibdir sözü sonra oğlundan almak şartıyla ödünç almak vâcibdir mânasına yorumlanırsa bir diyeceğimiz kalmaz.

TENBİH: Şürunbulâliyye sahibi Hâniyye'nin sözünü naklettikten sonra şunları söylemiştir: "Ben derim ki: Bu küçük kızı evlendirmekte bir yarar bulunduğu zamandır. Meme emen bir çocuğu şehvet haddine ermiş cimaya dayanabilir bir kadınla çok mehir vererek evlendirmekte bir yarar yoktur. Nafakanın lüzumu hâkimin hükmüyle karar kılar ve çocuğun malı varsa bütün malını kaplar yahut çok borca girer. Mezhebin kaidesine göre baba edepsizliği ile meşhur ise yaptığı akid bil ittifak bâtıl olur. Bunu Bahır sahibi ve başkaları açıklamışlardır. Musannıf da velî bâbında zikretmiştir.

Ben derim ki: Metin ve şerhlerde açıklanan şudur: "Baba küçük oğlanla küçük kızı dengi olmayan bir adama mehr-i misil almaksızın fahiş surette aldanarak evlendirebilir. Çünkü babanın kemal-i şefkati o işte yarar bulunduğuna delildir. Yeter ki sarhoş veya kötü tutumuyla meşhur olmasın. Çünkü bu yarar düşünmediğine delildir. Biliyorsun ki şart olanakidden önce kötü tutumuyla meşhur olmamasıdır. Mücerred akidle onun kötüyü seçtiği sâbit olmaz. Aksi takdirde fazla aldanmak suretiyle yaptığı akdin ve kızı denginden başkasına vermesinin tesavvur edilememesi lâzım gelir. Nitekim izahı velî bâbında geçmişti. Böylece anlaşılır ki, kötülükle meşhur değilse küçük çocuğuna bir kadın nikâhlaması mutlak surette sahih olur. Nitekim bu mezhebimizin bilumum kitablarında yazılmıştır. Babanın şefkati yararlı iş yerini tutar.

«Çünkü mâni koca tarafından gelmektedir.» Bunda âleti kesik, âleti kalkmayan ve cimaya kudreti olmayan hasta dahildir. Nitekim Hindiyye'de açıklanmıştır.

«Fakir» den murad karısının nafakasını vermeye muktedir olmayan kişidir. Minah. Karısı hakimin emriyle onun nâmına borç alır. T. Bu ileride gelecektir.

METİN

Kadının Müslüman, kâfir, büyük veya küçük olması müsavîdir. Yalnız küçüğün cimaya dayanabilmesi yahut ferçten başka bir yerine cimada bulunmak için kendisine şehvet duyulması şarttır. Böyle olmazsa mâni onun tarafından gelmiş olur ve kendisine nafaka verilmez. Nitekim karı-koca ikisi de küçük olurlarsa kadına nafaka yoktur. Kadının fakir veya zengin, cima edilmiş veya edilmemiş olması hep birdir. Meselâ kocası küçük olur yahut kendisi ferci yapışık veya boynuzlu yahut bunak veya cima edilemeyecek derecede yaşlı olursa mehrini alır. Kezâ küçük olan kadın hizmete veya mahabbete yarar da kocası onu evinde alıkoyarsa İmam Ebû Yusuf'a göre bu hükümdedir. Tûhfe sahibi bunu ihtiyar etmiştir. Velev ki kadın mehrini almak için kocasına teslim olmasın. Bu hususta cima edilmiş veya edilmemiş kadın fark etmez. İmam Ebû Yusuf'a göre mehrinin hepsi müeccel de olsa yine nafaka alır. Fetva buna göredir. Nitekim Bahır ile Nehir'de beyan edilmiştir. Eşbâh'a hâşiye yazan zât da bunu kabul etmiştir. Çünkü bu bir hak sebebiyle imtinadır. Binaenaleyh kadın na-fakaya müstehak olur. Nafaka karı-kocanın hallerine göredir. Bununla fetva verilir.

İZAH

«Yalnız küçüğün cimaya dayanabilmesi» yani gerek kocasiyle gerekse başkasiyle cimaya dayanabilmesi şarttır. Nitekim Fetih sahibinin sözü de bunu ifade eder. Musannıf burada Zeylaî'nin şu sözüne işaret etmektedir: "Sahih olan yaşla takdir edilmemesidir. Çünkü şişman ve semiz bir kadın yaşı küçük de olsa cimaya dayanır."

«Kendisine şehvet duyulması şarttır.» Çünkü zâhire göre böyle olan bir kız aşağı yukarı cimaya dayanır demektir. Velev ki hususî bir adamın meselâ kocasının cimasına dayanamasın. Fetih.

«Kendisine nafaka verilmez.» Yani onu evinde hizmet veya mahabbet için alıkoymadıkça nafaka verilmez. Nitekim az ileride gelecektir.

«Nitekim karı-koca ikisi de küçük olurlarsa kadına nafaka yoktur.» Çünkü cimaya mâni kadından gelmektedir. Aynı zamanda kocasından da gelmiş olması zarar etmez. Elverirki kadın tarafından nafakayı icab edecek teslim bulunmasın.

«Meselâ kocası küçük olur ilh...» cümlesi "veya edilmemiş olması" sözüne misâldir. Şârih bununla şunu ifade etmek istemiştir: Kadının cima edilmemiş olmasında erkek tarafından hiç bir mâni bulunmamakla bulunması arasında fark olmadığı gibi kadın tarafından mâni bulunmanın meselâ kadının ferci yapışık olmasının da ehemmiyeti yoktur. Elverirki kadın şehvetlenilecek yaşta olsun. Çünkü nafaka vâcib olmak için itibara alınacak cihet kadının evine kapanmasıdır. Bundan maksad da cima veya cima'ın mukaddimeleridir. Onun içindir ki, şehvet çağına gelmiş küçük kızla fercinden başka bir yerine cima etmekle mehir vâcib olur. Nitekim evvelce geçmişti.

«Yahut bunak...» Burada Tatarhâniyye sahibi şöyle demiştir: "Deli bir kadın kocasına haklı olarak kendini teslim etmezse ona nafaka verilir."

«Küçük olan kadın» dan murad kendisine karşı asla şehvet duyulmayandır. Velev ki ferçten başka yerine olsun. Aksi takdirde evinde alıkoysun koymasın nafakasını vermek lâzım gelir. Nitekim biraz yukarıda geçmişti.

«Kocası onu evinde alıkoyarsa» cevab şârihin dediği gibidir. Fakat geri çevirirse ona nafaka yoktur. Bedâyı'. Bunun hülasası şudur: Koca muhayyerdir. Ama şehvet duyulan kadın meselesinde muhayyer değildir. Bilakis mutlak surette nafakasını vermesi tâzım gelir. Nitekim gördün.

«Mehrini almak için» ifadesinden murad peşin vermek âdet olan mikdarıdır. Çünkü kadın hakkıyla imtina etmiştir. Kusur kocasından gelmektedir. Onun için bununla kadının nafakası sâkıt olmaz. Zeylaî.

«Cima edilmiş veya edilmemiş» sözü imtinayı umumileştirmektir. Yani bu suretle cimadan imtina eden kadına nafaka verilir. Cimadan önce veya sonra olması fark etmez. Lâkin kocası kadının rızasıyla cima ettiyse, İmam Ebû Yusuf'a göre imtina halinde hakkı sâkıt olur.

«Fetva buna göredir.» Yani buna istihsanen fetva verilir. Çünkü koca mehrin hepsini müeccel yapmak isteyince o kadından faydalanma hakkını ıskata razı olmuş demektir. Hulâsa'da: "Üstad Zahîruddin bu kadının cimadan imtinaya hakkı yoktur, diye Sadru'ş-Şehid ise vardır diye fetva verirmiş." denilmiştir. Şu halde fetva muhtelif demektir. Bahır sahibi mehir bâbında böyle demiştir. Biz orada istihsanın tercih edileceğini söylemiştik. Onun için şârih bunu kesin ifade etmiştir. Bahır'da Fetih'den naklen şöyle denilmektedir: "Bütün bunlar müddet gelmeden cimayı şart koşmadığına göredir. Koca bunu şart koşar kadın da razı olursa, İmam Ebû Yusuf'un kavline göre cimadan imtinaya hakkı kalmaz," Bu husustakisözün tamamını biz orada arz etmiştik.

«Binaenaleyh kadın nafakaya müstehak olur.» Yani mehir istemeye hakkı olmasa da nafakasını alır.

«Bununla fetva verilir.» Hidâye'de böyle denilmiştir. Hassaf'ın kavli de budur. Valvalciyye'de: "Sahih olan budur. Fetva buna göredir." denilmiştirtir. Zâhir rivâyete göre ise yalnız kocanın hali itibara alınır. Ulemadan bir çoklarının kavli de budur. İmam Muhammed bunu nassan söylemiştir Tûhfe ile Bedâyı'da sahih olan budur denilmiştir. Bahır. Lâkin metinlerle şerhler birinci kavle göre yazılmıştır. Hâniyye sahibi diyor ki: "Bazı kimseler kadının hali muteberdir demişlerdir." Bahır sahibi şunları söylemiştir: "Karı-koca zengin iseler ulema zengin nafakasının vâcib olduğuna ikisi de fakirse fakir nafakası vâcib olduğuna İttifak etmişlerdir, Ancak biri diğeri fakir ise ihtilâf etmişlerdir. Zâhir rivayete göre erkeğin hali itibara alınır. Erkek zengin kadın fakir ise zengin nafakası verecektir. Hal bunun aksine ise fakir nafakası verir. Fakat fetvaya göre her iki meselede orta bir nafaka vâcib olur. Bundan murad fakir kadın nafakasından çok, zengin kadın nafakasından az olmaktır.

TENBİH: Ulema zenginlikle fakirliği akrabanın nafakasında açıklamışlardır. Ama zevcenin nafakasında bunları açıkladıklarını görmedim. Her halde bunu örfe bırakmış olacaklardır ve nafakayı verip vermemek hususunda hale bakılacaktır. Bunu Bedâyi' sahibinin şu sözü te'yid etmektedir: "Hatta erkek çok zengin olur da francalı ekmeği ve tavuk eti yerse, kadın da son derece fakir olup evinde arpa ekmeği yerse bu kadına buğday ekmeği ile koyun eti verir."

METİN

Erkek gücünün yettiği mikdarla muhatab olur. Kalan kısım zenginlikten sonra ödemek üzere borç olur. Erkek zengin kadın fakir ise onun nafakasını kendi yediğinden vermesi lâzım değil fakat mendûbtur. Kocası yanına taşınmasını istemedikçe kadın babasının evinde bile olsa nafakasını alır. Bununla fetva verilir. Kezâ kadını çağırır da gelmekten imtina etmezse yahut mehrini almak için imtina ederse veya kadın kocasının evinde hasta olursa istihsanen kendisine nafaka verilir. Çünkü evine kapanma hali mevcuddur. Keza kadın hastalanır da sonra kocasının evine taşınır yahut kendi evinde kalırsa nafakasını alır. Vermediği de kendinin olur. Fetva buna göredir. Nitekim Fetih sahibe izah etmiştir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: "Kadın kocasının yanında hastalanır da babasının evine taşınırsa, taşınması hevdeç ve benzeri bir şeyle mümkün olmadığı, takdirde kendisine nafaka verilir. Aksi takdirde verilmez. Nitekim kadını tedavi ettirmek kocasına lâzım değildir.

İZAH

«Erkek gücünün yettiği mikdarla muhatab olur ilh...» Bunu Hidâye sahibi açıklamıştır. Gâyetü'l-Beyân sahibi ise bundan gâfil" olarâk: "Erkek fakir kadın zenginse, biz de orta nafaka vâcib olduğunu söylersek erkeğe gücü yetmeyeceği yükü yüklemiş oluruz." demiştir.

«Kalan kısım» dan murad orta nafakayı tamamlayan mikdardır.

«Kadın babasının evinde bile olsa» sözü "zevce için vâcib olur" sözünü umumileştirmektir. Zâhir rivâyet budur. Binaenaleyh nafaka sahih akidden itibaren vacib olur. Kocası çağırmadıkça kadın onun evine taşınmasa bile nafakasını alır. Müteehhirin ulemadan bazıları: "Kocasının evine zifaf edilmedikçe nafaka vâcib olmaz." demişlerdir. Bu Ebû Yusuf'tan bir rivâyettir. Kudûrî bu kavli tercih etmiştir. Ama fetva ona göre değildir. Tamamı Fetih'dedir.

«Çünkü evine kapanma hali mevcuddur.» Kocosı onunla mahabbet eder, ona dokunur, kadın evi muhafaza eder, Mâni geçicidir: Binaenaleyh hayza benzer. Hidâye.

«Kezâ kadın hastalanır da sonra kocasının evine taşınırsa...» Bu ifade musannıfın "yahut kadın kocasının evinde hastalanırsa" sözünden anlaşılan mefhuma muhâliftir. Musannıf "sağlamken kendini teslim ederse" demek istemiştir. Bunun mefhumu: Hasta iken kendisini teslim ederse nafaka alamaz mânâsınadır. Çünkü teslim sahih olmamıştır. Nitekim Hidâye'de beyan edilmiştir. Lakin Fetih sahibinin tahkîkına göre bu nafakanın vâcib olması için teslimi şart koşan bazı kimselerin kavline göredir. Biliyorsun ki bu kavil müftâbih kavle muhâliftir. Müftâbih kavle göre nafaka teslimle değil sahih akidle lâzım gelir. Şu halde muhtar olan kavil nafakanın vâcib olmasıdır. Çünkü eve kapanma mevcuddur.

«Aksi takdirde verilmez.» Yani kocasının evine hevdeç veya benzen bir şeyle taşınmak mümkün olur da taşınmazsa kadına nafaka verilmez. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir. Çünkü kadın taşınmak elinde iken bunu yapmamıştır. Hiç kâdir olamaması bunun hilâfınadır. Lâkin ileride göreceğiz ki, kocasıyla taşınmaya asla imkân bulamayan zifaf olunmamış hasta kadına nafaka verilmez. Taşınma imkânı bulmamak nafakanın vâcib olmasına mâni sayılmış demektir. Burada ise nafakayı mûcib sayılmıştır. Bunların aralarında fark vardır diye cevap verilebilir. Fark şudur: Burada kadın kocasının evine taşınınca kendini teslim tehakkuk etti demektir. Bundan sonra kadın kaçak sayılmaz. Meğerki taşınmak elindeyken imtina etmiş olsun. Hiç teslim bulunmamak bunun hilâfınadır. Kadın taşınamayacak derecede hastalanırsa ona nafaka verilmez. Çünkü asla teslim bulunmamıştır. Ne hakikaten ne hükmen teslim yoktur. İleride bunu te'yid edecek sözler gelecektir.

«Nitekim kadını tedavi ettirmek kocasına lâzım değildir.» Yani kadına ilaç parası getirmesi, tabib ücreti, kan aldırma, boynuz vurdurma gibi şeyler lâzım değildir. Bu Sirâc'dan naklen Hindiyye'dedir. Zâhire bakılırsa nifâslı kadının kanı gidermek için kullandığı şeyler de bundadahildir. Ebe kadın ücreti hakkında ise ileride söz gelecektir:

METİN

On bir kadına nafaka yoktur. Bunlar şunlardır: Dinden dönen, kocasının oğlunu öpen, ölüm iddeti bekleyen, nikâh-ı fâsidle alınan ve iddetini bekleyen, sahibi tarafından kendisine gelinlik odası hazırlanmayan cariye, cimaya yaramayan küçük kız, kocasının evinden haksız olarak çıkan kadın, buna nâşize derler ki kocasından haksız yere kaçandır. Evine dönünceye kadar kendisine nafaka verilmez. Kocası sefere çıktıktan sonra dönüp gelirse İmam Şâfiî'nin hilâfı vardır. İtâatsizlik etmediği hususunda söz yeminiyle kadınındır. Kaçaklıkla hâkim tarafından takdir edilen nafaka düşer. Esah kavle göre ödünç alınan nafaka düşmez. O ölüm gibidir.

İZAH

«On bir kadına nafakat yoktur.» Yani fâsid nikâhla alınan kadını ve iddetini bir saydıktan sonra on bir kadına nafaka yoktur. Musannıf burada onlardan beşini zikretmiştir. Altısını da şârih ilave etmiştir. Lâkin şârihin ilave ettiklerini musannıf nikâh-ı fâsidle alınan kadınla iddetinden maadasını ayrı ayrı yerlerde zikredecektir. Fâsid nikâhla alınandan bahsetmemesi o adamın karısı sayılmadığı içindir. Biz de bunlardan yerlerinde bahsedeceğiz. Bunlara şübheyle cima edilen kadını da katmak gerekir. Zira Hulâsa'da: "Şübheyle cima edilen her kadına nafaka yoktur." denilmiştir. Çünkü kocasının bu kadınla cimadan men edilmesi kadın tarafından gelen bir sebebtendir. Bunu itâatsiz kaçak kadına katmak da mümkündür.

«Nikâh-ı fâsidle alınan ve iddetini bekleyen» hakkında evvelce söz etmiştik. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: "Kocası kadını bırakarak savuşup gider de kadın başka biriyle evlenir, cimada da bulunursa ilk kocası dönüp geldiğinde araları ayrılır. Bu kadına gerek birinci kocacısından gerekse ikinci kocasından iddet beklerken nafaka verilmez. Fakat cima edilen bir kadını kocası üç defa boşar da kadın iddeti içinde başka kocaya varır ve ikinci kocası onunla cimada bulunursa iş değişir. Böyle bir kadına birinci kocasından beklediği iddet esnasında nafaka ve mesken verilir. "Yani bu kadın ilk kocasından talâk-i bâin iddeti beklemektedir. Öteki kadın ise fâsid nikâhla vardığı ikinci kocasından iddet beklemektedir. Onun için ona nafaka yoktur. Nafaka ikinci kocasına vâcib olmadığı gibi ilk kocasına da vâcib değildir. Çünkü kadın kendi tarafından gelen bir mâni ile nefsini ona teslim etmekten kaçınmıştır. Hindiyye'de beyan edildiğine göre bir adam bir kadınla söylenir de sonra onunla evlenir, fakat kadının kendinden gebe kaldığını inkâr ederse nafaka vermesi vâcib değildir. Çünkü kadından istifade etmesine engel kadın tarafından gelmiştir. Kadının kendinden gebe kaldığını ikrar ederse nafaka vermesi lâzım gelir,

TENBİH: Bir adam bâin iddeti bekleyen bir kadınla evlenirse kadının nafakası sâkıt olmaz. Ancak bunun için kadının iddet beklediği evden çıkmamış olması şarttır. Aksi takdirde kaçak kadın sayılır. Nitekim Zahîre'de beyan edilmiştir.

«Cimaya yaramayan küçük kız» hizmet ve mahabbete yarar da kocası onu evinde alıkoymazsa hüküm yine budur. Nitekim geçmişti.

«Haksız olarak» sözünün muhterezini şârih aşağıda: "Gasb evinden çıkması bunun hilâfınadır ilh...» sözüyle anlatacaktır. Kezâ bu söz kadının mehrini almak için koca evini terk etmesinden de ihtirazdır. Bir kaç yerde kadının koca evini terk etmeye hakkı vardır. Bunlar mehir bâbında geçmişti. Bazıları da musannıfın: "Koca karısını anne ve babasına gitmekten men edemez." dediği yerde gelecektir.

«Buna nâşize derler.» Yani şer'î mânâsıyla bu kadın kaçaktır. Lügatta ise kocasına isyân ve buğz eden mânâsınadır.

«Dönüp gelirse ılh...» kaçak olmaktan çıkar. Bunu Hulâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani nafaka almağa müstehak olur ve kocasına mektup yazılarak karısının nafakasını göndermesi emredilir. Yahut nafaka takdiri için kadının hali mahkemeye arz olunur. Kadın bunlardan birini yapmadan nafakasını kendisi temin ederse artık kocasından bir şey isteyemez. Çünkü ileride görüleceği vecihle mahkeme hükmü veya karı-kocanın anlaşması bulunmazsa nafaka sâkıt olur.

«Söz kadınındır ilh...» Yani erkeğin beyyinesi yoksa demek istiyor. Bunu Bahır sahibi Hulâsa'nın şu ibâresinden almıştır: "Kocası karım kaçaktır derse o kadına nafaka verilmez. Şâhidler kocasının mehr-i muaccelini ödediğine fakat o anda kadının koca evinde bulunmadığına şâhidlik ederlerse kabul edilmez. Çünkü kocasının evinde bulunması ihtimali vardır. O zaman nafaka sâkıt olmaz. Zira kocası ona hâkimdir."

Ben derim ki: Bu ibâreden şu da çıkarılabilir: Söz kadının olması kocasının evinde bulunmakla kayıdlıdır. Karı-koca arasındaki anlaşmazlık kadının halen itâat etmemesi hususunda ise mânâ açıktır. Fakat kocası meselâ geçen ayın belirlenmiş nafakası kadının itâatsizliğinden dolayı sâkıttır diye iddia ederse, zahire göre söz yine kadınındır. Çünkü kadın kendisine dönmenin mûcibini inkâr etmektedir. Kadın kocasının evinden onun izniyle çıktığını ve anne-babasına gittiğini iddia eder de kocası inkârda bulunursa yahut kadının kaçaklığı sâbit olur da sonra kadın kocasının bundan meselâ bir ay sonra kendisine orada kalma izni verdiğini iddia ederse söz hakkı kadının olur mu, olmaz mı? Bunu bir yerde görmedim, Zâhire bakılırsa olmaz. Çünkü nafakayı ıskat eden mûcib tehakkuk etmiştir.

«Kaçaklıkla hâkim tarafından takdir edilen nafaka düşer.» Yani kadının kocası üzerinde belirli bir kaç ayın nafakası bulunur da sonra kadın kaçaklık ederse geçen bu aylarınnafakası sâkıt olur. Fakat hâkim ödünç almasını emretmiş de Kadın kocası hesabına ödünç almışsa nafaka sâkıt olmaz. Nitekim ölüm meselesinde gelecektir. H.

Ben derim ki: Takdir edilmiş nafakanın düşeceği Câmide bildirilmiştir. Ödünç alınan ise Zahîre'de şöyle bildirilmîştir: Ölümle sukut edeceğî hususundaki iki rivâyete göre olmak vâcibdir. Bu rivâyetlerin esah olanı sukut etmediğini gösterir. Bu sözün muktezası şudur: Kadın kocasının evine dönerse sâkıt olan nafaka avdet etmez. Acaba nafaka takdiri de bâtıl olur da kocasının evine döndükten sonra yenilenmesîne hâcet olur mu olmaz mı? Bunu görmedim. Zâhire göre bâtıl olmaz. Çünkü ulemanın sözlerî takdir edilen nafakanın sâkıt olup olmayacağı hakkındadır. Nafaka takdiri hakkında değildir.

METİN

Musannıfın çıkmakla kayıdlaması şundandır: Kadın kocasına cima için mâni olursa kaçak sayılmaz. Bu hükmen çıkmaya da şâmildir. Meselâ kadının kendi evî olur da kocasını o eve girmekten men eder. Bu takdirde şayet kadın kendisinin oradan başka yere taşınmasını îstemediyse kocasının evinden çıkmış gibi olur. Şayet şübheli ise meselâ hükümetin evinde bulunur da kadın kendîni teslimden imtina ederse kaçak gibi olur. Çünkü bizim zamanımızda şübheye itibar yoktur. Gasb evinden çıkması yahut gasb evine gitmekten veya kocasıyla beraber yahut kocasının nakil için gönderdiği bir ecnebî ile sefere çıkmaktan çekinmesi bunun hilâfınadır. Bu suretlerde kadın nafaka alır. Keza kocası şerefli olduğu halde kadın bir çocuğu emzirmek için kendini kiraya verir de evden çıkmazsa hüküm yine budur. Bazıları kaçak sayıldığını söylemişlerdir. Kadın kendini geceleyin kocasına teslim eder de gündüzün teslim etmez yahut bunun aksini yaparsa nafaka alamaz. Çünkü teslim noksandır.

Müctebâ sahibi diyor ki: "Zamanımızda geçecek bir vakanın cevabı bununla anlaşılır. Şöyle ki: Bir kimse gündüz işinin başında, geceleyin kendi yanında bulunacak sanat sahibi bir kadınla evlenirse kadına nafaka yoktur." Nehir sahibi: "Ama bu söz götürür." demiştir. Hapsedilen kadına da nafaka yoktur. Velev ki zulüm yoluyla olsun. 'Ancak bir alacağından dolayı kocası hapsederse esah kavle göre ona nafaka vardır. Cevhere. Keza hapishanede kadınla birleşmeye muvaffak olursa kadına yine nafaka vardır. Sayrafiyye. Nitekim erkeğin mutlak surette hapsedilmesiyle kadına nafaka vardır. Lâkin Kudûrî'nin Tashih'inde: "Erkek hükümetin hapishanesinde bulundurulursa sahih kavle göre kadının nafakası sâkıttır." denilmiştir.

İZAH

«Cima için mâni olursa kaçak sayılmaz ilh...» Sirâc sahibi bunu: "Ko-casının evinde olur da kocası onunla zorla cimaya kâdirse" diye kayıdlamıştır. Bazıları: "Bu kadına nafaka yoktur. Çünkü kaçaktır demişlerdir. İkinci kavil utanan erkek hakkında güzeldir. Bu kadının kendievinde cimadan imtina etmesinin bil ittifak itâatsizlik olduğuna işaret etmektedir. Sâihâni.

«Kendi evi» yani gerek kendi milki gerekse icarla tuttuğu ev olursa demek istiyor.

«Taşınmasını istemediyse» meselâ beni kendi evine götür yahut bana bir ev kirala, çünkü ben kendi evime muhtacım. Onu kiraya veriyorum! derse kadına nafaka vardır. Bahır.

«Çünkü bizim zamanımızda şübheye itibar yoktur.» Bu sözü Hidâye sahibi Tecnîs'de, Muhît sahibi de Zahîre'de nakletmişlerdir.

«Bunun hilâfınadır ilh...» Çünkü gasbedilen bir evde oturmak haramdır. Haramdan kaçınmak lâzımdır. Şübheden kaçınmak bunun gibi değildir. Zira sadece mendûbtur. Binaenaleyh kocanın vâcib olan hakkı menduba tercih edilir. Bana bir kadın meselesi sordular. Kocası bir kadını dinsiz dürzîler arasına iskân etmiş. Sonra kadın bundan imtina ederek Müslümanlar arasında oturmak istemiş. Çünkü dinim gider diye korkmuş. Bana öyle geliyor ki, kadın bu isteğinde haklıdır. Çünkü zamanımızda durzîlerin memleketleri dar-ı harbe benzemektedir.

«Kocasıyla beraber sefere çıkmaktan çekinmesi bunun hilâfınadır.» Yani müftâbih kavle göre kocası karısını sefere götüremez, Çünkü zaman bozulmuştur. Kadının bundan çekinmesi haklıdır.

«Yahut kocasının nakil için gönderdiği ilh...» cümlesinin mânâsı ev-leviyetle anlaşılır. Çünkü kadın kocasıyla birlikte sefere çıkmaktan imtina ettiği halde kendisine nafaka verilince ecnebî ile çıkmaktan imtina ettiğinde nafakaya evleviyetle müstahak olur. Yahut bu mesele mezhebin aslına binaendir. Mezhebin aslına göre koca karısını sefere götürebilir. Lâkin karısını getirmek için ecnebî birini gönderince kadının onunla seferden çekinmeye hakkı vardır. Onun için ecnebî diye kayıdlamıştır. Zira gönderdiği adam kadının mahremi olursa kadına nafaka yoktur. Çünkü kadının imtinâya hakkı yoktur. Sefer meselesinde söz edilmiştir. Biz onu mehir bâbında anlatmıştık.

«Bazıları kaçak sayıldığını söylemişlerdir.» ifadesiyle şârih bu sözün zayıf olduğuna işaret etmiştir. Bahır sahibi bunu açıkça ifade etmiştir. Lâkin Rahmetî ye diğer ulema bazılarının sözünü kuvvetli bulmuşlardır. Çünkü kocası kadının bütün ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Binaenaleyh onu iplik bükmek ve emsalinden, kına gibi kokusundan hoşlanmadığı şeylerden ve nakışdan men etmeye hakkı vardır. Emzirmekten men etmeye ise evleviyetle hakkı vardır. Çünkü bu iş kadını zayıflatır. Kocası eşraftan ise bundan dolayı ayıplanır.

Ben derim ki: Bütün bunların kadın kaçaktır diye hüküm vermeye delâlet etmediğini sen pekâla biliyorsun. Çünkü kadın haklı olarak çıkmıştır. Nitekim yukarda geçti. Aksi takdirde iplik bükmek, nakış yapmak, kına ve emsali şeylerde kocasına muhalefet etmekle kaçak sayılması gerekir. Halbuki kadın kocasının evindedir. Bunun fâsid olduğu meydandadır. Evet, karısını bu îcardan men etmeye hakkı olduğunu ifade eder. Hatta Hayreddin-i Remlî'ninsöylediğine göre kocasının karısını başka kocasından olma çocuğunu emzirmekten ve terbiye etmekten mene hakkı vardır. Remli bunu Tatarhâniyye'de Kâfi'den nakledilen ifadeden almıştır. Orada süt anne tutmak bâbında şöyle denilmiştir: "Kocası karısını kendi hakkını ihlal eden şeylerden men edebilir." Yine orada Sağnâkî'den naklen şöyle denilmiştir. "Bir de çocuk emzirmek ve uykusuz kalmakla kadın yorulur. Bu ise onun güzelliğini eksiltir. Halbuki kadının güzelliği kocasının hakkıdır. Bundan dolayı onu men edebilir."

«Nehir sahibi: Ama bu söz götürür, demiştir.» İtirazın vechi şudur. Kadın mazurdur, çünkü kendi işleriyle meşguldür. Kıyas edilen mesele bunun hilâfınadır. Çünkü kadının o meselede özrü yoktur. Binaenaleyh kadına nisbet edilen teslim eksiktir. Bunu Halebî söylemiştir. Yine Halebide bildirildiğine göre zulmen hapsedilen kadınla gasbedilen kadın ve başkalarıyla birlikte farz haccını edâya giden kadın mazurdurlar. Ama nafakaları sâkıttır. Hindiyye'de şöyle denilmiştir: "Efendisi cariyeyi yalnız geceleyin kocasına teslim ederse gündüzün nafakasını katlanması icab eder. Gecenin nafakası da kocasına düşer. Buradakinin kıyası da öyledir. T."

Ben derîm ki: Şârih Bahır'dan naklen: "Gaibin karısına nafaka takdir olunur." sözünden az önce: "Kocası karısını iplik bükmekten ve her nevi işten men edebilir. Velev ki ebe veya cenaze yıkayıcı olsun." diyecektir. Sen pekâla bilirsin ki bundan men etmeye hakkı olunca kocasına isyân ederek ondan izinsiz dışarı çıkan kadın dışarıda olduğu müddetçe kaçaktır. Ama men etmezse kaçak sayılmaz. Allahu a'lem.

«Velev ki zulüm yoluyla olsun.» sözü kadının ödemeye kudreti olsun olmasın ve oraya naklînden önce olsun sonra olsun hapsedilmesine şâmildir. itimat bunadır. Zeylaî. Fetva buna göredir. Fetih. Çünkü nafakasının sukutu için muteber olan, eve kapanmanın bulunmaması ve bunun koca tarafından gelmemesidir. Bahır.

«Sayrafiyye...» keza musannıf bunu Minah'da da Sayrafiyye'den nakil ve ikrar etmiş, Şürunbulâliyye sahibi de Hâniyye'den nakletmiştir.

«Mutlak surette» yani velev zulmen olsun yahut bir alacağından dolayı karısı veya bir ecnebî hapsetsin kadına nafaka vardır.

«Lâkin ilh...» Nehir sahibi diyor ki: "Kadın hapsedilirse diye kaydetmesi şundandır: Çünkü erkeğin hapsedilmesi mutlak surette kadının nafakasını ıskat etmez. Bir çok kitablarda böyle denilmiştir. Şu kadar var ki, Kudûri'nin Tashih'inde Kâdîhân'dan naklen: Eğer koca zulmen hükümet hapishanesinde hapsedilmişse ulema ihtilâf etmişlerdir. Sahih kavle göre kadının nafakaya hakkı yoktur, denilmiştir.

Ben derim ki: Hâniyye'nin ibâresini Makdisi de böyle nakletmiş ve Müeyyediyye nüshasında da böyledir demiştir. İhtimal yeni nüshalar ondan yazılmıştır. Benim üzerinde bazı ulemanınyazıları bulunan eski nüshamda ise nefy edatı hazfedilmiştir. (Yani nafakaya hakkı vardır denilmiştir.) Düzeltilmelidir.

Ben derim ki: Ben de elimdeki eski Hâniyye nüshasında böyle nefy edatı hazfedilmiş gördüm. Hindiyye sahibi de Hâniyye'den böyle nakletmiştir. İhtimal Tashih-ı Kudûrî sahibi bunu Müeyyediyye Medresesindeki nüshadan da böyle nakletmiştir. Yahut ondan nakleden nüshadan almıştır. Binaenaleyh sair eski nüshalara uyması için nefy edatı ziyade kabul edilmelidir. Manâ ona da müsaiddir. Çünkü eve kapanmak kadın tarafından değil kocası tarafından gelen bir mânâ sebebiyledir. Meselâ koca hasta veya çok küçük yahut âleti kesik yahut kalkınamaz biridir.

METİN

Bahır'da Meâlü'l-Fetâvâ'dan naklen: "Kadın fesad çıkaracağından korkulursa müteehhirin ulemaya göre kocasıyla birlikte o da hapsolunur." denilmiştir. Zifaf olunmayan hasta kadına da nafaka yoktur. Yani kocasıyla beraber onun evine asla taşınmaya imkân bulamayan kadına nafaka verilmez. Velev ki nefsini teslimden çekinmemiş olsun. Çünkü takdiren teslim yoktur. Bahır. Zorla gasbedilen velev ki nafile olarak başkasıyla hacca giden kadına da nafaka verilmez. Velev ki mahremiyle gitmiş olsun. Çünkü evine kapanma kalmamıştır. Kocasıyla hacca giderse hassaten evîndeyken verdiği nafaka lâzım gelir. Sefer nafakasını ve kirayı ödemesi lâzım gelmez.

İZAH

«Bahır'da ilh...» Ki ibâre şöyledir: "Hulâsa'da beyan edildiğine göre kadın kocasını hapseder de kocası kendisiyle beraber karısının da hapsini isterse kadın hapsedilmez..."

Ben derim ki: Bu hapishanede boş yer olduğuna göredir. Nitekim Ta-tarhâniyye'de zikredilmiştir. Sonra şurası gizli değildir: Kadının fesad çıka-racağından korkulursa diye kayıdlaması açık gösteriyor ki, mesele kocasını hapsettiren kadının ne yapmak istediğini hâkim bildiğine göre kurulmuştur. Hâkim kadının töhmet ve fesad ehlinden olduğunu bilir. Yoksa mücerred kocasının isteğiyle kadın hapsedilir mânâsında değildir. Binaenaleyh hâkimin bu hususu araştırması gerekir. Zamanımızda şu olmuştur: Bir kadın alacağı sebebiyle kocasını hapsettirmîş. Kocası kendisini hapisten çıkarsın da kadının malını yesin diye kadının da kendîsiyle beraber hapsini istemiştir. Şübhesîz ki kadının kocasını hapsettirmesi bir kayıd değildir. Onu başkası da hapsettirse kadının fesad çıkaracağından kor- kulduğunda aynı hüküm verilir. Çünkü illet fesad korkusudur.

«Zifaf olunmayan» sözünden murad kocasının evine taşınmayan kadındır

«Asla imkân bulamayan ilh..:» Bilmelisin ki sahih kabul edilen ve üzerine fetva verilen mezhebe göre ciması mümkün olsun olmasın, beraberinde kocası bulunsun bulunmasınkocasının evine taşındıktan önce veya sonra hasta olan kadına kocasının nafaka vermesi vâcibdir. Elverirki kocası nakletmek istediğinde kadın ona karşı gelmesin. O zaman bu kadınla sağlam kadın arasında fark kalmâz. Çünkü hayızlı ve nifâslı kadında olduğu gibi bunda da kocasına istifade imkânı vardır. O halde bunu nafaka alamayan kadınlar arasına almamak gerekir. Lâkin Tecnîs'in zahirine göre kadının hastalığı kocasının evine taşınmaya mâni ise ona nafaka verilmez. Velev ki nefsini teslimden çekinmesin. Çünkü tam teslim yoktur. İşte hasta ile sağlam kadın arasında fark görenin muradı budur. Musannıfın sozü de buna yorumlanır. Bahır sahibinin yazdıklarının hülasası budur. Şarihimiz de onun yolundan yürümüş, yukarıda kadın kocasının evine taşındıktan sonra onun evinde hastalanırsa yahut taşınmazdan önce hastalanır da kocasının evine giderse veya hiç taşınmayıp kendini teslimden de çekinmezse bu kadına nafaka verileceğini söylemişti, şimdi burada anlattığına göre kocasının evine taşınmadan önce hastalanıp da onunla beraber evine gidemeyen kadına nafaka yoktur. Biz böyle bir kadınla kocasının evinde hastalanıp babasının evine dönen ve koca evine gitmeye imkân bulamayan kadın arasındaki farkı evvelce arz etmiştik.

«Zorla gasb edilen» yani bir adam bir kadını alıp kaçırırsa demek istiyor. Zâhir rivâyete göre bu kadına nafaka yoktur. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre ise nafaka vardır: Fetva birinci kavle göredir. Çünkü kadının evine kapanmaması erkek tarafından gelmemiştir kî, takdiren vardır sayalım; Hidâye. Zorla diye kayıdlaması kocası gasbetmiş gibi görünerek kadını kendi rızasıyla götürürse hilâfsız nafaka verilmeyeceği içindir Çünkü onun kaçak olduğunda şübhe yoktur.

«Velev ki nafile olarak» tâbirinin yerine "velev ki farz olarak" demesi münasib olurdu. O zaman nafilede vâcib olmadığı evleviyetle anlaşılırdı. Çünkü ittifakîdir. Farza gelince: Bahır'da Zahîre'den naklen şöyle denilmiştir: "Ebû Yusuf'tan bîr rivayete göre bu özürdür. Kadına hadar nafakası verilir. Diğer bir rivâyete göre ise kocasına karısıyla beraber hacca gitmesi ve nafakasını vermesi emrolunur."

«Çünkü evine kapanma kalmamıştır.» sözü on bir kadına nafaka yoktur ifadesinin illetidir.

«Kocasıyla hacca giderse» velev ki nafile olarak haccetsin hassaten evindeyken verdiği nafaka lâzım gelir. Nitekim Hindiyye'de böyle denilmiştir. T.

Ben derim ki: Kezâ kocasıyla ömre veya ticaret için giderse nafakasını alır. Çünkü kocasının yanında bulunmakla evine kapanma mevcud sayılır.

«Sefer nafakasını ve kirayı ödemesi lâzım gelmez.» Yiyeceği de se-ferdekine değil evdeki kıymetine bakarak öder. Bahır.

Ben derim ki: Şübhesiz bu hüküm karısı için sefere çıktığına göredir. Kendisi için karısını sefere götürürse her masrafı erkeğe aid olur.

METİN

Kadın un öğütmekten ve ekmek yapmaktan çekinirse bakılır: Eğer kadın hizmet etmeyenlerden ise yahut kendisinde bir illet bulunursa ona hazır yemek getirmesi kocasına düşer. Aksi takdirde yani kadın kendine hizmet edenlerden olup buna kudreti de varsa vâcib değildir. Kadının bu iş için ücret alması câiz değildir. Çünkü diyâneten onu yapmak kendisine vâcibdir. Velev ki şereflilerden olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali ile Fâtıma arasında işleri taksim etmiş; dış işlerini Ali (R.A.)'a; iç işlerini de Fâtıma (R.A.)'ya vermiştir. Halbuki Hz. Fâtıma bütün cihan kadınlarının hanımefendisidir. Bahır. Un öğütmek ve ekmek karmak için gereken âletlerle su kabı ve tas, tava, tencere, kepçe vesair yemek pişirme âletleri erkeğe vâcibdir. Hasır, keçe ve yaygı gibi diğer ev edevatı ile temizlikte kullanılan ve kiri gidermeye yarayan fırça, çöven gibi şeyler ve kir pas, ayak süprüntüsü gibi şeyleri giderecek âletler de ona aiddir. Tamamı Cevhere ve Bahır'dadır. Bahır'da bildirildiğine göre ebe kadın ücreti onu kiralayan karı veya kocaya aiddir. Kiralamadan gelirse bazılarına göre kocaya, bazılarına göre de kadına aiddir. Kadına her altı ayda bir giyecek takdir edilir. Zira sıcakta veya soğukta bu müddette îhtîyaç tazelenir.

İZAH

«Kadın un öğütmekten ve ekmek yapmaktan» yerine Hindiyye'de kadın yemek pişirmekten ve ekmek yapmaktan çekinirse denilmiştir.

«Hazır yemek getirmesi» yahut ekmek aş yapacak birini getirmesi kocasına düşer. Hindiyye.

«Vâcib değildir.» Bazı yerlerde kadın buna mecbur edilir denilmiştir. Serahsî diyor ki "Mecbur edilmez; lâkin kadın yemek pişirmezse kocası ona katık vermez." Sahih olan da budur. Fetih'de de öyle denilmiştir. Bazı yerlerden nakledileni Bedâyı' sahibi Ebu'l-Leys'e nisbet etmiştir. Serahsî'nin sahih bulduğu kavle göre erkeğe ekmekten başka bir şey vâcib olmaz. Lâkin Nehir sahibinin ona katık vermez sözünden sonra şöyle dediğini gördüm: "Yani mutlak değil yiyecek sayılan katık vermez demek istemiştir. Nitekim gizli değildir."

«Kadının bu iş îçin» sözünden murad ekmek ve yemek pişirmesidir

«Çünkü diyâneten onu yapmak kendisine vâcibdir.» Binaenaleyh böyle fetva verilir. Fakat kadın yapmazsa mecbur da edilmez. Bedâyı.

«Velev ki şereflilerden olsun.» Bahır sahibi dahi ta'lilden alarak böyle demiştir. Ama bu söz yukarıdakine muhâliftir. Yukarıda: "Kadın hizmet ede- meyenlerdense ona yiyecek getirmesi kocasına aiddir. Aksi takdirde vâcib değildir," demişti. Ekmek ve yemek yapmak diyâneten kadına vâcib olursa iki suretin arasında fark kalmaz. Meğerki "Şerefli kadınların bazısı kendi hizmetini kendisi görür, bazısı görmez." denilsin. Öyle görülüyor ki, kadının zenginlik ve fakirlik hususundaki halî itibara alınacaktır. Şerefliliğine şerefsizliğine bakılmayacaktır. Çünkü fakîr olan şerefli kadın kendi hizmetini kendisi görür. Rasûlüllah (s.a.v.) ile ehli beytinin halleri dünya varlığı cihetinden son derece basit idi. Şu halde zenginin hali ona kıyas edilemez. Hidâye sahibinin Muhtârâtü'n-Nevâzil'deki ibâresi de bunu te'yid etmektedir. Zira şöyle demiştir: "Kadın kendi hizmetini görenlerdense ekmek ve yemek pîşirmesi ona düşer ilh..."

«Tamamı Cevhere'dedir.» Orada şöyle denilmiştir: "Temizlik yapmaya ve kiri pası gidermeye yarayan fırça, yağ, sidr, hatmi, çöven ve sabun gibî şeyler o yerin âdetine göre kocaya vâcibdîr. Kına ve sürme îse lâzım değildir. Kocanın ihtiyarına bakılır. Kokuya gelince: Ter kokusunu kesecek kadarı vâcibdir, fazlası vâcib değildir. Kir pas kokusunu kesecek kadarı da vâcibdir. Fakat hastalık için ilaç, doktor ücreti ve kan aldırma ücreti gibi şeyler vâcib değildir. Su da kadının bedenîni ve elbîsesîni yıkayacak mikdar vâcibdir. Cünüblükten yıkanacak mikdarını satın alması vâcib değildir. Suyu kadının yanına getirir yahut kadının suya gitmesîne izin verir. Kadın zenginse parasıyla kendîsîne su taşıttırır. Ama abdest suyu kocaya aiddîr." Lâkin Hindiyye'de: "Gusül suyunun parası kocaya aîddir. Abdest suyu da öyledir. Belh ulemasıyla Sadru'ş-şehîd'în fetvaları buna göredir. Kâdîhân da bunu ihtiyar etmiştir." denilmektedir. Bezzâziye'de dahi: "Kadın için yemiş satın alması farz değildir." denilmiştir.

TENBİH: Bu söylenenlerden anlaşılır ki, kadının kahvesi, tütünü kocasına vâcib değildir. Velev ki onları bırakınca zarar görsün. Çünkü bunlar ilaç yahut yemiş kabîlindense her ikisi erkeğe vâcib değildir. Nitekim gördün.

«Bazılarına göre kocaya aiddir.» Hulasa'dan naklen Bahır ibâresi şöyledir: "Biri çıkıp kocaya aiddir diyebilir. Çünkü bu cima masraflarındandır. Bir başkası da kadına aiddir diyebilir. Zira doktor ücretine benzer." Başkaları da böyle demişlerdir. Bunun muktezası çifte kıyas yapılmasıdır. Ulemadan kesinlikle birini söyleyen olmamıştır. Şârihin sözünden anlaşılan bunun hilâfınadır. Bana birinci kavil tercih edilecek gibi geliyor. Çünkü ebe kadının umumiyetle faydası çocuğa aiddir. Binaenaleyh babasının ödemesi gerekir.

"Giyecek takdir edilir." Musannıfa düşen giyecek üzerine söylediği sözleri birbirine eklemekti. Ya "kışın bir cübbe ilave edilir" sözünü buraya almalı yahut bu cümleyi oraya bırakmalıydı. T. Bilmelisin ki giyecek takdiri mekân ve âdetlere göre değişir. Onun için hâkime gereken her zaman her yerde âdete göre yeterince elbise takdir etmektir. isterse elbisenin cinsini takdir eder, dilerse kıymetini biçerek kıymetini hükmeder. Müctebâ'da böyle denilmiştir. Bedâyı'da: "Giyecek nafakada olduğu gibi ihtilâflıdır. Yalnız erkeğin hali itibara alınır diyenler olduğu gibi her ikisinin halleri itibara alınır diyenler de vardır. Bahır." denilmiştir.

"Altı ayda bir giyecek takdir edilir." Ancak evlenir de kocası onunla cimada bulunur, fakat ona giyecek göndermezse kadın altı aydan önce istediği takdirde vermeye mecburdur. Müddetin geçmesi şart olmaması hususunda giyecek yiyecek gibidir. Bunu Hulâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Hülasası şudur: Giyecek müddetin tamamından sonra değil hemen vâcib olur. Bilmelisin ki kadının giydiği elbise eskimedikçe yahut giyme zamanı gelmedikçe giyeceğin yenilenmesi lâzım gelmez. Bunu Hâkim Kâfî'sinde beyan etmiştir. Bu hususta tafsilât vardır. Musannıfın: "Kadının kendi malı olan hizmetçisi için de..." dediği yerden az evvel gelecektir.

METİN

Koca karısının nafakasını bizzat verebilir. Velev ki hâkimin takdirinden sonra olsun. Hulâsa. Ancak hâkim vermediğini anlarsa o zaman kadının isteği ile kocasının huzurunda ona nafaka takdir eder. Kocasının eli açık değil de kadın hakkını geciktirdiğinden şikâyet ederse hâkim ona nafakasını vermesini emreder. Çünkü kocasının izni olmaksızın kadının onun yiyeceğinden yemeye, onun kumaşından elbise yapmaya hakkı vardır. Vermezse hâkim onu hapseder. Kendisinden nafaka sâkıt olmaz. Hulâsa ve diğer kitablar. Nafaka her ay yani her vakit münasib olan müddetinde verilir. Meselâ yevmiyeciye her gün, bekçiye her sene verilir.

İZAH

"Karısının nafakasını bizzat verebilir." Çünkü kadına bakmak onun va-zifesidir. Yoksa bunu artan kısmını geri almak için yapmaz. Zira kadına takdir edilen veya verilen nafaka onun milki olur. Kadının ondan başkasına yedirmeye ve tesadduk etmeye hakkı vardır. Bunun muktezası şudur: Kadın kendisine takdir edilen nafakanın bir kısmını fakirlere vermeyi kocasına emretse kalanı kendinindir. Yahut yiyecek satın almayı emretse artanını kocasının yemeye hakkı yoktur. Hâniyye'de bildirildiğine göre kadın kendi malından yerse kendisi için takdir edilen mikdarı kocasından alabilir. Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır.

"Velev ki hâkimin takdirinden sonra olsun." Cümlesinin burada yeri yoktur. Zira hâkimin şartlarından biri kocanın borcunu uzattığını, nafakayı vermediğini anlamasıdır, Nitekim göreceksin.

"Nafaka takdir eder ilh..." Sözü istisna üzerine tefrî edilmiştir ve onun neticesini beyandır. Lâkin bir faydası yoktur. Musannıf böyle diyeceğine onu karısına vermesini emreder, demeliydi. Yani kocasının kadın için harcamaya hakkı yoktur. Bilâkis kadının kendine harcadığı mikdarı ona vermeye mecburdur. Bunu Bahır sahibinin Hulâsa ve Zahîre'den naklettiği şu söz de izah eder: "Nafakayı veren kocadır. Ancak hâkim onun bu hususta geciktiğini anlarsa o zaman nafakayı kendisi takdir eder ve bunu karısına versin de kendisine nafaka yapsın diye emreder. Bu kadının menfaatinedir. Vermezse hâkim onuhapseder. Kendisinden nafaka borcu düşmez."

"Kocasının huzurunda kadının istemesiyle" Sözü hâkim nafaka takdir edebilmek için lâzım gelen iki şartın beyanıdır. Bunları Bedâyı sahibi bildirmiştir. Lâkin metinde nafaka takdirinin gaib için de yapılacağı gelecektir. Şayet gaibin bir kimsede malı olur da o kimse bu malı ve evliliği ikrar ederse onun malından da nafaka takdir edilir. İmam Züfer'in kavline göre mutlak surette gaibin malından karısı için nafaka takdir edilir. Fetva da onun kavline göredir. Zahîre ile Hulâsa'nın sözlerinden üçüncü bir şart çıkarılmaktadır ki, o da kocanın ödemeyi geciktirdiğinin anlaşılmasıdır.

"Kocasının eli açık değil" Sözü dördüncü bir şartı beyandır. Bunu Gâyetü'l-Beyân sahibi söylemiş: "Kocanın yemeği çok, kendisi de sofrası açık ise kadın kendisine yetecek kadâr oradan yiyebilir ve artık kendisine nafaka takdir edilmesini isteyemez. Koca bu sıfatta değilse kadın onunla beraber yemeye razı olduğu takdirde mesele yoktur. Dâvâ ederse örfe göre kendisine nafaka takdir edilir." demiştir. Bu İfade eli açık, sofrası açık sözlerinden kadın kendisine yetecek mikdar onun yemeğinden yiyebilir mânâsını murad edildiğinde hemen hemen açıktır.

"Onun yiyeceğinden yemeye hakkı vardır ilh.." Sözü dördüncü şarttan anlaşılan mânânın ta'lilidir. Yani kocasının izni olmasa bile ihtiyacı kadar onun malından yemesi kadına helâl olmadığı için buna imkân bulduğunda kadına nafaka takdir edilmez.'

"Vermezse ilh..." Sözü "Kadına vermesini emreder" sözünün üzerine tefrî'dir. Fetih'de şöyle denilmiştir: '"Koca: zengin olduğu halde nafaka vermekten çekinirse karı-kocanın araları ayrılmaz. Hâkim koca hesabına onun malını satar ve kadının nafakasına harcar. Malı yoksa karısının nafakasını verinceye kadar onu hapseder, nikâhı feshetmez. Kocanın evi ve hizmetçisi satılmaz. Çünkü bunlar aslî hâcetlerdendir. Aslî hâcet ise borçlarından önce gelir. Bazıları gömleğinden kalanını satar, yalnız soğuk mevsimde ise satamaz demiş; birtakımları günlük giydiğinden maada giyim eşyasını satabileceğini söylemişlerdir. Hulvâni bu kavle meyletmiştir. Birtakımları günlük iki elbisesinden başkasını satabileceğini söylemişlerdir. Serahsî de buna meyletmiştir. Serpuşu satılamaz. Bunu Muhît'ten naklen Kuhistânî söylemiştir.

"Münasib olan müddetinde verilîr ilh.,." Ulema nafaka takdir ederken en elverişli ve en kolayı itibar olunacağını söylemişlerdir. Meselâ yevmiyecinin hakkı her gün verilir. Çünkü o bazen toptan bir aylık nafakayı elde etmeye kâdîr olamaz. Onun için böylesine hakkı peşin yani her günün akşamı verilir. Tâ ki aldığını o günkü ihtîyaçlarına sarf edebilsin. Tâcir ise nafakası her ay verilir. Bekçi ise nafakası seneden seneye, bir işi haftada bitiren bir sanatçı ise "haftadan haftaya verilir. Fetih ve diğer kitablar.

Ben derim ki ihtiyar sahibiyle diğer ulema musannıfın yaptığı gibi nafaka takdirinin ayla olacağını, söylemişlerdir; Çünkü ay ortadır. İmam Muhammed'in kavli de odur. Evet, Zahîre'de Serahsî'den naklen bildirildiğine göre ayla takdir şart değildir. Müteehhirin ulemadan bazıları kocanın hâli hakkında geçen tafsilâtı itibara almışlardır.

METİN

Koca her günün nafakasını anında verebilir. Nitekim kadın da her akşam ertesi günün nafakasını isteyebilir Kadın kocasının ortadan kaybolacağından korkarak bir aylık veya daha fazla nafaka için İmam Ebû Yusuf'a göre kocasından kefil alabilir. Bununla fetva verilir. Sen diğer borçları da buna kıyas et! Bazı ulema bununla fetva vermişlerdir. Cevâhiru'l-Fetâvâ birinci bâb. Kefil her ay şu kadara diyerek kadına ebedî bir kefâlet yaparsa ebedî olur. Ebedî demezse Ebû Yusuf'a göre yine ebedî olur. Bununla fetva verilir. Bahır.

İZAH

"Koca her günün nafakasını anında verebilir." Bunu Bahır sahibi in-celeme neticesi söylemiş; sonra şöyle demiştir: "Bunun yeri koca razı olduğu zaman olmalıdır. Aksi takdirde koca: Ben her günün nafakasını peşin veririm derse başkasına mecbur edilmez, Çünkü bu ancak ona hafif olsun diye itibar edilmiştir. Zarar verecekse yapamaz. Ulemanın zâhir olan sözlerinden anlaşıldığına göre kocanın haline münasib düşen her müddetin nafakası peşin verilir. Nitekim bunu gün meselesinde açıklamışlardır.

"Nitekim kadın da ilh..." Zahîre'de İmam Muhammed'den nakledilen bir ayla takdir zikredilmiştir. Çünkü alışılan müddetlerin en azı budur. Sonra Zahîre sahibi şöyle demiştir: "Buna şu tefrî edilmiştir: Kadına nafakayı vermez de kadın her günün nafakasını elde etmek isterse bunu ancak akşam olduğunda ister. Çünkü her günün hissesi bellidir. Onu istemek mümkün olur. Bir günden azın hissesi bunun hilâfınadır. Çünkü o saatlerle takdir edilir. Binaenaleyh itibarı mümkün değildir." Bu ifade gösterir ki, kadının her günün nafakasını isteme hakkı kocası aylık nafakasını vermediği zamandır. Binaenaleyh Bahır sahibinin: "Her günün nafakasını vermek hususunda kocaya muhayyerlik verilmiştir." diye yaptığı incelemeye aykırı değildir. Evet, kocaya muhayyerlik verilmesi bazen kadının zararına olabilir. Nitekim görüyoruz. Bu kadını her gün evinden çıkmaya muhtaç ediyor. Kavgaya, gürültüye müncer oluyor, çok defa kadın kocasını bulamıyor. Bulduğunda da istediğini alamıyor. Binaenaleyh zamanımızda evlâ olan Zahîre'den naklettiğimiz ayla takdirdir. Her gün alıp almamak hususunda muhayyerlik kadına aiddir. Lâkin bu mutlak değil söylediğimiz gibi kocası ödemeyi geciktirdiği zamandır. Çünkü kocası her ayın nafakasını verir de kadın buna razı olmayıp her günün nafakasını ayrı ayrı almak isterse inatçılık etmiş, kocasını zarara sokmak istemiş olur. Artık her gün için onun hasmı olur. Binaenaleyh şeriatınkavgayı, gürültüyü kesmek için malûm kaidelerine uygun olan bu tafsilâtı benimsemek gerekir.

"Kefil alabilir ilh..." Fetih'in ibâresi şöyledir: "Bir kadın: Kocam benden uzun zaman uzaklarda kalıyor. Onun için ben nafakaya kefil isterim derse Ebû Hanife kadının buna hakkı olmadığını söylemiştir, Ebû Yusuf'a göre istihsanen bir aylık nafakaya kefil alabilir. Fetva buna göredir. Kocasının seferde bir aydan fazla kalacağı bilinirse Ebû Yusuf'a göre bir aydan fazlaya kefil alınabilir." Böylece anlaşılıyor ki, bir aylık nafakaya kefil alma meselesi kocasının seferde ne kadar kalacağı bilinmediği vakittir. Kocası bir aydan az veya çok seferde kalabilir. Binaenaleyh bir ayla yetinilir. Çünkü yukarıda geçtiği gibi bir ay, mutad olan müddetlerin en azıdır. Fazlaya kefil almanın yeri fazla kalacağı bilindiği zamandır. Meselâ kocası hacca gitmiştir. O zaman bütün bu müddet için kefil alınır. Evet, şârihin ibâresinde kısaltma vardır ki, maksadın hilâfını iham etmektedir. Onun ifadesine göre Ebû Yusuf'un hilâfı yalnız birincide değil her iki yerdedir. Feth'in zikri geçen ibâresi bunu açık göstermektedir.

"Sen diğer borçları da buna" Yani nafaka borcuna kıyas et! Nucu'l-Ayn sahibi diyor ki: "Muhît'in kefâlet bahsinin sonunda: Nafaka meselesinde fetva Ebû Yusuf'un kavline göredir. Diğer borçlarda da bir müftî bununla fetva verse insanlara iyi muamele yapmış olmak için güzel olur. denilmiştir. "Akdiye" nâm kitabta kaydedildiğine göre uzun vadeli borcun vakti yaklaşınca borçlu sefere çıkmak isterse kefil vermesi vâcib olmadığına ulema ittifak etmişlerdir. Suğra'da da şöyle denilmiştir: "Borçlu sefere gitmek isterse alacaklının ondan kefil istemeye hakki yoktur; Ama Ebû Yusuf: Biri çıkar da aylık nafakaya kıyasen bunun da kefil istemeye hakkı vardır derse bu söz de yabana atılamaz, demiştir. Müntekâ'da da. şu ibare vardır: Alacaklı hâkime bana borcu olan fülanca gözümden kaybolmak istiyor dese hakim ondan kefil vermesini ister. Velev ki borç mühletli olsun." Sonra gizli değildir ki, burada ayla kayıdlamak münasib değildir. Murad bütün borca kefil almaktır. Çünkü borç borçlunun zimmetinde sâbit ve mukadder bir şeydir. Nafaka bunun hilâfınadır. O müddetin ziyadeleşmesiyle artar. Binaenaleyh kefâlet seferde bulunduğu müddetin mikdarınca kayıdlanır. Evet, borç taksitli ise bulunmadığı müddetin taksidlerine kefil almakla kayıdlamanın mânâsı anlaşılır.

"Kefil her ay şu kadar diyerek ilh..." Bilmelisin ki yukarıda geçen izahat sadece kadın kocasının kaybolacağından korktuğu vakit ondan cebren kefil alabilir mi alamaz mı meselesindeki hilâf hakkındaydı. Şimdi sözümüz ise kefâletin ne kadar müddet için sahih olacağı hakkındadır. Kadına her ay on dirhem için kefil olur da ebediyyen yahut evliliğiniz devam ettiği müddetçe derse bil ittifak kefâlet ebedî olur. Aksi halde Ebû Hanife'ye göre biraya, Ebû Yusuf'a göre ebedî olarak kefil olmuş olur. Bu daha münasibtir. Fetva da buna göredir. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. Bu şunu gösterir ki, nafaka takdir edilmeden yahut karı-koca muayyen bir şey üzerine anlaşmadan kefâlet sahih olmaz. Bahır sahibi Zahîre'den naklen "Geçmişin nafakası ancak hâkimin hükmü veya karı-kocanın anlaşmaları ile vâcib olur." sözünü izah ederken şunları söylemiştir: "Lâkin bundan sonra Vâkıat'ta şöyle denilmiştir: Kadın kocam gözden kaybolmak istiyor. Ben ondan kefil isterim! dese buna hakkı yoktur. Çünkü nafaka vâcib olmamıştır. Ebû Yusuf: Bir aylık kefil almayı ben iyi görürüm, demiştir. Fetva da buna göredir. Çünkü nafaka halen vacib olmadıysa sonra vâcib olacaktır. Binaenaleyh bu adam kadının kocası üzerinde biriken alacağına kefil olmuş gibidir ve insanlarâ iyilik olsun diye istihsanen mecbur edilir. Zahîre sahibi nafaka takdir edilmiş olsun olmasın ifadesini ziyade etmiştir."

Ben derim ki: Bu söz üst taraftakine muhâliftir. Orada: "Nafaka takdir edilmeden veya karı-koca muayyen bir şeye razı olmadan kefâlet sahih değildir." denilmişdi. Remlî bu iki sözün arasını bulmuş, üst taraftakini kocanın mevcud olduğu hale, buradakini gözden kaybolmayı istediği hale yorumlamıştır. Binaenaleyh koca orada yokken istihsanen mutlak surette sahih olur. Bu izaha göre evvelce geçen: "Oğlunun karısının nafakası babadan istenemez. Meğerki garanti etmiş olsun." sözü takdir edilmiş yahut hüküm verilmiş nafaka diye kayıdlanır. Bu ulemanın sözlerinin arasını bulmak içindir.

Ben derim ki: Kitabü'l-Akdiye'den naklen Zahîre'de bildirildiğine göre baba nafakayı ve gelinin kocasından alacağı mehri garanti ederse nafakayı garanti etmesi bâtıldır. Meğerki bir şey tesmiye edilmiş olsun. Meselâ karı-koca her ayın nafakası için takdir edilmiş bir şeye razı olsunlar da sonra bir adam bunu ödeyeceğine kefil olsun. Bu câizdir. Çünkü bu anlaşmayla nafaka vacib olur.

Binaenaleyh onu garanti etmek de sahihtir. Lâkin kefilin bir aylık nafakadan fazlasını vermesi lâzım gelmez. Zâhire bakılırsa kıyas budur. Zira vâcib olmayan bir şeyi garanti etmek sahih değildir. Karı-koca ya mahkeme hükmüyle yahut aralarında anlaşmak suretiyle muayyen bir mikdar üzerinde ittifak etmedikçe nafaka vâcib olmaz. Onun için böyle bir şey olmazsa zaman geçmekle nafaka sâkıt olur.

Lâkin yukarda geçenlerden anladın ki istihsan cevazı bildirmektedir. Velev ki hâlen vâcib olmasın. O adam kadının kocası üzerinde biriken bütün alacaklarına kefil olmuş gibi sayılır. Bu şekilde kefâlet nafakadan başkasında câizdir. Nafakada da öyledir. Âşikârdır ki, istihsanın illeti koca mevcud olsun gaib olsun her iki halde câri'dir. Babanın gelininin nafakasını üzerine alması meselesinde ulemanın mutlak ifadeleri buna delâlet eder. Fethü'l-Kadir sahibinin: "Kadına bir senenin nafakasını garanti ederse câiz olur. Velev kivâcib olmasın." sözü de öyledir. Bana zâhir olan muvaffakiyet budur ki, söze değer. Bunu ganimet bil!

T E N B İ H: Bu kefâlet iddet zamanını da içine alır. Çünkü nikâh devam ettikçe o adam kefildir. Nikâh ise iddet içinde her vecihle bâkidir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Bir misli de Fetih'dedir.

Kefil kadına ebediyyen çocuğunun nafakası için veya yaşadığı müddetçe hizmetçisinin nafakası için kefil olsa câiz değildir. Çünkü çocuk zenginlediği veya bulûğa erdiği yahut kadın hizmetçiden müstağnî kaldığı vakit nafaka sâkıt olur. Şu halde vakit meçhuldür. Kadının nafakası bunun hilâfınadır. Zira nikâh devam ettiği müddetçe o vâcibdir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir. Sonra bilmelisin ki, malla kefâlet sahih olmak için malın sahih borç olması şarttır. Bundan murad ödemekten veya ibrâdan başka bir sebeble sukut etmeyen borçtur. Halbuki nafaka borcu ölümle ve boşamakla sâkıt olur. Şu halde kıyas burada kefâletin sahih olmamasıdır. Galiba ulema istihsanla amel etmişlerdir. Nitekim bunu şârih kefâlet bahsinde zikretmiştir. Anla!

METİN

Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadının kocasına borcu olursa her ikisinin borçları kısas suretiyle karşılaştırılmaz. Meğerki kocasının rızası olsun. Çünkü nafaka borcu ölümle sâkıt olur. Sair borçlar bunun hilâfınadır. Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadın hanesini kocasına kiralar da karı-koca o hanede otururlarsa kocasına ücret lâzım gelmez. Kadının kirayla oturduğu bir evde onunla cimada bulunur da bir seneden sonra kadından ücret istenir ve kadının kocasına: Ben sana bu evin kira ile tutulduğunu haber vermiştim, kirayı sen ödeyeceksin derse kirayı kadının ödemesi gerekir. Çünkü akdi yapan odur. Bezzâziye.

Bunun mefhumu şudur: Kadın kirasız olarak vakıf veya yetim malı yahut gelir için hazırlanmış bir evde otursa kirası kocasına aid olur. Bellenmelidir. Hâkim nafakayı pahalılık ve ucuzluğa göre takdir eder. Dirhem dinarlarla (gümüş ve altın paralarla) takdir edilmez. Nitekim İhtiyar'da böyle denilmiştir. Musannıf bu sözü kendi yazdığı Mecma şerhine nisbet etmiştir. Lâkin Bahır'da Muhît'ten, sonra Müctebâ'dan naklen: "Hâkim isterse nafakayı nevilere ayırarak takdir eder, dilerse dirhemlerle kıymet biçerek dirhemle takdir eder." denilmiştir. Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadın kendine cimrilik ederse, zayıflayacağından korkarak kendisine takdir edilen nafakadan yesin diye kocası onu mahkemeye verebilir. Çünkü bu ona zarar verir. Nitekim kocası onu elbisesini giysin diye de dâvâya verebilir. Zira zînetlenmesi kocanın hakkıdır. Nafakaya kadın isterse kışın bir cübbe ve don ile soğuğu sıcağı önleyen bir şey ve bir yorganla yalnız bir döşek ziyade edilir. Çünkü kadın hayızlı ve hasta olduğu günlerde çok defa erkekten uzak bulunur.

İZAH

"Çünkü nafaka borcu ölümle sakıt olur." Karı-kocadan birinin ölümüyle de sâkıt olur. İhtilâflı olmakla beraber talâkla da sâkıttır. Nitekim gelecektir. Binaenaleyh kocanın borcundan daha zayıftır. Onun mutlaka rızası lâzımdır. H.

"Sair borçlar bunun hilâfınadır." Yani onlarda birbirine denk olmak şartıyla evvela karşılaştırma câizdir. Değişik olurlarsa meselâ biri iyi diğeri kötü ise, iyinin sahibinin mutlaka rızası lâzımdır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir. H.

"Yine Bahır'da bildirildiğine göre ilh..." Bu cümle Bahır'ın bazı nüsha-larında mevcud, bazı nüshalarında yoktur.

"Kocasına ücret lâzım gelmez." Çünkü hanenin menfaati kadına aiddir. Lâkin icareler bahsinde gelecektir ki, fetva sahih olduğuna göre verilmiştir. Çünkü mesken hususunda kadın kocasına tâbidir. Bunu Halebî söylemiştir.

"Bunun mefhumu ilh..." Yani Bahır'ın sözünden anlaşılan mefhumu demek istiyor.

"Kirası kocasına aid olur." Çünkü bu üç şey gasb edilirse ödenir. Kadın ise mesken meselesinde kocasına tâbidir. Kendisi bir akid yapmamıştır. Fakat Tahtâvi buna itiraz etmiş: "Erkeğin o hanede oturması kadının gasbı tehakkuk ettikten sonra ârızi bir şeydir. Arızî meskenin erkeğe nisbet edilmesine itibar yoktur. Çünkü fiil kadından tehakkuk etmiştir." demiştir. Buna şöyle cevap verilebilir: "Kadın mesken hususunda kocasına tâbi olunca zilyedlik kocasına geçmiştir ve kocası gâsıbın gâsıbı gibi olmuştur. Lâkin bunun muktezası ücretin erkek tarafından da kadın tarafından da ödenebilmesidir. Nitekim gâsıbda olsun gâsıbın gâsıbında olsun hüküm budur.

"Pahalılık ve ucuzluğa göre takdir eder." Yani her vakit veya mekânda ona munasib olanı yapar. Bezzâziye'de bildirildiğine göre hâkîm nafakayı takdir eder de sonra ucuzluk olursa ziyade hesaptan düşer. Ama hüküm bâtıl olmaz. Aksi olursa kadın ziyadeyi isteyebilir. Kezâ onunla malûm bir şey üzerinde uzlaşırlar da sonra fiyat yükselir veya ucuzlarsa hüküm yine böyledir. Nitekim bunu musannıf da şârih de söyleyeceklerdir.

"Dirhem ve dinarlarla takdir edilmez." Yani her zaman ve her yerde artıp eksilmeyecek şekilde muayyen bir şeyle takdir edilmez. Gerçi İmam Muhammed fakire her ay dört dirhem takdir edilir demişse de bu mutlaka lâzım değildir. İmam Muhammed onu kendi zamanında gördüğüne göre söylemiştir. Zamanımızda hâkime düşen örfe göre yetecek derecede itibar etmektir. Nitekim Zahîre'de bildirilmiştir.

"Lâkin Bahır'da ilh..." Şöyle denilmiştir; "Hâsılı nafaka takdir etmek istediği vakit hâkime düşen vazife o yerli fiyat geçimine ve yine o yerin örfüne göre nafakanın kadına yetecek kadar olmasına bakmaktır. Mal sınıflarını dirhemle kıymetlendirir, sonra nafakayı dirhemlerletakdir eder. Nitekim Muhît'de bildirilmiştir. Bunu ya kocanın haline bakarak yahut her ikisinin hallerini itibara alarak yapar. Nitekim geçmişti.

Bahır sahibi bundan sonra şunu söylemiştir: "Müctebâ'da bildirildiğine göre hâkim isterse kadına nafaka olarak muhtelif malları, dilerse o mallara kıymet biçerek kadına kıymetini takdir eder." Sonra bilmelisin ki, bu şârihin İhtiyar'la Mecma'a nisbet ettiği söze aykırı değildir. Onlarda dirhemlerle takdir olunmaz; yani artıp eksilmeyecek muayyen bir şeyle takdir olunmaz denilmişti. Bilâkis bu o sözü te'kid ve tefsir etmektedir. Binaenaleyh "Lâkin Bahır'da" diyerek istidrak yapmaya hâcet yoktur. Evlâ olan bu istidrakı "Nafakayı pahalılık ve ucuzluğa göre takdir eder." sözü üzerine yapmaktır." Çünkü Bahır'ın sözü "Hâkim böyle yapmakla yîyecekleri sınıflara ayırmak arasında muhayyerdir." mânâsını ifade etmektedir:

Yani yiyecekleri ekmek katık, yağ, sabun gibi sınıflara ayırır. Hâkim kocanın bizzat nafakayı vermediğini anlarsa ya nafakayı yahut kadına yetecek kadar kıymetini vermesini emreder. O zaman istidrak sahih olur.

"Nitekim elbisesini giysin diye de dâvâya verebilir." Böyle diyeceğine:

"Buna delil kocasının onu elbisesini giysin diye dâvâya verebilmesidir." dese daha iyi olurdu ve bunun bir inceleme olduğu anlaşılırdı. Çünkü Bahır sahibi bu meseleyi Hulasa'dan nakletmiş sonra: "Bu gösterir ki ilh.. " demiştir.

"Kışın bir cübbe ilh..." Yani İmam Muhammed'in giyecek hakkında senede iki gömlek, iki baş örtüsü ve bir çarşaf verilir diye yaptığı takdire ilave edilir. "Zahîriyye sahibi diyor ki:" Bu, o zamanın örfüne göredir. Bizim örfümüze göre ise don, cübbe, döşek ve yorgan vermesi vâcibdir ki, bunlarla soğuk ve sıcağın vereceği eziyeti def etsin. Kışın da ipek bir kaftan, ipek cübbe ve ipekli baş örtüsü vermesi gerekir. "Zahîre'de bildirildiğine göre İmam Muhammed'in söyledikleri o zamanın âdetine göredir. Bu iş yerine göre sıcak, soğuk ve âdetlere göre değişir. Hâkime düşen her zaman ve her yerde örfe bakarak kadına yetecek mikdarı itibara almaktır. Nafaka hakkında bildiğin yalnız erkeğin veya her ikisinin halleri-nin itibara alınması cevabı giyecek hakkında da aynen cevabdır.

METİN

Bu; zenginlik, fakirlik, hal ve belde itibarîyle değişir. İhtiyar. Kadının mesti kocasına aid değildir. Fakat cariyesinin mesti ona aiddir. Müctebâ. Bahır sahibi diyor ki: "Bundan şu çıkarılır: Kadının yaygı ve benzeri eşyası varsa bunlar kocasından sâkıt olmaz. Bilâkis ona vâcib olur. Biz kendisi ve misafirleri için kadına zorla eşyasını yere serdirenler gördük. Bu onun giyeceğini vermemek gibi haramdır." Lâkin mehir bâbında Mübtegâ'dan naklen yine Bahır sahibinin: "Kadın kocasına lâyık çeyizi olmaksızın onun yanına zifaf olunursa kocası babasından parasını isteyebilir." dediğini yazmıştık. Ancak susarsa iş değişir. Şu izaha göreböyle bir çeyizle zifaf olunursa kocasının ondan faydalanması haram değildir. Bizim örfümüzde halk, çeyiz çok olduğu için mehrin çok olmasını, çeyiz azsa mehrin de az olmasını iltizam ederler. Şübhesizki örfen sâbit olan bir şey şart kılınmış gibidir. Binaenaleyh yukarda geçenle amel gerekir. Nehir'de böyle denil-miştir.

İZAH

"Bu; zenginlik, fakirlik ilh..." İtibariyle değişir. Yukarıda Zahîriyye'den naklettiğimiz sözün mânâsı da budur

"Hal itibariyle" Sözünün mânâsı karı-kocanın zenginlik ve fakirlik hu-susundaki halleridir.

"Kadının mesti kocasına aid değildir." Bezzâziye sahibi diyor ki: "Mu-sannıf mest ve gömleği kadının giyeceğinde zikretmemiş, hizmetçinin giyeceğinde zikretmiştir. Böyle yapması onların memleketindeki örfü âdet hükmüne göredir. Bizim memleketimizde ise gömlek, çarşaf ve üzerinde yattığımız şeyi takdir etmekle olur." Serahsî şunu söylemiştir: "İmam Muhammed çarşafı vâcib görmemiştir. Çünkü ona ancak dışarı çıkmak için muhtaç olunur. Kadına ise dışarı çıkmak yasak edilmiştir." Zahîre sahibi:

"Bu ta'lil bizim memleketimizde dahi çarşaf takdir edilmeyeceğine işarettir." demiştir.

Hâsılı çarşafın niçin zikredilmediği hususunda söylenen sözler muhteliftir. Bazıları örfü âdetten dolayı zikredilmediğini, onun için Hassâf'ın onu vâcib gördüğünü söylemişlerdir. Çünkü onun zamanında örf değişmiştir. Birtakımları dışarı çıkmak haram olduğu için zikredilmediğini söylemişlerdir. Birinci kavil daha güzel olsa gerektir. Çünkü örfe göre bazı yerlerde kadının dışarı çıkması helâldir. Binaenaleyh kadına mutlaka örtünecek bir şey lâzımdır. Evvelce geçmişti ki, kadına ayaklarını örtecek galoş almak vâcibdir. Zâhire bakılırsa bundan murad evde giydiği olduğuna göre bu hususta hilâf yoktur. Kışın şiddetli soğuktan korunmak için mest veya çorap giymek de böyledir.

"Bahır sahibi" diyor ki: "Hâsılı kadına vâcib olan sadece kocasının evinde kendini ona teslim etmektir. Kocasına ise hallerine göre yeme, içme, giyinme ve döşeme nâmına bütün ihtiyaçları görmek vâcibdir. Kadının kendi malından faydalanması lâzım gelmediği gibi kocası için de kendi yaygılarından birini yayması gerekmez."

Ben derim ki: Bu şunu ifade eder. Nikâhını kıydığından yahut kadınla cimada bulunduğundan itibaren kadının giyeceği kocasına aiddir. Hulâsa'dan naklen bunun açık izahı da geçti. Bunlar ona hemen vâcibdir. Sene yarısına kadar mühletli olarak vâcib değildir. Kadın kocasının yanına gelinlik elbiseleriyle zifaf edilirse bu elbiseyi kullanması lâzım gelmez. Nitekim bir müddet geçer de kocasının gönderdiği elbiseyi giymezse kocasından başka elbise istemeye hakkı vardır. Bu geçmişti, ilerde de gelecektir. Ve nitekim kadın kendine yetecek kadar yiyeceğe malik olur veya dişinden arttırır da kendisine takdir edilenparalardan bir mikdarı yanında kalırsa başkalarını vermek kocasına vâcib olur.

"Kocasına lâyık çeyizi olmaksızın" Dedikten sonra Bahır sahibi: "Mu'teber olan kadın için değil kocası için yapılan çeyizdir." demiştir. Mehir bâbında arz etmiştik ki, babaya gönderilen bu eşyaya acemlerin örfünde destiman denilir. Kâfi ve diğer kitablarda bu mehr-i muacceldir diye tefsir edilmiştir. Başkaları tafsilât vermiş ve: "Akidde zikri geçmişse mehr-i muacceldir. Hatta onu almak için kadın kendini teslim etmemeye mâliktir. Binaenaleyh kocanın çeyiz istemeye hakkı yoktur. Zira bir şeyin iki tane bedeli olmaz. Şayet akidde sözü geçmemişse bu bedel vermek şartıyla hibe gibidir. Örf ve âdet mikdarınca kocası çeyizi veya destimanı isteyebilir." demişlerdir. İki kavlin arası böyle bulunmuştur.

"Kocası babasından parasını isteyebilir" Bundan murad dâmadın me-hirden sayılmak için değil de çeyizde damad için hazırlananlara karşılık olmak üzere gönderdiği paradır. Gördün ki, bu bedel şartıyla hibedir. Karşılığı olmayınca ondan dönebilir.

"Ancak, susarsa" Yani razı olduğunu gösterecek bir zaman ses çıkarmazsa iş değişir.

"Binaenaleyh yukarda geçenle amel gerekir." Yani kadının izni olmaksızın onunla faydalanmak haram olmaz. Nehir sahibinin orada Bezzâziye'den naklettiği söze gelince: "Sahih kavle göre babadan bir şey isteyemez. Çünkü nikâhda mal maksud değildir." demişti ki, bu söz peşin verilen o malın akde katıldığına mebnîdir. Buna delil; "Mal yani çeyiz nikâhda maksud değildir. Çünkü mehir yalnız cimadan bedel sayılır." şeklinde ta'lilde bulunmasıdır. Burada: "Bu akid esnasında katılsa da örfe göre yine çeyizden bedel sayılır. Binaenaleyh akid her ikisine yapılmıştır." denilemez. Çünkü biz: "Bundan tesmiyenin fâsid olması lâzım gelir. Zira her birine mahsus olan şeyin ne olduğu bilinmemektedir." deriz. Şu da var ki, bunu mehir yaptığım açıkladığına göre -ki cima'ın bedelidir- mânâ muteber değildir. Halbuki bu örf bizim zamanımızda malûm da değildir. Herkes bilir ki çeyiz kadının milkidir. Kocası onu boşarsa bütün çeyizini alır. Kadın ölürse ondan mirâs olarak alınır. Kocasına mahsus bir tarafı yoktur. Örf haline gelen ancak şudur: Gelin çok çeyiz getirsin diye mehri arttırılır. Bundan murad kocasının evini süslemek ve karısının izniyle kocasının ondan faydalanmasıdır. Kadın ölürse ona kocası ve çocukları mirâsçı olurlar. Nitekim bu maksadla zengin kadının mehri de arttırılır. Yoksa çeyizin hepsi veya bir kısmı dâmadın olsun diye arttırılmadığı gibi kadın izin vermese de bundan faydalansın diye dahi arttırılmaz.

METİN

Yine Nehir'de Bahır'ın kaza bahsinden naklen şöyle denilmiştir: "Acaba hâkimin nafakayı takdir etmesi onun tarafından bir hüküm müdür?" Ben derim ki: Evet hükümdür. Çünkü şartiyle birlikte takdir etmesini istemek dâvâdır. Binaenaleyh müddetin geçmesiyle sâkıt olmaz. Kadına her gün veya her ay için nafaka takdir edilirse nikâh devam ettiği müddetçebu bir hüküm sayılır mı? Ben derim ki: Evet sayılır. Meğerki bir mâni bulunsun. Onun için nafaka takdirinden önce ondan ibrâ bâtıldır. Takdirden sonra ise geçmişten de gelecek ay için de ibra sahihtir. Hatta akidde nafaka takdirsiz olacak, elbise kış ve yaz elbisesi olacak diye şart koşulsa bu şart lâzım gelmez. Bundan sonra kadının bunların takdirini istemeye hakkı vardır.

İZAH

"Acaba hâkimin nafakayı takdir etmesi" Yani buna hükmettim demeden takdir etmesi hüküm sayılır mı sayılmaz mı demektir. Bu meseleleri musannıfın aşağıda gelen: "Nafaka ancak mahkeme hükmüyle veya anlaşmakla borç olur." dediği yerde zikretmek gerekirdi.

"Şartiyle" Sözünden murad geciktiriyor diye şikâyet, kocanın orada bulunması ve sofrası açık olmamasıdır. T.

"Bu bir hüküm sayılır mı iih..." Bahır sahibi şöyle demiştir: "Aşağıda gelecek olan ibrâ meselesi gösteriyor ki, takdir edilen nafaka birinci ayda alınır. Sonra ki aylar için muzaftır. Ayın girmesiyle tatbike konur ve böyle devam eder."

"Meğerki bir mâni bulunsun." Meselâ kadın itâatsizlik göstersin. Bu takdirde o müddetin nafakası sâkıt olur. Nitekim geçmişti. Ve meselâ pahalılık, ucuzluk cihetiyle fiyatlar değişsin de bu sebeble eksilsin veya artsın. Bu takdirde hüküm sayılmaz.

"Onun için" Yani yukarıda geçenlerden nafakanın mahkeme hükmüyle borç olduğu ve müddetin geçmesiyle sâkıt olmadığı bilindiği için demektir. T.

"Nafaka takdirinden önce" Sözü takdirin mahkeme kararıyla veya anlaşmak suretiyle olmasına şâmildir. Batıldır demesi zikredildiği şekilde takdir edilmezse borç olmayacağı içindir Binaenaleyh şârihin sözünde kusur yoktur.

TENBİH; Bundan şu istisna edilir: Karısına iddet nafakasından ibrâ etmesi şartıyla hul yaparsa câiz olur. Nitekim bâbında arz etmiştik. Çünkü bu bedel karşılığı bir ibrâdır ve vâcib olmadan önce almaktır. Binaenaleyh caizdir. Birincisi ise bir şeyi vâcib olmadan ıskattır, O câiz değildir. Nitekim Fetih'de beyan edilmiştîr.

"Gelecek ay îçin de ibrâ sahihtir." Yani nafaka aylarla takdir edilmişse sahihtir. Günlerle takdir edilmişse gelecekte bir günün nafakasından kurtulmuş olur. Senelerle takdir edilmişse, kezâ gelecekte bir senenin nafakasından kurtulmuş olur. Nitekim bu zâhirdir. Anlaşılıyor ki, gelecekten murad evveli girmiş olandır. Çünkü yürürlüğe konması ancak onun girmesiyle olur. Girmezden önceki hükmü sonraki ayların hükmü gibidir. Bunu Bahır'ın şu ifadesi te'yid eder: "Keza kadın seni bir senenin nafakasından ibrâ ettim derse, koca ancak bir ayın nafakasından berî olur. Çünkü hâkim her ayın nafakasını takdir edince bunu ayın yenilenmesiyle yenilenen bir mânâ dolayısiyle yapmıştır. Ay yenilenmeden nafaka takdiri deyenilenmez. Takdir yenilenmeyince ikinci ayın nafakası da vacib olmaz ilh..."

Hâsılı nafaka yenilenen bir ihtiyaçtan dolayı takdir edilir. Her ay şu kadar olacak diye takdir edilince her ay yenilendikçe ihtiyaç da yenilenmiş olur. Ay yenilenmeden nafaka takdiri de yenilenmez ve ondan önce nafaka vâcib olmaz. Vâcib olmayan bir şeyden ibrâ ise sahih değildir. Bunun muktezası şudur: Nafaka her sene şu kadar olacak diye takdir ederse giren senenin nafakasından ibrâ sahih olur. Daha fazlasının ve henüz girmemiş senelerin nafakasından ibrâ sahih değildir. Bana zâhir olan budur.

"Şart koşulsa" Sözü nafaka takdirinin mahkeme hükmünde olduğunun mefhumuna tefrî'dir. H. Mefhum hâkimin takdiri bulunmaksızın lâzım olmamasıdır. Burada şöyle denilebilir: Nafaka karı-kocanın malûm bir mikdar üzerinde anlaşmalarıyla da lâzım gelir ve kocanın zimmetinde borç olur. Şu halde bu tefrî'in: "Nafaka takdirinden önce ibra bâtıldır." sözünün mefhumu üzerine olması teayyün eder. Biliyorsun ki, nafaka takdiri hem mahkeme kararına, hem de karı-kocanın anlaşmalarına şâmildir. Bunun mefhumu mezkûr takdir yapılmadan önce nafakanın lâzım olmamasıdır. Çünkü mezkûr şartta takdir yoktur. Nitekim az ileride anlaşılacaktır. Anla!

"Kış ve yaz elbisesi" Yanı kadına her altı ayda bir lâzım gelen elbiseyi getirir. Bu elbiseyi kıymet biçmeden, parayla takdir etmeden giyecek bedeli olarak verirse demektir.

"Bu şart lazım gelmez ilh..." Bahır sahibi inceleme yaparak böyle demiştir. Vechi şudur: Bu şartın varlığı yokluğu müsavîdir. Zira şart koşsun koşmasın nefsi akidle bu ona vâcibdir. Yalnız ödemeyi sürüncemede bıraktığı anlaşılınca ya muayyen bir şey üzerinde anlaşmaya veya hâkimin hükmüne başvurulur ve bununla nafaka kocanın zimmetine borç olur da müddetin geçmesiyle sâkıt olmaz. Ondan ibrâ da sahihtir. Bu yapılmadan önce biliyorsun ki böyle değildir.

"Bundan sonra kadının ilh..." Yani zikredilen şarttan sonra kadın nafaka ve giyecek takdir edilmesini yukarıdaki şartıyla kocasından veya hâkimden isteyebilir.

METİN

Akdin mûcebi ile bunu câiz gören bir Mâlikî hâkim hüküm verse Hanefî hâkimin nafaka takdirine hakkı vardır. Çünkü dâvâ ve hadise yoktur. Simdi şu kalır: Hanefî bir hâkim nafakanın para olarak takdirine hüküm verirse acaba Şâfiî hâkim ondan sonra erzak olarak verilmesine hüküm verebilir mi? Şeyh Kâsım Mucibetü't-Ahkâm adlı kitabında hayır diye cevap vermiştir. Bu izaha göre Şâfiî bir hakim nafaka erzak olarak verilecek diye hükmederse Hanefî hâkimin bunun hilâfına hüküm vermeye hakkı yoktur. Bellenmelidir. Evet, nafaka takdir edildikten sonra karı-koca anlaşma yaparak kadın nafakayı kocasıyla beraber erzak olarak yerse sâbık nafaka takdiri bâtıl olur. Çünkü kadın buna razı olmuştur. Sirâciyye'de şöyle denilmiştir: "Kadının giyeceği para darak takdir edilir de buna razı olur ve hüküm de verilirse, acaba kadının bundan dönerek elbiseyi kumaş olarak istemeye hakkı olur mu?" Sirâciyye sahibi buna "evet" diye cevap vermiştir.

İZAH

"Bir Mâliki hâkim hüküm verse ilh..." Yani karı-koca akdin sahih olup olmadığından münakaşa ettikten sonra Mâlikî bir hâkimin huzurunda dâvâya çıkarlar da hâkim gerek akdin gerekse şartlarının ve mûcibinin sahih olduğuna hükmettim derse hüküm sahîh olur. Lâkin Hanefî hâkimin nafakayı paraya çevirmeye hakkı vardır. Velev ki Mâlikînin mezhebine göre nafaka erzakla takdir edilmiş olsun. Çünkü Mâlikî hâkimin bu husustaki hükmü sahih değildir. Hüküm sahih olmak için mutlaka dâvâ ve hâdise lâzımdır. Yani karı-kocanın hâkimin hüküm verdiği hâdisede onun huzurunda dâvâya çıkmaları şarttır. Halbuki nafaka erzak olarak verilecek diye şart koşmanın sahih olup olmadığı hususunda karı-koca arasında münakaşa geçmemiştir ki, bununla hüküm vermek sahih olsun. Velev ki hâkim şartlarıyla, mûcibiyle hüküm verdim demiş olsun. Çünkü erzak şar-tının lâzım gelmesi akdin mûcibatından ve lâzımlarından değildir. Binaenaleyh Hanefî hâkim bunun hilâfına hüküm verebilir.

"Hayır diye cevap vermiştir." Yani Şâfiî hâkimin erzak olarak verilecek diye hüküm vermeye hakkı yoktur. Çünkü burada Hanefî hâkimin verdiği hükmü ibtal vardır. T.

"Bu îzaha göre ilh..." İfadesi Nehir sahibinin bir incelemesidir. T.

"Şâfiî bir hâkim erzak olacak diye hüküm verirse" Yani karı-koca Şâfii hâkim huzurunda dâvâya çıkarlar da kadın kocasından nafaka takdir etmesini ister o da razı olmazsa, hâkim de bu adamın borcunu vaktinde ödemediğini bilmeyerek kadına nafakasının erzak olarak verilmesine hükmederse Hanefî hâkim bu hükmü bozamaz.

Ben derim ki: Meğerki bundan sonra onun borcunu oyaladığı anlaşılsın. O zaman para olarak takdir eder. Çünkü bu başka bîr hâdisedir, Şâfiî'nin hükmettiği hâdise değildir.

"Çünkü kadın buna razı olmuştur." Çünkü nafaka takdiri kadına daha faydalı olduğu için onun hakkıdır. Zira takdir etmekle nafaka kocanın boynuna borç olur. Artık zaman geçmekle sâkıt olmaz. Karı-koca gelecekte nafakanın erzak olarak verilmesini anlaşınca bu eski takdirden vazgeçmek olur. Bu meseleyi Bahır sahibî inceleyerek anlatmış ve çok vuku bulduğunu söylemiştir. O bunu Zahîre'nin şu ifadesinden almıştır: "Kadın mahkemenin takdirinden önce veya sonra yahut anlaşmayla her ay kocasının üç dirhem nafaka vermesine razı olursa bu nafaka takdiri olur. Kadın bu bana yetmiyor derse arttırmak, kocası benim buna gücüm-yetmîyor derse hâkim soruşturmakla doğru söylediğini bildiği takdirde azaltmak câizdir. Aksi takdirde azaltılamaz. Çünkü kocanın kendi ihtiyarıyla bunu iltizametmesi ödemeye kudreti olduğuna delildir. Kadın kocasıyla bir elbise veya bir köle gibi hâkimin nafaka olarak takdir edemeyeceği bir şey üzerinde anlaşma yaparsa bakılır: Bu mahkeme kararıyla veya anlaşma suretiyle nafaka takdirinden önce ise yine takdir sayılır. Sonra ise bedel verme kabîlindendir. Üzerine ziyade ve noksan câiz olmaz." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Bahır sahibi diyor kî: "Bundan anlaşıldığına göre karı-kocanın nafaka olmaya yarayacak bir şey üzerinde anlaşmaları hâkimin nafaka takdirini bozar ilh..."

"Sirâciyye'de ilh..." Yani Kâri-i Hidâye Sirâcüddin'in Fetâvâ'sında şöyle denilmiştir: "Bu Şeyh Kâsım'ın söylediğine muhâliftir. Onun nafaka hakkında, bununsa giyecekte takdir edilmesî fark hususunda bir fayda vermez. Düşün!" Buna şöyle cevap verilebilir: O hâkimin takdiri hususunda, bu ise karı-kocanın anlaşmaları hakkındadır. Buna delil kadın razı olursa sözüdür. Hüküm verirse sözünden hakikî mahkeme hükmünü değil sûrî hükmü kasdetmîştir. Çünkü nafaka takdiri mahkemenîn hükmünden önce karı-kocanın anlaşmaları ile sahih olmuştur. Bir de mahkeme hükmünün şartı oyalamanın anlaşılmasıdır. Sadece karı-kocanın anlaşmalarıyla oyalama meydana çıkmış değildir. O zaman kadının dönerek kumaştan giyecek istemesi geçmiş mahkeme hükmünü ibtal değildir. Bilakis bunda kadının hakkından vazgeçmesi vardır. Çünkü karı-kocanın anlaşmalarıyla yapılan nafaka takdiri kadın için daha faydalıdır. Nitekim hâkimin takdiri meselesinde geçmişti. Bundan anlaşılır ki sâbık "Karı-koca anlaşırlarsa ilh..." sözü kayıd değildir. Kadının istemesi kâfidir. Yine bundan anlaşılır ki, kadının mahkeme kararıyla veya anlaşmayla nafaka takdirinden sonra istemesi arasında fark yoktur. Onun için Sirâciyye'nin sözünü "Karı-koca anlaşma yaparlarsa ilh..." İfadesinden sonra zikretmiştir. Lâkin buna göre yukarıda Şeyh Kâsım'dan nakledilen söz müşkil kalır. Çünkü Hanefî hâkim nafakanın parayla verileceğini takdir ettikten sonra Şâfiî hâkimin erzakla verilmesine hükmü sahih olmayınca kadının hükm olunmadan istemesinin sahih olmayacağı evleviyette kalır.

METİN

Ulema demişlerdir ki: "Nafakadan artan kadının olur. Bundan sonra kadına diğer bir nafaka hükmolunur. İsraf, hırsızlık, helâk, ihramlının nafakası ve giyeceği bunun hilâfınadır. Meğerki mutad şekilde kullanmakla eskimiş olsun yahut onunla birlikte kadın başkasını da kullansın. Bu surette başkası takdir edilir." Kadının zâhire göre tamamen kendi milki olup fiilen ona hizmetten başka işi olmayan hizmetçisi için dahi nafaka vâcibdir. Kendi milki değilse yahut kadına hizmet etmiyorsa hizmetçiye nafaka yoktur. Çünkü hizmetçinin nafakası hizmetine karşılık olarak verilir.

İZAH

"Ulema demişlerdir ki ilh..." Asıl şudur: Hâkim nafaka takdirinde hata olduğunu anlarsa onu reddeder. Aksi takdirde reddetmez. Kadına aylık on dirhem nafaka takdir eder de ay geçtikten sonra bundan bir şey artarsa diğer bir on dirhem takdir eder. Zira yüzde yüz takdirde hata ettiği anlaşılmamıştır. Câiz ki kadın dişinden arttırmıştır. Binaenaleyh yapılan muteber olarak kalır ve kadına ikinci ayın nafakasını takdir der. Ama kadının aldığı nafakada israf etmesi veya paranın çalınması yahut vakit geçmeden helâk olması bunun hilâfınadır. Bu takdirde vakit geçmedikçe başka nafaka takdir etmez. Zira hata meydana çıkmamıştır. İhramlının nafaka ve giyeceği de bunun hilâfınadır. Çünkü vakit geçer de bir şey artarsa başka nafakaya hüküm vermez. Onun hakkında nafaka ihtiyacına göredir. Bundan dolayıdır ki, nafakayı kaybederse ona başka bir nafaka takdir eder. Kadın hakkında ise nafaka eve kapanmasının bedelidir.

Kadının giyeceği de bunun hilâfınadır. Zira ikinci defa ona da hüküm verilmez. Meğerki mutad kullanışla müddet bitmeden eskimiş olsun. "Tamamen kendi milki olup" Sözüyle mükâtebe olan karısından ihtiraz etmiştir. Böyle olan karısının bir kölesi varsa onun nafakası kocasına vâcib değildir. Nitekim Zeylaî'nin ve başkalarının hürre diye kayıdlamalarından alarak musannıf Minah'da böyle demiştir. Şimdi şu kalır: Karısı hürre olur da cariyesini mükâtebe yapmış bulunursa zâhire göre hizmetinden vazgeçmemişse nafakası kocaya aiddir. Çünkü hürre diye kayıdlamakla mükâtebe olan cariyeyi ondan çıkarmak lâzım gelmez,

"Fiilen" Demesinden murad nafakaya yalnız hizmet esnasında hak kazanır da hizmetten önce veya sonra hakkı olmaz demek değildir. Bu kimsenin aklına gelmez. Murad hanımına hizmet etmekten kaçınmasıdır. Velev ki hanımına hizmetten başka vazifesi olmasın. Onun için Dürr-ü Müntekâ'da şöyle denilmiştir: "Kadının kendi milki değilse yahut ona hizmetten başka bir vazifesi varsa yahut vazifesi olmadığı halde kadına hizmet etmezse ona nafaka verilmez." Orada bu üç kayıd üzerine tefrî' yapılmıştır. Bahır'da Zahîre'den naklen: "Hizmetçinin nafakası ancak hizmet karşılığında verilir. Ekmek yapmaktan, yemek pişirmekten ve ev işlerinden kaçınırsa nafakası vâcib değildir. Kadının nafakası bunun hilâfınadır. Çünkü o evine kapanmasının mukabilindedir." denilmiştir.

METİN

Karısına bir hizmetçi getirirse ancak kadının rızasiyle kabul olunur. Kadının hizmetçisini evinden çıkarmaya hakkı yoktur. Ancak ondan fazlasını çıkarabilir. Bunu inceleme neticesi Bahır sahibi söylemiştir. Kadına hizmetçi nafakası kadın hür, kocası zengin olduğuna göre lâzımdır. Kadın kendisi cariye ise hizmetçiye mâlik olamayacağından hizmetçisine nafaka yoktur. Cevhere. Esah kavle göre kocası fakir de olmayacaktır. Fakirlik hususunda sözkocanındır. Her ikisi beyyine getirirlerse kadının beyyinesi tercih olunur. Hâniyye. Kocanın çocukları bulunur da bir hizmetçi yetmiyorsa hâkim ona bil ittifak iki veya daha fazla hizmetçi nafakası takdir eder. Fetih. İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre zengin bir kadın kocasına bir çok hizmetçilerle zifaf olursa hepsinin nafakasına hak kazanır. Bunu musannıf zikretmiş, sonra şunu söylemiştir:" Bahır'da Gaye'den naklen biz bununla amel ederiz, denilmiştir." Musannıf demiştir ki: "Sirâciyye'de kadının hizmetçisinin nafakası kocası aleyhine takdir olunur. Kadın şereflilerdense iki hizmetçi nafakası takdir edilir. Fetva buna göredir, denilmiştir."

İZAH

"Karısına bir hizmetçi getirirse ilh..." Yani karısının hizmetçisini evinden koğmak için ona kendisinin bir hizmetçi getirmeye hakkı yoktur. Sahih kavil budur. Hâniyye. Çünkü kocasının getirdiği hizmetçi kadının işine yaramayabilir. Valvalciyye.

Nehir sahibi diyor ki: "Bunun kadının hizmetçisinden zarar görmezse diye kayıdlanması lâzım gelir. Onun hizmetçisinden zarar görürse, meselâ satın aldığı bir şeyin parasından aşırırsa -nitekim memleketimizde küçük kölelerin âdeti budur- kadın onu değiştirmediği takdirde kocası emin bir hizmetçi getirirse kadının rızasına tevakkuf etmez. Burada şöyle denilebilir: Koca alış-verişi kendi hizmetçisi vasıtasıyla yaptırabilir. Çünkü bu ona vâcibtir. Bu kadının hususi hizmetinden sayılmaz. Sözümüz ise kadına teallûk eden hususata dairdir. T. Evet, kadının hizmetçisi kocasının ev eşyasını aşırırsa bu onu koğmak için kocasına bir özür teşkil edebilir."

"İnceleme neticesi Bahır sahibi söylemiştir," İbâresi şöyledir: "Bunun zâhirine bakılırsa yani ulemanın karısının hizmetçisini evinden çıkaramaz sözlerinin zâhirine bakılırsa bir hizmetçiden fazlasını evinden çıkarabilir. Çünkü bu Tarafeyn'in kavline göre ziyadedir. Ebû Yusuf'un aşağıda gelen kavline göre ise çıkaramaz."

"Kadın hür" İfadesine hâcet yoktur. Çünkü metinde memlûk denilmiştir. Nitekim musannıf bunû Minah'da da açıklamıştır. Bunu Halebî söylemiş, şarihimiz de "Kadının milki olmadığı için" diyerek buna işaret etmiştir.

"Kocası zengin olduğuna göre..." Bahır sahibi diyor ki: "Gâyetü'l-Be-yân'da zenginlik sadakanın haram olması nisabıyla takdir edilir. Zekâtın farz olması nisabıyla takdir edilmez denilmiştir." Zahîre'de de şöyle denilmektedir: "Kadının nafakasında zikrettiğimiz vecihle hizmetçinin nafakası parayla takdir edilmez. Ona örfe göre yetecek kadar erzak takdir edilir. Lâkin onun nafakası kadının nafakası kadar olamaz. Çünkü o kadına bağlıdır. Binaenaleyh katık hususunda da nafakası kadınınkinden az olur. İmam Muhammed'in kitabta zikrettiği hizmetçi elbisesi kendi âdetlerine göredir. Bu her vakit değişir. Hâkime düşen her zaman veher yerde nafaka takdir ederken yetecek mikdar erzak takdir etmesidir." Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

"Esah kavle göre" İmam Muhammed'in kavli buna muhâliftir. O: "Kocası fakir bile olsa kadının hizmetçisine nafaka takdir edilir." demiştir. Tamamı Fetih ile Bahır'dadır.

"Fakirlik hususunda söz kocanındır." Çünkü o aslı iddia etmektedir. Minah. Bir de vücub sebebini inkâr etmektedir. Bahır sahibi diyor ki: "Meğerki kadın beyyine getirsin. Bu haberde sayı ve adâlet şarttır, şehâdet sözü şart değildir."

"Bir hizmetçi yetmiyorsa" İbaresi yerine Fetih'de "Kendilerine bir hizmetçi yetmiyorsa" denilmiştir.

"İki veya daha fazla hizmetçi nafakası takdir eder.' Zâhirine bakılırsa hizmetçiler kadın içindir. Yani kadın için bir hizmetçiden fazlasının nafakası lâzım gelmez. Meğerki kadın bir kaç hizmetçiye kocanın çocukları için muhtaç olsun. Zira kadının bir kaç hizmetçisi yok da kocasının çocukları birden ziyade hizmetçiye muhtaç olurlarsa bir kaç tane hizmetçi bulmak kocaya lâzım gelir. Çünkü bu çocuklarının nafakası cümlesindendir. Nitekim gizli değildir.

"İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre" Sözüyle şârih bunun İmam Ebû Yusuf'tan ayrıca bir rivâyet olduğuna işaret etmektedir. Çünkü Hidâye ve diğer kitablarda Ebû Yusuf'tan nakledilen söz: "İki hizmetçi için nafaka takdir edilir. Çünkü bunların birine iç hizmetleri, diğerine dış hizmetleri için ihtiyaç vardır, şeklindedir.

"Zifaf olursa" Sözüyle kadının baba evindeki hali itibar edileceğine, kocasının evine vardıktan sonra ârız olacak hale bakılmayacağına işaret etmiştir. Remli.

"Bahır'da ilh..." Bahır'ın ibâresi şöyledir: "Tahâvî diyor ki: İmlâ sahibinin Ebû Yusuf'tan rivâyetine göre kadın bir hizmetçisiyle yetinmeyecek kıymetlilerdense ona yetecek kadar bir veya iki yahut daha fazla hizmetçi nafakası verir. İmlâ sahibi: Biz de bununla amel ederiz. demiştir. Gâyetü'l-Beyân'da da böyle denilmiştir. Zahîriyye ile Valvalciyye'de ise kadın eşraf kızlarından olup bir hizmetçisi varsa kocası iki hizmetçi nafakası vermeye mecbur edilir, denilmektedir." Hâsılı mezheb mutlak surette bir hizmetçiyle yetinmenin lüzumunu göstermektedir. Ulemanın amel ettikleri kavil ise Ebû Yusuf'un kavlidir.

METİN

Kocanın üç nev'i ile nafakadan âciz kalması ve gaibte ise velev zengin olsun kadının hakkını vermemesi sebebiyle karı-kocanın araları ayrılmaz. İmam Şâfiî kocanın fakirlemesi ve onun bulunmamasından dolayı karısının zarar görmesi sebebiyle bunu caiz görmüştür. Buna Hanefî bir hâkim hüküm verirse geçersiz olur. Evet, bir Şâfiî'ye emreder de o hüküm verirse âmir ve memur rüşvet almamak şartıyla geçerli olur. Bahır.

İZAH

"Kocanın üç nev'i ile nafakadan âciz kalması" Yani yiyecek, giyecek ve meskenden hiç birini verememesi sebebiyle ister orada bulunsun ister bulunmasın araları ayrılmaz.

"Velev zengin olsun." Sözünün yerine münasib olan tâbir "Velev fakir olsun" demekdi. Çünkü bu İmam Şâfiî (R.)'ın hilâfına işarettir. Ona göre esah olan hareket bizim mezhebimizde olduğu gibi zengin koca karısının hakkını vermezse nikâhlarının fesh edilmemesidir.

"Karısının zarar görmesi sebebiyle bunu câiz görmüştür." Yani Şâfii'ye göre koca nafaka sebebiyle fakir düşerse karısı nikâhı fesh edebilir. Keza ortadan kaybolur da alınması imkânı kalmazsa bir çok Şâfiî ulemasına göre nikâhı fesh edebilir. Lâkin Şâfiîlerce mu'temed olan esah kavle göre koca zengin olduğu müddetçe fesh câiz değildir. Velev ki kendisinden haber kesilsin, nafakayı malından almak mümkün olmasın. Nitekim El-Ümm nâmındaki kitablarında açıklanmıştır. Tûhfe sahibi bunu naklettikten sonra diyor ki: "Bizim üstadımızın Menheç şerhinde kendisinden haber kesilmiş hazır malı bulunmayan koca hakkında kesinlikle buna hükmetmesi bildiğin gibi nakledilen rivâyete aykırıdır. Zengin mi fakir mi hali bilinmeyen kimsenin ortadan kaybolmasıyla nikâh feshedilmez. Hatta fakir olarak ortadan kaybolduğuna beyyine şahid olsa bile şimdi fakir bulunduğuna şahidlik etmedikçe nikâh fesh edilemez. Velev ki istishab yoluyla istinadı bilinsin. Nitekim gelecektir.

"Evet, bir Şâfiî'ye emrederse" Yani onun yerine iş görmeye me'zun olmak şartıyla demek istiyor. Hâniyye. Gurarü'l-Ezkâr sahibi şöyle demiştir: "Sonra bilmelisin ki, koca mevcud olup boşamazsa ulemamız Hanefî olan hâkimin karı-kocanın arasını ayırmak için kendi mezhebinden bir naib tâyin etmesini münasib görmüşlerdir. Çünkü daimî bir ihtiyacın giderilmesi ancak ödünç almakla mümkün olur. Zâhire göre kadın kendisine ödünç verecek kimse bulamaz. Kocasının ileride zengin olması ise mevhum bir şeydir. Binaenaleyh kadın istediği vakit aralarını ayırmak zarurîdir. Kocası gaib ise araları ayrılmaz. Çünkü o yokken âciz olup olmadığı bilinmez. Hâkim ayrılmalarına hükmetse bile hükmü geçerli değildir. Çünkü bu hüküm içtihad götüren bir yerde değildir. Âcizlik sâbit olmamıştır." Bahır sahibi ulemanın ihtilâfını nakletmiş ve sahih kavlin Zahîre'de beyan edildiği gibi geçersizlik olduğunu bildirmiştir. Çünkü şâhidlerin hesabsız hareket ettikleri anlaşılmıştır. Nitekim İmâdiyye ile Fetih'de beyan edilmiştir. Eşbâh'ın kaza bahsinde hâkimin geçersiz hükümleri meyanında zikredildiğine göre bunlardan biri de gaibte bulunan koca nafakayı vermekten âcizse sahih kavle göre karısı ile aralarının ayrılmasıdır.

Hâsılı nafakayı vermekten âciz kalmakla karı-kocayı birbirinden ayırmak koca orada bulunmak şartıyla Şâfiî'ye göre câizdir. Koca orada bulunmazsa yahut halen fakir olduğuna beyyine şâhid olmazsa mutlak surette câizdir. Birinci hali ulemamız içtihad götürür hükümsaymışlardır. Onun için birinci halde hüküm geçerlidir, ikincide geçerli değildir. Bundan anlarsın ki, şârihin sözü kusurludur. O her iki halde kesinlikle geçerli olacağını söylemiştir ki, Zahîre'den naklettiğimiz sahih kavlin hilâfınadır. Fetih sahibinin beyanına göre,fesh aczini isbat yoluyla değil de kocanın yokluğu mânâsına alınarak mümkündür Bundan murad kadına nafaka vermek imkânı bulamamaktır. Fakat Bahır sahibi bunu reddederek Şâfiî'-nin mezhebi bu olmadığını söylemiştir.

Ben derim ki: Bizim yukarıda Tûhfe'den naklettiğimiz de bunu te'yid eder. Tûhfe sahibi Menheç şerhinin sözünü reddetmiş, buna sebeb olarak nakledilene aykırı olmasını göstermiştir. Buna kıyasen zamanımızda bazen vuku bulan Şâfiî hâkimin kayıp kocanın nikâhını fesh meselesi sahih değildir. Hanefî hâkimin böyle bir hükmü tenfize hakkı yoktur. Bu ister fakirliğin isbatına, ister kocasının kaybolması sebebiyle kadının nafakasını alamamasına bina edilsin fark etmez. Buna dikkat etmelidir. Evet, İmam Ahmed'e göre ikincisi sahihtir. Nitekim mezhebinin kitablarında beyan edilmiştir. Kâri-i Hidâye'nin Fetâvâsı'ndaki mesele buna yorumlanır. Kendisine kocası ortadan kaybolup nafaka bırakmayan kadının hali sorulmuş da şu cevabı vermiş: "Kadın buna beyyine getirir de nikâhın feshini câiz gören bir hâkimden fesh ister, o da feshederse geçerli olur." Bu, gaib aleyhine hükümdür. Gaib aleyhine hükmün geçerli olup olmadığı hakkında ise bize göre iki rivâyet vardır. Geçerlidir diyen rivayete göre Hanefî hâkim o kadını iddet bekledikten sonra kocaya verebilir. İlk kocası gelir de kadının iddia ettiği gibi onu nafakasız bırakmadığına beyyine getirirse, beyyinesi kabul edilmez. Çünkü ilk beyyine mahkeme hükmüyle tercih edilmiştir. Artık ikinci beyyineyle bozulamaz. Bunun benzerine de başka bir yerde cevap vererek: "Feshi câiz gören bir hâkim nikâhı fesheder de başka bir hakim bunu tenfiz ederek kadın başka kocaya varırsa, fesh, tenfız ve başkasıyla evlenme sahihtir. İlk kocasının gelmesiyle ve yokluğu esnasında karısına nafaka bıraktığını iddia etmesiyle bu geçerlilik kalkmaz "Ih..." demiştir. Şu halde "Bunu câiz gören bir hâkim" sözüyle Hanefî şöyle dursun Şâfiî kasdetmek bile sahih olamaz. Ancak Hanbelî bir hâkim kasdedilebilir.

"Âmir ve memur rüşvet almamak şartıyla geçerli olur." Âmirin rüşvet almaması şarttır. Çünkü rüşvetle hâkım tâyin etmek sahih değildir. Memurun rüşvet almaması da şarttır. Çünkü rüşvetle verdiği hüküm sahih değildir. Velev ki tâyini sahih olsun.

METİN

Nafaka takdirinden sonra hâkim kadına ödünç almasını emreder. Tâ ki kocası kabul etmese bile onun üzerine havale edebilsin. Emirsiz ödünç alırsa, kadın bu borç kocamındır diye açıkladığı yahut niyet ettiği takdirde alacaklı borcunu kadından alır. Fakat borç kocasınındır. Kocası karısının niyetini inkâr ederse söz kendisinindir. Müctebâ.

İZAH

"Nafaka takdirinden sonra" Demekle şârih musannıfın ibâresinde: "Kocası nafaka vermekten âciz kalmakla araları ayrılmaz." İfadesinden sonra hazfedilmiş cümle olduğuna işaret etmiştir. Takdiri şudur: "Bilakis kocası hesabına kadına nafaka takdir edilir." Ve hâkim kadına ödünç almasını emreder. Lâkin nafaka takdiri koca orada bulunduğuna göre tesirini gösterir. Zira gaibte bulunan kocanın mevcud malı yoksa onun hesabına kadına nafaka takdir edilmez. Nitekim Hâkim'in Kâfîsi'nde beyan edilmiştir. Musannıf da ileride söyleyecektir ve müftâbih kavil Züfer'in kavlidir diyecektir.

"Ödünç almasını emreder." Hassâf'ın ve ona uyarak şârihlerin beyanına göre bundan murad parası kocasının malından ödenmek şartıyla veresiye satın almaktır. Müctebâ'da ise bundan murad ödünç almaktır denilmiştir. Bahır. Kuhistânî bu ikinci mânâyı Sadru'ş-şeria'dan nakletmiş: "El-Mugrîb'in sözü de buna işaret etmektedir." demiştir. Ya'kubiyye'de dahi: "Evlâ olan budur. Nitekim gizli değildir." denilmiştir. Dürr-ü Müntekâ'da ise: "Lâkin ödünç almak için vekâlet vermek esah kavle göre doğru değildir. Doğrusu birincisidir." denilmiştir. Bunun bir misli de Bercendî'den naklen Hamevî'dedir.

Ben derim ki: İkincisi kadına daha kolay gelir. Çünkü bazen kadın her gün muhtaç olduğu şeyleri veresiye satan kimse bulamaz. Meselâ bir aylık nafakayı tedarik için ödünç para almak bunun hilâfınadır. Bu bâbtaki itirazın cevabı az ileride gelecektir.

TENBİH: El-Hâvî'z-Zâhidî'nin kaza bahsinde beyan edildiğine göre kadın kocası hesabına kendisine borç para verecek kimse bulamazsa çalışarak kazanır ve harcar. Ama bunu hâkimin emriyle kocasının hesabına geçirir. Kazanmaya kudreti yoksa o gün için dilenebilir. Aldıklarını yine hâkimin emriyle kocasının üzerine geçirir.

"Onun üzerine havale edebilsin." Malûmun olsun ki, ulema şöyle de-mişlerdir: "Hâkim nafakayı takdir ettikten sonra kadın ister kendi malından yesin, ister hâkimin emriyle veya onun emri olmaksızın ödünç alsın nafakayı kocasından alabilir. Ancak emirle ödünç almanın faydası karı-kocadan birinin ölmesiyle nafakanın sukut etmemesidir. Nitekim bunu musannıf: "Karı-kocadan birinin ölmesiyle ve kadının boşanmasıyla takdir edilen nafaka sâkıt olur. Meğerki kadın hâkimin emriyle ödünç almış olsun." diyerek izah edecektir. Şârih burada başka bir faideye işaret etmiştir ki, o da Kudûrî'nin Tecridi ile Hidâye'deki şu ifadedir: "Ödünç alma emrinin faydası alacaklıyı kocasına havale etmesidir. Velev ki kocası razı olmasın. Hâkimin emri olmazsa kadının buna hakkı yoktur. Fetih'de Tûhfe'den naklen bildirildiğine göre bunun faydası alacaklının kocaya veya kadına müracaat edebilmesidir. Bahır sahibi diyor ki: "Zâhirine bakılırsa kadın havale etmese bile alacaklı kocasına müracaat edebilir. Tecrid'in ifadesine bakılırsa havalesiz müracaat edemez."

Ben derim ki: Zâhire göre muhalefet yoktur. İhaleden murad alacağını kocasından istesin diye kadının alacaklıya yol göstermesidir. Meselâ; Benim kocam filandır, alacağını ondan iste der. Zira burada havalenin hakikatini murad etmek mümkün değildir. Buna delil ulemanın: "Alacaklı hakkını kadından da isteyebilir." diye açıklamalarıdır. Kocanın havaleye razı olması şart değildir. Şunu da açıklamışlardır ki, hâkimin emriyle ödünç almak borcu kocanın üzerine geçirmek demektir. Çünkü hâkimin onun üzerinde tam velâyeti vardır. Onun için de alacaklı ona müracaat edebilir.

Hâkimin emri yoksa kocaya müracaat edemez. Sadece kadına müracaat eder. Kadın da kocasına müracaat eder. Bundan anlaşılır ki, hâkimin emriyle ödünç almak kadın için olur ve hâkimin velâyeti sebebiyle borç kocaya vâcib olur. Yoksa kocanın vekili olması dolayısiyle vâcib olmaz. Bu suretle yukarıda geçen: "ödünç almak içîn vekâlet vermek sahih değildir." sözü def edilmîş olur.

"Açıkladığı takdirde ilh..:" Sözünü "Kocamındır diye" Îfadesinin kaydı yapmak doğru olamaz. Çünkü kocasına müracaat hakkı hâkîmin borçlanma emrinden önce sâbittir. Nitekim gördün. Bu söz "Tâ ki onun üzerine havale edebilsin." ifadesinin kaydıdır. Müctebâ'nın ibâresi şöyledir:"Kadın borç aldığı vakit ben bunu kocamın hesabına borçlanıyorum diye açıklayacak mıdır yoksa niyet mi edecektir? Açıklarsa mânâ zahirdir. Niyet ederse dahi öyledir. Fakat açıklamaz niyet de etmezse kocası hesabına borçlanmış olmaz. Kadın kocası hesabına niyet ettiğini iddia eder de kocası inkârda bulunursa söz kocanındır."

Ben derim ki: İnkârının faydası alacaklının kendisine müracaat ede-memesidir. Alacaklı kadına müracaat eder, kadın da kocasına. Karı-kocadan birinin ölümüyle veya kadının boşanmasıyla nafaka sâkıt olur. Nitekim evvelce anlattıklarımızdan anlaşılmıştı. Zâhire bakılırsa kocaya yemin verdirilmez. Karısının niyeti olmadığına kocasından nasıl yemin istenebilir! Onun içindir ki, yeminle kayıdlanmamıştır. Rahmetî'nin naklettiği yeminle kayıdlı ifade bunun hilâfınadır. Onu ben "Müctebâ'da ve Bahır'da görmedim.

METİN

Kadının ve koca olmasa küçük çocuklarının nafakası kime vâcib ise borç vermek de ona vâcib olur. Meselâ kardeş ve amca böyledir. Kardeş ve benzeri kimse vermezse hapsolunur. Çünkü bu iş mâruf kabîlindendir. Zeylai ve İhtîyar. İleride izah edilecektir. Hâkim fakir nafakası takdir eder de sonra koca zenginler ve karısı dâvâcı olursa, hâkim onun gelecekteki nafakasını zengin nafakası olarak tamamlar. Aksi olmuşsa orta nafaka vâcib olur. Nitekim geçmişti. Kadın her ayın nafakası için kocasıyla bir kaç dirheme anlaşır da sonra bu bana yetmiyor derse arttırılır. Kocası benim buna gücüm yetmiyor derse bu lâzımdır. Hiç bir suretle onun sözüne bakılmaz.

İZAH

"Borç vermek de ona vâcib olur ilh .." İhtiyar'da şöyle denilmiştir: "Fakir bir kadının kocası da fakir ise fakat kadının başka kocasından zengin bir oğlu veya zengin kardeşi varsa kadının nafakası kocasına düşer. Oğluna veya kardeşine bu kadına nafaka vermesi emrolunur ve kocası zenginlediği vakit kadına verdiğini ondan alır. Oğul veya kardeş buna razı olmazsa hapsedilir. Çünkü bu mâruf kabîlindendir. Zeylaî diyor ki: Bundan anlaşıldığına göre kocası fakir kadın fakir olduğu vakit kadının nafakası için koca olmasa, nafakası kime vâcib olacaksa borç vermek de ona vâcib olur. Bu izaha göre fakir bir kimsenin küçük çocukları olur da nafakalarını vermeye gücü yetmezse, baba olmasa nafakaları kime vâcib olacaksa yine ona vâcib olur. Anne, kardeş ve amca gibi ki, bunlar baba zenginledikten sonra haklarını ondan alırlar. Büyük çocuklarının nafakası bunun hilâfınadır. Onlar için aldıklarını baba zenginledikten sonra ondan isteyemez. Çünkü fakirlik sebebiyle büyük çocuklarının nafakaları vâcib olmaz. O kimse ölmüş gibidir." Bu hususta Fethü'l-Kadir sahibi de onu tasdik etmiştir. Bahır.

Ben derim ki: Bu sözün muktezası babaya müracaat hakkının sübutu hususunda anneyle başkasının arasında fark bulunmamaktır. Halbuki fer'î meselelerden az önce beyan edeceğine göre sahih olan şudur: Anneden başkası için müracaat hakkı yoktur. Burada söylenecek söz vardır ki, biz onu orada zikredeceğiz.

"Meselâ kardeş ve amca böyledir."

 

 

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.02 saniye 14,845,780 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024