YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI 1
GİYİM
KUŞAM FASLI 1
BAKMA
VE DOKUNMA FASLI 1
İSTİBRÂ VE DİĞER KONULARA DAİR BAB. 1
ALIŞ-VERİŞ FASLI 1
METİN
Münasebeti
zahirdir. Hazr, lügatta men ve
hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer'an kullanılması
men edilen şeydir.
Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise,
mükelleflere sevap veya günah kazanma
söz-konusu
olmaksızın yapılması ve terkedilmesi
caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az
da olsa bir
hesap verir.
İhtiyar.
İmam
Muhammed'e göre, her mekruh, yani
tahrimen mekruh olan . herşey,
haramdır, yani ateşle
ceza görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen
mekruh olan şey, fukahanın ittifakı
ile helâle
daha
yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh
olan şey, harama daha ya-kındır. Sahih ve
muhtar olan da
imameynin görüşüdür. Bid'at ve şüphe de tahrimen mekruhun mislidir.
Tahrmien
mekruh olan birşeyin harama nisbet
edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O
zaman vacib ne
ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir
delille sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen
mek-ruh'olan
şeyi yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede
de vacib gi-bidir.
Zeylaî'de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın
olan bir şey, mahzurla bağlı
olan şeydir,
ateşle cezalandırmayı ge-rektiren şey
değildir. Belki sünneti müekkedenin
terki gibi
itabı
gerekti-rir. Çünkü sünneti müekkedeyi
terketmekte ateşle eziyet
etmek yoktur. Şu kadarı var
ki, sünneti
müekkedeyi terketmek, Nebiyi muhtarın
şefaatından mahrum kalmayı icabettirir.
Zira
Rasulullah (s.a.v.),
«Benim sün-netimi terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse
sünneti müekkedeyi
terketmek haram değil, harama yakındır.»
Gıda için
yemek yemek susuzluğu gidermek için su
içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti
veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de
olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin
hükmüne göre sevap
da kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini
atlatacak kadar yemek farzdır. Ve
ondan dolayı
sevap da kazanır. Nefsini helakten
kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak
ve oruç
tutacak kadar vücudu sağlam tutacak
kadar yemektir.
Bu ifadeden
vücudu farzı kılamayacak kadar
zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın caiz
olduğu
anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim
Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da
böyledir.
Ben derim ki: Mübteğa'da şöyle denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma
gücünü
kazandıracak kadar yemek
yeme farzdır.» Uyanık ol.
Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar
yemek de mubahtır. Doy-manın üstünde fazla yemek ise
haramdır.
Hâniye'de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini
galib zannına
göre bo-zacak
kadar çok yemek haramdır. İçmek de
böyledir. Kuhistani.
Ancak orucunu sabahleyin
kuvvetlendirme kastı ile
fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş
olan
misafiri
utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir.
İbadet
yapmaktan zayıf düşünceye kadar yemeği azaltmak
caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini
yemesinde bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha
efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır.
İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır.
Sünnet üzere yemek yemenin adabı şudur:
Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El
yıkamada, yemekten
evvel genç-lere, yemekten sonra ise yaşlılara
öncelik verilmelidir. Mülteka.
İZAH
Haniye ve Tuhfe'de de başlık aynen
böyle konulmuştur. Camiü's-Sağîr ve Hidâye'de ise, bu kitaba
«kerahet ve
mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire'de ise, bu başlık yerine «İstihsân
kitabı» denilmiştir.-
Çünkü bu kitabın meseleleri muhtelif
cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan)
verilmiştir.
Zira genel olarak meselelerinde
kerahet, hazr, ibaha ve
istihsan bulunmaktadır.
Nihâye'de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta
şeriatın mutlak
bıraktığı birçok meseleler
vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak
bırakılan meseleleri
terketmektir.
Talibetü't-Talebe'den naklen
Ebussuud'da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin
çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu
da budur. Ama fıkhı meselelerin
cevabında
zikredilen kıyas
ve istihsan ise, onların beyanları
fıkıh usulündedir.»
«Münasebeti
zahirdir ilh...» Hidâye
şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu
kitapta
bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer'den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur.
Musannifin
Hazr ve ibaha kitabı demesi üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki olur denilir. Ne zaman
ki udhiye ile
udhiyeden evvel ki kitabın münasebeti
zikredildi, o zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki
olmuştur. O
zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade
etmiyor diye
itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de
itiraz
edilmesin.
«Hazr lügatta
men ve hapsetmek manasınadır ilh...» Kur'ân'da, «Rabbinin ihsanı
mahzur değildir.»
(İsrâ : 20) buyurulmuştur.
Yani Rab-binin rızkı ne sevap
kazanandan, ne de günah kazanandan
hapsedil-miş değildir.
Cevhere.
İbâha ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî.
«Mahzur,
mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur kelimesi başındaki
«el» and içindir. Yani bizim fikir ve
tarif
ettiğimiz şer'î mahzur, mubahın
zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına
münafi
değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü
musannifin burada muradı, onun
karşılığında elan mubahı
tarif etmek
değildir. Çünkü onun tarifi, bilindiği
gibi yu-karıda geçti. İşte
bu izahla musannifin
burada hazrı
tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü
hazır haram ve mekruha nasıl
de-nilirse,
vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit
olan şey diye tarif etsek, hazrı
yine has
tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has
tarifi şudur: Şer'an kullanılması men edilen
şey. Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile
kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır.
«Yapılması ve
terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh'ta da böyle
tarif edilmiştir. Cevhere'de olan
ifade de
şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.»
«Mubahtan az
da olsa bir hesap verir ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey
varid
olmuştur ki,
kim hesabta münakaşa ederse
azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade
araştırmaya
vesile olur. Kamus'ta olduğu gibi.
«Her mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır.
Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman
Mutarrızî'nin
kerahet kelimesini Muğrib'te irade edilmeyen
olarak tarif etmesi, mutezileye
meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir. ,
«Yani tahrimen
mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan
ancak tahrimi kerahet
kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri.
«Haramdır ilh...»
Musannif bu kavliyle irade ediyor ki, o haramdır. Hidâye'de şöyle
denilmektedir.
«Ancak, kesin
bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak
olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman
haram veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey
hakkında «beis yoktur» denilir, hahamlığı hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir.
İtkanî.
«Haram gibidir
ilh...» Kuhistanî de böyle
demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam
Muhammed'e
göre de haram değildir. Ateşle
azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir.
Herne ka-dar
onun azabı kat'ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed
ile İmameyn
arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha
sahih olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü'l-Hümam'm Tahriku'l-Usul isimli eserin-de
tahkik
ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği
şöyledir ki; «Muhammed'in «haramdır»
sözünde bir çeşit
mecaz vardır.
Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan
ortaktırlar. İmameynin
kavli ise,
ha-kikat üzerinedir. Çünkü kati olarak bilinmektedir ki İmam
Muhammed vacib mekruh
olanı inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki,
farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir
etmişse. O zaman
İmam Muhammed
ile mana iti-bariyle imameynin arasında
zannedildiği gibi bir ihtilaf yoktur.»
Bunun
Tahrikü'l-Usul'ün sarihi İbni Emir-i
Hac Muhammed'in Meb-sutta zikrettiği ile teyid
etmektedir. Zikredilen
kelâm şudur: «Ebû Yusuf,
Ebu Hânife'ye, «Sen birşeye mekruhtur dediğin
zaman senin reyin
ne-dir?» diye sorunca, Ebu Hânife, «Haramdır»
demiştir.»
Yine
Mebsut'ta, Muhammed'in, «Ebu Hânife de
mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli
gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu
mekruha haram demenin sahih olup olmadığı
üzerinedir. Bu
husustaki kelâmın tamamı yakında gelecektir.
«Helâla daha yakındır ilh...» Yani onun faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki,
onu terkeden kimse
de az bir sevap kazanabilir.
Telvîh.
Bunun zahiri
şudur ki. helâl değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması
da lazım gelmez. Çünkü Minah'ta da ol-duğu gibi. tenzihen mekruh olan bir şeyin mercii, onun
terkinin evlâ
olmasıdır. Kuhistanî Minah'ta
Cevahir'den naklen olduğu gibi, iki kera-het arasındaki
fasıl
şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi
ibtiladan dolayı o haramlık ondan düşmüşse,
onu yemek veya
içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o
za-man
haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra
onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız
olmuşsa bakılır: Eğer
galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset
yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram
edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen
mekruhtur.
Yırtıcı kuşların artığı gibi.
«Bid'at ve
şüphe de bunun mislidir ilh...»
Kuhistanî'nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid'at
kelimesi İmam Muhammed'e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun
eşanlamlısıdır.
«Harama nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma
itibariyle. Musanni-fin, vacibin sabit olduğu şeyle
sabit olur
sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin
bunu zanni sübut üzerine
ihtisar
et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi
deliller dörttür. Birincisi,
hem sübutu,
hem delâleti kafi olan Kur'an'ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan
mütevatir
sünnetin nasları gi-bi. İkincisi,
sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi.
Üçüncüsü ise, bunun aksi, yani sübutu zannî, delâleti kafi, bu da mef-humları kafi olan ahadi
haberler gibi.
Dördüncüsü, hem sübutu, hem de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî
olan
ahadî haberler gibidir.
Birincisi ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile
de sünnet ve
müstahab olan sabit olur.
«Zeylaî'de
ilh...» Sarihin bu kavli, musannifin,
«mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin
anlamını açıklamak
içindir. Zeylaî'de olan, Telvih'te olan ifadeye muvafıktır. Zira Telvih
sahibi şöyle
demiştir: «Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da
bir mahzur
taalluk eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun
terkeden de
Peygamberin
şefaatından mahrum kalır.»
Telvih'in
ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur.
Çünkü o
harama
yakındır. Burada müekked sünetten
murad, cemaatla namaz kılmak,
ezan ve kamet gibi
Hûda
sünnetleridir. Çünkü bunları terketmek, sapıklıktır
ve kınanır. Tahrir'de olduğu gibi.
Bu-rada
terkten maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar
etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk
üzerine icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta
namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin
alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek,
dini hafife almaktır. O zaman
onun terki üzerine
onlarla
savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir. İşte
bundan dolayı denilir ki, onların cemaatı
terki
üzerine
savaşmak onun vacib olduğuna delâlet
etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir şerhindedir.
Sonra burada
zikredilen «Ateşle azab görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli,
anifen sarihin
takdim
ettiğine muhaliftir. İbnü'l-Hümam da
Tahir'de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin
ateşle ikabı istihkak edeceğini kesinlikle söylemiştir.
Ancak şu kadarı var ki, sarihin
yukarıda
takdim ettiği,
Muhammed'in kavline has olduğu
söylenebilir. Çünkü mekruh İmam
Muhammed'e
göre
haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli
üzerine hamledilir. O
zaman bu ifade
eder 'ki. İmam Muhammed'le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim
Tahrir'den naklen
takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud, Makdisî'den şunu
nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed,
mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun
helâlliğine
kesin bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl
kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır.
Hem de
hürmetine dair kesin birşey
de yoktur.»
Kerahet helâlliğe münafi değildir. Nihâye'nin hulu
bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir:
«Her mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir.
Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir
ama mubah
değildir. Çünkü mekruhtur.»
Telvih'te şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan
herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men
edilmekle
haram olur.
Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men
edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama
hiç
men
bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed'in gö-rüşüne göredir.
İmameynin
görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil,
men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise,
tenzihen
mekruhtur. Eğer helale daha yakın
ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen
mekruhtur.»
Bu ifade
etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek
İmam Muhammed'e göredir.
İmameyne göre
değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile
şefaattan
mahrum ol-makta eşittirler. Allah
daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad,
derecelerin yükselmesidir veya
ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde
mahrum olmak değil.
Veya istihkak et-tiği birşeyden
şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin
vukuuna münafi
değildir. İşte bununla suç kebireyi
işleyenen üzerine değildir diye itiraz
edilemeyeceği
anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim üm-metimden kebairi işleyenler
içindir.» Nitekim
Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi'nde bunu zikretmiştir.
Bunun tamamı bizim Menâr
üzerindeki haşiyelerimizdendir.
«Gıda için yemek
ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır.
Şurunbulâliye.
«Velev ki
haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa,
eğer şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar
içebilir. Bezzâziye.
Böyle susuz kalan bir kimsenin yanında
idrar ve şarap olsa, o za-man şarap
idrara takdim edilir
Tatarhâniye.
Bu husustaki kelâmın ta-mamı ileride gelecektir.
«Ona zamin de olsa ilh...» Zira mecbur
kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine
aykırı olmaz.
Bezzâziye'de
şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının
yanında da bir yiyecek
olsa, bu
ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar
fazlasıyla
değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak
onunla
çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden
korkarsa, o zaman
bir
kısmını ona bırakır.
Bir adam diğerine, elimi kes ye,
dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur
kalındığında
da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.»
«Ondan dolayı
sevap da kazanır ilh...» İhtiyâr'dan naklen Şurunbulâliye'de şöyle
denilmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların
her
yaptığı şeyin karşılığında ecir
verir.
Hatta kulun
ağzına gö-türeceği lokmanın dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene
kadar yeme
ve içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur.
Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır.
Hem de muhkem
ayette
nefsi tehli-keye atmak nehyedilmiştir.»
Ama bunun
aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü
onun tedavi
ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de böyledir.
«Bu ifade
ediyor ki ilh...» Yani, «bundan dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun
zahiri, o kadar yemek
mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka'nın
metninde tasrih edilmiştir. O
zaman yemeği
terketmenin caiz olduğunu ifade eder.
«Nitekim
Mülteka ilh...» Mülteka'da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi
ibadetlerin edasından
zayıflatacak kadar ye-meği azaltarak
riyazet yapmak caiz
değildir demiştir.
«Ben derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir»
sözünü teyid etmektedir.
«Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü,
musannifi muaheze etmeye işaret ettiği
gibi, Mülteka'da
zikredileni de muaheze etmektedir.
«Mubahtır
ilh...» Yani ne sevap, ne de günah
vardır. Ancak, eğer yediği
helâlden olursa, bunun az
bir hesabını
verir. Zira hadiste Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap
görmez. Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek,
onu yazın
sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur.
Yine şöyle hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun
sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan
da hesap sorulacaktır. Ancak
nefsini
kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü
Münteka.
«Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini
kuvvetlendirecek
kadar. Kuhistanî.
«Haramdır ilh...»
Çünkü malı zayetmek
ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir
hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun
doldurduğu kapların en şerri
doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım
ise, üçte birini ye-meğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab
bakımından en uzun
azab görecekler, en çok
karnını doyuranlardır. Dürrü Münteka.
BİR TETİMME :
Tebyînü'l-Mehârim'de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki
mertebe de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub olan yemek ise, insanı
nafile
namaz-lara, ilim öğrenmeye
ve ilim öğretmeye yardımcı olan
yemektir. Diğeri de mekruh olan
yemektir. Bu
da, doyduktan sonra ondan bir zarar
görmeyecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi
mendub olan
yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer
kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği
ile ibadete kuvvetlenmeyi
murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet
almayı murad
etmemelidir. Zira Cenab-ı Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için
yediklerinden
onları zemmetmişitr. Şöyle
ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise
zevklenirler, hayvanların
yediği gibi
yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur.
Rasulullah da, «Müslüman bir
barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi
Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet
etmişlerdir.
Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da,
Resulullah bunun
mümin için bir
darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin
dün-yadan züht eder, kâfir ise dünyaya
haristir. Öyleyse
mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini
yapabilmek için yer. Kâfir
de hırs, şehvet ve
lezzeti taleb için yer. O zaman az da
olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa
doyurmaz.»
«Hâniye'de
kerahetle ifade edilmiştir ilh...» Umulur ki, evceh olan birinci görüş, yani haram
ifadesidir.
Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur.
Allahu Teâeâ'nın bu
kavlinin
sübutu da, delâleti de kafidir.
Düşünülsün.
«Çok yemek
ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî'nin
eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih
bununla ifade
ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer'i doymaktan fazla olan değildir. Çünkü şer'i
doymak, midenin üçte birini doldurmaktır.
Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad kadar
yemektir.»
«Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme
kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin
de tevilde
zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına
galib olursa,
artık
mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz
olur? Bununla be-raber
hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi
mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan
murad. çok zarar vermeyi
ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin
istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir.
«Misafiri
utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar
yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için
yemesi de haram değildir. Kuhistanî.
«Ve bunlara benzer ilh...» Mesela adam,
ihtiyacından fazla olarak istifra
etmek için yerse, Hasan
diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor
ki, «Ben Enes bin Malik'i gördüm ki, çok çeşitli
yemeklerden ve çok
yerdi. Sonra da onu istifra
ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat verirdi.»
Haniye.
«İbadet
yapmaktan ilh...» Yani farz olan
ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği
azaltmak caiz değildir. Ama eğer onu zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa
o zaman o
mubahtır.
Dürrü Münteka.
«Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe
sunuldukları
gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayettiniz.
bunlarla sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20}
âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak
için yemeğin
fazlasını tasadduk etmek efdaldir. Dürrü Münteka.
«Birkaç türlü
yemek yapmak israftır ilh...» Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe
ziyafet vermesi
halinde israf değildir. Kuhistânî.
«Sünnet üzere
ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı
ve sonuna
bismillah desin. İhtiyar.
Bismillah denildiği
zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş
olasın. Ama
sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle
getirme. Ancak, arkadaşları
yemeklerini
bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye.
Besmele, ancak yemek helâl olursa çekilir.
Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn,
yapılır. Kınye,
T.
«Yemekten
evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel
el-leri yıkamak fakirliği yok
eder.
Mendille eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder.
Ama yemekten sonra
yıkanmada
ye-meğin eserinin elden gitmesi için eller
kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi
olduğu söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada
bir beis yok-tur. Yemek için ağızı
yıkamak da elleri
yıkamak gibi sünnet midir? El-Cevap: Sünnet değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını
yıkamadan yemek
yemesi mekruhtur. Ama hayızlı kadın
bunun aksinedir, Dürrü Münteka. Bunun
misli Tatarhâniye'de de mevcuttur.
«Yemekten
evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar
ihtiyarlardan çok yerler, ihtiyarlar
ise daha az yerler.
Dürrü Münteka.
«Yemekten
sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen
bizden
değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T.
BİR TETİMME -.
Tuzluk veya tabağı ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya
bıçağı ekmekle
silmek de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur.
Muhtar kavle göre, bir yere
yaslanarak veya
baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını
yemek ve
kena-rını bırakmak
veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini bırakmak is-raftır. Ancak geri
kalanını yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih
etse, mekruh
değildir. Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen
lokma-yı yerde bırakmak da israftır.
Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek,
kenarından yemek
sünnettir. Aynı yerden
yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi bir yemektir. Ama bunun aksine bir
tabakta birkaç çeşit meyve
olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer.
Çünkü o
birkaç
türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid
olmuş-tur. Sofraya otururken, sol
bacağı
yatırmak, sağı dikmek de sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da
sünnettendir.
İkinci imamdan yemeği üflemede kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin
mekruh olduğu
rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere
benzemektir.
Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü vesselam,
«Kim bir çanaktan
yemek yer ve
sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak
ona, «Allah seni ateşten azad
etsin, çünkü sen
beni şeytandan
azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed'in
rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder»
denilmiştir.
Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa
vardır.
Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir.
Bu bahsin tamamı
Dürrü Münteka,
Bezzâziye ve diğer kitaplardadır.
METİN
Ehli kısrak eşeğin
eti mekruhtur. Malik buna
muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen
bir hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi
için kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet
vermiştir. İnsan pisliği yiyen
hay-van ile kısrağın
etini yemek
mekruhtur. Ancak pislik yiyen
hayvan, etinden o pis koku gidinceye kadar hapsedilir,
koku gittikten
sonra yenilir. Bu temizlenme
müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher
kavle göre, tavuk
üç gün, koyun-keçi dört gün, deve ve sığır on gün
hapsedilir. Eğer bir hayvan, hem necaset, hem
de temiz yiyecekler
yese ve eti de kokmasa, o zaman
onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen
bir
buzağının
etinin helâl olması gibi. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik
olmuştur.
Eti yenilen bir hayvan şarap içse, aynı
saatte kesilse, onun etini ye-mek
helâldir ama mekruhtur.
Zeylai, Vehbaniye Şerhi'nin av bahsi.
Hem erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek ye-mek, su içmek ve yağ
sürünmek ve
kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve
altın kaşıkla yemek veya altın ve
gümüş
mille sürme çekmek
ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak
altın veya gömüş kabın, altın ve
gümüş
çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan
alem ve hokkayı kullanmak da
mekruhtur. Yani
halkın örfüne
göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir.
Hat-ta bir
adam yemeği altın bir kaptan başka bir
yere aktararak orada ye-se veya suyu
veya yağı
altın kaptan
evvela başına değil, eline dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur.
Mücteba ve
diğerleri. Bu da Dürer'de tahrir edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin.
Kuhistanî ve
diğer birisi şunu istisna etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten yapılmış miğfer, zırh,
kolçak kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler
bedene ait olanlardır. Ama
bedenin
gayrısında sırf süs için altın ve
gümüşten kap, veya bir sedir yapmış
olsa, üzerine de ipek
sermiş olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu
yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû
Hânife, yüzü ipek olan
yastığa
yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride
gelecektir.
Bakır ve
tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak
olmasıdır. Peygamber
aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini
melekler ziyaret
eder.» buyurmuştur. İhtiyar.
Bakır, çam, billur ve akikten yapılan mezkûr şeyler
mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet
etmiştir.
Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle
süslenmiş bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş
bir su ka-bından su
içildiği zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere
binileceği zaman veya
eline böyle bir nes-ne aldığı zaman
yine gümüşle yere temas etmekten
kaçınmasının şart olduğu söylenmiştir.
Gümüş veya altınla çemberlenmiş bir kaptan
yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya
gümüşle
çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya
gümüş veya altınla
yazılmış bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya
bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış
olsa, veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya
gümüşten olsa,
elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir.
Bir kumaşın altın veya
gümüşle süslenmesi de mekruh değildir.
Müctebâ'da
şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin
kullanılmasında beis yoktur.»
İkinci imamdan, bu sayılanların hepsinin mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta
imamlar
arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin
kulanılmasındadır. Ama gümüş veya
altın
yaldızlamaya
ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile
üzengi ve
diğerleri arasında fark yoktur. Çünkü,
yaldız helak olur. Onun rengine itibar
edilmez. Aynî
ve diğer
kitaplar.
Kâfirin velev
mecusî de olmuş olsa, «ben şu eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o
et helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul
edilir ve o zaman et haram olur. Bir
kimsenin
ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın
icmaı ile diyanetle
ilgili meselelerde değil, muamelâtla
ilgili meselelerde makbuldür. İşte
Kenz'in
«Kâfirin helâl
veya haram hususundaki
sözü makbuldür» sözü bunun üzerine
hamledilir. Yani
mua-melat
hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa
Zey-laî'nin zannettiği gibi
mutlak helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir.
Kölenin -velev
cariye olsun- ve çocuğun sözü de
kabul edilir, he-diyede. Burada da
ister o çocuk
veya köle efendi
veya velilerinin baş-kasına veya
kendilerine hediye ettiğini haber
versinler, hiç
farketmez.
Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür.
İş-te bu izin ister
ticaretle izin
olsun, ister binaya
giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle
kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe
göre onlar
doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri
birşey almak istese, ona
satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde
layık olan satmamaktır. Çünkü zahir
onun yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac'tadır.
Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü
makbuldür.
Çünkü bu çok vaki olmaktadır. Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında
falan kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe
göre doğru söy-lüyorsa,
ondan alınması caizdir.
Nitekim
yukarıda geçti. Bu bahis hazr bahsinin
sonunda gelecektir.
İZAH
«Ehli kısrak eşeğin
eti mekruhtur ilh...» Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve
sütü helâldir.
«Malik buna
muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada
haramdır dememiştir.
Minâh. Yani bu
delillere murarız bir de-lildir.
«Eşeğin sütü ilh...»
Çünkü o süt etten doğar, o zaman et haram olunca süt de haram
olur. Minâh.
«İnsan pisliği yiyen hayvanın
sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa.
Vehbâniye
Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da,
«Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan
şudur ki ona
yaklaşıldığı zaman ondan pis koku gelir. O zaman onun eti yenilmez,
sütü içilmez,
öküz ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir.
Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik.
«Kısrağın sütü
ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en
kuvvetli delile
binaen kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat aletini zayıflatma yoktur. Biz,
zebaih
bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki
onların kavli
şudur: «At eti tenzihen mekruhtur.»
«Ebû Yûsuf,
tedavi için kısrak sütü ve deve
sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye'de şöyle
denilir: «İmameyn devenin idrarı ile at
etinin tedavi için yenilmesinde beis olmadığını
söylemişlerdir. Yine Ca-miü's-Sâğîr'de
de böyledir.» T.
Ben derim ki: Hâniye'de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû
Hânife'den
mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf'tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir.
Burada Ebû
Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi
hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys
Ebû Yûsuf'un
kavlini tutmuştur.»
«Ezher kavle
göre ilh...» Tecnis'ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet
üzerine muhtar olan
da budur,
denilmiştir. Çünkü zahir bu müddet içersinde
onların temizlenmesi hasıl olur.
Bezzâziye'de:
«Tavuk sığır ve koyun hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse
şarttır Şu
kadarı var ki,
devede temizlenme müdde-ti bir ay,
sığırda yirmi gün, koyunda ise on gün
olarak
takdir edilmiştir.»
Yine Bezzâziye
sahibi şöyle demektedir: «Serâhsi
demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir.
Necaseti yiyen hayvan,
o pis koku gidinceye kadar
hapsedilmelidir.»
«Helâldir ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis
yoktur. Çünkü
tavuk herşeyi yer
ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet
edilmiştir.
Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi
bir yol-ladır. Zeylaî.
«Çünkü onun
eti bozulmaz ilh...» Keza Zahîre'de de böyledir. Bu «muteber olan kokudur» kaidesine
muvafıktır. Şu
kadarı var ki, Haniye' de şu zikredilmiştir:
«Hasen, domuz sütü ile beslenen bir
buzağının
eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun
manâsı şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra
birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen
hayvan gibidir.»
Kınye'den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile beslenen bir buzağının
eti, eğer domuz
sütünü
içmesinden birkaç gün sonra kesilirse
helâldir. Yoksa helâl değildir.»
FER'İ BİR
MESELE: Ebussuud'da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne
haramdır, ne de
mekruhtur.» denilmiştir.
«Helâldir ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki,
burada ke-rahet tahrimendir. Bunun
üzerine
şarap içen bir hayvanla
necaset yiyen bir hayvanın ve
domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki
farka ba-kılsın.
«Hem erkek, hem de kadın için ilh...»
Hâniye'de: «Kadınlar zinetin dışında
yemekte, içmekte ve
vücuduna yağ sürmekte erkekler
menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş
ve inci takmak
ve giyinmekte beis yoktur.»
«Hadis
mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe'den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.v.) duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz.
Altın ve gümüş
sahan-da yemek
yemeyiniz. Zira altın ve gümüş dünyada
onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi
Buhârî, Müslim
ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî'nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır.
Sonra Zeylaî,
altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o zaman
altın ve gümüş
kaptan koku sürünmek de haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve
içmek gibidir, demiştir.
«Kullanmak
buna benzer ilh...» Gümüş veya
altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten
bir ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve
gümüşten bir çıra yakmakta altın ve gümüşten
yapılmış bir sandalye üzerinde oturmak da bunlardandır. İşte bu sayılanlarda ka-dın ve erkek eşittir.
Tatarhâniye.
«Ayna
ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis
yoktur, ayna demir olduğu
takdirde. Ebû
Yûsuf da diyor ki, halkası gümüşten
olanda hayır yoktur. Tatarhâniye.
«(Yani ilh...»
Bu «yani» Dürer sahibinindir.
Bu husustaki kelâm ileride gelecektir. Müctebâ ve
diğerlerinin
ibaresi ise, «Yemeği eğer altın
bir kaptan başka yere naklederse» sözünden
başlamaktadır.
«Müctebâ ve
diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye
sahipleri, zahire sahibinin
Camiü's-Sâğîr
şerhinden aynen şunu nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti,
adam bir altın
veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya
döker. Ama
eğer altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman
mekruh olmaz.»
Tatarhâniye'de, «Kâseden yemeği almak, ekmeği
üzerine koymak,
sonra yemekte bir beis
yoktur.»
cümlesi ilave edilmiştir.
Dürer'de
Tatarhâniye'nin bu ibaresine itiraz
edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla
alınarak yenilen
yemeğin mekruh olma-masını gerektirir.
Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp
yese layık olan
mekruh olmamasıdır. Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki
layık olan, bu rivayetle
fetva verilmemesidir.
Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı
açılmasın.»
«Dürer'de
tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve
Kifaye'-de olan üzerine yapılan itiraza
Dürer sahibi sarihin
işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği
şudur: Halkın örfünde
hangi işte
kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye'de
de bunun üzerine
ikrar edilmiştir. Vanî'nin, Nuh Efendi'nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise,
Dürer'in vermiş
olduğu cevabın
kabul edilmeme-sidir. Remli de şöyle
demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten
kaptan başka bir yere nakletmek, o altın veya gümüş kabı
ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle
altın
veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın
olan bir kullanma
şeklidir.»
Ben derim ki: Dürer'in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş
vardır. Çünkü
eğer Dürer'in
dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su
içse veya yıkansa, haram
olmamasını iktiza eder. Halbuki bununla beraber,
şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin
mutlak ifadelerine
dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden naklen
takdim
ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar
da varid olmaz: «Altın
veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak
caiz değildir. Çünkü o onu kati surette
kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan
kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz
olarak terketmek, malı
zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin
bulunması zaruridir.
Onu kullanan
veya yiyen adam, haram kaptan
kullanma niyetiyle değil, nak-letme
niyetiyle başka bir
kaba geçirse, mesela,
adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını
yağlasa veya
yemeği altın
ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya
başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o
adam ne şer'an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen
yağlanma veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister
eliyle, ister
kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan
sürmenin mili
ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp
kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan
maksat, yağı avuca dökmek değildir.
Çünkü
yağı avuca
dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle
almaktır. Ki. nakil kastıyla almış
olabilsin. Nitekim Nihâye'den
naklen gecen ibare de bunu ifade
etmektedir. O
zaman İtabiye'den naklen,Tatarhâniye'de
olan ifadeye de münafi olmaz. Zira
Tatarhâniye
sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak
mekruhtur. Yine,
ovucuna döker,
sonra başını veya sakalını
onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül
suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir
olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan
ibti-daen
yapılır, bazen de ele dökülür. Elden
sürülür. Bunların her ikisi de hem şer'an,
hem örfen
kullanmaktır. Ama
zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki,
ovucun üzerine
dökülmüş olsa,
o kul-lanma sayılmaz.
Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden
aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye'nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir
olan budur.
Allah daha
iyisini bilir.
T. de kahve
fincanlarının, saatin altın ve gümüşten
kaplarının kul-lanılmasının haram olduğunu
söylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz..
«Kuhistanî
ilh...» Zuhire'de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir. Çünkü
savaşta ipeği
kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da mekruhtur. Sonra imameyn altın
ve gümüşten
oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü
birbirinden ayırmışlardır. Sununla ayır-mışlardır
ki, ok altının
üzerinden kayar. Ama kılıcın
kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için
olur, o da
mekruhtur.
«Kolçak ilh...» Altın
ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî
değil,
Tatarhâniye
zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî bunu
zırha dahil etmiştir. Çünkü zahir odur
ki
kolçaktan murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte olabileceği gibi
müstakil de
olabilir.
«Kerahetler hecene ait olanlardır ilh...» Yani
altın ve gümüşün ha-, ram elması insan
vücudu
üzerinde
kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve
gümüş kullanmak
ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu
kadarı var ki o
zaman o kalem ve dividin
kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî'de
olandır.
Zira Kuhistanî
sahibi şöyle demiştir: «istimal
kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve
gümüşten
kap
yap-tırmakta beis yoktur.»
«Süs için ilh...» Yani asla kullanılmayan.
«Belki selef bunu
yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa'da
zikredilmemiştir.
Belki Muhit'ten naklen
Tatarhâniye'de
de zikredilmiştir.
«Hatta Ebû
Hânife mubah kabul etmiştir ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı
ve gümüşten
kabın
yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan
vehmedilir ki
atlastan yapılan bir yastığın kullanılması
ve üzerinde uyunması helâl değildir.
Mu-sannif da
bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir.
«Nitekim ileride- gelecektir ilh...» Yani
elbise giyme faslında.
«Bakır ve
tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek
de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka'da Müfid
ve Şur'a
isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine
denilir,
denilmiş-tir.
Şur'a'nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi,
denilmiştir.
Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış
bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu
kitap
üzerine, yazan
adamların bazısı şöyle demiştir. Yani
bakır kalaylanmazdan önce onda
yemek
mekruhtur.
Çünkü -onun içindeki pas yemeğe girer
ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan
sonra ise artık o pasın bir zararı yoktur.
Ben derim ki: Benim İhtiyar'da gördüğüm şudur: «Topraktan
yapı-lan kaplar daha efdaldir. Çünkü
onda ne israf,
ne de kibir vardır. Ha-diste, «Kim evinin kaplarını topraktan yaparsa, melekler onu
ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve
kalaydan kaplar yapmak caizdir.»
Cevhere'de:
«Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat görmekte bir beis
yoktur. Bu
kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir,
tunç, bakır, kalay, ağaç ve çamurdu.»
«Mezkur şeyler
ilh...» Yani yemek, içmek, yağ ve koku sürünmek.
«Gümüşle süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin
hükmündedir.
Kuhistânî.
«Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O
zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere
koyması gerekir.
Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa,
ağzı mutlaka
gümüşsüz yer
üze-rinde olacaktır. T.
«Eline ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin
ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O
zaman musannif
bu sözüyle Şurunbulâliye'nin de dikkat çektiği gibi Dürer'de olan
hükmün zayıf
olduğunu ifade
etmektedir.
«Eğere binileceği ilh...» Gurerü'l-Ahkâm'da: «Kur'an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde
altın ve gümüşle
süslendiği zaman
onun tutulacak yerinde altın olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde
oturma yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta
ağzın temas edeceği yerin altın ve
gü-müş
olmasından kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya
gümüş olmasından da kaçınılmalıdır
denilmelidir.»
Bunun benzeri
İzahü'l-lslâh'tadır. Yakında kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde
elin geleceği
yerin gümüş
olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir.
Velhasıl kaçınmaktan
murad, hangi
aza ile kulla-nıyorsa,
onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir.
Öyle ise su
kabında kullanma
ağız ile
olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan
dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle
kul-lanılmaz.
O zaman medar ağız üzerine değildir.
Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği
yerin
altın veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen anla.
Açıktır ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş
bir eşya hususundadır. Yoksa,
doğrudan
altın veya gümüşten yapılan nesnenin hangi yolla
olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz
bunu ileride
takdim ettik. Velev ki kullanan kişinin altın veya gümüş olan
nesne ce-sedi ile temas
etmese dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir
buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır.
Nitekim Hülasa
da bunu tasrih
etmiştir. Kah-ve fincanları veya saatin ve nargilenin su konulacak şişesinin altın
ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir.
Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese
dahi. Çünkü o
neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir
kısmının
gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın
te-mas edecek yerinin gümüş olmaması yeterlidir. Bu,
hepsi gümüş olana benzemez. Nitekim
fukahanın kelâmının sarihi de böyledir.
T. diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine
cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının
mubah olduğuna
hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler.
Elin değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok
büyük bir ce-halettir.
Zira sofra,
yemek kabı ve benzerlerle le tutulan
cinsten değil-lerdir. Halbuki bunların kullanılması
da haramdır. Ebussuud'un şeyhin-den naklettiği, «Bilinsin
ki tercih edilen «Elle tutulacak yerin altın
veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır»
sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl
olması
uygundur» sözü de böyle bir cür'etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla
düşünülsün.
Ben derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla
zevk için
gümüşle süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle
reddetmiştir. Burada tepsiden
murad
finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi»
kelimesinin ma-nâsını
bulamadım.
Sonra T. şöyle
demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap
eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak
elle kullanılıyorsa,
çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden
kaçınılmalı-dır? Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin
muktezası, elin altın ve
gümüşten
korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer üzerine
koymamalıdır.»
Ben derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında
takdim edilen hükmün benzeridir.
«Gümüş ve
altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş
bir kabın hükmü
gibidir.
«Çerçevelenmiş
bir ayna
ilh...» Kifaye'de şöyle denilmektedir: «Burada
çerçeveden murad, aynanın
etrafında olan
kısımdır, yoksa kadının eliyle tuttuğu
sapı değildir. Zira o, gümüş veya altın olursa,
fukahanın
ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.»
«Elini koymasa
ilh...» Bu söz, üzengiye şamil gelmez.
Evlâ olan mu-sannifin burada «ayağını da»
kelimesini ilâve etmesiydi.
«Kumaşın süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer
dört parmak miktarı
ise helâldir.
«İkinci imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur
ki, İmam Yûsuf'tan diğer bir rivayet daha vardır. O
rivayet Bezzâziye'de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed'in kavli olduğu da zikredilmiştir.
Bu da bir-çok
yerlerde gördüğümün aksinedir.
Minâh'ın ibaresi de Hidâye ve di-ğer kitapların
ibaresi
gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med'in hem Ebû Hânife'nin
görüşüne,
hem de Ebû
Yûsuf'un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir.
«Hepsinin mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde
gümüş ve altınla süslenmiş veya
çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir kabı
kullandığı zaman
o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife'nin delili
ise, Enes Bin
Malik'ten rivayet
edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)'in su kabı çatladı:
Rasulullah da çatlayan
yerden
ayrılmaması için gümüş bir zencir taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet
etmiştir. Ahmed'e Asım
el-Ahvel'den rivayet edilen şu hadis
delildir: «Ben Enes'in yanında
Rasulullah'ın kadehini gör-düm
ki onda bir
gümüş çember vardı.» Bu bahsin tamamı Tebyin'dedir.
«İhtilaf
gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde
bir
parça gümüş olan
eşyadır. O zaman gü-müşle çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En
açık olanı,
Ayni ve
di-ğerinin ibaresidir. Ayni'nin ibaresi
şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş
veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya
ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis
yoktur. Zira
yaldızlamada kullanılan altın veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun
renginin altın veya
gümüş kalmasına da itibar edilemez.»
«Mecusiden aldım dese haram olur ilh...» Bunun
zahiri şudur ki, haramlık yalnız
meçusîden aldım
demesi ile sabit olur. Herne kadar mecusînin
kestiğini söylemese de.
Camlü's-Sâğîr'in
ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan
yemek uygun
olmaz.»
Hidâye'de de denilir ki: «Bunun manâsı
şudur: Adam, etin bir müslüman
veya kitabî tarafından
kesilmediğini söylese, o zaman o yenil-mez.»
Tatarhâniye'de: «Camiü'l-Cevami'de: Kurban bahsinden
hemen önce, Ebû Yûsuf için delil olarak
şu vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı
adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek
istese, eti satan adam mecusî olduğunu kabul
etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti
yemek mekruhtur.»
Bu, şunu ifade
ediyor ki, yalnız eti satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare
helâlliği isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde
mutlaka
haramdır.
«Bir kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...»
Hâniye'de: Müslüman bir et alsa ve
kabzetse,
güvenilir
müslüman ona o eti bir mecusinin kestiğini haber verse, o eti yemesi veya başkasına
yedirmesi layık
değildir. Çünkü adam ona onun aynının
haram olduğunu haber vermiş-tir. Haram da
Allah'ın hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit
olur. Ama mül-künün batal olması, aynın haram olması
zaruretinden
değildir. O zaman onun mülkiyeti,
haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine
reddetmek de
mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün
değildir. Çünkü
satışı ibtal etmemiştir.» Özetle.
«Asıl ilh...» Yani, haramlık ve
helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer
kitaplarda zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur:
Bu mesele,
musannifin
gelecek diyanet işlerinde adalet şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü helâllik ve ha-ramlık,
meselâ şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle
il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde
de
adalet
şarttır. Adaletten muradda, razı
olunan bir müslümandır. Burada «Ben
onu kitabîden
aldım...» sözünün manâsı, yani bu helâldir veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin
ha-beri mecusî
dahi olmuş olsa
makbuldür.
Bu sorunun
cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik
veya
haramlığın sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı
şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun
zımninde olan
da sabit olmaktadır. Ama gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki,
kasten sabit olmasa bile, zımnen sabit olur.
Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı
gibi. Bununla
Kenz'e olan cevap da izah edil-miş olmaktadır.
«Bunun üzerine
ilh...» Yani bu asıl üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat
etmişlerdir.
Musannif da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi ismindeki kitabındaki takriri de
buna delâlet
eder.
«Mutlak haram
ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır
sözlerine şamil gelmez.
«Efendinin
başkasına veya kendisine hediye
ettiğini haber versin, hiç farketmez ilh...»
Burada evlâ
olan efendi
değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi.
Minâh'ta söyle
denilmiştir: «Bir köle cariye veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu
sana efendim veya
babam hediye
etti» dese, o adam on-ların sözünü
kabul eder ve alır.»
Camiü's-Sâğîr'de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o
cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini
haber vermesi ile bizzat
kendi-sini
hediye ettiğini haber vermesi arasında
bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların
sözlerinin kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya
cariyelerle gönderilmesindendir.»
«Binaya giriş
izni olsun ilh...» Minâh'ta şöyle
denilmiştir: «Eve gir-me iznine
gelince, eğer küçük
oğluna,
kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak,
halk arasında cereyan eden
adete göre
bun-ların eve girmelerine mani olunmaz. İşte bundan dolayı da bunların eve
girmeleri
caizdir.»
«Siraç şöyle
kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh'ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre
onların doğru
söylediği galib değilse, onlardan o
haberi kabul etmek uygun değildir.
Çünkü adam
için iş
şüp-helidir.» demiştir.
İtkanî: «Çünkü
asıl odur ki çocuk veya
köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O
zaman iznin
isbatı şek ile caiz değildir. Biz
ancak güvenilir olduğu takdirde
kölenin selâmını kabul
ederiz. Çün-kü
bu muamelât haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır.
Din haberinde
sözü kabul ettiği zaman muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle
kabul edilir.»
«Üzüm ve helva
gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey.
Haniye.
Zahir onun
yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin
paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için
alsa. Minâh. Mebsut'tan.
Bu husus bütün
çocuklarda zahir olmaz. Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol
vermektir.
Hatta onlara
nefislerinin arzu ettiği şeyi
almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir. T.
Ben derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi
üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ
olan kimse karinelere
bakmalıdır.
«Çünkü bu çok
vaki olmaktadır ilh...» O zaman muamelâtta adale-tin şart olması
çok çetinliklere
vesile olar.
Çünkü insan, iş yaptırması, herhangi
bir yerdeki vekillere göndermesi için
adaletin
şartlarını cami bir adamı çok az bulur.
Usulü fıkıh
kitaplarında beyan edildiği gibi
muamelât, üç türlüdür. Birincisi, vekâlet,
mudarebe ve
ticaretle izin
vermede olduğu gibi ken-disinde bir
ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin
cari oldu-ğu
haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler.
Üçüncüsü, vekilin azli, mezun
kölenin hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda
vekilin
üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun.
Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam
da yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında
tasarruf et-mektedir. O zaman onun
tasarrufu izin
gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde
adamda şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise,
imama göre ya sayıları veya
adaletleri aranır.
Ama imameyn
buna muhalefet etmişlerdir. O zaman taayyün
eder ki burada muameleden murat
birinci
nevidir. Nitekim Azmiye de buna dikkat çekmiştir.
METİN
Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah
arasında müşterek olan
işlerdir. Mesela, suyun necasetinden ha-zer edildiğinde, o zaman o su ile abdest
alınmaz,
teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman
haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili
yapmayandır.
Velev ki bu müslüman köle veya cariye
olsun. O zaman bir fâsık veya
mezkûr (adalet
veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib
zannına göre
amel eder. Eğer galip reyine göre su necis
ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer
galip reyi
adamın yalan söylediği üzerine ise, o zaman da hem o su ile abdest alır,
hem teyemmüm
eder. Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi ihtiyata daha
uygundur.
Cevhere'de: «Abdestten
sonra teyemmüm edilmesi ihtiyata daha uygundur.»
Ben derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince,
eğer kâfirin doğru söylemesi yalan
söylemesinden adamda daha galib
olursa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî,
Hülâsa ve Haniye.
Ben derim ki: Şu kadarı
var ki, o suyu dökmezden evvel
teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz
değildir. Ama
fasıkın haberi bunun aksine-dir. Çünkü
fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir.
Ama kâfir bunun
aksinedir.
Bir adil suyun
temiz, bir diğer adil de necis olduğu
haberini verse, o zaman o suyun
temizliğine
hükmedilir.
Ama kesilen hayvan bunun hilâfınadır.
Kapların temiz
veya pisliği, etin kesilmiş veya ölmüş olması hususun-da muteber olan,
zannın galib
olmasıdır. Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine araştırır. Bunun aksine, eğer
galib zannı kabın pisliği veya pislik ve
temizliğinin eşitliği yolunda olursa, o zaman araştırmaz.
Ancak, susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka
araştı-rılır.
Bir adam
velimeye çağrılsa, orada eğlence ve
müzik olsa, oturur ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve
müzik) binada
ise. Eğer aynı sofrada ise, oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar.
Zira Cenab-ı
Allah, «Şeytan
sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.»
(En'am:
68) buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü
yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü
yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış,
örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek
alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması
dine hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada oturduğu yolunda bir hikâye
anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine
uyulacak, örnek alınacak bir kimse
olmasından
önce geçmiştir.
Davet edilen
adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz.
İster o örnek
kimselerden olsun, ister ol-masın.
Çünkü davetin hakkını yerine getirmek ancak
davet
.yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl.
İZAH
«Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler.
Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün
ortadan
kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir
adil, bir karı koçanın aslında
süt kardeşi oldu-ğunu haber verse, haramlım sabit olmaz. Çünkü faidelenme mülkiyeti-nin zevalini
tazammun eder.
O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî.
Ama, birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından
kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir.
Çünkü haramın
sabit olması, mülkiyetin
ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz
bunu takdim ettik. O
zaman, o
şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü
haramla mülkiyetin bir arada cemi cajzdir.
«Adil bir müslüman haber vermişse ilh...»
Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul
etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam
için sabit sayılmaz. Hidâye.
«Velev kî bu
müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müslüman kelimesini
umumileştirmektedir.
Hülâsa'da : «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın,
ister uy-gulanmasın.»
«Fasık haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan
ihtimali
düşerdi. Suyu ihtiyat için
dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye'de olduğu gibi.
«Mestur bir
kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir.
Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi
olduğu da rivayet
edilmiştir. Nihâye.
<(Galib
zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği
galib ise, teyemmüm
eder, suyla
abdest almaz. Eğer zannın-da onun
yalan söylediği galib ise, o su ile
abdest alarak
onun sözüne
iltifat etmez. Bu da hükmün cevabıdır.
Ama ihtiyata gelince, efdal olan o
su ile abdest
aldıktan sonra yine teyemmüm etmesidir. Tatarhâniye.
«İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü araştırma yalnız
zannı ifade eder. O da hatayı
ihtimal eder.
Tatarhâniye.
«Cevhere'de
ilh...» Cevhere'nin kelâmı zannı üzere yalanın galib olması bahsindedir. O zaman,
metinde
olandan fazla birşey ifade et-mez. Sen
anla.
«Kâfir
tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da
Tatarhâniye'de de olduğu gibi,
kâfir gibidir.
«Dökmesi daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir
de fasık ve adaleti gizli olan
gibidir.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa.
namazı caizdir.»
«Ben derim ki: Şu kadarı
var ki ilh...» Musannif bu kavli
ibareler arasını bulmak için kullanmıştır.
Zira
musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile
fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir.
Nitekim bizde
öyle dedik.
Şu kadarı var
ki Tatarhâniye'de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun
necis olduğu
haberini verseler, onun zannı galibi de onların doğru söyledikleri üzerine olsa, o
adama teyemmüm
etmek farz değildir. Belki müstahabtır.
Eğer teyemmüm etse, evvela su-yu
dökünceye
kadar o teyemmüm ona kâfi değildir.
Ama bunun aksine bir mestur
suyun necasetini
haber vermiş
olsa, o adam suyu dökmezden evvel de teyemmüm edebilir ve o teyemmüm ona kâfi
gelir.»
Ben, sarihin
Tatarhâniye'nin hamisinde kendi yazısı
ile musannifin «Belki müstahabtır»
sözü
üzerine şunu
gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba'dinin
delâleti ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu
cihette fâsık ile mes-tur
eşit olur.
Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa'nın
ibaresi tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin mendub
olmasını ifade eder. Ancak eğer
buna
hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin
yazısı ile gördüğüm burada sona erdi.
Sen de
görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir
şey konusunda şerhinde kat'î olarak
hüküm
vermektedir.
Sonra ben Zahîre'de, zımmî ile fâsıkın
arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten
gördüm.
Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi
ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu
halde zımmîde
ise müstahabtır.
Fâsıkın haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın
suyun necase-tini haber vermesinde adamın
zannı galibi
doğru söylemesinde ise teyemmüm eder ve o suyla abdest almaz
«İlzam etmeye
sâlihtir ilh...» Hâniye'de: «Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet
ehlidir.
Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.»
Yani fâsıkın
müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı'nın hükmü geçerli
olur,
bu hükmü
vermekle Kadı günahkâr bi-le olsa.
«Bir âdil
suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü'n-Müntehî isimli eserinden
Hidâye sarihleri
şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa,
topluluktakiler onu da-vet etseler,
bir adil onların yedikleri etin bir
mecusî tarafından kesildi-ğini ve
içtikleri meşrubat içine de şarap kattıklarını
haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu
söyleseler,
adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların
sözünü tutar. Eğer onlar
töhmetli
kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer.
Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen
varsa, onların
sözünü tutar. Eğer bir tane adil
varsa, o zaman ken-di reyinin galibiyle
amel eder.
Eğer reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir
beis yoktur. Eğer adama iki
halden bi-risi
olduğunu doğru söyleyen iki köle
haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini
haberlerde hür
ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle
necis olduğunu
haber verse,
bir hür de temiz olduğunu söylese, o zaman
iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır.
Eğer iki işten birisine güvenilir iki hür haber verse, iki güvenilir köle de onla-rın tersi bir haber
verseler, o zaman hürlerin sözünü
tutar. Çünkü diyanet ve hükümde
hürlerin sözü hüccettir. Tercih
edilir. Eğer adama iki
şeyden birisine üç tane güvenilir köle haber
verse, tersini de iki gü-venilir
köle haber
verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir
şeyin bir erkek iki kadın
haber verse,
tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar.
Velhasıl bu meselelerin
cinsinde din iş-lerinde
hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit
oldukları takdirde ha-berleri eşittir.
O zaman
evvela, hangisinin adedi fazla ise o tercih edilir. Sonra hangisi hükümlerde
hüccet ise o
tercih edilir,
sonra da araştır-makla tercih edilir.»
Bunun misli
Zahire ve diğer kitaplardadır.
Görülüyor ki fukaha iki haber arasında eşitlik ile muaraza
tahakkuk
ettikten sonra araştırmaya
itibar etmişlerdir. Burada kesilen et
ile su arasında hiçbir fark
yoktur. Düşün.
«Muteber olan
zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i Burhaniye'de
zikredilenin
hasılı şudur.
Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest
almak için zaruri ve ihtiyari hallerde
araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla
araş-tırılmaz.
Zaruri halde
de abdest için değil, içme için
araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise,
zaruri halde
mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de
eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya
kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz.
Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır,
ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib
ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse,
araştırmaz.
Bunun da
hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de
herşeyde galibe itibarla araştırır.
Yoksa,
ihtiyari halde hepsinde araştır-maz.
Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest
kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür. Ama setri avret, yemek,
içmek abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi
yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli
meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la,
musannifin kelâmında bilmece derecesine
ulaşacak
kadar veciz
oldu-ğu da zahir olmaktadır. Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın
temiz-liği yolunda
ise mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin
dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi,
daha kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet öyle ama,
musannifin buradaki kelâmı,
Nuru'l-lzâh'a uyarak
kita-bı
salattan hemen önce, takdim ettiğine de muvaffıktır.
«Bir velimeye çağrılsa
ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı
alimler tarafından da her yemeğe
velime
denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî' den naklen Hindiye'de velime yemeğine icabet etme
hususunda
ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez de-mişlerdir.
Umumu ise
sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal
olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer
düğün yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet
efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin
kalbini sevin-dirmektedir. İcabet ettiği takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki,
eğer oruç
değilse,
yemeği yemelidir.
Bidaye'de: «Davete
icabet etmek sünnettir. İster velime
olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve
cömertliğini
göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun
değildir. Bilhassa ilim
adamları için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir
diğerinin çanağına elini koyduğu
zaman ona karşı
zelil olur.» T. Özetle.
İhtiyâr'da:
«Düğün
yemeği kadim bir sünnettir. İcabet
etmeyen gü-nahkâr olur. Zira Peygamber
aleyhisselam,
«Her kim davete icabet et-mezse, Allah
ve Rasulüne isyan etmiş olur.» buyurmuştur.
Eğer oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer
oruç değilse yemeği yer ve
dua eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş
olur, davet edene cefa etmiş olur.
Çünkü onu
çağıran adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet
edilmiş olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.»
Bunun
muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun
aksinedir. Hidâye
şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye'de
Yenâbî'den
naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah
ve bid'at
yoksa, icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol
kaçın-maktır. Ancak yakinen bid'at ye
günahın
olmadığını yakinen bilirse, o zaman kaçınmaz.»
Zahir şudur ki
bu kavil, velime dışındaki yemekler
için anlaşılma-lıdır.
«Oturması layık
değildir Un...» Yani onun orada
oturmaması vacib-tir. İhtiyar'da: «Çünkü
eğlence
haramdır.
Davete icabet etmek sünnet-tir. Haramdan kaçınmak
daha evlâdır.»
Yine sofrada
bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve müzikten
günah
bakımından daha şiddetlidir. Tatarhâniye.
«Eğer aynı
sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse»
sözünden evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye
sahibi böyle zikretmiştir. Zira musannifin
«gücü
yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil
evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki
sözünde aşikâr bir iham vardır.
«Men eder ilh...»
Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir.
«Sabreder ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah
(s.a.v.), «Biriniz bir
münker
gördüğünde eli ile onu ortadan kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa,
dili ile
ortadan
kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile
buğzetsin. Bu da imanın en zayıf
derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf
halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse,
onu
ortadan
kaldırmak için hiçbir yardımcı
bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T.
Davete icabet,
sünnettir. O zamda sünnet, bid'atla
beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi
vacib olan
cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk
edilmez.
Musan-nif davete icabet sünnetini
vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir.
Zira onun
terki hakkında va'îd varid olmuştur.
Kifâye
İmamdan hikâye
ilh...» Yani, «Ben bir defa mübtela oldum.
Yani böyle bir yemeğe davet edildim,
gittim ve
sabrettim.» demiştir. İmamın söz
ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse
olmadığı
vakitte
ol-muştu. Hidâye.
«Önceden bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce
bid'ati
bilmemesi hususundadır.
«Orada asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı
eğlenceyi
terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:.
«İbni Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal'de görmedim. Evet, bunu Hidâye
zikretmiştir.
T. diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin'de olan ifade-dir. Zira tebyin
sahibi eğer davet
yerinde
münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.»
Ben derim ki: Şu kadarı
var ki bu, davetin başına hazır olmakla
son-rakinin arasındaki farkı ifade
etmemektedir. Tebyin'de,
bu ifadeden son-ra İbni Mace'nin rivayet
ettiği şu hadis nakledilmiştir:
«Hz. Ali buyurur-lar
ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah'ı davet ettim. Rasulullah
gel-diler, evde
suretler
gördüler, o zaman döndüler.»
Ben derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır
olduktan sonra do bid'ati görürse yine
rücu
edebilir. Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen yerde
münkirat varsa, asla icabet lazım değildir.
METİN
Sirâc'da: «Bu mesele
delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve oyunlar haramdır. O münkiri ortadan
kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan
içeriye
girer ve ortadan kaldırır.»
İbni Mes'ud
diyor ki: Gına kalbte nifakı bitirir,
naşı! su otu bitirirse.»
Ben derim ki: Bezzâziye'de: «Bütün çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak
çıkan ses ve diğer
seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira
Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında
oturmak
fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı
şeylerin
dışında kullanmak küfranı nimettir. Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan
kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}'in çalgı seslerini duyduğu zaman parmakları ile kulaklarını
tıkadığı rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine
gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de
mekruhtur.
Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir.
Nitekim -İhtiyâr'da
böyledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını
ifade etmekte-dir.
Nihâyed'e olduğu gibi.»
BİR FAYDA:
Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa,
bir beis
yoktur. Nasıl ki
mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında
münasebet
vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm
nemasına, geçe yarıdan sonra da ölümden sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin
tamamı benim
Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır.
İZAH
«Mesele delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini
mutlak zikretmiştir. O
zaman oynamak,
eğlence nas ile haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.), «Müminin eğlencesi bâtıldır.
Ancak üç şeyde
değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı
ile ok atmak,
bir de hanımı
ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye.
İmamın
«mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin
haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni
Kemal için bu
hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat et.
«İzin almadan içeriye girer ilh...» Çünkü onlar münkeri işlemekle hürmetlerini
düşürmüşlerdir. O
zaman onların
o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin
avretine bakabilirler. Zira zani
kendi nef-sine
yapılacak saygıyı
yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı Minâh'tadır.
«İbni Mes'ud
ilh...» Sünen'lerde merfuen Rasulullah'tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet edilmiştir: «Gına
kalbte nifakı bitirir.» Gayetü'l-Beyân'da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve
fasih
konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de
eğer yalnız kaldığı
zaman vahşeti
kendinden gidermek için teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî
bu kavli
tutmuştur. Şeyhülislâm
da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin
mekruh olduğunu zikretmiş,
«İnsan-lar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle
değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli!
getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den
maksadın gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin söyledikleri rivayet
edilen şiirler de hikmet ve
mev'ize dolu
şiirler olarak yorumlanır. Zira «gına»
kelimesi nasıl bilinen isim olarak
verilirse,
bilinmeyene de
ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste
olduğu gibi: «Her kim Kur'an ile teganni etmezse,
bizden
değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye ve
diğer kitaplardadır.
Kuhistanî
gınayı, sesi ferdid etmek, melodi ile
ve ritmik biçimde söy-lemek olarak tarif
etmiş ve
sözlerinin
devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir.
Dürrü
Münteka'da: «Bunun bu şekilde tarif etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.»
Ben derim ki: Fethu'l-Kadîr'in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra
şöyle denilmektedir: «Haram olan
te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta
olan belli bir kadının
vasıflarını ve
in-sanı şarap içmeye tahrik edecek biçimde
şarabın vasıflarını anlatan, melodik
söyleyişler ve müslüman veya zımmiyi
hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede
de söyleyen adam
bizzat o
müslüman veya zımminin hicvini
düşünerek söylerse. Yok onu bir şiir
söyletmek veya
fesahat ve
bela-gatı öğretmek için hicvetmesi
haram değildir. Veya olmayan bir kadının vasfını
yapan teganni
de haram değildir. Veya
kokuları, çiçekleri, suları anlatan
bir şiir veya teganninin
men edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları
bir çalgının yanında söylerse, o zaman yine imtina
edilir. Her ne kadar o
aletleri va'z ve hikmet şeklinde
anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin
tamamı
oradadır.»
Mülteka'da: «Peygamber (s.a.v.)'den Kur'an okurken, cenazede,
sa-vaşa giderken ve vazederken
sesi
yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet
dedikleri türkü ve
gazelin
okun-masında sesin yükseltilmesine ne denilir? Dinde böyle bir şeyin aslı yok-tur.».
Şarih diyor
ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir:
«Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır.
Oraya gitmek
ve oturmak caiz değildir.» Peygamber'den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine
dair rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet
etmez. Onun hikmet ve va'zı iştimal eden mubah
bir şiir
üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini
bildiren hadise gelince, o da
sahih
değildir. Nasru'l-Bazî türkü dinlerdi bu yüzden
şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha hayırlıdır.»
derdi,
«Heyhat» denildi. Belki dinlemenin
zellesi halkı gıybet etmenin zellesinden
daha kötüdür.
Serî diyor ki:
«Vacidin kendini kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla
vurulmuş olsa,
yine ondan bir ağrı duymaz. O zaman gerçek
vecd zahibidir.»
Ben derim ki: Uyun'dan
naklen Tatarhâniye'de: «Eğer
dinlenilen ses Kur'ân ve mev'ıza sesi ise,
caizdir. Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile
haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu
kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş,
hastanın ilaca ihti-yacı gibi
artık o gınaya
muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı
mecliste, tüysüz
oğlan olmaması, cemaatın
hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası
olmalı,
okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı,
toplantı yemek veya fetih
için olmamalı ve yerlerinden
kalktıkları zaman da an-cak mağlub
olarak kakımaları lazımdır ve
ancak doğru
olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl
zamanımızda dinlemeye ruhsat
yok-tur. Zira
Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten
tövbe etmiştir.» Bu hususta sen
Feteva-yı
Hayriye'de
olan ifadeye bak.
«Nifakı
bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir.
«Fısktır ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin
ba-şında oturmak onu dinlemektir.
Ayrıca dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır.
«Uzuvları
kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine ıtlak olunmasının sahih
olacağını
beyan için zikretmiştir. T.
«Parmakları ile
kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh'ta gördüğüm ise,
bu ifade, iki
kulağını
tıkadı, seklindedir.
«Mekruhtur
ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne
olur?
Tatarhâniye'de: Eğer şiirlerde fışkın
ve bir oğlanın zikri olmazsa, onları okumak mekruh
değildir.
Zâhiriye'de:
«Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve
kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok
eğer alıkoymazsa,
o zaman beis yoktur.»
Tebyînü'l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir
müslümanın
hicvi veya Allah ve peygamberi
yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak
veya nefsi
tezkiyeyi yalanlamak veya
içinde yalan zannedilecek derecede övgü
ve neseplere zarar getirecek ve
bir de, bir
tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta
olan belli bir
kadını belli bir tüysüz
oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek
haramdır. Ama ölmüş bir
kadını veya belli olmayan bir kadını
vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda
da hüküm böyledir. İnsanı
tahrik edecek bir şarabı
da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek
haramdır. İbni
Hümam ve Zeylaî'de de böyledir. Yanak ve zülüfleri,
boyun güzelliğini ve diğer ka-dın
ye oğlan
vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler
de bunda bir görüş vardır demişlerdir.
Maarifte:
«Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve
şehveti galib olan
kimsenin
yanında ka-dının sayılan yerlerinin
inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü
onun fikrini helâl
olmayan birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan
da mahzurdur.»
Ben derim ki: Biz yukarıda
takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte
zarar yoktur.
Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir gibidir.
«Günahının
galiz oluşunu ilh...» Yani bu küfran-ı
nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak
küfür
demenin manâsı günahın büyük olma-sıdır. H.
«Şurun üç
nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan,
iki nefha vardır.
Birisi,
kıyametin başlangıcı için, diğeri de ye-niden
dirilme için. T.
«Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar
ile o üç vakitte birşey çalınması
arasında
benzerlik
vardır.
«İkindiden
sonra ilh...» Zira halk, ikindiden
sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler.
Yatsıdan sonra
uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri
gibi olan evlerinden iş
yerlerine
doğ-ru çıkarlar.
Ben derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki
onunla oyun
oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen
veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu
bildirmektedir.
Görül-müyor mi ki, o âlete
vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl,
bir defasında
da haram olur. Zaten işlere de
maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak
kendilerinin
bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine
delil
var-dır. O
zaman sufîlere bu işten dolayı itiraz
eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak
için acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin
efendileridir. Cenab-ı Allah bizi
onların
imdatlarına erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini
bize nasib etsin.
«Bu bahsin
tamamı benim Mültekâ üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira
sarih, geceni İmam
Pezdevî'nin
Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam
borusunu
çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen'den, düğünü ilan için def çalmağa
beis olma-dığı
rivayet edilmiştir. Sirâciye'de de, eğer zilleri
olmazsa, ve eğlence maksadıyla
vurulmazsa
denilmiştir.»
Ben derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları
uyandırmak için da-vul çalmak da
hamamın
borusunun
çalınması gibi mubahtır. Düşünülsün.
METİN
Bedenle arasında başka
giyecek olsa dahi ipekli giymek haramdır. Sıhhatli görüş budur. İmam-ı
Azam'dan gelen rivayete
göre ipekli cildle yani insan derisiyle
temas ederse giyilmesi haram olur.
El-Kınye'de: «imamın
bu görüşü belânın yaygınlaştığı
hallerde büyük bir ruhsattır» de-nildi.
İmam-ı
Azama göre; harb halinde giyilmesi de haramdır. İmameyne göre harp halinde giyilmesi
helâldir.
Haramlık erkekleredir.
Kadınlara değildir. Ancak kumaşın damgası gibi
birbirine bitişik olan dört
parmak kadarı helaldir. Bazıları «Bu dört parmak
açık olacaktır», bazıları ise «ne açık ne kapalı,
normal bir' şekil-ce olacaktın» demişlerdir. Sağlam mezhep görüşüne göre değişik yer-lerde olan
ipekli işlemeyi bir yerdeymiş gibi kabul etmek yoktur. Sa-rıkta olsun. Nitekim bu durum Kınye adlı
eserde genişçe bahsedilmiştir.
Orada bir sakır bahsedilir. Onun kenarı
Hz. Ömer'in parmaklarıyla
dört parmak
kadar ibrişimdir. Bu da bizim karışımıza muadildir. Buna
ruhsat verilmiştir.
Zeylaî'ye göre tellerle örülenler de dört parmak kadar olduğu takdir-de giyilmesi kullanılması
helâldir. Aksi
takdirde erkekler için helâl olmu-yor. El-Müctebâ adlı kitapta; «Sarıkta
iki veya daha
fazla yerlerde
bulu-nan ipekli nakışlar derlenmiş
yani bir yerdeymiş gibi kabul edilir»
denil-mektedir. Bazıları da «Hayır, kabul edilmiyor»
demişlerdir. Orada şu fet-va da yer almaktadır:
«Ebû
Hânife'den geldiğine göre üzerinde gümüş tellerden nakışlar bulunan bir
sarığın, bu nakışlar
üç parmak kadarsa, giyilmesinde beis yoktur. Eğer bu nakışlar altından
yapılmışsa giyilmesi
mekruhtur.
Bazıları «mekruh değildir» demişlerdir.»
Aynı eserde «İpek ile tarafları
örülmüş cübbenin giyilmesi de
mek-ruhtur» denilmektedir.
Müellif der
ki: Bu kerahetle bizim zamanımızdaki insanların
giymeyi adet ettikleri Basra mamulü olan
entarilerin kerahe-ti de sabit olmaktadır. Bu eserde
kumaşın enliliğinde yapılan nakışların ruhsatlı
olduğu
açıklanmaktadır. Derim ki: bunun ifade ettiği şudur: El-bisenin uzunluğundaki az miktar
mekruhtur.
Musannif der ki: Molla Husrev ve
Sadruş Şeria da bu görüştedirler. Fakat Hidâye ve
başka eser-lerdeki mutlak beyanlar bunu muhaliftir. Es-Sirac'cîa Siyer-i Kebir'den naklen:
«Kumaştaki ipek alametler
ve işaretler, ister küçük ister büyük
olsun, mutlaka helâldir.» Musannif
der ki: Bu
fetva daha önce dört par-mak ile kayıtlanan hükme muhaliftir ve bu fetvada bizim
zamanımızda
bununla müptela olanlar için büyük
bir ruhsat vardır.
Derim ki: Şeyhimiz «Ben zannediyorum ki, burada alem olarak geçen kelime sancak
mızrakların
uçuna bağlanan
şeylerdir. Çünkü böyle bir sancak büyük de olsa helâldir» demiştir. Yani büyük bir
parça ipekliden yapılmış olsa da helâldir. Çünkü bu, elbise değildir. İşte bu
tevil ile eser-ler
arasındaki değişiklik böylece halledilmiş olur. Dîbac denen saf ipek-ten
yapılmış cibinlik
kullanmada erkekler
için beis yoktur. Dîbac, arşı ve
argacı ipekten olan nesnedir. Vehbâniye
Şerhi.
Çünkü bu giyilen nesne değildir. Vehbâniye'nin sarihi bunu nezmen şöyle ifade etmişti':
İpekten
yapılmış cibinlikte uyumak caizdir.
Bu hüküm hem
Kınye'de, hem de Müntekâ'da yazılıdır. Halis ipekten yapılmış uçkur bağı da
mekruhtur.
Sıhhatli görüş budur. Bazıları «bunda beis yoktur.» demişlerdir
Halis ipekten yapılmış
kalensuva yani fes giymek de mekruhtur. Sa-rığın
altında kalsa bile ve
yakaya asılan
para cüzdanı da ipektense mek-ruhtur. Kınye.
İZAH
Bilmiş ol ki giyeceklerin bir kısmı farzdır. Bu, setr-i avreti sağlayan, sıcak
ve soğuktan koruyan
elbisedir. En uygunu
bu kisvenin pamuk, ke-ten veya yünden yapılmış
olmasıdır. Nitekim sünneti
seniyye böyledir.
Onun eteği baldırın yarısında
olacaktır. Yani yerlerde sürülmeyecektir. Kolların
yeni ise parmakların başına kadar olacaktır. Kolağazı ise bir karış olmalıdır.
en-Natf adlı eserde
olduğu gibi
nefis (çok kaliteli) ve hasis (kalitesiz) değil orta kaliteli kumaştan
olacaktır. Çünkü
işlerin en hayırlısı
ortancalarıdır. Bir de iki şöhretten yani son derece süslü ve son derece çirkin
davranışlardan
nehyedilmiştir.
Elbisenin bir
kısmı da müstahabtır. O da süs için,
Allah'ın nimetini izhar için edinilen
elbisedir.
Allah Resulü «Gerçekten Allah nimetini kulunun üzerinde
görmek istiyor» buyurur.
Elbisenin bir
kısmı do mubahtır. Bu, bayramlarda,
cuma günlerinde, toplantılarda süs için
giyilen
güzel elbiselerdir. Her vakit giyilmemektedir. Çünkü
bunların daimi şekilde giyilmeleri
gurur ve
kibire yol
açar. Çoğu zaman fakirleri kızdırır. Bundan sakınmak evlâdır.
Elbisenin bir
kısmı da vardır ki mekruhtur: Kibir için giyilen elbise gibi. Beyaz elbise giymek
müstahabtır.
Siyah elbise de böyledir. Çünkü siyah elbise
Abbasoğullarının alametidir.
Cenab-ı
Peygamber,
Mekkeye girdiği zaman başında siyah bir amame vardı. Yeşil elbise giymek sün-nettir.
Njtekim Eş
Şir'a adlı eserde böyle denilmektedir. Bunlar Mülteka ve şerhinden alınmıştır.
El-Hindiye'de Es-Sircciye'den naklen şu hüküm yer almaktadır
«Güzel elbise giymek mubahtır. Gurur için olmamak şartıyla.» yani daha önce nasılsa elbiseyi
giydiği zaman da aynı tavırda olmak
şartıy-la. Kürk giymek de mutad
giyimlerdendir. Bu kürkün
bütün yırtıcı hay-vanların derisinden
olmasında .beis yoktur. Ve tabaklanmış
ölü hayvan derisinden
veya boğazlanmış hayvan derisinden olsa
bile kürklerde beis yoktur. Bu hayvanların
tabaklanması
kesilmesidir. Muhit böyle diyor. Kap-lanların ve bütün yırtıcı hayvanların
derileri tabaklandıktan
sonra
kulla-nılabilir. Onlar seccade yapılabilir. Eğer takımı yapılabilir. El-Muntekit de böyle
yazar.
Erkekler için ayak sırtlarına kadar don giyilmesi mekruhtur. Attâbiye'de
bu hüküm yer almıştır:
Demir
çivilerle çivili ayakkabıların gi-yilmesinde de bir beis yoktur. Ez-Zâhîre adlı eserde
namazın
caiz olma-sına mani bir necaset bulaşmış olan bir
ayakkabının giyilmesi caiz mi-dir,
değil midir?
Cevab: Ebû
Yûsuf'un Kerâhiyet'inde, Said bin Cübeyr
hadisinde zikredilmiştir ki: O tilkilerden
yapılmış fes giyer,
fakat onunla namaz kılmazdı. Bu, Ebû Yûsuf'un bir hatasıdır.
Ben derim ki: Bu işaret eder ki, zaruret yokken bunu giymek caiz de-ğildir. Tatarhâniye.
Fakat sarih,
namazın şartlan bahsinde şunu söy-ledi: «Kişi, namaz haricinde necis bir elbise
giyebilir.» Bu fetva
El-Bahr da,
El-Mebsut'a nisbet edilmiştir.
«Zaruret hariç,
ipekli giymek haramdır ilh...» Nitekim ilerde gelecek-tir.
El-Muğrib adlı
eserde denildi ki: «Harir tabiri pişirilmiş ibrişim
de-mektir. Ondan edinilen, yani
kozadan çıkan ipekten yapılmış elbiseye de«harîr» denilmiştir.
Kınye'de dedi ki: ilh...» el-Kınye'nin naklettiği fetvayı Kınye hocası Bedî'den naklediyor. Fakat bu zat
diyor ki; «Bu Hânife'den bu fetvanın gelip gelmediğini araştırdım. Birçok
kitaplara baktım. Ancak
el-Muhit
sa-hibi Burhân'dan gelenden başkasını görmedim.»
Hâniye'de dedi ki: «Hülâsa şudur: Bu
fetva mezhebin nakli için ko-nulmuş metinlere ters
düşmektedir.
Bununla amel etmek ve fetva ver-mek
caiz değildir.»
«İmameyn harp
halinde ipekli giymek helâldir
dediler ilh...» Yani ka-lınsa, düşman silâhlarından
insanı
koruyorsa giyilmesi caizdir. Nitekim bu husus daha ileride gelecektir, ihtilâf erişi
ve argacı
ipekten olan
hak-kındadır. Sadece argacı
ipek veya sadece erişi ipek
olanlar, harp halin-de, icma ile
giyilmesi mubahtır. Nitekim bu hüküm Tatarhâniye'de yer almıştır ve ileride gelecektir.
«Ancak dört parmak kadar ilh...» İstisnası İbn Abbas'tan
gelen riva-yete binaendir. O rivayet
şöyledir:
«Resul-ü Ekrem katıksız ipekliden ya-pılan elbiseyi giymeyi yasakladı. İşaret ve elbisenin
argacı müstesnadır,saf ipek de aynı.»
Birde
Müslim'den gelen bir haber vardır. O
da şudur: «Resulü Ek-rem ipekliyi giymeyi
yasakladı.
Ancak bir, iki üç veya
dört parmak ka-dar ipekli ile süslenmiş
elbiseler bundan müstesnadır.»
Acaba burada «dört parmak kadar» olan kısım uzunluğuna
ve enli-liğine midir? Yani o ipekliden
yapılmış işaretin uzunluğu ve eninin dört parmaktan
fazla olmadığını mı yoksa sadece enini mi
kastediyor?
Uzun-luğu dört parmağı geçerse olur mu? Onların kelâmından insanın
zihnine ilk gelen
ikinci
görüştür. İkinci görüşü Sarihin kelâmından El-Havi Ez-Zâhidî'den gelen rivayet de takviye
etmektedir.
«Elbisenin alemi» onun süsü, deseni demektir.
Nitekim bu husus Kâmus'ta da bu şekilde
manâlandırılmıştır. Bundan katıksız ipekliden örül-müş veya
sonradan elbiseye dikilmiş desenler
kastedilmektedir. Onların kelâmının zahirinden
anlaşılır ki; onunla elbise kenarlarında
dikilenler
arasında fark yoktur.
İkisi de dört parmak ile kayıtlıdır. Ama İmam Şafiî burada
muhalefet etmiştir.
Çünkü Şâfiîler
süsü dört parmakla kaydetmişlerse de etrafının her memlekette
galib adete göre
takdir edilmesini ter-cih etmişlerdir. Yani bir memlekette
dört parmaktan daha fazla olmak üzre
elbiselerin yakalan
süslenmekte ise yine caizdir. Bize göre alem
yani işaret hem yakalara takılan,
armaları, hem de elbiselerde, kullanılan desenleri kapsamaktadır. Buna perdeler ve yenlerin
etrafına,
cübbenin yakasına işlenenler, ilikler ve kumaştan yapılan düğmeler de dahildir. Nitekim
bunlar ileride
gelecektir. Tercih edilen
görüşe göre eesih püskülü de buna dahildir. Tabi eni dört
parmaktan fazla
olmamak şartıyla. Don ve şalvarın
bağ yuvarı (uçkur) da böyledir. Abanın
omuzla-rındaki
ve sırtındaki, hamamda giyilen ve
satrançlı desen peştemal ve şaşın etrafındaki
desenler de ister iğne ile süslenmiş ister
dokunurken konmuş olsun sarığın etrafında saçak olarak
eklenmiş olsun, bütün bun-larda beis yoktur. Eğer
enleri dört parmağı geçmiyorsa
uzunluğu dört
parmağı geçse de yine beis yoktur. Aynı şekilde bir elbiseyi bir parça ipekle
yamamakta da beis
yoktur. Ama ipekliden kılıf yapmak böyle
de-ğildir.
El-Hindiye'de: «Eğer
ipeği cübbeye bir kılıf yaparsa bunda bir beis yoktur.» Çünkü ipekli burada
tabidir. Eğer
içi veya dışı ipekli ile kaplama yapılırsa bu mekruhtur. Çünkü hem ipekli hem de diğer
madde burada kastedilmektedir. Sarahsî'nin Muhit'inde de böyle hükmedilmektedir. El-Kudurî
şerhinde Ebû
Yûsuf'tan gelen rivayet şöyledir: «Ebû Yûsuf feslerin iç kısmını ipekliden yapmayı
mekruh
görmüştür.»
Buna göre eğer
cübbenin yakası bu gün olduğu gibi
dört parmakta daha enli ise onun üstünde bir
parça keten bezi dikilmişse onu giymek caiz olur. Çünkü ipekli-elbisenin ortasına
girmiş oluyor.
Dikkat!
«Tercih edilen görüşe göre değişik yerlerde olan ipekli
desenler bir yerde imiş gibi kabul
edilmezler
ilh...» Ancak
bir hattı ipekli, biri de baş-ka maddeden olursa ve hepsi ipekli gibi görünürse o zaman
caiz
değil-dir. Nitekim El-Havî'den bu
husus gelecekte zikredilecektir. Bunun ge-rektirdiği şudur:
İpek ile bezenmiş desenlenmiş
nakışlı elbiseyi giymek helâldir,
eğer her nakış dört parmak kadar
değilse. Eğer hepsi bir araya geldiği zaman dört parmağı geçerse bu yine helâldir, eğer hepsi
ipekli
görünmezse.
Düşün!.
T. Dedi ki: «Altın
ve gümüşten yapılan değişik desenlerin
hükmü de böyle midir? Yazılsın.»
«Yine Onda
ilh...» Kınye'deki bu kayıttan sonra Necmu'l-Eimme: «Dört parmakta ölçü parmakların
normal heyeti
olur. Selefin parmaklan esas alınmaz.» demiş, sonra
Kirmânî'nin «Parmaklar yayılmış
olacaktır», sonra da Karabîsî'nin «Yayılmış parmakların
miktarından sakınmak daha evlâdır»
sözüne işaret etmiştir.
«Aksi takdirde kişi yani erkek için
helâl değildir ilh...» sözü Zeylaiden
erkek kaydı olmaksızın
zikredilmiştir. Ez Zeylaî'nin bu sözüne «bu ziynetten
değildir» şeklinde itiraz edilmiştir. Zahire
göre
: Burada kadın-larla ilgili hüküm erkekler gibidir.
Ben, derim ki: Burada dikkat edilmelidir. Çünkü
Kâmûs'ta yer aldı-ğına göre; nüye kendisiyle
süslenilen şeydir.
Şüphe yoktur ki altın ile dokunmuş elbise
süs eşyasından sayılır. Biz daha önce
El-Hâniye'den rivayet ettik ki kadınlar,
ziynet haricinde, altın ve gümüş kaplardan
ye-me, içme,
yağlanma hususlarında akidlerde
erkekler gibidirler. Kadınlar için dibaceyi, ipekliyi, altın ve
gümüşü ve
diğer incileri süs olarak kul-lanmakta bir beis yoktur.
El-Hidâye'de: «Erkek
çocuklara altın ve ipekli giydirmek mekruhtur» deniliyor. Bunun hükmü ilerde
gelecektir. el-Kınye'de:
«Altın
ile dokun-muş, arma, kadınlar için zararlı değildir. Erkeklere gelince
ancak dört
parmak kadar olursa zararı yoktur. Fazla olursa mekruhtur» denilmek-tedir.
E!-Müctebâ'dan
ilh...» rivayet edilen görüş hususunda ikinci yoru-mun mezhebin zahiri
olduğunu
daha önce
öğrenmiştin.
«Eğer sarıkta nişan varsa ilh...» sözüyle bu aynı
manaya geldikle-rinden dolayı tekrar edilmiş sayılır.
«O altından
olursa mekruhtur ilh...» sözüne gelince; el-Kınye'de de-nildi ki; «Sanki
bu yüzüğe itibar
edilerek söylenmiştir.»
Yine el-Kınye'de
fes hakkında da: «tercih
edilen görüşe göre dört parmak kadarı caizdir.»
denilmektedir. İmam
Muhammed'den
gelen bir rivayette «caiz değildir,
tıpkı ipeklide olduğu gibi» denilmiştir.
Ben derim ki: Altınla
desenlenmiş kumaş hakkında konuşma gele-cektir.
«İpekli ile kaplanmış cübbe giymek mekruhtur ilh...» sözüne gelin-ce; bu, ammenin
üzerinde
bulduğu
fetvanın gayrisidir. Çünkü el-Hidâye'de
Zahîre'den nakledilmiştir ki:
İpekli ile kaplanmış
şeylerin giyilmesi fakîhlerin ammesi katında
mutlaktır. et-Tebyîn'de Esmâ'dan rivayet edi-liyor.
«Tayaîisî bir
cübbe çıkarmıştı. Üzerinde de bir karış
kadar kisrevânî ipekten bir koltuk eki vardı.
Onun iki
yakası da o ipekle işlenmişti.O dedi ki: «İşte bu Resulullâh'ın
cübbesidir. Peygamber bu
cübbeyi giyiyordu ve bu cübbe Âişe kalındaydı. O vefat edince onu ben aldım. Biz hasta-lar olarak
onu yıkayarak suyunu içiyoruz. Hastalar bununla şifa buluyor.»
Hadisi imam
Ahmed ve Müslim rivayet ettiler. Fakat Müslim'de «Şibr»
'(karış) ibaresi yoktur.
el-Hidâye'de Allah'ın resulünden gelen bir hadis
şöyledir: «Peygamber ipekli ile yakaları süslenmiş
bîr cübbe giyiyordu.»
Molla Husrev ve Sadrüş-Şerîa'nın bu hükmü
kesin olarak ifade ettikleri gibi,
İbn Kemal ve
Kuhistânî de kesinlikle bunu böyle
ifade etmişlerdir. et-Tatarhâniye'de
Cemu'l-Cevami'den bu nakledilmiştir.
«Fakat
Hidâye'nin ve başka kaynakların mutlak zikretmeleri
buna ters düşmektedir ilh...» sözüne
gelince; bu sadece eninin dört parmakla
kayıtlanmasıyla ilgilidir.
Bazan denilir
ki, «Mutlak, mukayyedin üzerine hamledilir.» Nitekim usul
kitablarında bu husus
serahaten belirtilmiştir. Yani hüküm ve ha-dise birse mutlak mukayyedin üzerine hamledilir.
Bununla
beraber me-tinler çoğu kez meseleleri kayıtlarından sıyrılmış olarak zikrederler.
Dü-şün.
Fakat
kaynakların bu yaptıkları delillerin ıtlakına
uygundur. Bu ise zamanın insanlarına
daha
şefkatli gelir. Ta ki bunlar fisk ve isyana gir-mesinler.
«Bu daha önce
dört parmakla kaydedilme
hükmüne muhaliftir ilh...»
sözüne gelince;
evet, bu metinlere açıkça muhaliftir ve buna yönelmiş-tir. Sarihin
«ben derim»
ifadesiyle beyan ettiği kanaata gelince, bu cid-den
uzak bir görüştür. Tatarhâniyye'de «Nakşı
ipekli
olan veya yakaları kenarları ipekli ile işlenmiş elbiseyi giymekte, fakîhlerin
umumu katında beis
yoktur. Fakat
bazı kimseler burada muhalefet etmişlerdir.» denilmek-tedir.
Hişâm, Ebû Hânife'nin
elbisesindeki çiçek
dört parmak kadarsa o elbisenin giyilmesinde bir beis görmediği rivayet edildi.
Şemsu'l-Eimmetis-Serahsî şöyle der: «Elbisedeki
desen ipekli ise onu giymekte beis
yok-tur.
Çünkü çiçek elbiseye tabidir.» Ve Serahsî takdir konusunda yani dört parmakla
takdir hususunda
herhangi bir
şey söylememiştir. Binaenaleyh onların sözleri giyilen
elbiselerin desenleri ile ilgilidir.
Yoksa sancak olan bayrak hususunda değildir. Eğer bu böyle
olmazsa elbise ile kayda hiç bir manâ
kalmaz. Tabaiyyet
nedeninin de manasız kaldığı ortadadır.
Tatarhâniyye'de şu husus yer almaktadır:
«Kadınlar hakkındaki hükümden sözetmeye gelince; alimlerin
am-mesi onlar için halis ipekliyi
giymek helâldir
dediler. Bazıları da helâl değildir, dediler. Çiçeği ipekli
olanın giyilmesine gelince:
Bu ibareden
insanın zihnine ilk gelen şey «mutlak ipekten yapılmış çiçekli elbisede
beis yoktur»
hükmü ancak kadınlar hakkındadır. Eğer bu sabit
olursa o zaman herhangi bir çatışma ortada
kalmaz.
Bununla ibareler arasındaki tevfîki yani uyumu sağlamak daha güzeldir. Aksi takdirde
bunlar iki
rivayet olurlar.
«Bu daha
sahihtir ilh...» sözü el-Kınye'de
Şerhu'l-İrşâd'dan alın-mıştır.
Et-Tatarhâniye'de ise: «ipekli uçkurda kerahet yoktur. Çünkü o yal-nız giyilmez» denilmektedir.
El-Camiussağır Şerhi'nde: «Bazı meşayihler, erkekler için Ebû Hânife
katında ipekli uçkurda beis
yoktur» derler.
Sadruş-Şehid: İmameyn katında böyle bir uçkur kullanmak
mekruhtur» dedi. Düşün.
«Böylece fes
de mekruh olur ilh...» Molla
Miskîn, Musannifin kita-bın sonundaki «Değişik
Meseleler» bahsinde: «Feslerin giyilmesinde be-is yoktur,» diyor.
Molla. Miskîn burada çoğul tabiri
kullanıyor.
«Bu ise ipekli, altınlı gümüşlü, ketenli, siyah, kırmızı bütün fesleri kapsamakta-dır.»
Fakat zahir şudur ki; güvenilir olan burada zikredilen hükümdür. Çünkü bu tam yerinde, açıkça
söylenilmiştir, umumdan alınmamıştır. T.
el-Fetâvâ'l-Hindiyye'de
şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için ipek-ten, altından, gümüşten veya
dört
parmağından daha fazla büyük ipek parçası veya altın ve gümüş
dikilmiş ketenden yapılmış
fesi giymek
mek-ruhtur.» İşte bununla «takiye» veya
«arakiye» denen ve başa giyilen ter-liklerin
hükmü de
bilinmiş oluyor. O da ipekli ile nakışlanmışsa
nakışla-rından birisinin dört parmaktan
fazla olması halinde helâl değildir, daha az ise
helâldir. Eğer bütün nakışlar dört parmaktan
fazlaysa yine giyil-mesi helâldir. Çünkü zahir mezhebe göre değişik nakışlar birmiş gibi sayılmazlar.
«İnsanların boynuna
omuzuna v.s., astıkları keselere gelince
ilh...» Kişinin beraberinde astığı kese
ipekli olursa mekruhtur. Cebe konulan veya evde
duvara asılan mekruh değildir. Bu
kayıd ile
asılmayan
kese-ler bu hükümden çıkmış olur. Bunun açıklanmasında zahir olan şudur:
Asılmak
giymeye
benzer, bunun için haram olur. Çünkü
bilindiği üzere haramlar babındaki şüphe yakına
ilhak edilmiştir. er-Remlî.
Zahir şudur ki;
asılan keseden maksad hamail diye
tabir edilen mus-ka keseleridir. Çünkü bunlar
boyunlara asılır. Fakat para kesesi öyle
de-ğildir. Onu cebine koyar, asmaksızın
kullanırsa beis
yoktur.
Ed-Durru'l-Münteka'da: «İpekli seccade üzerinde namaz kılmak
mek-ruh değildir, çünkü haram olan
giymektir» denilmektedir. Sair şekillerde ondan yararlanmak ise bu hükmün dışındadır, haram
değildir.
Nitekim cevhere üzerinde namazda olduğu gibi Kuhistanî ve başka alimler de bunu kabul
ve ikrar
etmişlerdir.
Ben derim ki: Bununla çokça sorulan teşbih ipinin
hükmü de bilin-miş olur. Bu
hıfzedilsin.
«O giymektir»
sözüne gelince; hükmen bu böyledir.
Çünkü El-Kınye'-de: «İpekli yorganın
kullanılması caiz değildir. Zira o giymenin bir çeşididir» denilmektedir. Burada
saatin ipi yani
bağlandığı ip
de ele alınmalı-dır. Çünkü kişi saati
bağlıyor ve onu elbisesinin iliğine asıyor. Bunun
hakkında hüküm
nedir? Zâhir'e göre o da teşbihin ipi gibidir. Düşün.
Anahtarların,
terazlerin, divitin ipi de aynıdır.
İpekli kâğıtlarda yazmak, mushaf,
dirhem ve para
keseleri kapların kapatıldığı örtü, içinde
elbise-ler konan bohça ve giymeksizin
veya giymeye
benzemeksizin kullanılan, yararlanılan diğer ipekli nesneler hep aynı hükmü tabidir. Yani caizdir.
El-Kınye'de «Bir dellâl ipekli elbiseyi
omuzlarına atar, satışa çıka-rırsa kollarını geçirmedikçe
caizdir.» denilmektedir:
Aynu'l-Eimmeti'l-Karâbîsî der ki:
«Bu meselede meşayih arasında ' farklı görüşler vardır.
Birincisinin
yani helâl olmasının izahı, elbiseyi
omuza atma ancak onu yükleyip götürmek için
olur,,kullanmak için değil. Böylece yararlan-mak
için kastedilen giyime
benzemez. Düşün.
El-Kınye'de nakledildi ki:
«İpekten sargı bezleri kullanmak mekruhtur.»
Zahire göre bundan maksad, bedenin üzerine veya
bedenin bazı
parçalarına sarılanlardır. Ama elbiseler
için bohça olarak kullanılanlar burada
kastedilmemektedir. Dü-şün.
METİN
Yarayı ipekli ile bağlamakta ihtilâf
edilmiştir. el-Müctebâ'da hüküm böyledir.
Yine el-Müctebâ'da:
«Kişi ipekli ile evini süsleyebilir.» denilir. Altın
ve gümüş kaplarla süsleyebilir, fakat
tefahur
kastedilmeksizin. El Kınye'de: «Fakihler için uzun bir sarık sarmak, geniş elbiseler
giymek daha
güzeldir»
deniliyor. Yine el-Kınye'de: «Göze, göz ağrısı gibi bir özür sebebiyle ipekliden olan siyah
bir eşarp bağlamada beis
yoktur.» denili-yor.
Ben derim ki: Göz ağrısı da bir mazerettir. el-Vehbâniyye Şerhi'nde el-Müntekâ'dan alınarak
«Gömleğin ilikleri ile
düğmeleri ipekliden olur-sa beis
yoktur. Çünkü ilik ile düğme
gömleğe
tabidirler»
denilmektedir. et-Tatarhâniyye'de
es-Siyeru'l-Kebir'den naklederek şöyle
denildi:
«İpekli ve
altından düğmelerde beis yoktur.» Yine
aynı kitabta Muhtasaru't-Tahâvî'den
naklen:
«Kumaşın deseni gümüştense mekruh değil, altından yapılmışsa mek-ruhtur»
denilmiştir. Fakihler
ise, «Bu müşküldür. Zira şeriat yakalarını nakşedilmesine ruhsat vermiştir.
Bu nakışlar bazan
altından
olabilir» de-mişlerdir.
ipekliyi yastık veya
döşek yapmak, onların üzerinde uyumak helâl-dir. İmameyn, İmam Şafiî ve
İmam Malik «Haramdır» dediler. El-Mevâ-hib'te yer
aldığı gibi bu görüş daha sıhhatlidir.
Ben derim ki: Buna dikkat edilsin. Fakat bu hüküm
meşhurun hilâfınadır. İpekliden entari veya
kaftan yapmak
icmaen mekruhtur. Bu Si-râc'dan nakledildi.
Gümüşün
üzerinde oturmak icmâ ile haramdır. Mecmâ Şerhi.
Erişi ipekli, argacı
keten, pamuk, yün gibi başka maddeden
olan bir elbise giymek helâldir. Çünkü
elbise ancak dokunmakla elbise olur. Dokuma
ise ancak argaç ile olur. Binaenaleyh
onda argac
asgari itibara alınır, eriş nazara alınmaz.
Ben derim ki: el-Mevahib'den naklen Eş-Şurunbulâliye şöyle dedi: «Erişi ipekli olup da el-Attabî gibi
erişi
görülenin
kullanılması mekruh-tur.» Bazılarına
göre mekruh değildir. Bunun benzeri
el-İhtiyâr'da yer almaktadır.
Ben derim ki: gizli değildir ki itibar yönünden tercih argace verilir. Nitekim el-Azmiyye'den böylece
öğrenildi.
Hatta El-Müctebâ'da şunlar yer alıyor: Meşayihin çoğu bunun hilâfına fetva
verdiler.
El-Mecmâ' Şerhi'nde «hazz» deniz koyunlarının yünüdür,
denildi. Ben derim ki, bu hüküm onların
zamanında idi.
Şu anda ise el-Hazz, ipek çe-şididir. İpekliden
yapıldığı takdirde kullanılması haram
olur. Burcundî ve Tatarhânî bunu ifade ettiler. Dikkat edilsin!
Sadece harpte bunun aksi helâldir. Eğer kalınsa,
onunla düşmandan korunmak mümkünse.'Eğer
ince ise harpte de haramlığı icmâ iledir. Çün-kü
faidesi yoktur. Sirâçtan nakledilmiştir.
Hepsi ipekli olana gelince... Harpte imama göre
mekruh, İmameyne göre değildir.
Mültekâ zahire
göre galib
hangisi ise ona itibar edilir. Ez-Zâhidî'nin Hâvî'sinde şu hüküm yer almaktadır: Zahiri
kısmı ipekli olan veya
bir hattı ipekli, bir hattı da hazdan olan mekruhtur. Tercih edilen görüşe göre
değişik
yerlerde olanların bir yerdeymiş gibi sayılmaması-dır. Ancak kumaşın bir hattı ipekli bir
hattı da başka
bir mâdenden olursa ve hepsi ipekliymiş gibi görünürse o zaman
itibar edilir. Ama
sa-rıktaki desen gibi her hat ayrı ayrı görünürse
mezhebin zahirine göre bir aradaymış
gibi itibar
edilmez. Şeyhimiz
de bunu kabul etti. Ben de derim ki: Daha önce bildin ki tercih edilen
görüşe
göre itibar
zahire değil ar-gacadır. Dikkat ediniz.
Usfur veya zaferan ile boyanmış kırmızı, sarı
elbiseler
erkekler için mekruhtur. İbarenin
ifadesi şu:
Kadınlar için
mekruh değildir. Diğer renk-leri giymekte beis yoktur.
el-Müctebâ,
el-Kuhistânî ve Ebû'l-Mekârim'in
En-Nikâye Şerhi'nde şu hüküm vardır: Kırmızı
elbise
giymekte beis yoktur.»
Bunun ifade
ettiği manâ, buradaki kerahetin kerâhet-i tenzihiyye olmasıdır. Lakin et-Tuhfe'de
«haram»
olduğuna dair serahat vardır. Ve bu serahet de ifade eder ki kerahet,
tahrimiyyedir.
Musannif böyle idi.
Ben derim ki: Şurunbulâlî'nin bu hususta telif ettiği bir risale vardır. O risalede sekiz görüş
nakletmektedir. Onlardan bazılarına göre müstahabtır.
Mutlak olarak erkek altın ve gümüş takı
takamaz. Ancak
gümüşten yüzük, kemer ve süslenmiş kılıç kullanılabilir. Çünkü
bunlarda süs
astedilmemektedir. El-Müctebâ;da şu hükümler vardır: «Ortası
ipekliden olan bir kemer kullanmak
helâl değildir.»
Bazıları helâl olduğunu söylediler, eğer eni dört parmağa yetişmezse.
Kemerde demirden,
bakırdan veya kemikten
bir halka bulunursa ke-rahet yoktur.
İncinin hükmü ise
ileride gelecektir.
Kişi ancak gümüş yüzük
kullanır. Zira gümüş yüzük kullanıldı
mı başka maddelere ihtiyaç
kalmaz.
Binaenaleyh
taş vesaire başka maden-lerden yüzük yapmak haramdır.
Es-Serâhsî «Yeşim ve akik
taşlarından
yüzük yapmak veya edinmek caizdir.» dedi. Molla
Husrev bunu daha da umumîleştirdi:
Altın, demir,
bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden
yüzük edinmek haramdır. Çünkü daha
önce
ancak gümüşten
yüzük edi-nilebileceği geçmiştir.
Yüzük olarak
onları kullanmasının keraheti sabit olduktan sonra bunların
yani bu maddelerden
yapılan
yüzüklerin satılması da imalinin de keraheti sabit
olur. Çünkü imal ve satmakta caiz
olmayan bir şeye
yar-dım vardır. Caiz olmayana götüren her şey caiz değildir. Bunun tamamı
El-Vehbâniye
şerhindedir.
Yüzük
konusunda halkanın gümüşten olmasında
itibar edilir. Kaşın önemi yoktur. Kaş, taştan,
akikten,
yakuttan veya başka maddelerden olabilir. Bu taşlara altın
çiviler de çakılabilir. Taş daim
sol elin içinde tutulur. Bazıları sağ elin içinde
tutulur demiştir. Ancak sağda takılması
rafizlerin
alametinden
olduğundan bundan sakınmak lazımdır. Kuhistanî ve başkaları.
Derim ki: Umulur ki bu daha önceydi;
fakat geçti; dikkat ediniz.
Yüzük kaşına kişinin
isminin veya Allah'ın isminin nakşedilmesi
ca-izdir. Bir insanın şekli veya
bir
kuş resmi yapmak
caiz değildir.» Muhammed Resulullah» yazmak da caiz değildir. Yüzük bir
miskalden daha ağır olmayacaktır.
Sultan ve kadı
ve zengin kişiler gibi ihtiyaç sahihleri
hariç mühür edinmeyi terketmek
efdaldir.
Kişi sallanan dişini altınla değil belki gümüşle
takviye eder. İmam Muhammed ikisini de caiz
görmüştür.
Altından burun
edinebilir. Çünkü gümüş kokutur.
Çocuğa altın ve ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü
giyilmesi ve içilmesi haram olanın giy-dirilmesi de içirilmesi de haramdır.
Abdest sonrası
kurulanmak için veya sümkürmek, terini silmek gibi ihtiyaç için bir mendil
bulundurmak
mekruh değildir. Ama tekebbür (sük-se ve caka satmak) için
olursa mekruhtur.
Bir şeyi
hatırlamak için parmağa bağlanan ip veya
yüzük mekruh değildir. Hasılı kibir için işlenen
her şey
mekruhtur, ihtiyaç içinse mekruh olmaz. İnâye.
EK:
El-Müctebâ'da şu hüküm yer almaktadır:
«Mekruh olan nazar-lık yani
muska, Arapça'dan
gayriyle
yazılandır.»
İZAH
«Yarayı ipekle
bağlamakta ihtilâf edilmiştir. ilh...» Hindiye'de şu hü-küm yer almaktadır:
«İpekliden
yapılmış uçkurlu elbisenin giyilmesi ih-tilaflıdır.».
«İttifakla mekruhtur» da denilmiştir. Yaralara sarılan sargı bezi de
böyledir. Dört parmaktan daha
küçük olsa bile. Çünkü o başlıbaşına bir asıldır.
Timurtaşî'de böyle kaydedilmiştir. T.
«Evini ipekli
kumaşlarla süslemek caizdir ilh...» el-Fakîh Ebû Cafer, es-Siyer Şerhi'nde «Evlerin
duvarlarını
nakışlı keçelerle örtmekte beis yoktur. Eğer bunu
yapan süslenmeyi kastetmişse bu
mekruhtur» diyor.
el-Ğıyâsiye'de: «Kapı
üzerinde perde sarkıtılması mekruhtur» denil-mektedir. İmam
Muhammed,
«Es-Siyer-u'l-Kebir»inde bunu açıkça
belirt-miştir. Çünkü bu, ziynet ve kibirdir.
Hülâsa tekebbür görüntüsü olan herşey mekruhtur. Eğer
ihtiyaç ve zaruret için yapılırsa
mekruh
olmaz. Tercih
edilen görüş de budur. Hin-diye.
Bu ibarenin
zahiri: Eğer sadece süs içinse,
kibir ve fahr bahis konu-su değilse mekruh olur. Fakat
el-Hindiyye
bu hükümden sonra ez-Zâhi-riyye'den buna ters düşen bir şey naklediyor. Dikkat ediniz.
BİR UYARI:
Bundan şu
hüküm çıkar: Şenlik günlerinde yayılmakta olan ipekli sergiler, altın ve gümüş kaplar
kullanılmadıkları takdirde ve eğer bun-larla tefahur kastedilmiyorsa
yalnız sultanın emrini yerine
getirmek için olursa caizdir. Fakat mum ve kandillerin
gündüz yakılması böyle
değil-dir. Bu caiz
olmaz, çünkü malı
zayi etmektir. Ancak hakimin
bunları yak-madığı takdirde cezalandırmasından
korkan bir kişi bunları yakabilir. Nerede münkerleri kapsıyorsa onlara da caizdir.
Şehadetler
kitabında
geçti ki, bir emirin gelmesi için
seyretmek üzere çıkmak sahiciliğin red-dedilmesi için
sebebtir.
Çünkü onu karşılamak bir sürü münkerleri, şer'an inkâr edilen hareket
ve fiilleri
kapsamaktadır. Kadın ve erkek karışık-tır. Öyleyse bu daha evlâdır.
Dikkat ediniz!
«Fakihler için uzun sarık bağlamak daha güzeldir
ilh...» Bunun ne-deni alimler bunu bu şekilde adet
ettikleri içindir. Eğer başka bir mem-lekette
alimler uzun sarıkla değil de başka şeyle tanınıyorlar,
tazim gö-rüyorlarsa ilim makamını izhar bakımından
bunu yapacaktır. Bir de ama-menin
uzatılmasının
nedeni alimler bilinsin de onlardan dinî emirler
so-rulsun içindir. T.
«El-Kınye'de şu hükümde vardır ilh...» ifadesi
şöyledir: «Sürekli
ka-ra bakmak, göze zarar verir.
Karlı bir
yolda giderken bir kişinin gözle-rinin
önüne ipekliden siyah bir peçe sarması,
bağlaması
helâldir,
bunda beis yoktur. Ben derim ki,
ağrıyan göz daha evlâdır. Yani ona da bağlıyabilir.»
Et-Tatarhâniye'de şu hüküm vardır: «İhtiyaç
içinse onu giymekte
be-is yoktur denilmektedir. Çünkü
Abdurrahman bin
Avf ve Zübeyr bin Avvam'dan rivayet edildiğine göre
ikisinde de şiddetli uyuz
vardı.
Resulullah'dan ipek giymek için
izin istediler. Peygamber
kendilerine ipekli elbi-se giymek
hususunda izin
vermiştir.»
Ben, derim ki: ez-Zeylâî, gelecek fasıldan hemen önce serahaten Cenab-ı
Peygamber'in bu iki
sahabiye
mahsus bir özellik olarak bu ruh-satı verdiğini kaydediyor. Düşün.
«Şeriat kifâfa ruhsat vermiştir ilh...» sözünün izahı: Kifâf, gömleğin el ayası kadar olan yerdir. Bu da
bedenin kavşak
yerlerinde koltukların-da veya etek kenarlarında olur. Muğrib.
T. de şöyle
denilmiştir: «Hz. Peygamberden onun koltukları ipekli ile kaplanmış bir cübbe
giydiği
nakledilmiştir. Bu rivayette altın ve gümüş zikredilmemiştir.
Düşünülsün ve yazılsın.»
Ben derim ki: Buradaki güçlüğün izahı zahire göre şudur: Elbisedeki desen veya
yamanın elbisede
bulunmasının
helâl oluşu az ve tâbi olu-şundandır.
Kastedilmediklerinden dolayı helâldir. Nitekim
fakîhler bunu
açıkça söylemişlerdir. Altın, gümüş ve desen ve yamanın ipekli olabile-ceklerine ait
ruhsat,
ipekliden başka maddelerden yapılmasının da ruh-satı demektir. Çünkü aralarında müsavat
vardır. Aralarında farkın bulunmaması daha önce
dört parmak altından örülmüş elbisenin mubah
olma-sı hükmü
de teyid etmektedir. Elbiseyi altın ve gümüşle yamalanmış kab da böyledir.
Düşün.
Burada varid
olan kapalılık El-Müctebâ'da amamenin (sarığın) nakşi hususunda bahsi
gecen
hükmün üzerine de varid olur.
«İpekten
yastığa yaslanması ilh...» İpekten yapılmış yastığın
helâl olması Resulullâh'tan rivayet
edilen şu hadisten
dolayıdır: «Peygamber ipekli bir yastık üzerine oturdu.»
İbn Abbâs'ın sergisi üzerinde ipekli bir
yastık vardı. Rivayet ediliyor ki; Enes (Allah ondan razı
olsun) bir
ziyafete gitti. Ve ipekten yapılmış bir yastık
üzerinde oturdu. Burada ipeklinin üzerinde
oturmanın onu
ha-fife almak manâsına olduğunu, onu
tazim mahiyetinde bulunmadığını
ha-tırlamak
gerekir.
Böylece üzerinde şekiller olan bir sergide oturmak gibi oluyor.
Minâh Sirâc'tan.
«Ve dedi ki ilh...» Deniliyor ki: Ebû Yûsuf ipekli
yastık ve döşek hu-şunda Ebû
Hânife ile beraberdir.
Başka bir görüşe
göre İmam Muhammed'le beraberdir.
«Mevâhib'de
olduğu gibi ilh...» sözüne gelince,
onun benzeri Dürerü'l-Bihârde de vardır.
El-Kuhistânî
der ki: '«Meşayihin çoğu bu
görüş-tedir.» Nitekim bu görüş
«El-Kirmanî'de de
zikredilmiştir. Bunun benzeri İbn Kemâl'den de nakledilmiştir.
«Lakin bu meşhurun hilafıdır ilh...» diyor.
Eş-Şurunbulâlî'de şu ibare vardır: «Derim ki:
Bu, sıhhatli
olmakla beraber muteber ve meşhur olan metin şerhlere aykırıdır.»
«İpekliyi
kaftan kılmaya gelince ilh...»
tarzındaki sözde gecen disâr, «şiar»
denilen elbisenin
üstündekidir.
Şiar ise disârın altında ve bedene temas
eden elbisedir. Demek ki disâr, bedenle
teması
olmayan, şiar da bedenle teması olan elbiselerdir. Disâr aynı
zamanda iki elbise arasında
olana denir; görünmese dahi. Ancak eğer astar gibi veya iki elbise ara-sında konulmuş pamuk, yün
gibi bir durum
ise hüküm değişir. Nitekim daha önce El-Hindiyye'den bunu
aktardık.
«Bu icmâen mekruhtur ilh...» sözüne gelince; her ne
kadar El-Muhît sahibinin «deriyle
temas eden
ancak haram olur.» dediği geçmişse de bunu nazarı
itibare almamıştır. Çünkü bu kavil zayıftır.
Onun için «icmaen
bu mekruhtur» demiştir.
«Bu icmâen haramdır ilh...» sözüne gelince, bunun
nedeni şudur: Bu tam manasıyla istimal
etmektir, kullanmaktır.
Zira altın ve gümüş giyil-mezler. Zeylâî.
Ben derim ki; Sarih burada haram kelimesini kullanmıştır. Bundan önce de «mekruhtur» demiştir.
Onun bu iki
görüşü ihtilaf şüphesinden ileri gelmektedir. Çünkü el-Muhit sahibinin İmamdan
naklettiği
görüş ibn Abbâs'tan da nakledilmiştir.
Düşün.
EK :
İmam ile iki öğrencisi arasındaki bahsi geçen ihtilâf aynı zamanda ipekli perde hususunda da, o
perdenin kapılara
asılması konusunda da caridir.
Nitekim el-Hidâye'de bu yer almıştır. Böylece
ipekli bir
örtüyü çocuğun beşiğine koymak da mekruh değildir. Biz daha önce ipekli
yor-gan
örtünmenin
mekruh olduğunu söyledik. Çünkü yorgan
bir nevi libas-tır. Fakat ipekli seccade
üzerindeki namaz
böyle değildir. Çünkü
ipekli kumaşın giyilmesi haramdır, fakat ondan
yararlanmak haram olmaz.
Ben derim ki: Bunun ifade ettiği şey şudur: Eğer kibir ve fürur
ve: şilesi olmuyorsa, ipekli
kumaştan
abdest mendili
kullanmak caizdir. Çünkü mendil giyim
değildir. Ne hakikaten, ne de hükmen giyim
eşyası-dır.
Fakat yorgan hükmen giyinme kapsamına
girer. Uçkur ve yara bezle-ri hükmen giyimdir.
Düşün.
Lakin
el-Hamevî, Haddâdî'nin El-Hamiliye
şerhinden nakletti ki, «er-kekler için ipekli üzerinde
namaz kılmak mekruhtur.»
Ben derim ki; birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira üzerinde oturmak, uyumak veya namaz kılmak
arasında hiç bir fark yoktur, düşün. Yorgan ve asılı
kese meselesinden ve benzerinden şu hüküm
çıkar: Dizlerin üze-rine yemek yediği anda peşkir
gibi yayılan .elbiseyi
damlayan yemekten, yağdan
koruyan kumaş peçeteler ipekli olursa mekruhtur. Çünkü bu da bir nevi giyilen
libas gibidir. Amme
dilinde şöhret
bulmuştur ki bununla ipeklinin kıymetsizliği kastediliyor. Bu da yastık gibi üzerinde
oturulan yaygı
gibi burada herhangi bir giyim bahis
konusu değildir. Çünkü uçkur meselesinde,
sargı bezi meselesinde
ipekli bundan daha kıymetsiz sa-yılıyor. Bununla beraber mekruhtur.
Öyleyse burada da mekruh olması gerekir. Düşün.
«Argacı ipekli olmayan bir elbise ilh...»
isterse argacı en azını, veya
en fazlasını teşkil etsin, isterse
elbiseyle eşit
olsun, giyilmesinde mahzur yoktur. Bir görüşe göre giyilmez, ancak argıcı ipekliden
fazla ise giyilir.
Fakat sahih olan birinci görüştür. Nitekim el-Muhît'te yer almış-tır. Kuhistanî
ve
başkaları da bunu kabul etmişlerdir. Dürrü-Müntekâ.
«Kumaş ancak örülmekle elbise olur. Örülmek ise
argaçla olur. Öy-leyse elbisede argaca
itibar
edilir, erişe değil ilh...» sözü şu gerekçeden ileri
geliyor: Bilinmiştir ki hükümde ibret, illet
vasıflarının
en sonuncu-sudur. Kifâye.
«Attâbî gibidir ilh...» Bizim zamanımızda atlas tabir edilen
kumaş ile ipek pamuktan imal edilen
elbise de metinde geçen el-Attâbî
gibidir, yani mekruhtur.
«Bunun benzeri
el-İhtiyârda da yer almaktadır ilh...» Zira İhtiyar sa-hibi: «El-Attâbî
gibi argacı
görülen elbise
ipekli ise bir görüşe göre mek-ruhtur. Çünkü gözlerin gördüğü şekilde ipekli
giymiştir ve bunda gurur vardır. Bir görüşe
göre de mekruh değildir. Argacına
itibar edilir» der.
«Ben derim ki ilh...» Bilmiş ol ki metinler
mutlaka erişi ipekli, ar-gacı başka maddeden olan
elbisenin
giyilmesinin helâl olduğunda ittifak,
etmişlerdir. Musannifin ibaresinde olduğu gibi. Bu
aynı zamanda İmam Muhammedi'n el-Camiussağîr'inde
de böyle
yer almıştır. Meşayih bu meseleyi
iki sebebe bağlamışlardır.
Birisi, sarihin daha önce söylediğidir.
Ve bu aynı zamanda el-Hidâye'de
de zikredilmiştir. İkincisi, İmam Ebû Mansur
el-Maturidi'den nakledilendir. O da şudur: «Argaç
elbisenin
za-hirinde görülür. Birinci neden mutlaka argaca itibar edilir şıkkını nazarı itibare alır.
Sanki argaç madenin son vasfıdır. Nitekim bu durum daha önce geçti. İkinci neden argacın gözle
görüldüğüne
bakar. Binaenaleyh birinci nedene
binaen el-Attabi ve benzerini giymek
caiz olur.
İkinci ne-dene
binaen, Hidâye Şerhlerinin de zikrettikleri
gibi, mekruhtur. Ez-Zeylaî'nin takririnde
«burada kapalılık vardır» deniliyor.»
Metinlerin
ıtlakının zahiri birinci delili nazari itibare almaktan ileri
geliyor.
Bunun için el-Hidâye'de
bu konudan
sonra «itibar argacadır. Ni-tekim bu durumu daha önce açıkladık»
denilmektedir.
«El-Müctebâ'da
meşayihin ekserisi onun hilâfına fetva vermiştir
der ilh...» El-Müctebâ'nın ibaresi
harfiyyen
şudur:
«Ancak erişi
ipekli, argacı pamuklu olan bir elbisenin giyilmesi ca-izdir. Eğer karışık
iseler ve ipekli
görünmüyorsa. Bizim bu zamanımızda et-Attabî,
Şusterî ve Kutbî gibi ipekli,
elbisenin yüzünde ise,
o vakit bu
elbisenin giyilmesi mekruhtur. Çünkü mutakebbir
ve mağrurların elbise-lerine benzemiş
olur. Ben
derim ki: Lâkin meşayihin ekserisi bunun hila-fına (fetvâ
vermişlerdir.»
«Ben derim ki, bu onların döneminde idi ilh...» El-Hazz, deniz koyu-nunun
yünüdür, durumuna
gelince, Tatarhâniye'de denildi ki: «El-Hazz, bir hayvanın ismidir. Onun
derisi üzerinde haz olur yani
yün olur ve bu
ipekli cümlesinden değildir.»
Bu hükümden
sonra şunu söyledi: «El-İmam
Nasiruddin, «Bizim za-manımızda el-Haz. su
hayvanının tüylerinden yapılır» dedi.
«Bunun aksi sadece harp halinde helâldir ilh...»
sözüne gelince, meselenin özeti üç vecih
üzerinedir:
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Argacı ipekli olmayan, erişi ipekli
olanın harp halinde giyilmesi mubahtır.
Yani böyle olmayanlarla Argacı ipekli, erişi başka maddelerden
yapılmış elbiseye gelince, o, icmaen
ancak harp halinde giyilebilir, o durumda mubahtır.
Argacı ve erişi ipekliden olana gelince, harp
halinde onun
giyilmesi konusunda mezhep imamlarımız
ve , alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.»
«Harp halinde»
kaydının zahirinden anlaşılıyor ki harple meşgul
ol-ma vakti burada
kastedilmektedir. Lâkin el-Kuhistânî'de «Ve İmam
Muhammed'den rivayette askerler için harp
halinde bu tür
elbisenin giyil-mesinde bir beis yoktur. Asker harp hazırlığıyla meşgul olduğu
zamanda ipekli giyebilir. Düşman gelmemişse dahi. Fakat bununla namaz kılmaz. Ancak
düşmandan korkarsa
namaz da kılabilir.» denilmektedir.
«Eğer ince olursa ilh...» Bilmiş ol ki; ipeklinin giyilmesi
zaruret ol-maksızın mutlaka caz değildir.
Binaenaleyh
erişi başka maddeden, arga-cı ipekli kumaştan yapılan bir elbisenin giyilmesi Harp
halinde
zaruret-ten ötürü mubahtır. Zaruret
burada iki çeşittir: 1 - İpekli kumaşın ih-tişamıyla
düşmanı
korkutmak. Bu onun parlaması demektir. 2 - Silahın tesirini
zaif düşürmesi. İtkanî.
Bu durumda
elbise ince olduğu takdirde, zaruret tamamlanmaz. Bi-naenaleyh İmam-ı Azam
iki
arkadaşının icmaı ile giyinmesi haram olur.
«İmama göre harpte ipekli giymek mekruhtur ilh...» Çünkü zaruret en azıyla defedilir. O da sadece
argacı ipekliden olan karışık bir elbise-dir.
Çünkü parlaklık onun görünen kısmıyla
ilgilidir. İpekli de
onun gö-rünür
kısmında bulunmaktadır. Silahın zararı ise onunla defedilir. Karı-şık
maddelerden
yapılan elbiseler ise,
hernekadar hükmen ipekli iseler
de onlarda eğirme şüphesi
vardır ve o yüzde
yüz ipekli olanın altında olur. Zaruret böylece
en az olanla defedilmiş olur. Binaenaleyh en yük-
seğe gidilmez. Eş-Şa'bî'nin rivayet ettiği, eğer sıhhatli ise, mahlutun üze-rine hamledilir.
İtkanî.
«İmameyn'in
hilafına ilh...» Et-Tatarhâniyye'de
dedi ki: «İmameyn katında harp halindeyken
ipekli
giyilmesi eğer kalınsa ve silahların
za-rarın! defediyorsa mekruh değildir. Eğer inceyse, silahların
zararını
de-fetmeye elverişli değilse icmaen
giyilmesi mekruhtur.»
Ben, derim ki: Hülâsa İmam
katında katıksız ipekliyi
harp halinde giymek de kayıtsız,.şartsız mubah
değildir.
Ancak argacı ipekliden ola-nın
giyilmesi mubahtır. Eğer o da kalın ise.
İmameyn katında
ise harp halinde, kalın olmak şartıyla, bu iki cins
kumaş giymek mubahtır. İnce olduğu takdirde
bunun
mekruhluğunda ihtilaf yoktur. Anla ve
Eş-Şürunbu-lâli'deki hüküm hakkında
düşün.
«Ben ipekli ile başka
bir maddenin karışımından argacı olan hakkın-da bir hüküm görmedim ilh...»
sözüne gelince,
bunu Şeyhi Er-Remlî'nin
haşiyesinden
almıştır. Onun ibaresinin tamamı şudur: «Sonra ez-Zâhidî' nin El-Hâvîsi'nde gördüm
ki elbisenin değişik yerlerinde bulunan çiçek-lerin derlenmesi alametiyle kıyas edilmiştir.
Elbiselerin galibi «el-haz» denlen madde gibi
ipeklinin gayrisinden olana gelince,
bunda bir beis
yoktur.
Giyilebilir. Bizim bu nakledilen
bahsimize muvafık geldi. Allah'a hamdolsun.»
Sonra
El-Havî'nin sarih tarafından
zikredilen ibaresini nakletti ve o ibareye herhangi bir ekleme de
yapmadı. Onun
için sarih «bizim şeyhi-miz de bunu kabul etmiştir» dedi. Sarih, El-Mültekâ ile ilgili
şerhinde de şöyle
sözüyle cevap verdi:
«Sonra helâl ve haram bir araya geldiğinde kaidesi bahsinde el-Eş-bâh'da gördüm ki:
Bunu «kaplar
meselesi»ne ilhak
etmiştir. Durum bu olursa elbisenin argacındaki ipek tartı bakımından
diğer
maddelerle eşit veya
onlardan daha az ise helâl olur. Ben bundan fazlasını eklemem.»
İki cevap arasında
fark vardır. Çünkü El-Eşbâh'da eşitlik halinde elbiseyi giymenin
helâl olduğu
hususu açıkça belirtilmiştir. Er-Remlî'nin söylediği -ki Sarih de ona tabi olmuştur- bu hükümde
sükût
etmesidir. Yani ne helâl, ne de haram
şeklinde bir fikir belirtmemektedir. El-Birî, ez-Zâhidî'nin
daha önce geçmiş olan ibaresiyle de cevap vermiştir:
Ben derim ki: Ez-Zâhidî'nin ibaresi argacın ipekli üzerindeki
galebesini nazarı itibare almaktan
meydana gelen zayıf kavle binaendir.
Ni-tekim bunu daha önce söyledik.
Binaenaleyh bu cevap için
elverişli
de-ğildir. Düşün.
«Zahirî,
dağıtılmışların cemedilmemesidir,
ancak onun bir hattı ipek-li, bir hattı da başka
maddelerden imal
edilmişse ilh...» sözüne
gelince, ben derim ki: Hattan maksat erişteki
uzunluğuna
hatlar değildir. Çünkü elbisenin erişi nazarı itibara alınmaz. İsterse
hepsi ipekli olsun.
Hattan maksat
argaçtan olan enli hatlardır. Hattan maksat bu olduğuna göre geçmiş meselenin
başka bir cevabı ortaya
çıkmış oluyor. Denilir ki,
elbisenin argacı ipekli ile başka
maddelerle karışık
ise fakat hepsi ipekliymiş gibi görünürse onu giymek
mekruhtur. Eğer her birisi kendi hüvi-yetiyle
görünürse,
tıpkı süs için yapılan işlemler gibi, mekruh değildir. Çünkü mezhebin zahiri
dört
parmağa
yetişmeyen çiçeklerin bir yerdey-miş gibi sayılmamasıdır. Bana
görünüyor ki bu cevap
daha öncekinden daha güzeldir. Burada düşün.
«Derim ki, sen bildin'ki ibret zahire değil,
argacadır ilh...» sözü el-Hâvi ile onun şeyhinin
yazdıklarına bir istidrâktır. Zira El-Hâvî, şeyhinin görüşünü tekrar ediyor.
Çünkü şeyhinin
«zahiri ipekli olan mekruhtur» sözü
zahiri itibare alın-dığı takdirdedir. el-Attâbî've
benzeri elbiselerin kerahetine
ve zahire iti-bar etmek üzere bina edilmiştir. Fakat tercih edilen, daha
önce de
geç-tiği gibi, bunun aksidir. Bu cevapta bizim açıkladığımıza bir red olamaz. Çünkü zahirin
itibara alınmaması ancak
eriş meselesindedir. Bizim geç-miş
kelâmımız ise argaç hususunda idi.
«Zahire binaen ilh...» sözü râcih olan zahire binaen
demektir. Yoksa rivayetin zahiri burada
kastedilmemektedir. Nitekim sarih zahir
ke-limesini mutlak şekilde
zikrederse rivayetin zahirin
kastetmiş demektir. Fakat burada racih kastedilmiştir. Düşün.
«Kırmızı elbiseyi
giymekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince, El-Mülteka'da yer aldığı gibi bu söz
İmam'dan rivayet edilmiştir.
«Anlaşıldığına göre kerahet tenzihidir
ilh...» Çünkü «mahzuru yok-tur» sözü çoğu zaman terki evlâ
olan için kullanılır. Minâh.
«et-Tuhfe'de
ilh...» Tuhfe'den maksad Tuhfetu'l-Mülûk adlı kitabtır. Minâh.
«Tuhfe'nin
ibaresinden bu kerahetin tahrimî olduğu anlaşılıyor ilh...» sözüne gelince;
eğer onun
hilafına bir serahat
kendisiyle muâraza et-mezse (çatışmazsa) bu söz, kabul
edilebilir.
Camiu'l-Feiâvâ'da denir ki: «Ebû
Hânife, Şafiî, Malik dediler ki, esfaranla boyanmış
bir elbise
giymek caizdir.»
Âlimlerden bir
cemaat ise «tenzihi olmak
suretiyle mekruhtur» dediler.
Müntehâbu'l-Fetâvâ adlı kitabda er-Ravda sahibi «Erkek
ve kadınlar için kırmızı ve yeşil
elbiseyi
giymek kerahetsiz
caizdir» demektedir.
El-Hâvî
Ez-Zâhidî'de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için asfaran ve zaferanlı ve vars denilen
boyayla
boyanmış ve kırmızı boyalı elbise
giyilmesi mekruhtur. İsterse ipekten veya
başka
maddelerden olsun,
onun boyasında kan olduğu
takdirde. Eğer kan yoksa giyilmesi mekruh
değil-dir.
Bunu birçok kitaptan nakletti.»
Mecmâü'l-Fetâvâ kitabında şu hüküm
vardır: «Kırmızı elbise giymek mekruhtur.» Bazı alimler
katında mekruh
değildir. Bir görüşe göre «eğer kan
kırmızı ite boyanmamışsa mekruhtur.
Çünkü bu
necasetle karıştırıl-mıştır.»
El-Vakîat adlı kitapta da bunun benzen zikredilmiştir. Eğer «el-bakım»
denilen ağaç boyası ile
boyanmışsa mekruh
değildir. Eğer ceviz kabuklarıyla bal
rengine boyanmışsa onu giymek icmaen
mekruh olmaz.
İşte bu nakiller el-Müctebâ, el-Kuhistânî
ve Ebu'l-Mekârim'in şerhinde
nakledilip de
zikredilenlerle beraber keraheti tahrimiyye .hükmüne kar-şı çıkmaktadırlar.
Eğer keraheti tahrimiye
necis boya ile
boyanan elbi-se üzerine hamledilmezse veya başka bir tarza hamledilmezse bu
böyledir.
«Bu hususta
Şurunbulâli'nin bir risalesi vardır ilh...» kavline gelin-ce, Şurunbulâlî o risaleye
«Tuhfetu'l-Ekmel ve'l-Humâm el-Muadder li-Beyani Cevâzi Lübsi'l-Ahmer» adını vermiştir. Orada
bir
çok nakiller zik-retmiştir. O nakillerden bizim
daha önce zikrettiklerimiz de vardır. Ve Şurunbulâlî;
«Kesinlikle haramlığı ifade eden bir nassa rastlamadık» di-yor.
«Ancak kırmızı
elbisenin giyilmesinin nehyedildiğini bu şekilde gör-dük: Bu da giyenin zatıyla
kaim
olan bir
nedenden ileri geliyor. O da
ka-dınlara veya yabancılara kendisini benzetme veya tekebbür
etmek içindir. Bu illet ortada yoksa kerahet niyetin
ihlasıyla kalkar. Çünkü bu Al-lah'ın nimetini
izhar etmek içindir. Kerahetin arız olması
necasetle bo-yanmaktan
ileri geliyor. O da onu yıkamakla
zail olur.
«Biz İmam-ı
Azam'ın kırmızı giymenin caiz olduğuna dair nassını ve ibahasına dair
kesin delili
bulduk. O ad
ziynet edinmek hususundaki mutlak
emirdir. Müslim ve Buhârî'de bunun
gereğini
buldur.
Bununla haramlıkla .kerahet ortadan kalkar. Belki Allah Resulüne uymak
kabilinden kırmızı
giymenin müstahablığı sabit olur.»
Kim ki bu
hususta daha fazla malumat istiyorsa
adı geçen risaleye baksın.
Ben, derim ki: El-Sirac,
El-Muhit, El-İhtiyâr.
El-Münteka, Ez-Zâhire ve başkaları gibi kitabların çoğu
kerahet
üzerinde durmuşlardır. Allame Kasım
bununla fetva vermiştir. 6z-Zâhidî'nin El-Hâvî'sinde
«Başta yani
başa kırmızı sarmakta kerahet olmadığında icma var» denilmektedir.
«Bunlardan
biri de: Kırmızı giymenin müstahab
olduğudur ilh...» sözünü sarih
Kastalânî'den
nakletti ki, söze dahil değildir. Belki bu sözü. daha
önce zikrettiğimiz gibi Şurunbulâlî
söylemiştir.
«Erkek altın ve gümüşle kayıtsız şartsız süslenemez ilh...» ister harp hali ister
başka durumlarda
olsun bunları
süs için kullanamaz.. T.
Zırhın veya miğferin harpte altın ve gümüşten olmasının cevazına gelince, bu, daha önce
belirttiğimiz
gibi, İmameyn'in sözüdür. Kılıçların
aslında olduğu gibi takımlarının süsü de onların
süsü cümlesinden sayı-lıyor. Şurunbulâlî.
«Onunla kılıcını süslemek
ilh...» Şart. kılıcın gümüşlenmiş yerine eli-ni koymamaktadır.
Gureru'l-Efkâr'da dedi ki: «Yüzük,
kemer, kılıcın süsünün gümüşten olabileceklerine
dair ruhsat
özel olarak gelmiştir.»
«Gümüş yüzük
edinmek ise, süs için olmamak şartına bağlıdır, ilh...» Anlaşıldığına göre burada
maksat
yalnızca yüzüktür. Çünkü kılıcı ve ke-meri gümüş ile işlemekten maksat,
yüzükten farklı
olarak süslenmek-tir, başka birşey değil. Kifâye'de bulunan ifadeler de buna delâlet et-mektedir.
Çünkü Kifâye'de şöyle denilmektedir: «Müellifin: «ancak yü-zük ile» ifadesi,
süslenmek maksadını
gütmemesi
halindedir. İmam
El Mahbûbî ise
şunu zikretmiştir: Eğer gümüş yüzüğü kibir için takarsa, ilim adamları bunun
mekruh
olduğunu zikretmişlerdir. Yok, maksadı yüzük edinmek ve benzeri başka bir maksat olursa
mekruh olmaz,
demişler-dir.» Fakat daha sonra geleceği üzere yüzüğe
muhtaç olmayan bir
kim-senin
yüzük takmaması daha evlâdır. Bu
ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki süs
için, kibir için
olmamak şartıyla,
yüzük takmak mekruh değildir.-Bunun
tamamı ileride gelecektir. Düşün.
»Müctebâ'da
ortası ipekliden olan bir kemerin kullanılması helâl değildîr.
Bir görüşe göre helâldir
denildi ilh...»
ibaresine gelince, el-Mücteba'da: «kil
(denildi» kelimesi yoktur. Belki
birinci görüş için
bir kitabe, ikinci görüş için ise başka birine işaret etmektedir. Birincinin iktizası
şudur: Onu
herhangi bir
şeyle takdir etmemek yani dirhem
bakımından ister fazla, ister az olsun helâl değildir.
Metinlerin
gümüş hususundaki yorumlarının zahiri de budur. El-Hâvî el-Kudsî adlı kitabta: «Ancak
dirhem kadar olan yüzük,
kemer ve kılıç müstesnadır.» denilmektedir. İşte bunun gibi bütün
ibareleri mutlaktır. Fakat el-Kınye'de: «İki halkası
gü-müşten olan bir kemerin kullanılmasında eğer
az ise beis yoktur. Çok olduğu takdirde beis vardır»
denilmektedir.
Ez-Zâhiriyye'de de Ebû Yûsuf'tan gelen rivayette;
«Gemlerin deri-den yapılmış sicimlerinin etrafına
ve kemer
sicimlerinin etrafına gümüş takmakta beis
yoktur. Hepsini veya çoğunu gümüşten
yapmak mekruh-tur» denilmektedir. Düşün.
«Ancak gümüş yüzük takar ilh...» hükmü ise İmam Muhammed'in El-Camiussağîr'deki ibaresidir.
Fakat gümüş kemer takılmaz. Ama kemer-de demir ve bakırdan bir halka varsa onun kullanılması
mekruh
değildir., Nitekim daha önce bu hüküm geçti. Acaba kılıcın hilyesi de
böyle midir? Bunun
için müracaat etmek gerekir.
Ez-Zeylâî dedi ki: «Halk, gümüşten
yapılmış yüzüğün takılmasının caiz olduğunda eserler varid
olduğuna
inanır. Allah Resulünün gümüş-ten bir yüzüğü
vardı. Vefat edinceye kadar
parmağındaydı.
Sonra Ebû Bekr ve Ömer vefat edinceye kadar bu yüzüğü taktılar. Sonra
Hz.
Os-man'ın parmağındaydı ta ki bir kuyuya
düşünceye kadar. Hz. Osman bu-nu bulmak
için büyük
bir mal sarfetti, fakat bulamadı.» İşte sahabeler
arasında o andan itibaren ihtilâf ve karışıklık çıktı.
Ta ki Osman şehid edilinceye kadar...
«Başka maddelerden yüzük edinmek haramdır ilh...» Çünkü Et-Tahavî, İmran bin Husayn
ve Ebû
Hureyre'ye varan
bir senedle rivayet edi-yor
ki: «Resûlullâh (S.A.V.) altından olan
bir yüzüğü
yasakladı.»
Sünen sahibleri Abdullah bin Barire'den,
onun da babasından nak-lettiği bir
senedle rivayet ederler
ki bir kişi Resulullah'a geldi. Parma-ğında san
bakırdan yapılmış bir yüzük vardı. Cenab-ı
Peygamber ona:
«Bana ne oluyor ki senden putların kokusunun
geldiğini hissediyorum?» dedi.
Bunun üzerine
kişi parmağından o yüzüğü çıkarıp attı.
Sonra Re-sulullah'a geldiğinde parmağında
demirden bir
yüzük vardı. Resulullah ona : «Bana ne oluyor ki, senin üzerinde cehennem ehlinin
süsünü görü-yorum» dedi. Kişi onu da çıkarıp attı ve:
«Ey Allah'ın Resulü, peki hangi maddeden
yüzük
edineyim?» diye sorunca Cenab-ı Peygamber: «Gü-müşten bir yüzük tak,
fakat ağırlığı bir
mizkali geçmesin» buyurdu.
Böylece anlaşıldı
ki altın, demir, bakır yüzükler
takmak haramdır. İşte «El-Yeşb» (yeşim) denilen
maddeden
yapılan yüzükler de buna il-hak edildi. Çünkü bu maddeden tuptar da yapılmaktaydı.
Binaenaleyh
nas ile malum ve mensus olan şebeh'e benzemiş oldu. İtkanî.
«Seben» sarı "bakırdır. Kamus.
el-Cevhere'de:
«Demir, sarı bakır, bakır ve kurşun yüzük erkekler ve kadınlar için mekruhtur.»
denilmektedir.
«Serahsî Yeşb ve akikin cevazını tashih etmiştir ilh...» El-Kuhistanî: «Denildi
ki «yeşb» (yeşim) taş
değildir.
Ondan yüzük yapmak mekruh değildir. Ve bu en sıhhatli olandır.
Nitekim El-Hülâsa'da da
bu vardır» diyor.
«El-Akîk'ten ilh...» Gurarû'l-Efkâr der ki:
«Sıhhatli görüşe göre bun-da bir beis yoktur. Çünkü
Cenab-ı
Peygamber akik yüzük takmış ve şöyle
buyurmuştur: «Akikten yüzük yapınız.
Çünkü o
mübarektir.»
Bir de şu var:
Akik taş değildir. Çünkü onun taş ağırlığı
yoktur.
Bazıları: «Ağırlıkları
ne olursa olsun yeşimden, billurdan ve
kristal-den yüzük edinilebilir»
demişlerdir.
«Molla Hüsrev
bunu umumileştirdi ilh...» sözüne gelince, yeni diğer taşlarla yüzüklenmenin
cevazını
umumileştirdi demektir. Çünkü bir
ko-nuşmadan sonra şunu söyledi:
«Hülasa gümüş
yüzük takmak erkekler için hadisle helâl kılınmıştır. Altın, demir ve sarı maden
yüzük ise hadisle erkeklere
haram kılınmış-tır. Taş yüzük
takmak ise Şemsu'l-Eimme ve Kadı Hân'ın
seçtikleri görüşe göre helâldir. Bu görüşlerini
Resulullah'ın kılmasından ve yüzük
tak-masından
almışlardır. Evet, akikin helâl olması sabit olduktan
sonra di-ğer taşların da helâl olması
sabit
olmuş
demektir. Çünkü taşlar arasında fark yoktur. Diğer taşlardan yapılmış
yüzük takmak
El-Hidâye. El-Kâfi sahihlerinin seçişine
göre haramdır. Onlar da El-Camiussağirin ihtimali
ibaresinden bu
hükmü çıkarmışlardır. Çünkü o ibare şudur:' Hadisteki Kasr, altına
izafetendir.
Fakat iki mehaz arasındaki fark da gizli
değil-dir.
Ben derim ki: daha önce de söylediğimiz gibi bu
nassın malul oldu-ğu gizli değildir. Binaenaleyh
nassın varid
olduğu noktada ve sostan alı-nan illetle
ilhak olmuştur. Nass, akik ile
yüzüklenmenin
caiz olduğu
hususundadır. Müctehidin katında sabit olmama ihtimali de vardır. Veya başka bir
nassın buna
tercih edilmesi de mümkündür. Bununla beraber akik veya yeşim, daha önce de
geçtiği gibi
taştan değildirler. Bunların gayrisini
onlara kıyas etmenin bir delili ihtiyaç
gösterir.
Müctehide tabi
olmak nassa tabi olmak demektir.
Çünkü müctehid nassa tabidir, kesinlikle bir
hüküm
getirmiyor. Kelâmın muhaverelerini bilen müctehidin iba-resini tevil etmek,
intizamdan
çıkmaktır. Nasıl olmasın ki, kaldı ki eğer kasr hadiste altına izafeten ise
bundan lazım gelir ki bakır
ve demirden
olan yüzükler de mubah olsun. Halbuki müctehidin maksadı bunun
ade-midir,
yokluğudur. Böyle bir izafe yoktur.
«Daha önce geçen nedenle Un...» kavimdeki maksad
«ancak gü-müşten yüzük yapılır» sözüdür. Bu
söz mezhebin
muharriri olan İmam Muhammed'in lafzıdır. Anla.
«Altın, demir, bakır, kalay ve camdan yapılan yüzüklerin kullanıl-masının mekruh olduğu sabit
olunca onların
satılması, imali de mekruh-tur ilh...» sözünü İbn Şirine, İbn Vehbân'dan nakletmiş
ve
sonra şöyle
demiştir:
«Zahir şudur 'ki;
İbn Vehbân bunların satışının
mekruh olduğuna va-kıf olmamıştır. Fakat
ben
El-Kınye'de buna vakıf oldum. El-Kınye dedi ki;
demirden, bakırdan ve benzerlerinden yapılan
yüzüğün satışı
mekruh-, tur. Suretin satışına gelince, ben buna vakıf olmadım. Suret hakkındaki
vecih zahirdir.»
«Çünkü bununla
caiz olmayan bir şey üzere yardım söz konusudur ilh...»
İbn Şıhne «Ancak
alışverişteki
yasak hükmü giyimdeki yasaktan daha hafiftir. Çünkü onları giyimin gayrisi şeylerde
de kullanmak müm-kündür.» Onları yeniden eritmek, heyetlerini bozmak mümkündür.
«Caiz olmayan
bir hükme yol açan şeyler de caiz değildir ilh...» sö-züne gelince; İmamlarımızın
«Üzüm şırasını meyhaneciye satmak caiz-dir» şeklindeki
sözleriyle beraber bu hususta düşünmek
gerekir. Şurunbulâliye.
Fakat bunların
ikisi arasında şöyle bir fark bulmak mümkündür.
Satış anında şıranın kendisinde günah mevcut değildir. Yani şıra satılmaktadır. Masiyet
satıştan
sonra meydana
gelmesi değişikliktedir.
EK:
Demirden
yapılmış, demir görünmeyecek şekilde
üzerinde gümüş bir astar geçirilmiş bir yüzüğü
takmakta beis yoktur. Tatarhâniye.
«Yüzük taşını
altın çivi ile tutturmak ilh...» Yüzük
taşı düşmesin diye altın çivilerle
çakılması
helâldir. Tatarhâniye. Çünkü o, elbisedeki
çiçek-ler gibi tabidir. Kişi onu giymiş sayılmaz. Hidâye.
Hidâye'nin
Ayni'ye ait olan şerhinde ise şu hüküm
vardır :
«Bu altın
çiviler helak edilmiş gibidir. Veya gümüş yüzüğün etrafın-daki altın dişliler
gibidir. Çünkü
halk bunları
hiç bir sakınca olmaksızın caiz
görüyorlar ve bu yüzükleri kullanıyorlar.»
T. diyor ki: «Ben
üst dairesi altından olanın caiz olduğunu zikreden kimseyi görmedim. Ancak
fakîhlerin
yüzükteki altın çivilerin helâl
oldu-ğunu söylemeleri çivilerden başkasının
haram olmasını
gerektirir.»
Ben derim ki: Bu geçen nedenin iktizası şudur: Çividen
başka da yüzüğün etrafındaki dişler gibi
altından
yapılan kısımlar caizdir. Bunları gümüşe
dahil etmek de mümkündür. Düşün.
«Yüzük tasını
sol elinin içine doğru çevirecektir ilh...» Kadınlar bu-nun tersini yapabilir. Çünkü
yüzük kadınlar
için süstür. Hidâye.
«Sol elin parmağına takacaktır ilh...» Uygun odur ki serçe parma-ğında olsun, diğerlerinde
takılmasın ve
sağ elde de olmasın. Zahire
«Ondan sakınmak gerekir
ilh...» el-Kuhistânî, el-Muhit'ten şunu
nak-lediyor:
«Sağ eline de yüzük takabilir. Ancak bu rafîzilerin alametidir.» Bu-nun
benzeri ez-Zâhîre'de de
vardır. Düşün.
«Fakat umulur
ki bu eskiden vardı ilh...» Artık
bu zamanda ortadan kalkmıştır. Bu zamanda sağ ele
yüzük takmak da mümkündür. Gayetu'l-Beyân adlı eserde Fakîh Ebu'l-Leys, Ed-Camiu's Sağîr
Şerhi'nde: «sağ ve sol eller arasında fark
yoktur.» demiştir. Yani isterse yüzüğü sağ eline, isterse
sol eline takar. Hak da
budur. Çünkü Resulullâh'dan
gelen bu hususla ilgili rivayet değişiktir.
Bazıları da «sağ ele yüzük takmak zalimlerin alametidir»
demişse de bu görüş bir şey
ifade etmez.
Çünkü Al-lah Resulü'nden gelen sahih nakil bunu nakzetmektedir.
Bu konunun ta-mamı
Ebûl-Leysin Şerhi'nde vardır.
«Veya Yüce Allah'ın adını ilh...» Eğer Allah'ın veya Peygamber'in is-mi yüzük üzerinde nakşedilirse
o zaman, helaya
girildiğinde taşın el aya-sına doğru
çevrilmesi müstahab olur. İstinca edince sol
elden çıkınca sağ
ele takılması müstahabtır.
Kuhistanî.
«Bir insan
veya kuş timsalini nakşetmez ilh...»
Çünkü ruh sahibinin tasviri haramdır. Lakin
namazın
mekruhatı
bahsinde geçti ki uzaktan görülmeyen suretin nakşında bir zarar yoktur.
Zira Danyal
(A.S.)'ın yü-züğünde, önünde emzirmekte
olduğu bir yavrusu bulunan dişi aslanın resmi
nakşedilmişti. Müracaat edilsin. T.
Ben derim ki: -önce geçenden maksat ancak onunla namazın
mek-ruh olduğu hakkındaydı.
Bunu
nakşetmekle ilgili değildi. Burada ise nak-şın
fiili bahis "konusudur.
Et-Tatarhâniye'de şöyle
denildi: «El-Fakîh de-di ki: Eğer gümüş yüzük üzerinde resimler varsa mekruh değildir.
Ve buradaki
resimler, elbise ve evlerdeki resimler gibi değildir. Çünkü bun-lar küçüktür. Ebû
Hureyreden rivayet
ediliyor ki,
onun yüzüğü üzerinde iki sinek resmi
vardı.» Düşün.
«Muhammed
Resulullah ibaresi yüzüğe yazılmaz ilh...» Çünkü Resul-ü Ekrem'in
yüzüğüne bu
yazılmıştı. Peygamber
yüzüğünde üç satır vardı. Her kelime bir
satırdı: Muhammed, Resul, Allah.
Cenab-ı
Peygamber herhangi bir kimsenin bunu yüzüğüne nakşet-mesini yasaklamıştı. Nitekim
Şemail kitabında bu böyle rivayet
edilmiştir. Yani onun yüzüğüne nakşedildiği tarzda nakşetmek
veya o nakşa
ben-zer bir şekilde nakşı yasaklamıştır. Ebû Bekr'in yüzüğündeki nakş «Al-lah
ne
güzel kudret
sahibidir,» Hz. Ömer'inkinde:
«Vaiz olarak ölüm ye-ter», Hz. Osman'ın yüzüğünde:
«Andolsun, ya sabredeceksin veya andolsun
pişman olacaksın.» Hz. Ali'nin yüzüğünde ise: «Mülk
Allah'ındın» iba-releri
nakşedilmişti. İmam Azâm'ın yüzüğünde ise «Ya hayrı söyle, yoksa sükût
eyle» Ebû Yûsuf'unkinde ise: «Kendi
reyiyle amel eden bir kimse kesinlikle
pişman olmuştur.»
İmam
Muhammedi'n yüzüğündeki nakısı «Kim
sabrederse zaferi elde eder» şeklindedir.
Kuhistânî,
El-Bustân'dan.
«Yüzüğün
ağırlığı bir miskalden fazla olmayacaktır
ilh...» Eğer bir görüşe göre miskal kadar bile
olmayacaktır.
Zahire.
Ben derim ki: Resulullah'ın daha önce geçen: «Onu bir
miskale de tamamlama» hadisindeki nass
tarafından
takviye edilmektedir.
«Sultan ve
kadı olmayan kimse için mühür
edinmemek daha efdaldir. ilh...» sözü mühre ihtiyacı
olanın mühür
edinmesinin sünnet olduğu-na
işarettir. Nitekim El-İhtiyâr'da böyle geçmiştir.
El-Kuhistânî
der ki: «El Kirmânî'de El-Halvânî'nin bazı talebelerini mühür edinmekten menettiği
hususu yer
almaktadır.» El-Halvânî'deki ifade
şöyledir: «S*n kadı ol-duğun zaman
mühür edin.»
El-Bustân'da
tabiinin bazılarından nakledili-yor:
«Ancak üç sınıf mühür edinir: Emir,
kâtib ve
ahmak.»
Bunun zahirine
bakılırsa ihtiyacı olmayan bir kimsenin mühür edin-mesi mekruhtur.
Fakat
Musannifin «Hidâye ve başkaları gibi,
terkedilmesi daha efdaldir» demesi, caiz olmasını ifade
eder. Yani
terkedilmesi daha efdaldir, fakat terkedilmezse de
caizdir. Ed-Dürer'de «evlâ odur ki
terketsin», El-Islâh'da «ehab odur ki terkedesin»
denilmektedir. Buradaki yasak tenzihi kerahettir.
Tatarhâniye'de
El-Bustânî'den nakledilerek denildi: «Bazı kimseler, ancak otorite sahibi müstesna,
başkası için mühür edinmek mekruhtur, dediler.
Fakat ehl-i ilimin umumîsi ise bunu caiz gördüler.»
Yunus bin Ebi
İshak'tan rivayet ediliyor: «Ben Kays
bin Ebi Hâzim'î. Abdurrahman bin El-Esved'i,
Eş'Şabî ve
başkalarını gördüm ki herhangi bir saltanatları yani vazifeleri
bulunmadığı halde, sol
ellerinde üstü mühür sayılan yüzük takıyorlardı. Bir de sultan süs ve mühürlemeye olan
ihtiyaç için,
sultan olmayan
ise, sadece süs için kullanmaktadır. Öyleyse ikisi eşit olur ve sultan olmayan bir
kimseye de
caizdir. Bu hükümle biz amel ederiz.»
Bu âmmenin
sözünde olduğu gibi caiz olmasını seçmek
demektir. Ve «İhtiyaç sahibi
olmayanlar
için onu
terketmek daha evlâdır.» hükmü-ne de ters düşmektedir, anla. Bu hükmün muktezası
süs
ve mühürlemek
için edinmekte kerahet olmadığıdır. Sadece süs için edinilmesi içinse onun hükmü
daha önce geçti. Düşün.
«Ve ona gerek duyan
ilh...» El-Minâh'da şu hüküm vardır: «Onların
kelâmının zahirinden anlaşılıyor
ki; sadece üstü mühür olan yüzük
edin-mek sultan ile kadı'nın özelliği değildir. Belki her ihtiyaç
sahibi onu
edi-nebilir. Mübaşirler, evkaf mütevellileri, malın zaptedilmesi için mühre muhtaç
olanlar
bu kapsama girsin diye müellif «ihtiyaç sahibi olmayan kişi için yüzüğü
terketmek efdaldir»
ibaresini kullansaydı faide yönünden daha umumi olurdu. Nitekim bu durum gizli değildir.»
Ben derim ki: Seçkin görüş şudur: Mühür edinmek
sultan ve kadı gibi ona muhtaç
olanlar için
sünnettir.
Sultan ve kadı gibi o ayarda olan-lar hakkındaki hüküm bu
hususta sarihtir. Bunun
benzeri
El-Hâniye adlı kitabta da yer almaktadır.
Dikkat et, icazet, şahitlik, veya
bir mektup
göndermek için
velev ki az da olsa mühre ihtiyacı
olanlar buna girerler mi? Veya girerse
onun
hakkında
mühürü terketmek daha evlâ olmaz.
EK:
Mühür edinmek
ancak gümüşten olur ve erkeklerin yüzüğü gibi yapı-lır. Ama
iki kaşı veya daha
fazlası olursa haram olur. Kuhistânî.
Allâme
Abdulberr bin Şıhne, babasının kendisine
şu şiiri okuduğu-nu söylüyor:
İstediğin şekilde,
mühür edin,
perva etme. İster sağ eli-nin ister sol elinin serçe parmağında olsun.
Fakat taş, bakır,
demir veya altın, erkekler için haramdır. Eğer istiyorsan ismini onun üzerine nakşet. İstiyorsan celâl
sahibi olan
Rabbının ismini nakşet.»
«Sallanan dişini altın ile bağlamaz, ancak gümüş
ile bağlar ilh...» sözündeki «sallanma» kaydı
El-Kerhî'nin
şu naklinden gelmiştir: «Kişinin ön dişleri düştüğünde Ebû Hanife'ye göre onu iade
etmek, gümüş
veya altınla bağlamak mekruhtur. Ebû
Hânife der ki «bu ölünün dişi gibidir.» Ancak
kesilmiş bir koyun dişi alacak, onun yerine onu
bağlayacaktır. Ebû Yûsuf bu hususta Ebû Hanife'ye
muhalefet
ederek dedi ki: «Dişini yerine koymak
ev bağlamakta beis yoktur. Onun dişi
ölünün
dişine
ben-zemez.» Bunu istihsan etti.»
Bana göre bu
iki görüş arasında fark vardır. Her ne kadar şu anda o farkı bilmiyorsam da. İtkanî.
Tatarhâniye'de
fazla olarak şu hüküm de vardır: «Bışr
dedi ki, Ebû Yûsuf demiştir: Ebû Hânife'den
bu meseleyi
başka bir mecliste sordum. Dişin iade edilmesinde herhangi bir
beis görmedi.»
«İmam Muhammed
altın ve gümüşle dişin bağlanmasını
caiz gör-müştür ilh...» Ebû Yûsuf'a gelince,
bazı görüşlere
göre İmam Muhammed'le beraber olduğu, bazılarına göre ise Ebû
Hânife ile beraber
ol-duğu söylenmektedir.
«Çünkü gümüş
koku yapar ilh...» Altından burun edinmek İmam ka-tında caizdir. Yani diş bağlamak
ile burun
edinmek arasında İmam ka-tında fark vardır. Çünkü burunda zaruret vardır. Zira gümüş
kokar. Ha-ram olan bir şey de ancak zaruret için mubah olur. Diş meselesinde
gümüş vardır.
Gümüşten daha
ileri olan altına ihtiyaç
yoktur. El-İtkânî dedi ki:
Birisi İmam
Muhammed'e yardım etmek hususunda
şöyle diyebilir: Biz bu zaruretin diş hususunda
kalktığını teslim etmiyoruz; çünkü diş-teki gümüş de kokar. Bunun esası Et-Tahâvî'nin Arfece
bin
Sâ'd'e kadar götürdüğü senedle rivayet ettiği
hadistir. Bu zatın câhiliyye
harblerinde meşhur olan
El-Kulâb
harbinde burnu kesildi. O gümüşten bir burun edindi. Onu taktı. O iltihaplandı. Cenab-ı
Peygamber
kendisine altından bir burun
edinmesini emretti, o da öyle yaptı.
Hadisin
metnindeki EL-KULAB bir vadinin ismidir, hadise orada ol-muştur. Evet, kelâmın
zahirinden
anlaşılıyor ki, ittifaken burun hem
gü-müşten, hem de altından olabilir. İmam El-Pezdevî
de bunu
sarahaten söyledi. İmam El-İsbîcâbî
burada da ihtilaf vardır, dedi.
Et-Tatarhâniye'de «Bu ihtilâfa binaen kişinin
burun veya kulağı ke-sildi veya dişi
düştü mü, kişi
başka bir diş edinmek
isterse, İmam katın-da o dişi ancak gümüşten yapabilir. İmam Muhammed'in
katında
altın-dan da yapılabilir. El-İtkânî,
burun hususundaki ihtilafın sabit olmasını
şiddetle
reddeder.
Yani: «Bu ne İmam Muhammed'in, ne El-Kerhî'nin ne de Et-Tahâvî'nin kitablarında
zikredilmemiştir» diyor. Ve buna binaen imamın nassa muhalefet
etmesi gerekirdi.
El-Mukaddesî
onunla bu meseleyi münakaşa ederek el-İsbîcâbî «Na-kilde hüccettir»
dedi. Ve bir de
hadis tevile
kabiliyetlidir ve bir de bu Arfece'ye
mahsus bir hükümdür. Nitekim Cenab-ı
Peygamber
özel ola-rak bedenlerinde
kaşınma olduğu için Zübeyr ve Abdurrahman'a
ipekli elbise giymeyi helâl
kıldığı gibi.
Tebyîn'de de böyledir. Ben derim ki: Bu görüşün arasını bulmak
mümkündür.
El-İsbîcâbinin
zikrettiği, İmamdan gelen şazz bir rivayettir. Ve bunun
için de İmam Muhammed,
El-Kerhî ve
Tahâvî'nin kitablarında zikredilmemiştir.
Allah hakikati daha iyi bilir.
«Çocuğa altın
ve ipekli giydirmek mekruhtur, ilh...»
Zira nass altın ve ipekliyi Ümmet-i
Muhammed'in
erkeklerine haram kılmıştır. Nassta
buluğ ve hürriyet kaydı yoktur. Çocuğa yani
erkeğe altın ve gümüş elbise giy-diren bir kimse
günahkâr olur. Çünkü biz çocukları haramlardan
koru-makla emredildik. Bunu Timurîâşî rivayet
etmiştir. El-Bahr'uz Zâhir'de şu hüküm yer
almaktadır:
«İnsan için eller ve ayakları kınalamak mekruhtur. Çocuk için de böyledir. Ancak
bünyesinin bu
ihtiyacı varsa mesele değişir. Kına
kadın-lar için beissizdir.» T.
Ben derim ki: Bunun zahiri şudur: Erkek için
mekruh olduğu gibi bu-nu sabiye tatbik etmek de
mekruhtur.
Kadın için de mekruhtur, sabiye
tatbik edilmesi. Fakat kadın kendi nefsine kullanırsa
helâldir.
«Abdest için peşkir edinmek mekruh
değildir ilh...» sözüne gelince, bunu muteahhir âlimler tasrih
etmiştir.
Çünkü müslümanların teamülü böyledir.
Ğâyetü'l-Beyân adlı kitabta Ebû İsa Tirmizî'den
rivayet edilerek diyor ki: «Bu hususta herhangi bir şey
sıhhatli olarak gelmemiştir. Yani mekruh
mudur, değil
midir hususunda bir hadis yoktur.
Sahabelerden bir kavm ve onlardan.
sonra gelenler
abdestten
sonra mendil kullanılmasını ruhsatlı görmüşlerdir.»
Bu hükmün
tamamı Gâyetu'l-Beyân adlı kitaptadır.
Sonra bu
namazın haricindedir. Çünkü El-Bezzâziye'de
nakledildiğine göre; ter silmek için
kullanılan çaputu namazda taşımak mekruhtur. Zira o
çaputa sümük de alınır. Fakat bu kerahet
«sümük necistir» diye değil-dir. Belki musalli Allah'ı
tazim eder, bununla namaz kılmakta ise
tazim
yoktur.
«Eğer bu
mendil tekebbür için edinilirse mekruh olur ilh...» Kıymeti olan bir parçadan edinilmesi
tekebbür için
olduğunun delilidir. Bezzâziye.
Bununla
bilindi ki burada bu mendilinden ipekliyi
kapsayan şey kas-tedilmiştir. Sonucu çıkarmak
sahih
değildir. Bunu bazıları sarahaten söy-lemişlerdir.
BİR EK:
Bazı fakîhier,
salihlerin ve velilerin kabirleri üzerinde perdeler koy-mak, sarıklar
ağlamak, elbiseler
koymak mekruhtur,
demişlerdir. Fetavâ'l-Hücce'de: «Kabirler üzerinde perdeler germek mekruhtur.
hükmü yer almaktadır.
Lâkin bizler deriz ki: Şu zamanda avamı nassın gözünde o kabrin sahibini
tazim etsin,
tahkir etmesin kastı varsa bir de gafil kim-selerin ziyareti anında onlara bir huşu ve
edebcelbediyorsa, her ne kadar bu
bidat ise de, böyle yapmak caizdir. Çünkü
ameller niyetlerledir.
Bu tıpkı
fakîhlerin: «Veda tavafından sonra kişi Mescid-i Harâm'dan çı-kıncaya
kadar Kabe'yi ziyaret
ve tazim etmek
üzere gerisin geriye gider» demeleri
gibidir. Hatta Minhâcu's-Salikîn'de der ki:
«Böyle yapmak rivayet edilmiş, bir sünnet
ya da anlatılagelen bir olay değildir. Fakat bizim
arkadaşlarımız bunu yapttılar.»
Üstad Abdulganî en-Nâblûsî'nin, Keşfunnur an Eshâbı'l-Kubûr adlı kitabında da böyle yazılmaktadır.
«Hatırlatma
yüzüğü de mekruh değildir ilh...»
El-Hidâye'de der ki:
Rivayet edildiğine göre: «Cenab-ı Peygamber bazı esbabına
«retîme» {hatırlatma ipi)» bağlamalarını
emretti.»
El-Minâh'da
diyor ki: «Bu şu nedenden ötrü zikredilmiştir: Bazı in-sanlar ipleri azalarının
'bazılarına
bağlıyorlar. Zincirler ve başka şeyler de bağlıyorlar. Bunun bağlanması mekruhtur. Çünkü bu
sadece bir ma-nâsız harekettir. Ama retim ise bu -kabilden değildir. Şerhu'I-Vikâye'de böyle yer
almıştır.»
T. demiştir ki:
«Bundan anlaşılıyor
ki bazı erkeklerin pazularına bağ-ladıkları pazubend denen
nesne mekruhtur.»
«Et-Müctebâ'da: Mekruh olan temime (muska, hamail,
nazarlık) Arapça yazılmayan temîmedir
ilh...»
sözüne gelince,
El-Müctebâ'da benim gördüğüm: «Temîme yani muska Kur'ân'dan başkası ise
mekruhtur.»
Ba-zıları da: «Temîme cahiliyet döneminde çocukların omuzuna asılan na-zarlık
boncuktur»
demişlerdir.» Başka bir nüshaya müracaat edilsin.
El-Muğrib adlı
eserde: «Bazılarının muâzât'ı yani nazarlıkları Temâ-im sanırlar. Temîme,
boncuklardır.
Halbuki muâzât'ta Kur'ân veya Allah'-ın isimleri yazıldığı takdirde beis yoktur.
Avze'nin
(Korunma muskasının) mekruh olması
Arapça'dan başka bir dille yazılmış
olduğu ve ne
olduğu
bilinmediği takdirdedir. Çünkü buna
küfür sihir ve başka şeyler
katılabilir. Kur'ân'dan veya
dualardan bir
şey
olana gelince, bunda bir beis yoktur.»
Ez-Zeylaî dedi ki: «Retîme bazı kimseler tarafından temîme ile karış-tırılıyor.
Halbuki temîme, boyna
asılan veya
cahiliyyette ellerde asılan bir iptir. İddialarına göre
bunu nefislerinden zararı
uzaklaştırmak için yapıyorlardı. Bu nehyedilmiştir. Dudûdu'l-İman'da bunun küfrolduğu
zikredilmektedir.»
Eş-Şelebî, İbnu'l-Esîr'den rivayet ediyor: «Temâîm,
Temîmenin çoğulu-dur. Tamâim boncuklar idi ki,
Araplar onları çocuklarına takarlar, onlarla çocuklarından,
iddialarına göre, nazarı, kötü bakışları
uzaklaştırırlardı. İslâm
bunu iptal etmiştir. Diğer hadisde
şöyle dendi: «Kim ki bir temîmeyi
takarsa
Cenab-ı Hâk
onun için (birşey!) tamamlamasın.» Çünkü onlar temîmenin deva ve şifâ olduğuna
inanıyorlardı. Hatta temîmeleri Allah'a ortak koştular. Çünkü onlar temîmelerle onlar hakkında
yazılmış kader-lerin defini kastederlerdi. Ve Allah'tan başkasından eziyyetin def
ini taleb ettiler.» T.
El-Müctebâ'da
şu hüküm yer almaktadır: «Kur'ân
ile şifâ taleb edil-mesi meselesinde ihtilâf
vardır.
Hasta veya zehirli haşereler tarafından
ısırılmışın üzerinde Fatiha okunacaktır veya bir kâğıda
yazılıp da onun
üzerine aşılmalı mıdır? Veya bir leğene yazılıp o leğen
yıkanarak suyu ona içirilecek
midir? Böyle ihtilâflar vardır. Cenab-ı Peygamberden
kendi nefsi için taviz okuduğu rivayet
edilmişti.» El-Müctebâ, Allah kendisin-den razı
olsun, der ki: «Halkın bugünkü işlemi caiz olması
üzerinedir. Ve bu konuda eserler varid olmuştur. Cünub veya
hayızlı bir kadının muskayı eğer sarılı
ise, bazusuna bağlamasında
bir beis yoktur.»
T. Dedi ki: «Dikkat et. Temîme (muska)ların
benzerinde Kur'ân'ın Mukattaa Harflerle yazılması caiz
midir, değil
midir? Çünkü o Kur'ân'ın yazılması
hakkında varid olan tarz değildir.»
El-Hâniye'de şu hüküm var: «Bir yaygın veya
seccade vardır. Onun üzerine örgüsünde
«Mülk
Allah'a mahsustur» ibaresi vardır. Onu kullan-mak ve yaymak
mekruhtur. Onun üzerine oturmak
mekruhtur.
Eğer bir tarafını diğerinden ayırırsa
veya bazı harflerin üzerine dikişler yapılarak onları
kaybederse;
öyle ki kelime bitişik kalmamışsa yine de kerahet kalkmaz. Çünkü müfred harflerin de
hürmeti
vardır. Eğer o yaygının veya seccadenin
üzerine El-Melik veya El-Elif veya sadece El-Lâm
yazılı ise hüküm yine böyledir.»
Bu eserde şu da vardır: «Bir kadın, kocası kendisini
sevsin diye bir muska taşıyabilir mi?
El-Câmiussağîr'de zikredildiğine göre bu helâl değildir,
haramdır. Bunun açıklaması İhyâu'l-Mevât
konusundan
biraz önce gelecektir.
Yine Hâniye'de «Nevruz günlerinde parçalar yazıp kapılara yapıştı-rılması mekruhtur. Çünkü burada
Cenab-ı
Hakk'ın, Peygamberin ismi ha-fife
alınmış olur» denilmektedir. Yine Bu kitabta, «Ekili
tarlalara karpuz tarlalarının içerisine korkuluk
dikmekte beis yoktur» kaydı vardır. Bun-ları gözlerin
yani kötü
nazarın defi için yapıyor. Çünkü kötü nazar haktır, mala, insana, hayvana isabet eder.
Onun eseri bu
hususta belirgindir. Bu, eserlerle
de bilinmiştir. Binaenaleyh kötü
bakışlı tarlaya
baktığında
evvela bakışı o dikilen kafaların üzerine düşer. Çünkü o yüksektedir. On-dan sonra
tarlaya düşer
ki bu zarar vermez. Rivayet ediliyor
ki bir kadın Allah Resulüne geldi: «Ey
Allah'ın
Resulü, biz
çiftçiyiz, ziraatımıza nazar
dokunmasından korkuyoruz. Ne yapmalıyız? diye sordu.
Cenab-ı
Pey-gamber ona: Ekili yere bir kuru kafa
dikmesini emir buyurdu.»
EK:
Buharı sarihi
Aynî, «nazarın hak olduğu» konusunda şunları yazar: Ebû Dâvûd, Hz. Âişe'den rivayet
ediyor. Âişe
buyurdu: «Gözü dokunan kişiye emredilir, abdest
alırdı, sonra bu su ile kendisine
nazar dokunan
yıkanırdı.»
«İyâd dedi ki:
«Bazı âlimlerin dediğine göre bir kişi kötü nazarla bilinmişse
ondan sakınmak
uygundur. Yetkili makam onu halkla haşır ne-şir olmaktan men
etmelidir. Evinde oturmaya mecbur
etmelidir. Eğer fakirse
kendisine yetecek kadar maaş
vermelidir. Çünkü bunun zararı sarmısak ve
soğan yiyenin zararından daha fazladır. Bir de Hz.
Ömer'in bu tip insanların halkla karışmasını
yasakladığı, onları cüzamlıların za-rarından
daha şiddetli zararlı olduğu bilinmektedir.»
En-Nesâî'de şu hüküm yer almaktadır: «Allah'ın Resulü buyurdu:
«Sizden herhangi bir kimse,
nefsinden,
malından veya kardeşinden bir şeyin
hoşuna gittiğini gördüğü zaman bereketle
dua
etsin. Kesinlikle
göz haktır.»
«Bereketle dua şöyle demesidir: «Tebarekallahu
ahsenul hâlikîn.» Ya Rab, buna bereket ihsan
eyle.»
«Gözü dokunan
yıkansın diye emredilir. Eğer yıkanmaktan imtina ederse ilgili makam onu
yıkanmaya
cebreder.» Özet olarak aldığımız bu bilgilerin tamamı el-Ayni'de'dir.
Gerçeği en iyi
bilen Allah'dır.
METİN
Erkek diğer erkeğe,
göbek altı ile diz kapakları arasındaki
hudud hariç, bakabilir. Şehvet hududuna
varan bir genç
oğlanın bedenine de bakabilir. Müctebâ. O genç oğlan yüzü güzel ve tüysüz olsa
bile. Bu,
na-maz bahsinde geçmişti.
Metinde iki
defa geçen er-Raçul (erkek) kelimesi,
ikisinin de aynı ki-şiyi ifade ihtimalini doğurduğu
için ikincisinin «racul» şeklinde yazılması daha evlâ olurdu. Bundan sonra gelen
meselede de
durum bu
şekilde-dir. Kuhistânî.
Bana göre
burada îfadenin bulunduğu yer böyle bir anlamaya mey-dan vermez. Dikkat edilsin.
Ez-Zâhidî'den
nakledilmiştir ki; bir erkek
izni olmak şartıyla diğer bir erkeğin avret yerlerine
bakmakla günahkâr olmaz.
Derim ki: Buna dikkat edilmelidir. Hatta Ez-Zâhidî'nin
lafzı şöyledir: «Açık olmadığı halde
başkasının görülmesi caiz olmayan uzuvlarına
bak-mak insanı günahkâr etmez.» tarzın dadır. Bu iyi
bilinsin!... Ancak kişi
göbek ile diz kapaklarının altında kalan yerlere bakamaz. Göbek
görü-nebilir,
fakat diz kapağı görünemez.
Kişi,
hanımının ve kendisine cinsî ilişki helâl
olan cariyesinin tena-sül uzvuna bakabilir. Ateşperest
olan cariyesi,
kendisiyle kitabet akdi veya kendisiyle başkası arasında ortak olan cariye,
başkasının
nikâhın-da
bulunan cariyesi, süt veya sıhriyet
yoluyla kendisine mahrem olan
cariyesi bu hükmün
dışındadır.
Evet, bunların hükmü ecnebi bir kadının hükmü gibidir. Yani bedenlerine bakmak
haramdır. Onlara bakamaz.
Müctebâ.
Bu mesele ön
ve arkası yırtılarak birlesen bir cariye hususunda müşküldür. Zira kişi bu cariye ile
cinsî ilişki kurmak
yetkisine sahib de-ğildir ve ona bakamaz da. Kuhistanî.
Ben derim ki: Burada galib duruma göre hareket edilir,
denmiştir.
Şehvetle veya şehvet olmaksızın hanımının ve helâl olan cariyesinin
tenasül uzvuna bakabilir. Fakat
evlâ olan
bakmamaktır. Çünkü bu, unut-kanlığa yol
açar.
Mahremi olan
yani kendisine sonsuza dek haram olan bir kadının başına, yüzüne, göğsüne,
baldırlarına
ve bazularına, şehvetten emin ise, bakabilir. Mahremden maksad, ebediyyen kendisine
nikâhı helâl olma-yan kadındır. Bu mahremiyet isterse
neseble, isterse -zina dahil- başka bir
sebeble olsun. Eğer kişi hem kendisinin hem de
kadının şehvetinden emin ise ona bakabilir. Bunu
el-Hidâye'de
zikretmiştir.
Kim ki: «Şehvetinin emniyeti sözüyle ancak kişinin kendi
şehveti kastedilmiştir» derse, o manada
kusur yapmış
olur. İbn-i Kemâl.
Eğer şehvetten
emin değilse bakamaz. İster şehvetten emin olsun ister olmasın, kişi mahremi olan
bir kadının sırtına
ve karnına bakamaz. Burada İmam Şafiî'ye aykırılık
vardır. Kişi aynı zamanda
mahreminin
bal-dırlarına da bakamaz. Bunun aslı şu âyettir:
«Onlar
ziynetlerini ancak kocalarına gösterebilirler» (Nur, 31)
İşte bu
zikredilen mahaller ziynet
yerleridir. Ama sırt ve benzeri yer-ler ziynet yerleri değildir.
Başkasına ait olan cariyenin, ister mudebbere, ister ümmü veled ol-sun, hükmü böyledir.
Yani
mahreminin neresine
bakabiliyorsa bahis konusu cariyenin de o yerlerine bakabilir. Erkek olsun,
kadın olsun bakıl-ması
helâl olan yerlere dokunulması da
helâldir. Eğer kişi kendisinin ve cariyenin
şehvetinden
emin oldukça... Çünkü Cenab-ı
Peygamber, Hz. Fâtıma'nın başını
öperdi. Ve O: «Kim ki
annesinin
ayağını öperse sanki cennet kapısının eşiğini öpmüştün) buyurdu.
Eğer şehvetten
emin değilse veya içinde
şüphe varsa bakması da, ellemesi de helâl
değildir. İbn
Sultan'ın
Keşfu'l-Hakaik'i ve El-Mücteba.
Ancak bir ecnebi kadının bakılması helâl olan
yerlerine elini dokunduramaz. Kadının
yüzünü ve
ellerini ellemesi helâl
değildir. Şehvetten emin olsa dahi... Çünkü bu daha ağır bir ayıptır.
Bunun
için bununla
ni-kâh hürmeti sabit olur. Bu hüküm
genç kadınlar hakkındadır.
Şehvet uyandırmayan ihtiyar kadınların elini sıkmakta onların eline dokunmakta bir beis
yoktur.
Şehvetten emin
olduğu zaman onun elini ellemekte de
bir beis yoktur. Ne zadan dokunmak caizse o
zaman
yol-culuğa götürmesi de caiz olur.
Eğer kendi nefsinden ve ondan emin ise onunla tek
başına bir
yerde bulunabilir. Aksi takdirde duramaz. El-Eş-bâh
adlı kitabta: «Ecnebi bir kadınla
yapayalnız,
başbaşa kalmak haram-dır. Ancak
kadın borçlu ise, borcunu ödemekten kaçarak bir
harebeye
girmişse ancak o harabede onu bekleyebilir. Veya kadın çirkin bir
ihtiyarsa, veya perdeli
ise onunla beraber
durabilir» hükmü yer
almaktadır.
Mahrem olan
bir kimse ile bir yerde başbaşa kalmak
mubahtır. An-cak, sütten kız kızkardeşler ve
genç
kainvalide müstesnadır.
es-Şurunbulâlî'ye adlı kitapta el-Cevhere adlı
kitaba atıf ederek şöyle denildi: Aksıran veya
selâm
veren ihtiyar bir kadın hariç kişi ecnebi bir kadınla konuşamaz. Aksıran kadına dua eder, selâmı
cevaplandırır.
Aksi takdirde, yani ihtiyar değilse
bunu da yapamaz.
Bununla
anlaşıldı ki el-Kuhistaninin: «Kişinin muhtaç olmadığı bir şeyle onunla konuşur»
ibaresindeki «la» harfi
fazladır. Dikkat!..
Kişinin bakılması
helâl olan yeri ellemesi helâldir.
Onu satın almak istediği zaman, bu takdirde
şehvetinden
korksa bile, elleyebilir. Çünkü bunda
zaruret vardır. Bazıları «bizim zamanımızda
elleyemez»
demişler-dir. El-İhtiyâr'da bu kesinlik kazanmaktadır.
Yani kesinlikle elleyemez
denilmektedir.
Ekmek
yaptırmak için iş gücünü kiralayacağı
zaman ayaklarına ve kollarına
da bakabilir
demişlerdir. Tatarhâniye.
İZAH
«Elleme» ibaresi burada fazladan getirilmiş,
çünkü musannif bun-dan söz etmiştir.
Başlıkta bunun
zikredilmemesi .ihtiyaç anında müraca-at edilsin diye yerinin bilinmesi
kabilinden zikredilmesi daha
evlâ ise de
kusur sayılmaz. T.
«Erkek erkeğin ilh...» El-İnâye'de ve başka kitaplarda «insan uzvu-na bakma meseleleri
dörttür.»
denilmektedir.
1 - Erkeğin kadına, bakması,
2 - Kadının
erkeğe bakması,
3 - Erkeğin erkeğe,
4 - Kadının
Kadına bakması.
Birinci kısım dört bölümden ibarettir:
A) Erkeğin
yabancı hür kadına bakması,
B) Erkeğin
kendine helâl olan hanımına ve cariyesine bakması,
C) Mahremi
olan kadınlara bakması,
D) Başkasının
cariyesine bakması. Anla!
«Şehvet
haddine varmış ilh...» demek, murâhik olmuş demektir. Bu-rada onda olan şehvetin
haddi
kastedilmektedir. T.
Ben derim ki: «Namazın şartları» bahsinde nassı
şu olan bir ibare getirdi: «Es-Sirâc'ta çok küçük
olan, erkek çocuk için
ayıp yoktur. İştah çektikten sonra ön ve arka ayıp
yerlerin görünmesi
haramdır.
Sonra on yaşına varınca avreti galizlesin
Ondan sonra da baliğ gibi olur.»
El-Eşbâh adlı kitab'ta: «Erkek çocuk onbeş
yaşına kadar kadınların bulunduğu yere
girebilir» diyor.
Dikkat!..
«Güzel yüzlü
tüysüz dahi olsa ilh...» El-Hindiye adlı kitapta şu hü-küm yer
almaktadır: «Erkek çocuk
erkeklik çağına vardığında eğer par-lak yüzlü değilse onun hükmü erkeklerin, eğer parlak yüzlü ise
onun hük-mü
kadınların hükmüdür. O tepesinden
tırnağına kadar avrettir, ona şehvetle bakmak
helâl değildir.
Onunla başbaşa kalmak,
şehvetsiz ona bak-mak ise zararsızdır. Bunun için ona peçe
takılması emredilmedi. El-Mültekat adlı kitapta
da böyle denilmektedir. Bu kitab mahremiyeti
gerek-tiren şehveti zikretmedi. Acaba o kalbin meyli
midir? Yoksa tenasül uz-vunun harekete
geçmesi midir? Bu
yazılsın.» T.
Ben derim ki: Sarih nikâh
babının muharremât faslında şunu
söyle-di: «Evlenme hürmetini
gerektiren bakmada ve dokunmada şehvetin hu-dudu, aletin
harekete geçmesi veya hareketli ise
hareketinin artmasıdır. Bununla fetva verilir. Bir kadın
veya kalbi harekete geçiren veya
hareket-liliği
artan bir ihtiyarın benzeri hakkında da
bu fetva verilir.»
El-Kuhistânî
bunu bizim imamlarımızdan naklettikten sonra dedi ki: «Âlimlerin umumisi dediler: Bu
şehvetin haddi
kalb ile meyletmek, boy-nuna sarılmayı arzu etmektir.
Bazıları da onunla harama
aldırış etmek-sizin cinsel ilişki kurmayı
kastetmektir, dediler. Nitekim bir mısrada bu şekilde
ifade
edilmiştir: «Kadınlar hususunda ise bunun hududu, sadece
kalbî iştahtır.»
El-Kuhistânî
bu fasılda şunu söyledi: «Kadına
bakmanın helâl olması için şart:
O kadına ve o kişiye
bakmanın helâl olması için yakîn yoluyla şehvetten emin olmaktır. Yani o kadına veya o kişiye
yaklaşmak için ne-fisle bir meyi olmayacaktır.
Onun veya o kişiyi ellemeye, bakışla beraber böyle
bir meyil
olmamalıdır. Öyle ki güzel yüz ile çok meta arasındaki tefrikayı idrak edecektir.
Binaenaleyh
öpmeye olan meyi haram edici şehvetin üstünde bir durumdur. Onun için selef lutîler
yani gulamparalar bir çok sınıftır, derler:
A)Bir sınıf
vardır ki sadece bakarlar,
B)Bir başka
sınıf el sıkarlar,
C)Bir sınıf
vardır ki o kötü fiili icra ederler.
Bunda, buna
işaret vardır ki, kişi onda şehvetin olduğunu biliyor, zannediyor veya şüphe ediyorsa,
El-Muhît ve
başka kitaplarda yer al-dığına göre, nazar haram olmuş
oluyor.»
Ben derim ki: Hülâsası
şudur: Sadece nazar ve o yüzü
güzel say-mak, onu çirkin yüze
üstün kılmak,
tıpkı büyük ve çok olan metaın gü-zel kabul edilmesi gibidir. Bunda herhangi
bir beis yoktur. Çünkü
insan tabiatı
bundan hali değildir. Hatta bu küçük yaşta bile bulunur. Mesela mümeyyiz küçük
çocuk, güzel
yüzlerle çirkinlerden daha fazla ülfet eder. Ona daha fazla rağbeti
vardır. Onu daha
fazla sever. Ayriyeten bu du-rum hayvanlarda da mevcuttur.
Güzel bir kadına meyleden ve bahsini
onun üzerine
koyan bir deveden bahsedildi Bana ki;
deve o güzel ka-dını gördükçe onun
üzerine
başını koyar,
başka insanların yanına gitmezmiş. İşte
devenin bu yaptığı şey şehvet nazarı
değildir.
Şehvet an-cak
bu meyilden sonra onun yakınlığına
veya ona meyletmeye, bol ve güzel metaa oton
meylinden daha fazla olarak yakınlık meyli göstermek-tir. Veya sakallı bir insana olan meylinden
fazla meyil
göstermektir. Çün-kü sakallı bir insana meyi, sadece istihsânîdir. Onda beraber bir
lezzet veya kalbin o sakallıya doğru hareketi bahis
konusu değildir. Tıpkı oğ-luna veya güzel yüzlü
kardeşine meylinde olduğu gibi. Bu meylin üstün-de öpmek, boynuna veya
kendisine sarılmak
yahut da
kendisiyle yatmak meyli gelmektedir.
Bu meyi tenasül uzvunun hareketi olmaksızın da
olsa böyledir.
Nikahlanma hürmetinde şart koşulmasına
gelince, umulur ki bu ihtiyat içindir. Allah
daha iyisini
bilir.
Gizli değildir
ki en ihtiyatlı durum, kayıtsız şartsız bakmamaktır.
Ta-tarhâniye'de dedi ki:
«Muhammed bin
Hasan güzel yüzlü idi. Ebû Hânife ders
esnasında onu daima arkasında
oturtuyordu. Veya bir direğin arkasında oturmasını istiyordu. Takvasının kemaline
rağmen gözün
hainliiğnden
korkardı.»
Bizim namazın
şartları bahsinde yazdıklarımıza müracaat
et.
«Erkeğin erkeğe bakması»
sözündeki ifadelerde birincisi ikincisinin aynı olduğu hususunda vehm
olmasın sözüne
gelince, ikinci kelime
de birincisi gibi ma'rifedir. Aynı kelime ma'rife olarak tekrar
edilirse ikinci-sinden birincisinin kastedildiği
anlaşılır. Fakat bu kaide küllî değildir. Zira Cenab-ı
Hâk, Kur'ân'da:
«Sana da, (ey
Muhammed) önündeki kitabtan olanı
doğrulayıcı olarak kitabı
(Kur'ân'ı) hak
olarak indirdik.» (el-Mâide-48) buyurmaktadır. Yani bu âyette El-Kitab kelimesi ma'rife
olarak tekrar edilmişse de ikincisiyle
birincinin aynısı kastedilmemiştir. Zira birincisi Kur'ân,
ikincisi Tevrat, İncil ve diğer semavî kitablardır.
Mümkündür ki şöyle denilsin: Birinci
ve i-kinci
kelimedeki elif-lâm'lar cins içindir. Cins için olan
eliflâm'larla marife olan nekîrenin hükmündedir.
Ez-Zahîre ve
diğer kitaplarda yer aldığına göre: «Kadının sırtında
elbise varsa, ve eğer elbise
bedene bitişik
ve bedeni gösterecek nitelik-te ince olmazsa elbise altında onun
bedenini dikkatle
zihinde
tasavvurda beis yoktur. Eğer bitişik veya
ince olursa: kişiye
en uygunu gözünü bu bakıştan
alıkoymasıdır.»
Et-Tebyîn adlı kitapta dedi ki: «Kadının
sırtında elbise varsa ve o el-bise de
altındaki beden hacmini
göstermiyorsa
onun bedenini süzmek-te, teemmül
etmekte beis yoktur. Eğer hacmi
gösteren
nitelikte ise o za-man kadının vücuduna bakılmaz. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Kim ki arkadan bir
kadına bakar, elbisesini
görürse, kemiklerinin hacmi kendi-sine görünecek derecede onu
süzerse
Cennet
kokusunu koklayamaz» buyurmuştur. Bir de kadının elbisesi vücudun vasıflarını
göstermedikçe bakan, kadının
içinde bulunduğu bir çadıra bakmak gibidir. Elbise, için-deki bedeni
aksettiriyorsa
o vakit kadının azalarına bakmış oluyor
de-mektir.»
Derim ki: Bunun ifade ettiği manâ şudur: Azanın
hacmini gösterecek tarzda elbise giymek
memnudur.
Velev ki o elbise, içindeki bedeni gös-termeyecek tarzda kalın olsa
dahi. Hacm kelimesi
konusunda
El-Muğrib şunları söyler: «Gebe
bir kadını elledim. Karnındaki çocuğun hacmini
bul-dum»
denilir.» «Cariyenin göğsü üzerinde memeler hacimlendiler,
yani yüceldiler.» denilir.
Hacmin hakikati o yücelirse, irtifa gösterirse demektir. Kemiklerin
hacmi görününceye kadar
sözü
de böyledir.»
Bu tefsire
göre bedenle bitişik, vücuddaki azaların hacmini göste-ren elbise beden
üzerinde dahi
olsa başkasının avretine bakmak helâl değildir.
«Hacmi vasıflandırmıyorsa» sözü de bu manâ
üzerine hamledil-sin.
Düşünülsün.
«Diz kapağı da avrettir ilh...» Yani görülmesi caiz olmayan uzuvlar-dandır. Çünkü Darakutnî
«Göbek
altından diz
kapağına kadar avrettir»
rivayetini yapmaktadır.
El-Hidâye'de de geçtiği gibi Rukbe (dizkapağı)
baldır ile dizin üstün-deki kalça kemiklerinin
birleştiği
noktadır. El-Burcundî'de «Göbeğin al-tından maksad, göbekten geçmekte olan
çizginin
altıdır. Bu
çizgi be-den çevresi etrafında dolanır. Öyle ki her tarafta onun uzaklığı eşittir.» diyor.
El-Hidâye'de şu hüküm yer almaktadır: «Göbek, Ebû Esmat ve Şa-fiî'nin hilâfına rağmen
avret
sayılmaz.
Fakat dizkapağı Şafiî'nin hilâfı-na rağmen avrettir. Kalın baldır, yani uyluk, Zahirîlerin
hilâfına
rağmen avrettir. Göbeğin altından
tenasül uzvunun etrafındaki kılların
bitim nok-tasına
kadar olan kısım İbnü'l-Fadl'ın hilafına rağmen avrettir. İbn Fadl bu hususta adete güvenmiş, hass
ile adete itibar edilmez hükmü ise apa-çıktır.
Dizkapağının avret olması hükmü baldıra
nazaran
daha hafiftir.
Baldırdaki avret hükmü kabul ve
düburdeki avret hükmünden daha ha-fiftir. Öyle ki diz
kapağını açan bir kimseye yumuşakça
«kapat» diye nasihat edilir.
Baldırını açan bir kimse ondan
biraz daha şiddetli bir şekilde uyarılır. Ön ve arkasını yani kabul ve dübürünü açan bir
kimse ise
eğer bunda ısrar
ederse dövülmek suretiyle
edeblendirilir.» Özetle.
«Kişi hanımına ve cariyesine
ilh... O, onlara onlar da tepeden tırnağa kadar, şehvetle dahi
olsa
bütün bedenine
bakabilir. Çünkü bakış, helâl olan cinsî ilişkiden daha
hafiftir. Madem ki aralarında,
cinsî ilişki cereyan ediyor, bakış da olabilir.
Kuhistânî.
«Helâl» kelimesi Hidâye'de olduğu gibi cariyenin
vasfı yani helâl olan cariyenin kaydıdır. Çünkü
mecusî olan câriye helâl değildir. Fakat en ev-lâsı, bu kaydın nikâhlısına da ait olmasıdır. Çünkü
El-Kuhistânî'de «Kişi zihâr ile kendisinden ayrılan kadının tenasül uzvuna bakamaz»
denilmek-tedir. Bu da Ebû Hânife ve
Ebû Yûsuf'un dediğine binaendir. Onun
tüy-lerine, saçarına,
sırt ve
göğsüne bakabilir. Kadıhân'da böyle yer aldığını görüyoruz. Hayızlı kadına gelince kocasına
peştemal altındaki kısımlara yaklaşmak haramdır.
Sarih hayız bahsinde şunları söyledi:
«Peştemal
al-tındaki kısımlara bakmak,
araları ellemek helâl midir, değil
midir? Burada tereddüt vardır.»
«Nikâh bağı
yoluyla cinsi ilişki kurduğu kadın ilh...» Onun anası
ve-ya kızı ile cinsi ilişki
haramdır.!.T
El-Müctebâ'nın
metninde geçmekte olan «Onun hükmü ecnebi hük-mü gibidir ilh...» ibaresinden
ecnebi cariye
kastedilmektedir. Çünkü El-İnâye
sahibi: «Kendisine helâl olan cariyesinin bütün
bedenine bakar kay-dı şu noktadan ileri geliyor»
dedikten sonra şunları ilâve eder: «Mecusîye olan
cariyesinin
hükmü ve sütten kardeşi olan cariyenin
hükmü bakış hususunda başkasının cariyesinin
hükmü gibidir.
Çünkü bütün bedene bakmak ancak cinsi
ilişkinin helâl olması şartıyla caizdir,
helâldir. İlişki yok olduktan sonra bakmak da yok oluyor demektir.»
«Kendisine cinsi ilişi helâl olan cariyenin bütün bedenine bakmak kaydı ön ve arka organları
birleşen bir cariye için müşkülleşir ilh...»
Çünkü bu
cariye ite cinsi ilişki kurmak, helâl değildir. Ancak ön yoldan cinsi
ilişki kurduğu takdirde
arka yola
karışmayacaktır, kanaatini taşıyor-sa
o zaman helâldir. Eğer bu hususta şüphede ise
onunla cinsi
ilişki ku-ramaz. Nitekim bu kaide
El-Hindiye'de yer almaktadır.
«Onu terk etmek
evlâdır ilh...» El-Hidâye'de «En uygun olanı kişi-nin hanımına, hanımının
da kişinin
avret yerlerine bakmamasıdır.»
deni-liyor. Çünkü Resul-ü Ekrem: «Herhangi
biriniz ailesiyle cinsî
ilişki kur-duğu zaman gücü yettiği kadar gizlensin.
Erkekler develer gibi soyun-masınlar»
buyurmuştur. Bir de avrete bakmak, unutkanlığı gerektirir. Bu hususta eserler
vardır.
İbn Ömer (Allah ikisinden
de razı olsun) derdi ki: «Bakmak, bak-mamaktan
daha evlâdır. Çünkü
bakmak, lezzet manâsını tahsil hususun-da daha
elverişlidir.»
Lâkin bu eserin şerhinde Aynî, bu sözlerin İbn Ömer'den
ne sıhhatli, ne de zayıf
bir senedle sabit
olmadığını
kaydetmektedir.
Ebû Yûsuf'tan
gelen rivayete göre şöyle
denilmektedir: Ebû Hânife'den sordum: -Kişi hanımının
tenasül uzvunu
elliyor. Hanım da koca-sının tenasül uzvunu elliyor ki daha
fazla harekete geçsin.
Acaba bunda
herhangi bir beis var mıdır?
Ebû Hânife : «Hayır,
herhangi bir beis olmaması bir yana ümid ederim ki ecirleri daha da büyür,»
buyurmuştur. Zahire.
«Tenasül
uzvuna bakmak unutkanlık getirir ilh...» Gözü de zayıf düşürür. T.
BİR UYARI:
Daha önce kişi helâl olan
cariyesine bakabilir. Cariye de
kişinin bü-tün bedenine bakabilir,
demiştik.
Molla Miskin dedi ki: «Cariye sahibi olan bir kadının cariyesinin bütün bedenine bakması,
cariyesinin de
onun bü-tün bedenine bakması hükmü ise
malum değildir.»
Molla Miskin'i
açıklayan Ebussuud, bunun, musannifin «kadın
kadı-na» ibaresinden istifade
edilerek söylendiğini
zikretmektedir.
Ben derim ki; Zahire göre bu öyledir. Zira bu hususta kadın erkek
gibi olsaydı kesinlikle bunu
nasseder, belirtirlerdi. Bir de fakihler; «Baş-kasının ziynet
yerlerinden başka yerlerine bakmanın
helâlliği cinsî iliş-kinin helâl olmasına
bağlıdır» demişlerdir. Nitekim bu husus daha önce geçmiştir.
El-İnâye ve En-Nihâye adlı eserde İstibrâ konusunun biraz önünde şu hüküm yer
almaktadır:
«Kadınların
hepsi, bazılarının diğerine bakmasının helâlliği hususunda
eşittirler.»
«Kişinin sebeb dolayısıyla
nikâhlanması ebediyyen helâl olmayan ilh...» Süt ve musaharet gibi.
«O sebeb zina da olsa ilh...» Nesebten
gelmeyen sebebler süt ve musaharet ve zina gibi
sebeblerdir. Yani bir kadını annesiyle, ninesi, kızı veya
torunuyla zina etmesinden dolayı kendisine
helâl değilse o kadı-nın ancak başına, yüzüne, göğsüne, baldırlarına, bazularına, eğer şehveten
emin ise bakabilir.
Zeylâî der ki: «O kadının ecnebi bir kadın gibi olması gerekir denil-miştir.
Lakin hakikate itibar
etmek yönünden
birinci görüş daha sıhhat-lidir. Çünkü
o kadın ebediyyen ona haramdır.»
«Onu yalnız
birincisinden ibaret kabul eden ilh...» İbn Kemâl, iba-resinde Tacu'l-Şerîa
ve musannıfa
tariz ediyor.
Yani «Onların şehveti sadece erkek taarfından nazarı itibara almaları
husurludur» der.
«Kişi kadının sırt ve karnına bakamaz ilh...» demek sırt ve kar-na tabi
olan iki böğrüne, ön ve arka
organlarına, arka deliği kapsayan iki kenara ve
diz kapaklarına bakamaz demektir. Kuhistânî.
«O söylenenler
ziynet yerleridir ilh...» sözüne gelince,
bununla işaret edilir ki âyette ziynetin kendisi
kastedilmemiştir. Ziynetin takıldığı mahal kastedilmiştir. Çünkü ziynete bakmak mutlak şekilde
helâldir. O halde ziynetten bakmak ziynetin takıldığı yerlerdir. Baş tac'ın, yüz sürmenin, boyun ve
göğüs ise
gerdanlıkların yeridir. Kulak küpenin
mahallidir. Bo-zu «dümlüç» denilen bilezik yeridir
Kol bileziğin
yeridir. Elayası yüzük ve kınanın
mahallidir. Baldır halhal denilen ayak bileziğinin, ayak
kepçesi kınanın yeridir. Zeylâî.
Saç aks'ın yeridir.
Yani saçları bir araya
getirip bağlamakta kulla-nılan sicimler veya kadının
saçlarına eklemekte
olduğu siyah iplerin ye-ridir.
Muğrib.
«Öldükten
sonra azati edilmesi şart koşulmuş veya Ümmü Veled ol-sa bile ilh...» Kendisiyle akt-i
kitabet edilen
cariye, yarısı azad edilen
yarısı azad edilmeyen cariye de İmâmın katında mudebbere
ve ümmü veled cariyeler
gibidir. Kühistâni.
«Erkek ona mahremine baktığı gibi bakar
ilh...» Çünkü onlar efen-dilerinin
ihtiyaçları için çalışırlar,
efendisinin
misafirlerine hizmet eder-ler. Bu esnada sırtlarında hizmet
elbiseleri vardır. O
cariyelerin
ecnebi-ler hususunda ev haricindeki
halleri tıpkı kadının ev içindeki yakın ak-rabaları
hakkındaki haline benzer. Hz. Ömer bir cariyenin başında örtü gördüğünde onu kamçısıyla atar ve
«Ey deffar, bu
örtüyü kendinden at.Sen hür kadınlara kendini benzetmek mi
istiyorsun?» derdi. Hz.
Ömer'in konuşmasında
geçen «deffar» kelimesi koku veren, kirli
paslı manâsını ifade eder.
«Ecnebiye olan
bir kadının yüz ve elleri ellenmez ilh...» Tabii bu ec-nebiye
cariyeden başkasıdır.
Et-Tatarhâniye'de Câmiu'l-Cevâmı" adlı kitabtan şu nakil yapılmaktadır: «Cariyenin efendisinin
bedenini ellemesi, saçlarını
yağlaması ve iştahı çekmedikçe onun bedenini
ovalamasında beis
yoktur. Ancak göbeği ile diz kapakları arasına dokunamaz.»
«Yüzünü
ellemek caiz değildir ilh...» Ecnebi kadınını yüzüne bakmak caiz
olmakla birlikte şehvetten
emin olsa bile el ve
yüzünü elleyemez.
«Çünkü bu daha
galizdir ve bununla musaharat hürmeti
sabit olur ilh...» Bu ellemenin bakmaktan
daha galiz
olduğu içindir. Maksad «elle-mek
şehvetle olursa» demektir. Böylece
mahrem ve
cariyeleri
kapsamak-tadır. Hatta kişi halasının veya cariyesinin bedenini şehvetle
ellerse, ki-şiye o
halanın veya cariyenin kızı haram olur.
«İştah çekmeyen ihtiyar
kadına gelince ilh...» sözü üzerine; «böyle bir kadının elinin tutulmasının
haram olmaması için,
kişinin de aynı şekilde iştah
çekmeyecek halde olması gerekir»
denilmektedir. Kuhistânî bunu El-Kirmânî'den rivayet
etmiştir.
Zahire sahibi dedi ki:
«Eğer kadın acuze ve iştah çekmeyecek yaş-taysa
onun elini sıkmakta veya
ellemekte herhangi bir beis yoktur. Erkek nefsinden ve kadından emin olduğu tarzda bir ihtiyarsa
onun da hükmü
budur. O zaman kadının elini musafaha etmesinde beis yoktur. Eğer nef-sinden ve
kadından emin
değilse bundan sakınmalıdır. Sonra İmam Muhammed;
Kadın acuze ise kadının
ellenmesini erkek
için mubah gör-müştür. Erkek
benzeri cima etmez halde olma şartını nazarı
itibara alma-mıştır. Dokunan kadın olduğu zaman da bu meselede de bu şartı ileri .
sürmemiştir.
Eğer ikisi de yaşlı ve benzerleri cinsi ilişkide bulunmayan halde iseler onların müsafahalarından
herhangi bir
beis yoktur. Fetva anında buna dikkat edilsin.»
«Onu
beraberinde sefere götürmesi caizdir ilh...]» Bu ancak mahrem
olan ve başkasının cariyesi
hususundadır.
İmam Muhammed «Başkası-nın cariyesiyle halvete çekilmek,
onu sefere götürmek»
hususunu
zikretmemiştir. Meşâyih bunun helâl
olup olmadığı hususunda ihtilâf
etmiştir. Bu iki
görüştür. Yani
götürür görüşü de götürmez görüşü de tashih
edil-mişlerdir. T.
Ben derim ki: «Bu hüküm onların zamanında idi. Bunun nedeni
sarih ileride İbn Kemâl'de naklen
zikredecektir ki:
«Mahremsiz bizim zamanı-mızda
fesad ehli galib olduğu için bir cariye sefere
götürülmez.
Bununla fetva verilir. Düşün.
«Hürr bir
ecnebi ile halvet haramdır ilh...» Çünkü cariyedeki ihtilâfı daha önce öğrendin. Sarihin
«haramdır» ibaresi yerine El-Kınye'de: «Tahrim
kerahetiyle mekruhtur ibaresi
yer almaktadır. Ebû
Yûsuf'tan
gelen rivayete göre haram değil, mekruhtur.»
«Şevhâ yani çirkin bir acuze olursa ilh...
sözüne gelince, El-Kınye'de
şöyle denilmiştir: «Acuze bir
kadının mahremi
olmayan birisiyle sefere
çıkamayacağı hususunda icmâ ettiler.
Binaenaleyh genç
veya ihtiyar bir kişi ile başbaşa da
kalamaz.» İhtiyarların
elini sıkabilir. Eş-Şifâ'da
El-Kermînî'den
gelen bir
rivayete göre «Çirkin bir ihtiyar kadın ve benzeri çımadan kesilmiş bir ihtiyar erkek,
mahremler menzilesindedir.» Yani bir-birlerine mahrem
sayılırlar. Zira ilk etabta hatıra gelen şudur
ki, onlar ecnebilere nisbeten mahremler
menzilesindedirler. Muhtemel ki bu iba-reden maksat şu
olsun: Bu kişi o çirkin acuze ile beraber mahremler gibidir. Her iki ihtimali Zâhîre'den
yaptığımız
nakil desteklemektedir. Sa-rihin bunu kayıtsız, şartsız belirtmesi tartışılır. Düşün.
«Veya bir hail
ile ilh...» El-Kınye'de denildi ki:
«Bir erkek bir evde bir kadın da başka bir evde ve her
evin ayrı bir kilidi varsa, fakat evlerin cümle kapısı
birse, ikisini birleştiren bir başka ev olmadıktan
sonra ke-rahet yoktur.»
Bu hüküm için El-Kınye üç kitaba işaret etti. Bundan son-ra
da başka bir
kitaba atfen
şöyle dedi: «Bu tarzda bir evde durmak
halvet sayılır. Böyle bir halvet helâl
değildir.»
Sonra başka bir kitaba işaret ederek: «Eğer kişi bâin bir şekilde ha-nımını
boşarsa, onun bir
odasından başka meskeni
yoksa, kendisiyle ka-dın arasında bir perde
gerer.» Çünkü perde
olmadığı
takdirde ecnebi ka-dın ile arasında halvet meydana
gelmiş olur. Halbuki beraberinde bir
mahrem de
yoktur. İşte bu onların dediklerinin
sıhhatli oluşuna delâlet eder.» Çünkü aynı evin iki
odası bir
perde gibidir, hatta perdeden de daha evlâdır.
Onun «perde ile
iktifa edilir» sözü kocanın fasık olmaması şartına bağlıdır.
Eğer koca fasık İse,
onunla talakı
baine ile boşadığı kadın ara-sında
güvenilir bir kadın perde olur. O
güvenilir kadın da
el-İhdad
konu-sunda zikredildiğine göre koca saldırganlık yapmak istediği zaman ona
mani olacak
kudret ve güce
sahib olacaktır.
El-Bahr sahibi
El-Kınye'de söylenenin benzerini burada araştırma ko-nusu yapmak şöyle dedi:
«Eğer ecnebi bir kadın iddet çekmiyorsa onun hakkında da böyle demek mümkündür. Ancak bunun
hilâfına bir
nakl mevcut ise o zaman bu hükümden vazgeçilir.»
El-Fetih'te:
«Kadının kocası öldüğü zaman onun varisleri arasında kadına mahrem olmayan varsa
yine bu perde
hükmü gereğidir.» denil-mektedir.
Ben derim ki: Kınye'nin:
«Onların beraberinde mahrem yoksa» sözü ifade ediyor
ki; eğer
beraberinde mahrem varsa halvet bahis konusu değildir. Bundan oluşarak meydana gelen şudur:
Haram olan
halvet, perde germekle ortadan kalkar.
Mahremin veya güçlü bir kadının varlığıy-la da
ortadan kalkar. Acaba
başka bir kadının ecnebi kişinin
varlığıyla da kalkar mı? İşte bunu görmedim.
Lâkin İmametü'l Bahr adlı kitapta El-İsbîcâbî'den
nakledildiğine göre; «Bir odada beraberlerinde bir
kişi veya ha-nımı, cariyesi, kızkardeşi gibi bir mahremi olmadığı
halde kadınlara 'imam olması
mekruhtur.
Eğer onlardan birisi olursa kerahet
ortadan kalkar. Mescidde bu şekilde onlara imamet
yapması mekruh değildir.» Bahsi ge-çenlere mahrem
denilmesi tağlîb yoluyladır. Bahr.
Zahir şudur
ki, kerahetin nedeni halvettir. Ve bunun ifade ettiği de sudur ki, başka bir
kişinin
varlığıyla o halvet, o kerahet ortadan kalkmaz.
Lâkin şunu da ifade ediyor ki başka
bir kadının
bulunması da keraheti
ortadan kaldırmaz. Böylece buradaki hüküm «güvenilir bir kadınla iktifa
edilir» şeklinde geçen
hükme ters düşer.
Sonra Münyetu'l-Müftî'de nassı şu olan bir ibare gördüm: «Başka bir kadın beraberinde olsa dahi
ecnebi bir kadınla başbaşa kalmak, kerâhet-i tahrimiye ite mekruhtur.»
Bana görünür
ki onların «güvenilir kadın»dan maksadları benzeriyle cinsî ilişki kurulmayan bir
acuze olacaktır, bununla beraber kendisi ve boşanan
kadından şerri defedecek kudrette olacaktır.
Düşünülsün.
«Ancak süt yoluyla gelen kızkardeşi müstesnadır ilh...» demesine ge-lince, El-Kınye'de
denildi ki:
«El-Kâdî Es-Sadru'ş-Şehîd'in İstihsân'ında şu vardır: Süt kardeşle süt kardeşin halvete çekilmemesi
gerekir. Çünkü
bu durumda galib olan cimaın meydana gelmesidir.»
Allâme El-Birî ifade etti ki «gerekir» manâsını ifade eden «yenbeğî» burada vücub manâsını ifade
eder. Yani süt
kardeşin süt kızkardeşle baş-başa
kalmaması vacibtir.
«Genç kayınvalde
ilh...» sözüne gelince, el-Kınye'de
«Kadın öldü, kocası ve annesi kaldı. Damad ile
kayınvalide fitneden korkmadıkları takdirde bir
evde oturabilirler. Eğer 'kayınvalide
genç ise
komşular da ikisi hakkında
fitneden korkuyorlarsa onu damadından uzaklaştırma
yet-kisine
sahiptirler.»
Kişinin
dünürleri, İmam Muhammed'in ihtiyarına
binaen hanımının mahremleridir. Mesele burada
ölen kadının
annesi hakkında farzedilmiştir. İllet
ifade eder ki onun kızı ve benzerleri için de hüküm
böyledir. Ni-tekim durum gizli değildir.
«Eğer aksıran kadın acuze değilse ilh...»
gençse onu teşmit edemez. Yani o «Elhamdülillah» dese
kendisi «Yerkamukillâh» diyemez. Diliyle onun
selâmını reddedemez. El-Hâniye'de
denildi ki:
«Kadınla karşılaşan
kişinin hükmü de böyledir. Onlar bir araya geldiklerinde evvela kişi selâm verir.
Ecnebi bir kadın selâm verdiğinde, eğer acuze ise
kişi onun selâ-mına işiteceği bir sesle diliyle
cevap
verebilir. Eğer genç ise onun selâ-mını
nefsinde reddeder. Kişi ecnebi bir kadına selam
verdiği zaman
hü-küm böyledir. Yani buraca cevap aksinedir. Ez-Zâhîre adlı kitapta:
«Kişi aksırdığı,
kadın da ona
yerhamukellah dediği zaman, eğer kadın acuze, ihtiyar ise «yehdina
ve
yehdikümüllâh»
diyecektir, aksi takdirde onun ce-vabını nefsinde verecektir» denilmektedir.
El-Hülâsa'da olduğu
gibi ka-dın aksırırsa da durum böyledir.
«Bununla açıklandı ki Kuhistânî'nin naklindeki la fazladır ilh...»
ibaresine gelince, Kuhistânî bu
nakli
El-Mebsût'un Bey' Bölümünden yapmaktadır. El-Kınye'de
bir esere işaret ederek «Ecnebi bir
kadınla be-raber
mubah kelâm caizdir» şeklindeki nakli bu
ihtimali uzak saydırmak-tadır.
El-Müctebâ da
başka bir kitaba işaret ederek: «Hadiste delil
vardır ki muhtaç olmadığı şeyleri
kadınlarla beraber konuşmakta beis yoktur» denilmektedir. Halbuki bu malayaniye
dalmaktan
değildir. Bu
ancak için-de günah olan bir konuşmada olur. Zahire göre bu başka
bir sözdür veya
acuz bir kadın üzerine hamledilir. Düşün.
Namazın şartları bahsinde geçti ki, kadının sesi racihe göre avret-tir. Bu husustaki konuşma orada
geçmiştir, oraya
müracaat et.
«Zaruret için
ilh...» ibaresine gelince, bu zaruret
kadının bedeninin yumuşaklığını
bilmektir. Bu da
sıhhatli bir
hedeftir. Binaenaleyh onu elle-mek
helâldir. İtkanî.
«Bizim zamanımızdaki
ilh...» ifadesine gelince, umulur ki bu
kaydın nedeni şudur: Şer bizim
zamanımızda yayılmıştır.
Bedeni ellemek
çoğu kez ellemenin üstünde olan felâkete yol açabilir.
Ama selef zamanında mesele böyle değildi.
El-İhtiyâr'da dedi ki: Cinsî ilişkiden ibaret olan istimtaa yol açtığı için kadının bedeninin ellenmesi
haram kılınmıştır.» <
«El-İhtiyâr'da
bu kesin olarak söylenmiştir ilh...» sözüne gelince.
El-Hâniye ve El-Mukteğâ'da da
böyledir. Ve el-Mubteğa bunu el-Hidâye
ve başka kitablarda meşayihine nisbet
etmiştir. Dürrü
Müntekâ.
El-İtkânî,
El-Camiussağir'in Fahru'l-İslâm tarafından yazılmış şerhin-den şunu nakletti:
«İmam
Muhammed'den geldiğine göre gene bir erkeğe
kadının be-denini ellemesi mekruhtur.
Çünkü bakışta
kifayet
vardır, yani bakış kâ-fidir.»
Ebû Hânife
«Onun bedenini bilmek zaruretinden dolayı ellemekte» bir beis görmemiştir.
METİN
Şehvet
hududuna varan bir cariye
diz kapakları ile göbek arasını
setreten bir entari ile olduğu halde
satışa arzedilemez. Çünkü onun sırtı vekarnı avrettir.
Kâfire dahi
olsa ecnebi bir kadının ancak yüzüne ve İki eline
bakıla-bilir. Müctebâ, Bu do zaruretten
dolayı caizdir. Bazıları ekmek pişirmek için ücretle
tutulacaksa ayak ve ziralarına da bakabilir.
Tatarhâniye.
Hür kadının
kölesi ecnebi bir erkek gibidir. Ancak yüzüne ve elle-rine bakılabilir. Evet, izni
alınmaksızın onun 'evine girip çıkabilir, bu hu-susta icmâ vardır. Fakat kölesi
ile icmaen sefere
çıkamaz. İmam Şafiî ve İmam Mâlik katında «mahremi gibi ona
bakabilir.» hükmü sabittir.
Eğer kişi şehvetten korkar veya şehvetin varlığından şüphe ederse ecnebi kadının yüzüne bakmak
da yasaktır. Binaenaleyh bakmanın he-lâl olması
şehvetin yokluğuyla kayıtlıdır. Aksi takdirde
şehvet varsa bak-mak
haramdır. Bu hüküm selef zamanında idi. Bizim zamanımıza gelince, genç
kadının yüz ve ellerine
bakılması mutlaka yasaktır. Kuhistânî
ve başkası.
Kadı ve şahid
gibi ihtiyaçtan dolayı kadını ellemek değil de ona bakılması caiz olur. Veya kadının
aleyhinde
şahitlik yapılmak için ona bakılabilir.
En sıhhatli görüşe göre şahadeti tahammül için
yapamaz.
Kadını
nikahlamak veya satın almak isteyen
ona bakabilir. Birinci niyette oldu mu şehveti defetmek
maksadıyla
değil sünnet niyetiyle şeh-vet dahi
olsa bakar.
Kadını tedavi
etmek için doktor hastalık yerine
zaruret miktarı ba-kabilir. Zira zaruretler miktarınca
takdir edilir.
Ebenin bakışı, sünnetçinin bakışı da böyledir. Bir kadına başka
ka-dınlara tedavi etmeyi öğretmek
uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması
daha hafiftir.
İZAH
«Şehvet
hududuna varmış bir cariye ilh...» Yani cimaa
elverişli hale gelmiş ise. Yedi veya
dokuz
gibi senelere itibar yoktur. Nitekim bu du-rumu Ez-Zey!âİ ve
başka âlimler «İmamet» konusunda
tashih etmişlerdir.
Musannifin Dürer'e tabi olarak üzerinde yürüdüğü konuya gelince, o, İmam
Muhammed'den
rivayet edilmiştir. Bu, El-Kenz, El-Mültekâ ve Mühtasaru'l-Kudurî
ve başkalarında
üzerinde
yürümenin hilafidir. El-Hidâye' de sahibi dedi ki: Cariye hayza girdikten
sonra bir tek
elbise İçinde onu satışa arzetmek memnudur.» Bu
ibarenin manâsı kadın baliğa olduktan sonra
demektir. İmam Muhammed'e göre kadın iştah kesici bir hale
gel-diği ve onun benzeri cimaa
elverişli oldu
mu, o kadın baliğa bir kadın gibidir. Bir tek izar içinde satışa arzedilmez. Çünkü
iştah
mevcuttur.
Dü-şün.
«Kadının iki avucuna bakar ilh...» ibaresine gelince... Namazın
şart-ları bahsinde geçti ki elin sırtı
mezhebe binaen
avrettir. Fakat burada bu fetvaya
dokunanı görmedim.
«Ayağına
da bakabilir denildi ilh...» ibaresine gelince; bu da nama-zın şartları bahsinde geçti ki, en
muteber görüşe
göre iki ayak avret değildir. Fakat
burada rivayet ve tashih ihtilâfı vardır. El-İhtiyâr
adlı kitabta,
«Ayak namaz dışında avret, namazda değildir.»
şeklinde tashih edil-miştir. El-Munye
Şerhinde
«Mutlak manâda ayağın avret olması» yönü
tercih edilmiştir ve bu tercih El-Bahr'da
olduğu gibi
bir çok hadisle tak-viye edilmiştir.
«Kadın,
nefsini, ekmek pişirmek için ücretle verirse ilh...»
ibaresine gelince, yani
ekmek pişirmenin
benzeri olan
yemek pişirme, elbiseleri yıkama
aynı durumu gerektirir.
El-İtkânî dedi
ki: «Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete
göre hizmet yapan kadının kollarına
bakmak onun
ihtiyaçtan dolayı zaman zaman görünen dirseklerine bakmak
mubahtır. Tabii bu da nefsini yemek
pişirmeğe, ek-mek imaline
ücret mukabili vermişse böyledir.»
Bu ibareden
insanın zihnine gelen şudur: Nazarın caiz olması bu eş-yaları
ücretle yaptığı vakte
mahsus
değildir. Fakat birinci ibare bunun tam tersini ifade eder. Zeylâî'nin ibaresi maksadı
daha
iyi sergiler. O ibare şudur: «Ebû
Yûsuf'dan gelen rivayete göre kadının zira'larına yani kollarına
bakmak
mubahtır.» Çünkü bu kollar şu işleri
yaptığı zaman adet bakımından ortaya çıkarlar. Anla.
«Onun kölesi ona nisbeten ecnebi bir erkek gibidir
ilh...» ibaresinin nedeni şudur: Çünkü
ecnebiden
olduğu gibi onun fitnesinden de
korku-lur. Hatta bunun fitnesi
ecnebininkinden daha
fazladır.
Çünkü bu daha fazla kadınla içli-dışlıdır. Haramlığı belirten
nasslar mutlaktır. Çenâb-ı
Hâkk'in «Veya
sağ ellerinin mülk edindiği» ibaresine gelince erkek köle-ler değil de burada
cariyeler
kastedilmiştir. Bu tevili Hasen ve İbn
Çübeyr söyledi. İhtiyar. Bunun tamamı uzun uzun
kitaplarda
vardır.
«Hülâsa ilh...» İki mesele
de Hülâsa'da yer almıştır. Hülâsa'da oldu-ğu gibi bu iki mesele
El-Hâniye'de de zikredilmiştir.
«Eğer
şehvetten korkarsa ilh...» sözüne gelince, biz şehvetin hudu-dunu faslın başında belirttik.
«Şehvetin olmayışına
bağlıdır ilh...» sözüne gelince;
Tatarhâniye'de dendi ki: «El-Kerhî'nin
Şerhi'nde ecnebi bir hür kadının yüzüne bakmak haram değildir. Fakat ihtiyaç olmaksızın bakmak
mekruhtur»
hükmü yer almaktadır. Bunun zahiri
şehvetsiz de olursa kerahettir.
«Aksi takdirde haramdır ilh...» Yani
şehvetle olursa haramdır.
«Bizim zamanımıza
gelince genç kadın bundan menedilir ilh...» sö-züne
gelince, genç kadının avret
olduğu için
değildir bu. Belki burada fitne korkusu vardır, bu hüküm bundan dolayıdır.
Namazın
Şartları
bah-sinde geçmiştir.
«En sıhhatlisinde hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince; çünkü
iştah uyandırmayan kadın
olabilir.
Binaenaleyh
burada bir zaruret yoktur ama eda hali bunun tam tersinedir. Hidâye.
Bundan
anlaşılıyor ki; hilaf şehvet korkusu
bahis konusu olduğu zamandır, mutlak
değildir. Uyan.
«Şehvetle dahi
baksa ilh...» sözü ise bütün hükümlere racidir. Bunu tavzih için açıkça söyledi. Aksi
takdirde
musannifin şehvetle olan nazar hakkındaki sözü istihsai iktiza eder.
«Sünnet niyetiyle
olursa» sözüne gelince, bu sözü de hepsine
kayıt yapmak daha evlâdır. Tabii
mecazî bir şekilde böyle olur. Ta ki birinci ve ikincide kaydın ihmal edilmesi lazım gelmez. Zeylaî ve
başkasının söyledikleri için: Şahidin
ve kadının boynuna vacib olan sehadet
ile hük-mü
kastetmeleridir. Çirkinden kaçınmak için
şehvetlerini yerine getir-mek kastedilmemelidir.
Eğer bir kişi bir kadınla evlenmek istiyorsa o kadına bakmasında beis yoktur. Ona karşı
iştah
korkusu olsa dahi bakmak caizdir. Çünkü Resul-ü
Ekrem, Mugîre bin Şube'ye bir kadına
talib
olduğu zaman
«ona bak» emrini vermiştir. «Ona bak, çünkü bakış, ikinizin arasını
ıslah et-meye
daha uygundur.» buyurur.
Hadisi Tirmizî ve başka muhaddisler ri-vayet
etmişlerdir. Bir de maksad
şehveti yerine getirmek değil sünneti ikâme
etmektir. Hadisteki «yu'd'mu»
fiili ed veya el-îdâm
kökünden
geli-yor ki onun manâsı ıslâh
aralarını bulmak demektir. İtkanî.
BİR UYARI: Satın almak için şehvette
ellemenin caizliği hususunda hilaf
bulunduğu daha önce
geçmiştir.
Sarihin «Ellemek böyle değildir.» sözünün zahiri nikâh için de olsa ellenemez. Zeylaî
bunu açıkça
söyleyerek şöyle dedi: «Kişi için kadının yüz
ve ellerine dokunmak caiz değildir, şehvetten emin
olsa dahi.
Çünkü haramlık mevcut, zaruret ve
buluğ bahis konusu değildir.»
Bunun benzeri
Gayetu'l-Beyân adlı eserde yer almaktadır. Oysa bu-nu El-Aktâ' Şerhi'nden
naklederek «Ellemek
bakmaktan daha galizdir» illetiyle illetlendirmiştir. Binaenaleyh ihtiyaç
olmaksızın ellemek menedilmiştir.
Zuraru'l-Bihâr adlı kitab ile şerhinde şu ibare yer almaktadır:
«Ka-dı, şahid,
kadını isteyen kişiler için kadının bedenini ellemek helâl de-ğildir.»
El-Mültekâ ibaresi
onun helâl
olduğunu insana iham ettirir. Onun için sarih «şehvetle beraber nikâh için
ellemeye
gelince, bunu
caiz gören kimseyi görmedim, belki onu hakim gibi kılmışlar, o elleyemez.
Velev ki
emin olsa dahi. Bu ezberlensin ve musannifin kelâmı yazılsın.»
Burada şu
hüküm kaldı: Eğer istenilen kadının tüysüz bir oğlu
var-sa, isteyene «çocuk ve annesi
güzellikte eşittir» haberi geldiyse, sadece «kadına
bakar» tahsisinin zahirinden anlaşılır ki isteyici
için o çocuğa
bakmak helâl değildir, eğer
şehvetten korkarsa. İstenilen kadının kızı da oğlu gibidir.
İstihsânın
«ihtiyaç için olduğu takdirde»
kayıtlanmasının ne-deni şunu ifade ediyor: Eğer kadına bir
defa bakmakla iktifa edilirse ikinci, üçüncü,
dördüncü defalar bakmak haram olur. Çünkü kadına
bak-mak zaruret dolayısıyla
mubah kılınmıştır. Bir defayla iktifa edildi mi, bir defa ancak helâl
olur.
Gureru'l-Efkâr'daki ibarenin zahiri, kadının iki eline bakmanın
da caiz olmasıdır. Onların
kelâmından
belirleniyor
ki, eğer isteyici erkek için kadına bakma imkânı
yoksa kadın gibi bir elçiyi göndermesi
caizdir ki o elçi gelsin, onun güzelliklerini
kendisine anlat-sın. Velev ki yüz
ile ellerden başka
azaların güzellikleri olsa dahi. Acaba şehvet korkusuyla
beraber istenilen kadında isteyici erkeğe
bakabilir mi? Ben bu mesele hakkında bir beis
görmedim. Fakat zahir şudur ki baka-bilir. Çünkü
ikisi de bahsi geçen hadisteki illette
müşterektir. Hatta bu hususta kadın
daha evlâdır. Çünkü erkek
razı olmadığı
bir kadından ay-rılma imkânına sahihtir, ama kadın buna sahib değildir.
«Sünnet edenin
bakışı da böyledir ilh...» sözüne gelince,
El-Hidâye ve el-Hâniye adlı kitablarda bu
husus kesin olarak belirtilmiştir.
Bazıları da kendini sünnet ettirmesi zaruri değildir. Çünkü kendi
kendini sünnet
etmeye imkânı olmadığı takdirde kendisini
sünnet etmesi için bir cariye-yi satın
alabileceği gibi bir kadınla da evlenmesi mümkündür. Bu hüküm ilerde gelecektir.
El-Hidâye'de
«kadın sünnetçi»
de zikredilmiştir. Çünkü hitan erkeklerin
sünnetidir ve fıtratın cümlesinden sayılır.
Onu terketmek
mümkün değildir. Hitan kadınlar hakkında da bir şereftir.
Ni-tekim bu hüküm
El-Kifâye'de de yer almıştır. Bunun giib kişiye
önden vurmuş olduğu sondaj yerine bakması
da
caizdir. Çünkü
bu bir nevi te-davidir. Hastalık bahsinde arkadan
şırınga, pompa vurmak da caizdir.
Fahiş bir
zayıflık için de böyle yapılması, Ebû Yûsuf'tan gelen bir riva-yete göre, caizdir. Çünkü
zayıflık hastalığın işaretidir. Hidâye. Zira za-yıflığın sonucu humma yani
sıtma ve sel denilen
hastalıktır.
Eğer
zaruretten dolayı değil de zahiri bir
menfaat için yanicinsi ilişkiye kuvveti yetsin
diye ön ve
arkadan şırınga yapılırsa bizimkatı-mızda, ez Zâhire adlı eserde de yer aldığı gibi helâl değildir.
«Uygun odur ki kadın tedavisini bilsin ve öğrensin ilh...» ibaresine gelince,
el-Hidâye ve
el-Hâniye'de
böyle ıtlak olunmuştur. El-Cevhere'de
müellif dedi
ki: «Tenasül uzvu hariç hastalık kadının bedeninin diğer or-ganlarında
olduğu zaman
tedavi
edildiği anda o bedene bakmak caizdir. Çünkü zaruret yeridir. Eğer tenasül uzvunun yerinde
ise en uygunu
ka-dının onun tedavisini öğrenmesidir. Eğer bunu bilen bir kadın yoksa ve hasta
kadının
ölümünden korkulur veya ona tahammül edemeyeceği bir hastalığın isabet
edeceğinden
endişe edilirse o zaman kadının hastalık yeri
hariç bütün bedeni örtülecek, sonra erkek
doktor onu
tedavi edecek,
gücü yettiği kadar güzünü kapatacak,
yaralı yerden başka mahallere
bak-mayacaktır.» Bunu düşün. Zahire göre
«Yenbeği» kelimesi burada vücub manâsını ifade ediyor.
METİN
Müslüman bir
kadın diğer bir kadının bedeninden erkeğin diğer bir erkeğin
bedeninde baktığı
noktalara bakabilir. Denilmiştir ki, erkeğin
mahremine baktığı gibi bakabilir. Birinci görüş daha
sıhhatlidir.
Sirâc.
Böylece kadın
erkeğin bedeninde bir erkeğin diğer erkeğin bedenine bakabildiği
gibi bakabilir. Eğer
şehvetten emin
ise. Eğer emin değilse, korkarsa
ve şüphede ise istihsanen bakması haram olur.
Tıpkı erkek gi-bi. İki fasılda da tashih edilmiş
görüş budur. Tatarhâniye, El-Muzmarat' tan.
Zımmi bir
kadın en sıhhatli görüşe göre ecnebi bir erkek gibidir. Müslüman
bir kadının bedenine
bakamaz. Müctebâ.
Her aza ki ona ayrılmazdan önce bakmak caiz değildir; koparılıp ayrıldıktan sonra da ona bakmak
caiz olmaz. Velev ki kişinin ölümünden sonra koparılırsa.
Mesela tenasül uzvunun etrafındaki
tüyler, kadının saç-ları, ölü ve hür
olan bir kadının kol ve baldır
kemikleri gibi. Kadının eli değil de
ayaklarının tırnakları gibi. Müctebâ.
Burada nazar vardır. Burada ecnebi bir kadının üst elbisesine
şehvetle
bakmak haramdır. El-İhtiyâr' da şu
hüküm yer almaktadır: Onun saçma bir insanın
saçını
eklemek haramdır, isterse onun isterse
başkasının saçı olsun. Çünkü Cenabı- Pey-gamber:
«Allah saç
ekleyene, ekletene, ben yapana, yaptırana, dişlerinin ba-sını inceltene, buna razı olana,
yüzünden tüyleri aldırana, yüzündeki tüy-ler aldırıldığı takdirde buna rıza
gösteren lanet etmiştir.»
diye buyurmuş-tur.
İğdiş edilmiş, tenasül uzvu kesilmiş ve huşa olan bir kimse ecnebi bir kadına bakmakta
tenasül
uzvu olan bir
kimse gibidir. Bazıları «te-nasül uzvu kesilmiş, suyu kurumuş bir kimsenin
bakmasında beis yok-tur» demişlerdir. Fakat El-Kübrâ'da «Bunu caiz gösteren fakihler diyanet ve
tecrübelerinin
azlığından böyle yapmışlardır» demişlerdir.
İZAH
«Sirâc ilh...» Yukardaki hüküm Sirac'ta olduğu
gibi El-Hidâye'de de yer almıştır.
«Kadın da bakar ilh...»
El-Hunsâ kitabında «Kadının
ecnebi erkeğe bakması
erkeğin mahremlerine
bakması mesabesindedir. Çünkü cinsin hilâfına
bakmak daha galizdir» denilmektedir. Hidâye.
Metinler
birincisi üzerinedir ve buna
güvenilir.
«İstihsânen haramdır ilh...» sözüne gelince.
Tatarhâniye'de. Muzmarât'tan nakledilen
şudur: «Kadın
bilse ki kadına bir şehvet veya şüphe düşecektir, şüphenin manâsı
iki zannın eşit olmasıdır. Bu
takdirde ben isterim
ki gözünü kapatsın. Asılda
İmam Muhammed böyle zikretti. Zik-rettiği İmam
Muhammed
kadının ecnebi erkeğe bakması
ve aksinde gö-zün kapatılmasının
müstahab olmasıdır.
Şöyle dedi:
«Erkek böyle bir ba-kıştan sakınsın. Bu,
haramlığın delilidir.» İki faslın hepsinde de
sahih olan
budur. Onu hulasatan zikretmiş oluyoruz.
Bunun benzeri ez-Zâhire' de*de yer
almaktadır... Bunu T. el-Hindiye'den nakletti.
Tatarhâniye'nin nüshasındaki sarihin
hattı onun üzerindedir, istihbab yerinde istihsan
kullanılmıştır. Zahire bakılırsa bu ibare tahrif
edilmiştir. Nitekim kelâmın siyakı da buna delâlet
ediyor. Böylece
bu Ez-Zâhire ve el-Hindiye'dekine
muvafık olur.
Binaenaleyh
sarihin istihsanen haramdır» sözüne gelince, sarihi
bu söze tahrif düşürmüştür.
Düşün.
Sonra Sahîh'in
mukabili üzerinde farkın ayrılığı vechi vardır. Nitekim el-Hidâye'de bu böyle yer
almıştır.
Şüphesiz kadınlar üzerinde şehvet galibtir. Galib olan şehvet itibar yönünden yüzde
yüz
olan gibidir.
Binae-naleyh erkek de iştihâ ederse şehvet iki tarafta da mevcut demektir. Fa-kat kadın
iştihâ ettiği
zaman durum böyle değildir. Çünkü hakikaten
ve itibaren şehvet erkek tarafında
mevcut
değildir. Binaenaleyh şehvet bir tarafta olmuş oluyor. İki tarafta mevcut
olan harama sirayet
etmek
hususunda bir tarafta mevcut olandan
daha kuvvetlidir.
«Zimmi cariye
ecnebi kişi gibidir Hür ve müslüman olan kadının be-denine bakamaz ilh...»
Gâyetu'l-Beyân
adlı kitabta denildi ki: Cenab-ı Hâkk'ın «veya kadınlarına» tabiri müslüman ve hür
kadınlar demektir.» Çünkü imanlı bir kadın müşrik veya kitabi bir kadın önünde elbisesini
çıkaramaz. El-İnâye ve başka kitablarda
bunu İbn Abbâs'tan naklettiler. Bu mesur
yani rivayetle
sabit olan bir
tefsirdir. Abdulganî en-Nablûsî' nin Hediyetu'l-İbn'il-İmâd
üzerindeki şerhinde, babası
Eş-Şeyh
İsmail'in Ed-dürer ve'l-Gurer üzerindeki
şerhinden naklederek şöyle
dedi:
«Müslüman bir
kadın için hristiyan, yahudi veya
müşrik bir kadının önünde soyunmak
helâl
değildir.
Ancak bu gayr-i müslim kadın onun ca-riyesi ise mesele değişir. Nitekim bu durum
Es-Sirâc'ta vardır. Bir de Nisabu'l-İktisab'ta vardır. Salih bir kadın için uygun değildir ki facrr bir
kadın ona baksın. Çünkü facir kadın gider onu erkekler
yanında sıfatlan-dırır. Binaenaleyh salih bir
kadın cilbabını ve peştemalını bunların yanın-da çıkaramaz.
Nitekim Es-Sirâç'ta bu hüküm yer
almaktadır.»
«Hürre okm bir
kadının ölümünden sonra kol kemiği ilh...» ibaresine gelince; bu el ve yüz kemiğini
çıkarmış oluyor.
Yani hayatta bunlara bak-mak helâl idi. ölümden sonra da
bakmak helâldir. «Hürre
bir kadın»
de-di, çünkü cariyenin kol kemiğine hayattayken bile bakmak helâldir. Ama cariyenin bel
kemiği gibi bakılması
hayattayken haram olan kemikler ha-riçtir.
UYARILAR:
1 - Bazı
Şâfiîler, «Eğer cariyenin saçı kesilirse, sonra da o cariye azad edilirse
o saça bakmak
haram değildir»
demişlerdir. Çünkü azadlık cariyeden ayrılan parçaya
geçmez. Böyle bir fetvayı
bizim imamlar ara-sında görmedim. Şunu da görmedim:
«Eğer hürr ve ecnebi olan kadın-dan
bir
parça
ayrılırsa sonra kişi o kadınla evlenirse o parçaya bakması haram olur mu?. Onların zikrettiği
nedene binaen
haram olur.
Deniliyor ki
kadınla muttasıl olan her şey kişiye helâl olduğu zaman kadından ayrılmış parçaların da
onun için
helâl olması daha evlâdır. Herne kadar helâl olma zamanından önce ayrılmış ise
de.
Allah
hakikati daha
iyi bilir.
2 - Kişi ecnebi bir kadına aynada veya suda bakarsa bunun hak-kındaki
hükmün ne olduğunu
görmedim.
Fakîhler sarahaten musaharat haramlığı konusunda «Musaharat
haremliği kadının
tenasül uzvunu
aynada veya suda görmekle sabit olmaz. Çünkü
görünen aynısı değildir, mi-saldir»
demişlerdir. Eğer kişi
camdan veya kadının içinde bulunduğu bir,; sudan bakarsa
burada hüküm
değişiktir.
Çünkü göz su ve camı geçer; Onların içindekini görür. Bu kaidenin
ifade ettiği manâ
şudur:
Ecnebi bir kadına aynı
veya sudan bakmak haram değildir. Ancak farklı olarak nazar ve benzeri
şeylerle nikâh
haramlığı meydana gelebilmesi için
şartlarında şiddet gözetilmiştir. Çünkü orada
aslolan he-lâlliktir. Ama bakış bunun tam hilâfınadır.
Zira bakışın yasaklanması fit-ne ve şehvet
'korkusundan
ileri gelmektedir. Bu ise burada mevcuttur. Şâfiîlerden İbn-i Hacer'in Fetvâsı'nda
gördüm: Orada
Şâfiîler arasında da bir ihtilaf
olduğu zikredilmiştir. Fa'kat bizim
dediğimizde
haramlığın
oluşmasını tercih etti. Allah
hakikati daha iyi bilir.
3 - Safîlerden
bazılarına göre helâl olmayana bakmak haram olduğu gibi onu düşünmek de
haramdır.
Çünkü Cenab-ı Hâk «Allah'ın bazınızı diğerinin üzerine üstün
kıldığı şeyleri temenni
etmeyiniz» buyur-muştur. Âyet bakmayı olduğu
gibi temenniyi de menetmiştir. dediler. Al-lâme İbn-i
Hacer,
et-Tuhfe adlı kitabında: «Ecnebi bir hanımın güzelliklerim
düşünerek hanımıyla ilişki
kuran
ve hayalinde sanki o ecnebi kadınla
cin-si ilişki kurmuş gibi tasarlayan bir kimse bu kabilden
değildir»
diyor. Celaleddin Suyutî ve
Takiyuddun Sübkî'nin aralarında bulunduğu bir
cema-atten
böyle bir düşüncenin helâl olduğu nakledilmektedir.
Çünkü Çenab-ı Peygamber bir hadisinde:
«Şüphesiz
Allah benim ümmetim için nefisle-rinin
peyda ettiğinden vaz geçmiştir» buyurmaktadır.
Kişinin böyle
bir şeyi hayal etmesi o kadınla zina etmeyi azmetmesini gerektirmez. Öyle ki kadını
elde ettiği
takdirde zina etmeye ısrar ediyorsa
günahkâr olur. Buradaki olay ilişki
kurduğu hanımını
o ecnebi kadın farzetmesi, saymasıdır. Bazıları böyle bir şeyin yapılmasının mekruh olması daha
uygundur, derler. Bu görüş «kerahet delilsiz olmaz» kaidesiyle
reddedilmiştir. İbnu'l-Hâc el-Mâlikî
şöyle dedi:
«Böyle bir düşünce haramdır. Çünkü bu zina-nın bir çeşididir. Nitekim bizim alimlerimiz
de böyle demişlerdir.»
Nite-kim bizim alimler: «Bir testi alıp ondan su içen bir
kimse gözünün
önünde onu
şarap sayıp içerse o su hayam
olur» demişlerdir. İbn Hâc'cın bu
gö-rüşü delille
reddedilmiştir: Bu görüş gayet, uzaktır ve bunu destekleyen bir delil de yoktur. Bunu hülâsa
olarak
naklettim.
Bizim katımızda bu meseleyi inceleyeni görmedim. Ancak Ed-Dürer'de musannif dedi ki:
«Ki-şi suyu veya
mubah olan başka meşrubatı içtiği zaman fâsıklar gibi coş-kunlukla
taşkınlıkla
içerse haram olur.»
Bizim
mezhebimizin kaidelerine en yakın
olanı bunun helâl olma-masıdır. Çünkü o ecnebi kadının
huzurundaymış gibi düşünmek, onunla cinsî ilişki kurulmuş gibi tahayyül edilmesi heyeti üzerine
işleyen bir
masiyeti tasvir etmektir. İçki meselesinin
benzeridir bu.
Sonra
Tebyînu'l-Mehârîm kitabının sahibi ve âlimlerimizden
olan ki-şi, gördüm ki, İbnu'l-Hâc
Mâliki'nin
yukardaki ibaresini naklediyor. Bu
ibareyi kabul ediyor ve sonunda
Resulullâh'dan şu
hadisi naklediyor:
«Bir suyu sarhoşluk veren bir içki
mahiyetinde içerse bu su kendisi için
haram
olur.»
Eğer desen ki: Oruçlu bir kimse ecnebi bir «kadını düşünüp menisi akarsa
orucu bozulmaz, kaidesi
böyle bir düşüncenin mubah olduğunu ifade etmektedir.
Cevap olarak derim ki:
Biz bunu
teslim etmiyoruz. Çünkü o kişi ecnebi
bir kadının fecrine bakarak menisi akarsa
yine
orucu
bozulmaz. Halbuki böyle bir bakış it-tifakla haramdır.
«Kadının ayak
tırnaklarına bakmak da haramdır ilh...» kavline gelin-ce, burada
hür kadın kast
edilmiştir. Ölü olması şart değildir. Bu hüküm ayağın daha önce geçtiği gibi avret olmasına
binaendir.
«Ecnebi bir kadının manto gibi dış elbisesine
şehvetle bakmak da haramdır
ilh...» Daha önce Zahire
ve başka
kitablardan naklettik ki ka-dının bir elbisesi varsa, o elbisenin
altında, onun bedenini
süzmekte bir beis
yoktur. Fakat elbise bitişik, daracık
ve altındaki bedeni dışarıya aktarmayacak
şekildeyse böyledir. Çünkü kişi bu takdirde sadece
elbise ve kamete bakmış oluyor. Bu, tıpkı
kadının içinde
bulunduğu bir çadıra bak-mak gibidir.
Eğer bedeninin
çizgilerini dışarıya
gösteriyorsa, organlarına bakıyor demektir. Buradaki ifadeden
«şehvetsiz
olmak»la takyid ettiği anlaşılır. Eğer
şehvetle bakarsa mutlaka haramdır. İllet ise Allahu
a'lem fitne
kor-kusu olmalıdır. Çünkü şehvetle kadının dış elbisesine veya
sırtındaki el-biselere
bakıp onun
bedeninin uzunluğunu, benzerini
düşünmek, kişiyi onunla konuşmaya çeker,
o da kişiyi
başka bir harekete götürür. Muh-temeldir ki buradaki neden, zaruret olmaksızın
helâl olmayan bir
şeyden lezzet
almak olsun.
Dikkat edilsin; acaba
şehvetle nakşedilen bir resme, bir surete bak-mak haram mıdır? İşte
burada
tereddüt yeridir. Yani bu tereddüdler olan bir meseledir. Bunun hükmünü görmedim.
Tetkik edilsin.
«İsterse saçına eklediği
saç kendi saçı olsun, isterse başkasının sa-çı olsun ilh...» Tezvîr yani
kandırma aldatma söz konusu olduğu için bu fiil haramdır. Nitekim gelecek hükümde
de bu ortaya
çıkacaktır. Başka-sının saçını saçına eklemek insanın
bir cüzünden menfaatlenmek de var-dır.
Fakat
et-Tatarhâniye'de, kadın başkasının saçını saçına
eklerse bu mekruhtur, hükmü yer
almaktadır. Ruhsatlı ademoğullarının saçı olmayan saç hususundadır. Kadın örgülerini artırmak
için başka bir insan saçı de-ğil, bir madde alıp
ekler. Bu Ebû Yûsuf'tan da rivayet edilmiştir. Bunda
ruhsat vardır.
El-Hâniye'de şu hükmü yer almaktadır:
«Kadın örgü ve perçemlerine deve tüyünden
bir şeyi
kılarsa bu zararsızdır, beis yoktur.»
«Allah vâsileye lanet etmiştir ilh...» Vasile;
o kadındır ki; tüyünü baş-kasının tüyünü eklemiş veya
tüyü başkasının
tüyüne eklenmiştir, kandır-maca bir tarzda. Mustevsile o kadındır
ki, kendi isteği ile
tüyüne tüy
ek-lenmiştir. El Vasime o kadındır ki; yüzü ve kollarında derk yapar.
El-Mustevşime
o kadındır ki yüz ve kollarına derk yapılır ki kendisi de bunu istemiştir.
El-Vaşire o
kadındır 'ki, dişleri inceltilir, uçları
sivril-tilir ve keskinleştirilir. Bunu
acuze, ihtiyar kadın genç
kadınlara benze-mek için yapar. el-Mustevşire o kadındır
ki, emriyle onun dişine bu tat-bikat yapılır.
Bunlar
İhtiyâr'dan nakledilmiştir. Bunun benzeri
İbnu'l-Esir'in Nihâye'sinde de vardır. İbn Esir
sonunda şunu
da ekler: Hz. Âise'den ge-len rivayete göre Vasile sizin kastettiğiniz
değildir. Kadının
saçtan
soyun-masında boynuzlarından birisini siyah yünle
bağlamasında herhangi bir beis yoktur.
Vasile odur ki gençliğinde zani, yaşlandığında da saçını baş-ka
bir şeyle ekliyor, bağlıyor.
«Nâmise ilh...» Nâmise kelimesi tüylerini yolmak suretiyle sıyıran kadın demektir. Ecnebilere güzel
görünsün diye bu işi yaptığı takdirde bu lanet vardır.
Aksi takdirde eğer yüzünde kocasının nefretini
gerektiren tüy
varsa onu izale etmekte, sıyırmakta «haramlılık vardır» hükmü uzak olur. Çünkü
güzelleşmek maksadıyla süslenmek kadınlara
matluptur. Ancak zaruretin gerektirmediği bir şeye
halledilirse o.zaman olur. Çünkü onları cımbızla yolmakta eziyyet vardır.
Tebyinu'l-Mehârim adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır: «Yüzden tüylerin sıyrılması haramdır.
Ancak kadın için sakal veya bıyıklar
biterse onu sıyırması haram olmaz.
Hatta bu, mustahabtır»
Et-Tatarhâniye'de el-Muzmarattan nakledilerek
şöyle denildi: «Muhanneslere benzemedik-ten sonra
kişi kirpiklerini ve yüzündeki tüyleri alabilir.»
Bunun benzeri
El-Müçtebâ'da da vardır vardır. Düşün.
Metinde bahsi
geçen «el-Hâsiyy» iki yumurtalığı çıkarılmış
kişi de-mektir. El-Mecbûb, hem
yumurtalıkları, hem de tenasül uzvu kesilmiş in-san demektir.
«Muhannes» o kimsedir ki kadınların
elbiselerini giyinir ve cinsi ilişki bakımından 'kendisini kadınlara benzetir.
Kendi isteğiyle yumuşak
konuşur.
Kuhistânî. Yani başkasına nefsine musallat olma im-kânını verir.
Azasında
yumuşaklık ve kırıklık olup kadına iştahı çekmeyen muhannese gelince, bazı meşayihimiz
böyle bir kimsenin kadınlarla beraber
bırakılmasını ruhsatlı görmüştür. Delil
olarak şu âyeti ileri
sürmüşlerdir: «Ya da erkeklerden yana ihtiyacı
olmayan arzusuz veya ihtilafsız
hizmet-metçilerden... (Nur, 31) bazıları : «O, kadınları iştahı çekmeyen muhannestir» demişlerdir.
Bazıları, «Suyu
kurumuş, tenasül uzvu kesilmiş kişidir» demiştir. Bazıları: «Ondan maksad
kadınlara ne yapacağını
bilmeyen eb-lehtir» demiştir.
Böyle bir eblehin gayesi karnını doyurmaktır.
Yaşlı bir
ihtiyar ise şehveti de ölmüş ise
karnını doyurmaktan başka1 bir hedefi
yok demektir. En
sıhhatlisi bu
âyet hakkında şöyle dememizdir: Bu ayetin «Evittâbiîn» tabiri müteşâbihtir.
«Müminlere
söyle, gözlerini haram bakış-lardan tutsun» kısmı ise muhkemdir. Biz buna yapışırız.
İnâye.
«Fahal gibidir
ilh...» Yani iğdiş edilmiş kişi
bazan cima eder. Hatta «o cima yönünden
daha
şiddetlidir»
demişler. Çünkü onun menisi hızlı şekilde
değil, damla damla gelir. Ondan olan
çocuğun nesebi
de sabit-tir. Zekeri kesilmiş
(mecbub) ise bazan oğmakla sevicilik yapar menisi
gelir.
Muhannes ise fâsık bir failidir. Kuhistânî ibaresine
eklemeler ya-pılmak suretiyle.
METİN
Cariyesinden izin almaksızın azletmesi caizdir. Hürr hanımından ve-ya cariyesinin mevlasından
ancak izin alarak azl
caiz olur.
Bazıları zamanın fâsid olduğundan ötürü izin almaksızın da azl yapmak caizdir demistir. Bu durumu
İbn Sultan
zikretmiştir.
İZAH
«Azletmesi caizdir ilh...» «Azl», hanımı veya cariyesiyle cima ediyor-ken meninin akış zamanı
geldiğinde
tenasül uzvunu çekip meniyi dışarı-ya akıtmaktır.
«Hür
hanımından veya cariyesinin
mevtasından ilh...» Hür bir kadın-dan
izin almak suretiyle ancak
kocası bunu
yapabilir. Nikâhlı bir câriye de böyledir. Fakat Gâyetu'l-Beyân adlı eserde
«Herkesin
ittifakla cariye-nin
mevlâsı için izin vardır» dediklerinden
sarih, «Ve cariyenin mevlasından
izin
almak,» kaydını burada eklemiştir. Çünkü Câmiussağîr'de yer aldığı gibi zahiri rivayette
câriye
mevtasından
izin almakta hilaf yoktur. İki imama göre ise izin sadece hür kadın için gereklidir.»
Sonra bu
baliğe bir kadın hakkında verilir. Küçük kadın ise kocası
kendisinden izin almadan azl
yapabilir. Nitekim
bu durum Köle Nikâhı bahsinde geçmiştir.
«İzinsiz de caizdir denildi ilh...» El-Hindiye'de Kitâb'ın cevabının za-hirinden anlaşılıyor ki, 'kist
izinsiz bunu
yapamaz. Fakat burada yapabilir, geçti. Nitekim
bu durum El-Kübra'da da böyledir.
Kişi hanımını
azil-den men edebilir. Kerderî'n'in el-Vecâzi'nde hüküm
böyledir.
Ez-Zâhîre'de sadece
sarihin söylediği kaydedilmiştir.
Köle nikâhın-da el-Hâniye ve başka
kitablara
tabi olarak bu
kaide üzerinde yürünmüştür.
Biz orada En-Nehr'den bir bahis takdim
ettik ki
kadınların
yap-tığı gibi kadın rahminin ağzını
kapatabilir. Bu da El-Bahr'daki «Kocası-nın iznini
almadan böyle
yaparsa haramdır» hükmüne muhalif
olarak böy-le yer almıştır. Lakin bu
El-Kübrâ'daki
kaideye de muhaliftir. Ancak bunu fesad korkusunun olmaması
üzerine hamledersek
olur. Düşün.
Ez-Zâhîre'de kadın
rahmine girmiş olan meniyi atmak isterse bu hu-susta söyle demişlerdir: Eğer
ruhun
üfürülmesi müddeti üzerinden geç-mişse
onun atılması mubah değildir. Bundan önce ise
meşayih, mubah
olup olmadığı hususunda ihtilâf
etmiştir. Ruhun üfürülmesi yüzyirmi
gün-le
hadiste
kaydedilmiştir. El-Hâniye'de denildi ki:
«Ben bu hükme kail de-ğilim. Çünkü o yumurta
avlanılan hayvanın esasıdır.
En azından bu me-niyi atan bir kadın, özürsüz ise günahkâr
olur.»
Tamamı «Ölü Yerlerin İhyâsı» bahsinden önce gelecektir. Allah hakikati daha iyi
bilir.
METİN
Herhangi bir
cariyenin
bedeninden faydalanmaya malik olan bir kişi istibrâ etmeden ona
yaklaşamaz. Mülk edinmek, meselâ satın almak, ba-badan miras kalmak, esir almak,
cinayeti
defetmek ve
kabzedildikten sonra alışverişi feshetmek ve benzeri yollarla
olabilir. «Cariyeden
fayda-lanma» kaydını getirdik ki ileride geleceği gibi erkeğin
hanımının satın alması tarifin dışına
çıksın diye.
Mülk edinilen
cariye
isterse bakire olsun, isterse bir köle veya ca-riyeden
satmalınmış olsun, velev
ki bu satan köle cariyeyi alanın köle-si dahi
olsa, -Mükâtebi gibi- bir de alışveriş
yapmasına
izin
verdiği köle
gibi. şu kadar var ki o kölenin bütün
kazancı borç ile kapsanmış
olacaktır. Aksi
takdirde onda
istibrâ olamaz. Bu ya cariyenin
mahremle-rinden onu satın alırsa, bu
mahrem de
cariyenin
mahreminin gayrisi ola-caktır. Çünkü yakın rahmi olursa cariye
azad edilir. Ve bu
çocuğun
ma-lından o cariyeyi
almış olursa, velev ki bu çocuk tıflı
olsa dahi. Bütün bu durumlarda
cariye ile
cinsî ilişki kurmak, -en sıhhatli görüşe göre- ilişkinin öncülerini dahi yapmak haram olur.
Çünkü
cariyenin gebeliği ortaya çıktı mı, bu işi başkasının
mülkünde icra etmiş oluyor.
Evet, o
cariyeyi -hayz
görüyorsa- bir hayz geçirmek
suretiyle eğer hayz gör-müyorsa bir
ayı geçirmek
suretiyle
istibrâ etmesi, gerekir.
Hayz görmeyen «aylar sahibinden»
maksad, cariye, küçük veya hayızdan ümidini kesmiş olandır.
Eğer bir aylık
zamanda yeniden hayz gö-rürse,
günlerle olan istibrâ bâtıl olur, bir hayz müddeti
beklemesi gere-kir. Hem hayzı kaldırılmışla yani tahareti uzayıp giden kadınsa, cariyeyse, kendisi
de esasen hayz
görenlerden ise, bu takdirde İmam Muhammed'e göre iki ay on gün istibrâ müddeti,
bekletilir.
Bununla da fetva verir. İstihzali bir kadını ayın başından on güne kadar bekletir,
sonra
cin-sî ilişki kurabilir. Bercendî ve başkası.
İyice öğren.
Hamile ise istibrâ hamlin vaz'iyle olur. Cariyeyi mülk edindiği zaman hayızlı ise, o hayz istibrâ
sayılmaz. Mülk
edindikten sonra kabzetmezden önce hayız varsa o da istibra sayılmaz. Mülk
ettikten sonra
kabzetmezden önce doğum yapmışsa o da
istibra sayılmaz. Nitekim hayz ve benzeri,
satıştan sonra
olursa ve fuzulî alışverişin caiz, geçerli sayılmasından önce kabızdan
sonra hasıl
olanla da
iddet çekilmez. Çünkü mülkiyet yok-tur.
Ortağının payını satınalmakla yani aralarında
müşterek olan bir ca-riyenin ortak payını satın almakla mülkü tamam
olduğundan dolayı is-tibra
etmesi yani
iddet çekmesi vacib oluyor. Kadın mecûsî veya mükâ-tebe ise gördüğü bir hayz,
istibrâsı için kâfi gelir. Şöyle ki, kişi mecû-sî bir cariyeye veya müslüman, fakat satınaldıktan sonra
kendisiyle
ki-tabet yapılan bir cariyeyi satın alırsa, bu da istibradan önce
ise, hayız gördükten sonra
mecûsî cariye
müslüman olur, mükâtebe akdine ma-ruz kalan cariye de kitabet aktindeki
malı verip
kendisini azad etmekten âciz olursa; bu mülkten
sonra mevcut olduğundan dolayı kâfi gelir.
Dâru'l-
İslâm'da efendisinden kaçmış bir cariye geri döndüğünde is-tibrâsı vacib değildir. Haniye.
Gâsıp bir cariyeyi gasbeder, ona dokunmadan Önce
cariye ilk sahi-bine dönerse yine
istibra yoktur.
Haniye.
Ücretle
verilen veya bir rehni açmak için verilen cariyenin de istibra etmesi gerekmez.
Çünkü mülk
yeniden peydah
olunmuş değildir. Eğer kabızdan önce
alışverişi kaldırırsa beyinin
yani satan
üzerinde
istibra yoktur. Tıpkı hıyar ile onu satması gibi. Çünkü önce o kabzedildi.
Sonra
muhayyerliğiyle
onu iptal etti. Evet, burada mülkünden çıkmadığı
için istibra yok. Eğer mudebbere
kıldığı veya ümmülveled olan cariyesini sa-tarsa ve müşteri onunla cinsî ilişki kurmazdan önce
kabzederse yine
du-rum böyledir. Kocası cinsi ilişki 'kurmazdan önce onu
boşarsa eğer istibradan
sonra kocası olmuşsa yine durum böyledir. İstibradan önce ise muhtar
fetvaya göre istibra vâcib
olur. Zeylâî.
Ben derim ki: El-Celâliye'de şu mesele yer almaktadır: Başkasının iddetini çekmekte olan cariyeyi
satın aldı, ve
kabzetti. Sonra üzerinden iddet geçti. Artık
onu yeniden istibrâya tabi tutmaz.
Çünkü
sebebin
mev-cut olduğu bir devrede satanın onunla cinsî
ilişki kurması helâl değildir.
İZAH
İstibra cariyenin
rahminde çocuk olup olmadığını ortaya
çıkarmak demektir. Bu istibra vacibtir.
Vücubu
üzerinde icmâ olduğundan dolayı
bazıları «onu inkâr eden kâfir olur» demiştir.
Sahabelerden meşhur olan-ları inkâr gibi. Alimlerin umumuna göre haberi ahadla sabit olduğundan
dolayı inkâr küfrü gerektirmez. Nitekim
en-Nazm'da bu yer almaktadır. İstibrânın
sebebi mülkün
yeniden oluşması, illeti cinsi ilişki iradesi, şartı ise
hamilde olduğu gibi meşguliyetin
hakikati veya
hamile
olmayanda olduğu gibi vehmedilmesidir. Hükmü
ise rahmin beraatini bilmektir.
Hikmeti ise hürmetli suların korunmasıdır. Fakat bu
sonradan olan bir şey olması sebebiyle
hükmün gereği
olarak elverişli değildir. Ama
sebeb böyle değildir. Çünkü o sebkat
etmiştir. Hüküm,
onun üzerinde
dön-mektedir. Eğer bazı gelen suretlerde olduğu gibi cinsi ilişkinin
olmadığını bilse
dahi böyledir. Dürrü Müntekâ.
İstibrâ'da esas Resulullah'ın Evtas Savaşı'ndaki tutsaklar
hakkında söylediği şu sözdür:
«Dikkat
edilsin, gebe ile cinsi
ilişki kurulmasın. Ta ki hamillerini vaz edinceye kadar. Gebe olmayanlar da
bir hayz ile
be-denlerinin meşgul olmadığını ortaya
koymadıkça onlarla da cinsi
ilişki kurulmasın.»
Hadisi Ebû
Dâvûd ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Hâkim «hadisin hasen ve sahih» olduğunu
söylemiştir. Bu umumdur. Zira tutsaklar bakireler ve bakire
olmayanlardan hali değildir. Yani
içlerinde bakireler ve bakire ol-mayanlar vardır.
Binaenaleyh bu hikmete tahsis
edilemez. Çünkü bu,
da-ima bir şekilde yürümez.
Hadisteki
«Hübâlâ» kelimesi hublâ'nın cemidir.
Hublâ gebe kadın de-mektir.
Hayalâ kelimesi
de hamli olmayan kadın manâsına gelen hail'in ço-ğuludur.
İstibrânın bir
kısmı vardır ki müstehabtır. O daha sonra gelecektir.
«Ve diğerlerinden ilh...» maksad, öpmek, boyna sarılmak,
müsâfaha etmektir.
«Kim ki cinsi ilişki
kurmakla bir cariyeden
menfaatlenmeye sahib olursa ilh...» ve
mülkiyeti de yeni
bir mülkiyet
ise demektir. (Yani eski-den de mülkü
idi, sonra kaçtı, tekrar döndü anlamında
değilse). Maksat sağ eliyle mâlik olduğu câriyedir.
Binaenaleyh eğer efendisi
kendisiyle cinsi ilişki
kuran bir cariye
ile evlenirse, Ez-Zâhîre'de yer alan
bir hükme göre, «Kocasının onu istibrâ görevi
yoktur. İmamın
katında hüküm böy-ledir.» Ebû Yûsuf, «İstihsânen istibrâ edecektir ki, iki kişinin tek
temiz-likte
aynı kadında cinsi ilişki kurması durumu olmasın» dedi. Ebû Hânife:
«Nikâhın akdi sahih
olduğu zaman,
onun rahminin Şer'an beri oldu-ğunu do
tazammun etmektedir. İşte istibradan
maksud da odur» dedi.
Cariyenin efendisi hakkındaki konuşma kaldı. Ez-Zâhîre'de dedi ki: «Efendisi cariyeyi satmak
istediği zaman
eğer onunla cinsi ilişki kuru-yorsa müstahab odur ki onu istibra etsin,
sonra satsın.
Cinsi
münasebet-te bulunduğu cariye evlenmek istediği zaman onlardan bazıları onunla cinsi ilişki
kuruyorsa ulema «onun istibrasını beklemek
müstahabtır» de-diler. Fakat sahiha göre istibra
burada
vacibtir. Es-Serâhsî de buna
mey-letmiştir. Fark şudur: Satışta
müşteriye istibra vacibtir.
Ama burada
de-ğil. Böylece maksad hasıl olur, onu satıcıya vacib kılmanın da manâsı kalmaz.
El-Münteka'da
Ebû Hânife'den: Kullanmakta olduğu cariyeyi is-tibra etmeden
satması mekruhtur.»
rivayet edilmektedir.
Ve onların
benzeri ilh...» sözünden maksadı hibe, hibeden caymak, sadaka,
vasiyet, hul'a bedeli,
sulh bedeli, kitabet veya
ıtk veya icare gibi durumlardır.
«Bakire dahi olsa istibra lazımdır ilh...» Çünkü
hüküm sebeb üze-rinde dönmektedir. O da mülkün
hudududur.
Çünkü bu daha önce sebkat etmiştir.
Kuhistânî bunu söyledi.
Ebû Yûsuf
«Cariyenin rahmi satanın suyundan boş olduğunu yüzde yüz biliyorsa
istikraya lüzum
yok.» diyor.
«Eğer borç ile her tarafı kaplı ise ilh...» ibaresinden maksad, borcun onun boynunu,
elindeki malı
.kapsamıştır. Ve bu Ebû Hânife'nin katında böyledir. Çünkü efendisi o
zaman onun kesblerinden hiç
bir şeye malik
değildir. İmameyn katında ise maliktir.
İtkanî.
Birinci görüş
istihsan. ikinci ise kıyastır. Haniye.
«Eğer borç
bütün borcunu kapsayıcı değilse
ilh...» Yani hiç yoksa o zaman istibra
bahis konusu
değildir. Bu
durum da cariye kölenin ka-tında hayız gördüğü takdirde böyledir. Ama efendisine hayz
görmezden evvel cariyeyi
satarsa efendisi onu istibra etmek mecburiyetindedir. Velev ki izin
verdiği köle
borçlu değilse dahi. Nitekim bu du-rumu
Vehbânîye'den Şurunbulâlî
nakletti ve müellif
de Metni
Dürer'de bu-na işaret etmiştir.
«Eğer cariyeyi yakın
olmayan mahreminden satın alırsa ilh...» mese-lâ
satanın annesidir, kız
kardeşidir, veya
süt kızıdır veya babasının veya
oğlunun hanımıdır veya satan kişi o cariyenin
annesiyle veya
kızıyla ci-ma etmiştir, bu takdirde
istibrâya lüzum yoktur.
«Cima
davetlisi durumlar da böyledir ilh...» Öpmek, boyna sarılmak, ferce
şehvetle ve şehvetsiz
bakmak gibi durumlardır. İmam Muhammed tutsak cariyede cinsi ilişkilerin
isteyikcileri onu haram
kılmadı dedi. Kuhistânî.
«En sıhhatli
görüşe göre'ilh...» ibaresi
cinsi ilişkinin öncülerine ka-yıt
olarak zikretmiştir. Onun için
onu bu tarzdan
ayrı zikrettiler. O da bazılarının: «cimaa
davet eden davranışlar» sözünden ihtiraz
etmeleri için. Çünkü cinsi ilişkinin haram olması
suyun karışmaması Nesebin ka-rışmaması
içindir.
«Muhtemeldir
cimaın öncüleri ilh...» Cariyenin gebe olması ihtimali vardır. O vakit satan «bu çocuk
benimdir» der; böylece
onun başkasının mülkünde tasarrufu böylece ortaya çıkmış
olur. Fakat bu
T. de dediği
gibi tutsak olarak gelen cariyede bu şekilde tezahür etmez.
«İstibra süresini geçirinceye kadar ilh...» Eğer istibrâdan önce ca-riye ile cinsi
ilişki 'kurarsa
günahkâr olur.
Artık ondan sonra istibrâ, o ilişki
kuran için bahis konusu değildir. Nitekim bu
durum
Es-Sirâciye, El-Mubteğâ ve Şurunbulâliye'de yer
almaktadır.
«Hayzı
kesilmiş ilh...» ibaresi el-Minâh ve ed-Dürer'de yer almıştır. Eş-Şurunbulâliye buna itiraz
etmiştir.
Şöyle ki: Eğer bundan hayzdan ke-silmiş olan kadınlar kastedilmişse
zaten bu ibare daha
önce vardı.
Eğer temizlik hali uzayan kadın
hakkında ise devam eden ve uzanan bir
ka-dın
kastedilirse «eğer hayzı kalırsa» ibaresi bunu ortadan
kaldırmış olu-yor.
Ed-Durru'l-Münteka'da şu hüküm vardır: Bil
ki hayzı kesilen kadın o kadındır ki sinnen baliğ
olmuştur,
fakat daha hayza girmemiştir. Böyle bir kadının hükmü ittifakla küçük
bir kızın hükmü
gibidir. Hayzı
ortadan kalkmış kadın ise o hayza
girmiş, velev ki bir defa olsun. Sonra
hayzı ortadan
kalkmış ve uzanmış gitmiştir. Bunun için de buna «temizlik»
müd-deti uzanmış kadın»
deniliyor.
Fakat burada
hilaf vardır. İşte bu ince-lik Ed-Dürer'in muhaşşisi Es-Şurunbulâliye'ye
gizli kalmıştır.
Düşün.
«İmam
Muhammed'e göre ilh...» şeklindeki
ibare İmam Muhammed' in bilâhare kabul ettiği noktaya
işarettir. İmam Muhammed daha önce dört ay on gün
beklenmesini söylemiştir. Zahir rivayeye
göre
o kadın hamile olup olmadığı ortaya çıkıncaya kadar
bekletilecektir. Meşayih
bu ortaya çıkma
zamanı
konusunda ihtilaf etmiştir. En ihtiyatlı
görüş iki senedir. Ve en şefkatli olan da budur.
Çünkü iki sene öyle
bir müddettir ki cariyenin nikâhtaki
rahmi başmüdür değil midir, bilinmesine
elve-rişlidir.
Mülki yeminde ise bundan daha az olması
evlâdır. «Bununla fet-va verilir ilh...»
Eş-Şurunbulâlî
El-Kâfî'den bunu nakletti.
«Mustehaze bir
kadın ayın başında on gün terkedilir ilh...»
Bu adeti-ni bilen bir kadın için geçerlidir.
Böyle olunca da hayz müddeti on gün-dür
diye bir müddet tayin edilmez. Bir de
ilk baliğ olduğu
anda kan ak-maya
başlamış ve devam etmiş kadın için bu
fetva geçerlidir. Çünkü onun hayzı on
gün, tuhru ise
her ay yirmi gündür. Zahire göre musan-nifin kelâmı buna hamledilmektedir.
Hayret
yani şaşkınlık içinde olan bir kadın için bu
geçerli değildir. Yazılsın. El-Kuhistânî'nin El-Muhît'ten
nak-lettiği
ibare şöyledir: Eğer istihaze kanına
müptela bir cariyeyi
satın alır-sa ki bu cariye
hayzını
bilmiyorsa ayın başından on gün terkeder. Öyle
ise bu bilgisizlik kaydıyla kayıtlıdır. T.
Ez-Zâhîre'de
de El-Kuhistânî'nin benzeri vardır.
«Hamile kadında ilh...» Zina yoluyla dahi olsa hamile bir cariyenin
istibrâsı hamilinin vaz'iyledir.
«Mülkten sonra
ve kabızdan önce olan istibraya itibar
yoktur ilh...»
Yani bayi'den veya
bayi'in vekilinden kabzetmeden önceki istibraya itibar yoktur.
Eğer satılan
cariye adil
bir kimseye parası verilinceye kadar tes-lim edilirse
ve cariye o adil kişinin yanındayken
hayz görürse yine de bu, istibradan sayılmaz.
El-Hazane böyle dedi. Kuhistânî.
«Doğurmakla da
istibra olmaz ilh...» Yani nifâs -lohusa- müdde-tinden sonra tekraren istibra
edecektir. Fakat burada Ebû Yûsuf muhalefet etmiştir. Kuhistânî.
«Ve hayzın
benzeri ilh...» dediği üzerinden bir
ayın ve doğumun geç-mesi kastedilmektedir.
T.
«Fuzulî bey'in
caiz, geçerli sayılmasından önce ilh...» ibaresine
ge-lince, bu hüküm cariyenin
iki kişi
arasında ortak olduğunu, birisi ortağının iznini almadan onu sattığı şekli de kapsamaktadır.
el-Velvâliciye'de de böy-le yer almaktadır.
«Çünkü
sıhhatli bir akde dayanan kâmil bir
mülkiyet yoktur ilh...»
Aksi takdirde fasit bir satın alma kabız mülkiyeti
ifade eder. Nitekim bu yerinde bilindi. H. Bunun
benzeri es-Sa'diye'de
de vardır. Bunun için ba-liğe ayıptan veya
fesattan ötürü kabızdan sonra
reddedilene de istibra vacibtir. El-Bezzâziye'de böyle hüküm vardır. El-Velvâliciye'de
reddetme
yetkisini kazaya
yani kadının hükmüne bağlamıştır.
«Bir hayz kâfi
gelir ilh...» Benzeride yeter.
Kabızdan sonra gördüğü bir hayız ve
benzeri kâfi gelir.
Hidâye.
«Veya cariye mükâtebe ise ilh...» ibaresine gelince, yakın bir yerde hileller bahsinde
gelecektir ki
müşteri satın
aldığı cariye ile kitabet akti yaptığı
zaman istibra düşer. İşte burada «kâfi gelir»in
manâsı acaba ne demektir?
Sonra gördüm ki müellif bunu da
böylece müşkül saymakta-dır. Biz,
Allah'ın
inayetiyle bunlar arasındaki muvafakati zikredeceğiz.
«Çünkü ilh...»
O hayız mülkten sonra meydana gelmiştir ibaresi kâfi gelirin
nedenidir. Yani kâfi
gelmesi istibra sebebinin varlığından sonra hayzın
meydana gelmesidir. Cinsi ilişkinin
bunun
istibra yerine
kaim olup kâfi gelmesine mani değildir. Tıpkı bir adam ihramda olan
bir cariyeyi satın
alır.
Cariyenin ihram halindeyken hayıza
girmesi gibi. İtkanî.
«Yani
Darulislâm'da ilh...» sözüne gelince, yani o Darulislâm ki harb ehli orayı yurdlarına
katmamışlardır, eğer onu yurtlarına 'katarlarsa onla-rın mülkü olur. Binaenaleyh onların mülkü olan
bir cariye
sahibine her-hangi bir yoldan iade olunursa bütün görüşlere göre istibra
sahibine
gö-redir. Eğer
cariye darulharpte durursa,
sonra gelip sahibinin eline geçer-se İmamın kavline göre
istibra vacib
değildir. Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmemişlerdir. mameynin katında istibra
vacibtir.
Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmişlerdir. El-İtkânî ve başka müellifler
de bunu ifade ettiler.
«Gasbeden, cariyeye
dokunmazsa ilh...» ibaresine gelince, bazı nüshalarda «onu
satmazsa» ibaresi
vardır. Ve bu
ibare daha doğrudur. Ve Eş-Şurumbulâlî'deki ibareye uygundur. Şurunbulâlî'de şu
hüküm de
vardır: «Eğer onu satarsa ve müşteriye
teslim ederse, sonra kendisin-den gasbedilen
kişi o cariyeyi mahkeme
kararı veya rıza ile elde ederse
eğer müşteri onun gasb malı olduğunu
biliyorsa malik
üzerine istibra vacib olamaz.» İsterse gasıbtan olan müşteri onunla cinsi
ilişki
kursun, isterse kurmasın.
Eğer müşteri satınaldığı zaman gasb olduğunu bilmi-yorsa, bununla
beraber cinsi ilişki
kurmamışsa onun için istibra
vacib değildir. Eğer onunla cinsi ilişki
kurmuşsa
vacjb
değildir, istihsana göre vacibtir. «Kadıhân'da
böyledir.»
Bununla
bilindi ki gasıp gasbettiği cariye
ile cinsi ilişki kurarsa sa-hibinin
eline düştüğü zaman
istibra vacib
değildir. Tıpkı gasıptan olan ve gasp
malı olduğunu bildiği halde cariyeyle
cinsi ilişki
kuran
müşterinin yaptığı gibi. Çünkü bu zinadır. Zinada istibra yoktur.
«Kabızdan önce
ilh...» ibaresine gelince, yani müşterinin kabzından önce demektir. Eğer müşterinin
kabzından
sonra olursa istibra lazım ge-lir, mecliste ikisi de ikâle anlaşması
yapsalar Ebû Yûsuf'tan
gelen riva-yete göre, ayrılmazdan önce akdi bozarlarsa vacib gelmez. Zahirîye.
«İsteğiyle onu
satması gibi ilh...» ibaresine gelince, yani burada hı-yarı
şart sadece satana vardır.
Nitekim «sonra
kendi hıyarıyla onu iptal ederse» ibaresi de buna işaret eder. O hıyarı şart müşteri
için de varsa,
kabızdan önce müşteri bunu feshederse, bütün bunlarda icmaen böyle-dir. Fakat
kabızdan sonra
feshederse imamın katında böyledir. İmameyne
göre satana istibra gerekir. Çünkü
müşterinin
hıyarı imameyne göre müş-terinin mülk edinmesine mani değildir. Fakat
İmama göre
manidir. Eğer
müşteri ayıp hıyarıyla satın aldığı cariyeyi geri verirse eğer o ayb mu-hayyerliği
ile
verirse bu
takdirde satana istibra etmek gerekir.
Çünkü bu müşteriye mülkün sabit olmasına
mani
değildir.
El-İtkânî bunu ifade etmiştir.
«Kabzedildi ise
ilh...» ibaresi kabzedilmeksizin olursa daha evlâ ola-cağı manâsını
ifade eder.
«Bayi üzerinde
istirdâddan sonra istibra yok ilh...» Çünkü alışveriş sıhhatli değildir.
Velev ki
kabızdan sonra
istirdâd olsa dahi.
«Eğer müşteri onunla cinsi ilişki kurmamışsa ilh...» ibaresine
gelin-ce, eğer cinsi ilişki kurmuşsa
istibra edecektir. Zeylâî ve
Nihâye.
T. dedi ki: «Müdebbere veya ümmül veled olan bir cariyenin satışı bâtıldır.» Kabızla da
satılan satın
alanın mülkü
olamaz. Binaenaleyh bu takdirde
müşterinin onunla cinsi ilişki kurması
zina olur ve
onun için
is-tibra bahis konusu değildir. Yazılsın.»
Bu hüküm gasp
edenden satınaldığı cariyeyle cinsi
ilişki kuran müş-terinin ilişkisi gibi olmalıdır. Bu
durum daha
önce geçti. Aralarındaki fark umulur
ki şu ölsün: İhtilaf şüphesi vardır. Çünkü
mudebbere cariyeyi sat-mak İmam Şafiî katında
caizdir. Ümmül veledin satın alınması hususun-da
İmam Ahmed'den bir rivayet gelmiştir. Madem ki
bazı imamların katında mudebbere ile ümmül
veled
cariyelerin satışı caizdir,
müşterinin böyle bir cariyeyi satın
alarak onunla cinsi ilişki
kurması
zina sayılmaz.
Onun için satan kişiye istibra vacib
oluyor. Geri aldığı zaman. Ama gasb meselesi
böyle değildir. İşte bana görünen budur.
«Eğer istibrâdan sonra onunla evlenmiş ise ilh...» yani mülküdür, evvelâ istibra yaptı, sonra
onunla
evlendi.
«Eğer istibradan önce ise ilh...» ibaresine gelince; yani istibradan önce ve kabızdan sonra evlenmiş
ise duhulden
önce yani cinsi ilişki kurmazdan önce kocası onu boşarsa en seçkin görüşe göre
malik üzerine istibra vacib olur. Evlenmeden sonra hayız
gören meselesi kalıyor.
Aca-ba bu hayız
istib raiçin kâfi midir? Zahire göre, evet kâfidir. Tıpkı evvela cariyeyi
satın alır, sonra onunla kitabet
akti yapar,
cariye hayıza girer ve borcunu
ödemekten aciz kalır meselesinde
olduğu gibi. Daha önce
geçti. Düşün.
«Bayi için
ilh...» sözünün doğrusu «müşteri
için»dir. Helâl olmaz iba-resine gelince, doğrusu
müşteri
içindir. Çünkü mahreminden satın alı-nan bir cariyede istibra
vacibtir. Ebussuud bunu ifade
etmiştir.
Ez-Zâhîre adlı kitapta; «Bir cariyeyi satın aldı, kabzetti
ve o cariye üzerinde talâk veya vefat
iddetinden bir
gün veya daha fazla veya
daha az var ise sonra onu istibra etmesj lazım değildir.
Çünkü kabız
halinde-vacib olmamıştır. Tıpkı cariye
nikâhla meşguldür, meselesinde olduğu gibi.
Çünkü
cariyeden cinsi ilişki mülkiyet
istifadesi yapmaz. Zahirenin: «Mül-kiyet istifadesi yapmaz»
sözü müşteri
yapmaz demektir.»
Zahirine bakılırsa satın aldığından bir lahza
sonra iddeti biten bir cariye için
istibra vacib olmaz. Bu
mesele mecusî yani ateşperest olan bir cariye konusunda müşkülleşiyor.
Zira kişi müşteri katında
hayız gör-mezden önce müslüman olan bir mecusîye cariyenin
îstibracı vacib ol-makla beraber
kabz veya beyi anında onunla cinsi ilişki kurması
helâl değildir. Aralarında şu fark yapılır: Mecusiyi
satın almakla cinsi
ilişki mülkiyetinden istifade etti. Fakat
hayız gibi biri mani olduğundan dolayı bu
istifade haram
olur. Ama başkasına iddetini
çeken böyle değildir. Çünkü daha önceki ibareden
insanın
zihnine ilk gelende olduğu gibi bu-rada hiç bir şey istifade etmemiştir. Cariye doğurursa o
çocuğun nesebi
kocadandır. Onu satın alandan değildir. Düşün.
METİN
Cariyeyi
satanın tuhur zamanında cariyeye yaklaşmadığını bildiği za-man istibranın düşmesine dair
çare aramasında bir beis yoktur. Eğer bu-nu kesinlikle bilmiyorsa o hileyi yapamaz. Bununla fetva
verilir O çare
şöyledir: Kişinin altında bir hürre kadın yoktur. Veya dört cariye
yok. Kişi evvelce
cariyeyi nikâhlar, kabzeder. Sonra
sahibinden satın alır. Ve der-hal onunla cinsi ilişki onun için
helâl olur. Çünkü istibra nikâhla
vacib olmaz.
İZAH
«Bir beis
yoktur ilh...» Bilmiş ol ki Ebû Yûsuf
dedi ki: «İstibrâyı dü-şürmek için çare aramakta
mutlaka
herhangi bir beis yoktur. Çünkü kişi
onun hükmünü iltizam etmekten imtina
ediyor. Zira
onu lazım
olduğu şe-kilde yerine getirmekten korkuyor.»
İmam Muhammed
mutlak bir şekilde bu hileyi mekruh görmüştür. Çün-kü bu
hile şer'i ahkâmdan
kaçmaktır. Şer'î ahkâmdan
kaçmak da mümin kişilerin
ahlâkından değildir. Eğer satanın cariyeye
yaklaşmadığını bili-yorsa Ebû Yûsuf'un görüşünü
tatbik eder. Eğer yaklaştığını biliyorsa İmam
Muhammed'in
sözü tatbik edilir. Çünkü Resulü Ekrem, «Allah'a ve son güne iman eden iki kişi için
bir tek kadın
üzerinde aynı temizlik anında bir araya
gelmeleri ve ikisinin de cinsi ilişki
kurması
helâl değildir.»
buyurmuştur. Şu temizlik
müddetinde satan cariyeye yaklaşmamış ise Resulullah'ın
bu yasağı tahakkuk etmemiş oluyor. Ebusuud şöyle dedi: «Hiç bir şey
bilmiyorsa, yani yaklaşmış
mıdır
yaklaşmamış mıdır, bu du-rumu bilmiyorsa zahire göre İmam Muhammed'in
kavline göre fetva
ve-rilir.
Çünkü rahmin meşgul olması zannedilir. Ben El-Allâme
Nuh Efendi'nin haşiyesinde aynı
fetvayı ihtiva eden ibareyi gördüm.»
«Bu
temizliğinde ilh...» Eğer satan hayız
halinde cariye ile cinsi iliş-ki kurmuş ise bu istibrayı
düşürmek için yapılan
hilede herhangi bir ke-rahet yoktur.
Kuhistânî.
«Yani dört
tane cariye ilh...» Eğer cariyeyi satın alanın altında nikâh aktiyle dört tane cariye varsa o
zaman istikra yapamaz.
Eğer musannif burada İbn-i Kemal gibi:
«Eğer onun altında nikâhı men
eden birisi
yoksa» ibaresini kullansaydı
kendi ibaresinden daha uygun olurdu.
«Onu nikâh
ettikten sonra kabzederse ilh...»
Yani kabz satın almak-tan önce olacaktır. Bu
El-Halvânî'nin
görüşüdür. Ez-Zeylâî bu görüşle Hidâye
sahibinin ibaresine itiraz etmiştir. İbn Kemal
bu kaydın
El-Hâniye adlı kitabta yer
aldığını zikretmiştir. Bu kayıt
lazımdır. Taki nikâhın fesa-dından
sonra satın alma hükmüyle olan 'kabz mevcut olmasın.
El-Hidâ-ye'deki görüş Serahsî'nin
sözüdür.
Bu
El-Mülteka'nın, El-Mevahib ve El-Vikâye'nin de zahiridir.
El-Kuhistânî
dedi: «Bizim söylediklerimizle yani
nikâhla kişi için ya-tak sabit olur.
'O yatak da şer'an
kadının
rahminin boş olmasına delâlet eder. Alış-verişle yani
satmakla ancak rekâbesini mülk
edinmiş olur.
Böylece ortaya çıktı ki musannif katında
seçilen, ihiyar
edilen Serahsi'nin sözüdür. O
Serahsi ki İmam Odur. Halvânî'nin sözünü terketmekten ötürü kişinin boynunda herhangi
bir
kınama
yoktur.»
METİN
Sonra hanımını
satın aldığı zaman istibrâ yine de vacib.olmaz. Ed-Dürer'de
Zahîruddin'den
nakledilmiştir ki; satın
almadan önce cinsi iliş-ki kurması şarttır. Bunun sebebini de
zikretmiştir.
Eğer kişinin altında hürre bir kadın varsa bu istibrânın düşmesi için satan,
satma olmadan ön-ce
onu güvendiği
bir kimse ile evlendirir. Nitekim bu
hüküm ileride gele-cektir. Veya satın almak
isteyen onu
kabzetmezden evvel güvendiği ve
altında hürre bir kadın olmayan bir kimse ile
evlendirir.
Veya cariyenin emri onun veya kendisinin elinde olmak şartıyla
evlendirir, dilediği zaman
eğer alan 'koca onu boşamaktan korkuyorsa boşatır. Sonra aynı cariyeyi satın alır. >kabzeder. Veya
kabzedip kocası onunla müşterinin kabzından sonra cinsi
ilişki kurmazdan önce boşar, böylece
istibrâ sakıt olur. De-nildi ki; Ebû Yûsuf'un yüzbin dirhem aldığı mesele
şudur: Harun er-Reşîd'-in
hanımı Zübeyde
'kocasına üzerine bir cariye satın
almayacağına dair ye-min aldı. Ve böyle bir
cariyeyi herhangi bir kimseden hibe olarak da kabul etmeyecektir.
Ebû Yûsuf dedi 'ki: Cariyenin
yarısını satın alacaktır
ve cariyenin diğer yarısı da ona hibe
'edilecektir. Böylece
yeminini tutmuş
olacaktır.
Mültekât.
Veya satın
aldıktan veya kabzettikten sonra müşteri o cariye ile ki-tabet aktini yapar. Nitekim
fatihlerin
mutlak zikretmeleri bunu ifade edi-yor.
Buna binaen kitabet ite kabızdan sonraki nikâh
arasında fark aranır. Musannif şeyhinden bizim ileride zikredeceğimiz
gibi bir bahis nakletmiş-" tir.
Fakat
Eş-Şurunbulâlî'de, El-Mevâhib'de
nakledildiğine göre kitabet kabızdan evvel olmakla
kayıtlandırılmıştır. Bu yazılsın. Derim ki ben, son-ra Mevâhibu'r-Rahmân'ın şerhi el-Burhân'ı
gördüm. Orada
mezkûr kayıt yoktur. Düşün. Sonra cariyenin rızasıyla kitabet feshedilir ve
efendisine istibrasız cinsî ilişki kurmak helâl olur. Çünkü kitabetle mülk zail olmuş-tur. Sonra
cariyenin
müsaadesiyle onu yeniledi. Fakat hakiki bir mülk yeniden oluşmadı. Onun için istibrâ
sebebi de gerekli olmadı.
Bu hilele-rin en kolayıdır Tatarhâniye.
İZAH
«Sonra nikâhlısını satın alırsa yine istîbrâ vacib olmaz ilh...» Bunun nedeni daha önce
geçti. Nikâh
bâtıl olur,
mehrin tamamı da kocadan düşmüş olur. İtkanî.
«Dürer'de nakletti ki, ilh...» Ed-Dürer'de de şöyle denilmektedir: «El-Fetâvâ's-Suğrâ'da
Zahîruddin
dedi: Büyük
fakihlerden birine ait olan İs-tibrâ
Kitabında gördüm ki, bu surette
müşteri için bu
cariyeyle ilişki
kurmak, ancak onunla evlenir, ilişki kurarsa helâl olur. Sonra
onu satınalırsa, ki satın
aldığında onu
mülk edinmiş oluyor; halbuki o daha
kendisin-den olan iddeti çekmektedir; onunla
cinsi ilişki kurmazdan önce satın alırsa bu tıpkı
onu satın almak gibi olur, nikâh bâtıl olur. Mülk
sabit ol-duğu
bir durumda ise nikâh bahis konusu olamaz. Böylece istibra ona gerekir. Çünkü
istibra sebebi yüzde
yüz tahakkuk etmiştir. O da mülkü yemin ile cinsi ilişkinin helâl
olmasını
peydan etmektir. Zahîruddin: Bu, el-Kitab'da zikredilmemiş ince ve güzel bir yorumdur, demiştir.
El-Fetâvassuğrâ'ın ibaresi buraya kadar
devam etmiştir.»
Ed-Dürer'de şu
da yer alır: «Bu hükmün bağlantı
noktası, mülk ve el koyma hakkı ihdası
olarak
belirtilmiştir.
El koyma ise burada peydan
olmamıştır.» Düşün.
Çünkü satın
almakla ancak o cariyenin rekabesini mülkedinmiş
olu-yor. Ondan önceki helâl olan
cinsi ilişki ise Şer'an
daha önce de Kuhistâniden naklettiğimiz gibi rahmin boş olduğuna delâlet
eder. Allah
daha iyisini bilir.
Ama Müellif
Ez-Zâhîre'de Zâhîruddin'in kelâmını naklettikten sonra: «Benim
katımda bu meselede
şüphe vardır
sözünü bunun için söylemiş-tir.»
T.
el-Hamevî'den naklederek dedi ki: «Allâme el-Makdisî hülâsa ola-rak üç görüş ortaya çıktı
demiştir.
A)Kabz ve
duhûlün daha önce olması şarttır.
B)Sadece kabzın şart olması vardır.
C)Mutlak olur.
Ve akidle iktifa edilir.
İşte bu üçüncü
görüş daha geniştir. İkinci görüş daha adildir. Fakat birinci
görüş böyle değildir.
Düşünülsün.»
«Güvendiği bir
kimseden ilh...» ibaresine gelince; yani istediği anda onu boşayabileceğine
güveniyor demektir.
«Nitekim ileride gelecektir
ilh...» kavline gelince, yani bir
satır son-ra gelecektir. Zaten burada
zikrettiğiyle
de buna ihtiyaç .kalmamıştır.
«Eğer kabızdan sonra olursa istibra sakıt olmaz
ilh...» Yani seçkin görüş budur. Nitekim Zeylâî'den
bunu daha önce
söyledik. Çünkü kabz anında satın alma
hükmüyle cariye adama helâl olur. Sebeb
mevcut
ol-duğundan dolayı istibra da vacib
olur.
«Veya satın
cumadan önce satan onu evlendirir
ilh...» Veya kabzetmezden önce
müşteri onu
evlendirir. H.
«Sonra onu
satın alır ve kabzeder ilh...» Bu kayıt «satan onu evlendirirse» kısmına aittir.
«Veya
kabzeder» kaydı ise müşteri onu evlendirdiği
zamana racidir. H.
«Koca onu
boşar ilh...» Cariyenin efendisi için
de o kocanın boynun-da mihrin yarısı lazım olur.
Cariyenin efendisi onu o borçtan beri edebi-lir. İtkanî.
«Müşterinin
kabızdan sonra ilh...» yani
müşteri kabzetmezden ev-vel boşarsa,
El-Asl'da olduğu gibi
ona istibra
gerekir. El-Hiyel kitabında satın aldığı vakte itibaren cariye başkasının hakkıyla meşgul
olduğundan
dolayı istibra yoktur. El-Asl'm rivayeti
üzerine kabzın zamanı itibar edil-miştir. Sahih de
budur. Zahire.
«O zaman istibra sakıt olur ilh...» Sebebin mevcut
olduğu anda se-beb de kabızla tekid edilmiş,
pekiştirilmiş, mülk koca*
müşterinin kabzın-dan sonra, cinsi ilişki kurmazdan
önce boşarsa istibra
düşer. Çünkü
istib-ra sebebin mevcut olduğu anda
vardır. Sebeb de kabzla tekid edilmiş mülkün
edinmesidir.
Bu cariyenin nefsi ona helâl olmadığı zaman böyle-dir. İstibrâ vacib olmaz. Eğer
ondan
sonra helâl olsa dahi hüküm değişmez. Çünkü nazari
itibara alınan durum sebebin mevcut olduğu
zamandır.
Nitekim başkasının iddetini çektiği
zaman gibi. Hidâye. El-Makdisî bu meseleyi ateşe
tapan cariye
hakkında müşkül saymıştır.
Derim ki: Helâllikten maksad satın almakla cinsi ilişki
mülkiyetini istifade etmektir. Bununla
yukarıdaki müşkül defedilir. Nitekim daha önce de
bunu tekid ettik. Düşün.
«Denildi ki ilh...» Ebû Yûsuf'un üzerinde yüzbin dirhem
aldığı mese-le. Bu, sarihin gizli
remizlerindendir. Çünkü bu kıssanın istibra çarele-rinde
hiç bir müdahalesi yoktur.
Fakat sarih
bununla
istibrâda müdaha-lesi olana işaret etmiştir. O da bu kavlin karşılığıdır.
İbn Şehne'nin
hikâye
ettiği hülasa şudur: Harunurreşid, Ebû Yûsuf'u bir gece huzuruna çağırdı.
Harun'un
katında İsa bin Cafer oturuyordu. Harun, Ebû Yûsuf'a: «Ben bu adamdan cariyesini
istedim. Bana
haber verdi ki onu satmayacağına, hibe
etmeyeceğine dair yemin etmiştir.»
Bunun üzerine
Ebû Yûsuf, İsa bin Cafer'e: «Yarısını Harunurreşid'e sat, yarısını da hibe et» dedi. İsa
da bunu yaptı. Resîd, istibrânın sakit olmasını
istedi. Ebû Yûsuf: «O halde cariyeyi
azad et, ben
cariyeyi senin-le evlendireyim» dedi. Harun cariyeyi azad etti. Nikâh kıyıldı ve Harun, Ebû
Yûsuf'a
yüzbin dirhem
ve yirmi takım elbise verilmesini emretti.
«Yarısını
satın alacaktır ilh...» sözüne gelince; doğru söylemiştir. .Çünkü o tam bir cariyeyi satın
almamış ve
kendisine doğru söylemiştir. Çünkü o
tam bir cariye'yi satın almamış ve kendisine de
tam bir cariye
hibe edilmemiştir. Bu delâlet eder -ki:
«yestevhibu» fiilindeki sin ve te harfleri
zaiddirler. Eğer
zaid olmasalar taleb için olacaklardı. Ona taleb-siz bir cariyeyi,
nikâhlı cariyeyi hibe
etti. Böylece keffarete
duçar olma düşürülsün. İstibra burada vacibtir. Çünkü mülk ve el peydan
olmuştur.
«Onların ıtlaklarının ifade ettiği gibi ilh...» sözüne
gelince, derim ki: Eğer ıtlaktan daha kuvvetli bir
şeyle muaraza
edilmişse onların ıtlak-larından bu istifade edilir. O da El-Hidâye'de sarahaten
söylenen şudur: Kabızdan sonra gördüğü bir hayızla iktifa edilir, mecusî olduğu veya mükâtebe
olduğu zaman.
Yani müşteri onu satın aldıktan sonra onunla ki-tabet akdi yapmıştır.
Sonra mecusî
cariye
müslüman olmuştur. Mükâtebe akdine
mazhar olan cariye de aciz kalmıştır. Çünkü sebebten
sonra bu
kitabet akdi olmuştur. Sebeb de burada mülk ve zilyedlik olmasıdır. Bu kabızdan sonra
cariye ile
kitabet akdi yaptığı takdirde istibrânm
vacib olduğunu sarahetle ifade
etmektedir. Bunun
vechi
zahirdir. Binae-naleyh buradaki hüküm kabızdan
öncekine hamledilir. Kaidelerin gerek-lerine
uysun bir de iki kelâmın arası bulunsun
diyedir.
«Nikâh ilh...» ibaresi
yerine en uygunu «nikâh etmesi» manâsını ifa-de eden «inkâh»tır.
«Nitekim bunu
ileride zikredeceğiz ilh...» (sözüne gelince;
kitabetle onun mülkü zail olur sözünde
bu
zikredilmiştir. Musannifin şeyhinden
nak-lettiği ibare şudur: Bunun izahı
belki şu olabilir: Cariye
kitabet
akdiyle efendisinin elinden çıkar. Çünkü hür bir el olur. Ve kesiblerine
herkesten daha
müstahak olur.
Böylece sanki kitabet akdiyle mülk
zail olmuş, or-tadan kalkmış sonra da Kitabet
akdindeki malı vermekte yeniden acze düşmüş gibi olur. Fakat hakikaten boyun mülkü yani
rakabe
mülki hadis
ol-mamıştır. Binaenaleyh
istibrayı gerektiren sebeb yoktur. En-Nihâye'nin
şu sözü de
bunu
süslendirmekte, tekid etmektedir:
Cariye mevlâsının mülkünden çıkmadığı zaman fakat mevlâsının elinden
çıkmış, sonra tekraren
onun eline
gelmiştir, böylesine istibra et-mek
vacib değildir. Hülasa olarak bunu söyledi.
Derim ki: Eğer bu fark doğru ise El-Hidâye'nin sarihler tarafından kabul edilmiş geçmiş sözü bâtıl
olur. Nasıl
bâtıl olacak? Halbuki istibrayı gerektiren sebeb mevcuttur. O da mülkün hadis olmasıdır.
Kabızdan
son-ra elde edilmiştir, fakat 'kitabet akdiyle el ortadan kalkmıştır. Ki -bu da cinsi ilişkinin
helâl olmasını gerektirendir. Rakabe mülkü kalmış, bu da kabızdan sonra onunla evlendiği zamanki
durum gibidir.
En-Nihâye'nin kelâmında bunu ifade edecek
bir ibare yoktur. Bilakis iddia edilir ki bu
muddeasının,
iddiasının hilâfına dair bir delildir. Çünkü En-Nihâye'nin ibaresi delâlet eder ki elin
zevali hiç bir
zaman muteber değildir ve bundan dolayı
da en Nihâye'de sabık kalmasında
dedi ki:
Bunun
benzerlerindendir cariyesiyle akdi kitabet yaptığı zaman. Sonra
cariye
aciz olur, kita-bette
zikredilen malı veremez. Veya cariyeyi muhayyer
olduğu halde sa-tarsa, sonra alış verişi iptal
ederse bu surette ona istibra gerekmez. Böylece onun kelâmı kişinin mülkünde ve evinde sabit
olan bir
cariye hakkında farzedilmiştir. Bu cariye
ile kitabet akdi yapar veya satarsa,
sonra bu
cariye evine gelirse o cariye hakkında kendisine
istibra gerek-mez. İnsaf gözüyle
tak, acaba
münazaa noktasını
bu ibare ifade eder mi? Münazaa noktası da şudur:
Kişi cariyeyi satın aldığı ve kabzettiği zaman onunla kitabet akdini yaparsa bu kişiden istibra
hükmü sakıt
olur. Nasıl olabilir ki? Eğer iba-re bunu ifade etse şunu
ifade edecekti ki muhayyerlikle
olan satış kita-bet gibidir. Halbuki benim bildiğime göre hiç kimse
bunu söylememiştir.
«Şurunbulâliye'de El-Mevahib'den nakledildiğine göre
kabızdan önce olması ile kitabet
kaydedilmiştir
ilh...» sözüne gelince: Çünkü Şurunbulâliye sahibi müşteri cariye
ile kitabet akdini
yapar, sonra
onu kabzeder, sonra cariyenin rızasıyla o akdi fesheder, El-Mevâhib
ve başka
kitablarda
böyle yazılıdır, o en kolay hiledir. Hele büyük bir mal
üzerinde veya yakın bir zamanda
bağlanırsa cariye bunu vermekten aciz kalırsa.
«Derim ki ilh...» Deniliyor ki, Eş-Şurunbulâlî, E!-Mevâhib
ve başka kitablarda böyledir, dedi.
Binaenaleyh
Şurunbulâlî'nin ibaresi birçok
kitabtan derlenmiştir. Eğer El-Mevâhib'in sahibi kaydı
sarahaten zikretmemişse
mümkündür ki ondan başkası sarahaten bunu zikretmiş olsun. T.
Derim ki: Eğer bu kaydı hiç kimse sarahaten zikretmemişse buna binaen
manâ bildiğin gibi'dir.
«Onun mülkü
zail olmuştur ilh...» sözüne gelince, evet takdiren zail olmuştur. Çünkü zail olan
hakikatte mülk değildir, eldir.
METİN
Nikâh bakımından
aynı kişinin nikâhı
altında olmaları mümkün olma-yan
iki cariyesi vardır. Mesela
kızkardeştirler veya
başkadır. Onları şeh-vetle öptü. İkisi de bunun için haram olurlar. Eğer birisini
öper veya cinsi ilişki kurarsa kendisine helâl olur. fakat diğeri helâl
olmaz. Öpmekte şehvet şarttır.
Fakat ellemekte ve bakmakta şehvet şart değildir. Şehvetsiz de olsa haramlığın sebebi
olur.
Böylece bakmakla
öpmek gibi ilişki-nin çağmaları da kişiye haram olur. Ta ki
kâfirlerin cariyeyi
istila etmeleri gibi fiiliyle olmayan bir fiille dahi birisinin tenasül
uzvu kendisine haram oluncaya
kadar. İbn Kemâl.
Bu cariyeleri
kendisine mülk edinmek suretiyle
hangi sebeble olur-sa olsun, bir kısmını dahi mülk
edinmek suretiyle
olur. Sarih bir nikâhla olur. Fasit nikâhla böyle bir hüküm sabit olmaz, ancak fasit
nikâhta cinsi ilişki hasıl
olursa. Veya azad etmekle, velev ki
bir kısmını veya kitabet akdini yapmakla
olur. Çünkü
kitabet akdi yapılan cariyenin de tenasül uzvu efendisine haramdır. Tedbir yani cariyeyi
mudebbere kılmak,
re-hin ve icare bunun hilâfınadır.
Derim ki: Müstahap odur ki Mülteka şerhinde geniş açıladığım gibi haram
olan cariye, üzerinde bir
hayz geçmeden ona dokunmamaktır.
Kuhistânî'de
yer aldığına göre: Bir erkeğin diğer erkeğin ağzını, eli-ni veya azalarından herhangi
birisini öpmesi
tahrimen mekruhtur. Kadının tanıdığı bir kadınla bir araya geldiklerinde öpüşmeleri
veya veda anında öpüşmeleri de tahrimen mekruhtur. Kınye.
Bu kerahet
hükmü eğer şehvetle olursa böyledir. İyilik
dostluk üzere böyle
bir öpüş, bütün alimlerin
katında caizdir. Haniye.
El-İhtiyâr'da bazı alimlerden rivayet ediliyor:
Kişi iyilik kastetmek suretiyle böyle yaparsa bunda bir
beis yoktur,
şehvetten de emin ise. Meselâ
bir fakîhin yüzünü öpmek ve benzeri gibi.
Bir tek elbise içinde olanın boynuna sarılmak da tahrimen mekruh-tur. Ebû Yûsuf bir tek elbise
içinde olanın
yüzünü öpmek ve boynuna sarılmakta bir beis yoktur, dedi. Eğer kişinin sırtında bir
gömlek veya bir cübbe varsa icmaen, boynuna sarılmak kerahetsiz caizdir. Ed-Dirâ-ye'de bu
görüş
tashih
edilmiştir. Metinlerin hepsi bu görüş üzerinedir. El-Hakâik'de şu mesele yer
almaktadır: Eğer
şehvet
olmaksızın sadece iyi-lik yoluyla
öpülürse icmaen caizdir. Musafahanın caiz oluşu gibi.
Çünkü musafaha
köklü ve mutevatir bir sünneti seniyyedir. Zira Allah'ın
Re-sulü şöyle
buyurmuştur: «Kim ki müslüman kardeşinin
elini musafa eder ve elini sallarsa
günahları dökülür.»
Musannifin,
Ed-Dürer, El-Kenz, El-Vikâye, En-Nikâye, El-Mecmâ', El-Mültekâ ve başka
kitablara
uyarak mutlak bir hükmü zikretmesi
onun mutlaka caiz olmasını ifade ediyor. Velev ki ikindi
namazından
sonra dahi olsa. Onların «o bid'attır şeklindeki
ifadeleri En-Nevevî'nin Ezkâr'ında ve
başkasının başka
kitablarda ifade ettikleri gibi
güzel bir mubah-tır. Mecmâ' Şerhinin Nevavî'den
naklettiği de
bunun üzerine hamledilir. Nakledilen şudur: «Sabah ve ikindi
namazlarından sonra
musafaha hiç bir
şey değildir.»
Evet, bu nakli
de onun üzerine hamlediyoruz ki
aralarında uyum sağlansın. Düşün.
Bu meselenin
tamamı El-Mültekâ üzerinde talik ettiğim kitabta geç-mektedir.
İZAH
«Nikâh
yönünden bir araya gelmezler ilh...» sözü işaret eder ki;
bü-roda nikâh kastedilmektedir.
Binaenaleyh
iki kızkardeşin zikredilmesi tem-silidir, kayıt değildir. Bu ibarenin zahiri anne ile kızını
kapsamaktadır. El-Kuhistânî'nin metni de bunun üzerinedir. Bununla beraber onları şeh-vetle
öperse musaharat haramlığı vacib olur. İkisi de birden onun için haram
olurlar.
Bir Mesele: Eğer bir cariye ile evlenirse ve onu daha cinsi ilişki kurmazdan o cariyenin kızkardeşini
satın alırsa bu satın almış olduğu cariye ile oynaşmaz.
Çünkü yataklık nikâhla sabit olmuştur.
Eğer sonra satın aldığı ile cinsi ilişki kurarsa o vakit yatak konusun-da ikisini
bir araya getirmiş
olur. İtkanî.
«Onları öpmesi ilh...» söyledi ve cinsi ilişkiyi söylemedi.
Çünkü ni-kâh kitabı bizi bu konuda
yeterince
aydınlatmıştır. Kuhistânî.
«Cinsi ilişki kurması helâl olur ilh...» Çünkü
eğer ikincisiyle cinsi iliş-ki kurarsa iki
mahremi aynı
nikâhta
toplamış olur. Daha önce ilişki kurduğuyla ilişki kurarsa böyle bir hüküm meydana gelmez.
Hidâye.
«Öpmekle şehvete itibar edilmez ilh...» ifadesi el-Kenz ve el-Hidâye'deki hükme muhaliftir.
En-Nihâye'de: «Şehvet
kaydını getirdi. Çünkü iki cariyeyi
şehvetsiz öperse sanki öpmemiş gibidir.»
denilmektedir.
Bu hükmün
benzeri El-İnâye'de vardır. Fakat Fethu'l-Kâdir'in «Nikâh-ları haram olan
kadınlar»
konusunda şu
ibaresi vardır: «Kişi öptüğünü ikrar ederse fakat şehveti inkâr ederse
burada ihtilâf
vardır. Bazı
fakihlere göre kişi tasdik edilmez, bazılarına göre onun
hilafını izhar etme-dikçe kabul
edilmez. Bazıları kabul edilir demişlerdir: Bazıları bu konuda tek görüş olmaz. Tafsile ihtiyaç vardır.
Baş ve alın
öpme tasdik edilir, ağızdan öperse tasdik edilmez, derler. En
kuvvetli görüş de budur.»
İki yanağı
ağza ilhak etmek açıklık kazanmıştır.
Derim ki: Böylece uyum sağlandı, Allah'ı tevfiki ile.
«Mülk ile ilh...» ibaresinden maksad mülk-i
yemindir. «Hangi sebeble olursa olsun»
ibaresi de bu
sebebi genelleştirmektir. El-İtkânî dedi ki: «Meselâ,
satın alma, vasiyet, miras,
hulu bedeli, kitabet,
hibe, sadaka gibi sebeblerle de mülk edinilirse yine
hüküm yukarda zikredildiği gibidir,
düşün.»
«Ancak duhul olursa ilh...» cinsi ilişki varsa. Çünkü duhul cariye üzerine iddeti
gerekli kılıyor. İddet
de sahih haramlığı gerektirmek hu-susunda sahih nikâh
gibidir. Hidâye.
BİR UYARI: Eğer mahremiyet kalkarsa eski
haramlık avdet eder. Sonra En-Nihâye'de
Mebsût'tan
şöyle nakledildiğini
gördüm: Cariyeler-den birisini diğeriyle cinsi ilişki kurmak helâl olur. Eğer
evlendirdiği
ca-riyeyi kocası boşarsa iddeti bittikten sonra birisini
evlendirinceye veya satmaya
kadar ötekiyle
ilişki kuramaz. Çünkü kocanın hakkı p cariye-den boşanma suretiyle
sakıt oldu,
iddetin
bitiminden sonra da herhangi bir etkisi kalmadı.
Evlendirmeden önceki hüküm böylece
avdet etti.
«Nitekim bunu
Mültekâ şerhinde detaylı olarak açıklamıştım ilh...»
Mültekâ
Şerhinin nassı şöyledir: «Lâkin müstahab odur ki onu mülkünden çıkarmak
suretiyle
mahremin
üzerinde bir hayız geçmeyinceye kadar el-lemektir.»
Derim ki: Bu müstahab olan ibra çeşitlerinden birisidir. O çeşitler-den
bir başkası da hanımını veya
cariyesini
zina ettiğini gördüğü zaman eğer gebe
kalmazsa onunla istibrasız cinsi ilişki kurabilir.
Eğer gebe kalırsa hamlini
vazedinceye kadar ona yaklaşamaz.
O istibra çeşitlerinden birisi de şudur: Hanımının
kızkardeşiyle veya halasıyla veya teyzesiyle veya
erkek kardeşinin veya kızkardeşinin kızıyla
şüphesiz bir şekilde onlarla zina ettiği zaman onun için
efdal olan
zina ettiği kadın istibra oluncaya
kadar hanımına yanaşmamasıdır. Eğer bu sayılanlardan
birisiyle
şüpheden ötürü zina etmiş ise onun
üzerine, yani zina edilen kadın
üzerine iddet vacib
olur. Yani
hanımına o zinaya maruz kalan kişinin
iddeti bitinceye kadar yaklaşamaz,
onunla cinsi
ilişki ku-ramaz.
İstibranın
müstahab olan çeşitlerinden birisi de bir kadının zina et-tiğini
gördüğünde sonra onunla
evlenirse en
efdali istibra etmesidir. Bu hüküm İmam A'zam ile Ebû Yûsuf
katıdadır. İmam
Muhammed'e
göre an-cak istibrâdan sonra onunla cinsî ilişki kurabilir. Başkasının cariyesiyle
evlenir veya müdebberesiyle veya ümmü velediyle azad edilmezden önce
evlenen bir kişi hakkında
da böyle cevap verilir. Cariyenin mevlâsı için de
durum budur. Nitekim El-Kuhistânî bunu
en-Nazm'dan
böylece nakletmiştir. Hıfzedilsin.
«Samimiyet yönünden olursa hepsinin katında boyna sarılmak, el öp-mek caizdir ilh...» imam
El-Aynî
bir kelâmdan sonra dedi ki: Böylece ki-şinin elinin, ayağının,
başının böğrünün öpülmesinin
mubah olduğu
bilindi.
Nitekim daha
önceki hadislerden alnın öpülmesinin
mubah olduğu bilindiği gibi. İki gözün
arasının,
iki dudağın
iyilik yönünden öpülmesinin caiz olduğu, ikram yönünden bunu yapmanın caiz olduğu
öğrenildi.
Ya-kında öpmek ve ayağa kalkmak
hakkındaki konuşmanın tamamı gele-cektir.
«Boynuna sarılmak do aynıdır ilh...» El-Hidâye'de:
«Erkeğin erkek elini veya ağzını veya
başka bir
azasını öpmesi veya
boynuna sarılması mekruhtur» dedi.
Et-Tahâvî: «Bu El-Hidâye'deki görüş Ebû
Hânife ile İmam Muhammed'in görüşüdür» dedi. Çünkü rivayet edildiğine göre Al-lah'ın Resulü,
Habeşistan'dan geldiği zaman Cafer'in boynuna sarılmış iki gözünün arasından öpmüştür. Ebû
Hânife 'ile İmam Muhammed'in de-lili şu riyavet
edilen hadistir:
«Resulullah «boyna
sarılmak» manasına gelen «mukâmea»dan ve öp-mek manâsına gelen
mukaâme den nehyetmiştir.»
Ebû Yûsuf'un
rivayet ettiği ise bu işin haram kılınmasından önceki •devreye
hamledilir. Âlimler
bir
tek izar yani
bir kat elbisede bulunduğu zaman boyna
sarılma hakkında hilaf vardır,
dediler. Eğer
üzerinde bir
gömlek veya bir cübbe de olursa
icmaen boyna sarılmakta bir beis yok-tur. Sıhhatli
görüş budur.
El-İnâye'de şu
hüküm yer almaktadır: Şeyh Ebû Mansur, hadisler arasında uyum sağlayarak şöyle
dedi: Muanaka'nın mekruh olanı şeh-vetli kısmıdır.
Musannif da bu
manayı «bir tek izarla muanaka mekruhtur» diyerek belirtti. Çünkü bir 'izar şehvete
sirayet eden
sebebtir. İkram ve samimiyet yönüyle
olan muanaka ise kişinin sırtında 'bir tek gömlek
alsa bile bunda beis yoktur. Bununla ortaya çıktı iki
mekruh olan diz kapakları ile göbek arasını
örten bir tek
elbiseli olduğu ve bedenin diğer
yerlerini açık bu-lunduğu devrededir.
Ebû Yûsuf'tan
daha önce gelen, El-Hidâye'deki hükme uygundur.
Anla.
«Eğer sırtında
ilh...» Yani onların her birisinin sırtında elbise varsa
demektir. Şerhu'l-Mecmâ'da
geçtiği gibi,
birbirlerinin boynuna sarılanla-rın üzerinde bir gömlek
veya cübbe varsa caizdir
deniliyor.
«El-Hakâik'de ilh...» Oradaki açıklamayı
biraz önce Hânjye'den nak-lettiğimiz açıklama
lüzumsuz
kıldı.
«Resulullah'ın zikredilen hadisi ilh...» Bu hadis,
Hidâye'de yer almak-tadır.
Allah'ın Resulü
buyurdular: «Mümin bir kişi diğer mümin ile rastlaşırsa
ona selâm verir, elinden
tutar, musafaha
yaparsa ikisinin de (güz döneminde) ağaçların yaprakları döküldüğü gibi günahları dökülür.»
Hadisi Tabarânî ve Beyhâkî
rivayet etmişlerdir.
«Nevevî Ezkâr'ında dediği gibi ilh...»
ifadesi şöyledir: «Bilmiş olunuz
ki musafaha her rastgelme
anında
mustahabtır. Halkın sabah namazın-dan sonra adet edindiği musafahanın ise,
bu vecih
üzerinde Şeriatta onun aslı yoktur. Fakat bunun bir zararı
da yoktur. Çünkü musafahanın esası
sünnettir.
Onların -bazı hallerde bunu korumaları ve çok hallerde de bu-rada ifrat etmeleri
veya
hallerin
çoğunda bunu ihmal etmeleri bu kısmın şeriatta
aslı varid olan musafahadan çıkarılmasına
sebep olamaz.» Şeyh Ebu'î-Hascn e! Bekri dedi ki: «Nevevî, sabah ve ikindiden sonra, kaydını
kendi
zamanındaki adete binaen söyledi. Zira bütün namazların arkasın-da
bugün de böyle musafaha
yapılmaktadır.»
Eş-Şurunbulalî'nin musafaha hakkında yazmış olduğu risalede du-rum böyledir.
Bunun benzeri
Şemsu'l-Hânûtî'den rivayet edilmiştir:
«Onun
meşruiyeti hakkında varid olan nasların
umumiliğinden delil getirerek fetva
vermiştir ve bu
sarihin metinlerin
mutlak ifadelerinden böyle kaydetmektedirler»
demesine de uygun geliyor.
Nitekim
deniliyor ki: Sadece namazlardan sonra musafahaya devam etmek bazı cahillerin bu
hususta
musafaha sünnettir itikad etmesine yol açar. Ve kanaat eder ki bu namazlardan
sonra
musafaha diğer
zamanlardakinden daha üstün bir özellik taşımaktadır.
Halbuki onların kelâmı-nın
zahirinden
anlaşılıyor ki, seleften hiç bir kimse bu vakitlerde musafaha etmemişlerdir. Böylece
«vitir
namazlarında üç Surenin bazı zaman-larda terkedilmekle beraber okunması
sünnettir»
demişlerdir. Bazı za-manlarda terkedilecektir ki vacib
olduğu sanılmasın. Tebyînu'l-Mehârim
adlı
kitab
El-Mültekat'tan naklediyor: «Namazdan
sonra musafaha her halükârda mekruhtur. Çünkü
sahabe namazların edasından
sonra mu-safaha etmemişlerdir. Bir de namazlardan sonraki
musafaha
rafizilerin sünnetlerindendir.»
Sonra Şâfiîlerden naklen İbn-i Hacer'den şunu naklediyor:
«Namaz-lardan sonra musafaha asli
Şeriatta
olmayan mekruh bir bidattir. Bu bi-dati işleyen
evvela uyarılır, sonra tazir cezasına
çarptırılır.»
Bunları
söyledikten sonra şöyle devam etti: «İbnu'l-Hâc -ki Mâliki ulemasındandır- El-Medhal'de
«Bu musafaha
bîdatlardandır.» Şeriatta musafahanın yeri ancak müslüman müslümana rastgeldiği
zamandır.
Na-mazların arkasında değildir. Şeriat o musafahayı nerede yapılmışsa oraya koymak
gerekiyor.
Namazdan sonraki musafahadan insanlar sakındırılır. Onu yapan şiddetle 'kınanır.
Çünkü o
sünnetin hilafını getirmiştir.» der. Sonra bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulundu.
Oraya müracaat
edebilirsin.
«Ondan naklettiği buna hamledilir ilh...» Nevevî'den başka alimler de başka kitaplarda bunu
nakletmişlerdir. Nevevî'nin Müslim şerhinde nakledilen bunun üzerine hamledilir. Nitekim İbn Melek
«Şerhu'l-Mecmâ'da» bunu sarahaten söylemiştir. Anla.
Derim ki: Bu hami yani yorum cidden uzak bir yorumdur. Zahire bi-naen bu İmam Nevevinin iki
kitabındaki reyinin
birbirine ters düşmesine mebnidir. Nevevî Müslim şerhinde böylece bir
musafahadan
meydana gelen mahzura bakmıştır. Ve bu özel olarak rivayet edilmemişliğine
bak-mıştır.
Hele El-Mültekat'tan: «Bu, Râfizîlerin sünnetlerindendir» sözünü naklettikten sonra,
Allah daha
iyisin bilir.
«El-Kınye'de Musafaha iki elle olur. Bunun
tamamı El-Mültekâ üze-rindeki şerhte vardır ilh...»
ibaresine gelince, ovucun içini diğer ovucun içine koyacaklar, yüzlerini
birbirine yönelteceklerdir.
Binaenaleyh
sadece parmakları tutup musafaha etmek musafaha sayılmaz. Fakat rafizîler
katında
bu şekilde musafaha yapılır. Sünnete uygun musafaha iki el ile ol-malıdır ve
eller arasında engel
olmamalıdır. Ve bir araya geldiklerinde se-lâm verdikten sonra olmalıdır. Ve birbirlerinin baş
parmaklarını ellerine almalıdırlar. Çünkü
başparmakta bir damar vardır ki, kalblerde sevgiyi
yeşertir. Hadiste böyle
gelmiştir. Bunu El-Kuhistânî ve
başkaları naklet-' mistir.
METİN
Erkeğin diğer
erkekle aynı yatakta yatması caiz değildir. Her birisi yatağın bir kenarında olsa dahi.
Allah'ın Resulü:
«Bir tek elbisede bir er-kek diğer erkek ile yatmasın,
bir tek elbise ile bir kadın
diğer bir
kadınla yatmasın» buyurmuştur. Erkek veya
kız çocuk on yaşına geldiği zaman
aralarını
«ayırmak vacib
olur. Kendisiyle kardeşinin, kızkardeşinin, anne-sinin,
babasının yataklarını ayırmak
vacib olur.
Çünkü Allah'ın Resulü (S.A.V.):
«Çocuklarınız on yaşına geldiklerinde yataklarını
ayırınız» bu-yurmuştur. En-Netef adlı eserde:
«Kişi altı yaşına geldi mi yatağını
ayır-ması gerekir.»
diyor. El-Müctebâ'da da böyle
denmiştir. Aynı kitab'da ay-rıca şu da
vardır: «Erkek çocuk şehvet
haddine vardı
mı ergin erkek gibidir. Kâfir bir kadın da bu hususlarda müslüman kadın
gibidir.»
Ebû Hânife'den
gelen bir rivayete göre hamam sahibi hamama
gelenlerin görülmesi caiz olmayan
yerlerine bakabilir. Ebû Hânife buradaki delilini
de sünnet olmaktan almıştır. Meselâ ergin bir insanı
sünnet et-mek
için avretine bakmak helâl olduğu gibi, bu da helâldir. Denilmiştir ki, büyük bir
insanın kendi
nefsini sünnet etmesi mümkünse kendisini sünnet etmelidir.
Eğer imkânı yoksa
kendisi sünnet
etmez, başkasına sünnet ettirir. Ancak
sünnetçi bir kadını nikâh yoluyla veya
sünnetçi bir cariyeyi satın almak yoluyla da sünnet olmak imkânı varsa onlar
vasıta-sıyla sünnetini
icra eder. Zahire göre büyük insan sünnet edilir ve
kesil-mesi gereken kabuğun çoğunun kesilmesi
de kâfi gelir.
Alim ve takva
sahibi bir kişinin elini öpmekte, -teberrük yoluyla olursa- bir beis
yoktur. Dürer.
Musannif
El-Câmi'den nakletti ki: Hakim ve adil bir sultanın elinin öpülmesinde beis yoktur. Hatta
bazıları bunun
sünnet olduğunu söylemiş-lerdir. Müctebâ.
Alimin başını
öpmek elini öpmekten daha güzeldir. El-Bezzâziye'de böyledir.
Alim ve adil sultandan
başkasının elinin öpülmesine ruhsat yok-tur. Tercih edilen görüş budur. Müctebâ.
El-Muhit'te:
«Eğer bir kişinin müslüman olmasını tazim ve ona ikram etmek
bakımından eli
öpülürse,
caizdir, eğer dünyalık için öperse mekruhtur» denilmektedir.
Eğer bir kişi bir alim ve zahidden «bana ayağını ver de öpeyim» diye
talebde bulunursa, o da
ayağını ona verirse ayağını öper. Bazıları «Ayak öpmekte ruhsat yoktur» demişlerdir. Nitekim bir
kadın diğer
bir kadının ağzı ve yanaklarını karşılaştıkları zaman veya
veda ederken öpmesinin
mekruh olduğu
gibi. Nitekim «kıyl»i öne alarak El-Kınye'de
bunu söyle-miştir. Bazı cahillerin
başkasıyla bir
araya geldiklerinde sanki onun eliymiş
gibi kendi elini öpmesi de böyledir,
yani
mekruhtur. Ve
bunda bir ruhsat yoktur. Mülakat
anında arkadaşının elinin öpülmesi ise mekruh-tur,
bu hususta
icmâ vardır. Bazı kimselerin alimlerin huzurunda veya büyük insanların huzurunda yer
öpmeleri de
böylece mekruhtur ve ha-ramdır. Bunu yapan, yeri
öpen ve rıza gösteren de günahkâr
olur. Bu,
putlara tapmaya benzer. Bunu yapan ile razı olanlar ibadet ve tazim yo-luyla olduğu
takdirde kâfir
olurlar. Eğer tahiyye
yoluyla
yani selamlaşma yoluyla
olursa kâfir olunmaz, fakat
günahkâr ve büyük
bir günah işlemiş olur.
El-Mültekat
adlı kitapta «Allah'dan başkasına
tevazu haramdır» de-nilmektedir. El-Vehbâniye'de:
«Caizdir,
hatta gelene tazim olsun diye
aya-ğa kalkmak menduptur.» sözü
vardır. Nitekim ayağa
kalkmanın caiz ol-ması gibi. Velev ki alimin huzurunda
okuyucu için ayağa kalkmakta ol-duğu gibi.
Bunun hükmü
nazmen ileride gelecektir.
FAYDALI
BİR NOT: Öpmek beş vecih üzerinedir:
1 - Sevgi
öpmesi. Çocukların yanaklarından öpülmesi gibi.
2 - Merhamet
öpmesi. Anne ve babanın başlarını öpmek.
3 - Şefkat
öpmesi. Kardeşlerin alnından öpülmesi.
4 - Hanım ve
cariye için şehvet öpmesi ki ağız
üzerinde olur.
5 - ikram öpmesi ki müminler için el üzerinde olur.
Bazıları «altıncı öpme olan din öpmesi konusu geçti. »
El-Kınye'de kabristanlarda ilgili konuda
şunu söylemektedir:
«Mushafın
öpülmesi vardır.»
Bazıları «mushafın öpülmesi bidattir» dediler. Lâkin Hz. Ömer'den gelen
rivayete göre o, her sabah
mushafı alır,
öper ve «Bu Rabbimin ah-dîdir,
menşurudur» derdi. Hz. Osman da Mushaf'ı öper ve
yüzüne sürerdi.
Ekmeğin öpülmesine
gelince, Şâfiîler «mubah bir bidattir» bazıları
da: «bid'atı hasenedir» derler.
Alimler «onu çiğnemek mektuhtur,
fakat öpmek mekruh olmaz» dediler. Bunu İbn-i Kasım, İbn-i
Hacer'in Şerhul Minhacı üzerindeki haşiyesinde söylemiştir. Bu da Velime
bahsinde geçmiştir. Biz
Hânefîlerin kaideleri de buna engel teşkil
etmemektedir. Bu eserde gelmiştir: «Sakın ekmeği
bıçakla parçalamayınız ve ona ikram ediniz. Çünkü
Allah ona ikram etmiştir.»
İZAH
«İki erkeğin aynı yorgan altında perde
olmaksızın yatmaları caiz de-ğildir
ilh...» Aynı örtü içinde
aralarında perde olmaksızın demektir. Gele-cek
hadisten anlaşılan da budur. El-İtkânî,
Hidâye'nin
hilafına
«El-Mukâme'a» kelimesini böylece tefsir etmiştir. Acaba
bundan maksad ikisinin aynı
elbiseye
sarılmaları mıdır yoksa birisi başka bir elbiseye sarılarak aynı yatağa
girmeleri midir?
Zahire göre
birinci görüştür. Onu Mecmau'l-Bihâr'da nakledilen de tekid etmektedir.
Yani ikisi
soyunarak, bir yatağa giriyorlar. Eğer
aralarında perde varsa tenzihen mekruh olur. Düşün.
«Oğlan veya kız on yaşına geldiğinde ilh...» El-Müctebâ'da gördü-ğüm gibi Es-Şir'a'da naklediyor:
«Çocuklar on
yaşa geldiklerinde ayrı ayrı yatırılırlar. Erkek ve kız çocuklar arasında perde gerilir.
Çocuklar ile er-keklik
çağına gelenler arasına da perde gerilmelidir. Zira bir
arada olma-ları fitneye
davet eder.
Velev ki fitne daha sonra olsa da.»
El-Bezzâziye'de «Çocuk on yaşına geldiğinde annesiyle, kız karde-şiyle aynı yatakta yatamaz. Karısı
ve cariyesi müstesna, başka bir ka-dınla da
aynı
yatakta yatamaz» denilmektedir.
Maksad mahzura girmekten korkarak uyku anında aralarını
ayırmak-tır. Çünkü çocuk on yaşına
geldiği zaman
artık cinsi ilişkiyi akledebilir. Onu bu fitneye düşmeden alıkoyacak
bir din de yoktur,
kendisi için. Çoğu kez kızkardeşi ve annesinin üzerine
düşebilir. Çünkü uyku istirahat za-manıdır,
şehveti de
tahrik eder. Veya uyku halindeyken elbiseler, ister erkek
ister kadın olsun, avret
mahallinin
üzerinden kayabilir. Bu, mah-zura yol
açar ve hassaten bu zamanın çocuklarında
haram
olan sarılma-lara sebsb
olur. Çünkü bu zamanın çocukları fasıklığı büyüklerden daha fazla
bilmektedirler.
Müellifin
«anne ve babasından da ayrı olacaktır»
ibaresi zahiren de-lâlet e-der ki, babasından da
annesinden de
ayrılır.
Yani onlarla beraber, onların yatağında
yatamaz. Çünkü böyle, bir durumda
onların arasında cereyan eden şeylere muttali olabilirler.
Fakat tek başına yatarsa veyathut da
kendisi babasıyla yalnız,
veya kız, annesiyle yalnız yatarsa
durum değişir. Erkek çocuk başka bir
erkekle veya
ecnebi bir kadınla da yata-maz.
Buna müsamaha edilemez. Çünkü fitneden korkulur.
Hele çocuk parlak yüzlü ise. Herne kadar böyle
uyumalarda bir şey oluşmazsa da o erkek
veya
kadının kalbi ona bağlanabilir. Başka bir zamandan
sonra da fitne hasıl olabilir. Bu tertemiz şeriat
ne güzel
dindir; fesadın kökünü söküp atmıştır!
Kim ki
davranışlarda ihtiyatı elden bırakırsa mahzurlara girmiş
olur. Darbı meselde «testi her zaman
sağlam kalmaz» denilmektedir.
«Müctebâ'da da
böyledir ilh...» sözü işaret eder ki metinden sonra buraya kadar olan kısımların
hepsi
Müctebâ'nın sözüdür.
«FahI gibidir
ilh...» tabiri geçmektedir. Bu, «baliğ ve ergin insan gibi-dir» demektir.
Nitekim
Tatarhâniye'de
fahl'ı böyle tevil etmiştir. Yani
av-rete bakmak, aynı yatakta yatmak hususunda baliğ
erkek gibidir.»
«Kâfir kadın
da müslim kadın gibidir ilh...» sözüne gelince, muhte-mel
ki burada: «Kâfirenin
müslüman kadına
bakması, müslüman kadının
müslüman kadına bakması gibidir.» hükmü
'kastedilmiş olsun.
Bu ise tercih
edilen görüşe aykırıdır. Daha önce musannif, «Zımmi bir kadın en sıhhatli
görüşe göre
ecnebi bir kişi gibidir.» kavliyle takdim etmiştir. Muhtemel ki maksad şudur: Erkek, müslüman
kadına baktığı
gibi kâfire kadına bakar.
Bunun
karşılığı Tatarhâniye'de yer alan hükümdür: Rivayet ediliyor ki
kâfire kadının saçına
bakmakta bir beis yoktur.
«Ebû
Hânife'nin hamam sahibi avret yerine
bakabilir ilh...» sözü ise mutemed bir söz değildir.
Çünkü
El-Vahbâniye'nin sarihinde bunun ne-denleri yer almaktadır.
Kişinin avret
mahallini hizmetkârları değil de kendi eliyle sıvazlaması, yağlaması, tedavi -etmesi en
uygun olanıdır. Sahih görüş budur. Çünkü bakılması caiz olmayan bir yerin ellenmesi de caiz
değildir.
Ancak o ye-rin üzerinde elbise varsa caiz olur.
İbn Mukatil:
«Başkasının avretini, tüyleri
düşürücü zırnık ile sıva-lamakta beis yoktur. Bu tıpkı
sünnet etmek
gibidir, fakat bunu yaptığı zaman
gözünü kapayacaktır» dedi.
Ben derim ki: Et-Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır:
«Fakih Ebu'l-Leys dedi ki: «Bu ancak
zaruret anında
olur.»
«Büyük insanın sünneti hususunda kendi kendini
sünnet eder denil-di ilh...» sözüne gelince, bu,
«Ebû
Hânife'nin «delili sünnet olmaktır» sö-züne karşı söylenmiş bir sözdür. Çünkü bu söz yaşlının
da gencin de sünnetini kapsayacak bir sözdür. En-Nihâye'de
de daha önce tesbit et-tiğimize göre,
sarihlerin de takrir ettikleri gibi, Ebû Hânife'nin
mutlak söylemesi gibi bir ıtlak
vardır. Zahir odur ki
bu tercih
edilsin. Onun için burada tafsilatı kîl» ifadesi ile tabir etti.
«Ancak sünnetçi bîr kadınla evlenmek veya cariye satınalmak müm-kün değilse ilh...» sözünü
el-Müctebâ'da
böyle gördüm. Fakat doğrusu «en» kelimesinden sonra gelen «la» kelimesinin
düşürülmesidir. Nitekim ben bunu bazı
nüshalarda böyle
gördüm: Bu, Tatarhâniye ve başka
eser-lerdeki hükme muvafıktır. Buradan maksad, kendisini
sünnet edecek bir kadınla evlenme veya
bunu .yapacak bir
cariye satınalma imkânına sahib olmamaktır.
«Büyük insan hakkında zahir odur ki
başkası onu sünnet edecektir ilh...» Böyle bir anlama
Hidâyenin mutlak ifadesine uygun olur. Düşün.
«En çoğunun
kesilmesi kâfidir ilh...» ibaresi
hakkında Tatarhâniye'de şöyle denilmektedir: baliğ
erkek kendisini sünnet etti. Fakat sünnet ye-rinin üzerindeki derinin tamamını kesmedi.
Eğer
yarısından fazlasını
ke-serse sünnet yerine gelmiş olur. Aksi takdirde bu, sünnet sayılmaz.»
«Musannif,
El-Câmi'den nakletti ki sultan ve mütedeyyinin elini öpmekte beis yoktur» Derim ki:
Musannifin bu
nakline ihtiyaç yoktur. Çünkü hakim ve mütedeyyin, musannifin daha
sonra gelecek
«Es-Sultan»
ta-birine dahildir. Zira sultan, saltanat ve velayeti olan
kişi demektir. T.
«Alimin, âdil sultanın elinin öpülmesi
sünnettir ilh...» demişlerdir. Eş-Şurumbulâlî dedi ki: «Aynî'nin
de işaret ettiği gibi; sen de bildin ki ha-disler
bunun sünnet olduğunu veya mendub
anlamına
geldiğini
ifade et-mektedirler.» Zahire göre sultan hakkında en iyisi onun elini öpmektir. Ta ki
emirlik azameti korunsun. Bu fetva yazılsın.
Müellifin
ibaresindeki «en ecved» tabiri, sevab bakımından en fazla-sıdır demek oluyor. T.
«En seçkini budur» tabirinden maksad, «El-Hâniye ve El-Hakâik'de-ki fetvalardan daha seçkindir,
demek oluyor.
Onlarda «ikram yoluyla
ve şehvetsiz olarak öpmek icmaen caizdir» ibaresi yer
almaktadır.
«Ayağım
öpmek isterse verir ilh...» Hâkim rivayet
ediyor: Bir kişi Allah Resulüne gelerek:
«Ey
Allah'ın
Resulü, iman yönünden artmama sebeb olarak tek bir
mucize bana göster» deyince
Cenab-ı
Peygamber: «Su ağaca git, onu bana çağır» dedi. Kişi ağaca giderek: «Allah'ın
Re-sulü
seni çağırıyor»
dedi. Ağaç gelerek Peygambere' selam
verdi. Ve Peygamber ağaca «yerine dön»
dedi. Ağaç da yerine dönüp gitti, yerleş-ti. Ravî der ki: Sonra Resul-ü Ekrem ona tein verdi. O da
Peygamber'in
başını ve iki ayağını öptü. Ve Resul-ü Ekrem buyurdu: «Bir kimsenin baş-ka birisine
secde etmesini emretseydim kesinlikle kadına,
kocasına secde etmesini emrederdim.»
B-Hakim. bu
hadisin isnadı sahihtir, dedi. Bunu Eş-Şurunbulâlî'nin risalesinden
aldık, der.
«Nitekim kadınların öpüşmesi ilh... Bunu önceden Kınye'den naklet-tiği için zikretmesi gerekmezdi.
T. Bu kerahet
-geçtiği gibi- şehvetle olması halindedir. Başkasıyla 'karşılaştığında kendi
elini
öpmesi keraheti tahrimiye ile mekruhtur.
O mekruhtur
ilh...» Kerahatten maksadının kerahet-i tahrimiyye hu-susu ve «bunda hiç bir ruhsat
yoktur» sözüyle
işaret etmiştir.
«İcmaen mekruhtur ilh...» yani bu elin sahibi âlim ve âdil değilse İslâm'ın tazimini
kastetmek bahis
konusu değilse
icmaen mekruh olur. İleride gelecektir 'ki müslümanın elinin öpülmesi selâmdır. Bu
da kelâm-ların arasındaki uyumu sağlamak için böyledir. «Bir araya geldikleri hal
müstesnadır»
denilmez,
çünkü biz deriz ki: Hz. Peygamber nerede musafahaya teşvik
etmişse bilinir ki, o, tazim
hususunda başkasından
daha evlâdır. Durum bu iken onunla nasıl eşitlik iddia
edilebilir. Sayıhânî.
«Eğer ibadet
ve tazim yoluyla yapılırsa küfür olur
ilh...» ibaresi iki kavlin bir araya getirilmesidir.
Zeylâî dedi ki: «Şadr eş-Şehid: «Bu secde ile insan kâfir olmaz»
dedi. Çünkü bununla selamlaşmak
kastedilir. Şemsu'l-Eimme es-Serahsi: «Eğer Allah'dan
başkasına tazim şekliyle secde edilirse kâfir
olunur» dedi.
El-Kuhistânî,
dedi ki: «Ez-Zâhîriye adlı kitapta: «Secde
ile mutlaka insan kâfir olur.» Yani ister tazim
yoluyla olsun, ister olmasın, başkasına secde etmek
insanı 'kâfir yapar. Ez-Zâhidî'de: «Selâm
hususunda baş
eğ-meği rükû' haddinin yakınına kadar
yaparsa secde gibidir» denilmiştir.
El-Muhit'te:
«Sultan ve başkasına eğilmek mekruhtur» denilmektedir..» On-ların
kelâmının zahiri
secde bu
öpmeye ıtlak olunur.
TAMAMLAYICI NOT: Meleklerin secdeleri hususunda
ihtilaf vardır. Denildi ki: onların secdeleri
Allah içindi. Şereflendirmek için Ademe
yö-neldiler. Tıpkı şereflendirmek için
Kâbeye yönelmek gibi.
Bazıları da : «Onlar selâmlaşmak ve ikram kabilinden Âdeme secde ettiler. Sonra bu secde
Resulullâh'ın
«Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi
emretseydim kesinlikle kadına,
kocasına secde etme-sini
emrederdim.» hadisiyle kaldırılmış, neshedilmiştir» dediler. Tatarhâiye.
Tebyînu'l-Meharim adlı kitabta denildi, ki: «İkinci görüş
sahihtir. Ade-me yapılan secde ibadet değil,
tahiyye ve ikram secdesidir.» Bunun için
İblis bu secdeden 'kaçınmıştır. Böyle bir secde daha
önceki şeriatlarda caizdi. Nitekim Hz. Yûsuf'un kıssasında
bu vardır.
Ebû-Mansur
el-Maturidî dedi ki: «Burada Kur'an sünnetle yani ha-disle neşredilmesinin delili
vardır.»
«Allah'dan başkasına tevazu haramdır ilh...»
sözüne gelince; yani dünyayı
elde etmek için nefsi zelil
kılmak haramdır. Aksi takdirde ken-disinden daha aşağıdaki
tabakada bulunanlara karşı zillet
kanadını
ger-mek hususu Resulullah'a da emredilmiştir. El-Beyhâkî'»in İbn Mes'ut'tan rivayet
ettiği
bu husus da
buna delâlet eder:
«Kim ki bir zengin için başını eğer, onu tazim etmek
ve onun yanında bulunan mala temah
bakımından
nefsini onu önüne koyarsa o kimsenin
mürüvvetinin üçte ikisi, dininin de yarısı gider.»
«Tazim için gelenin önünde ayağa kalkmak batta caizdir mendubtur ilh...» sözüne gelince;
Tabii,
gelen eğer tazime
layık bir kimse ise böyledir.
El-Kınye'de dedi ki: «Mescidde oturan
bir kişinin
yanına gelene tazimen ayağa kalkması, Kur'ân okuyanın, gelene tazim için ayağa
kalk-ması, 'eğer
gelen kişi tazime müstahak ise mekruh değildir.»
Müşkilu'l-Âsâr adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır:
«Başkasının önünde ayağa
kalkmak, bizzat
mekruh
değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi
için kalkmayı severse bahis
konusu
olur. Eğer kalkmasına
kıymet vermeyen bir kimse için
kalkarsa kerahet yoktur.»
İbn Vehbân
dedi ki: «Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstahab olması uygundur.
Çünkü ayağa kalkılmazsa
kin ve nefret düş-manlık oluşur, gelenin kalbinde. Hele ayağa kalkmanın
adet haline gel-miş
olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak felâkettir.
«Bu hususta
varid olan tehdidler ancak önünde
ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır.
Nitekim bazı
Türk ve Acemler böyle yaparlar.»
Derim ki: El-İnâye
ve başka kitablarda Eş-Şeyhu'l-Hâkîm
Ebû'l-Kâsım'dan rivayet edilen de bunu
tekid
etmektedir: Bu zatın huzuruna bir
zengin geldiği zaman ayağa kalkar, ona tazim eder. Fakat
fakirlere, ilim taleblerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden
bunun sebebi soruldu. Dedi ki: «Zengin bir
kimse benden tazim beklemektedir. Eğer ben bu
tazimi bıra-kırsam o zarar görür. Fakir ve talebeler
benden selâmlarına cevap ver-memi ve ilim hususunda
kendileriyle konuşmamı ancak benden
beklerler.»
Bunun tamamı
eş-Şurunbulâlî'nin risalesinde vardır.
«Kabe'nin eşiğini öpmek ilh...» diyanet yönünden
gelen bir tazimdir.
Ed-Durru'l-Müntekâ'da şu
hüküm yer almaktadır:
«Kabe'nin Rüknü Yemânisini öpmek hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları
sünnet,
bazıları bidat olduğunu söylemişlerdir.»
Kâmûs'ta «el-Menşûr» emri dağınık olan veya mühürsüz
padişah fer-manı demektir. Hz. Ömer'in
«bu benim
Rabbimin menşurudur» sözü «Rabbimin kitabıdır»-anlamındadır. Burada bazı
manâlardan tecrid vardır. T.
«Bizim kaideler buna mani değildir ilh...» sözüne
gelince, «Ed-Durru'l-Müntekâ'da denildi ki: «O
halde altı
üzerine altı daha ziyade
edilir. Bu da bidati mübahe veya hasenedir. Alim ve adil için el
öpmek sünnet,
başkası için mekruhtur, seçilmiş
görüşe göre Tahiyye manâsında yer öp-mek
haramdır.
Tazim manâsında öpmek ise küfürdür. Ki bu durum daha önce geçmiştir. Düşün.
«Hadiste gelmiştir ilh...» sözüne gelince, bizim
meşayihimizin şeyh! olan Şeyh İsmail
el-Cerrâhî,
El-Ehâddîsu'l-Muştehire adlı eserinde
der ki: «Ekmek ve eti bıçakla kesmeyiniz.
Tıpkı Acemlerin
yaptığı gibi
yapmayı-nız. Fakat onları dişlerinizle parçalayınız.»
Es-Sağânî «Bu
hadîs mevzudur» dedi. El-Müctebâ'da: «Ekmek
ve pi-şirilmiş eti bıçakla kesmekte
kerahet
yoktur» denilmiştir. Allah hakikati daha iyi bilir.
ALIŞ-VERİŞ FASLI
METİN
İnsan
pisliğini hiç bir şey »katılmaksızın satmak mekruhtur. Tezek satmak
mekruh olmadığı gibi
caizdir. Fakat İmam Şafiî burada muhale-fet etmiştir.
İnsan pisliği toprakla veya kumla 'karıştırılır
veya toprak ve kum maddesi fazla ise sahiha göre satılması sıhhatlidir.
Nitekim onun karışımından
intifa etmenin
de sıhhatli oluşu gibi. Hatta
katıksız insan pisliğinden de intifa
edilebilir,
menfaatlenilebilir. Mesela
gübre olardık kullanılır. Nitekim Zeylâî ve 'başka alimler bunu
tashih
etmişlerdir.
Bu, Hidâye'nin tashihine ters
düşmektedir. Zira tashihde ihtilâf vardır. El-Mültekâ'da yer
alan hüküm
şudur: «İnsan pisliğinden yararlanmak hük-münde satmak gibidir». Anla.
Kâfir üzerinde
bulunan bir borcu kâfirin şarap satmaktan aldığı pa-radan alınabilir.
Çünkü kâfirin
sarab satması sahihtir. Ama müslüman üzerindeki borç şarap parasından ödenmez.
Çünkü
müslümanın şarap
satması bâtıldır. Ancak şarabı bir zimmîyi vekil ederek sattırırsa o zaman mesele
değişir. Ebû
Hânîfe katında 'böyledir. Şaraptan
gelen paradan borç ödenir. İmameyne göre değildir.
Bu görüşe göre
eğer bir müslüman ölse, bir müslümanın satmış olduğu şarabın
parasını tereke
olarak bıra-kırsa varislerine bu parayı almak helâl değildir.
Nitekim Zeylâî bunu de-taylı olarak ele
almıştır.
El-Eşbâh'ta: «Haramlık
intikal eder. Bu da ancak ilimle beraber olur. Ancak varis
için değildir. Mal
sahibi onu
bildiği zaman olur.» denilmek-tedir.
Derim ki: Fasit alışveriş konusunda bu geçti. Fakat
el-Müctebâ'da yer alan hüküm şöyledir: Kişi,
kesbî haram olduğu halde öldü. Onun mi-rası helâldir.
Evet, bunu
dedikten sonra bunun hangi kitabta yer aldığını işaret etmiştir. Ve: «Biz
bu rivayeti
almayız, o, varisler üzerinde mutlaka ha-ramdır»
dedi. Uyan.
İZAH
«İnsan pisliğin birşey katılmaksızın mekruhtur ilh...» Fakat alışveri-şin bâtıl olmasını
gerektirmez.
Fakat
musannifin «insan gübresinin karışığının satışı sıhhatlidir»
de-mesinden anlaşılıyor ki, onun
katıksızının satışı bâtıldır. El-Kuhistânî bu-nu açıkça
söylemiştir.El-Hidâye'de de buna işaret vardır.
Ed-Durru'l-Müntekâ'da bunu El-Burcundî de ve o da El-Hizâne'den
rivayet etmişlerdir. Ve dedi ki:
«İnsanoğlundan
ayrılan her şeyin alış verişi de böyledir. Me-sela tüyleri, tırnakları gibi.
Bunların
alışverişi de
bâtıldır. Çünkü bunlar insanın bir parçasıdır. Onun için bunları
toprağa gömmek
vacibtir.
Ni-tekim bu durum Timurtâşî ile başka kitablarda yer almıştır.
«Tezeğin alışverişi caizdir. Yani zibil ilh...» Hayvan gübresinin satışı
sahihtir. Zibil, insan
dışkısından başka diğer canlıların tüm dışkılarını
kapsamaktadır. Şurunbulâliye.
«Toprak ve kum
insan dışkısından fazla ise onun alış verişi caiz olur ilh...»
El-Muhît, El-Kâfî ve
Ez-Zâhîriye'de
böyle denilmektedir. El-Hidâye, El-İhtiyâr
ve el-Muhît adlı eserlerde toprakla
karışıksa, ister toprak fazla olsun ister
olmasın,
alışverişi mutlaka sıhhatlidir diye
kaydetmektedirler. «Mutlak» burada da
kayıtlının veya iki rivayet üzerine veya
ruhsat ve istihsan
üzerine hamledilecektir. Fakat el-Attâbî'nin Ziyâdât'ında şu hüküm vardır: «Mutlak, ıtlakı üzerinde
cereyan edip
bırakılır. Ancak kayıtlanma-sının delili açıkça
veya delâleten ortada olursa
kayıtlandırılır.» Bunu ka-ide olarak
ezberle. Çünkü bu, fakih bir kimse için zarurî bir kaidedir.
Kuhistânî.
«Sahihe göre ilh...» El-İslah metninin ibaresi
şöyledir: «İnsan dışkısı toprak ve
kumla karışık ise
sahihde onun
alış verişi sıhhatli olur».
Sarihin ibaresi şöyledir: «El-Hidâye'de dedi: Bu, İmam
Muhammed'den rivayet edilmiştir ve sahih
olan da budur.» Anla.
«El-Multeka'da
İnsan dışkısından yararlanmak da hükmen alış
verişi gibidir denildi ilh...» Zahire
göre müellif,
el-Multeka'dan bu nakli katıksız insan dışkısından yararlanmanın tashihi, onun alış
verişinin de
caiz olu-şunun tashihidir hükmüne işaret etmek için yapmıştır. Müellifin
«anla» ibaresi
de buna dikkat
çekmektedir.
«Bir kâfir içki satar parasını alır, onunla
boynunda bulunan müslümanın borcunu eda ederse bu
caizdir, ilh...» Çünkü kâfirin içki satması caiz bir alış veriştir. Çünkü içki onun nazarında kıymetli bir
maldır. Binaenaleyh
onun parasını mülketmiş
olur. Bu paradan alacaklının alacağını alması helal
olur. Ama müslüman böyle değildir. Çünkü onun
nezdinde içkinin kıymeti yoktur. Böylece
içkinin
parası satınalanın mülkünde kalmış, de-mektir.
«Bir müslüman
satmış ise ilh...» ibaresini
Zeylaî'nin «onu satmış ise» ibaresi yerine
koydu. Ki
ibaresi: «İsterse
o kişiyi satan ölen bir müslüman olsun,
isterse onun vekaletinde başka bir
müslüman
olsun, hükmünü kap-sasın.»
«Zeylainin
açıkladığı gibi ilh...» Bu içki bedeli olan mal gasbedilmis mal
gibidir» dedi. En-Nihâye'de
dedi ki:
«Bizim mesayihimizden
bazısı «Şarkıcı bir kadının kazancı gasbedilen
bir mal gibidir. Ondan almak
helal olmaz» dediler.»
«Buna binaen
dediler ki: Eğer bazik denilen bir
nevi içkiden veya zu-lüm veya rüşvetten o malı
kasbettiği
halde kişi ölürse varisler böyle bir mirastan kaçınmalıdırlar. Ondan birşey alamazlar.
Böyle yapmaları onlar için en uygunudur.
O mallan eğer sahiplerini bilirlerse mal sahihlerine iade
edeceklerdir. Eğer bilmiyorlarsa o malları sadaka
olarak verecekler-dir. Zira (şu kaide vardır) pis
kazancın yolu
sahibine geri vermek mümkün olmadığı
takdirde onu tasadduk etmek, sadaka
olarak
vermektir.»
Fakat
el-Hindiye'de El-Muhteka'dan, o da Muhammed'den
rivayet et-miştir ki; «Ağıtçı
bir kadının
kazancı davul ve
mizmar çalanın kazancı, eğer
şartsız alırsa ve parayı veren de kendi rızasıyla
vermişse
helâldir.» Bunun benzeri El-Mevâhib
adlı (c)serde de yer almaktadır.
Et-Tatarhâniye'-de
Dilencinin
derlediği mal habistir» hükmü yer almaktadır.
«El-Eşbâh'ta îlh...» Şeyh Abdulvahab eş-Şa'rânî «El-Minen»
kitabın-da şöyle yazar: «Bazı
Hanefilerden
«Haram iki zimmete sirayet etmez» şeklindeki
nakilin manasını Eş-Şihâb bin
Şelebî'den sordum. Dediler ki: «Bu, bilinmediği duruma
hamledilmektedîr. Kim ki haraç kesen,
yoldan gecen
vergi alıp, sonra başkasına vererek sonra da ondan alıyor görürse; o mal o gören için
haram olur.»
Ez-Zahîre'de
Şöyle denilmektedir: «Ebu Cafer'den «Sultanın emriyle haram olan vergilerden «mal
kasbeden bir kimsenin durumu» soruldu: Onun malını bu durumu bilen
bir kimse için yemek helâl
olur mu?
Cevap olarak:
«Dini hususunda benim katında en sevimlisi yememesidir. Fakat hükmen eğer gasb
veya rüşvet olmazsa caiz olur, yani yenebilir.»
dedi.»
El-Hâniye'de der ki: «Bir kadının kocası zulüm (gasb) arazisindedir. Onun geliri gasb
değildir. Veya
aslı helâl olmayan malından bir kisve veya bir yemek satın alsa, o kadın bu maldan yiyebilir mi?
sorusuna o
kadın bu hususta genişlik içinde'dir. Günah kocasının boynunadır.» Hamevî.
«Bilmekle beraber haram intikal eder ilh...»
denilmiştir. Bilmek olmaz-sa Tatarhâniye'de şu hüküm
yer almaktadır: Adam bir cariye veya
bir el-bise satın alır. Bu da satanın malı değildir. Cariye ile
ilişki kurdu veya
elbiseyi giydi. Sonra onun
malı olmadığını öğrendi. Bu kişi hakkında İmam
Muhammed'in şu
rivayeti vardır:
«Cinsi ilişki de elbiseyi giymek de haramdır. Ancak müşteriden bu ha-ram düşürülmüştür.»
Ebu Yusuf'a
göre bu meselede, cinsi ilişki helaldir.
Hatta kişi o iliş-kiden ötürü ecir de alır. Eğer kişi
cariye ile
evlenir, onunla cinsi ilişki ku-rarsa sonra başkasının
nikâhında olduğu ortaya çıkarsa
durum bunun
tam hilâfınadır.
«Ancak mal
sahibini biliyorsa ilh...» O zaman
varise vacib olan, o malı sahibine
geri vermektir.
«Bu mal,
varisler için mutlaka haramdır ilh...» sözüne gelince, yani isterse varisler malın sahiblerini
bilsinler, isterse bilmesinler mal kendi-leri
için haramdır. Eğer bilirlerse
o malları sahiblerine geri
verirler. Aksi takdirde daha önce de Zeylaî'den naklettiğimize göre onu tasadduk
eder-ler.
Ben derim ki: Bu, biraz önce ez-Zahire ve el-Hâniye'den
naklettikleri-mizle çatışmaz. Çünkü yemek
veya elbise
haram malın aynısı değildir. Çünkü haram mal ile adam bir şeyi satın
alırsa Gasb
Kitabında
gecen tafsilata binaen yenmesi helâl olur.
Fakat bunu miras olarak bırakırsa mesele
değişir. Zira o haram malın aynısıdır. Her ne kadar kabzetmek.
malına karıştırmak suretiyle onu
mülk ederse de -İmamın katında- yine onu tazmin
etmezden önce onda tasarruf etmesi helâl olmaz.
Onun
varis-leri için de hüküm böyledir. Sonra zahire göre o malın
varisler için haram olması
dinendir,
hükmen değildir. Binaenaleyh
kasırın vasisi için böyle bir mirası
tasadduk etmek olmaz.
Kasır kişi baliğ olduğu zaman onu. tazmin eder. Düşün.
«Uyanık ol ilh...» Bununla, Eşbâh'ta yer alan ifadenin zayıflığına işaret etmiştir. T.
METİN
Mushafı süslemek
caizdir. Çünkü bu, mushaf için tazimdir. Nitekim mescidlerdeki nakışların caiz
oluşu gibi.
Mushafı ta'şir etmek yani üşür-lerini
belirtmek, noktalamak, irabını açığa çıkarmak da
caizdir. Böyle
yap-makla cidden okuyucular
için şefkat ve kolaylık oluşur,
bilhassa yaban-cılar için
yani Arapça bilmeyenler için bu kolaylık
daha çoktur.^Bu kaide-ye binaen
surelerin isimlerini
Mushafın
kenarına yazmak, ayet sayılarını yazmak, vakf alametleri
ve benzerlerini yazmakta
herhangi bir
beis yoktur. Böyle yapmak
güzel bir bidattir. Dürer ve Kinye.
Kinye'de, ahbâr ve benzerlerinin kâğıtlarını
mushafta, tefsir ve fı-kıhta kullanmakta
beis yoktur.
Ama yıldızlar
ve edebiyat kitablarında kullanmak mekruhtur denilmektedir.
Mushafı
küçültmek, ince bir kalemle onu yazmak «keraheti tenzihiye de mekruhtur.
Herhangi bir
şeyi bir fıkıh
veya benzeri ilimleri muhtevi kâ-ğıda sarmak caiz
değildir. Tıb .kitablarına sarmak
caizdir.
Zimmi bir kimsenin mescide,
hangisi olursa olsun, girmesi caizdir, imam Malik «hangi mescide
olursa olsun
girmesi mekruhtur» demiştir, imam Muhammed. İmam Şafii ve İmam Ahmed «Mescid-i
Haram'a girmesi mekruhtur» demişlerdir. Biz deriz ki:
Nehy burada teklifi değil
tekvinidir. Fakîhler
yolcunun cünub
olarak mescidden geçmesini caiz
görmüşlerdir. Durum böyle iken «onlar
yaklaşmasın haccetmesin,
umre yapmasın» ibaresinin manası yani
çıplak olarak, bu senenin
haccından sonra
hacca veya umreye gelmesin
demektir. Bu sene hicretin 9. senesidir.
Resul-ü
Ek-rem, Hz.
Ebû Bekr Sıddîk emir kılmış ve Hz. Ali de Berâet (Tevbe)
suresini ilan etmekle memur
edilmiştir.
Hz. Ali: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez, herhangi
bir çıplak tavaf edemez.» buyurmuştur. Hadisi Müslim
ve Buhâri ve başka muhaddisler rivayet
et-mişlerdir.
Bu hıfzedilsin. Ben derim ki: El-Cizye faslında! geçeni de unutma.
İZAH
«Mushafı süslemek
caizdir, ilh...» Ebû Yusuf'un
hilâfına Kur'ân altın ve gümüşle süslenebilir.
Nitekim bu hüküm daha önce
geçti.
«Nitekim mescid nakşında bu böyledir, ilh...» Ama
mescid mihrablarına bu nakışlar yapılmaz. Yani
buraları 'kireç ve altın suyu ile sıvanır. Bu da vakıf
malından olmamalıdır. Eğer vakıf
malından
olursa
mütevelli zamin olur. Ancak vakfeden onun benzerini yaparsa o vakit tazmin
etmekten
kurtulur.
Nitekim bu durum Vitir ve nevafil namazları bahsinin he-men önünde
geçmiştir. Bazıları
«Kıble
duvarlarını nakşetmek mekruhtur» dediler.
Eğer zararı yoksa
mescidin içinde kuyu
kazılması caiz olur. Çünkü her yönden
faidesi vardır. Kazan
bir kimse kazdığını zamin olamaz. Fetva da bu veçhiledir. Müellif el-Hindiye'den alarak bunu ifade
etmiştir.
«Kur'ân'ın
ta'şîri ilh...» yani on âyetin bitiminden onların işaretini koy-makta beis yoktur İnâye.
«Yani onun
i'rabını belirtmek ilh...» noktalandırmanın tefsiridir. El-Kâmûs'ta. «Harfî noktalandırdı
yani i'rablaştırdı» denilmektedir. Malumdur ki
noktalandırma ile i'râb ortaya çıkmaz.
Ancak şekille
çrkar. Sanki onlar bunu kapsayanı kastetmişler. Bu noktayı ifade ettim.
«Bununla
kolaylık oluşur ilh...» ibaresi İbn Mes'ût'tan:
«Kur'ân'ı başka işaretlerden
ayn tutunuz»
rivayetine işarettir. Bu durum onların zamanı-na mahsustur. Zaman ve mekânın
değişmesiyle çok
şeyler
değişir. Nite-kim Zeylaî ve benzerleri bu hususu tafsil etmişlerdir.
«Buna binaen
sûrelerin isimlerini âyetlerin sayısını, vakıf alametlerini
ve benzerlerini kovmakta da
beis yoktur
ilh...» Benzerleri de secde ala-metleri, tecvid işaretleridir.
«Haberlerin kâğıtlarını mushafa kapak yapmak veya
Mushaf için kullanmakta beis yoktur. İlh...»
Zahire göre
haberlerden maksad hadisler de-ğil,
tarihlerdir.
«Mushafı
küçültmek tenzihen mekruhtur ilh...» Yani hacmini küçült-mek. Mushafı en güzel
hatla
yazmak, en açık hatla,
en güzel en beyaz yaprak üzerine, en kalın
bir kalem ve en parlak bir
mürekkeble yazmak,
satırların arasını açmak, harfleri gösterişli,
Mushafı heybetli
eylemek
uy-gundur. Kınye.
«Fıkıh ve
benzerlerini muhtevi kâğıda birşey
sarmak caiz değildir ilh...» Fıkhın benzerinden
maksad, el-Minah'da denildiği-gibi -iki bunun benzeri El-Hindiye'de de yer almaktadır-
herhangi bir
şeyi içinde
fıkıh bahisleri yazılı bir kağıda sarmak caiz değildir. Kelâm kitaplarıyla da en uygunu'
bunu yapmamaktır. Fakat tıp kitabında böyle şeyleri sarmak caizdir. Eğer sargıda
kullanılan kâğıtta
Allah ve
Resulullahın ismi olursa onu silmek caizdir.
Yazının bir
kısmını tükürükle silmek de caizdir.
Tükürükle Allah ismini silinmesi
hakkındaki yasak
varid
olmuştur. Kur'an'ın yazısını tü-kürükle silmek
acaba Allah ismi gibi midir, başkası
gibi mi?
yorumu
açık-lanmamıştır. T.
«Zimminin mescide girmesi ilh...» El-Eşbâh'da yer
aldığına göre cünüb bile olsa girmesi caiz olur.
El-Hindiye'de et-Tetimme'den naklen şöyle denilmektedir:
«Müslüman bir kişi için havraya veya
kiliseye
girmek mek-ruhtur. Kerahet oraları şeytanların
toplantı yerleri olduğundan ileri
gel-mektedir.
Yoksa müslümanın buralara girmeye hakkı yoktur, demek değil-dir.»
,
Dikkat et, acaba kendisine
emân verilen veya savaşçı bir memleketin temsilcisi, elçisi olarak
gelenler bunun
gibi midir? Onların Allah Resulünün
Sakîf'ten gelen gurubu camide
konuklandırması olayıyla
caiz olduğuna delil olmasının muktezası, bunun caiz olmasıdır. Yazılsın T.
Mutlak olarak
ilh...» Yani İmam Azam'a
göre; İster Mescid-i Haram, ister diğer mescidler olsun,
zimminin oraya
girmesi caizdir. .
Zimmî Mescidi
Harama giremez» deyip de «Sakın onlar Mescidi
Haram'a yaklaşmasınlar» âyetini
delil
gösterenlere deriz ki: «Buradaki
nehy tekim değil tekvinidir.»
Müellif bu
cevabı Es-Sadiye'nin haşiyelerinden almıştır.
«Tekvini»
kelimesi «kadim bir sıfat olan takvine nisbettir. Maturidîlere göre;
fiili sıfatların hepsi bu
sıfata
bağlanır. Öyleyse «yaklaşmasınlar»ın manası. Allah onlarda yaklaşmayı
yaratmaz, demektir.
Tekvini emrin
mi-sâli, «İkiniz isteyerek veya istemeyerek geliniz» mealindeki âyettir. Teklifi emrin
misli ise, ki buna bazen de «tedvini emir» deniliyor. «Namazı kılınız» âyetidir. İkisinin arasındaki
fark aklen birincisinde yapmama bahis konu-su olmamasıdır. Ama ikincisi onun hilâfınadır. T.
Bunun hulasası
şudur: O, nehy suretinde menfî bir
haberdir. Düşün.
«Teklifi değildir ilh...» sözüne gelince, «Bu
kâfirler farzlara muhatab değildirler» kaidesine
binâen
denilmiştir.
«Yolcunun
cünüb olarak mescidden geçmesi caiz görülmüştür ilh...» sözüne gelince,
eğer: «Kâfir
cünubluktan
hali değildir, mescidi ondan uzak tutmak vacibtir.» hükmüne dair Şafiî delilini
zikretseydi
daha güzel olurdu. Onun kelâmının
hülasası şudur: Bu delil (yani
Şafii'nin delili) tamam
de-ğildir.
Çünkü fakîhler cünüb olduğu halde
yolcunun mescidden geçmesini caiz
görmüşlerdir. T.
«La
yekrabû»nun manası, yani «Hac Umre bu seneden
sonra, çıplak olarak yapılamaz» sözüne
gelince; bu, tekvini ibaresinin üzerine tefridir ve açıktır. Çünkü o günden sonra çıplak olarak hac ve
umreleri nakledilmemiştir. Nitekim cahiliyette çıplak olarak bu işi yaparlardı.
El-Hidâye'de denildi ki: «Bizim delilimiz
Resulullah'tan rivayet edilen şu haberdir: Kâfir oldukları
halde Sakîf Heyetini
misafir etti. Çünkü neca-set ve pislik
onların inançlarında vardır. İnançtaki
pislik camii telvîse sira-yet etmez. Ayet
istilâ edip despotça davranış yönünden
hazır olmaya
hamledimektedlr. Veya çıplak oldukları halde ziyaret edici olduklarına hamledilmektedir. Nitekim
cahiliye
adetleri böyle 'idi.»
Yani burada
yasaklanan şey camie girmek değildir.
Bunun böyle ol-madığına Sahih-i Buhâride yer
alan hadis delâlet etmektedir.
Bu hadis Ahmed bin Abdurrahman bin Avf'ın Ebû Hureyre'den rivayet
ettiği
Hadis-tir. Şöyle ki:
«Ebu Bekr
Sıddık beni Haccetül Veda'dan önceki haçta, Resulullah
tarafından emir seçildiği haçta,
bir cemaatle beraber gönderdi ve şunu ilan ettik: «Dikkat edilsin, bu seneden
sonra herhangi bir
müşrik hacca gelemez,
herhangi bir çıplak Kâbeyi zirayet edemez.» İtkanî.
«Hz. Ali bu sûreyi ilan etti ilh...» ibaresi gördüğümüz nüshaların ço-ğunda vardır. Fakat bu nüshada
«O devesinin
üzerinde Berâ (Tevbe) Sû-resini ilan
etti» ibaresi yer almaktadır. Ve T.nin üzerinde
şerh yazdığı
nüsha da budur. Ve dedi ki, «Devenin
üstünde Berae Sûresi'nin başından kırkıncı
âyete kadar
olan âyetleri ilân eden Hz. Ali'dir. Resulü Ekrem hac emiri seçilen
Ebû Bekr Sıddîk'tan
sonra Hz. Ali'yi
gönderdi ve o da gelerek Ebu Bekre iltihak etti. Bunun hikmeti:
Emredenin
Resulullah'ın
ailesinden bi-risi olması gereği dolayısıyladır.»
«Cizye faslında geçeni de unutma ilh...»
ibaresine gelince, orada de-di ki: «Onun Mescid-i Haram'a
girmesine gelince es-Siyer el-Kebir'de bu-nun men edildiği zikredilmiştir.»
«El-Camiussağir'de bu yoktur. Es-Siyerul-Kebir İmam Muhammed'in son telifidir. Zahire göre İmam
Muhammed bu
kitabında karar kıldığı hük-münü beyan etmiştir.»
Ben derim ki: Bunun neticesi şudur: es-Siyeru'l-Kebir'de yer alan hü-küm İmam Muhammed'in
üzerinde
reyinin istikrar bulduğu görüşüdür. Onun için
sarih onu biraz önce İmam Şafii ve İmam
Ahmed'le beraber zik-retti. Metin sahihlerinin burada zikrettikleri ise İmam Azam'ın sözüne
binaendir.
Çünkü çoğu kez metinlerin durumu
böyledir. Bunu düşün.
Sarih,
El-Cizye'de de zikretti ki onlar, yani
müşrikler, zimmiler, Mekke ve Medine'de yerleşmekten
de menedilirler. Çünkü Mekke ve Medine Arap
arazisindendir. Allah'ın Resulü «Arap
arazisinde iki
din bir araya
gelmez» buyurdu. Eğer kâfir ticaret için
Mekke ve Medineye gelirse caizdir.
Fakat
»kameti uzatmamalıdır.
METİN
Hasta zimmiyi
ziyaret icmaen caizdir. Hasta
Mecusî'nin ziyaretinde iki görüş vardır.
En sıhhatli
görüşe göre fâsık bir kimsenin ziyareti caizdir. Çünkü fâsık, müslümandır. Ve çünkü
ziyaret de müslümanların haklarındandır.
Kedi dahil
olmak üzere bütün hayvanları iğdiş yapmak caizdir. İnsan-ları iğdiş yapmaya gelince
bu
haramdır.
Bazıları «atın iğdiş edilmesi de haramdın» demiştir. Bunu
menfaatle kayıtlandırdılar. Aksi
takdirde haram
olur.
Merkebi kısrak üzerine çekmek bunun aksi gibi,
yani atı dişi merkeb üzerine çekmek caizdir.
Tedavi için
erkek için dahi olsa, tahir bir şeyle hükme caizdir. Fakat necis bir şeyle hükme yapmak
caiz değildir. Böylece
her tedavi ancak ta-hir bir şeyle
caiz olur.
En-Nihaye'de: «Müslüman
bir doktor haramde şifa vardır dese o ha-ramın
yerine geçen bir tedbir
yani ilaç da bulunmazsa haram ile tedavi olmak caizdir.»
denilmiştir.
El-Bezzâziye'de şu hüküm yer
olmaktadır: Resulullah'ın «Cenab-ı Hak sizin
şifanızı size haram
kıldığı
şeylerde kılmamıştır» hadisinin manası şifa
bilindiği anda haramlık kalkar. Demektir.
Bunun
delili de
boğaza tıkanan lokmayı
aşırmak ve susuzluğu gidermek için haram olan şeyi içmenin caiz
olmasıdır.
Bunu daha önce de söyledik.
Hakimin maaşının Beytulmal'den
(devlet bütçesinden) verilmesi caiz-dir.
Şu şartla ki beytulmal
helâl ve hak
ile derlenmiş olmalıdır. Aksi
tak-dirde helâl olamaz.
«Rızkı» dediği
şey, tâ ki hakime ve aile efradına her zamanda ne ka-dar yetiyorsa
o kadar takdir
edilsin, demektir. Hakim zengin dahi olsa, rızkı
beytulmalden verilir. Bu da eğer hakim maaşı şart
koşmamışsa böy-ledir.
Eğer şart koşmuşsa ücret gibi olur ki bu, haramdır. Çünkü kaza
yani hüküm
vermek
taattır. Diğer taatler gibi maaş karşılığı olamaz.
Ben derim ki: Acaba
muteahhirî'nin görüşü burada uygulanır
mı? Yazılsın.
Cariyenin, ümmülveledin, mükâtebin, bir kısmı
cariye bir kısmı azad edilmişin
mahremsiz sefere
çıkmaları caizdir. Fokat bu hüküm onların zamanındaki
hükümdür. Bizim zamanımızdaki hükme
gelince, caiz değil-dir. Çünkü fesad ehli çoğalmıştır. Buna göre fetva verilir. İbni Kemal.
Küçük çocuk için gerekenin satınalınması. satılması, kardeş
amca,-anne, onu yerde bulup
besleyene,
eğer yanında yani himayesinde ise caiz-dir.
Aksi takdirde caiz olmaz. Çocuğun annesine
sadece icar edilme?'*
caizdir. Eğer çocuk annesinin yanında ise... Çocuğu yerde bulan
de t-ı*
sıhhatli
görüşe göre böyledir. Musannif bunu Şerh'ulmecma'a nisbet edi-yor. Fakat ben bu kitabta
'böyle bir ibareyi görmedim. Metin
olarak onun tam tersi gelecektir.
Uyan.
İkincinin katında amca 'için de böyledir. Amma
üçüncüye gelince bu-rada ihtilaf.edilmiştir.
Eğer
küçük çocuk nefsini ücretle verirse caiz ol-maz. Ancak işi
bitirdiği zaman caiz olur. Çünkü
bu
katıksız bir yarardır.
Ve 'belirtilen ücreti hak eder. Batanın, dedenin,
kadının, çocuğu icara ver-mesi
sıhhatlidir. Velev
ki ecri misilsiz olsa bile. Sahiha göre
caizdir. Nite-kim bu husus Dürer'den de
anlaşılmaktadır. Dikkat et.
İZAH
«Hasta zimmiyi
ziyaret ilh...» Bir müslüman ister nasranî veya yahudi
olsun hasta zimmiyi ziyaret
edebilir.
Çünkü bu onlar hakkında bir çeşit iyiliktir. Onlara iyilik hususunda
bize yasak yoktur. Bir
de sıhhatli
bir yo^ dan- geliyor ki Resulü Ekrem komşusu olan hasta bir yahudiyi
ziyaret et-miştir.
Hidâye.
«Mecusî'nin
ziyareti konusunda iki görüş vardır
ilh...» El-İnâye'de de-nildi: Mecusinin
ziyaretinde
meşâyihin
ihtilâfı vardır. Bazıları «olur» de-miştir.
«Çünkü onlar da zimmet ehlidirler». Bu görüş
İmam
Muhammed'-den rivayet edilmektedir. Bazıları
«Onlar yahudi ve hristryanlardan daha
çok
İslâm'a uzaktırlar. Görmez misin, onların
kestiği helâl değildir. Kadın-larının nikâh edilmesi de helâl
değildir.» demişlerdir.
Ben defim ki: Metnin zahiri Multeka ve başka kitablar birinciyi seç-mektir. Çünkü «iyadetuhu»
kelimesindeki zamir zimmiye raçidir. Metinde «yahudi veya hristiyamn ziyareti» demedi. Nitekim
el-Kudurî
şöyie yazıyor: «En Nevâdir'de bir
komşu yahudi veya mecusi
vardır. Oğlu veya bir yakını
ölmüştür. Ona
taziye vermek gerekir. Taziye veren «Allah
sana ondan daha hayırlısını halef olarak
versin, Allah seni ıslah eylesin» diyecektir. Bunun manası «Allah seni İslâmla ıslâh etsin»
demektir.
Yani İslâmı sana rızık olarak versin, Müslüman bir çocuğu
sana rızık olarak versin demek-tir»
Kifâye.
«Fasık bir kimsenin, hasta ziyareti caizdir ilh...»
Bu onunla ihtilâl etme hükmünün gayrisidir.
El-Multekat'da
şöyle der: «Meşhur ve önder olan bir
kimse için bâtıl ve şer ehlinden bir 'kişi ile
zaruret
miktarında fazla ihtilaf mekruhtur. Çünkü onunla fazla ihtilâl eden bilinmemiş bir ki-şiyse
onunla
müdaraat eder. Ta ki günah olmaksızın nefsinden onun zul-münü defetsin. Binaenaleyh
böyle bir ihtilatta beis yoktur.»
BİR UYARI: Hasta ziyareti bahsinde mekruh olan, hastaya ağır gele-ceğini bildiğin halde onu ziyaret
etmendir.
Binaenaleyh böyle bir durumda
ziyaret etme. Zira denilmiştir ki «Sıkıcı insanla
oturmak
ruhun
sıtmasıdır» «Senin bu şiddetli hal üzerinde olduğunu bilmezdin dememelidir. Ona has-talığı
kolaylaştır,
kalbini hoşlaştır ve «Seni iyi gördüm»
diye tevili! söz şöyle. Ona Allah'ın rahmetine
daha fazla
ümid bağlayıcı şekilde ve korku
ile karışık sözler şöyle. Onun rızası olmadan
«lini başına
koyma. Ancak
taleb ederse bunu yap. Huzuruna
girdiğin zaman «Kendini nasıl
buluyor-sun» diye
sor. Çünkü seleften
böyle gelmiştir. Ona «Vasiyette
bulun» de-me. Çünkü böyle bir söz cahillerin
amellerindendir. Müctebâ. T.
FAYDALI
BİR NOT:
Bizim
zamanımızda halk çarşamba günü hastaları ziyaret etmenin meymenetsizlik
olduğuna inanır.
Eğer bundan
ötürü hastaya bir zarar gel-mesi bahis
konusu ise onu terketmek uygundur.
El-Muhibbî'nin
Tarihi'nde Şeyh Abdullah
el-Bîlûnînin tercümesinde şöyle
demektedir:
«Cumartesi,
pazartesi ve çarşamba günlerinde hasta ziyaretinden sa-kın. Medinei Münevvere'de de
bu
bilinmektedir. Bundan gafil olma.
Çünkü örf yüce bir delildir.»
El Muhibbi der
ki: «Derim ki: Bu meşhur bir örftür. Fakat sünneti seniyyede cumartesi hakkındaki
görüşü
reddeden hüküm vardır. Yine Resulullah'tan
gelen bir esere göre Cenab-ı Peygamber cuma
günü Küba
ehlini arar veya onların halini
sorar, onlardan orada görmediklerini soruş-turdu. Ona O
hastadır,
denildiğinde Cenab-ı Peygamber
cumartesi günü hastanın ziyaretine giderdi. Düşün.»
«Hayvanların iğdiş edilmesi caizdir, ilh...» Bu yumurtalığın
alınmasıy-la olur.
«Altında iğdiş edilmesi caizdir, denildi,
ilh...» Şemsu'l-Eimmeti'l Hal-vânî! «Bize göre iğdiş etmekte
bir beis
yoktur» dedi. Şeyhülislam, «Atın
iğdiş edilmesi haramdır» dedi. T.
«Onu faydalı
olmakla takyîd ettiler, ilh...» Hayvanların
iğdiş edilmesi-nin caizliğini yarara
bağlamışlardır. Yani onların tavlanması, yahut da
baş-ka hayvanları ısırmaktan menedilmeleri gibi
bir maksadla ancak
iğdiş edil-lirler. Ama insanlar böyle değildir. İnsanların iğdiş edilmesinde günah
kas-tedilmektedir. Böylece
iğdiş edilmeleri de haramdır. El-İtkânî bunu Et-Tahâvî'den naklederek
ifade etti.
BİR UYARI: Belirtmek için hayvanları bağlamak, kız
çocuklarının ku-laklarını delmekte bir beis
yoktur. Çünkü
Resulullah'ın zamanında bunu
yaparlardı ve Peygamber: «Yapmayınız»
demedi.
Hastalık için çocuğu dağ-lamakta da beis yoktur. İtkanî.
Zarar veren
kedi dövülmez. Kulağı kesilmez. Belki keskin
bıçakla kesilir.
Eğer hamile bir kadın ölürse ve ilgililerin gali'b
görüşü, karnındaki çocuğun diri olduğu
yolunda ise
sol taraftan
karnı delinir ve çocuk alınır. Bunun aksi olursa çocuk parçalanarak alınır. Taitarhâniye.
«Tedavi için
hukne ilh...» yani şiringa ile ön ve
arkadan ilaç veril-mesi caizdir. Yani hastalıktan veya
hastalığa
götüren zaiflikten ötürü böyle bir işlem yapılabilir. Fakat cimada
daha kuvvetli olsun veya
daha
tav-lansın gibi zahir bir menfaat
içinse hükmen caiz değildir. Nitekim bu du-rum El-ınaye'de
yer almıştır.
«Erkek için dahi olsa ilh...» ibaresi yerine:
«Kadın için dahi olsa» ibaresi olsa daha evladır.
«En Nihâye'de
buna caiz demiştir ilh...» En Nihâye'deki
ibare şöyle-dir: «Et-Tehzîb'te hasta için
sidiğin, kanın
ve murdarın içilmesi ve yenmesi tedavi
için olursa caizdir. Müslüman bir
doktor da
«Senin şifan
bundadır» demişse ve aynı
zamanda onun yerine geçecek helâl de
yoksa caizdir. Eğer
doktor: «Sen
bunu içtiğin veya yediğin takdirde acelece
şifa bulur-sun» dediği takdirde, bunu
kullanabilir mi, kullanamaz mı hususunda iki
görüş vardır: Acaba tedavi için az bir şarab içmek
caiz
midir? Burada
da iki görüş vardır. El-İmam Timurtaşî'de böyle dedi.
Ed-Durrul-Münteka'da, En-Nihâye'deki hüküm nakledildikten
sonra şu hüküm yer almaktadır:
«El-Minah ve
başka kitaplar buna cevaz verdiler.Biz
de taharet ve ridâ (süt emme)
konularında
mezhebin bunun
hilâfı ol-duğunu kaydettik.»
«Şifanın
bilinmesi anında ve başka bir helâlin de haram yerine tedavi olarak ikame
edilmediği
takdirde haramı
ilaç olarak kullanmak hanımlığı ortadan
kalkar.» Mananın hulasası o zaman şöyle
olur: Cenab-ı
Hak size tedavi olma izni vermiştir.
Her hastalığın da bir ilâcı vardır. Eğer o ilâçlar
arasında haram olan mir şey varsa, siz de o haramla şifa
elde edildiğini biliyorsanız, onu
kullanmanın
haramlığı ortadan 'kalkar. Çünkü Cenab-ı Hak sizin şifanızı size horam kıldığı
şeylerde
kılmamıştır.
«Susuzluğun
giderilmesi için şarabın içilmesinin çeriz olması buna
de-lalet eder ilh...» Sözüne
gelince; derim ki:
Bu tartışılır. Çünkü lokmayı şarab ile
gidermek ve susuzluğun giderilmesi için
şarab içmek, menfaati yüzde yüz olup nefsinin dirilmesi
içindir. Bunun için onu terkederse
gü-nahkar
olur. Tıpkı kudreti olduğu halde
ölünceye kadar yemek yemeği terketmesi gibi. Ama
tedavi bunun
hilâfınadır. Velev ki haram olan
şey-lerle tedaviyi bırakırsa mesul olmaz. Çünkü
ölünceye kadar
tedaviyi bı-raktığı takdirde günahkâr olmaz. Nitekim bunu açıkça
belirtmişlerdir.
Çün-kü ilaç
için şifa bulunması zannedilir. Nitekim biz bu durumu daha önce belirttik.
Düşün.
«Biz onu daha
önce söyledik ilh...» Yani
Hazr ve Ibâha bölümü başın-da bunu söylemişti. Orada:
«Gıda için yemek,
susuzluğu gidermek için haramdan, murdardan, başkasının
malından dahi olsa
farzdır, fakat
zamin olur.» denildi.
TAMAMLAYICI NOT: Tatarhâniye'de hüküm olunduğuna
göre aklı gi-deren, yemeği ve benzerini
kesen bir şeyin
içilmesinde beis yoktur. Bunun tamamı
Eşribe Kitabı'nın sonunda gelecektir.
«Eğer
beytülmal helâlden derlenmişse hakim için oradan maaş almak helâl olur ilh...»
En-Nihâye'de denildi ki: «Beytülmal haramsa yani batıl yollardan der-lenmişse
kadı için oradan
maaş almak helâl
değildir. Çünkü haramın ve
gasbedilenin yolu sahiblerine geri vermektir.
Ve bu
müslümanların
amme malı olmaz.»
Ben derim ki: «İlletin zahiri bu haramların ehli
belli olmasıdır. Öyleyse ondan maaş almanın
haramlığı açıktır. Mal sahibleri 'belli
olmadıkları tak-dirde o mal bulunan mal gibidir. Beytulmala
konur. Yerde
bulunan mallar nereye sarfedilirse oralara sarfedilirler».
Hediye ve hüküm için alman rüşvet hususunda açıkça bu hediye
ve rüşvet eğer sahibleri bilinirse
sahiblerine geri verilecektir. Aksi takdirde yani
bilinmiyorlarsa veya onlar uzaktaysa,
ve bu
sebebten
götürüp kendi-lerine malı vermek zorlaşırsa o zaman o mal beytulmala verilir. Onun
hük-mü de
bulunan malın hükmü gibidir. Nitekim El-Kada Kitabında bu durum zikredildi. Düşün.
«Her zamanda ilh...» şeklindeki
kayıt
yo takdir veya kâfi gelir
fiille-rine bağlanır. Yani her zamanda
kifayeti o
zamanın miktarıyla takdir edilir. Çünkü nafaka
zamanın değişmesiyle değişir.
«Kadı zengin
olsa dahi en sıhhatli görüşe göre ona maaş verilir «ilh...»
Hidaye'nin ibaresi şöyledir: «Hakim fakir
olduğu takdirde en efdal hatta vacib
olan maaş almasıdır.
Çünkü hüküm
verme farzını yerine getirmek an-cak
maaş almakla mümkündür. Zira kazançla
meşgul olmak onu hüküm vermek hususunda ona zorluk verir uzaklaştırır.»
Eğer hakim zengin ise, en efdali, beytulmale şefkat olsun diye denildiğine göre, maaşı
terketmesidir. Bazıları da «alması efdaldir» dediler
ve bu son görüş en sıhhatli görüştür. Çünkü
hüküm
gevşeklikten korun-muş olur ve bu hakimden
sonra gelen hakim eğer muhtaçlardansa,
gözetilmiş
demektir. Çünkü bu maaş bir zaman kesilmişse onu tekrar iade et-mek zorlaşır.
«Hakim şart koşmamışsa böyledir ilh...» Yani hakimlik vazifesini baş-ta şart koşmaksızın
kabul
etmiştir.
Sonra vali ona yetecek kadar beytulmalden kendisine maaş verir. Eğer
başlangıçta ancak
kadı'lık
vazifesini «Vali benim kadılığımın karşılığında maaş verirse
bu makamı kabul ederim aksi
takdirde kabul
etmem» demişse bu bâtıldır. Çünkü taat karşılığında
ücret almak olur. Kifâye.
«Taata karşılık ücret caiz değildir ilh...»
Yani bu tür ücreti almak da caiz değildir.
«Yazılsın
ilh...» ibaresine gelince, derim ki: Biz bunu
İcâreler Kitabında yazdık. Hem de daha
fazla
imkânı
olmayacak şekilde belirttik. Beyan
et-tik ki, muteahhirinin kelâmı her taat hususunda genel
değildir. Belki
Kur'ân öğretilmesi, belki fıkıh, imamet ve ezan gibi zarurî
olanlarda geneldir.
«Cariyenin
sefere gitmesi caizdir ilh...» hükmüne gelince, çünkü ecne-biler cariye
hakkında, ona
bakmak ve
ellemek meselelerinde mahremleri mesabesindedirler. Hidâye.
Zeylaî, «Ümmü'l veled cariyedir,
çünkü onda daha cariyelik vardır.
Mükâtebe akdini yapan kadın da
cariyedir,
çünkü onun rekabesi daha efen-disinin
mülküdür. Bir kısmı azad edilmiş cariye de Ebu
Hanife katında
da-ha cariyedir. Çünkü Ebu Hanife'ye
göre bu, mükâtebe akdi yapan cariye gibidir.»
Burada hür bir
kadının üç günlük bir mesafeye
mahremsiz gidemeye-ceği hükmüne işaret
vardır.
Üç günden
aşağı olan mesafeler hususunda ih-tilaf vardır. Bazıları kadın salihlerle
çocuklar ve
bunaklarla sefere çıkabilir,
velev ki onlar mahremleri olmasa da» demiştir. Bu El-Muhit'te böyle yer
almıştır.
Kuhistânî.
«Küçük çocuğa
lazım olan şeylerin satın alınması caizdir
ilh...» Na-faka, elbise, ona bakacak
bir
dadı icar etmek gibi lüzumlu olanların satın alınması caizdir. Minah.
İbn Melek: «Şerhu'l-Mecma'ında bunu görmedim» diyor. Mecma'ın «onu sanata verir, en sıhhatli
görüşe göre
ücretle çalıştırmaz» sözünden sonra nassı şu olan ibareyi
gördüm:
«El-Kudûrî'nin
rivayetinden sakınmak için bununla kayıtlandırdı. Bu rivayete göre çocuğun icarla
çalıştırılması caizdir,
tıpkı küçüğü annenin zorla çalıştırılması gibi. Çünkü bu çalıştırmada
bir işle
meşgul olmak he-sabiyle çocuk fesattan korunmuş olur.
«Birinci
rivayetin izahı çocuğu yerde bulan bir
kimse, onun menfaat-lerini itlaf etmeyi mülk
edinmez.
Binaenaleyh amcası gibi onu icarla
ça-lıştırmaz. Fakat anne 'böyle değildir. Çünkü anne
çocuğunun
menfaatlerini meccanen dahi itlaf etme yetkisine sahibtir. Binaenaleyh onu ivazla mülk
edinir.»
Bunun benzeri
El-Vikâye üzerindeki şerhte de
vardır. Evet, Zeylaî Kudurî'nin rivayetinin
daha yakın
olduğunu
zikretmiştir:
Ben derim ki: Bilmiş oldun ki en sıhhatlisi bunun
hilafıdır. Nitekim El-Mecma, El-Vikâye,
El-Hidâye
ve başka
kitablar Lakît (sokakta bulunan çocuk) konusunda bunu açıkça söylemişlerdir. Bu
noktada
El-Hidâye'de tereddüt vardır.
«Onun amcasının da hükmü böyledir ilh...» ibaresine gelince, yani kü-çük çocuğun amcası için de
hüküm böyledir. Bu şerh El-Minah'ın bazı nüshalarındaki
metne binaendir. Onun nassı şöyledir.
«Eğer 'küçük çocuk amcasının elindeyse amcası
da onu ücretle çalıştırırsa caiz olur. Çünkü
çalıştırmak onu korumaktan bir parçadır. Bu hüküm Ebu Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre
ise ücretle çalıştırması doğru olmaz. Tashih
edil-miş bir nüshada «onu ücrete
veriri» ibaresindeki
zamir silinmiş ve onun yerine «anası onu
ücretler çalıştırır» ibaresi yer almıştır. Ve bu ibare
et-Tebyîn ve eş-Şurunbilâliye'deki ibarelere daha uygundur. Fakat En-Ni-hâye'de Timurtâşî'nin
Çamii'nden
şöyle nakledildiğini gördüm:
«Anne eğer çocuğu ücretle çalıştırırsa çocuk annenin yanında olduğu takdirde caiz olur.
Mahremi
olan rahim sahihleri de beyledirler.» Oraya
müracaat et.
Camiu'l
Fusuleyn'in yirmiyedisinde (varak) şu hüküm yer almaktadır; «Her çocuğun babası, dedesi,
varisi,
olmazsa yakın rahim şahinlerinden
birisi onu ücretle çalıştırırsa -ki o da bu yakının evinde
ise-, caiz olur. Eğer rahim sahibi olan bu yakının evinde ise,ondan daha yakını olan başka bir kimse
onu ücretle çalıştırmaya vermişse, mesele annesi ve halası var-dır, kendisi halasının evinde
kalmaktadır, annesi onu ücretle çalıştırma-ya vermişse Ebu Yusuf'un katında bu da caizdir. İmam
Muhammed'in
ka-tında ise doğru değildir. Fakat buna rağmen İmam Muhammed diyor ki:
«Onu ücretle çalıştırmaya veren, ücretini kabzeder.»
«Eğer çocuk kendini ücretle çalıştırmaya verirse caiz değildir ilh...» Yani
kifayet yönünden lazım
gelmez. Çünkü
zararla karışıktır. Zeylaî.
«Baba ile dedenin de çocuğu ücretle çalıştırmaya verebilir ilh...» On-ların vasileri de çalıştırabilir.
Fakat hakimin vasisi çalıştıramaz. Hamevî.
Bu Dürer
ibaresinin zahirine muhaliftir. Oraya müracaat et.
Evet, sarih,
Kitabu'l-Vesaya'da bu meseleyi baba vasisi ile
kadı va-sisinden ayrıldığı sekiz
meseleden birisi sayılmıştır.
«Nitekim bu,
Durer'den anlaşıldı ilh...» ibaresine gelince, yani
sara-haten anlaşılmıştır, demektir.
Dürer'in ibaresi
şudur: «Muhit sahibinin Fevaid'inde şu hüküm yer alıyor:
Baba, dede
veya kadı küçük çocuğu çalışmalardan birisine verirlerse; denilmiştir
'ki: Eğer ecr-i
misille ücretle vermişlerse caizdir. Onların birisi
ücret-i misilden öz bir ücretle çocuğu çalıştırmaya
vermişlerse caiz
değil-dir. Fakat sahih görüşe göre az da vermişlerse
ücretle çalıştırması caiz olur.
Bunun benzeri
el-Minah'da vardır.' Eş
Şurunbilâliye'de denildi ki: «Eğer en azı fahiş zararla değil az
zararla
yorumlanırsa muhalefet ortadan kalkar.»
METİN
Üzüm şirasını
şarap yaptığı bilinen bir kimseye
satmak caizdir. Çünkü günah şıranın aynısına
bağlı
değil, ancak şira değişikliğe
uğratıldıktan sonra meydana gelir.
Bazıları günaha yardım olduğundan
dolayı şarab yapan bir kimseye şiranın satılması mekruhtur,
dedi. Musannif, Es-S'irâc ve
el-Müşkilât'tam nakletti ki: Onu şarab yapandan maksad 'kâfir
bir kim-sedir. Şarap yapan bir
müslümana satması ise
mekruhtur. Bunun benzeri Cevhere'de, El-Bakani'de
ve başka kitablarda
gelmiştir.
El-Kuhistânî, el-Hâniye'ye izafeten şu hükmü ekledi:
Şarap yapan
kâfire de şira satma ittifakla mekruhtur.
Lutîlik yapan
bir kimseye tüysüz bir köleyi satmak,
fitne ehline silah satmak bunun tam tersidir.
Yani haramdır.
Çünkü günah bunların aynısıyla kaimdir. Sonra tüysüzü lutilik yapan
bir kimseye
satmak caiz değildir meselesindeki kerahet El-Haniye
ve başkasının bayi'ler bölümünde açıkça
belirtilmiştir. Musannıf da Zeylaî ve El-Ayni'de
yer alan hükmün hilafına binaen buna
itimad etmiştir.
Her ne kadar musannif bunu Bâğîler konusunda kabul etmişse de.
Biz bağiler
konusunda en-Nehr'e izafeten şu hükmü naklettik: Ayni-siyle
maşiyet kaim olan bir
şeyin alış
verişi tahrimen mekruhtur. Aksi takdirde tenzihen mekruh olur. İki görüş arasında
uyum
sağlamak kabilin-den bu ezberlensin.
Bir müslümanın
kilise tamirinde çalışması
caizdir.
Kendi nefsiyle
veya hayvanıyla ücret
karşılığında zimminin şarabını taşıması
caizdir. Fakat
zimminin şarabını sıkmak
caiz değildir. Çünkü sık-manın aynısına
maşiyet
bağlanmaktadır.
Küfe köylerinde evini ateşgede veya
kilise veya havra olmak üzere
icara vermek caizdir. Kûfe'nin
köylerinden başka, en sıhhatli görüşe
göre evini bu işlerde kullanılmak üzere icara
veremez.
Şehirlere veya
Kûfe'nin köylerinden başka köylere gelince...
Bunlarda böyle bir şey verilmez. Çünkü
o köylerde İslâm
şeairi belirgin bir hale gelmiştir. Küfe köyleri tahsis edildi) çünkü bu köylerin
ehlinin çoğu
zimmidir. Veya evini meyhane olarak Küfe köylerinde verirse
caizdir. Fakat İmameyne
göre bu uygun değildir. Çünkü günaha yardım demektir.
Ve Eimmei Selase yani Malik Şafii, Han-bel
de bunu böyle söylemişlerdir. Zeylaî.
Mekke
evlerinin binası ve arazisini satmak kerahetsiz
olarak caizdir. Fakat İmam Şafii de böyle
demiştir.
Bununla da fetva verilir. Aynî.
Şuf'ada yani
şüf'a bahsinde geçti. El-Burhan adlı
kitabta öşür konu-sunda şu hüküm yer
almaktadır: «Mekke'nin
binaları gibi arazisini satmak do mekruh değildir. Bununla amel
edilir.»
El-Hidaye sahibine aid olan Muhtaratun-Nevâzil'de şu hüküm yer al-maktadır: «Mekke'nin binalarını
satmakta ve
icare vermekte beis yoktun» Fakat
ez-Zeylaî ve başka kitaplarda «icara vermek
mekruhtur»
denilmiştir. Tatarhaniye'nin beşinci
faslının sonunda, el-Vehbaniye'nin
icaresinde şu
hüküm yer olmaktadır: İmameyn dediler ki: Ebû Hanife
şöyle demiştir: Mekke evlerini hac
mevsiminde
icare vermeği mekruh görüyorum.
Hacılar için Mekkelilerin evlerinde onlara misafir
olmaya fetva verili-yordu. Çünkü
Cenab-ı Hak:
«Orada duran ile dışardan
gelenler eşittir» buyurmuştur. Fakat
hac mevsimi haricinde evlerin
kiraya verilmesinde ke-rahet yoktur. Bu kaide hıfzedilsin.
Ben derim ki: Bununla fark ve uyum ortaya çıkmış oluyor.
Hz. Ömer de hac mevsiminde böyle
çağırarak şöyle diyordu:
«Ey Mekkeliler, sakın ev-lerinize kapı
yapmayınız. Ta ki dışardan gelenler
dilediği yerde
yerleşsinler.»
Bunu söyledikten sonra âyeti okudu.
Karşı gelmesinden, kaçmasından korumak için kölesinin
ayağına kayıt vurabilir. Bu fâsıklar
konusunda
müslümanların sünnetidir.
Tacir olarak kölenin hediyesini kabul etmek, davetine icabet etmek, bineğini ariyet yoluyla
almak
istihsanen caizdir. Onun kisvesi, yani kölenin altın
gümüş hediyesinin kabul edilmesi, elbise olarak
mekruh olduğu
gibi ona zaruret olmadığı için hediye
vermek de mekruhtur.
İğdiş edilmiş köleyi çalıştırmak mekruhtur. Bazıları: «Eğer onbeş ya-şında ise kadınların
yanına
girmesi de mekruhtur» dediler.
İZAH
İmameyn'e göre
değil de Ebu Hanife'ye göre bu böyledir.
«Üzüm şırasını şarap yapacak kimseye satmak caizdir ilh...» Üzümün veya bağının
satılmasında ise
ittifakla
herhangi bir kerahet yoktur. Nitekim
El-Muhit'te ^bu hüküm yer almıştır. Fakat Hazâne'nin
Bey' bölümünde şu hüküm vardır: «Üzümün satılmasında ihtilaf vardır. Kuhîstânî.»
«Şarap imal ettiğini bildiği kimseye satması ilh...»
Bu ibare işaret eder ki, eğer şarap
yaptığını
bilmezse ihtilafsız
kerahet ortadan kalkar. Kuhistânî.
«Çünkü günah
şiranın aynısında bağlı değildir
ilh...» ibaresine gelin-ce; bu ibareden anlaşılıyor 'ki;
günah aynisiyle kaim olmayandan maksad alış verişten sonra başka
bir vasfı oluşan nesnelerdir.
İşte o son
vasıf alış-veriş esnasında bulunuyorsa
durum yine böyledir. Tüysüz bir kimsenin ve
silâhın satılmasında olduğu gibi. Gerisi bilahare gelecektir.
«Onu müslümana
satmaya gelince, mekruh olur ilh...»
ibaresine gelince, çünkü böyle
birşey
yapmak, masiyete
yardımcı olmak demektir. Kuhistânî,
Cevâhir'den
Ben derim ki: Bu ifade, metinlerde gecen kayıtsız şartsız ifadelerin ve Şerhlerin geçen
ifadelerinin
hilâfınadır.
T. dedi ki; «Bundan şu da anla-şılmaktadır: Bu ancak kâfirler, Şeriatın fürûuna muhatap
değildirler,
diyenlerin görüşlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Halbuki doğru olan, onların bu
hükümlerle
muhatap olduklarıdır. Buna böyle bir
satış yapmak, masiyet üzere yardım
etmek
demektir. O halde, üzüm şırasını müslüman olsun,
olmasın {şarap yapacağı bilinen bir kimseye)
satmak durumu
değiştirmez, her ikisi arasında
herhangi bir fark yoktur. İyice düşün.
Bu mutlak
olarak red edilemez. Bundan önce geçen gerekçenin durumu da
böyledir.
«Zeylâî'de ve
Aynî'de
yer olan ifadenin hilafına olmak üzere
ilh...» Bunun benzeri İmam Serahsî'nin
İcârât
Bölümü'nden naklen Nihâye ve Kifâye'de de yer almaktadır.
«Nehr'e atıfta
bulunarak ilh...» Bu eserde Buğât ile ilgili bölümde şunları
söylemektedir: «Masiyetin
bizzat
kendisiyle işlenmediği şeylerin satılması mekruh değildir. Şarkı
söyleyen cariyenin, tos
vuran koçun,
uçup kaçan güvercinin şıranın, çalgı aletleri yaptığı bilinen bir kimseye
ahşap
satmanın
durumu böyledir. Hâniye'nin Alışverişlerle ilgili bölümünde yer alan: «Onun vasıtasıyla
günah
işleyeceği bilinen bir fâsıka tüysüz
çocuk satmak mekruhtur» şeklindeki ifadesinin
anlaşılması ise zordur.»
Zeylaî'nin el-Hazr ve'l-İbâha bölümünde açıkça
ifade ettiği husus şöy-ledir: «Arkadan yaklaşan bir
kimseye cariye
satmak, lûtîye genç köle sat-mak mekruh değildir. Bundan önce geçen
hükümlere
bu uygun düşer/Ba-na göre Hâniye'de yer olan 'bu hüküm Tenzîhî Kerahet olarak
anlaşılmalı-dır,
insanın
rahatlıkla kabul
edebileceği hüküm budur. Çünkü
böyle bir kimsenin kötülüğe doğrudan
yardımcı olmamakla birlikte
'böyle bir şeye sebep olduğunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Bu
'konuya el atanı görmedim.»
Şelebî'nin
Muhît'e yazmış olduğu haşiye'de şu ifadeler yer almakta-dır:
«Fâsık bir müslüman tüysüz bir köle satın aldığı taktirde, eğer bu fa-sık arkadan yaklaşmayı
alışkanlık haline getirmiş kimselerden ise, onu satmaya mecbur edilir.»
«İfadelerin arasını bulmak için bu iyice bellensin ilh...»
Yani Haniye' de bulunan «kerahetin tenzihi
olduğu» hükmü
ile, Zeylaî ve başkalarının
«bunu kabul etmeyerek kerahetin
tahrîmî olduğunu»
belirtmeleri arasında, çelişki
yoktur.
Ben diyorum ki: Böyle bir uygunluk, açıkça görülebilen birşey değildir. Çünkü bundan önce
geçenlerden de anlaşıldığı gibi, tüysüz köle, masiyetin bizzat kendisiyle kaim olduğu kimsedir.
Burada sarihin
zikretmiş olduğuna göre >bu konudaki kerahetin tenzihi değil de tahrimî
olması
gerekir. O halde Zeylaî'nin ve diğerlerinin sözlerini
Tenzîhî Kerâhet'e yorumlamak doğru
olamaz.
Zeylaî'nin ve başkalarının sözlerini «tüysüz, masiyetin biz-zat kendisi vasıtasıyla
işlendiği kimse
değildir» şeklinde anlamaya imkân yoktur.
Halbuki Sarihin biraz "sonra gelecek
olan «ateşgede
olarak kullanılacak
bir evi satmak caizdir» şeklindeki ifadelerinden, onun Zeylaî ve benzerlerinin
sözlerini
böyle anladığı ortaya çıkmaktadır.
«Bir
müslümanın kilisenin tamirinde çalışması caizdir ilh...»
sözüne gelince; Hâniye'de
şöyle
denilmektedir: «Bir kilisede
çalışmak ve orayı tamir etmek üzere
belirli bir ücret üzerinde anlaşacak
olursa, bunda
her-hangi bir sakınca yoktur
Çünkü bizzat yaptığı işte masiyetin varlığı
söz-konusu
değildir.»
«Ücret karşılığında zimminin şarabını taşımak caizdir.»
ibaresine ge-lince; Zeylaî dedi ki: «Bu Bbû
Hanîfe'ye göre böyledir. Ebû
Yusuf ve Muhammede göre ise mekruhtur.
Çünkü Rasûlullah (s.a.v.),
şarap
konusunda on kişiye lanet etmiş ve onu
taşıyan kişiyi de bunlar arasında saymıştır. Ancak
Bbû Hanife'nin
lehine olmak üzere şu söylenebilir: Ücret akdi, yük taşımak karşılığındadır. Böyle bir
iş ise masiyet değildir. Bu masiyetin se-bebi de
değildir. Böyle bir masiyet, hür irade sahibi bir
'kimsenin fiiliyle
ortaya çıkabilir. Şarabı içmek, taşınmasının zorunlu ve kaçınılmaz bir so-nucu
değildir.
Çünkü şarap bazan dökülmek veya
onu sirkeye dönüştürmek için de
olabilir. O taktirde
onun, taşımak
üzere ücretle tutulması, üzümü sıkmak ya da onu bağından koparmak için tutulması
gibi olur. Bu
durumda hadis de masiyet kasdı ile birlikte
taşımak hali ile
ilgili olarak yorumlanır.»
Nihâye'de şu ifadeleri de ekler: «Bu bir kıyastır. İki imamın söyledik-leri ise istihsân'dır.» Daha
sonra Zeylaî
şunları ekler:
«Bu farklı
görüşlere binaen, üzerinde şarap taşıması için bineğini ona
kiralarsa veya domuz
çobanlığı
yapmak üzere ücretle çalışmayı
kabul etse, Ebû Hanife'ye göre bu iş
için alacağı ücret
helâl olur,
Ebû Yusuf ile Muhammed'e göre ise mekruh olur.»
Muhît'te şöyle denilmektedir: «Hıristiyana zünnar, mecûsîye de kalensuve {onlara has özel başlık)
satmak mekruh değildir. Çünkü bu, onları bir çeşit küçültmektir. «Mükâ'ab»
diye bilinen elbiseyi
erkeğe satmak, gi-yinmek için olması halinde mekruhtur. Çünkü böyle birşey, haram
olan bir
kıyafeti giymek İçin yardımcı olmak demektir. Şayet ayakkabıcı ise, bir kimse gelip
ondan
mecûsîlerinkini ya da fâsıklarınkini andıran bir ayak-kabı yapmasını istese; veya
terzi olsa ve birisi
gelerek ondan fâsıklarınkini andıran şekilde elbise
yapmasını istese, bu gibi kıyafetleri
yapması
mek-ruhtur.
Çünkü böyle bir iş yapmak, mecusîlere ve fasıklara benzemeye sebeptir.»
«Fakat
zimminin şarabını sıkmak caiz
değildir. Çünkü masiyet bizzat onunla
kaimdir ilh... sözünde
bundan önce
söylemiş olduklarına açık bir
aykırılık vardır. Çünkü masiyet bizzat onunla kaim
değildir. T.
Bu hüküm aynı
zamanda bizim Zeylaî'den naklettiğimiz ve «üzüm sık-mak veya onu koparmak
maksadıyla yanında ücretle çalışmasının caiz
ol-duğunu belirten» ifadelere de aykırı düşmektedir.
Burada maksat «üzümün şarap yapılması maksadıyla sıkılması» ol-malıdır. Şayet bu iş, bu
maksatla yapılacak olursa, masiyet olur. O taktirde bu, daha önce gecen «üzüm şırasını
satmanın
ve üzüm sıkmak
üzere ücret-le çalışmanın caiz olduğu» hükmüne aykırı düşmemiş olur. Bana böyle
geliyor.
Düşün.
«Küfe
köylerinde ateşgede yapılmak üzere ev kiraya
vermek caizdir.» İbaresine gelince; bunun da
caiz olması Ebû Hanîfe'ye göredir. Çünkü icare, evin menfaati karşılığındadır. Bu bakımdan
mücerret teslim edilmesiyle ücret gerekir. Bunda herhangi bir masiyet de
yoktur.
Aksine masiyet,
kiralayanın yaptığı işlerle ilgilidir. Kiralayan
ise, hür bir irade sahibi ol-duğundan,
bu masiyetin evin
kendisi ile ilgisi yoktur. Buna göre böyle bir maksatla kullanılacak bir evi kiralamak, istibrâ
:yapmadan cariyesine
yak-laşacak veya
onunla arkadan ilişki kuracak
bir kimseye cariye satmak,
lûtîlik yapan
birisine tüysüz köle satmak gibi olur. Bunun caiz olmasının delili şudur: Eğer o evi,
mesken olarak kullanılmak
üzere kiralayacak olur-sa, caiz olur. Halbuki mesken olarak kullanacağı
bu evinde
ibadet etmesi de kaçınılmaz birşeydir. Zeylaî. Nihâye ve
Kifâye'de de onun benzeri var-dır.
Minah'ta dedi
ki: «Lûtî'ye tüysüz köle satmanın caiz olduğu konusun-da ifadesi açıktır.
Fakat
Fetvaların
çoğunda nakledilen, bunun mekruh
olduğudur. Muhtasar'da bizim kendisine işaret
ettiğimiz
görüş de budur.»
Ben derim kî: Masiyetin bizzat kendisi ile ilgili olmadığı konusunda da ifadesi acıktır. Bu nedenle
daha önce
Nehr'den yaptığımız nakilde de
belirtildiği gibi, Fetva kitaplarında
yer alan hükmün
anlaşılması müşküldür. Çünkü tüysüz köle satmak, ev kiralamak ve üzüm sıkmak arasında
bu
bakımdan
herhangi bir fark yoktur. O bakımdan
musannifin, Sarihlerin zikrettiklerine itibar etmesi
gerekirdi.
Çünkü şerhler, Fetvalarda belirti-lenlere tercih edilir.
Evet, Zeylaî'nin belirttiklerinin esasına göre «masiyetin
bizzat ken-disi ile kaim olduğu» ile
«olmadığı» arasındaki
fark da müşkül hale gel-mektedir. Çünkü silah satmak, gümüşlü mukâ'ab
denilen elbise yapmak
ve benzeri şeyler, satın alan kimsenin fiilleriyle masiyet olmaktadır. Bu
ba-kımdan aradaki
farkın ne türlü olduğu üzerinde düşünülmelidir. Çünkü ben şahsen arada
herhangi bir
fark göremedim. Bu konuda farkın ne ol-duğuna dikkat çeke,ni de
görmedim. Evet,
Şârih'in başka kişilere
uyarak sunmuş olduğu «gerekçe (talîl)
ye» binaen aradaki fark açıkça
görülmek-tedir. Çünkü masiyet bizzat kendisi ile
ilgili olmadığı gerekçesiyle üzüm şırasının
satılmasının cevazını 'belirtmiş bulunuyor. Bilindiği
gibi, şıra an-cak belirli bir değişikliğe
uğradıktan
sonra masiyet sözkonusu olmaktadır.
Dolayısıyla o da fitne peşinde olanlara demir
satmak gibidir.
Bilindiği gibi demir, değişip başka bir nitelik
kazandıktan
sonra silâh haline
gelmekte-dir.
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, tüysüz,
-bundan önce de açıkladığımız gibi (masiyetin
bizzat)
kendisiyle kaim olduğu kişidir.
Düşünülsün.
«Diğer şehirlere gelince,
orada onlara böyle bir imkân verilmez ilh...»
Yani kilise, havra yapmalarına, açıktan
açığa içki satmalarına ve benzeri şeyler yapmalarına imkân
verilmez,
«Kilise veya
havra ilh...» Kilise hıristiyanların, havra yahudilerin iba-det
ettikleri mabetlerin adıdır.
Sinan'da: «Kenîse» havra olarak, «bîah» da
kilise olarak açıklanmış ve bunu aksi
şekilde
açıklayanların
yanıldıklarını belirtmiştir. İbn
Kemâl.
Fakat Kilise'ye
«kenîse» adı da verilmektedir. Nitekim Kâmûs'tan ve Muğrib'den bunun böyle
olduğunu
öğrenmekteyiz.
«Mekke'deki evleri satmak caizdir ilh...»
İttifakla caiz olduğunu kas-ediyor.
Çünkü bu evler, onlara
inşa edenlerin mülküdür. Nitekim vakıf arazide bina yapan bir kimsenin onu satmak
hakkı vardır.
İtkanî.
«Arazisini de satmak caizdir.» Kenz'de
bunu kati olarak bildirmiştir. Bu görüş iki imamın görüşü
olduğu gibi
İmam Ebû Hanife'den gelen iki rivayetten
biri de böyledi. Çünkü Mekke arazisi,
Mekke
halkının
mülküdür. Bunun sebebi ise orada mülkün etkilerinin açıkça
görülmesidir. Bu etki ise
Şer'an özel olarak ona sahip olmaktır. Bu bahsin
tamamı Minah'ta ve başkalarındadır.
«Şüf'a bahsinde
geçti, ilh...» Yine orada şu hüküm de geçmişti:
Mek-ke Evlerinde şüf'a vacibtir. Bu
da Mekke arazisinin mülkiyetinin -önceden de açıklandığı
üzere- delilidir.
«Dediler ki ilh...» Bunlar Tatarhâniye ve
Vehbâniye adlı eserlerin müellifleridir.
«Ebû Hanife
dedi ki: ilh...» Ben derim ki: Gâyetu'l-Beyân'da
bunun aynı zamanda Ebû Yusuf ile
Muhammed'in
görüşleri olduğuna delil olan ifadeler de yer almaktadır. Çünkü İmam Kerhî'nin
Takrîb'inden
şu ifadeleri aktarır:
«Hişâm Ebû
Yusuf'tan, o da Ebû Hanîfe'den rivayet ediyor: Ebû Ha-nife, Mekke evlerinin Hac
Mevsimi'nde
kiraya verilmesini mekruh gör-müştür. Başka bir rivayetinde de bunda bir mahzur
görmemiştir.
Ebû Yu-suf da böyle söylemiştir. Hişâm dedi ki: Muhammed bana Ebû Hanife'den
rivayetle şöyle dedi: O, Hac Mevsiminde Mekke evlerinin kiraya
verilmesini mekruh görüyor ve
onlara şöyle
diyordu: Eğer evlerinde genişlik varsa, on-ların evlerinde kalabilirsiniz. Yoksa onların
evlerinde
'kalamazsınız. Muham-med'in görüşü de budur.»
Buna göre Hac
mevsiminde Mekke'deki evlerin 'kiralanmasının kera-heti konusunda
fikir birliği
olduğu
anlaşılmaktadır. ed-Duru'l-Menteka'da da aynı şekilde şöyle denilmektedir: «Konu ilgili
herhangi bir
ihtilaf oldu-ğu belirtilmeksizin, mekruh olduğunu açıkça söylemişlerdir.»
«Bununla fark
ortaya çıkmış oluyor» ibaresine gelince;
yani keraheti. Hac Mevsimi'ne hamledecek
olursak, satışın caiz olup icarenin caiz ol-mayışının farkı anlaşılmış oluyor. Bu ifade ise
Şurumbilâliye'de mevcut olan ifadeye
cevap teşkil etmektedir. Çünkü Şurunbilaliye'de
Mekke
ara-zisinin kiralanmasının
mekruh olduğunu Zeylaî. Kâfi ve Hidâye'den
naklet-tikten sonra şöyle
söyler:
«Satmanın caiz olması ile icarenin (kiraya vermenin) caiz olmaması arasındaki farka bakılsın.»
Hülâsası şudur: Kiralamanın mekruh olması, Hac
için gelenlerin o ev-lere ihtiyaç duymalarıdır.
«Uyum da ortaya çıkmış oluyor» ibaresine
gelince; kiralamanın mek-ruh olmasını
Hac Mevsimi'ne
böyle olmamasının
mevsim dışına hamlet-mek suretiyle,
Nevazil ile Zeylaî ve başka kitaplarda yer
alan zıt
ifadeler arasında uyum
sağlanmış oluyor.
«Hz. Ömer
(R.A.) de böyle çağırıyordu.»
ibaresine gelince; İmamın fetvası gibi sesleniyordu
demektir. T.
«Bineğini
iğreti olarak almak ilh...» Eğer binek altında sakatlanacak
olursa, iğreti olarak alan
tazminatını
ödemez.
«İstihsânen caizdir» sözüne gelince; Çünkü
Peygamber (s.a.v.), Hz. Selmân'ın hediyesini henüz
köle olduğu
halde kabul etmiş olduğu gibi kitabet yapmış bir cariye iken Hz.
Berîre'nin de
hediyesini kabul etmiştir. Sahabeden bir
grup, Ebû Esîd'in mevlâsnın henüz köle
iken davetine
ica-bet etmişlerdi. Diğer bir neden ise, bu gibi hususlarda
zaruret vardır ve ticaretle uğraşan bir
kimse için bu gibi şeyler kaçınılmazdır. Hidâye.
«Yani kölenin
hediyesinin kabul edilmesi ilh...» Bununla «kisvesi» ifadesinin mastadın
failine izafet
yapılması
türünden olduğuna işaret et-mek istemiştir.
«İğidiş edilmiş köleyi çalıştırmak da mekruhtur, ilh...» Çünkü böyle bir iş, halkı iğdiş olmaya (veya
yapmaya) bir
çeşit teşviktir.
Gâyetu'l-Beyânkia
Tahâvî'den naklen şu ifade vardır: «İğdiş edilmiş-lerin kazancını almak, onları
köle olarak mülkiyete geçirmek ve onları istihdam etmek mekruhtur.»
Hamevî der ki:
«Onun kazancının neden mekruh okluğunu tesbit ede-medim.»
Ben derim ki: Muhtemelen onun kazancının mekruh olması, efendisi içindir.
Şöyle ki: Efendisi
ondan belirli
bir miktar kazanç sağlamasını
şart koşar veya ne kadar olursa
olsun kazanç
sağlamasını ister. Böyle bir kim-senin kazancı ise,
normalde onun istihdam edilmesi ve
mahrem
olmayan
kadınların yanma girmesi ile olur. Düşün.
Daha sonra ikinci hususu Tecnîs adlı eserde gördüm.
Oradaki ifade şu şekildedir:
«Çünkü onun
kazancı kadınlarla birlikte olmasıyla meydana gelir.» Bundan dolayı Allah'a hamdolsun.
«Eğer onbeş
yaşında ise, kadınların yanına girmesi
de mekruhtur, dediler.» ibaresine
gelince; evlâ
olan bunu
zayıf bir görüş olarak belirt-mesi
değil de mutlak olarak «girmesi» demesiydi. Kuhistânî,
burada (zayıf
bir görüş olduğuna işareten) «kîl»
demekle yetinmiştir. Kuhistânî bunu Kirmânî'den
nakletmiştir.
Hadis ve bunun illeti ise, bunun mutlak
olarak mek-ruh olduğunu ifade etmektedir.
O
halde itimada
şayan
görüş budur. T. Metinlerden açıkça anlaşılan
kuvvetli görüş de böyledir.
«Kadınların
yanına ilh...» Misbâh'ta da
belirtildiği gibi «hurem» ka-dın anlamına gelen «hurme»nin
çoğuludur.
Hamevî.
«Eğer onbes
yaşında ise ilh...» Burada yaş
kaydının zikredilmesinin nedeni, iğdiş
edilmiş kimsenin
ihtilâm
olmadığına dair bir görüşün
varlı-ğıdır.
METİN
Bakkal fırıncı ve benzerlerine eğer elinde kalırsa helak olacaktır, diye korktuğu buğday veya
parayı
borç verip
parça parça onunla diledi-ğini almak üzere
şart koşarsa, bu mekruhtur. Veya
kıtlık,
halinde böyle
bir şart ileri sürmezse; fakat peyder pey bu alacakları
verecektir diye bulunuyorsa
gene de kerahet vardır. Şurunbulâliye.
Çünkü bu
verene yarar sağlayan
bir borçtur. O yarar da: malı yok olmaktan kurtarmasıdır.
Eğer bu parayı
bahsi geçen kimselere emanet verirse kerahet orta-dan kalkar.
Çünkü emanet
verdiği
takdirde helak olursa, bakkal, fırıncı ve benzeri kişiler zamin
olmazlar. Eğer borç vermezden
önce bu şartı,
yani peyder pey alırım şartını koşarsa,
sonra borç verirse ittifakla mek-ruhtur.
Kuhistanî ve
Şurunbulâliye.
Nerdile
oynamak tahrimen mekruhtur. Satranç ta
bunun gibidir. İmam Şafiî satrancı mubah
görmüştür. Bir
rivayete göre Ebû Yûsuf da satrancın mubah olduğunu söylemiştir.
Vehbaniye'nin
sarihi bunu
nazmederek demiştir: «Satranç oynamakta bir beis yoktur.
Bu şart ile garbın kadısı
Allame Ebû
Yûsuf'tan rivayet edilmektedir.»
Evet satrançla
kumar oynamasa, ona devam etmese ve onunla oynuyor diye
bir vacibi ihlâl
etmezse
böyledir. Eğer kumar oynar, devam-lılık gösterir veya bir vacibi ihlâl etmeye sebeb olursa
icmâen haramdır.
Her oyun mekruhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber:
«Müslümanın her oyunu haramdır; ancak üç
oyunu müstesnadır: 1- Ailesiyle oynaşması 2-
Atını eğitmesi, 3- Yayıyla ok atması.»
Kölenin boynuna «ğul» denilen buka'ğı geçirmek de mekruhtur.
Bu-kağı köleye kaçmış kölelerden
olduğu
tanınsın diye takılıyordu. Fakat
zamanımızda kölenin boynuna böyle bir şey takmakta bir
beis yoktur.
Zira köleler artık çokça kaçmakta,
firar etmektedir. Hele siyahlar
ara-sında kaçmak
çokça
görülüyor. Nitekim Aynî'nin el-Mecma' Şerhin'de geldiği gibi
muhtar görüştür. Fakat kayıt
vurmak bunun
hilâfınadır. Yani daha önce de geçtiği
gibi kayıt vurmak helâldir.
Kişi dua ederken «Bİ MEK'ADİ'L İZZİ MİN ARŞİKE»
(yani: Arşından oturduğun yer hakkı
için) diye
söylemesi mekruhtur.
Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre; eğer ayni kaftan önce getirirse (yani: Bİ
MA'KADİ'L-İZZİMİN
ARŞİKE» derse) o vakit bir beis yoktur. Ebu Leys, -bu hususta eser
varit
olduğundan
dolayı- bunu kabul etmiştir. Fakat en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır.
Çünkü bu
hususta gelen eser haber vahittir. Hem
de kesin bir delile muhalefet eden bir şekilde
gelmiştir.
Zi-ra müteşabih ancak kati delille sabit olur. Hidâye.
Tatarhâniye'de
el Münteka'ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf'tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife'den
rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah'a
za-tından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun
değildir. İzin
verilen ve emredilen dua Cenab-ı Hakkın
şu âyetinden anlaşılan dua şek-lidir.
«En-güzel isim
ancak Allah'ındır. Binaenaleyh Allah'ı o isimlerle ça-ğırınız.» (A'râf, 180) Müellif:
Böylece hiç
kimse Peygamber'den başka bir
kimseye
salevât getiremez demektedir.
Kişinin: «Peygamberlerinin,
velilerinin, hakkı için buna şunu ver» de-mesi de mekruhtur. Veya:
«Kabe'nin hakkı için bana ver» dese yine mek-ruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun, Yüce Halik üzerinde
herhangi bir
hakkı yoktur. Eğer bir kişi
başka bir kişiye: «Allah'ın hakkı için veya Allah
için şunu
yap!» dese en
uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan ki-şinin onu yapması lazım gelmez.
Dürer.
El-Muhtarât'ta
İbnü'l Mübarek dedi ki: «Bir kişi «Allah'ın veçhile» veya «Allah'ın
hakkı ile» birşey
isterse; benim hoşuma giden ona o şeyi vermemektir. Çünkü o
Allah'ın tahkir ettiğini tazim
etmiştir.»
El-Muhta-rât'ta şu hüküm de yer
almaktadır: «Bir kimse Kur'ân'ı okuyup
mucibiyle amel
etmezse
okuduğundan dolayı sevap alır; tıpkı namaz
kılıp isyan •eden bir kimse
gibi.»
Bir mesele: Zikir ve dua yaparken sesin yükseltilmesi
mekruh mu-dur, değil midir,
hususunda
ihtilâf
vardır. Bir kavle göre mekruhtur. Bu konunun tamamı Bezzâziye'nin Cinâyât
bahsinden önce
gelmektedir.
Badem, üzüm ve
incir gibi beşerin gıda maddelerini, yonca ve sa-man gibi hayvanların yiyeceklerini
ihtikâr etmek; -ehline zarar verecek bir memlekette
olursa-mekruhtur. Çünkü: «Celbeden
rızıklanmıştır. İhtikâr eden lanetlenmiştir.» hadisi
vardır. Eğer zarar vermiyorsa kerahet
Yoktur.
Celepleri karşılamak
da bunun gibidir.
Hakimin
ihtikârcıya kendisinin aile
efradının yiyeceğinden fazla olan malını satmasını emretmesi
vacibtir. Eğer
hakimin emrine rağmen satmazsa, hâkim bu işten vaz geçirmek
için dilediği şekilde
onu tazir
ceza-sına çarptırır. Ve hakim onun malını onun hesabına satar. O
sahîha gö-re bir
meselede ittifak vardır. Sirâc adlı kitapta: Eğer imam (devlet baş-kanı) bir
memleketin ahalisinin
helak olmasından korkarsa, ihtikârcılardan gıda
maddelerini alır ve onlara taksim eder. Bolluğa
kavuşacak
olur-larsa, alınanların benzerini sahiplerine iade ederler.
Bu, bir hacir mese-lesi değil
zaruret
dolayısıyla yapılan bir uygulamadır. Kim başkasının malını almaya
mecbur kalır ve yemediği
takdirde helak olmaktan korkarsa; mal sahibinin rızası olmaksızın onu yer. Zeylaî bu
hükmü
el-İhtiyâr'dan naklederek uygun görmüştür.
Kişi arazîsinden gelen maddeleri depo etmekle itikârcı
olmaz. Bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur.
Ama başka bir memleketten celbettiğinde Ebû Yûsuf'tan farklı olarak itikârcı olmaz. İmam
Muhammed'e
göre; eğer binaen bu ikinci memleketten getirmesi, adet
ise onu depo-lamak mekruh
olur. Tercihe
şayan
görüş de budur.
Hiçbir hakim
(yönetici) gıda maddelerine fiyat koymaz. Çünkü ce-nabı Peygamber: «Sakın
(başkalarının) mallarına fiyat koymayınız.
Zira muhakkak şudur ki: fiyat koyan, kabzeden,
basteden,
rızık veren Allahtır»
buyurmuştur. Ancak mal sahipleri kıymette
fahiş bir şekilde saldırganlık yaptıkları takdirde hakim
(yönetici) ehli reyin istişüresinden sonra narh koyabilir.
İmam Mâlik: Vali kıtlık
senesinde eşyaya narh koymakla görevlidir, der. El-İhtiyar'da Fiyatı
koyduktan sonra satıcı, eğer eksik verirse
İmamın dövmesinden korkuyorsa müşteri
için helâl
olmaz.
Onun kurtuluş
yolu şudur: «Sen istediğin şeyle bana sat» diyecek-tir. Eğer ekmeğin ve etin fiyatı
üzerinde
İttifak ederlerse bununla bera-ber satan eksik tartarsa; müşteri o eksiği ekmekle geri
alabilir; fakat fitte alamaz. Çünkü etin fiyatı adeten herkes tarafından bilinen birşeydir.
Derim ki: Buna göre; narh koymak, ancak iki temel
gıda maddesin-de olur, başkasında olmaz. El-
Attabî ve
başkası bunu açıkça söylemiş-lerdir.
Lakin şu vardır ki, iki temel gıdanın gayrisini
satanlar, haksızlık yaptıkları ve halk topluluğuna
zulmettikleri takdirde; hakim (yönetici) on-ların
sattığı
maddelere fiat (narh) koyar. Bu da Ebû
Yûsuf'un dediğine binaen böyledir. Zira Ebû Yûsuf
dediğine göre
caiz olması uygundur. Bu meseleyi
Kuhistanî zikretti. Çünkü Ebû Yûsuf daha
önceden de tekarrür
ettiğine (anlaşıldığına) göre, zararın hakikatini nazarı
itibare alır. Dü-şün.
İZAH
Kâmus'ta «bakkal» çeşitli
gıda maddelerini satan kişiye denir. Bu kelime avamca kullanılan bir
kelimedir. Doğrusu «BEDDÂL»dir dedi.
«Şart koşarsa ilh...» Gâyetülbeyân adlı eserde: Bakkala
teslim edi-len mal eğer menfaat aktin
başında şart koşulmuş ise mekruhtur; aksi takdirde
değildir. Çünkü borç alan kişi onu
kendiliğinden
teberru olarak veriyor. Bu takdirde
Rasûlullâh'ın vermiş olduğu rüçhân gibi
oluyor.»
«Akid esnasında
şart koşmazsa ilh...» Şurunbulâliye'de bu mesele «et-Tecnisve'l-Mezîd adlı eserde
mesele üç vecih üzerine kılınmıştır: A)
Borçta borç verirken bunu teberruen veyahut satın almak
suretiyle
alacağını şart koşmasıdır. B) Bunu şart koşmaz; fakat bunun karşılı-ğında
ona birşeyler
vereceğini
biliyor. C) Borç verip alındıktan önce bunu söylemiştir. Binaenaleyh Birinci
ve ikinci
vecihlerde
caiz değildir. Çünkü menfaat çeken bir borç oluyor. Üçüncü vecihte
caizdir. Çünkü böyle
bir menfaat
şartı yoktur. Binaenaleyh kişi her aldıkça
bu seninle anlaştığımız noktaya binaendir
diyecektir.»
Derim ki: İkinci vecihten gereken ne ise,
üçüncü vecihede o gere-kiyor. Binaenaleyh üçüncü
vecihin de
ikinci vecih gibi mekruh olması
uy-gundur. Ancak üçüncü vechi şu manâya
hamlederse
caiz olur: İki taraf ta borç alınıp verildiği zamanda daha
önce aralarında bahsi geçen şart-tan yüz
çevirirlerse,
bu borcun çekmiş olduğu menfaat borç verenin malı kalır. ,
«Bu ise malının kalmasıdır ilh...» İhtiyaçlarına
cevap verir. Eğer elin-de kalsaydı, mutlaka aynı anda
elinden çıkar, kalmazdı. Minâh.
«Kuhistanî ve
Şurunbulâliye ilh...» Kuhistanî'nin ibaresinde:
Eğer borç verilmezden önce veren ile
alan arasında kendisine şu kadar dir-hem
vereceğim, onu peyder pey, parça parça alacağım
diye
bir konuşma geçtikten sonra ona borç vermiş ise; ihtilâf olmaksızın böyle bir borç mekruh değildir.»
«Nitekim bu
durum El-Muhitte'de böyle beyan
edilmiştir.»
İşte bu
Şurunbulâliye'de bulunanın üçüncü vechidir. Sen üçüncü ve-cihte olanı da daha önce
bildin. Eğer
bizim söylediğimiz şekilde
yorum-lanmazsa durumunu anladın. Bununla bilindi ki
sarihin: «İttifakla mek-ruhtur» sözünün doğrusu bazı nüshalarda da mevcut olduğu gibi; mek-ruh
olmadığıdır.
«Nerd ile ilh...» «Nerd» kelimesi Arapçalaştırılmış
bir kelimedir. Ona: Nerdeşir denir. Şîr,
el-Mühimmat'ta
da geçtiği gibi kendisine bu Nerd oyununun
icadediği kiralın ismidir. Zeynül
Arab
adlı kitapta
nakledilmiş-tir ki: Şîr kelimesi
tatlı manâsına gelir; fakat bu tefsir su götürür. Fakihler
demişlerdir ki: Bu oyun, Sasanîlerin ikinci kralı
Erdeşîr oğlu Sâbûr'un
icadettiklerindendir ve bu
oyun haramdır. İcmâ ile adaleti düşürür.
«Satranç ilh...» Şudirenc'in taribidir. Bu oyunun mekruh olmasının nedeni, bununla iştigal eden
kimsenin
bununla dünyevî dikkatinin girme-si, uhrevî meşakkatinin de baş göstermesidir.
Bu ise
bize göre
haram ve büyük günahlardandır. Onun
helâl edilmesinde müslümanların ve İs-lâm'ın
aleyhine şeytana yardım etmek sözkonusudur. El-Kâfî'de
hüküm böyle yer almaktadır. Kuhistanî.
«Bir rivayette ilh...» Şurunbulâli Şerh'inde
der ki: «Malumunuzdur ki mezhep (yani
Hanefî mezhebi)
başka oyunları
yasakladığı gibi bununla da oynamayı yasak
kılmıştır.»
«Şarkla garbın kadısı ilh...» Ebû Yûsuf ikinci
imamdır. Çünkü onun kadılığı şarkla garbın hepsini
kapladı. Zira o Halife Harun Reşid'in kadısı idi.
Şurunbulâlî,
«İşte bu ilh...»
Eğer satranç üzerinde çok yemin etmez, bu manâlar olmaksızın
oynarsa: satrancın
hürmetinde
ihtilâf olduğundan dolayı, sat-ranç oynayan
kişinin adalet sıfatını düşürmez. Abdül-Ber.
Edebu'I-Kâdî'dan bunu nakletmiştir.
Bir Mesele: Ondörtlükle oynamak haramdır. Ondörtlük ağaçtan ya-pılmış bir parçadır. O parçaya üç
satırlık bir yer
oyulur. Oyulan yerlere küçük taşlar konur ve onunla oyun oynanır. Minâh.
Derim ki: Zahir şudur ki, bizim zamanımızda bu oyuna el-Mankale denir. Fakat bizim
zamanımızdaki
parçalara iki satır oyma oyulur her satırda yedi tane çukur vardır.
«Her lehv
mekruhtur ilh...» Yani le'ib (oyun), lehv
ve abes ile iştigal etmek mekruhtur. Binaenaleyh
Le'ib, Lehv, Abes kelimeleri
aynı manaya gelir. Nitekim bu durumu Tevilât'ın şerhinde yer
almıştır.
Bu itlâk yani
«lehv» kelimesini mutlak zikretmek, onun fiilini kapsar.
Raks,-alaya
almak, el çırpmak, tanbur tellerine dokunmak, berbutun, rebabın, kanunun, mizarın,
sencin ve
bükün tellerine dokunmak (onların)
dinlemesini de kapsamaktadır. Çünkü bütün bunlar
mekruhtur.
Zira bütün bunlar kâfirlerin tarzı ve
kisvesidir. Def mizmar ve diğerlerinin
din-lenmesi
haramdır. Eğer ansızın onu dinlerse mazur sayılır. Onu dinle-memek
için bütün gücünü sarfetmesi
vacibtir. Kuhistanî.
«Okuyla atmak
ilh...» sözüne gelince ok atmak ve yarışmak kaste-dilmektedir. Yani bu okla yarışma
oyunu caizdir. Cevahir'de: «Eğer sa-vaşmak, savaşmak için güç elde
etmek hedef ise, koşu
yarışının ruhsatı hakkında eser gelmiştir,
deniliyor. Ama bunu sadece bir keyif için ya-parsan
mekruhtur.»
Zahir şudur ki bunun benzeri atın eğitiminde ve ok-larla atışta da söylemektir. T.
«Gül takmak ilh...» Kaçmışlığına alâmet olsun
diye demirden yapıl-mış bir bukağıyı
kölenin
boynuna takmak mekruhtur. İtkanî. Kuhistanî'de
şu hüküm yer alıyor: «Mekruh olan ğul büyük
bir
çivi ile
çivilenmiş ve kölenin başını sallamaktan men eden bir bukağıdır.» Dikkat et!
«Ma'kidi'l-İzz
ilh...» Muğrib adlı kitapta: «Ma'kidi'l-İzz» izzetin bağlı
olduğu yer demektir, diyor.
Böyle
söylemenin mekruh olması; şu
nokta-dan ileri geliyor: Onlara Allah'ın izzetinin Arşa bağlı oluş
hissini
verme-sindendir. Oysa Arş, sonradan peyda
edilmiştir. Sonradan peyda edilmiş
olana bağlı
olan ise zarûreten hadis olur. Yani sonradan peyda edilmiş-lerden olur. Cenâb-ı Hâk ise izzetinin bir
hâdise 'bağlı olmasından yüce-dir. Belki onun izzeti kadimdir. Çünkü izzet onun sıfatıdır. Onun
bütün
sıfatları kadim ve onun zatıyla kadimdir. O ezelde o sıfatlarla
mavsuf ol-duğu gibi; ezelde de
onlarla
mavsuftur. Arş ve başkasının hudusiyle
ezel-de kemalden olmayan bir şey, onun
hakikatine
eklenmiş değildir. Zeylaî.
Hülasası sudur: Bu ibare insana Allah'ın izzetinin
Arşa bağlı olduğu vehimini veriyor.
Çünkü «min»
kelimesi bütün manâları iptidâi gaye
ma-nâsına dönüştürür. Bu manâ ise Allah'ın
sıfatların
hiçbirisinde
tasavvur
edilemez. Çünkü bu manânın verdiği
netice şudur ki: İzzet sıfatı hadis olan
Arş'tan neşetetmiştir. Binaenaleyh izzet sıfatı hadis olur.
Anla. İşte bununla sıfatın
hâdise taalluk
etmesi, sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Çünkü
sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve
benzerlerinin
vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Turî bunu böyle açıklamıştır. Evet, işte bu-nunla
bu müşkül kalkmış oluyor. Kalkmasının nedeni şudur: Muhal olan manânın sadece iyhâm edilmesi
dahi, böyle
bir kelâmı telaffuz etmenin yasak olmasına
kâfidir. Herne kadar bu sıhhatli bir manâ
ihtimalini
taşı-yorsa bu böyledir. Bunun için fakihlerin ileri gelenleri; Allah'ın izzeti Ar-şa bağlı
olduğu
vehimini verir; bu bakımdan: «Ben Allah diterse mümi-nim» demesi ile ilgili olarak da aynı
şeyi söylemişlerdir. Onlar böyle bir ifade kullanmayı mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar burada
teberruken
söylemek kasdedilse dahi mekruhtur. Nitekim burada allâme Taftazânî
Şerhu'l-Akatd
adlı kitabında
İbnü'l-Hümam da Musayere adlı kitabında belirttikleri
gibi; farklı bir anlamı
hissettirmesi söz konusudur. Eğer «iz» ile Arşın sıfatı olan «iz» kasdedilirse;
bu lafzın
telaffuzundan
ilk anlaşı-lan Allah'ın izzeti olacağından
Zeylaî'nin sözünün anlaşılması güç
olur.
Çünkü Zeylaî' İzz'i Arşın sıfatı kılarsa bu kelimenin kullanılması caiz
olur demiştir. Çünkü Arş
Kur'an-ı
Kerîm'de Mecd ve Kerem sıfatlarıyla
sıfatlanmıştır. Buna göre «iz»
sıfatıyla da sıfatlanır.
Her ne kadar Cenab-ı Hakr heybetin ve kudretinin
kemalini izharra muhtaç olması da; Arş'ın,
heybet, kudret ve kemalinin izhar yeri
olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur.
Lakin Dürer de,
Minah da bunu
böylece kabul etmiştir. Makdisî de
böy-lece kabul ederek dedi ki: «Bu tevile binaen
ibaredeki «Min» kelimesi beyaniye manasını ifade eder. Yani: «Senin Arş'ın olan Ma'kidi'l-İzz'in..,»
(anlamıyla)
senden isteriz» demek oluyor. Bu yorum, fakihin seçmiş ol-duğu manâya çok güzel
yakışan bir yorumdur.»
Düşünülsün.
«Ayn
harfinin takdimi ile olsa dahi ilh...» İbaredeki «Maksad» keli-mesi, zahire bakılırsa «Mak'ad»
olmalıdır. Ve şerhlerin nüshalarının ço-ğunda da böyledir. Fakat bazı nüshalarda ayn, kaftan daha
önce
gel-miştir. İşte Minâh'ta bu kelime üzerine şerh yapılmıştır. Metinlere uy-gun olduğundan ve
bir de bu
ihtilâf yeri olduğundan bu, evlâdır.
Bunun için
ikincinin memnu olduğunda şüphe yoktur,
çünkü o «Ukûd» kelimesinden gelmektedir.
«Eser dolayısıyla
ilh...» ibaresinde gelince; ayrıca rivayet ediliyor ki: .Cenâb-ı Peygamber duasında
şöyle demiş:
«Ya Rab şüphesiz ben Arşın-dan izninin ma'kıdıyla;
Kitabından rahmetinin doruğuyla
ve en yüce isminle, en yüce kudretinle ve en tam kelimelerinle senden istiyorum.» Zeylaî.
«En
ihtiyatlısı bundan imtina etmektir ilh...»
sözüne gelince: Bu söz, nihâye'de
Camiussağîr'in
Kadîhân
tarafından yapılan şerhine;
Temurtaşî'ye
ve Mahdûbî'ye nisbet edilmiştir.
Müdekkik âlim
İbn-i Emir
el-Hâc'ın el-Minye üzerindeki el-Hilye adlı şerhinin on üçüncü faslında bu eserden ve
senedinden söz
ettikten sonra şunu söyler: «İbnu'l-Cevzî bunu mevzu hadisler arasında
saymıştır.
Sen de önceden bildiğin gibi bu eser sabit değildir. Binaenaleyh bu gibi şeyleri,
kesin bir nas veya
kuvvetli bir icmâ' ile olmadıkça kullanmamak gerekir.
Bundan bu şartların ikisi de yok-tur.
Binaenaleyh bu
sözü söylemekten imtina etmek gerekir. Mekruhtur, dediği
hükmü keraheti
tahrimiye
olarak anlaşılmalıdır. Bunun tamamı o şerhte vardır.»
Şerhin «Katiye
muhalif olan şeylerde ilh...» sözünden de anlaşıldığı gibi; en
ihtiyatlı böyle şeyi
söylememektir. Çünkü bu Hakkı böyle bir şey-den tenzih etmektir. T.
«Çünkü
müteşâbih olan ilh...» Yalnız: «Müteşabih» deseydi daha iyi olurdu.
Yani yukarıda geçen
dua gibi. T.
Yani zahiri Allahın hakkında bir
muhali ifade eden sözler.
«Hidâye...»
Sarih bu ibareyi Hidâye'den aldığını söylüyor. Ben de: «Bu ibare Minâh'm sahibine
ait
bir ibaredir» diyorum.
Hidâye'nin ibare-sine gelince onun
nassı şudur: «Lakin biz deriz ki: Bu bir
haber-i
Vâhid'dir. Binaenaleyh böyle bir şeyden uzak durmak daha ihtiyatlı
olur.»
BİR UYARI: Dikkat
edilsin; acaba böyle bir itiraz eserlerde varit olan salavat hakkında da söz
konusu mudur?
Meselâ şu salavât gibi: «Ey
Al-lah'ım Muhammed'e ilminin ve hilminin sayısınca,
rahmetinin son
nok-tasına kadar, kelimelerinin
adedince; Allah'ın kemâli adedince» gibi salâvatlar.
Bunlar insanın
vehmine tek olan sıfatın müteaddid olmasını ya-ni birden çok olduğunu; ilim gibi
sıfatlarının
bilinen şeyler gibi sonuçlu olduğu
vehmini veriyor. Hele: «Senin ilminin ihata ettiğinin
sayısınca»
gibi ibarelerle «senin işitmenin kapsadığı kelimelerin adedince» gibi ifa-deler; bu vehmi
daha çok
veriyor. Halbuki Allah'ın ilminin nihayeti,
rah-metinin nihayeti yok. kelimelerinin sonu
yoktur.
Binaenaleyh «Sayısınca» ve onun manâsına gelen ifadeler;
adet ve benzeri kelimeler,
bunun
hila-fını insanın hatırına
getirirler. Ben Allâme Fâsî'nin
Delâilu'I-Hayrât adlı kitap üzerindeki
şerhinde bu
husustaki araştırmasını gördüm. Orada diyor ki: «Alimler
vehme kapılmayan bir
kimsenin
yanında vehmi ifade eden veya tevili
kolay olan, tefsiri açık bulunan veya sahih bir
manâda kullan-mak yollarının birisiyle tahassüs kesbeden bir ibareyi
kullanmanın caiz olup
olmaması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerden bir
gurup Resul-u Ekrem'in üzerine getirilen
selâvatın
keyfiyetlerinde bir takımını seçmiş-ler ve bu keyfiyetler
en üstünüdür demişlerdir. Şeyh
Afifüddin
el-Yâfi'î, Şeref el-Bâzî ve Bahâ
el-Kattân bunlardandır. Bu sonucunun talebesi
Makdisî
ondan bunu
nakletmiştir...»
Derim ki: Bizim imamlarının konuşmasının muhtevası
şudur ki: Böy-le bir ibareyi kullanmak
memnudur. Ancak Fakîhin
tercihine binaen eğer o ifade Resul-u Ekrem'den varit olmuş bir ibare ise
kullanılabilir. Allah
Ha-kikati daha iyi bilir.
«Ancak onunla ilh...» O'nun .zâtı sıfatları
ve isimleriyle demektir.
«Esma-i Hüsnâ yalnız
Allah'ındır. O'na onlarla dua ediniz ilh...» Hafız
Ebûbekir bin Arabî,
bazılarından
naklederek: «Cenab-ı Hakk'ın bin
is-mi vardır» demiştir. İbnu'l Arabî dedi ki: «Bu,
isimlere dair az bir sayıdır. Sahih bir hadiste yer aldığına göre; «Cenâb-ı Hakk'ın doksandokuz ismi
yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları sayarsa
cennete girer.» Nevevî, Müslim'in
Şerhinde
şöyle der:
Alimler ittifakla Cenab-ı Hakkın isimleri doksandokuz
münhasır değildir, demişlerdir;
buradaki «doksan dokuz» ibaresinden maksat, bunları
saymakla cennete girileceğini ha-ber
vermektir.
«Bu isimleri «saymak»tan maksadın ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Buhârî ve
başka muhakkik âlimler
bunun manâsı hak-kında şöyle der: Kim
ki doksandokuz ismi ezberlerse o
cennete nail olur, demektir. İşte bu en açık
tevildir". Çünkü başka bir rivayetle tefsiri daha açık
olarak gelmiştir ki, onda şöyle denilmektedir: «Kim onları ezberler-se.»
Bazıları da onları
«sayması»ndan
maksat duada onları sayarsalar; bazıları da bu ibareden maksat,
onları gözetmeyi
ve iktiza
ettikleri manâ-ları yerine getirmeyi en güzel bir şekilde yaparsa demektir;
derler. Ba-zıları
da başka manâlar vermişlerdir. Doğrusu birinci manâdır.»
Özetle.
«Hiç kimse diğer bir kimseye selât-selâm getirmez ilh...» Yani müs-takil
olarak. Ancak Resulullah'a
tabi olarak getirebilir. Mesela: «Allahümme sali ala
Muhammedin ve ala alini ve eshabihi
(Yarab
Muhammed âline
ve esbahına selatu selâm et» demesi caizdir. Haniye. Burada «Peygamber'den
başkasına selavat getirilmez.» sözünden maksat, «meleklerin
ha-ricinde kalan kimselere
getirilmez» şeklindedir. Meleklere ise, bağımsız olarak selât getirilebilir.
Müellif Garâib adlı eserinde
selâm kelimesi, selât
kelimesinin yerine geçer, der. T.
Bîrî'nin
Şerh'inin başlangıcında şu hüküm yer almaktadır: «Kim ki meleklerden
ve
Peygamberlerden başkasına selât getirirse günahkâr olur. Salat getirmesi
mekruhtur.» Doğrusu da
budur.
Mustasfa aldı kitabda şu metin yer
almaktadır: «Salla Allah yala ali Ebi Evfâ» (Yani: Al-lah
Ali
Ebî Evrâ
üzerine selavat etsin» hadisi Peygamber
tarafından söy-lenmiştir. Salât Peygamberin
hakkıdır. Peygamber
başkasının üzerine selâvatı müstakil olarak getirebilir. Peygamberden başkası
ise böyle bir
yetkiye sahip değildir. Bu hususta kitabın sonunda kelâmın tamamı ge-lecektir.
«Ancak Peygamber üzerine ilh...» ibaresindeki
elif-lâm cins isimdir. Yani bütün Peygamberlere.
Burada melâike' kelimesinin
de eklenmesi uygundur. T.
«Peygamberlerinin hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf imama muhalefet
etmemiştir.
Ama metinde geçen meselede İtkanî'nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta
Tatarhâniye'de
geldi-ğine göre; eserlerde bunun caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır,
denilmektedir.
«Çünkü hiçbir
mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah'a vacib olan bir
hakları
yoktur, denilebilir.
Fakat Allah, faziletinden onlar için bir hak
kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet
ve azamettir. Bu
takdirde şu
âyette geçen vesile kabi-linden oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona vardıran
vesileyi
arayınız»
(Ma-ide, 35) buyurmuştur.
Hısn'de sabit
olduğuna göre, tevessül duanın edeplerinden sayıl-mıştır. Bir rivayette şu varid
olmuştur: «Ey
Allahım ben servin katında diliyenlerin
hakkıyla
senden istiyorum. Sana atılan
adımların hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben
fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.»
T. Molla Ali el-Kârî'nin Nihâye üzerindeki şerhinden nakletmiştir.
Muhtemelki: «Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuz'daki onlara iman etmek onları
tazim etmek
görevimiz olmasıdır.»
Yakubiye'de şu hüküm yer alıyor: Hak kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı
müşebbihe değil. O taktirde
manâ: «Peygamberlerin
hakkıyetiyle senden istiyoruz,» demek olur. O zaman herhangi
bir mani
yoktur.
Dü-şünülsün. Yani ibarenin manâsı: Onların hak olmaklığıyla senden istiyo-ruz
olur, onların
senin katında
müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek değil.
Derim ki: Lâkin bütün bunlar, bu lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye
muhalif düsen
ihtimallerdir.
Lafız caiz olmayan bir şeyi iham
ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men için
yeterli olur.
Ni-tekim bu durumu da önceden söyledik.
Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez.
Bunun için -Allah her şeyi daha iyi bilir-
bizim imamlar bu tür. ibarelerin kullanılmasının memnu
olduğunu
mutlak olarak söylemişler-dir. Bu manâların irade
edilmesi takdirde Allah'dan
'başkasıyla
yemin etme
vehmi dahi vardır. Bu da ikinci bir
manidir. Düşün. Evet Allame Münâvî, «Ey Allahım,
Rahmet
Peygamberi olan Peygamberlerinle sana yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin
şerhinde
İzzuddun b. Abdüsselâm'dan rivayet
etmiştir ki: Bu sadece Muhammed hakkında söz
konu-sudur. Ve
Muhammed'den. başka hiç kimseyle
Allah'a ant verdirmek uy-gun değildir. Bu
Resulü Ekrem'in özelliklerindendir. Münâvî der ki: «Sübki
dedi ki: Peygamber ile Peygamberin
Rabbine
tevessül etmek güzel-dir. Seleften ve
haleften İbn-i Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh
görmemiştir,
inkâr etmemiştir. İbn-i Teymiyye ise,
kendisinden önce hiç-bir âlimin
söylemediğini
söylemiştir.»
Allâme İbn-i Emiri'l-Hac,
buradaki özellik davasında diğerleriyle mü-nakaşa etmiştir. Münye
üzerindeki şerhin on üçüncü faslında bunun hakkında uzun uzun konuşmuştur. Oraya müracaat et.
«Eğer birisi, Allanın
vechi veya Allah'ın hakkı için bir
şey
isterse bana göre uygunu ona o şey
verilmemektir
ilh...» ibaresine gelince;
bu ibare o dilencinin mecburiyeti
bilinmediği takdirde
hamledilir. Eğer mec-bur olduğu bilinirse verilir. T..
Derim ki: Bu men hocalarımızın hocası Cerrâhî'nin
zikrettiğiyle be-raber düşünülsün.
Cerrahî, ricali
sahih ricali olan bir senetle Teberânî'nin
katında sabit olan ve Ebû Musa (R.A.)den gelen hadisi
zikrediyor.
Ebû Musa diyor ki: «Resulullah'tan dinledim: Kim ki Allah'ın veçhiyle islerse
lanetlenmiştir. Kim ki Allah'ın veçhiyle kendisinden birşey iste-nir, sonra isteyen çirkin bir şey
istemedikten sonra onu men eder ver-mezse, lanetlenmiştir.»
Ebû Dâvud ve Neseî'nin rivayet ettikleri, İbn-i Hibbân'ın tashih ettiği ve Hâkim'in
Müslim ve Buharı
şartı üzerinde
olduğunu belirttiği ve bun-lardan rivayet
edilen ve Resulullâh'a kadar varan
hadiste:
«Kim ki
Allah'-ın vechi ile isterse ona veriniz» buyurdu.
Taberânî: «Allah'ın vechi ile is-teyen bir
kimse lanetlenmiştir. Kimde Allah'ın ismiyle
kendisinden bir şey isteyeni men eder vermezse o da
lanetlenmiştir) diye rivayet edilir.
Ancak
dünyalıktan başka bir şey istenir veya ihtiyacı yoktur
bilin-diği zaman ise veya malını
çoğaltmak için istediği biliniyorsa verilmez. Düşün.
«Kur'an okuyan
bir kimse, Kur'ân'la amel etmeyi
terkederse günah-kâr olur. Fakat okumasından
sevab alır
ilh...» Bununla birlikte ameli terk-ten dolayı günahkâr olur. Çünkü
sevap bir taraftan
günah da başka bir cihetten gelir. T.
«Acaba zikir
ve dua yaparken sesinin yükselmesi mekruh mudur?
Bazı kimseler tarafından evet mekruhtur denilmiştir ilh...» Müellifin «de-nilmiştir»
ifadesinden bu
görüşün zayıf
olması iş'ar edilir. Halbuki Muhtar ve
Münteka'da bunun üzerine durarak dedi ki:
«Allah'ın Rasulünden rivayet ediliyor ki:
«Kur'ân okunduğu zaman, cenaze taşıyanda,
savaş anında
zikir anında sesin yükseltilmesi mekruhtur.
Acaba vecid ve sevgi diye
isimlendirdikleri ginâ anında
sesinin
yükseltilmesini ne zannedersin? İşte bu da mekruhtur. Ve bunun dinde aslı astarı yoktur.»
«Bezzâziye'nin
Cinâyât bahsinin az öncesinde bunun tamamı yer almıştır ilh...» sözüne gelince
derim ki: Bezzâziye'nin kelâmı karmakarışıktır.
Evvela Kadî'nin Fetevâsı'ndan haram olduğunu
naklediyor.
Çün-kü İbn-i Mes'ud, tehlîl ve Resulullâh'a selâvet
getiren bir cemaati cami-den
çıkarmış ve onlara: «Sizi ancak bidatçılar olarak görüyorum»
buyur-muştur. Bezzâzî bunları
söyledikten sonra şöyle dedi: «Sahîh'te Resulü Ekrem, tekbir
getirirken seslerini yükseltenlere
«Nefsinizi
yormayınız. Ke-sinlikle siz ne sağır,
ne de gaib birini çağırmıyorsunuz.
Kesinlikle siz
din-leyen ve gören, yakın, sizinle beraber
bulunanı çağırıyorsunuz.» demiş-tir.
Bu rivayete göre; o
zaman ses yükseltmekte bir maslahat yoktu onun için
olduğu muhtemeldir. Bu rivayete göre de;
Resul-ü Ekrem
o zaman harpte idi. Sesin yükseltilmesi bir belâyı
celbedebilirdi, Harb ise
aldat-madır.
Bunun için Cenâb-ı Peygamber harblerde
çıngırak çalmasını nehyetmiştir. Zikirde
sesin
yükseltilmesine gelince; ezanda, hutbede, cuma- da ve hacda olduğu gibi caizdir.»
Bu mesele Hayriye'de yazılmış ve Kadî'nin Fetvâsı'ndaki
hüküm, za-rar verici sesli okunmaya
hamdedilmiş demiş ve şunu eklemiştir: «Bu konuda birtakım
hadisler vardır. Bu hadisler sesli zikir
getirmeyi
iktiza ederler. Bazı hadisler de vardır ki onlar da gizli söylemeyi
iktiza ederler. Bu iki
gurup hadisin
arasını şöyle bulmak mümkündür: Yani
bu mesele şahısların değişmesiyle ve
hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkul-duğu, namaz
kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar
rahatsız olacaklar diye korkulduğunda gizlice söylemek
daha efdaldir. Eğer bu maniler or-tada yok
ise; sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli
iktiza eder. Bir de onun
faydası dinleyenlere de sirayet
eder. Zikredenin kalbi uyanır, himmeti
tamamen düşünceye yönelir,
kulağını tamamen
zikre verir, uykusu kaçar ve neşesi daha
da artar.» Özetle.
Tatarhâniye'de
ayrıca şu hüküm vardır: «Cenaze kaldırılırken ses-lerin
yükseltilmesi mekruhtur
demekle, cenazenin üzerinde ağlamak sı-rasında
ses yükseltilmesi kasdedilmiş olması
muhtemeldir.
Veya halk na-maza durduktan sonra
ölüye yapılan duada sesin yükseltilmesi de
kas-dedilmiş olabilir. Eğer cahiliyet adetinde olduğu gibi muhale benzer şey-lerle ölüyü medh
etmekte ifrat
edilmişse de kasdedilmiş olabilir.
Ölünün üzerine sena etmenin esası ise, mekruh
değildir.»
İmam Gazâlî, insan oğlunun tek başına zikretmesi ile cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuma
ve cemaatin
ezan okumasına benzet-miş ve şöyle
demiştir: «Nasıl ki cemaatle olan müezzinlerin
sesleri ha-vanın cürmünü tek müezzinden daha fazla yırtıyorsa; cemaatin
zikri de kalbin üzerinde
tesir ve kalın
perdeleri kaldırmak bakımından
tek kişinin zikrinden daha üstündür.»
«Beşerin kutunu (yani
gıda maddelerini) itikâr etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince,
ihtikâr
lügatte bir
şeyi piyasadan çekilmesi ve pahalılaşması maksadı ile hapsetmektir.
İhtikârın Şer'î
manâsı ise: Bir gıda maddesini veya
benzerini satın alıp kırk gün pahalılanıncaya kadar onu stok
etmektir.
Çünkü Cenâb-ı Peygamber:
«Kim ki müslümanların üzerinde kırk gün itikâr yaparsa, (yani
gıda maddelerini piyasadan
çe-kerse) Cenâb-ı Hak cüzam hastalığıyla ve iflâsı ile
onu vurur.»
buyurmuş-tur. Bir başka rivayette:
«Böyle yapan bir kimse Allah'tan
uzaklaşmış, Allah'da ondan
uzaklaşmıştır» denilmektedir.
«Kifâye'de bu hadisin manâsı: Allah onu mahrum ve mahcup eder, ihtiyaç
anında ona yardım eder,
şeklindedir demiştir. Başka bir rivayet-te ise
şöyle buyurulmuştur: «Böyle bir
kimsenin üzerinde
Allah'ın, me-leklerin ve bütün insanların laneti vardır. Allah ondan ne Sünnet, ne
de farz ibadetleri
kabul etmez.» Şurunbulâliye, Kâfi ve başka kitaplardan nakletmiştir.
Bazıları gıda
maddesini bir ay bekletirse; bazıları
daha fazla bekle-tirse itikâr olur demişlerdir. Evet
bu süre
takdiri, malını satmak veya
ta-zir cezasına çarptırmak yoluyla dünya
cezası içindir. Günahın
hasıl ol-ması için değildir. Çünkü az bir müddet dahi hapsedersen
günah hasıl olur. Bir de bir malın
azalması veya
tamamen kıtlığa yol açması arasın-da fark vardır. Allah'a sığınırız. Dürrü
Müntekâ.
«Beşerin kutu» dediği görüş, Ebû Hânife ve Muhammed'in görüşü-dür. Kâfî'de olduğu
gibi fetva da
bu görüşe göre
verilir. Ebû Yûsuf diyor ki: Halk tabakasına
zarar veren her şeyin hapsi
ihtikârdır.
İmam
Muham-med'den gelen diğer bir rivayete
göre elbiselerde de ihtikâr vardır.
İbni Kemâl.
«Bağdan üzüm,
incir ve badem gibi ilh...» sözüne gelince; yani rızıktan olup ta bedeni besleyen her
madde. Velev ki darı gibi bir madde olsun. Ama
bal ve yağ buna dahil değildir. Dürrü Müntekâ.
İbarede «kıt» diye geçmekte olan nesne «fusfus» veya «fısfıs» de-nilen
maddedir. Bu da hayvanlara
yedirilen yaş
otların birikintisidir.
Müellifin «bir
beldede» şeklindeki ibaresi beldenin hükmünde
bulu-nan rustâk ve köyler de
beldenin hükmündedir. Kuhistânî.
«Belcenin ehline zarar veriyorsa ilh...» sözüne gelince yani belde küçüktür böyle bir ihtikâr
oraya
zakar verir.
Hidâye.
«İhtikâr yapan
lanetlenmiştir ilh...» yani iyi insanların derecesinden
uzaklaştırılmıştır. Yoksa Allah'ın
rahmetinden
uzaklaştırmak manasına gelen lanetin ikinci manâsı
burada kasdedilmemektedir.
Çünkü o
lanet,ancak kâfirler hakkında olur. Zira kul, büyük günahı işlemeye imandan çıkmaz.
Nitekim bu
durum Kirmânî'de de yer almıştır ve
Kuhistânî de bu-nu böyle kabul etmiştir. Dürrü
Müntekâ.
«Celebleri karşılamak
da bunun gibidir ilh...» sözüne gelince; o memleketin
ehline zarar verip
vermemesi
hususunda böyledir. Eğer ve-riyorsa
böyle bir karşılama mekruhtur eğer
vermiyorsa
değildir.
Molla Miskîn'de yer aldığına göre bunun
sureti şöyledir: Kişi beldeden çıkarak
gıda
maddelerini getiren kafileyi karşılıyor. Beldenin
haricinde o madde-leri kafileden satın alıyor.
Bundan maksadı
ise bu maddeleri götürüp stok etmek ve şimdilik satmamakdır.
Kafilenin beldeye
girmesini
önlüyor. İşte fakîhler demişler ki; eğer bu kafileyi karşılayan
memleketin o maddeler
hususundaki
narhını örtbas etmemiş ise, kerahet
yoktur. Eğer böyle bir durumda
bulunmuş ise,
yani gerçek fiyatları
söylemeden malı almış ise, bu iki vecihde de mekruhtur. Hidâye.
«Hakim onun
nafakasından fazla malını satmayı emreder ilh...» sö-züne gelince, yani kendisine
Hidâye ve Tebyİn'de
belirtildiğine göre ge-nişlik gelecek
bir zamana kadar nafaka bırakılır, gerisi
satılır.
Şurunbulâlî. Hakim onu ihtikâr yapmaktan
nehyeder ona bazı nasihatte bulunur ve
ihtikâra
teşebbüs
ettiği takdirde onu meneder. Zeylaî.
«Eğer hakimin emrine muhalefet ederek malını satmazsa
ilh...» sözüne gelince, Zeylaî dedi ki:
«Hâkime bu kişinin durumu ikinci kez götürüldüğünde yine onun hakkında aynı hükmü vererek onu
tehdit
edecek-tir. Üçüncü defa durumu kadıya
götürüldüğünde kadı onu hapsedecek-tir
ve tazir
cezasına çarptıracaktır.» Bu hükmün benzeri Kuhistanî'de
de yer almaktadır. Kifâye adlı eser
de,
Câmiü'Sâğîr adlı eserden böyle naklediyor.
Dikkat et!.
«Hakim onun aleyhine
gıda maddelerini satar ilh...» sözüne gelince; yani kendisi satmaktan
imtina
ettiği
takdirde hakim cebren bu malı sa-tar. Hidâye'de dedi ki: «Acaba
hakim ihtikârcının rızası
olmadan onun
malını satabilir mi? Bir görüşe göre borçlu bir kimsenin malının
satışındaki örf
ihtilâfı,
burada da söz konusudur. Diğer bir görüşe göre ittifakla hakim böyle bir kimsenin malını
satabilir.
Çünkü Ebû Hânife,umumî bir zararı kaldırmak için o adamın üzerine
hacr konmasını
yerinde
görmektedir. İşte bu da aynen
bunun gibidir.»
«Sahihe binaen ilh...» sözüne gelince, Kuhistânî'de
böyle nakletmiş-tir. Bunun benzeri Minâh'ta da
vardır.
«Sirâc'da dedi ki ilh...» sözüne gelince,
bunun benzeri Gâyetü'l-Be-yân
ve başka kitaplarda da
vardır. Bu söz
aynı zamanda daha önce Hidâye'den imâmın: «Bu meselede hacr
yoktur.» sözüne
binaen naklettiğimiz nedenden başka bir sahih kavlin ikinci bir nedenini
açıklıyor. Düşün.
«İmam
(yönetici, devlet başkanı) ihtikârcılardan
gıda maddelerini alır ilh...» sözüne gelince; -yani
açıkça anlaşıldığı gibi- onlara ve çoluk çocu-ğuna yetecek kadarını bırakır, gerisini alır demektir.
T.
Nitekim daha
önce imamın satış emri hususunda da
bu geçti.
«Kendi arazisinden gelen mahsulü depolayan ihtikâra olmaz ilh...»
Çünkü bu, onun
katıksız hakkıdır. Halkın hakkının bununla ilgisi yoktur. Çünkü kişinin öz malını
satmama hakkı olduğu gibi, tarlasını ekmeye-bilir de. Hidâye.
T. dedi ki: «Burada maksat yani bir kişi ihtikâr yapanın günahı gibi bir günaha girmez, demektir.
Yoksa
Acaba böyle bir
kimse malını satmaya icbar edilir mi?.
Eğer halk ona muhtaç iseler
Zahire göre,
icbar edilir. Düşün.
«Başka bir beldeden celbedip getirdiği ilh...»
sözüne gelince: Çünkü nasın hakkı aynı memlekette
toplanan ve aynı memleketin sahasına celbedilen her şeye bağlanmıştır. Hidâye.
Kuhistanî dedi
ki: «Böyle bir kimsenin satması müstahabdır. Çünkü Timürtaşî'de olduğu gibi,
kerahetten hali
değildir.»
«İkincinin hilâfına ilh...» sözüne gelince,
«Hidâye'de olduğu gibi öy-le yapmak
mekruhtur. İtkanî,
Hidâye'ye itiraz ederek dedi ki: «Fakih
bu-nun fetva olmamasının müttefakun aleyh olarak belirtmiş;
Kudurî de
Takrîb'de dedi ki: «Ebû Yûsuf, eğer o malı yarım mil uzaktan celbetmiş ise o mal ihtikâr
malı olmaz. Eğer bir rustâktan satın almış, satın
aldığı yerde onu hapsetmiş, depolamış
ise, o
ihtikâr malı olur.» «İşte bundan an-laşılıyor ki, başka bir memleketten celbettiği
mal, ihtikâr malı
değildir. Ebû
Yûsuf da aynı görüştedir. Çünkü yarım mü uzaktan celbedilen malda ihtikâr sabit
olmazken; başka bir şehirden celbettiği bir
malda nasıl ih-tikâr sabit olabilir? Kerhî, Muhtasar'ında
bunu açıkça belirtmiştir.» (Yani ihtikâr yoktur
demiştir.)
«Eğer âdeten oradan celbediliyorsa ilh...» sözüne gelince, bu ifade ile beldenin
uzak bulunup da
âdet yönünden oradan malı yükleyip ge-tirmek söz konusu olmadığı takdirde
verilen hükümden
farklı
olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çünkü
bu mala halkın hakkı arasında bir alaka yoktur.
Hidâye'de de böyledir.
«Mülteka ilh...»
sözüne gelince sarihi,
«Şurunbulâliye'ye uyarak
de-diki: «Hidâye'de İmam
Muhammed'in
sözü delili ile birlikte tehir edildi. Çünkü onun adeti, seçtiğinin delilini tehir etmektir.
«Hiçbir hâkim narh koyamaz ilh...» sözüne gelince, yani narh koy-ması mekruhtur. Nitekim
Mülteka
ve başka
yerlerde de böyle tesbit edil-miştir.
«Sakın narh koymayınız
ilh...» diye başlayan hadise gelince, hoca-larımızın hocası Şeyh İsmail
el-Cerrâhî bu
konudaki meşhur hadisler hak-kında dedi ki: «Necm dedi ki: Bu lafızla Peygamberden
varid
olmamıştır. Lakin İmam Ahmed, el-Bezzâr. Ebû Ya'lâ Müsned'lerinde,
Ebû Dâvûd, Tirmizî
-sahih
olduğunu kaydederek- ve İbni Mâce Sünen'lerinde
Enes'-ten rivayet ettiler. Enes (R.A.)
dedi
ki: Halk «Ey Allah'ın
Resulü fiyatlar çok pahalılandı, bizim
için bir narh koy »diye talepte bulundular.
Cenab-ı
Peygamber onlara: «Narh koyucu, kabzedici, bastedici, rızk
verici Cenâb-ı Hak'tır. Ben
umarım ki
Allahın huzuruna hiç kimse ne can
hususun-da ne de mal hususunda benden bir zulüm
taleb etmeksizin varayım.»
Bu hadisin isnadı Müslim'in şartına uygundur. İbni Hibbân ve Tirmizî de
bu hadisin
sahih olduğunu beyan etmişlerdir.»
Hadis'de: «er-Râzık ilh... kelimesi vârid oluyor. Nüshaların çoğunda da böyledir. Fakat başka bir
nüshada
«er-Rezzâk» şeklinde varit olmuş-tur. Bu daha önce takdim ettiğimize daha uygun düşer.
«Fahiş bir
fiyat ile ilh...» sözüne gelince, Zeylaî
ve başkaları «Esas fiyatın
iki misline satmak»la
«fahiş»! açıklamışlardır.
T.
«Böyle bir takdirde ehl-i reyin istişaresiyle narh koyabilir ilh...»
İfadesine gelince; yani narh
koymakta beis yoktur. Nitekim bu
durum Hidâye'de böyle yer almıştır,
«İmam Mâlik'in vali (yönetici)
narh koyabilir
ilh...» sözüne gelince; yani böyle
bir narh koymak valinin görevidir. Nitekim bu
durum
Gâyetü'l-Beyân'da böyle yer almıştır. İbn-i Kemâl'in zikrettiğine
göre İmam Mâlik, narh
koymak için fahiş bir fiyatla satmayı
şart koşmamıştır. Böylelikle iki mezhep arasındaki fark ortaya
çıkmış oluyor.
«Eğer satıcı imamın narhından daha az satarsa ilh...»
sözüne ge-lince; meselâ
imam. bir batmana
bir dirhem
fiat vermiş ise; müşteri de satıcıya gelip bir dirhem verse ve
«Bununla bana sat» dese, O
da bir
batmandan az verirse, demektir. Düşün.
O vakit
«müşteri için helâl olmaz ilh...» Yani imamın koymuş oldu-ğu narhla
satın almak helâl
olmaz. Çünkü
satıcı burada mecbur edilen (mükreh)in durumundadır. Nitekim Zeylaî bunu böylece
zikretmiştir.
Derim ki: Burada düşünmek gerekir. Zira bu sultan
tarafından malı müsadere edilmiş ve malının
satışı tayin
edilmemiş kimsenin hakkında fukahanın dediklerine benzer. Böyle bir kişi
mülklerini
kendiliğinden
sa-tarsa bunun alışverişi geçerlidir. Çünkü o satmaya mecbur edilmemiş-tir. Burada
da böyledir. Zira satıcının hiç satmamak
yetkisi de vardır. Bu-nun için de Hidâye'de dedi ki:
«Onlardan kim imamın takdir ettiği fiat ile satarsa,
sahihtir. Çünkü satış hususunda mecbur
değildir.»
Çünkü imam satmayı emretmemiş ancak sattığı takdirde fiyatı şu kadardan faz-la
çıkarmamayı
emretmiştir. Bu ikisi arasında fark vardır. Düşünülsün.
«Bunun çıkar
yolu «istediğinle sat» demesidir ilh...» kavline gelince: Böyle bir zamanda kişi
neyle
satarsa helâl olur. Zeylaî. Bu ibarenin za-hirinden anlaşılıyor ki; eğer satıcı daha fazla bir fiyatla
satarsa dahi he-lâldir. Ve alış veriş geçerli
sayılır. Bu görüş Zeylaî'nin ve başkasının:
«Ki-şi hududu
aşarak daha fazlasıyla satarsa, hakim onu geçerli sayabilir.» dediklerine
ters düşmez. Çünkü
buradan maksat; hakim onu geçerli sayar ve fesh etmek demektir. Bunun için Kuhistâni dedi ki:
«Bu caizdir ve
hakim de bunu geçerli sayar.»
Ama Ebûssuud'un anladığının tersidir,
bu. Çünkü
onun
anladığına göre; hakim bunu caiz görmedikçe bu ge-çerli sayılmaz.»
«Müşteri ette
değil de ekmekte ilh...» sözüne
gelince; Zeylaî ve baş-ka âlimler «Müşteri o
memleketin ahalisinden değil ise demektir... Çün-kü
memleketlerde adet şudur ki; ekmeğin fiyatları
belli olur.
Etin fiyatları ise o ancak bazı kereler belli
olur, demişlerdir.» Yani yabancı bir
kimse için
bu belli
değildir. Nitekim bu hüküm Hâniye'de
de yer almıştır. Binaenaleyh aynı
memleketin ahalisi
olan bir kimse ister ekmekte
ister-se ette kandırılmış ise;
eksiğini geri alır. Yani fiyatta eksik
aldığının
pa-yına ne düşerse onu geri alır.
Hâniye'nin Alış-verişler
bölümünde şu hüküm yer almaktadır:
«Bir kişi kasaptan her gün bir dirhem
et alır. Kasap da eti keser ve tartar. Müşteri de zanneder
ki bu birbatmandır. Çünkü et o memlekette
bir bat-manı
bir dirheme satılmaktadır. Bir gün almış olduğu eti müşteri tartar ve bakar ki bir
batmandan eksiktir. Kasap da «Evet» bir batmandan eksik
veriyordum» diye onu tasdik ederse
alimler dediler .ki:
Eğer bu müş-teri o memleketin ahalisinden ise, fiyattan o eksik kısma (para
olarak) ne tekabül ederse onu alır; etten değil.
Çünkü satıcı eksiğin hissesini fiyattan almıştır. Eğer
şehir ahalisinden değil ise ve kasapta bunu bir batman
olarak verdiğini kabul etmiyorsa hiçbir şey
geri alamaz. Çünkü memleketteki fiatlar yabancılar tarafından bilinmeyebilir.»
«Her iki kutta (gıda maddesinde) ancak narh vardır ilh...» sözüne ge-lince; yani beşerin kutu ile
hayvanların kutunda.
Çünkü ihtikâr
bahsinde narhtan söz etti. Düşün.
«Halka zulmederlerse
o vakit, yönetici narh koyar
ilh...» sözüne ge-lince; bundan böyle
bir işin caiz
olması gerektiği anlaşılır.
«Ebû Yûsuf'un
dediğine göre ilh...» sözüne gelince; yani halka za-rar veren her şeyin stok edilmesi
itikârdır.
Altın olsun, gümüş olsun ve-ya kumaş olsun.
T. dedi ki: «Ebû Yûsuf'un bu görüş ihtikâr
hususundadır.
Narh koymak hususunda değildir.»
Derim ki: Evet, doğrudur; lâkin mefhum tarikiyle
istimbot veya kıyas yoluyla
Ebû Yûsuf'un görüşü
alınır. Ve bunun için de Ebû Yûsuf'un de-diğine binaen dedi; «Ebû Yûsuf böyle diyor» demedi.
Düşün.
Bununla
beraber daha önce geçtiği gibi İmam, bu meselede hacr koymaya taraftardır. Zarar
genelleştiği zaman
hacr koymayı uygun
gö-rür. Nitekim hayasız müfti, iflas mekkarî,
cahil doktor
hususunda da
durum böyledir. Bu genel bir kaziyedir. Bizim meselemiz de bu kaziyeye
girer.
Çünkü narh
koymak, manen hacr koymaktır. Çünkü narhtan mak-sat, fahiş bir fazlalıkla
satmaktan
alıkoymaktır.
Buna binaen bu gör-düğüm kadarıyla sadece Ebû
Yûsuf'un kavline binaen değildir.
Düşün.
METİN
Bakışla veya
celbedip getirmek suretiyle insanlara zarar veriyorsa, burçlarında dahi olsa,
güvercinleri
tutması mekruhtur, ihtiyata uygun olan
celbedip getirilen güvercini sadaka yermek,
sonra satın alması ve-ya
sonra kendisine hibe edilmesidir. Mücteba. Eğer güvercinleri damlar-da
uçurtuyor, böylece
halkın avretlerine muttali oluyor veya
o güvercin-lere taş ve benzeri serler
atmak
suretiyle
halkın camlarını kırıyor ise; tezir
cezalarına çarptırılır ve en şiddetli bir şekilde
bu işten
men edile-cektir. Eğer bir türlü men edilmezse
muhtesip (yani devlet tarafından böyle
şeyleri
kontrol
etmekle görevli olan kişi)
güvercinlerini kesecektir. Vehbâniye'de tazir cezası verilmesi
güvercinlerinin kesilmesi vacibtir, di-ye serahat
vardır. Ancak bizim kayıt
olarak ileri sürdüğümüz
kayıtları da
zikretmemiştir.-Bu halkın adetine
dayanarak böyle demiş olabilir.
İstinas için güvercin edinmek mubahtır. Tıpkı azad etmek için bir takım kuşları satın alması gibi.
Kim bu kuşları
satarsa: «Bu kuşlar onun olsun»
desin. Onları azad etmek suretiyle o kuşlar
mülkünden çıkmaz-lar.
Bazıları kuşları
satın alıp azad etmek mekruhtur. Çünkü malın zayi
edilmesidir demişlerdir. Câmiulfetâvâ.
Muhtârât adlı
kitapta: Hayvanının (kulağını kesmek
delmek suretiyle onu nişanlayıp) «Kim bu
hayvanı elde ederse bu hayvan
onundur» diye hayvanı bırakırsa, o hayvanı alandan geri alamaz.
Bu
mesele Haç konusunda geçti. Öküze binmek, onu yük yükletmek caizdir. Zorluk vermemek
dövmemek
suretiyle merkebe yük yükletilebilir. Zira hayvana
zulmet-mek zımmiye zulmetmekten,
zımmiye
zulmetmekse müslümana zulmet-mekten
daha şiddetlidir.
Atışta ve ata
binmekte müsabaka yapmakta beis
yoktur. Katır mer-kep de böyledir. Mülteka ve El
Mecmâ'da da böyle
denildi. Musannif ta burada bunu kabul
etti. Ancak bu kabulü çeşitli
meselelerde zikrettiğinin hilâfınadır. Dikkat et.
Deve ile yarış etmekte de yaya olarak yarış
etmekte de beis yok-tur. Çünkü bunlar
cihâdın
sebeblerindendir. Böylece
mendup oluyor. Üç imama göre bir para
koymak suretiyle yaya olarak
yarışmak caiz değil-dir. Ama para olmaksızın yarış yaparlarsa her oyunda olduğu gibi, mu-bahtır.
Nitekim bu
ileride gelecektir. Evet, bu yarışlarda şart koşulan pa-ra helâldir. Mağluptan
illâ
alınacaktır, diye şart koşulması hali böyle
de-ğildir. Bercendî ve başkaları bunu zikrettiler. Bezzaz?
de bunun
illetini şöyle açıklamıştır: «Çünkü şart ile hiçbir şey hak olamaz. Çünkü akid ve kabız
yoktur.»
Bezzazî'nin bu sözünden anlaşılan şudur: «Akitle bu la-zım olur.» Nitekim Şâfiîler de böyle
diyorlar. Gözünü aç.
Eğer müsabakada mal bir taraftan şart koşulmuş
ise, yani iki ki-şiden birisi ben galip gelirsem
birşey yok. mağlup olursam şu kadar para
vereceğim demiş ise caizdir. Eğer iki taraftan biri: «Sen
galip
ge-lirsen yüz lirayı benden alacaksın
ben galip çıkarsam senden alacağım» diye şart
koşulursa haram olur. Çünkü kumar olur. Ancak üçüncü
Bir kişiyi yarışa sokarlarsa, atı ikisinin
atına denk ise, atının önde gel-me ihtimali varsa o zaman
helâl olur. Eğer böyle değilse
helâl olmaz.
Sonra üçüncü
kişi onları geçtiği takdirde ikisinden de parayı alacaktır.
Eğer onlar üçüncü kişiyi
geçerlerse üçüncü kişi onlara birşey vermez. Onarın aralarında kim geçerse arkadaşından şart
koştuğu malı
alır.
Fıkıhla uğraşanlar hakkında da hüküm böyledir. Haklı ise, ona şu kadar verilecek diye
şart koşmuş
ise sahih olur. Eğer iki taraftan kim galip
gelir ise diğerine şu kadar mal verecektir diye şart
koşarlarsa helâl olmaz. Dürer ve Müctebâ.
Güreşmek bidat değildir. Ancak eğlenmek için olursa mekruh olur. Bercendî.
Şartsız olan
yarışa gelince, her konuda bu caizdir. Nitekim daha son-ra gelecektir.'Şafilere göre;
koşmak, kuşlarla,
ineklerle yarışmak, ge-miyle, yüzerek çomaklarla, kurşun atarak, taş atarak, elle
kaldırarak,, parmakları
birbirine geçirerek, bir ayak üzerinde durarak, elinde tek mi var çift mi var
bunu bilmesine
çalışarak, yüzükle
oynayarak müsabaka helâldir. Tehlikeli her oyun da maharetli ve
büyük bir ihtimalle sağlam kalacağını bilen kişi için helâldir.
Atıcı için atmak ve yılanı
avlamak gibi. Böyle oyunlara bakmak ta helâldir.
«İsrail oğullarından rivayetleri anlatınız.»
hadisi,
acaip ve gariplikleri yüzde
yüz
yalan söylediği
bilinmeyen
herkesten, delil niyetiyle değilde seyir
niyetiyle dinlemek helâldir. Hatta yüzde yüz yalan
söylemesi sabit
olandan da dinlenilir. Fakat darb-ı meseleler, mevizeler vermek;
kahramanlık gibi şeyleri öğretmek maksadıyla insanların veya hayvanların dillerinden rivayetle
anlatmak şeklinde olursa helâldir. Bunu İbn Hacer
zikretti.
İZAH
«Celbedip
getirdi ilh...» Yani güvercinleri başka bir güvercini geti-rirse; fakat sahibinin kim
olduğunu bilmiyor ise; bu güvercini sadaka verecek sonra satın alacak veya kendisine hibe
edilecektir. H.
«Onu kesecektir ilh...» Yani muhtesip keser
güvercinleri sonra sa-hibine atar.
Şurunbulalî Şerhinde
bunu ifade
etti.
«Vehbâniye
ilh...» Bunu Hudûd Kitâbı'nda bizim söylediğim kayıtlan koşmaksızın mutlak şekilde
ifade etti.
Yani halkın avretlerine muttali
ol-mak, camları kırmak şartlarını söylemeden mutlak
olarak: «Güvercinlerini keser» dedi. Vehbâniye
sarihi allâme Abdülber: «Mütekaddimlerin
hiçbi-risinin
mutlak bir şekilde muhtesib güvercinleri kesecektir dediklerini gör-medim» diyor.
«Umulur ki
ilh...» Yani Vehbâniye sahibi bu
hükmünü onların adet-lerine dayanarak
mutlak olarak
zikretmiştir.
Çünkü güvercin uçurtanlar ekseriyetle
avretlere muttali olur, camları kırarlar.
«istisnas için olursa mubahtır ilh...» Müctebâ'da
işaretle: «Kuşların ve tavukların
evde
hapsedilmesinde bir beis yoktur. Fakat onların yem-lerini
vermek şartıyla onları mahallenin
arasına
bırakmaktansa hapset-mek daha hayırlıdır.» denilmektedir. Kınye'de de işaret ederek:
«Bir bül-bülü
kafeste hapsetme ve
yemini verse bu caiz değildir.»
dendi.
Derim ki: Fakat Allâme
Kârîü'l-hidâye'nin Fetâvâsı'nda şu hüküm yer almıştır: «Acaba tek oldukları
halde kuşların hapsedilmesi caiz mi-dir? Kuşları
azad etmek caiz midir? Bunda sevap var mıdır?
Mescitlerin haşirlerini
dışkılarıyla kirlettiklerinden dolayı kırlangıçları öldürmek ca-iz midir?
Cevap
olarak dedi ki: Cinsiyet için kuşları hapsetmek caiz, on-ları azad etmekle
ise herhangi bir sevap
yoktur.
Onlardan ve diğer hay-vanlardan eziyet
verenin öldürülmesi de caizdir.»
Derim ki: Kerahetin kafeste hapsedilmeleri için söz konusu olduğu-nu umarım. Çünkü kafese
koymak, hapsetmektir ve azap vermektir. Ni-tekim zikrettiğimizin tümünden de bu anlaşılır ve bu
tevil ile
değişik gö-rüşlerin arası bulunmuş oluyor.
Düşün.
Bir Uyarı: Cerrahî dedi ki: Vahi hadislerden birisi Dara Kutnî'nin el-İfrâd'ında
Deylemî'nin de İbn
Abbâs'tan merfû
olarak rivayet ettikleri şu eserdir: «Makâsîs denilen kuşları edininiz. Çünkü
onlar
cinleri sizin çocuklarmıza dokunmaktan meşgul
ederler.» İbn Ebî'd Dünya Sevrî'den ri-vayet ediyor:
«Güvercinle
oynamak Lût, kavminin amelindendir.»
«Kişi onu azad
etmekle (güvercin) o kişinin mülkünden çıkmaz ilh...» sözüne gelince, kişi
azad
ettikten sonra
onu başkasının elinde görürse onu alabilir. Ancak «Kim onu
tutarsaonun olsun»
demiş ise; sonra ge-lecek ibareden de anlaşılacağı gibi o vakit geri alamaz.
«Kişi bineceğini bıraksa ilh...» Hülâsa'da zikredildi ki:
«Bu meseleyi el-Fetâvâ'da Siyer bahsinde
tekrarlamış ve şu şartı ileri sürmüş: Kişi belli bir kavme: «Sizden kim dilerse onu tutsun» demiş
olmalıdır.» «Ta-tarhâniye'de; «Falan adam benim malımdan neyi elde ederse o onun için helâldir.»
dese o kişi de onun malından alırsa helâl olur. «Kim ki benim malımdan ne alırsa ona
helâldir»
sözünde ise; bir kişi herhangi bir şey alırsa helâl
olmaz. Ebû Nasr dedi ki: «Helâl olur ve zâmin de
olmaz.» Eğer kişi: «Sen
benim malım sana helâldir, dilediğini malımdan al» dese
İmam
Muhammede
göre; onun malından özel olarak dirhemler ve di-narlar helâl olur.»
«Öküze binmek ve yük
yükletmek caizdir ilh...» sözüne
gelince; bir görüşe göre bu yapılmalıdır.
Çünkü hayvanların her çeşidi bir iş için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hâk'kın emrini bozmaya hiç kimsenin
yetkisiyoktur.
«Ama zorlamaksızın ve vurmaksızın ilh...» sözüne gelince; hayvana gücünün üstünde yük
yüklemez,
hayvanın yüzüne ve başına vuramaz.
Buna icmâ' vardır. Ebû Hânife'ye göre hiçbir
şekilde
vuramaz; hayvan mülkü dahi olursa. Allah'ın Resulü: «Hayvanlara ürkeklikten dolayı
dövülürse de
kaydıkları için vurulmazlar.» Çünkü kaymak, binicinin gemi tümü tutuşundan ileri
gelir. Ürkeklik ise,
hayvannı kötü ahlâkından neşet eder. Bundan ötürü hayvan
tedip edilir.
Fusûlyu'l-Allâmî.
«Zımmîden daha
şiddetlidir ilh...» Çünkü hayvanın Allah'tan başka yardımcısı yoktur. Hadiste vârid
olmuştur ki; «Allah'tan
başka yardımcısı olmayan bir mahlûka
zulmeden bir Kimsenin üzerinde
Allahın gazabı
şid-detlenir.»
Zimmîninki ise, müslümanınkinden daha şiddetlidir
ilh...» Çünkü müslüman zâlimin aleyhinde
şiddetli bir şekilde
dava açar. Ta ki zalim de onun gibi azaba
uğrasın. Halbuki küfürden başka
günahların
atıl-masına mani de yoktur. Küfürden
başka günahları zalimin üzerine at-masında mani
yok, zâlimi
bununla azab görür. Bunu bazıları zikretmiş-tir. T.
«Müsabakada bir beis yok ilh...» Çünkü Cenâb-ı Peygamber:
«Mü-sabaka ancak huf'ta nasl'da veya
hâfir'de
olur.» Hadîsteki «şebek» ke-limesi
yarışı kazanana tayin edilen maldır. Yani bir bedel
karşılığında müsabaka,
ancak şu üç sınıfta caiz olur demektir. Hattâbî sahih rivayet
«şebek»
şeklindedir, demiştir. «Ebussuud Münâvî'den rivayetle
Cerrahî'nin şöyle dediğini naklederler:
«Veya kanatta
vardır» fazlalığı, muhaddislerin
ittifakıyla hadisten değildir. Tüm muhaddisler
bu
kelimenin mevzu olduğunda ittifak etmişlerdir.» diyor.
«Huf»tan kasıt
devedir. «Hâfir» attır, «nasl» okun başındaki demir-dir, maksat ok
atışıdır.
«Mültekâ'da ve
Mecmâ'da hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince, bunun
benzeri el-Muhtâr, Mevâhib
ve
Düreru'l-Bihâr'da da vardır.
«Çeşitli Meseleler'de zikrettiğinin
hilâfına ilh...» sözüne gelince, ya-ni müellif Farâiz Kitabının
hemen öncesinde;
«Ancak at, deve, ayak ve okla olur» demektedir. Bunu benzeri Kenz ve Zeylaî'de
de vardır.
Sarih orada bunu kabul ederek der ki:
«Bu dört sınıftan başka, meselâ katır gibi hayvanla
mükâfat
şartıyla yarışmak caiz değildir. Ama şartsız ya-rışmak
her şeyde caizdir. Bu sözün
tamamı
Zeylaî'dedir.» Bunun benze-ri Zahire, Haniye ve Tatarhâniye'de de yer almaktadır. Ebussuud,
Allâme Kasımdan naklederek Mecmâ'daki hükmü
reddetmiştir. Şöyle ki: «Hiç kimse merkeplerle
müsabaka olur dememiştir. Çünkü müsabakanın caiz
olması cihada teşvik tahrik etmesinden ileri
geliyor.
İslâm'da merkepler üzerinde cihâd etmek bilinen birşey değildir.»
Katırı da zikretmeli.
Çünkü Şeriat'da binicisinin katırına ganimetten
bir pay verilmemiş olduğundan
katıra itibar
edilmemiştir. Binaenaleyh katırda da cihada teşvik yoktur.
Ancak «Ona pay vermemek,
onunla
mü-sabakaya katılmamayı gerektirmez. Çünkü «huf»un
payı ganimette yok-tur ama, nassan
«huf»la yani
deve ile müsabaka caizdir, denirse mesele
değişir.
Ben derim ki: Hülâsa şudur: Hadiste zikredilen
«hâfir» geneldir. Bu ke-limenin genelliğine bakan bir
kimse, katır ve merkebi de dahil etmiş olur. Nedenine, illetine bakan bir
kimse ise bunları dışarıda
mütalâa
etmiştir. Çünkü bunlar cihâd aleti değildirler. Düşün.
«O zaman mendup olur ilh...» sözüne gelince;
mendup olması kaste bağlıdır. Eğer güreşmekten
eğlenmek, başkasını yenmekle böbürlen-mek veya seceati bilinsin görünsün diye bir kasti var
ise;
zahire göre kerahet vardır. Çünkü ameller niyetlerledir.
Mubah bir şey, niyetiyle
taate dönüştüğü
gibi, taat de
niyetle masiyete dönüşebilir. T.
«Onsuz olmasına gelince ilh...» ifadesine
gelince; ifadenin zahirin-den anlaşılıyor ki, bu ibare üç
imamın sözüyle
ilgilidir. Daha ilerde gelen itade ise, mezhep ehline göredir. T.
Daha önce «Çeşitli
mesele!er»de
takdim ettiğimiz de bunun gibidir.
«Her koyun
mubah olur ilh...» sözüne gelince;
yani biniciliği öğreten cihâda
yardımcı olan her
şartsız olarak oyun
mubah olur. Çünkü bahsi geçen meselelerde
şartın caizliği, hadisle ve
kıyasın
hilâfına olarak
sabit olmuştur. Binaenaleyh bunlardan başka oyunlar, ancak
şartsız yani her-' hangi
bir mükâfat
şart koşulmaksızın caiz olur. Kuhistanî, Mültekâ'dan şunu naklediyor: «Kim savlacan
denilen çomakla oynarsa, maksadı bini-ciliği öğrenmek ise caiz olur.»
Cevâhir'de de de şu nakli
yapar: «Savaşmak için güç kazanmak maksadıyla
güreşmenin ruhsatlı oluşu hakkında eser
gelmiştir. Eğlenmek
maksadıyla güreşirse mekruh olur.»
«Onu hak
ettiği için değil ilh...» Mağlup olan kişi şart koşulan para-yı vermez ise,
kadı cebren
ondan alamaz.
Ve o parayı vermesi için onun
aleyhine hüküm veremez. Zeylaî, çeşitli Meseleler'de.
«Bundan
anlaşılıyor ki; akit ile şart lazım olur ilh...» Bunun şeklinin nasıl
olduğuna dikkat et. Bazen
«akit
olmadığından» sözünün manâsı,aktin imkânı yoktur, demektir.
Bununla beraber zikredilen
yerlerde mü-kâfat şartının caiz olması, Zeylaî dedi ki:
«Bu istihsanen'dir. Kıyasa göre caiz
olmaması
gerekir. Çünkü
burada mülk edinmek, tehlikeye bağ-lanmış olur. Bu noktadan ötürü katırla
yarışmak gibi, hadisle sabit olan dört sınıfın dışında
kalan sınıflarda şart koşulan para bir kişi
tarafından
dahi şart koşulursa yine de şartlı müsabaka
caiz olmaz.» Düşün.
Bilcümle, meselede sarih
bir metne ihtiyaç vardır. Çünkü sarihin > söylediği, muhtemel bir
hükümdür.
Müctebâ'da şu nassı gördüm: «Bazı nüshalarda eğer yarışı kazanırsa
mal kendisine
helâl olur, eğer mağlûb olan vermekten imtina ederse cebren kendisinden mal
alınır.»
Derim ki: Lakin bu hüküm, Zeylaî, Zahire, Hülâsa, Tatarhâniye ve başka meşhur kitaplarda yer alan
hükme
muhaliftir. Çünkü onların hep-si daha
önce geçtiği gibi, «kişi yarışı kazanmakla o şart
koşulan paraya
müstahak olmaz» demişlerdir. Düşün.
«Birtek
taraftan olursa ilh...» Veya
üçüncü bir kişiden olursa. Yani -yarışanlardan birisi arkadaşına:
«Eğer beni geçersen sana
şu kadar para veririm, eğer ben seni geçersem senden hiçbir şey
olmam» veya Emîr iki süvariye veya iki okçuya der ki:
«Sizden hanginiz yarışı kazanırsa ona
şu
kadar para vardır. Eğer mağlup olursa kendisine hiçbirşey verilme-yecektir.»
İhtiyar ve
Gurarü'l-Efkâr.
«İki taraftan
şart koşulursa caiz olmaz ilh...»
sözüne gelince; kişi ar-kadaşına
der ki: «Eğer atın
yarışı kazanırsa sana
şu kadar para verece-ğim, benim atım kazanırsa sen bana şu kadar para
vereceksin»
Zeylaî. «Eğer senin deven benim devemi
geçerse, senin okun benim okumu ge-çerse»
demesi de
böyledir. Tatarhâniye.
«Çünkü bu
kumar olur ilh...» sözüne gelince; zira
«kumar» kelimesi bir defa artıp bir
defa eksilen
manâsına ifade eden «kamır»dan
türemiş-tir. Kumar'a «kumar» denilmesinin
nedeni de, kumar
oynayanın
malı di-ğer arkadaşına gider; böylece birisinin malı eksilir,
diğerlerinin malı ar-tar. İşte
bu kumar nas ile haramdır. Fakat yarışanların birisi
tarafından para şart koşulursa, hüküm böyle
değildir.
Çünkü artma ve eksilme, iki-sinin malından (bir anda) mümkün olmaz. Ancak birisinin
malından
artı-şın imkânı vardır. Diğerinin malında sadece eksiltme imkânı vardır.
Böy-lece bu
kumar olmaz.
Çünkü kumarda aynı ihtimalin iki taraf
için söz konusu olması gerekir.
Zeylaî.
«İkisini geçeceğini vehmediyor (sanıyor)sac ilh...» Hele atı daima mağlup
olur veya yüzde yüz galip
gelir şekilde ise bu şekil yarışmak caiz
olmaz. Çünkü Resulü Ekrem: «Kim ki iki atın arasına galip
gelmeyeceğin-den emin olmadığı halde
bir atı sokarsa, bu hususta bir beis yok. Kesin-likle yarışı
kazanacağından emin olduğu halde iki atın arasına üçüncü bir atı sokan
kimsenin hareketi ise
kumardır.» Hadisi Ahmed, Ebû Dâvûdve
başkaları rivayet etmiştir. Zeylaî. .
«Sonra bu at o
iki atı geçtiğinde ilh...» sözüne gelince, bunun şekli
şöyledir: Eğer o iki atı geçerse
beşyüz ondan
beşyüz ondan olmak üzere onlardan, bin dirhem alacaktır;
eğer onlar geçmezse
onlara birşey
ver-meyecektir. Eğer onların birisi diğerini geçerse,
birisinin malından onun yüz
dirhem alır. Fakat
üçüncü at sahibi onları geçmediği takdirde onlara
hiçbirşey vermeyecektir. Eğer
geçerse şart koşulan miktarı onlardan
ala-caktır. Şekil almak
ve vermek hususunda bunun tam
tersi de olabilir.
İkisi kendi aralarında ise! hangisi yarışı kazanırsa şart koştuğu miktarı
arkadaşından alacaktır. Eğer iki at bu
üçüncü atı geçerlerse, beraber yarışı bitirirlerse; onların
hiçbirisinin
diğerine birşey vereceği yoktur. Eğer muhallil yani üçüncü
at, bu iki attan birisiyle
beraber yarışı
kazanırsa, sonra Öbür at gelirse o zaman üçüncü atla beraber
yarışı kazanan atın
sahibine bir şey
düşmez. Belki diğer at sahibi tarafından şart koşulan ona verilecek
diye belirtilen
kısmı alır. Eğer iki attan birisi yarışı kaza-nır,
ikinci olarak muhallil gelir; sonra
iki atın ikincisi
gelirse bu takdirde muhallile yani üçüncü at sahibine hiçbirşey verilmez.
Gurer-ül-Efkâr.
Zeylaî dedi ki: «Bunun caiz olmasının
nedeni şudur: Üçüncü atın sahibi, hiçbir takdirde diğerlerine
karşı borçlu olamaz. Onun ancak al-mak veya almamak
ihtimalleri söz konusudur. Böylece bu
mesele de kumar olmaktan çıkmış oluyor. Tıpkı bir taraftan şart ileri koşulduğu
takdirdeki gibi olur.
Çünkü kumar,
garameti (yani ödeme yükünü) çek-mek ihtimalinde iki tarafın eşit şansa sahip
olduğu şeydir.
Nitekim bunu daha önceden açıklamıştık.»
Tamamlayıcı
bir ek: Mesafenin atın koşabileceği
kadar;
atların her birisinin de yarış kazanma
ihtimali olması
şarttır. Zeylaî. Ok meselesin-de ayakla yarışmak meselesinde de böyle demek
uygundur. Düşün. Gu-rarü'l-Efkâr'da Muharrer'den naklediliyor: «Eğer yarış
develerle olursa hangi
devenin omuzla
önde ise o yarışı kazanmış
kabul edilir. Eğer atlar üzerinde olursa hangisinin
boynu önde ise, yarışı kazanmış kabul edi-lir, ayaklara itibar edileceği
de söylenmiştir.»
Fer'î Bir Mesele: Tatarhâniye'nin
Müteferrikat'ında Sirâciye'den
nak-ledilerek denildi ki: «Kıble
tarafındaki
bir hedefe ok atmak mekruhtur.»
«Fıkıhla uğraşanlar hakkında
da hüküm böyledir ilh...» sözüne ge-lince,
yani şu yarış
meselesindeki tafsilât fıkhî meselelerdeki
yarışmada da aynen geçerlidir.
Güreşte hükmü de bu
tafsilâta
binaen böyledir. Gü-reşin caiz
olması şu noktadan ileri geliyor: Çünkü onda cihada teşvik
vardır; bir de
ilim öğrenmek şart konusudur. Çünkü Din, cihâdla ve ilim-le kaim olur. Buna göre
ilimle cihâda ilgili olan her noktada müsabaka
caizdir. Fakat başka noktalarda değildir.
Fusûlü'l-Allamî'de de böyle yer almıştır.
«Eğer savab
kim (doğru) söylüyor ise, ona bir mal şart koşulursa sıh-hatli olur
ilh...» sözüne
gelince; yani
belli ve beraberinde savab olan
bi-risi için şart koşulursa sıhatlidir. Yoksa «min»
kelimesi ile umum ifadesi burada kasdedilmemektedir. Aksi
takdirde kendisinden sonra gelen
meselenin ta kendisi olur. H.
Yani şöyle diyecektir: «Eğer savap senin yanında sabit olursa,
sa-na şu şeyi vereceğim. Eğer savap
benimle ise, benim için hiçbir şey yok-tur.» Veya
tam bunun aksimi söyleyecektir. Eğer ikisi:
«Savap kimin
elinde ise, o arkadaşından şu kadar para alacaktır» dese
sıhhatli olamaz. Çünkü bu
şart iki taraftan oluyor.
Bu kumar olur. Ancak araların bir
muhallil so-karlarsa caiz olabilir. Nitekim
onların kelâmlarından da bu anlaşılıyor. T.
Böylelikle
mesele üç vecihli bir mesele olur. Üçüncü kişi için bir mükâfat tayin ediyorlar. Eğer
savap onun
dediği ise; (ona mükâfat ve-rilir.)
Eğer sevap diğer iki kişinin herhangi birisinin
beraberinde ise üçün-cüden hiçbir şey alınmayacaktır.
Düşün.
«Güreşmek bidat değildir ilh...» sözüne gelince: Zira Allah'ın Resulü bir grup kişi ile güreşmiş
ve
onları
yıkmıştır. Onlardan birisi
İbnü'l-Esved El-Cumahî'dir. Bir diğeri
de Rükâne'dir. Resulü Ekrem
Rükâne'yi arka
arkaya üç defa yıkmıştır. Çünkü eğer güreşte mağlup olursa müslüman
olacaktı
şartını koşmuştu. Nitekim bu durum Aliyu'l-Kari'nin Şemail Şerh' inde yer almaktadır.
.el-Cerrâhî
dedi ki: «Resul-i Ekrem'in Ebû Cehil ile
güreşmesine gelince; bunun aslı astarı yoktur.»
«Mükâfatsız
müsabaka ise, herşeyde caizdir ilh...»
Biniciliği öğre-ten ve cihada yardımcı olan her
meselede müsabaka
caizdir. Fakat boş vakit
geçirmek (lehv) maksadıyla olmayacaktır. Nitekim
fakihlerin kelâ-mından da bu ortaya çıkıyor.
Onlar Resulullah'ın:
«Melekler, ok
atmak yarışından başka melâhîden
olan bir şeyde
bir şeyle hazır
bulunmazlar»
buyurmuştur. Buna «lehiv» demenin nedeni, sureten
lehve benzediğinden ileri
geliyor.
Düşün.
«Nitekim bu ilerde
gelecektir ilh...» sözüne
gelince, yani «Çeşitli me-seleler» de bu mesele
gelecektir, demektir. Biz de bunun ibaresini daha
önce takdim ettik.
«Bil-akdâm
(ayaklarla» kelimesi «üdde» kelimesine taalluk eder.
Ya-ni Şafiî katında müsabaka
ayaklarla
ve onun üzerine atfedilen şeylerle de olur. T.
dedi ki: «Şu ibareyi burada
zikretmenin
nedenini anlamadım. Ancak şu ibare, insana kaideler
bunların helâl olmasını gerektirir, veh-mini
veriyor. Halbuki hiç de öyle değildir. Bilakis mezhebin
kaideleri, bunların çoğunun haram olan
lehvden
olmasını gerektirir. Bir çomakla topa vurmak (savlacan) ve sonradan gelen
hükümler gibi.»
Özetle.
Derim ki: Kuhistanî'den daha önce naklettik:
«Çomakla oynamak caizdir. Bu bir
binicilik topudur.
Kuşlarla
yarışmanın cevazı ise bize göre
tartışılır. Elde ne vardır, oyunun caiz olmasında da durum
budur.
Yüzük-le oynamaya gelince; o katıksız bir lehvdir. Sığırla, gemiyle, yüzmekle müsabakaya
gelince; onların kelâmının zahirinden caiz
oldukları anlaşı-lıyor. Gülle atmak,
taş atmak da tıpkı ok
atmak gibidir.
Elle taşı eğdirmek ve onun arkasında gelen hükümler ise; zahire göre eğer kişi
bunlarla kahramanlığı artırmayı ve bedenî alışkanlığı hedef ediniyorsa bunda be-is yoktur.»
«Gülleden» maksat, çamurdan
yapılan gülledir. T. Kalaydan yapı-lan
gülle de bunun gibidir.
«Elle kaldırmak suretiyle yarışmak»
hangisi daha kuvvetlidir diye bilinsin diye yapılır.
«Parmakları birbirine sokmak ilh...» Herkesin kendi parmağı üzerine eli kapatıp
onunla müsabaka
yapmak, en kuvvetli
kimdir bilinsin diye yapılır. Bana böyle geliyor.
«Elde çift mi
var, tek mi var, oyunu da, (Şafiî'ye göre) yüzükle oyna-mak da caizdir ilh...» ifadesine
gelince: Şafiî fakihlerinin bazılarından
dinledim: Bunların caiz olması Şafiî katında
hesab yani
matamatiksel ka-idelere bağlı yapıldığı zamana dairdir. Nitekim bunu hesap
alimleri, bu-nu
özelliğiyle
bilme yolunda zikretmişlerdir. Eğer tahmin ile bunu bilme-ye çalışılırsa;
o zaman bu
hükmün dışına
çıkar.
Derim ki:" Zahire
göre bir tahmin de olursa eğer bununla hesap ve matematik öğrenmesine
çalışılmak kasdedilirse; bizim katımızda bu ca-izdir. Satranca
gelince; her ne kadar binicilik ilmini
öğretiyorsa da, ha-ram olması bizim
katımızda hadisledir. Çünkü bunun gaileleri
çoktur. Bir defa
satranca dalan bir insan, çokça onun üzerinde
durur. Yani onun menfaati zararına denk
gelmez.
Nitekim bunu
fakihler daha önce zikret-tiğimizin hilâfına olmak üzere açıkça
beyan etmişlerdir.
«Beni İsrailden naklediniz ilh...» ibaresine gelince; bunun bakiyesi «hiçbir beis yoktur» şeklindedir.
Hadisi Ebû
Dâvûd rivayet etmiştir. Ahmed bin
Menî'in Câbir'den rivayet ettiği bir
lafızda şu vardır:
«İsrail oğul-larından
naklediniz. Çünkü onların arasında acaiplikler var
idi.»
Nesâî sahîh bir senedle Ebû Saîd el-Hudrî'den
ve Resul-i Ekrem'den rivayet ediyor ki: «İsrail
Oğullarından
rivayet ediniz. Herhangi bir beis yoktur. Benden de rivayet ediniz ve sakın bana
yalan
uydurmayınız.»
Dik-kat edilirse Resul-ü Ekrem kendisinden olan hadis
rivayeti ile israil
oğullarından
olan rivayeti bir birinden ayırmıştır.
Nitekim Beyhâkî Şafiî'den bunu
nakletmiştir.
«Hüccet maksadıyla değil de teferrüc seyretmek maksadıyla
hikâye-ler nakledilirse caizdir ilh...»
Teferrüc
üzüntüden kurtulmak demektir. Hüccet ise delil ve burhan demektir. Kamus.
«Lakin darb-ı
mesel maksadıyla olursa zarar yoktur ilh...» ibaresine gelince; Harî'nin
Makamât'ı
gibi. Çünkü
zahire göre Makâmât-ı Harîri'de bulunan Hars bin Hemam'dan ve Sürücî'den nakledilen
hikâyelerin
aslı astarı yoktur. Ancak bu acip siyak şeklinde bu hikâyeleri meydana
ge-tirmiş
bulunuyor ki, Makamât'ı mütaala eden kimseler
bunu açıkça gö-rebilirler. Acaba Antara'nın kıssası,
Melik Zâhir'in
ve başkalarının kısas-ları da buna girer mi? Lakin
onun zikrettiği bu mesele, ancak
Şafiî
usul-lerine göredir. Bize gelince; Müctebâ'dan nakledilen Fürû'da
gelecektir ki; mekruh olan
kıssalar, geçenlere
ait olaylardan belli aslı olmayan
kıs-salar, yahut onun üzerine arttırılan veya
eksiltilen şeyleri; kısasını süs-lendirsin diye artıp eksiltenlerin
kıssalardır. Acaba bizim katımızda
bu caiz midir?
Onunla darb-ı meseller ve benzerleri kasdedildiği takdirde
değil midir, mesele
yazılacaktır.
«İnsanların veya
hayvanların dilleriyle
ilh...» veya cemadatın
dille-riyle, mesela derler ki «Duvar
kazığa: Niçin beni yırtıyorsun? demiş. Ka-zık
da: «Beni dövenden sor» demiştir.» «Bütün bunları
İbn Hacer zikret-ti.» Yani İbn-i Hacer el-Mekkî el-Minhâc üzerindeki şerhinde
bunları zik-retti.
METİN
Cuma gününde
tırnakların kesilmesi müstahabtır. Ancak darülharp-de cihad eden
kişi için
bıyıklarını gürleştirmek ve tırnaklarını
uzatmak müstahab oluyor. Tırnakları cuma namazından
sonra kesmek efdaldir. Ancak fahiş bir şekilde
geciktirirse o vakit mekruh olur.
Çünkü tırnağı uzun
olan bir kimsenin rızkı dar olur. Hadiste şu hüküm yer alır: «Cuma
günü tırnaklarını keseni Allah
onu gelecek cumaya kadar üç gün de faz-lasıyla belâlardan
sakındırır.» Dürer. Yine Allah'ın
Resulünden:
«Kim ki tırnaklarını muhalif bir şekilde keserse, hiçbir zaman onun gözleri ağ-rımaz»
Yani «Hazreti
Ali'nin sözü gibi: «Parmaklarınızı
sünnet ve edeple kesiniz. Sağ elin önce, ortanca ile
ufak parmaktan
baslar; Sol elde ise önce baş parmak tırnağı
kesilir.»
Bunun beyanı ve tamamı Miftâhüsseade adlı kitapta vardır. Gazneviye
Şerhi'nde rivâyeta ediyor ki:
«Allah'ın Resulü evvela sağ elinin şehâdet parmağının tırnağını kesti,
sonra sırasıyla serçe
parmağına
gitti. Sonra sol elin serçe parmağının
tırnağını kesti sırasıyla baş parmağa kadar gitti ve
en sonunda sağ
elin baş parmağının tırnağını kesti. «Gazali. İh-ya isimli eserinde bunun güzel bir
nedenini arz
etmiş fakat ayak tırnak-larında hangisi daha önce kesilir diye bir nakil yoktur. Evlâ
olan onların
aralarını hilâllemek gibi tırnaklarını kesmektir.
Derim ki: el-Mevâhibü'l-Ledünniye'de varit olmuştur ki: «Hafız İbn Hacer dedi: Kişinin gerek
duyduğu şekilde kesmesi müstahabtır.
Onun keyfiyeti hakkında hiçbir şey sabit olmamıştır. O
tırnakların kesilmesi için
Allah'ın Resulünden gelen rivayetle hiçbir gün de tayin edilmemiştir.»
Hazreti Ali'ye nisbet edilen şiir, sonra İbn Hacer'e nisbet edilen ise;
bi-zim Şeyhimiz onun bâtıl
olduğunu söyledi.
Haftada bir
defa yıkanmak suretiyle bedenin temizlenmesi
ve tıraş etmek suretiyle tenasül uzvunun
etrafındaki kılların
sıyırılması müstehabtır. En efdali cuma gününde bu işlerin olmasıdır.
Onbeş
günde bir de
caizdir. Kırk günden sonra yapılmaması mekruhtur. Müctebâ. Müctebâ'-da şu
hükümde yer
almaktadır: Bıyıkları dipten tıraş etmek
bidattir. Fakat bazıları 'bıyıkların
dipten tıraş
edilmesi sünnettir dediler. Ağarmış tüy-leri sakal ve bıyığın arasından alıp çekmekte
bir beis yoktur.
Sakalın et-rafından kesmekte de bir beis yoktur. Sakalda sünnet bir kabzedir.
Yani bir tutamdır.
Yine
Müctebâ'da yer alan şu hüküm vardır: Kadın saçlarını
keserse gü-nahkâr olur ve lanete uğrar.
Bezzâziye'de
der ki: «Kocasının izniyle dahi keserse hüküm böyledir.
Çünkü Allaha karşı olan
masiyette
hiçbir mah-luka itaat yoktur. Bunun için erkeğin sakalını kesmesi de haramdır. Etki yapan
manâ kendisini erkeklere
benzetmektir.
Ben derim ki: Erkeğin başını tıraş etmesine
gelince; Vehbâniye adlı ki-tapta şöyle
denildi: «Her
cumada başın tıraş edilmesi müstahâptır. Bazan da
caizdir, tabiriyle ifade edilir.»
Bir kişi namaz ve benzeri ibadetlerin ilmini halka öğretmek, öğretse; başkası da onunla amel etmek
için öğrense; hangisi daha üstündür? Bi-rincisi efdaldir. Çünkü onun faydası sadece nefsine değil,
başkasınadır da. Rivayet ediliyor ki: «İlmin müzakere
edilmesinin bir saati, bir gece ibadetten daha
hayırlıdır.»
Bir müslüman
eğer sakalı bitmiş ise şehri
bırakıp, ilim öğrenmek için annesinden
babasından izin
almaksızın başka yere gidebilir. Bunun tamamı Dürer'dedir. Kişi oruç tutuyor, namaz
kılıyor,
fakat
eliyle ve diliyle halka zarar veriyor; böyle bir kişinin bu huylarını
söylemek gıybet olmaz. Hatta bu
kişiyi
kötülüklerden men etmesi için, bu
yaptıklarını gi-dip sultana yani hüküm sahibine haber
vermekte de
herhangi bir günah yoktur. Fakihler dediler
ki: Eğer kişi o eziyet verenin babası onu
eziyet-ten men edebiliyorsa, gidip babasına haber verebilir. Velevki yazı şekliy-le
olsa da. Eğer
babasında
böyle bir kuvvet yoksa haber veremez. Ta ki aralarına
düşmanlık girmesin. Bu meselenin
tamamı
Dürer'dedir. Böyle de kişi
ihtimam yönünden kardeşinin kötülüklerini
söylerse gıybet
olmaz. Ancak gazab yönüyle söylerse gıybet
olur yani ona küfretmeyi kasteder-de
gıybet olur. Eğer
bir kişi bir köy
halkının gıybetini yaparsa, bu gıybet
olmaz. Çünkü o bu sözüyle bütün o halkı
kasdetmiyor.
Bunların bir kıs-mını kastediyor. O da meçhuldür. Haniye.
Meçhul bir kimsenin
gıybeti mubahtır. Çekinmeden çirkin bir
işi açık-ça yapan bir kimsenin gıybeti
de mubahtır.
Dünürlük
kurmak isteyenlerin arasında
kötülüklerini söylemek, İtikadî kötü
olan bir kimseden
sakındırmak için de onun gıybetini yapmak mubahtır. Onun zulmünü hakime şikâyet
etmek için de
gıybet yaparsa
mubahtır. Vehbâniye Şerhi.
Nasıl gıybet
açıkça dil ile oluyorsa; fiille
de olur. Tarizle de yazıyla da, hareketle de, işaretle de olur.
Göz kırpmakla, elle işaret
etmekle de olur. Maksat her ne ile anlaşılıyor ise; o gıybete dahil olur ve o
haram-dır.
Hazreti Âişe der ki: «Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp
gi-derken ona eliyle kısa
boyludur diye
işaret ettim. Allah'ın Resulü bana «Sen
onun gıybetini yaptın» dedi.»
Başkasının taklidini yapmak da gıybettendir. Mesela topal topal yü-rümek ve
o kişi nasıl yürüyorsa
öyle yürümek, gıybettir; hatta gıybetten daha çirkindir. Çünkü tasvir ve
anlatmakla gıybet daha
büyüklesin «Bu-gün bizim yanımızdan geçen bazıları, hayatta gördüklerimizden bazıla-rı» diyerek
anlatmak da şayet muhataba muhayyen bir şahsı bildirmek kastı var ise gıybet olur. Çünkü
mahzurlu olan,
ona meseleyi anlatmak-tır; Kendisiyle
anlatma yapılan ifadeler değildir.
Eğer
muhatap
gıybeti yapılan kişinin bizzat kendisini anlamasa caiz olur.
Bunun tamamı Vehbâniye'nin
Şerh'inde yer
almaktadır.
Vehbâniye
Şerh'inde şu da vardır: Gıybet demek, gaib olduğu halde ve işittiği zaman hoşuna
gitmeyen bir sıfatla müslüman kardeşini
sıfatlandırmanda.
Ebû Hureyre'de
rivayet ediliyor ki: Allanın Resulü buyurdu: «Gıybetin
ne olduğunu bilir misiniz?»
Sahabe: «Allah
ve resulü daha iyi bilir» deyince, Cenâb-ı Peygamber buyurdular: «Müslüman
kardeşini hoşuna gitmeyen bir şeyle onu anman demektir.»
Birisi «Ey Allah'ın Resulü, eğer
benim
dediğim
müslüman kardeşimde var ise hüküm nedir? diye sorun-ca şöyle buyurdular: «Eğer senin
dediğin onda
var ise, onun gıybetini yapmış oldun.
Eğer dediğin onda yok ise ona bühtan
(iftira)
etmiş oldun.»
Gıybet yapılan
kişinin kulağına gitmezden evvel,
pişman olması (onun günahının silinmesine)
kâfidir. Aksi
takdirde onu ne şekilde gıybet
et-mişse hepsini açıklaması şarttır.
İZAH
«Tırnakları kesmek
ilh...» Tırnakları dişlerle kesmek
mekruhtur. Çün-kü alaca hastalığı yapar. Kişi
tırnaklarını kestiğinde, saçlarını kısalttığın-da
artıkları toprağa gömmesi gerekir.
Eğer çöpe atarsa
da beis
yoktur. Eğer tırnakları ve saçlarını
tuvalete veya banyoya atarsa
mekruhtur. Çünkü hastalık
yapar. Haniye.
Dört şey toprağa gömülür: Tırnak, baştan alınan saç, hayız ve kan çaputu. İtâbiye. T.
«Harp esnasında tırnaklarını uzatması müstahabtır.
Bıyıklarını uzat-ması gürleştirmesi de böyledir
ilh...» Minâh
adlı eserde zikredilmiştir:
Hazreti Ömer bize (yani askerî birliklere) yazdı: «Düşman
arazisinde
tırnaklarınızı uzatınız. Çünkü o tırnaklar silâhtır.» Zira silah neferin elin-den
düştüğü
zaman, düşman
da ona yakın ise çoğu kez o düşmanı uzun tırnaklarıyla uzaklaştırabilir. Bu tıpkı
bıyığın kesmesinin benzeridir. Zira
bıyık kesmek sünnettir. Fakat gaziler
için harp sahasında
gürleştirmek menduptur. Bıyık gürleştirilmeli ki
düşmanın gözünde daha heybetli
olun-sun. T. dan
özetle.
«Tırnağı
namazdan sonra kesmek daha faziletlidir ilh...» Yani
nama-zın bereketini alması için.
Müellifin bu
sözü, biraz sonra gelecek hadiste zikredeceğimiz hükme
aykırıdır.
«Ancak cuma
gününe tehir etmiş ise ilh...»
Yani tırnaklar cidden uzamış o da buna rağmen cuma
gününe tehir
edeyim diye ısrar ediyor-sa
bu, mekruhtur.
«Hadis'te ilh...» Zurkânî der ki: Beyhâkî Ebû Cafer el-Bakir'in
Müsned'inde rivayet etti: «Allah'ın
Resulü cuma
günü'de tırnaklarını keser bıyıklarını kısaltırdı.» Bunu Ebû Hüreyre'den gelen, senedi
zayıf olmasına rağmen muttasıl bir rivayeti desteklemektedir. Şöyle
ki: «Allah'ın Resulü cuma
günü
namaza
gitmezden evvel tırnaklarını keser, bıyıklarını kısal-tırdı.» Hadisi Beyhâkî rivayet etmiştir.
Arkasından şunu ekler: İmam Ahmed dedi ki: «Bu isnadda meçhul olan bir kişi
vardır.» Suyûtî dedi
ki: «Hülâsa olarak
bu sözlerin delil yönünden ve nakil bakımından en kuv-vetlisi
cuma günüdür. Bu
hususta varit
olan eserler cidden zayıf değil-dirler.
Bununla beraber amellerin faziletleri hususunda
zayıf hadisle amel edilebilir.»
Medenî.
Cerrahî dedi: ed-Deylemî
zayıf bir senedle Ebû Hüreyre'den merfu bir hadis rivayet ediyor: «Kim ki
cumartesi günü
tırnaklarını keserse on-dan hastalık çıkar, ona şifa gelir. Pazar günü tırnaklarını
kesenden fakir-lik çıkar,
zenginlik girer. Pazartesi kesenden
delilik çıkar, sıhhat girer, salı günü
kesenden hastalık çıkar,
şifa girer. Çarşamba günü kesenden vesvese çıkar, korku girer. Ona aynı
zamanda
emniyet ve şifa girer. Kim perşembe
günü keserse, ondan cüzzam hastalığı çıkar
ona
afiyet girer. Kimki Cuma günü keserse ona
rahmet girer, günahlar çıkar.»
«Kim tırnaklarını
değişik keserse
gözleri ağırmaz ilh...» hadisine ge-lince; hadis olarak sabit
olmamıştır.
Belki birçok âlimin kelâm arasında geçmiştir. Mesela Şeyh Abdülkadir
Geylânî
Gunye'sinde. İbni Kudâme Muğni'sinde zikretmektedirler. Sehâvî dedi ki: «Bunun aslına
rastlama-dım.
Fakat Hafız ed-Dimyâtî bazı hocalardan
bunu nakleder. İmam Ahmed de bunun
müstahab
olduğunu belirtmiştir.» Cerrahî.
Bazıları naklediyor ki: Parmaklarını bu şekilde kesen bir kimseye herhangi bir göz ağrısı isabet
etmediği
tecrübe ile sabittir.»
«Yani ilh...»
Hazreti Ali'nin sözünde geldiği
şekliyle «muhalif olarak kesmek» sözünün
açıklamasıdır.
«Tırnaklarınızı sünnetle ve edeble kesiniz ilh...» Bazı nüshalarda
Hazreti Ali'nin bu sözü nesir
olarak, bazılarında da nazım olarak gel-miştir.
Hazreti Ali'nin sözünde geçmekte olan «Havabis»
kelimesinin her harfi bir parmağa işarettir.
Sehâvî: «Şu
gelecek şiiri söyleyen yalan söylemiştir» der ve şiiri şöy-lece nakleder:
«Önce sağ
elinin tırnaklarıyla başla tırnaklarını kesmeye. Serçe ile ortanca parmağın
arasında bulunan
hınserle başla ve gözünü aç. İkinci derecede
ortanca tırnağı kes; üçüncüde -denildiği gibi- baş
tırnağını kes; dördüncüde serçe parmağını kes ve sağ
elinin ve ayağı-nın şehadet parmağıyla işi
bitir; bunda
mücadele etme. Sol elin baş par-mağının tırnağıyla başla sonra ortanca tırnağı kes
sonra serçe ile or-tanca arasındaki hınser
tırnağını kes; şehadet parmağından
sonra ser-çe
parmağını kes. Çünkü bu solun en sonudur. İşte ey genç göz ağır-masından bu eminliktir, bunu tut.
Sakın bununla
alay
etme; bu, hadistir. Senediyle İmam-ı
Murtaza Haydar'dan rivayet
edilmiştir.»
«En uygunu parmakları hilâllemek gibi
tırnakları kesmektir ilh...» sözüne
gelince: Yani evvela sağ
ayağın serçe
parmağıyla başlar, sol ayağın serçe parmağıyla işi bitirir.
Hidâye'de Ğârâib'den
naklederek dedi ki: «Sağ
elle başlamak ve yi-ne sağ elle
bitirmek uygundur.
Yani sağ elin
şehadet parmağıyla baş-lanır, sol elin tırnakları kesildikten sonra sağ elin baş
parmağının
tırna-ğını kesmesiyle bitirilir. Ayakta ise bağın serçe tırnağı ile
başlanır sol ayağın serçe
tırnağı ile
bitirilir.» Kuhistanî de bunu, Mesudiye'den
nakletmiştir.
«Ben derim ki: Mevâhibulledünniye'de ilh...» sözüne
gelince; Suyûtî'de bunu böyle söylemiştir:
«İmam İbn Dakîki'l-İd bütün bu beyitleri in-kâr etmiş ve
parmakların kesişinde özel bir şekil yoktur,
demiştir.
Bu-nun Şeriat'ta aslı astarı yoktur. Böyle kesmenin müstahab
olmasına inan-mak caiz
değildir.
Çünkü müstahaplık Şer'î bir hükümdür. Mutlaka bir delili olmalıdır. Bu gibi şeyleri
kolaylıkla
kabul etmek doğru değildir.» «Hazret! Ali'ye
sonra İbn Hacer'e nisbet edilen şiir hakkında
bizim
şey-himiz; bu batıldır demiştir»
sözüne gelince; söz konusu şiir şöyledir:
«Se-nin cumartesi
günü tırnağını
kesmekte yiyip bitiren bir hastalık olur. On-dan sonraki günde kesmekte bereket
gider.
Fazîletli bir âlim bunla-rın ikisinden sonra yani cumartesiyle başlar. Eğer salı günü tırnak
keser-sen helakten sakın. Çarşamba günü
keşişinde kötü ahlâkı iras eder.
Per-şembe kesişinde
zenginlik
vardır; Kim bunu meslek edinirse ona verilir. İlim ve rızık cuma günü kesişinde çoğalır.
Bunu Peygamber'den rivayet ediyoruz. Onun yolunu
izleyin.»
«Eteğini traş
etmesi müstahabtır ilh...» sözüne gelince; el-Hindiye'de: «Göbeğinin
altından
başlayarak
tıraş eder. Nevre denilen tüyleri sa-yılan ilaçla oralarını alması
caiz olur. Garâib'de de
böyledir. Eşbâh'ta: «Kadının etek
kıllarını yolması sünnettir»
denilmektedir.
«Her hafta bir
defo su ile bedenini temizlemek müstahabtır ilh...» sözüne
gelince; koltuk altındaki
kılların sıyrılması
gibi yollarla. Koltuk kıllarının
sıyrılmasında
traş da caizdir. Çekip yolmak daha
evlâdır.
Müctebâ'da bazılarından şu nakledilmektedir: «Yolmak da tıraş da
güzeldir.»
Boğazının
üzerindeki tüyü tıraş etmeyecektir. Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre tıraş etmesinde bir
beis yoktur.
T.
Muzmârat'da şu
hüküm yer almaktadır: «Erkek için kaşlarını
ve ken-disini hünsâlara
benzetmeksizin
yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur.» Tatarhâniye.
«Bedenin
temizlenmesini terketmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince;
tahrimen mekruhtur
demektir.
Çünkü Müctebâ'da şöyle denilmekte-dir:
«Kırk günden fazlası mazur görülemez; kırk gün
bedeninin
temizlen-mesini ihmal eden kişi azaba
müstahak olur.»
Ebussuud, İbn
Melek'in Şerhu'l-Meşârik'inden naklen şöyle diyor:
«Müslim Enes İbn Mâlik'ten
rivayet etti: «Tırnakların kesilmesi
bıyıkla-rın kesilmesi, koltuk altlarının sıyrılması için bize vakit
tayin edilmiştir. O da şudur ki: Kırk
günden fazla bunu bırakmamalıyız.» Böyle takdirlerden-dir ki,
bunda insan
fikrinin herhangi bir dahli yoktur.
Hadis merfu gibi oluyor.»
«Sünnet olduğu
do söylenmiştir ilh...» sözüne gelince;
Mültekâ'da müellif bunu,
yani sünnet
olduğunu kabul
kabul etmiştir. Müctebâ'nın ibaresi: Tahâvî'ye işaret ettikten sonra şöyledir:
«Bıyığı
dipten tıraş
et-mek sünnettir.» Mücteba bu sözü Ebû
Hânife ve iki arkadaşına nisbet et-mektedir.
Fakat bıyıktan
dudağın en yüksek kenarına eşit olacak kadar esmek icmâ ile
sünnettir.
«Ağarmış telleri çekmekte bir beis yoktur
ilh...» sözüne gelince; Bezzâziye'de bu söz «süs için
olmayacaktır»
ifadesi ile kayıtlanmıştır.
Bir Uyarma: Anfike'nin yani alt dudağın iki
tarafındaki kılları kopar-mak bidattir. Garâib adlı eserde
böyle yer almaktadır.
Burundaki
kılları da çekmeyecektir. Çünkü bu hastalık yapar. Gö-ğüs üzerindeki ve sırttaki kılların
tıraşı edebe aykrıdır. Kınye'de hüküm böyledir. T.
«Sakalda sünnet bir kabza olmasıdır ilh...»
sözüne gelince; kişi sakalını
kabzasına alır,
kabzasından artakalanı
keser. İmam Muhmmed Kitabu'l-Âsâr'da imamdan böyle nakletmiştir.
Muhît'te buna
kail olmuş-tur. t.
BİR FAİDE: Taberânî, İbn Abbâs'tan
merfû olarak rivayet etti: «Ki-şinin sakalının hafif olması
onun
sadetindendir.» Meşhur olmuştur ki sakalın uzunluğu aklın hafifliğine delâlet
eder. Bazıları şu şiiri
okudu: «Hio
kimse yoktur ki sakalı uzansın da, bu onun heybetine bir şey ek-lesin. Ancak sakalının
artmasından
fazla aklından eksilir.»
Bir latife: Hişam
bin el-Kelbî'den naklediliyor: Dedi ki: «Hiç kimse-nin
hıfzedemediğini ben
hıfzettim. Hiç
kimsenin unutmadığını ben unut-tum.
Kur'ân'ı üç günde hıfzettim. Sakalımın
kabzeden fazla olanını kes-mek istedim; unuttum
onun yukarısından kestim.»
Hiç bir mahlûka
hâlikin isyanı
konusunda itaat yoktur» sözüne ge-lince; İmam Ahmed ve Hâkim
bunu İmrân bin
Hüsayn'dan nakletmişlerdir. Cerrahî.
«Tesir edici mana, erkeklere
kendisini benzetmesidir ilh...» sözüne gelince; yani onun haramlığını
etkileyen
neden erkeklere benzemeye ça-lışmasıdır. Böyle
bir benzemeye çalışmak, caiz değildir.
Nitekim erkekle-rin de kadınlara kendilerini
benzetmesi caiz değildir. Hatta Müctebâ'da işaret
ederek denilmiştir:
«Kadınların ip eğirdiği şekilde ip eğirmek er-kekler için
mekruhtur.»
Başını tıraş etmesine gelince ilh...» sözüne gelince;
Zendevîstî'nin er-Ravda adlı eserinde şu
hüküm yer almaktadır:
«Bcştaki saçta sünnet ya onu iki tarafa taramak veya tamamını tıraş
etmektir.» Tahâvî
de «Ba-şın tıraşı sünnettir.» zikretti ve bu sözünü üç âlime nisbet etmiştir.
Zahî-re'de
denildi ki: «Başının ortasını tıraş etmek ve saçlarını
kıvırmaksızın salıvermekte beis
yoktun
Kıvırırsa mekruh olur. Zira kendisini
bir kısım kâfirlere
benzetmiş olur. Bizim
memleketimizde ateşe tapanlar saçlarını
kıvırmaksızın salıverirler. Fakat şu vardır ki; onlar
saçlarının ortasını tı-raş değil de alınlarının
üzerindeki saçları keserler.»
Tatarhâniye.
T. dedi: «Saçlarının bir kısmını tıraş etmek ve
üç parmak kadar bir kısmını başın etrafında
terketmek mekruhtur.» Garâib'de de böyle vârid
olmuştur. Yine Garâib'de şu hüküm de yer
almaktadır: «Seleften ba7i-lan yani bıyıklarının
etrafını bırakırlar (yani
bıyık bükerler) di.»
«Rivayet edilmiştir ki: Bir saat ilim müzakeresi, bir gece ibadet et-mekten daha
hayırlıdır ilh...»
sözüne gelince;
Beyhakî, İbn Ömer'den rivâyet
ediyor: «Din hususundaki fıkıhtan (bilgi sahibi
olmaktan) daha
üstün bir şeyi Allah'a
ibadet edilmiş değildir.»
Bezzâziye'de
denildi ki: «İlim ve îlkinin talebi, niyet
doğru olduğu za-man, bütün hayırlı amellerden
daha üstündür.
İlmi artırmakla meşgul ol-mak da niyet sahih olursa şöyledir.
Çünkü ilmin menfaati
daha geneldir.
Şu şartla ki, ilim talebi kişinin farzların
aksatmasın. Niyetin sıhhatli olu-şu,
ilimle
mal, mevki
kastetmeksizin Allah'ın rızasını kasdetmektedir. Eğer cehaletten çıkmak, halka yarar
sağlamak, ve ilmi ihya etmek niyetindeyse
niyeti yine de halistir, denilmiştir. Kur'ân'ın bir kısmını
öğrenmiş ve o
arada boş bir zaman bulduysa en
faziletlisi fıkıhla meşgul olmaktır. Çünkü Kur'ân-ı
hıfzetmek
farz-ı kifâyedir. Öğrenilmesi zorunlu
fıkıh bil-gisinin, öğrenilmesi ise farz-ı ayndır.
Hazâne'de dedi
ki: «Fıkıh'ın tamamı zorunludur.»
Menâkıb'da dedi ki: «Muhammed bin Hasan
insanlar için ezberlenmesi lazım. Haram ve helâl
ile ilgili ikiyüzbin mesele ortaya koy-du.» Bizim
daha önce
Kitabın Mukaddimesinde naklettiğimize bak!
«Kişi anne ve
babasının izni olmaksızın dahi ilim tahsili için gidebilir
ilh...» Yani anne-babasının
geçimlerini kendisi sağlamıyor
ve zengin ise-ler; onların telef
olmalarından korkmuyorsa.
Hâniye'de şu hüküm yer olmaktadır: «Eğer kişi
hacca gitmek isti-yorsa babası da buna
razı değil
ise, fakîhler derler ki: «Eğer babası onun
hizmetine muhtaç değil ise, babasının rızası olmaksızın
hacca gitmesin-de bir beis yoktur. Aksi takdirde babasının izni olmadan
gidemez. Eğer anne ile
baba onun
nafaka vermesine muhtaç iseler; o da onlara tam bir nafaka
bırakmaya muktedir değil
ise veya böyle
bir nafakayı bırak-maya muktedir olup, ancak yolun büyük bir ihtimalle korku ve
tehlikesi
varsa; bu takdirde gidemez. Eğer yolun büyük bir ihtimalle
tehlikesiz ol-duğu sanılıyorsa
gidebilir.»
«Bazı rivayetlerde: Kişi anne ile babasının
izni olmadan cihada çı-kamaz. Eğer sadece birisi izin
verirse çıkmaması
daha uygundur. Çünkü onların ikisinin hakkını
gözetmek farz-ı ayndır. Çihâd ise
farz-ı
kifâyedir. Eğer ebeveyni hayatta yok ise, iki dedesi iki ninesi
var ise, babanın ba-bası ve
annenin annesi
ona çıkma iznini verirse, babanın annesi ile an-nenin babası vermezse o vakit
çıkmasında bir beis yoktur. Çünkü izin verenler ebeveynin yerine kaim
olmuşlardır. Eğer iki baba
izin verirse
başkasının iznine iltifat edilmez. Tabi bu hüküm cihâd seferinde böyle-dir. Eğer
ticaret
seferinde veya hac seferinde
ise, ebeveynin izinleri olmasa
dahi beis yoktur. Fakat şu şartla
ki
onlar onun
hizmetine muhtaç olmamalıdırlar. Çünkü hizmetine muhtaç olmadıkları takdirde gitmesi
onların haklarını iptal etmek değildir. Fakat yol, deniz gibi korkulu bir yol ise; ancak onların
izni ile
çıkabilir. Velevki onlar onun hizmetine muhtaç değiliseler de. Eğer ilim talebesi
ilim için çıkıp gider
aile efradını baka-cak
kimseleri olmaksızın terk ederse bu meselede aile efradının hakkı-nı
gözetmelidir.»
«Eğer sakallı ise
ilh...» sözüne gelince; bundan anlaşılıyor ki; Dürer'in gelecek
kelâmında
«tüysüz"ün hükmü., sakallı olan kişinin hükmü-nün hilâfınadır. Zira
eğer sakalının olmaması
hususunda özür
sahibi ise. yani köse ise, onun hakkında
daima fitneden korkulur. Çünkü bazı
fâsıklar köseyi tüysüze
tercih ederler.
«Bunun tamamı
Dürer'dedir ilh...» sözüne gelince;
Dürer'de dedi ki: «Eğer kişi tüysüz, sakalsız ise
anne ve babası
onu seferden men etmeye yetkilidirler. İlimden maksatları ise; şer'î
ilimler ve
insanların
hayatında yararlı olan ilimlerdir. Kelâm ve benzeri ilimler
burada kastedilmemektedir.»
Çünkü gelen
rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir: «Kulun Al-lah'ın
huzuruna büyük günahlarla
çıkması, Kelâm ilmiyle çıkmasından daha hayırlıdır.» Madem ki İmam-ı Şafiî zamanında mütedavil
olan Kelâm İlminin hali bu olduğuna göre acaba felsefecilerin
hezeyanlarıyla
kar-makarışık ve
onların asılsız sözleriyle kapalı bulunan Kelâm hakkında ne demeli?»
«Onu onda olan
şeylerle gıybet değildir ilh...»
sözüne gelince; böyle bir kimsenin
sıfatlarını halk
ondan sakınsın,
onun orucuyla, namazıyla aldanmasın diye
zikretmek gıybet olmaz. Çünkü
Tabarânî,
Beyhâkî ve Tirmizî şunu rivayet
ettiler:«Siz fâcir bir kimseden söz etmenin gıybet
olacağından çekinir misiniz? Onu ondaki sıfatlarla
ilan ediniz ki halk on-dan sakınsınlar.»
«Yazı ile dahi
olursa ilh...» sözü ile kişinin babasına yazılan yazı kas-tedilmektedir. Sultan da bu
hususta baba
gibidir. Eğer yazıyı yazan
kişi, adaletle bilinen bir kişi ise Kifâyetu'n-Nehr'de de yer
aldığına göre,
«Bu yazıya sultan veya babanın buna itibar etmesi lazımdır.
Buradan anla-şıldığına
göre; hâkimin itham edilen kişiyi itham tesbit edilmemiş olsa
bile tazir cezasına çarptırmak yetkisi
vardır.
Binaenaleyh hazır bulunan kişi tarafından herhangi
bir kimse hakkında yazılan
bir şeye
binaen
hukukullâh ile ilgili ise, onunla amel edilir.» Ta'zîr'den
söz ederken bu konu geçti.
«Bunun tamamı
Dürer'dedir ilh...» sözüne gelince;
Dürer bu sözü Hâniye'den naklediyor. Hâniye'nin
ibaresi şudur: «İki eş arasında, sultan ile raiye ve
asker arasında da hüküm böyledir. Emribilmaruf,
onların on-dan
imtina ettikleri bilinirse vacib olur.»
«Onun günahı
yoktur ilh...» sözüne gelince; en
uygunu bu ibareyi hazfetmekti. Veya
bir atıf vav'ını
«o gıybet olmaz» cümlesinden önce ge-tirmek
gerekirdi. Ta ki metin şerhe bağlanmış olsun.
«O gıybet
olmaz ilh...» sözüne gelince; çünkü bu söz gıybeti yapılana ulaştığı zaman
üzülmez.
Çünkü bu kişi
onun adına şiddetle esef eden elde edemediği için üzülür.
Fakat bu da kişinin
ihtimam
göstermesinde doğru olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde kişi hem gıybetçi, hem
mü-nafık, hem
riyakâr, hem de nefsini tezikiye eden
olur. Çünkü, müslüman kardeşine hakaret
etmiş,
gizlediğinin hilafını ortaya koymuş ve halka da, nefsi içinde başkası içinde bu işten
hoşlanmadığını
ilan etmiştir. Kendi-sinin açıkça gıybet etmiyorum deyip salah ehlinden olduğunu
hissettir-mek
istemiş, gıybeti konuya önem verdiği için yapıyorum intibaını vere-rek yapmıştır.
Böylece çirkinliklerin çok çeşidini
bir araya getirmiş olu-yor. Cenâb-ı Hâk'tan korunmayı talep
ediyoruz.
«O gıybet
değil ilh...» sözüne gelince;
Muhtâr'da şu hüküm yer al-maktadır:
Gıybet ancak belli
olanlar için bahis konusudur.»
«Çünkü gıybet
yapan, sözüyle bütün bunları
kastetmemektedir.» sözünden anlaşıldığına göre; eğer
bütün bunları
kastederse, o zaman gıybet olur. Düşün.
«Meçhul bir kimsenin
gıybeti mubahtır ilh...» ibaresine
gelince; bil-miş ol ki: Gıybet Kur'ân'ın
nassıyla
haramdır. Gıybet yapan bir kişi ölü kardeşinin etini yiyene
benzetilmiştir. Çünkü kardeşin
eti yabancının etin-den daha çirkindir. Ölünün eti de dirinin etinden
daha çirkindir. Nasıl ki kişiye
kardeşinin eti haram ise. onun namusuna dil uzatmak
da haram-dır. Allah'ın Resulü buyurdu ki:
«Müslümanın
tamamı diğer bir müslümana haramdır. Kanı, malı ve namusu.» Hadisi
Müslim ve
başkaları riva-yet
etmişlerdir. Binaenaleyh gıybet ancak zaruret anında ve bu metin ve şerhte gecen
yerlerdeki gibi zaruret kaderi yapılabilir.
Fakîh
Ebû'l-Leys'in telifi olan Tenbihü'l-Gâfîlîn
adlı eserinde şu hü-kümler yer
almaktadır: «Gıybet
dört türlüdür:
A- Birinde gıybet küfür-dür. Şöyle ki adama: «gıybet etme» deniyor.
O da «Bu gıybet
değildir, der.
Çünkü ben bu sözümde doğruyum» işte bu takdirde bu adam kesin delillerle
haram
olan bir şeyi
helâl kabul ettiğinden dolayı, küfre kay-mıştır. B- Diğer bir
şekilde gıybet münafıklıktır.
Meselâ,
tanıyan bir kimsenin yanında adamın ismini anmaksızın
gıybetini yapıyor. İşte bu kişi
gıybet etmiştir ve kendisini gıybet edici
olmayarak göstermiştir. İşte bu
nifaktır. C- Diğer bir şekle
göre gıybet, haram bir masiyettir, gü-nahtır. O
da muayyen bir kişinin gıybetini
yapman ve bunun
masiyet
ol-duğunu bilmendir. Bu kişiye tövbe
gerektir. D- Diğer bir şekliyle
gıy-bet mubahtır. O da
fâsıklığını ilân eden bir kişinin veya bidat
sahibinin gıybetini yapmaktır. Eğer halk fâsıktan
çekinsinler diye
bir fâsıkın gıybe-tini yaparsa, bu gıybetten
sevap alır; çünkü -bu münkeri
nehyetmek kabilindendir.»
Ben derim ki: Mubah olması, gelecek konuların bazılarında da olduğu gibi vacib olmasına ters
düşmemektedir.
«Çirkin bir şeyi
açığa vuran ilh...» dan maksat, çirkini işlerken giz-lenmeyen, ona: «Sen şu çirkini
yapıyorsun» denildiğinde hiç etkilenme-yen kişidir. İbni Şıhne Tebyînu'l-Mehârım adlı kitabında
dedi ki: «Böyle
bir kimseyi açıkça işlemekte olduğu günahları işliyor
diye gıybet etmek caiz olur.
Başka
yönlerini söylemek caiz değildir. Allah'ın Resulü (Selât selâm onun üzerine olsun) buyurdu
ki «Kim ki haya
peçesini yüzünden atarsa, artık
onun aleyhinde söylenen sözler gıybet
olmaz.» Kişi
haram-ları
gizlice işliyorsa onun gıybeti caiz olmaz.»
Ben derim ki: Halk arasında:
«Namazı terkedenin gıybeti yoktur» diye şöhret bulan iddiaya gelince;
eğer bundan
maksat onun bu durumundan söz etmek ise, o da
açıkça namaz kılmıyorsa bu söz
doğrudur. Aksi takdirde doğru değildir.
«Musaharat
(yani dünürlük kurmak) için ilh...» En
uygunu burada «Meşveret: yani istişare
etmek»
tabirini
kullanmaktı. Nikâh meselesinde,
yolculuk, şirket, komşuluk emaneti yanına bırakmak ve
benzeri
konular-da kişi emin midir değil midir diye istişare edecek olursa;
bu konuda nasihat
maksadıyla
kişi hakkında bildiklerini söyleyebilir.
«Halkı sakındırmak için kötü itikade sahip
olanın ilh...» Yani bir bidat sahibi olup, bidatini gizler,
anada sırada elde ettiği insanlara ifşa eder kimse ise;
eğer bidatini açıkça işliyorsa o açıkça fâsıklık
yapanın hükmüne
dahil olur. Yani gıybeti yoktur. Düşün. En uygunu burada «tahzir»
tabirini
kullanmaktı. Ta ki itikadın kötülüğünden sakındırmayı ve metinde namaz kılıyor,
oruç tutuyor, halka
zarar veriyor şeklindeki ifa-deleri de kapsamış olsun.
«Hakime zulm dolaylıyla şikâyet etmekte de (gıybet yoktur) ilh...» sözüne gelinse; «falan
şu şeyle
bana zulmetti»
diyecektir ki, hâkim hak-kında
adaletle hükmedebilsin.
BİR EK :
Bu beş meseleye
altı mesele daha eklenir. O
altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi
durduracak
güçte olan bir kimseden yardım
istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu
zikretmektir.
Üçüncüsü,
fetva is-temektir. Tebyînü'l-Mahârım'da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle
zulmetti ondan
kurtuluş yolu nedir? diyecektir.
En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki:
Babası veya
oğlu veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin?
Fakat
bu kadarını sarahaten söylemek mubahtır.»
Çünkü müftü,
onun tayin etmesiyle beraber, mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri
anlayabilir.
Nitekim İbn Hacerde böyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî'nin
ittifakla rivayet ettiği bir
hadis şu şekildedir:
«Ebû Süfyân'ın hanımı Hind (Allah
kendisinden razı olsun) Allah'ın
Resulüne
dedi ki: Ebû Süfyân
cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı
vermiyor. Ancak ondan
bilmediği
halde aldığım mal vardır. Al-lah'ın
Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir
şekilde kâfi ge-leni al.»
Dördüncüsü,
bir köleyi satın almak isteyen kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve
açıklamak. Mesela,
onun hırsız veya
zâni olduğunu müşte-riye söyler. Eğer müşterinin satana kalp para
verdiğini
görürse; «Şun-lar karışık paralardır bundan
sakın» diyebilir.
Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam
topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle
diyebilir.
Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden
ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf
saymak. Bu
caizdir; hatta Şeriatı korumak için vâcibtir.
Böylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu
şiirim-le derlemiş bulunuyorum:
«İnsandan
hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek
haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan
sonra bir meseleden helâldir: (1) Zalimin
zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini, (3)
Mecruhları ceh et, (4)
Açıktan günah
işleyeni
belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen
laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye
hile yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de böyledir, (9) yardım
istemek de, (10) Men
edicinin
katında yardım istemek de
böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin zulmün-den de sakındır.»
«Gıybet, fiile
de olur ilh...» sözüne gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma
ve ileride gelecek
benzerleri
gibi.
«Tarizle de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan
kurtaran Allah'a
hamdolsun»
der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır.
«Yazı ile de
olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden
birisidir. Şir'at'te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye»
kelimesi kullanılmıştır.
«Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla
anılırken; O da «Onun iç
yüzünü bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa,
gıybet olur. Düşün.
«Remizle ilh...» Kamûs'ta remiz, dudaklarla,
gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle
işaret etmek
demektir.
«Gıybet ölü
olsa dahi müslüman kardeşinin kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen
şeyle
vasıflandırmanda ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize
ne
varsa onun da
lehinedir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»;
bahsinde; «bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine
cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır;
müslüman gibi
onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi
daha önceden geçmişti. Bu ibarenin
zahirinden
anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu olmaz.
«Gaib olduğu
halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt
yani «gaiblik» kaydı, gıybet
kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire
göre, eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne
söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve
hakaret olur.
Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla müslümanı rahatsız eder. Hele
gıybet, gıybeti
yapılanın kulağına gitmez-den önceki
halinden daha şiddetlidir. Bu aynı
zamanda
Cenâb-ı Hâk'ın:
«Nefislerinizi işaretle
ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları
gıybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide bulunan ayıpları arkasından söylemektir.»
Bazıları da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye
tarif etmişlerdir.
«Ebû
Hureyre'den gelen hadis ilh...» Müslüm
Sahîh'in'de ve bir baş-ka grup da rivayet etmişledir.
«Bu kişinin
hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki,
nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki,
sözündeki veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir
eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu'l-Meharim'de böyle yer almaktadır.
T. dedi ki: «Dik-kat
et, eğer akıllı olmayan çocuğun hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey
söylerse
ve o çocuk
aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu
olmaz mı?» İbn
Hacer': «Çocuğun ve delinin gıybeti
haram kesinlikle haramdır» de-miştir.
«O zaman ona bühtan etmiş olursun ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun.
Zira bühtan sözü
edildiğinde
şiddetinden insanı hayrete düşüren bir
bâtıldır. Şir'at Şerhin'de de hüküm böyle yer
almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından
kurtulmaz.
Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa
kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer
kalkıp
gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu
değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr
olur. İhya' da
da hüküm böyledir.»
Varit olmuştur
ki: «Gıybeti dinleyen gıybet
yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında
müslüman kardeşinin namusunu korur-sa, Allah'ın
onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.»
buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam
Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka ce-maat
rivayet etmişlerdir.
«Eğer gıybet
daha gıybeti yapılanın kulağına
varmazdan evvel ilh...»
Bu ibare
hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür.
Alimlerden bazıları
dedi ki: Gıybet
eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce
tövbe ederse,
gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet tövbeden
sonra gıybeti
yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin
tövbesi iptal olmaz denildi. Belki
Cenâb-ı Hâk
ikisini de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü
affeder.
Bazıları da: «Böyle bir kim-senin
tövbesi askıdadır; eğer gıybeti
yapılan gıybet kulağına
gitmezden önce
ölürse gıybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer gıybet ölümden önce
kulağına varırsa
gıybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi
gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik
istemeli,
bağış
talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin
yanında konuşmuşsa
onlara gidip
nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu'l-Mehârim adlı
kitapta yer
almaktadır.
«Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini açıklaması şarttır ilh...» Yani
istiğfar ve tevbe ile birlikte
ona konuşmalarını
açıklayacak
ve özür dileyecek ki, o da onu
affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi
mübalağalı bir
şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır.
Ve onun kalbini hoşnut
edinceye kadar
buna devam edecektir. Eğer kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür
dilemesi ve
sevgiyi oluşturmaya çalışması bir iyilik
olur. Ahirette o iyilikle gıybetin
kötülüğünü
karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır.
Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah
olur. Belki de
hasmının onun
'boynunda ahirette 'bir alacak hakkı da
kalmış olur. Çünkü eğer hasım,
bilse ki bu
gıybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi
değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve
başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi: «Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti
demektir. Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu
haseneler o gıybete
karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana
gıybeti tafsil etmesi de gerekir.
Ancak
eğer taf-sil
etmek gıybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin
gizlemeye
çalıştığı bir ayıbını söylemek olmaz. An-cak
üstü kapalı olarak bu konularda ondan
helâllik talebinde bulunur.»
Molla Ali el-Karî Mişkât Şerhi'nde dedi ki: «Acaba:
Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et
demek kâfi gelir mi? Yoksa gıybette
ne kullanılmış ise onu açıklaması
mı lazımdır? Alimlerimizden
bazıları: Gıy-bet
konusunda ancak kişinin gıybeti
bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona
bildirmek
fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman
onun için Allah'dan af talebinde bulunacaktır.
Meçhul hakları
ibra etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması
buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra
et-mesi
müstahaptır.»
El-Kınye'de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik
dilemektir.»
Nevevî'de der ki: Tahâvî'nin Fetâvâsı'nda şunu gördüm: «Gıybet konusunda pişmanlık ve istiğfar;
gıybet, gıybeti
yapılanın kulağına varmış olsa bile
kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar
edilmez.»
METİN
Bir selâm
vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak, beraberce oturmak, beraberce
konuşmak,
latife yapmak,
ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir.
Zaman zaman
akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda
bir defa
ziyaret edecektir. Onların ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir.
Çünkü ihtiyaçları geri
çevirmek
hadiste: Sıla-i Rahm'i kesmekten
sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i
Rahim yapana yakın
olur; kesen- den daha uzak olur.» Başka bir
hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir.
Bunun tamamı
Dürer'dedir.
Müslüman,
zimmet ehline eğer onların yanında
görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm
verir. Aksi
takdirde selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da
mekruhtur.
Sa-rihin nüshalarında böyledir.
Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak
me-tinlerde
selâm verir
lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde
tevil ettim. Fakat metinin bazı
nüshalarında
selâm vermez
ibaresi vardır. Bu en doğ-ru ve en
güzelidir. Anla.
Buhârî Sarihi
Aynî: «İslâm'ın hangisi daha
hayırlıdır?» sorusuna karşı Cenab-ı
Peygamber: «Yemek
yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm
vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları
söyler: «Bu genel ifade Müslümanlara
mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâfire selâm
vermez. Çünkü
şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan
siz olmayınız.
Onlardan herhangi bi-risi ile yolda
karşılaşırsanız onu yolun en dar
kısmına
sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık bir
kimse de başka bir delille bu genelden tahsis
edilir, yani ayrılır.
Kendisi hakkında
şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki
kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm'ın
başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı
içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.»
Hıfzedilsin.
Eğer bir
Yahudi, Hıristiyan veya bir mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta
herhangi bir
beis yoktur.
Lakin «Ve Aleyke»den baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye'de de hüküm böyle yer
almıştır. Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla
selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve
tazim etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye
tebcil niye-tiyle: «ey
üstâz» dese küfre girmiş olur.
el-Eşbâh'da da hüküm böyle
yer almaktadır. el-Eşbâh'da şu hüküm
de vardır: «Eğer bir zımmîye
Allah se-nin bekanı
uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur»
diyorsa veya «zelil olarak
haracı müslümanlara verir» diyorsa bu sözde bir beis yok-tur.»
Dilencinin selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm
için değildir. Hutbe okunduğu zaman
selâm verenin
selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh'da
şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın
evine
gel-diğinde selâm vermezden önce içeri
girmeye
dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde
evvelâ selâm
verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra
konuşur. Eğer: «Ey Zeyd
sana selâm olsun» derse başkası
selâmı alsa, Zeyd'in boynunda selâmı
almak görevi
kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya
muayyen bir kişiye işaret ederse, başka
birisi
selâmın cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye
duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır
ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.»
Ben derim ki: Mubteğâ'da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa
diğer-lerinin boynunda selâmın
cevabı sakıt
olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme
eden kimselerdendir.
Çünkü onun
kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış
olmaz, dediler.»
El-Müctebâ'da
şu hüküm yer almaktadır:
«İhtiyar bir kadının cevap vermesiyle de selâmın cevabı
diğerlerinden
düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez
mi konusunda
iki görüş vardır.» Taciye'nin
zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği
anlaşılmaktadır.
Tek kişiye
dahi cemaat lafzıyla selâm
verecektir. Selâmın cevabı da
böyledir. Cevabı veren bir kişi
«Ve berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler
yapmayacaktır. Selâmın cevabı
ile aksıranın
cevabını
vermek fevridir, yani hemen olmalıdır.
Yazılı Selâmın
cevabını vermek de, selâmı almak gibidir.
Eğer baş-kasına: Falan adama selâm
söyle» dese
ona selâmını söylemesi vacib olur.
Fâsık kişiye
selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek
yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana
veya namaz kılan, okuyan gibi Şer'an âciz olan
kimseye se-lâm
vermek de mekruhtur. Eğer buna rağmen
selâm verirse cevabı müs-tahak olmaz.
Biz namazı
ifsâd eden şeyler konusunda bunun
mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde
söyledik. Ve
dedik ki: Selâmın
cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib
değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o
evde hiç
kimseyi görmezse: «Selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine
ol-sun» diyecektir.
İZAH
«Sıla-i rahim vaciptir ilh...» Kurtubî Tefshi'nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin
haram
olduğunda ümmetin icma ettiğini naklediyor.
Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten kesin
deliller
vardır. Tebyînu'l--Mehârîm'de dedi ki:
«Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları
demiştir ki: «O, muharrem olan
her yakının akrabalığıdır.» Başkaları
da: «İster
muharrem olsun
isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.»
İkinci görüş,
metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden
an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim
Şerhi'nde
şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun
doğruluğuna birçok hadislerle istidlal etti. Evet
akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela
anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden
daha
öncedir, der.
Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha
şehid-dirler. Hadislerde
Tebyînu'l-Maharim'de beyan edildiğine göre
bütün bunlara işaret vardır.
«Bir selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu'l-Maharim'de şöyle der: «Eğer akrabaları
başka yerde iseler,
mektup
göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer
onlara gitmeye gücü yetiyorsa
gitmek
ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir.
Onun hizmetine
muhtaç olurlarsa da durum böyledir.
Ba-badan sonra büyük kardeş baba
yerindedir.
Dede de -ne kadar yukarı-ya
giderse gitsin- baba yerindedir. Büyük
kız kardeş de teyze
de sıla-i rahim konusunda anne yerinde sayılırlar. Bazı
görüşlere göre amca baba gibidir.
Bunlardan başka
diğer akrabalar ise,
onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun
tamamı
Tebyînu'l-Maharrim'dedir.
Sonra, bilmiş ol ki sıla-i
rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara
karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı
iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana sıla-ı
rahim
yap-masalar dahi onlara sıla-ı rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu
rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi,
Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i
rahim, sen onun rahmini
kestiğin halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin yaptığıdır.»
«Onları aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir.
Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir'a'nın
Şerhinde: «ğıbben» kelimesi,
bir
gün ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir.
Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan dolayı
müellif
«ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti.
Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret
edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet
olmuştur.
«Sıla-ı rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır.
Zira Müslim ve
Buharı şu rivayeti
yaparlar: «Kim rızkının genişlemesini
ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa
sıla-i
rahim yapsın.»
Fakih
Ebû'l-Leys Tenbihü'l Gafilin adlı
kitabında dedi ki: «Ömrün ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları
zahirinden
anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü
Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri
geldiğinde
gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman
hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı
ona yazılır demektir. Bazıları da
dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı
Mahfuz'da şartlı olarak yazılır.
Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir.
Yapmazsa daha kısa şu
kadar senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i
rahim yapmak
bu tür-den olsun.
Binaenaleyh
hadis âyete ters düşmez.»
Şir'at'ın Şerhi'nde Meşârık Şerhi'nde nakledilerek dedi ki:
«Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun
rızkına bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat
gibidir. Yahutta şöyle
denilir: Ha-disin
başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde
teşvik etmek sededindedir. Yani eğer
rızkı genişleten ,eceli
genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı
rahimdir.»
Zahir, üçüncü
görüştür. Çünkü Tenbîh'te Dahhâk'tan o
Müzahim' den yüce Allah'ın:
«Allah
dilediğini siler,
dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder:
«Bir kişi sıla-i rahim
yapar; ömründen
de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır. Bir
başka kişi sıla-ı rahmi keser, onun
ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç
güne çevirir.»
«Bunun tamamı
Dürer'dedir ilh...» ibaresine gelince;
Dürer'de dedi ki: «Her kabile
ve her aşiret
Hakkı
yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı
Şir'at ile Tebyînu'l-Mahârim'dedir.
«Müslüman
ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat
et, acaba «sizin üzerinize
selâm olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer
zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir
tek zımmîye
se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır.
Çünkü onun se-lâmının
cevabında
kullanılan ifadeden bu böylece
anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir'aî'de şu hüküm yer
almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği
zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların
üzerinde
olsun» desin.
Onla-ra mektup yazdığı zaman da böyle
yazacaktır.»
Hatta
Tatarhâniye'de şu ifade yer alır: «İmam
Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana
bir ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm
hidâyede tabi olanların üzerinde olsun»
diye yaz!»
«Eğer ona bir
ihtiyacı
var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı
varsa, ona
vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye'de
dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye
yasaklanması tazim etmek için olması
halindedir. İhtiyaç için
selâm verdiğine göre tazim söz
konusu
değildir.»
«Doğrusu budur
ilh...» sözüne gelince; anlaşılan;
tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur.
Bu da
Hâniye'de bazı meşayihlerden nakledi-lerek
zikredilmiştir.
«Nitekim
müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur ilh!..»
sözüne gelince; yani müslümanın herhangi
bir ihtiyacı söz konusu de-ğilse.
Çünkü Kınye'de:
«Gaiplikten sonra dönüş yaptığında, eli sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa
hıristiyan
komşusunun
elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir. Düşün.
Acaba
hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman
Allah'a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını
verebilir
mi? Hamevî
dedi ki: «Zahire göre vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği
zaman
müslüman ona
Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır»
ifadesi gelecektir.
«Metinlerin
çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast
ediyor. «Metinler» diye çoğul
ifade kullanması, şahıslar
itibariyle-dir. Yoksa maksadı yalnızca
«Tenvir metnidir.
«Ve selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir.
«Ben onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca
bağlı olmakla kayıtlan-dırdım.
Böylelikle metnin doğru
olanla uyumlu
olmasını sağlamaya ça-lıştı.
«Bazı nüshalarda selâm
vermez tabiri vardır ve en güzeli de budur ilh...» ibaresine gelince;
çünkü
bu hususta
aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri
geliyor. En
sağlamlığı umulur ki şu noktadan ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura
girmez. Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o
zaman mahzura girebilir. Düşün.
Hadiste İslâmın hangisi hayırlıdır? ilh...» Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki
«selâm okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra'u» kelimesi «ikrâ»
kökünden değil de «Kur'ân»
kökünden gelmektedir.
T.
«Yahudi ve
Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla
ilh...» ifadesine gelince:
Nüshaların
çoğunda şu fazlalık vardın «On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en
darına sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet
etmiştir.
«Fasık bir kimse de
bu hükmün dışında tutularak
tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen
fâsıklık yapıyorsa. Aksi takdirde ona selâm vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu daha
sonra
gelecektir.
«Hakkında şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır,
değil midir diye şüphe
ederse, aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani
müslümandır deyip selâm vermektir. Acaba salih
midir, fâsık mıdır diye bir şüphe olursa, bu şüpheye
itibar edilmez. Bilâkis müs-lümanlar hakkında
daima hayırlı
zan yapılır. T.
«Umumu
üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem
(S.A.)'ın «Tanıdığın ve
tanımadığın
kimseye
selâm et!»-buyruğundan anlaşılan
budur. T.
«Hadis ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimmîyi de kapsar.
«İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını
gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek
onlara İslâm'a girmek maksadıyla ih-san etmek,
demektir.
«Sonra nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm'ı azîz kıldıktan sonra
artık onlara maslahat için
selâm vermek ihtiyacı kalmadı.
«Selâmın cevabını vermekte beis yoktur ilh...» sözüne
gelince; İnsa-nın zihnine ilk gelen selâm
vermektir. T.
Fakat Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır:
Zımmîler selâm verdiklerinde onun
cevabını
vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme
yapışırız.»
«Lakin «ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen
ölüm
manâsına gelen «sam»
kelimesini selâm yerinde
kullanılır. Nitekim yahudilerden biri
Peygambere
bu kelimeyi
kullanmış-lardır. Resul-ü Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun»
demiştir ve böylece
onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir.
Tatarhâniye'de
İmam Muhammed'in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de
üzerine olsun»
diyecek ve onunla selâmı kasdedecek.
Çünkü Allah Resulü'ne ref edilen bir
hadis
vardır ki,
şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde
onların selâmına cevap veriniz.»
«Eğer tebcil maksadıyla zımmiye selâm verirse, küfre
girer ilh...» Minâh'ta dedi ki: «Tebcil
ile
kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm
verirse, küfür
ol-madığı gibi bunda beis de yoktur.»
«Eğer kalbiyle
niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki
müslümar olur» diye
kalbiyle niyet edip
selâm verirse
kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu
hüküm Muhît'te
yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas
olduktan sonra
nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire
göre «zımmi» ifadesi kayıt
değildir. T.
«Bir insanın evine vardığında,
selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince:
Fusûlu'l-Allâmî'de
şu hüküm yer almaktadır: «Eğer
aile efradının huzuruna girerse evvelâ
selâm
verecek, sonra
ko-nuşacaktır. Eğer başkasının
evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin
isteyecektir.
Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan
adam
girsin mi?»
diyecek ve biraz duracak-tır. Yani her
izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin
yemeğini bitireceği,
abdest alan bir kişinin abdestini alacağı,
dört rekât namaz kılan bir kişinin dört
rekât namazı bitirinceye kadar duracaktır. Kendi-sine izin verildi mi girecektir. Aksi takdirde kin,
buğuz,
düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir.
Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin
istemek vacib
değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o?» diye çağrılırsa, «benim»
demiyecek; çünkü
bu bir cevap
teşkil etmemekte-dir. Şöyle diyecektir:
«Falan kişi girsin mi?» diyecektir.
Eğer
kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir.
.İzinle haneye
girdiğinde
evvelâ selâm verecek, sonra eğer dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç
kimsenin
olmadığı bir
eve girerse: «Selâm bizim ve Allah'ın sâlih
kullarının üzerine olsun» diyecektir.
Çünkü
melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer
evin haricinde adama rastlarsa evvelâ
selâm
verecek, sonra
konuşacaktır. Allah'ın
Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer
selâmdan önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez.
Çünkü Allah'ın Resulü: «Kim ki
selâmdan önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re
girildiğinde
cemaate selâm verecektir. Onlardan
ayrıldığı anda da se-lâm verip ayrılacaktır. Kim ki
böyle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda
onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır
sonra
onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde
birkaç defa tekrar ederse;
aralarına bir ağaç veya duvar
bile girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm
rah-meti gerektirir. Selâm ile
İslâm ahdini
yenilemeyi yani hiçbir mümine ne namusuna, ne
malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi
yenilemeyi ni-yet edecektir.
Bir mümine selâm verdiği zaman onun
üzerine o müminin namusu ve
malı haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı
kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm
verecektir.
Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.»
«Eğer ey falan
dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın
cevabı düşer ilh...» Yani bu
lafızla. Fakat Hâniye'nin ifadesi şöyledir: «Bir
kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi
gelerek ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin
üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı
da o adamın
yerine ona cevap verseler; kendisine selâm
verilen ada-mın boynundan selâmın
cevabı sakıt
olur. Bazıları da demişlerdir ki
:
«Eğer ikisinin ismini, söylerse; meselâ:
«Esselamü
aleyke ya Zeyd» dese ve Zeyd'in yerine
Amr ona cevap verirse; Zeyd'in
cevap vermek görevi
kalkmaz.» Eğer isim
vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka
bir
kişi selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını
vermek görevi düşer.»
Hülâsa'da ve
başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir.
«Hepsinin
boynundan selâmın cevabı kalkar
ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate
selâm kasdıyla bir tek kişiye hitap eder-cesine
hitab edebilir. Hindiye.
Tebyînu'l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm
verir, o cemaat değil de başka bir cemaat
ona cevap
verse, o kendisine selâm verilen cemaatten selâma almak görevi
kalkmaz.» T.
«Selâmın cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın
cevabının
verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye.
«Eğer sağır ise ona iki dudağının hareket
ettiğini gösterecektir ilh...» Şır'anın Şerh'inde dedi ki:
«Bilmiş ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek
sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır.
Onun cevabı ise
Farz-ı
kifayedir. Onun cevabını karşıdaki
adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak
şekilde cevap verirse,
bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm
almak görevi sakıt olmaz. Hatta
deniliyor ki:
Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını
kıpırdatmak ve ona
bunu
göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır
olmasaydı işitebilecekti.»
«Çünkü çocuğun
kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla
beraber
çocuğun besmele çekmesi kâfi
geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren
kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek
hususunda ihtilâf
edil-miştir.
Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa
kırı:
«Biz bu görüşü
alırız dedi. Tatarhâniye.
Kadına selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap
vermeye gelince; Nazar
ve Kadının
bedenine dokunma faslı'nda bununla
ilgili sözler söylendi.
«Tek kişiye
cemaat lafzıyla selâm verilir
ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği
vardır.
Binaenaleyh her kişi üç kişi
demektir. Tatarhâniye.
«Selâmın cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez
ilh...» sözüne gelince;
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve
berakâtuhu
(selâm sizin üzerinizde olsun.
Allah'ın rahmeti ve bereketi de
sizin üzerinizde olsun)»
demektir. Veberekâtühü'dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de: «Ve
aleykümüsselâm
ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecektir.»
Yani «vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese
de kâfi gelir.
Eğer selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu
aleyküm» dese cevap veren
bir kişiye
bu iki surette
de yani: «Selâmun aleyküm»
veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat
elif-lâm'lı
yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur.
«Selâmın cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu
ibarenin zahirinden
anlaşılıyor
ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir
etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle
günah kalkmaz. Ancak
günah tövbe ile kalkar. T.
Tebyînu'l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın
cevabını vermek çoğunluğun
görüşüne göre
farz-ı kifâyedir. Şafiî'ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre
farz-ı ayndır.
Allah'ın Resulü
Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk aksırmayı sever fakat
esnemeyi karih
görür. Kişi aksırdığı zaman Allah'a
hamdederse, dinleyen
her müslümanın ona
cevap vermesi
görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet
etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve
bereketle dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak
Allah'a hamdetmesi takdirinde olur. Allah'a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak
Allah'dan gelen bir nimettir. Aksırdıktan sonra Allah'a hamdetmezse Allah'ın nimetinin şükrünü eda
etmemiş
oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan
bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan
sonra: «Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin»
demekle yükümlüdür.
«Fakat aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir.
Bazı kimselere göre:
«Yerhamukellâh {Allah
sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi
taalâ (hamd
yüce Allah'a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine
dua eden kişiye (ikinci kez) şu
cevabı
verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir
ise; buna ramen
Allah'a hamdederse, onu dinleyen ve dua etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet
eylesin»
manâsını ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini
söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar
ona hayırla
dua eder. Üçü geçtikten sonra sükût eder.
«Kadîhân dedi
ki: «Üçten fazla aksırırsa,
her defasında Allah'a hamdedecektir.
Onun yanında
bulunan da her
defasında ona dua ederse gü-zel olur.»
«Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi
de af eylesin)» veya:
«Yehdîkumullâhu ve yuslihu bâlekûm (Al-lah
size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)»
demesi
uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran
kişinin en uygunu hamdı yaparken
sesli
yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana
dua edene hazır
olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine
geçmiş olur. En faziletlisi
cemaatten her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin
zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi
aksırdığında hamd
ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah'a hamd
etmiş isen, Allah
sana rahmet ey-lesin»
diyecektir. Duvarın arkasından Allah'a hamdederse onu dinleyen herkese
ona dua etmek
vâcib olur.»
Fusûlu'l-Allâmî de
şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan
daha önce hamd
getirmesi
menduptur. Çünkü şu hadis var-dır:
«Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o
kimse şeves, leves ve allevus denilen hastalıklardan emin olur.»
«Seves» baş ağrısı, «leves»
karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir edilmiştir.»
Teberanî
Evsafında Hz. Ali'den merfû olarak ^u hadisi
rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi
aksırırsa aksırandan
önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet
duymayacaktır.»
İbn-i Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce
elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından
korur. Ve
dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir
kötülük görülmeyecektir.»
el-Muğrib adlı
lügat kitabında hadiste sözü geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak
ağrısı
«allevus» ise
bronşittir, denilmektedir.
Şir'at'ta dedi
ki: «Kişi aksırdığı zaman başını
eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu
kadar sesini alçaltacaktır.
Çünkü aksırmayı sesli yapmak
ahmaklıktır. Hadiste şöyle
buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya
«eşhab» demiyecektir.
çünkü bu şeytanın ismidir.»
«Selam yazılı
mektubun selamına cevap vermek vacibtir
ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup,
hazır
kişiden gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar. T.
Ben derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat,
mektuptaki selâmın cevabını vermenin
vacib
olduğudur.
Mektuba cevap vermek değildir. Lakin
Suyûtî'nin el-Camiüssağîr'inde şu hüküm yer
almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi
el-Münâvî der
ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya
mektupla o selamın cevabını vermen vacib olur. Şâfiîlerden bir grup bunu açıkça söylediler. Aynı
zamanda bu,
İbn-i Abbas'ın da görüşüdür.»
Nevevî der ki:
«Eğer bir şahısa başka bir şahıstan
bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal
cevaplandırmak
vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî'nin rivayet ettiğine
göre cevaplandırmak
müstahabtır.
Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.»
Bunun için
şair şu şiiri söylemiştir: «Dost
dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla
vacibtir.
Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel
bir ilişki olamaz.»
«Falana selâm söyle dediği zaman gidip o selâmı söylemek vacib olur ilh...» sözüne gelince; çünkü
bu emaneti sahibine
vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı
olmasına bağlıdır. Düşün.
Sonra
Münâvî'nin Şerhin'de İbn-i Hacer'den
nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer
«ben selâmı götürürüm» diye iltizâm et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi
takdirde
vedia oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek
vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm
böyledir.
Şurunbulâlî
dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını
Resulullâh'ın hu-zuruna götür, diye
emredenin
selâmını tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî
dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek
müstahaptır.
Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun
benzeri
musannifin Tühfetu'l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas'tan bunun vacib olduğu
rivayetini ayrıca ekler.»
Lâkin
Tatarhâniye'de dedi ki: «İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim
bir insana
başkasının selâmını getirip tebliğ ederse,
selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır
olmayana cevap
vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor.
Düşün.
«Eğer alenen fasık ise selâm vermesi mekruh
olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî'den
nakledilen ibarenin tahsîsi içindir.
Fusûlu'l-Allamî'de
şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen,
durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız
konuşan yaşlıya, halka
küfür edene, mah-rem olmayan
kadınların yüzlerine bakana selâm
verilmez.
Alenen fısk iş-leyene,
tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri
bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme, satranç oynayanlara Ebû
Hânife'ye göre
onları meşgul etmek niyetiyle
se-lâm verebilir. İmameyne göre
bunlara selâm
vermek
mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık
değildirler.»
«Yemek yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı
ağzına koyduğu
ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan
evvel veya çiğnedikten
sonra ona selâm ver-mek mekruh değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu
hükmü Şâfiîler
açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî'nin Vecîz adlı
eserinde şu mesele yer almaktadır:
«Yemek yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer
kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini
çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi
takdirde selâm vermeyecektir.»
Buna gö-re; -sözü gecen
durum dışında-
yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh
olması gerekir. T.
«Eğer selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; 'derim
ki: Bezzâziye'de şu
hüküm yer almaktır:
«Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın
cevabını
vermek
vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı
tekrar etmek halinde mesele
değişir.»
Eğer buna
rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de
şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih
şudur ki, bu yer-lerde selâmın cevabı
verilmez.»
Karî (Kur'an
okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf'a göre kıraati
bitirdikten
sonra, veya âyetin tamam olma-sında, cevap verecektir. İhtiyâr'da şu ifade
vardır: «Kadı
mescidin bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da
Kadı'ya selâm
vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek
için otur-muştur. Selâm ise
ziyaretçilerin
hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer
onlar selâm vermiş
ise onların cevabını vermek kadı'ya vâcib değildir. Bu hükme binaen;
talebelerine fıkıh, veya Kur'an
öğretmek üzere
oturmuş bir kimseye birisi girip de
selâm verirse, o selâmın cevabını
vermeyebilir.
Çünkü o
öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek
kadı'ya
vâcib değildir. Bu hükme
binaen; talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek
üzere oturmuş bir kim-seye
birisi girip de selâm
verirse, o
selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını
vermek için
değil.»
«Mim'in
cezmiyle ilh...» En uygunu mim'in sükûniyle demesiydi.
T. dedi ki: «Es-selâmu
Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi; Arapça terkiple gelen
Sünnete
muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki «elif-lâm» ile te'nin arasını cem
edip: «Es-selâmu
Aleyküm» diye-ne de cevab vermenin vâcib olmaması
bunun gibidir. Musannıf mim cezmeli
okunursa vâcib
değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm'sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun
aleyküm» dese
-nitekim meleklerinde Cennet Ehlin'e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı
vâcib olur. Öyleyse onun iki sigası vardır. Ve bu daha önce Tatarhâniye'den naklettiğimizin
zahiridir.
Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm:
«Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu
aleyküm»
veya
tenvinle
«Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden
başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm
olmaz.»
Şurunbulâlî
Musafaha hakkındaki risalesinde
dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle
söze başlarız.
Aleykümüsselâm
diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında
sahîh senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah'ın
resu-lüne vardım
ve «Aleykesselâmu ya Resullah» dedim. Cenab-ı Peygam-ber:
«Sakın aleykesselam deme. Çünkü
aleykesselâm
kelimesi ölülere verilen selâmdır.»
Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir.
Bundan
anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde
selâm verenin cevabını iade et-mek
vacib değildir.
Çünkü Allah'.n Resulünün böyle selâma cevap ver-diği
değil; bilâkis böyle dememekten menettiği
hükmü vârid
olmuştur. Bu, İmam Nevevî'nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm
ol-madığı
tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ
selâmın cevabını verecekti, sonra
ona selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını vermiş, sonra ona
namazın nasıl kılınaca-ğını
öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm»
şeklinde dese, yine cevaba müstahak olmaz. Çünkü bu sîga, selâm
ver-meye elverişli değildir.
Binaenaleyh
Şafiî imamlarından el-Mittevelli'nin
söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.»
Ben derim ki: Tatarhâniye'de Ebû Ca'fer'den rivayet edildi: Ebû Yûsuf'un bazı talebeleri,
çarşıdan
geçerken «Selamullahi
Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta soru
soruldu. Dedi ki: «Selâm
vermek
esenlik di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil
ma'rûf vacib
olur. Selamullahu Aleyküm'e
gelince bu duadır. Bunun cevabını vermek gerekmez.
Bana da bir şey
lazım gelmez. Bunun için ben bunu seçtim.»
Ben derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade
ediyor-. Se-lâmın cevabının vacib olması
ancak. «Esselâmu
aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik
ki: Bu iki selâma
karşılık cevap veren: «Selâmun
aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında
cevap
verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca
elverişli olan yani selâm vermeğe
elverişli
olan siğa cevaba da elverişli olur. Lakin başlangıçtaki
ve cevaptaki siygaların hangisi daha
üstündür, bunu
daha önceden öğrenmiş bulunuyorsun.
BİR EK:
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana selâm verecektir. Yürüyen oturana, binen
yürüyene, küçük büyüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya
geldiklerinde hangisi daha önce
selâm verirse,
o daha üstündür. Eğer ikisi beraber
selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına
yeniden cevap
verecektir. Hasan dedi ki: Az
çoğa selâm verecek-tir.»
Yine
Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır: «Selâm
sünnettir. Ya-yanın yanında genel
yolda veya
çölde geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için
selâm vermesi farz olur.»
el-Bezzâziye'de şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden
gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm
verecektir.
Bazıları da köylü şehirden ge-lene selâm verecektir dediler.»
Tebyînu'l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda rastlaştıkları zaman
böyledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa,
va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük,
isterse küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî'de de
böyledir.»
T. dedi ki: «Kaideler buna uygun
düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den
daha efdaldir, konusunda
ihtilâf
edilmiştir. Bazıları cevabı veren
da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.»
Eğer kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir.
Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de
şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin
Şuayb'ten o da babasından, o da Resulullah'dan
rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz. Meclis'ten dönüş yaptığınızda yine
onlara selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha
faziletlidir.»
«Eve girerse
kimseyi
görmezse selâm bizim ve Allah'ın sâlih kulları-nın üzerine
olsun der ilh...»
sözüne gelince;
böylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve
başkalara selâm
et-miş oluyor. Fakihler dediler ki:
Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla
mükelleftir.
Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere
vacibtir. Ancak bu
vacibin
mesuliyetinden selâm verene duyurmak
suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü
görmedim.
Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle
emrolundular. Çünkü onlar
ve insanlar
arasında ünsiyet ve mücaneset
yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T.
Ben derim ki: Biz «Esselamu
aleynâ ve âlâ ibadillâhi's-sâlihin»
sigasının, dinleyene cevap vermenin
vacib olduğu
sigalardan olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü burada bir hitap yoktur. Aksi takdirde
bunu dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle
bir nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle
vacip olamaz. Bu sîga sadece
teşehhütte
olduğu gibi. mücerret dua için-dir.
Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf'un
talebelerinin
ihtiyar
ettiği sigada olduğu gibi. Düşün.
METİN
Camide dilenen
bir kimseye sadaka vermek mekruhtur.
Ancak dile-nen insanların omuzlarından
atlamıyorsa o
vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş
kavle göre böyledir. Nitekim İhtiyar'da
ve
Mevâhiburrahmân metninde böyledir.
Çünkü Hazreti Ali namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve
Cenab-ı Hâk
onu bu sadakasından dolayı «Rükû
halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki
âyetle övmüştür.
Allah katında isimlerin
en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân'dır. Ali, Reşid gibi müşterek isimlerin
verilmesi de
caizdir. Ancak bizim hak-kımızda,
Allah'ın hakkında irade edilenden başkası irâde
edilir. Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim
vermek daha evlâdır. Çünkü avam bazan
çağırma anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye'de hüküm böyle
yer almıştır. Sirâciye'de:
«İsmi Muhammed
olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü Resul-ü
Ekrem'in «Benim ismimle isim veriniz, fakat benim
künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh
edilmiştir.
Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye'ye
Ebû'l-Kâsım künyesini vermişti.
Kişinin
babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur.
Yine
Sirâciye'de geçtiğine göre: camide konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında,
tuvalette, cima
halinde de
konuşmak mekruhtur. Ebû Leys
şunu da ekledi: Bostanda Kur'an okunurken de
konuşmak mekruhtur. Mülteka'da el-Muhtâr'a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt
esnasında sesi
yükseltmek
böyledir. Peki «vecd» adını verdikleri
şarkı söylemek hak-kında zannın ne olabilir?
Arapça'nın diğer
dillerden üstünlüğü vardır. Arapça cennet
ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya
başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab'ım,
Kur'ân Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette
Arapçadır.»
Aynı eserde şunlar da yer alır: Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re mekruh değildir. Bazıları
mekruhtur
dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye yazıya ihtiyacı var ise,
üzerine yazı
da yazılır. Musannif bunu akrabalar için
vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz
de bunu
cenazeler bahsinde daha önce zikrettik.
Bir öfkeden veya
bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Ancak bir masiyete
girmek korkusundan olursa o vakit mek-ruh değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla
değil de
dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste:
«Yerin altı sizin için
üstünden daha
hayırlıdır» buyurulmuştur. Hülâsa.
Çocuğa inci
takmakta bir beis yoktur.
Baliğin durumu da böyledir. Vehbâniye Şerhin'de Münye'ye
nisbet edilerek böyle
denildi: «Tarsûsî, yakut,
zümrüt gibi diğer taşları da inciye
kıyas etmiştir.
Ancak İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle
münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas
edile-bilmesi için
açık bir nakle ihtiyaç vardır, demiş; Cevhere'de,
incinin ha-remliği kesinlikle kaydedilmiştir.»
Ben derim ki: Musannif Münye'deki hükmü, İ. Azam'ın sözüne, el-Cevhere'deki sözü de İmameyn'in
sözüne
hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî'de şu
yer al-maktadır: «İmameyn'in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva
verilir.»
Sonra musannif
dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve
benzerinin kullanılması
mutemed'e göre
haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.»
Çocuğun
velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun
kulağını delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur. Mütelkâ.
Ben derim ki: Acaba
burna takılan hızma caiz midir? O hükmü gör-medim.
Altından veya gümüşten yapılan bir kaleme yazmak
veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp
yazmak erkek içinde
(dişi için) de mek-ruhtur.
Sirâciye'de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi:
Silahı altın
veya gümüş suyu ile kaplamakta beis
yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri,
ağızlarına
vurulan
gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife'ye göre altın
ve gümüşle
süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf'a göre caiz olmaz.
Zeyd'in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd
beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir'in doğru
söylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden
satın almak da bununla cinsî ilişki
kurmak da
helâldir. Nitekim
bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa
kabul etmez ve
ondan cariyeyi de satın almaz. Eğer «bu başkasının malıdır»
diye ona söylemezse o
zaman onu
satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin
hanımındır»
diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının
helâl olması gibi.
«Kocam beni
boşadı iddetim de bitti» veya «ben
falanın cariyesi idim, beni azad etti»
diyen bir
kadının nikâh
edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine
kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı
Hâniye'dedir.
Ben derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir
emri söy-lediği zaman eğer kadına
güvenir
veya kalbine
kadının doğru söylediği vaki olursa, onunla evlenmekte bir beis yoktur. Eğer kabul
edilemeye-cek
bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez.
İZAH
«Ancak halkın
omuzlarından atlamıyorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın
önünden geçmiyorsa
birşeyler verilmesi
caizdir.
İhtiyâr'da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın omuzlarından atlıyorsa ona
vermek
mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın
eziyeti hususunda ona yardım etmek demektir. Hatta
denildi ki: Di-lenciye camide verilen böyle bir kuruşun yetmiş kuruş kefareti olamaz.»
T. dedi ki: «Camide dilenciye vermenin
kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet
vermesinden
dolayıdır. Eğer camide saflar arasında bir aralık var ise, dilenci de
oradan gidiyorsa,
halkın
omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka
vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu
mef-humundan
böyle anlaşılır.»
«Hz. Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt
takdir
edilirse delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek caiz olduktan sonra, mescitte
vermenin caiz
ol-ması daha evlâ olur. T.
«İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû
Dâvûd, Tirmizî ve başka
muhaddislerin
İbn Ömer'den merfû olarak rivayet
ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki:
«Abdullah mutlak bir şekilde en efdal
isimdir. Hatta Abdurrahman'dan da efdaldir. Bu iki isimden
son-ra isimlerin en efdali Muhammed'dir sonra Ahmed'dir sonra İbrahim'dir.
Yine Münâvî
başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah'a
onlar gibi alan isimler de ilhak
edilmiştir.
Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle
isimlenmenin
efdal olması, kullukla
isimlenmeyi
irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye
Abdüşems (güne-şin kulu),
Abdüddar (evin
kulu) şeklinde isim verirlerdi.
Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed
isimleri,
Allah katında
bütün isimlerden da-ha sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez. Çünkü Cenab-ı Hâk,
Peygambe-ri
için ancak katında en sevimli olan ismi seçmiştir.
Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu
mutlak manâya
hamletmek caiz değildir.»
Varit olmuştur
ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk bir
erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini
verirse,
o kişi de onun
çocuğu da cennette olurlar.» İbn-i
Asâkir Ümâme'den merfu olarak rivayet
etmiştir.
Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan
en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.»
Sehâvî dedi
ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden
kulluk manâsı veya hamd manâsı
anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.»
«Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne
gelince: Tatarhâniye'de Sıraciyden
nakledilerek yer alan
hüküm
şöyledir: «Allahın Kitabı'nda bulu-nan
el-AIi, er-, el kebir,
el-Bedi gibi isimleri çocuğa
vermek
caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta yine
Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun
zahirinden: Elif Lam'lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır.
«Fakat bizimle Allah
arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek
zamanımızda daha evlâdır
ilh...» sözüne
gelince; Ebu'l-Eys
dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve
Abdurrahim
is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını
bilmiyorlar. Ayrıca
bunları küçülterek kullanıyorlar.»
Tatarhâniye.
Bu durum bizim
zamanımızda çokça yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim
veya Abdulaziz
isimli insana çağırarak
mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da
Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu
kasten yaparsa kâfir olur.
Münye'de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve
benzeri isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse
ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur.
Eğer
ne dediğini
bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise
küfrüne hüküm edilmez. Kendisinden bu
sözü
dinleyenin ona
bunu öğretmesi vacibtir.»
Bazıları da ismi Abdurrahman
olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed'e
Hamdo, Hasan'a
Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki
ismi terketmek evlâdır denilebilir mi?
«Ben im
künyemle künyelendirmeyiniz ilh...»
sözüne gelince çünkü yahudiler Resul-ü
Ekrem
döneminde «Ya
Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara
baktıklarında
«Biz seni kastetmedik» derlerdi. T.
«Bu hadis nesn
edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber'in vefatıyla daha
önceki yasağın
illeti ortadan kalkmış ola- bileceği dolayısıyladır.
Bir Ek: Cenab-ı Hâkk'ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi'nin zikretmediği,
müslümantarın
kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu
böyle bir ismi çocuğa vermemektir.
Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse,
ona isim vermezden önce
onu defn
etmesin. Eğer erkek ise ona erkek
ismini verecektir. Eğer dişi ise kız
ismi verilecektir.
Eğer erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler
için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir
isim
verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse
ve bunu da bozarsa, bazıları
böyle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk
bununla
tefe'ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye.
Allah'ın Resûiü
çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi.
Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah'a geldi
onu Zur'a
ismini verdi. Adı Mudtacı olan başka bir kişi
geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba'is
ismini verdi.
Ömer'in Âsiye adında bir kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun ismini
Ce-mile ile
değiştirdi.
Erkek çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke
gibi isimler veril-mez. Çünkü bir'insanın: «Senin
yanında Bereke(t) mi?» demesine karşı "Hayır» demen uygun
bir söz değildir. Diğer isimler de
böyledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu'l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de ver-memelidir.
Tezkiye
manâsını ifade eden er-Reşîd, el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü'l-Allâmî'de
nedeni şöyle
açıklanır: Çünkü el-Hakem Al-lah'ın
isimlerindendir. Binaenaleyh (baba
anlamına
gelen «eb» kelimesi-ni
bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir.
Ben derim ki: Musannifin filân'ın kulu» diye
de verilmez sözünden Abdünnebi isminin
verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî'den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek
teşrif niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu
ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler.
Çün-kü burada
gerçekten Peygambere kulluk anlaşılabilmesinden
korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını
vermek de caiz
değildir.»
«Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.»
sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin
gibi içinde
yalan olmakla beraber tezkiye olan
isimlerin verilmesi mubahtır. Mâliki âlimlerden
bazıları bu
tür isim-lerin memnu olduğu hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ
Şerhi'nde bunu
açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini görürüm
şu kişi
onun Fahr'i
olmuş (adı: Fahreddin olanı kastediyor) şu kişi ona yardımcı olmuş
(Nasîruddin ve
benzeri isimleri kastediyor.) Allah'dan
utanıyor artık din; lakapların bu denli
çoğalmasın-dan.
Halbuki bu
adları taşıyanlar münkerâtın yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz olmaktan
tenzih
ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin
insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.»
İmâm
Nevevî'den nakledildiğine göre;
kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden
pek
hoşlanmaz ve
şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye*
çağıran kişiyi helâl etmem.»
Arif billâh
şeyh Sinan da Tebyînu'l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri
böyle
olanların başına kıyameti koparmakta, «bu Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanan tezkiye'ye yani nefsi
övmeye giriyor» demektedir.
Müderrisler için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler
yalandan
sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler:
«Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar,
özel
isimler gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap
olarak deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte
olan durum reddet-mektedir. Zira bu
adamların birisini
esas ismiyle
çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı
bu keli-melerde
halen vardır. Sahabelerin büyükleri
ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve
çağıranlara kızdıkları
da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin
yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini
özel isimleriyle çağıranları bu
iş- ten men
edeceklerdi.» Özetle.
Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun olur.
«Kişinin babasını, karının da kocasını ismiyle
çağırması mekruhtur ilh...» Bunun
yerine tazimi ifade
eden bir lâfız
kullanmalıdır. Mesela «Efendim»
ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde,
kocanın da
hanımı
üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü tezkiye,
çağırılan-la ilgilidir.
Yani çağrılan
kişi tezkiyeyi ifade eden bir
kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık
çağrılandan istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık
edebini takınmak söz
konusudur,
burada.
«Mescitte
konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit
olmuştur ki: «Mescitteki söz,
ateşin
odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini
yer bitirir.» Zahiriye ve başka kitaplarda:
«Bu
mescitte
ko-nuşmak maksadıyla oturduğu zamana mahsustur.»
İtikâf babında bu ko-nu geçti.
Bunlar
mescitte konuşulan helâl şeyler
konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil.
Çünkü
konuşulan konu haram ise, gü-nah bakımından daha dehşetli ve korkunçtur.
«Cenazenin arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...»
Yani sesini yükselterek konuşursa.
Onun
hakkında konuşma da müsabaka konusun-dan biraz
öncesinde geçti.
«Helada konuşmak da mekruhtur
ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk'ın öfkesini gerektirir.
«Cima halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü
cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i
Ekrem de cima halinde edebî emretmiş-tir. T.
Şir'a'da nakledildi ki: «Cima
halinde çok konuşmamak
sünnetten-dir.
Çünkü çocuğun dilsiz olması bu halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.»
«Öğüt verirken
de konuşmak mekruhtur ilh...» Yani sesini yüksel-terek konuşmak mekruhtur.
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken
sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak
burada vaaz
edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya
Resulullahın ismi geçtiğinde
selâvatı sesli
getirmek suretiyle seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.»
«Ya vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında
seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî
anında sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde
daha önceden durmuş
bulunuyoruz.
«Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid
olmuştur.
Camiu's-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı nüshalarda
«ben severim»
veya «sen arabı sev» anlamında
okunabilecek şekilde
sonu «vav»sız vâ-rid
olmuştur.
Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok
hadis vârid
olmuştur. Onların tümünü bir araya
getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir
grup bu
hususta başlı
başına telif-ler yazmışlardır. Bunlardan birisi Hafız el-İrakî'dir. Diğeri de
bizim
dos-tumuz
el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî'dir.
Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif
etmiştir.»
Bu hadisten
maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan
iman ve faziletten
dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir.
Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana
gelen arizî ve
buğuzu
ge-rektiren durumları da vardır. Bunun
tamamı Münâvî'nin Şerh'inde yazılmıştır.
«Cennet
ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu's-Sağir'de «dil» yerine «kelâm»
gelmiştir.
Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır.
«Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...»
sözüne gelince;
Hülâsa'da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya
düşmanının
öfkesinden
dolayı ölümü temenni ederse bu,
temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem:
«Sakın
herhangi
biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer
zamanının
bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten
korktuğundan
ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem'den buna
benzer bir
rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha hayırlıdır.»
Ben derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim'dedir:
«Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen
bir zarardan
dolayı
ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle
desin: «Ey
Rabbim, ha-yat 'benim için hayırlı olduğu müddetçe beni diri bırak; fakat benim için
vefat hayırlı olduğu zaman da canımı al!»
«İbni Vehbân
Tarsusî'nin bu görüşünü tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı
şekilde şöyle der:
«Çünkü
deliller bu gibi şeyleri takmanın
cevazı konusunda tearuz etmektedirler.» Yani
çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun
herhangi bir
delilini bilmiyoruz. O taşları çocuğa
takmanın yasak olması hususunda bir şey
varit
olmamıştır.»
Ben derim ki: Bazen deniliyor ki: «Cenab-ı Hâkk'ın«Oradan giyindiği-niz süs
eşyasını
çıkarıyorsunuz» âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre bu
âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir.
Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de
delâlet eder: «Size
yer yüzünde olanın tamamını
halketti.»
Yasak meselesine gelince,
Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler,
yakutlar,
zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mace
ve Hâkim'in rivayet
ettiği ve
Hâkim'in aynı zamanda: Bu Müslim'in şartı
üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah'ın
Resulü kadının
elbisesini giyen erkeğe, erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.»
Lâkin inci de öncelikle
bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü
ka-dınların inci ile süslenmesi diğer
taşlardan daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez. Düşün.
«Cevhere'de
incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram
olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir
ilh...» Sirâc'da da hüküm böyledir. Çünkü inci kadınların süs eşyasındandır.
«Minye'de yer alan hükmü musannif Ebû Hânife'nin kavline hamlet-miştir ilh...» Bunu Zeylâî'nin
sözünden alarak
giyim konusunda zikretti.
«Sonra;
Cevhere'deki hükmü de İmameynin
kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci
gerdanlık giymek
süs takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı'nda bunu kabul etmişlerdir. Eğer
«Bir daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin
eder sonra da inci takarsa, ken-disine
keffaret
düşer. Çünkü örfe göre bunlar süs kabul edilmektedir.
«Buna göre
mezhepte incinin ve benzerinin
giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların
takılarındandır
ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen
haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü
İmameynin
kavlini tercih etmek, süs olması
hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak
yeminlere örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına gelince; kişinin herhangi bir süs
eşyasını giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret
olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi
haramdır, anlamına gelmez. Zira her süs eşyası
erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için
mesela yüzük
takmak helâldir. Dört parmak kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla
süslenmiş kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir.
Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların
süsündendir,
bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da ha-ramdır
kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik. Düşün.
«Velinin çocuğa halhal denilen baldır bileziğini,
veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...»
sözüne
gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa
mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T.
«Kızın ve
tıflın (erkek çocuğun) kulağını
delmekte beis yoktur ilh...»
ifadesine gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa
çocukların kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir.
Erkekler
için helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce
Tatarhâniye'den naklettiğimiz hüküm şudur:
«Küçük kızların kulağını delmekte bir beis yoktur»
el-Hâvi
el-Kudsî'de şu ek de vardır: «Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise
musannifin
ibaresindeki: «ve'ttıflî» ibaresinin önündeki
«vav»ının düşürülmesi uygun olurdu.
«Ben bunu
görmedim ilh...» sözüne gelince; derim
ki: «Eğer bu şey, bazı
memleketlerde olduğu
gibi
kadınların süs için
kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi
oluyor. T.
Şâfiîler bunun
caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî.
«Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış
kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine
gelince; biz Hâniye'den bundan daha ge-nel olan
hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan
altın ve
gü-müş kaplardan yemek, içmek, yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da
erkekler
gibidirler.»
«Zeyd'in bir
cariyesi vardır ilh...» Amr da bu
cariyenin Zeyd'e ait ol-duğunu
biliyorsa veya Bekir
bunu Amr'a söylemişse Amr bu cariyeyi
Bekir'den satın alabilir.
«Eğer zannının
çoğu Bekr'in doğru söylediği noktada ise ilh...»
Bu tafsilât Hidâye
ve başka
kitaplardan da
anlaşıldığına göre; eğer
bu du-rumu güvenilir bir kimse kendisine
haber verirse
bahis
konusudur. Yu-karıda kabul etmesi şu nedenden ileri geliyor: Çünkü muamelelerde
ha-ber
verenin
önceden geçtiği gibi adaleti lazım değildir. Çünkü bu konu-da ihtiyaç olduğundan;
zannın
çoğu, yakînin yerine geçer.
«Satan onu bu
başkasının malıdır diye
haber vermezse ilh...» Yani satın alan da bunu bilmese dahi.
Hidâye'de dedi ki: «Eğer daha öncesinin olduğunu biliyorsa, onun ikinciye intikal etmesini
bilinceye
kadar satın alamaz.» Zeylâî'de: «onu ikincinin
birinciye vekil olduğunu bilinceye
ka-dar
satın alamaz» eki vardır.
«Ondan o malı
almakda beis yoktur ilh...» Fâsık dahi olursa. Çünkü elde bulundurmak
mülkün
delilidir.
Zahir yani belirgin delil
olduktan son-ra, zannın çoğuna itibar
edilmez. Ancak onun benzeri
bir insan
böyle bir şeyi mülk edinemez ise, o
zaman bundan kaçınması, satın almaması
müstahaptır.
Bununla beraber eğer satın alırsa Şer'î
delili kabul ettiğin-den dolayı alış
verişi
sıhhatlidir.
Eğer satıcı köle ise onu sonradan
satın alamaz. Çünkü kölenin mülkü yoktur. Eğer satıcı
köle ise sormadan sa-tın almaz. Çünkü kölenin
mülkü olamaz. «Efendim bu konuda bana izin
vermiştir»
dese ve güvenilir biri ise, sözü kabul
edilir. Aksi takdirde zan-nın en
çoğuna itibar edilir.
Eğer bu
hususta herhangi bir görüşe vara-mıyor
ise, mani olduğundan dolayı onu satın alamaz.
Mutlaka delil
la-zımdır. Hidâye veya
başkası.
«Bunun tamamı
Haniye'dedir ilh...» sözüne gelince; Hidâye'de
de bu kitabını Alış-Veriş faslında öyle
olduğu yazılmaktadır.
«Eğer kendisine müstenker bir iş söylerse onu istifsar etmedikçe
ka-bul etmez ilh...» Meselâ, bir
kişi
evlendikten sonra, kadın: «Benim nikâ-hım fasid idi» yahut «Benim kocam islâmdan
başka bir
din üzeredir.»
dese onun sözünü kabul etmek imkânı da, onunla evlenmek imkânı
da yoktur. Çünkü
o müstenker
bir işi haber vermiştir. Üç talâkla boşanmış bir ca-riye birinci kocasına:
«Ben senin
için helâl oldum (hülle yaptım)» dediği zaman, birinci
kocasına onunla evlenmek «ne şekil bana
helâl oldu?»
diye istifsar etmedikçe helâl olmaz. Çünkü sadece ikinci kocanın nika-hıyla
kadın
birinci kocasına helâl
olur mu, hususunda âlimler ihtilâf et-mişlerdir. Çünkü bazıları: «ikinci
kocanın sadece nikâh etmesiyle
birinci kocasına helâl olur.» demişlerdir. Umulur ki kadın da bu
görüşe
istina-den bu sözü söylemiştir. Onun için kadından onun istifsarı
lazımdır. Bu meselenin
tamamı
Fetih'tedir.
METİN
FER'İ KONULAR : «Şâfiînin kavline gelince» diye yazarsa, Ebû Hanife'nin cevabını da
yazmalıdır.
Müftü «Bu kişi
yemini kabul edilir.» diye yazdığı zaman, «hüküm ba-kımından tasdik edilmez» diye
de yazmalıdır. Ta ki kadı onun yeminini bozmuş olduğuyla hükmetsin.
Kur'ân'ı,
ezanı güzel bir sesle tercî
etmek, güzeldir. Eğer orada
faz-ladan harf eklemezse. Eğer
fazladan harf
eklerse, hem okuyana hem de dinleyene
kerahet vardır. Kişinin Kur'ân
okuyana:
«Güzel yaptın»
de-mesi, eğer onun sükutu için ise güzel
bir sözdür. Eğer «O kıraati
güzelleştirdin»
anlamında
olursa kişinin küfründen korkulur.
Hakkın zaferi için ilmi münazara etmek, ibâdettir.
Fakat şu gelecek üç hasletten birisi için münazara
etmek haramdır. 1 - Bir müslüman mağlup etmek, 2 -
İlmini ortaya koymak, 3 - Dünya veya
mal veya
halkın katında
makbul olmak için...
Vaaz ve öğüt
vermek için minberler üzerinde
hatırlatmak yani öğüt vermek, nebiler ve mürsellerin
Sünneti
Seniyesidir. Riyaset için mal ve kabul için genel bir kabul için yapıyorsa yahudi ve
hıristiyanların sapıklığındandır.
Kur'ân'ı
bilinen bir okuyuşla ve şaz okuyuşla bir defada okumak el-Havî el-Kudsî'de yer aldığına
göre
mekruhtur.
Erkekler için saclarını
ve sakallarını harpte değilse dahi kınalamak
en sıhhatli görüşe göre
müstahaptır.
Fakat en sıhhatli görüş, Allah'ın
Resulünün böyle birşey yapmadığı
olur... Siyah ile
boyamak mekruhtur.
Bazıları da mekruh değildir dediler. Mecmau'l-Fetâvâ. Bütün bunlar
Mu-sannifin
Minâh'ından nakledilmiştir.
Kendisinden
yararlanmayan kitaplardan Allah'ın, meleklerin
ve pey-gamberlerin ismi silinir gerisi
yakılır. Akan
bir suya olduğu gibi atılma-sında da beis yoktur. Veya defnedilir. Peygamberlerin
cesetlerinin def-nedilmesinde olduğu gibi bu daha güzeldir.
Mekruh olan kasasa
gelince: kişinin kavme
belirli ve bilinen asılları olmayan
şeyleri söylemesi
veyahut kendisinden hiçbir nasihat alınma-yan şeylerle halka vaaz etmesidir. Veya aslında eksiklik
veya fazlalık yapmasıdır. Fakat latif ve ince ibarelerin süslenmesi için şerhin
fayda-ları için
fazlalıklar eksiklikler
yaparsa bu güzeldir.
Efdal olan,
naibe (zaruret için toplanan vergi)
hususunda mahalle-sinin sakinlerine ortak olmasıdır.
Fakat bizim
zamanımızda bu naibenin çoğu zulümdür. Binaenaleyh onu nefsinden
uzaklaştırma
imkânına sahip olan bir kimse, böyle yaparsa güzellik yapmış olur. Eğer verirse o vakit
istemeyerek
acizliğinden
vermiş olsun.
Hak sahibinin
hakkının cinsinden başka malı almak yetkisi
yoktur. Fakat İmam Şafiî haksızın
malından hakkı kadar -ister cinsinden olsun ister
olmasın- almayı caiz görmüştür. İmam
Şafiî'nin bu
görüşü daha
geniştir.
Bir öğretmen
talebelerinden sergilerin parasını istese o parayı toplasa; bir kısmıyla sergi alıp bir
kısmını da kendisine bıraksa; tasarrufta yetkisi vardır. Çünkü o paralar çocukların
babalarından
ona temlik edil-miştir.
İZAH
«Şâfiînin kavline gelince diye yazarsa ilh...» sözüne
gelince; burada sözle sormak yazı
gibidir. Diğer
mezhep sahipleri de İmam Şafiî gibidir.
«Ebû
Hanîfe'nin cevabını yazması gerekir ilh...» Bu,
fakihlerin: «Ki-şi mezhebinin doğru olduğunu,
hatâ
ihtimalinin bulunduğunu; başkasının mezhebinin ise hata olup doğru ihtimalinin bulunduğu»
şeklinde inan-masından ileri geliyor. Bu hüküm: «Daha üstün varsa onun altındaki bir insanı taklit
etmek caiz değildir.» kaidesine dayanır. Fakat hakikat şudur ki;
böyle birşey caizdir. Bu inanç
müctehit
hakkındadır. (Yani müctehid kendisinin doğruyu
bulduğunu, hata ihtimali • bulunduğuna,
başka müctehidin hatalı olduğunu doğruyu bulmuş olmak
ihtimalinin bu-lunduğuna, inanmalıdır).
Tâbi mukallid
için bu inanç gerekmez. Çünkü mukallid, feri meselelerde müctehidlerden herhangi
birisini taklid etmek-le kurtulur. Mukallidin üzerinde tercih vacib değildir. Bunun benzeri, üstad
Abdulgani
en-Nablûsî'nin: Hülasâtu'l-Tahkîk fî Beyânı Hukmi't-Taklîd adlı eserinde yer
almaktadır.
Müftü: «Bu
kişi diniyle yemine verdirir dediği
zaman» yani bunu ya-zarsa;
meselâ, kendisinden
yemin edip istisna
yapan ve yeminini hiç kim-seye duyurmayan
bir kişinin hali sorulursa, cevap
olarak: Bu kişi kendi-siyle Rabbı arasında keffarete çarpılmaz.» diyecektir. Bu cevabın arkasın-da
«Fakat, hüküm
yönünden doğrulanmaz» diye yazılmalıdır. Çünkü ka-dıların çoğu bizim
zamanımızda cahildirler. Çoğu kez hakim, «bu adam madem
din yönünden tasdik edilmiştir;
hüküm
yönünden de
tasdik edilir.» diye zannedecektir.
«Kur'ân ve
ezanı güzel sesle tercî etmek güzeldir ilh...» sözüne ge-lince;
en uygunu
tağannî sözünü
kullanması idi. Çünkü «tercî» lügatta «tekrarlamak» demektir.
Muğrib'de müellif dedi ki: «Ezandaki
tercî de
bundandır. Çünkü müezzin evvelâ şehadet
kelimelerinin ikisini sesini al-çaltarak getirir.
Sonra onları sesini
yükselterek tekrarlar.
Zahîre'de şu ifadeler vardır: «Eğer lahinler kelimeyi
bozmuyorsa, tagannî yapılan harfleri meydana
getiren
uzatmaları, bir harf iki harf ola-cak hale getirmiyorsa; yalnızca
sesin güzelleştirilmesi için
yapılıyorsa ve kıraatin güzelleştirilmesi hedef
edinilmiş ise; o zaman namazın fasid
ol-ması
gerekmez. Bu
biz Hanefîler katında namazda da namazın haricin-de de
müstahabtır. Eğer kelimeyi
bozuyorsa, no azı ifsad eder; çünkü bu,
yasaktır. Med'in ancak, med, havaî ve
illetli < harflerde
yapılması ca-izdir.»
Kıraati ses ile güzelleştirmek hususunda
birçok hadisler vârid olmuş-tur. O
hadislerden birisi
Hâkim ve başka
muhaddislerin Câbir'den şu la-fızla rivayet ettikleri hadistir:
«Kur'an-ı seslerinizle
güzelleşiriniz. Çünkü güzel ses, Kur'â'nın güzelliğini
arttırır.»
«Eğer harf ilâve ederse ilh...» Yani eğer kelimenin
manâsını değiş-tirecek tarzda ise mekruhtur, yani
haramdır.
«Ve böyle bir
kimsenin hakkında küfürden korkulur ilh...» Çünkü böyle bir kimse haram olduğu
üzerinde icmâ olunan bir haramı hasen kılmıştır. T. Umulur
ki, bu kişi yüzde yüz kat'î şekilde kâfir
olmaz. Çünkü
onun bunu tahsîn etmesi Kur'ân'ın anlamını değiştirmekten dolayı değil, belki nağme
ile okuyup bir
çeşit neşe verdiğinden dolayıdır. Düşün. Bi-zim zamanımızda halk için haram
tağannîde
bulunan kişilere: «Allah
mü-barek kılsın, Allah nefeslerini
güzelleştirsin» demek de buna
yakındır. Eğer tağannisinden dolayı ise, bu dinlemekle beraber
ayrı bir masiyettir. İşte bu durumda
küfre
düşmekten korkulur. Bu noktaya dikkat
kesilme-lidir.
«Dünya veya
mal veya insanların yanında
kabul için yaparsa yahu-di ve
hıristiyanların delâletinden
olur ilh...»
Havî el-Kudsî'nin ibaresi şöy-ledir:
«Mal veya mal benzeri veya
kabul benzeri bir iş için
yaparsa» Minâh'da da ibare böyledir.
«Şart kıraat ilh...» on kıraatin dışında kalan
kıraattir. T.
«Bir defa da
okursa ilh...» Sadece şaz kıraat ile yetinmesinde
ke-rahet vardır, demesi evlâ olurdu.
Bunun namazda
kâfi gelmeyeceğini ve namazı ifşa
de de etmeyeceğini daha önce
belirtmiş idik. T.
«el-Hâvî
el-Kudsî'de böyledir ilh...» ibaresi;
yani «Kur'ân-ı tercih'le okumak» meselesinden buraya
kadar geçen bütün ifadeler; Hâvî el-Kudsî'de vardır.
«Saçlarını ve sakalını kınalaması müstahabtır
ilh...» sözüne gelin-ce; erkeklerin
ellerine, ayaklarına
kına yakması
mekruhtur. Çünkü kendisini kadınlara benzetmiş oluyor.
«En sıhhatli
görüş, odur ki Resul-ü Ekrem bu işi yapmamıştır ilh...»
Çünkü Cenâb-ı
Peygamber'in kınaya ihtiyacı olmamıştır. Zira vefat etti-ği zaman saçında ve
sakalında yirmi
taneden az beyaz kıl vardı. Hatta Buhari ve başka hadis kitaplarında
olduğu gibi
onyedi tüy
vardı. Ebû Bekir Sıddık'ın hem kınayı
hem de ketem denilen kınamsı maddeyi kul-landığı
varid
olmuştur. Medenî.
«Siyah boya ile mekruhtur
ilh...» Yani harpten başka anlarda. Zahî-re'de müellif dedi ki:«Taki
düşmanın
gözünde dona korkulu ve heybetli olsun diye harb için siyaha boyanmak ittifakla
övülmüş bir
harekettir. Eğer kadınlar için süslü görünmek için ise mekruhtur. Meşayih
umumî
olarak kanaattedirler. Bazıları da «Kerâhetsiz
olarak caizdir» demişler-dir. Ebû
Yûsuf'un şöyle
söylediği rivayet ediliyor: «Nasıl kadının
süslen-mesi hoşuma gidiyorsa, onun için benim de
süslenmem onun
hoşuna gi-der.»
«Kendileriyle
faydalanılmayan kitaplardan Allah,
melekler ve pey-gamberler ismi silinir, yakılır ilh...»
sözüne gelince
bu meseleler buradan şiirlerin geleceği noktaya
kadar hepsi el-Müctebâ'dan
alınmıştır.
Nitekim ileride Müctebâ'ya
nisbet edilecektir.
«Peygamberde
olduğu gibi ilh...» İbaresine gelince; Nüshaların çoğun-da böyledir. Fakat
bazılarında el-Eşbâh'da olduğu gibidir. Ancak
Müctebâ'nın ibaresi «Defnetmek, Peygamberler ve
veliler
öldükleri zaman olduğu gibi, burada da
daha güzeldir. Bütün kitaplar çürüdüklerinde
ken-dilerinden
artık yararlanılamaz hale geldiklerinde de hüküm böyledir.»
Yani onları
defnetmek kitapların tazmini helâldar etmek değildir. Çünkü insanların
en üstünleri olan
Peygamberler
defnedilirler.
Zahîre'de şu hüküm yer
almaktadır: «Mushaf, yırtılır ve artık
okun-ması mümkün olmayacak hale
gelirse, ateşle yakılmaz. İmam Muhammed buna işaret etti ve biz bu hükmü alıyoruz.
Ama onu
defnetmek
mekruh değildir. Uygunu onu tâhir bir parça beze sarmaktır.
Ona laht de yapı-lır. Çünkü
eğer yer
ortadan yarılarak koyulursa,
o vakit toprak üzerine yıkılır. Onun üzerine toprak atmak ise
bir nevi
hakarettir. Ancak üzerine bir tavan gibi bir şey yaparsa, hakaret
söz konusu olmaz. Dilerse
onu bir
abdestsizin eli, toz ve herhangi
pislik varamayacaktır. Bunu temiz bir yere koyar. Allah'ın
Kelâmını tazim
etmek için yapmalıdır.»
«Mekruh olan kasas
da belli aslı olmayan şeyleri halka söylemek ilh...» sözlerine gelince; asi
kendiliğinden
sabit olmayan bir şeyi artır-mak veya eksiltmek. Kelâmın aslını bazı şeyleri
kendiliğinden
artırıyor ki, bunlar sabit
değildir veya menkul ve sabit olan bir şeyin anlamını
değiştiriyorsa; demektir.
«Nâibe'yi
defetmek imkânı var ise güzel olur
ilh...» sözüne gelince; bu sözü mutlak şekilde nakletti
ve böylece naibesini
başkasının boy-nuna atacak ise; atacağı şekli
de kapsamış olur. Oysa
Kınye'de şu hü-küm yer almaktadır: «Bir cemaatin
üzerine haksız bir vergi bir (cibâye)
konulsa
bazıları hissesini diğerlerine yükletmemek şartıyla onu nefsin-den def etmeye kadirse,
defetsin.
Eğer hissesini diğerlerinin boynuna at-mak
suretiyle kendini kurtarıyorsa evlâ olan onu nefsinden
atmamasıdır.» Müellif
Allah rahmet eylesin dedi ki: «Burada bir işkâl
vardır. Çünkü bu kişinin bu
vergiyi vermesi zâlimi zulmünde desteklemektir. Sonra Serâh-sî
zikrediyor ki: «Cerîr ile oğlu halkla
beraber vergiyi vermeye
iştirak etmişlerdir. Bunu kendi nefsinden uzaklaştırdıktan'sonra yapmıştır
Son-ra şöyle
dedi: «İşte bu, o zamanda idi. Çünkü o
zamanın vegisi, taate bir yardım idi.
Bizim
zamanımızdaki vergilerin çoğu zulüm tarikiyle olur.
Binaenaleyh onu nefsinden def etme imkânına
sahip olan herkes
için bu defetmesi daha hayırlıdır.»
«İmam Şafiî caizdir ilh...» sözüne gelince; Hacr Kitabı'nda daha ön-ce söyledik
ki: «Bunu almamak
onların
zamanına mahsus bir şey
idi. Bugün ise fetva almanın caiz
olması şeklindedir.»
«İmam Şafiî'nin görüşü daha geniştir ilh...» sözüne gelince; çünkü bu kişinin
hakkını almasının tek
yolu olmuştur.
Böylece kişinin hakkı, su-retten
gasıpta itlafta olduğu gibi malî olmak durumuna
geçmiş oluyor.
Müçtebâ.
Müctebâ'da şu
hüküm de yer almakta: «Kişi borçlusuna ait dinar-ları bulsa ve kendisinin
alacağı ise
dirhemler olsa, o altınları alabilir. Çünkü semeniyette (yani
para birimi olmakta) cinsleri birdir.»
«Çünkü çocukların
babaları o parayı öğretmene temlik etmişlerdir ilh...» Bunun böyle olmasının
delili de şudur: Onlar parasının satın alı-nan
maldan geri kalanını kendilerine geri vereceğini
düşünmezler ve
bu-nunla beraber çoğu kez bilirler ki aldığı para fazla gelecektir. Hülâsa
adet
muhakkemdir. Anla.
METİN
Cariyesinin gözü önünde nikâhlı hanımıyla ilişki kurmasında beis yoktur. Fakat bunun aksi olmaz.
Kıymetsiz bir eşyayı yerde
bulsa onunla yararlanmakta bir beis
yok-tur. Eğer eşya kıymetli ise.
bulan da
zengin ise onu sadaka verecektir.
İçinde mushaf
olan bir evde cinsî ilişki kurmakta bir beis yoktur. Çünkü bu genel bir durum
olmuştur.
Müslüman bir
kadın eyer üzerine binmez.
Çünkü bu hususta hadis vardır. Bunu oyalanmak
için
yaparsa bu
böyledir. Eğer harb, hac, dinî veya dünyevî
bir maksatla binmek mecburiyetinde ise
binmesinde
herhangi bir beis yoktur.
Kur'ân tagannî
ile okusa fakat elhanıyla
Arapça ilminde sahih olan ölçülerin çıkmasa güzeldir.
Fecrin
doğuşundan güneşin doğuşuna kadar
Allah'ı zikretmek, Kur'ân okumaktan
evlâdır. Güneş
doğduğu veya battığı zaman Kur'ân okumak müstahabtır.
Namazın akabinde imâmın Âyete'l-Kürsî'yi ve
el-Bakara Sûresi'nin sonu olan ayetleri okumasında
bir beis
yoktur; fakat bunu sessiz oku-ması
daha üstündür.
Namazdan sonra
sesli olarak mühim şeyler için Fatiha okumak bi-dattir. Üstadımız dedi ki: Lâkin
Fatiha okumak
âdet ve konu ile ilgili eserler dolayısıyla müstahsendir.
Rüşvet malı
almakla, kişinin mülküne geçmez.
Dilinden yana
korktuğu takdirde rüşvet vermesinde bir beis yoktur. Çünkü Allah'ın Resulü şairlere
dilinden
korktuğu kimselere mal veriyor-du.
Müellefe-i Kulub'a zekâtlardan pay verilmesi
bunun ve
benzerlerinin
delili olarak yeter.
Bir mahallenin
halkı o mahallenin imamına mal toplarlarsa
güzel-dir.
Tuz, mera, su
ve madenler gibi her mubah şey
için para almak ha-ramdandır.
Gazi bir kimsenin gaza için, şair bir kimsenin şiiri
için, meseleci bir kimsenin hikayecilerin
para
alması da böyledir.
Çünkü Cenâb-ı Hâk: «İn-sanlardan bazıları vardır ki oyalayıcı
sözü satın alırlar
ve satarlar.»
diye buyurmaktadır.
Melâhî sahipleri, kumandan, kâhin, kumarcı, dövme yapan kadının -ki bunun dallan daha fazladır-
aldıkları da böyledir.
Kişiye «ey habîs» veya benzeri bir söz
denilirse; kişi için aynı keli-meyle ve haddi gerektirmeyen
bütün
küfürlere cevap vermek caizdir. Fakat
bununla beraber cevabı vermezse daha
efsaldir.
Nafile oruç
tutan bir kişinin, «sen oruçlu musun?» diye sorulduğun-da «bir
bakayım» demesi
mekruhtur.
Çünkü bu nifak veya ahmaklıktır.
İZAH
«Nikâhlı karısıyla cariyesinin gözü önünde ilişki
kurabilir ilh...» sö-züne gelince: Müctebâ sahibi
bunu
Meşâyihten birisinden nakletmiştir. Hindiye'de
yapılan nakle göre böyle bir
cinsi ilişki İmam
Muhammed'e
göre mekruhtur.
«Eğer zenginse yerde
bulduğu kıymetli şeyi sadaka verir ilh...» Ya-ni bunu eğer tarife gerek ver ise,
tarif ettikten
sonra sadaka verir.
«İçinde mushaf bulunan bir evde cinsi ilişki kurmakta bir beis yok-tur ilh...» Kınye'de:
«Eğer Kur'ân
örtülü ise» kaydı
vardır. Eğer Kınye'de-ki bu kayıt
«evleviyet durumu gösterir dersek» o vakit iki söz
arasındaki terslik
kalkar. T.
«Bir müslüman
kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadis
vardır ilh...» sözüne gelince. O hadis şudur:
«Cenab-ı Hâk
eğerler üzerindeki ferçlere lanet etmiştir.»
Zahire.
Fakat
el-Medenî, Ebû Tayyib'den «Bu hadisin aslı olmadığını»
nak-letmiştir. Bu lafızda varid
olmamıştır demek istiyor. Aksi takdirde hadi-sin
manâsı sabittir. Zira Buhârî'de ve başka kitaplarda
şu vardır: «Allah1 in Resulü kendilerini
kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere
benzeten
kadınlara lanet etmiştir» diye vârid olmuştur.
Taberânî'nin ri-vayet ettiği hadisle şöyle
denilmektedir: «Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah'ın yanından geçti. Manzarayı
gören
Peygamber buyurdular: «Allah kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara
benzetene
lanet etmiştir.»
«Eğer harb
ihtiyacı için binerse beis yoktur
ilh...» sözüne gelince: Böyle binen
bir kadında başka bir
şart aranır: Tesettüre uyacaktır, zev-ci veya mahremiyle beraber olacaktır.
«Veya bir dinî
maksat için binebilir ilh...» ibaresinden
maksat: yani sıla-ı rahîm yapmak için
bir
sefere çıkmak gibi. T.
«Kur'ân ile
tagannî edip ilh...» Bu hüküm daha önce geçen hükümün tekrarıdır.
«Doğarken ve
batarken Kur'ân okumak müstahabtır ilh...» sözüne gelince; Müctebâ'da da
birinci
mesele böyle
zikredildi. Sonra bunu ba-zı
meşayihlere namzederek zikretti. Zâhîri'ye
göre bunların
ikisi de fark-lı iki görüştür. Zira birincisi
kıraatin değil zikrin müstahab olmasını ifa-de eder. Bu da
namaz
Kitabında geçendir. Kınye'de sadece: «Resul-ü Ekrem'e selâvat getirmek, dua
etmek, teşbih
okumak namazın kendile-rinde yasak kılınan vakitlerde Kur'ân okumaktan daha üstündür» hükmü
nakledilmiştir.
«İmam için namazdan sonra Ayete'l-Kürsî ve el-Bakara'nın sonun-daki âyetleri okumakta beis
yoktur.» sözüne
gelince; bu meselede muktediler de imam gibidir.
«Namazdan sonra
ilh...» maksat sabah
namazından sonradır. Kın-ye'de dedi ki: «Bir imam her
sabah cemaatiyle
beraber Ayete'l-Kürsryi
el-Bakara Sûresi'nin sonunu, Şehidallahu ve benzerini
açıkça okumayı adet edinmişse; okuyuşunda
herhangi bir beis yoktur. Fakat
gizlice oku-ması daha
üstündür.»
Namaz bahsinde
şu geçti: Ayete'l-Kürsî'yi, muavvîzeteyni (kul euzu birabbil felâk, Kuleuzu
birabbin
nas) okumak teşbihleri
okumak müsta-habtır.
«Sünnetin ise
ilh...» (Allahümme entesselâm
müntesselâm» diyecek kadardan fazla sünnet tehiri
mekruhtur.
«Bizim hocamız: Âdet ve eserler dolayısıyla
Fâtiha'yı okumak müstahsandır dedi ilh»
sözüne
gelince; Hocası Müctebâ sahibinin şeyhi el-Bedî'dir. İmam Celâleddin: «Eğer namazdan sonra
sünnet var
ise, Fatiha'nın okunması mekruhtur.
Aksi takdirde mekruh değildir.» T.
Hindiye'den.
«Rüşvet
kabzetmekle mülk olamaz ilh...» Rüşveti veren parasını tek-rar alabilir. Müctebâ'da bu
hükümden sonra
şu zikredildi: «Eğer rüşveti müşteşi (rüşvet alan) istemeksizin verirse; hakim
hükmü onu geri
alamaz şeklindedir. Rüşvet alana rüşveti geri vermek
vacibtir. Âlim bir kişiye
şefaat
etsin veya zulmü def etsin diye kendisine hediye
verildiği tak-dirde, o hediye de rüşvettir.» Bunu
söyledikten sonra şöyle dedi: «Alim
bir kişi için sultanın yanında
şefaatte bulundu ve onun işini
tamamladı ve
bundan sonra hediyesini kabul etmesinde
beis yoktur. Bundan önce ise eğer
kendisi
istemişse haramdır. Eğer kendi isteği
olmaksızın
adam kendisine vermiş ise ihtilaflıdır.
Bizim
meşayihimiz
kendiliğinden adam kendisine hediyeyi vermiş ise beis yoktur derler. Talebelerden
hediye kabul etmekte meşayihin ihtilâfı vardır.» T.
«Dini için korkarsa
rüşvet verebilir ilh...» ifadesine gelince; Mücte-bâ'nın
ibaresi şöyledir: «Kimden
korkarsa ona verebilir.» Müctebâ'da şu hüküm de yer alır: «Zulmü nefsinden malından defetmek,
bir hakkını
tah-sil etmek için zalim bir sultana malı vermek de
caizdir. Rüşvet değildir.. Yani verenin
hakkında
rüşvet değildir, alanın hakkında yine
de rüşvet-; tir.» Müctebâ.
«Resulullah sairlere veriyordu ilh...» Hattâbî,
el-Ğârîb'de İkrime'den mürsel olarak
ifâde ediyor: «Bir
şair Allah'ın
Resulüne geldi. Cenab-ı Peygamber: Ey Bilâl onun dilini kes; dedi. Bilâl ona kırk
dirhem verdi.»
«Mahalle halkı imam için
toplansa ilh...» sözüne gelince, yani
yiye-cek maddeleri veya para
türünden
birşeyler toplarsa güzeldir. T.
«Güzeldir ilh...»
Eğer bunu işlerlerse
güzel bir iş işlemiş olurlar. Buna Hülâsa'da da geçtiği gibi
ücret
denilmez. Zahire göre bu hüküm, mutakaddimlerin taraflarındandır. Çünkü mütekaddimler
İmamet ve
baş-ka taatlar için ücret almayı men etmişlerdir. Böylelikle bunun
ccıkca ifade
edilmesinin sonuç ortaya
çıksın. Aksi takdirde ihsana ihsanla
kar-şılık vermek herkes için
istenen
bir şeydir.
Düşün.
«Her mubaha karşı alınan da suht'tur ilh...» yani haramdan ve ha-bis kazançlardandır demek oluyor.
Kayınpederin, kızı dolayısıyla -rızasıyla
dahi olsa- damattan aldığı başlık
da suht'tandır, yani
haramdır.
Hatta kayınpederin isteği üzerine
başlık verilmiş ise, damad o başlığı kayınpederden geri
alabilir Müctebâ.
«Gazinin gaza karşılığında aldığı da ilh...» Yani
belde halkından cebren aldığı da gaziye haramdır.
Fakat veren
için haram değildir. T.
«Şairin şiir için aldığı da ilh...» Haramdır.
Çünkü ona verilen, adeten daha öncede geçtiği gibi, dilini
kesmek için verilir. Eğer şair şerrinden emin
olunan bir kimse ise. zahire göre ona verilen onun için
helâldir.
Çün-kü Cenâb-ı Peygamber Bürde'sini kendisini meşhur kasidesiyle överken
Kâ'be'
vermiştir.
Düşün.
«Maskaralık için, hikâyecilik için de ilh...»
alınan haramdır. Müctebâ'nın ibaresi şöyledir: «Halkı
güldürene
verilen ve halkla alay eden ve-ya halka Resulullâh'ın
harblerini, ashabının harblerini
anlatan, hele Rüstem İsfandiyar ve benzerleri gibi acemlerin hikâyelerini anlatanın aldık-ları da
haramdır.»
(Âyette
geçen) « Leh ve'l-Hadîs» (oyalayıcı söz) ilh...» ibaresinden maksat, insanı mühim
.meseleden meşgul edip alıkoyan şeylerdir. Aslı
astarı olmayan sözler itibar edilmeyen hurafeler,
güldürücü
şeyler ve fuzulî konuşmalar gibi,
Âyetteki «lehve'l-hadîs» Nadr b. el-Hars b. Kelde
hakkında nazil oldu. Nadr ticaret maksadıyla Hîre'ye gider, orada Acem-lerin 'haberlerini
satın alır
ve gelip o
haberleri kureyşiilere aktarırdı. Ve diyordu
ki «Muhammed, Ad ve Semûd'un haberlerini
size anlatıyor
Ben de Rüstem'in, Kisrâların haberlerini
size söylüyorum.»
Kureyşliler onun konuşmasından memnun kalırlar,
daha güzel gö-rürler ve Kur'ân-ı
dinlemeyi
terkederlerdi. Cenab-ı Hâk onun hakkında bu âyeti nazil etti. T.
Metinde
geçmekte olan «el-Meâzif» oyalayıcı
şeyler demektir. «Kâhin»den maksat burada
müneccimdir.
Aksi takdirde Muğrib'te yer alan şudur: «Dilciler
dediler ki: Kehânet araplarda
Peygamberlikten önce va-rolan bir şeydi.»
Rivayet ediliyor ki: «Şeytanlar melekleri dinlemek üzere göklere baş
vururlardı. Oradan aldıklarını
getirip
kahinlere aktarırlardı. Kâhinler is-tediklerini ona ekleyerek
söylerlerdi. Kâfirler de bu sözleri
kabul edeler-di. Cenab-ı Peygamber, Peygamber olarak
gönderildikten sonra gökler korundu ve
kehânet de
bâtıl oldu.»
«Onun dalları
pek çoktur ilh...» ibaresine
gelince, o dallardan birisi de Müctebâ'da olduğu gibi;
«muganniye
kadının tagannisine karşılık, matemci kadının matemine karşılık, dişleri güzellik
maksadıyla
törpüle-yenin bu işine karşılık,
nikâh için çöpçatanlık yapan kadının
çöpçatan-lığına
karşılık birbirlerine kişilerin arasını bulanın
bu işine karşılık aldık-ları
ve içkinin ve sarhoşluğun
parası, tekeyi
keçilere salıvermesinin pa-rası, meyte her hayvanın derilerinin parası,
tabaklanmadan
önce her
yır-tıcı hayvan derisinin parası zina eden kadının ücreti, eğer şart koşmuş ise
kan
aldıranın ücreti haramdır.»
Fakat Mevahib
isimli eserde şu ifade yer
alır: «Ağıtçılara şart edi-len
malı almak haramdır. Fakat
şart edilmeyen
malı almak haram değil-dir.»
Davulcunun,
zurnacının da durumu böyledir. Nitekim
biz bunu daha önce Hindiye'den naklederek
söyledik.
«Haddi
gerektirecek küfürleri müstesna, küfredene aynı küfürlerle cevap vermesi caizdir ilh...»
Çünkü Cenâb-ı
Hâk: «Zulme uğradıktan sonra intikam alanlar aleyhine herhangi bir yol
yoktur.»
buyurmuştur.
«Onu terketmekse daha
efdaldir ilh...» sözüne gelince: Cenab-ı Hak: «Kim affeder ve ıslâh ederse
onun ecri
Allah'ın üzerinedir» buyurmuş-tur.
«Nafile oruç
tutan bir kişiye «Oruçlu musun?» diye
sorulduğunda «Bakayım» demesi mekruhtur.
Çünkü bu söz
ya nifak veya ahmahlıktır»
sözüne gelince; yani münafıkların
amelindendir. Çünkü adam amelini gizlediğini izar etmek için bu
sözü söylüyor. T.
«Veya
ahmaklıktan ilh...» Yani cehaletten bu sözü söylüyor. Eğer oruçlu ise en
uygunu onun «Ben
oruçluyum» demektir. Çünkü oruca ri-ya girmez. Bu aşağıdaki Hadis-i Kudsî'nin hamledildiği
manâlardan
bi-risidir: «Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben veririm». T.
METİN
Kişinin çocukları
ve az bir malı varsa nafile vasiyet
etmeyecektir.
Kim riya için
namaz kılar ve sadaka verirse, o namazdan
dolayınca ceza görür, ne sevap alır.
Bazıları bunun
farzlar hakkında böyle olduğu-nu söyler.
Fakat ez-Zâhidî, bu durum «nafileleri de
kapsamaktadır» dedi. Çünkü fukahâ: Riya farzlara girmez demişlerdir.
Erkeğin kadınlar gibi ip eğirmesi mekruhtur. Kadına
erkeğin artığı, erkeğe de kadının artığı
mekruhtur.
Namazı
terkettiğinden ötürü -en zahir kavle
göre- hatununu döve-bilir.
Kişiye tacir
olan hanımını boşamak vâcib değildir.
İZAH
Nuru'l-Ayn
adlı kitap, Mecmau'l-Fetâvâ adlı
kitaptan naklederek dedi ki:
«Eğer varisler küçük ise,
vasiyeti terk etmek, vasiyet etmekten
efdaldir. Varisler baliğ ve fakir iseler, mirasın üçte ikisi de
onları
ihtiyaçtan kurtarmıyorsa yine vasiyet etmeyi bırakmak vasiyet etmekten ev-lâdır. Eğer
varisler
zengin iseler veya mirasın üçte ikisi onlara yeterli
geliyorsa bu takdirde vasiyet
etmek,
vasiyet etmemekten evlâdır. Zenginlik Ebû Hânife'den gelen rivayete göre, mirastan başka her
miras-çıya
dörtbin dirhem düşerse oluşur. İmam
Fadlî'den gelen rivayete gö-re ise on bin dirhem
düşerse zenginlik
oluşur.
«Kimki riya
için namaz kılar ve sadaka verirse o namazla cezaya da çarptırılmaz sevapta gelmez.»
Bilmiş ol ki, Allah
için ibadeti ihlâslı kılmak vacibtir. İbadette riya
yapmak ise icmâ' ile haramdır.
Riya da o ibadetle Allah'ın veçhinden
baş-kasını kasdetmektir. Çünkü riya hakkında kesin naslar
vardır. Peygamber riya'yı «küçük şirk» diye
isimlendirmiştir. Zeylâî açıkça
şunu ifade eder: «Namaz
kılan kişi namazdaki ihlâs niyetine muhtaçtır.» Miraç da şu hü-küm yer almaktadır: «Biz
ibadet
yapmakla emrolunduk. Emredilen ihlas olmaksızın
ibadetten söz edilmez. İhlâs ise bütün fiillerin
.Allah'ın rıza-sı için kılmasıdır. O da ancak niyetle olur.»
Büyük âlim Aynî,
Buharı Şerhi'nde şöyle diyor: «Taatte ihlâs demek, riyayı terketmek demektir.
Onun kaynağı
kalbtir.»
Bu niyet, amelin sıhhati için değil,
sevabın tahsili içindir. Çünkü amelin
sıhhati şartlara ve
rükünlere
bağlıdır. Namazın sıhhati için olan niyet ise, kalbiyle hangi
namazı kıldığını bilmekliğidir.
Muhtârâtu'n
Nevazil adlı eserde der ki: «Sevaba gelince, o kişinin azimetinin
sıhhatli oluşuna
bağlıdır; Bu
da ihlâstır. Çünkü pis bir su ile abdest alan ve namaz kılıncaya
kadar da bu durumu
bilmeyen
kişinin namazı kâfi gelmez. Çünkü hükmen
şartı yoktur. Fakat bu kişi azimeti
sıhhatli
olduğundan,
taksiratı bulunmadığından ötürü
sevabını alır.»
Buna göre:
Sevab İ!e sıhhat arasında telazum
yoktur, yani bunlar birbirine bağlı değildir. Önceden
zikrolunduğu
gibi, sevap olduğu halde sıhhat
olmayabilir. Bazen aksi de olur.
Nitekim niyetsiz bir
abdest
sa-hihtir, fakat sevabı yoktur. Eğer riya için namaz kılarsa da
hüküm böy-ledir. Fakat riya
bazen ibâdetin
aslında olur, bazan da ibadetin vasfın-da olur. Birinci riya
tam ve sevabı aslından
yakan ve yok eden riyadır. Meselâ halkın hatırı için namaz kılmak ve halk
olmasa namaz kılmamak
gibi. Eğer bu
namazın ortasında kişiye
arız olursa onun bir hükmü yok-tur. Çünkü halk, için namaz
kılmamıştır. Bilakis namazı halisen Allah için idi, riyanın arız olduğu kısmı ise o halis olan namazın
bir parçasıdır. Evet, eğer bu riya arız olduktan sonra
namazı daha güzel yapmaya kal-kışırsa,
bu
sefer ikinci kısma da
dönüş yapmış oluyor. Böylece güzelleş-tirmenin sevabı (riya için olduğundan)
düşer. Rükûunu
ibâdet için değil de, gelenin yetişmesi için uzatan bir kişinin hakkında imâmdan
rivayet edilen bunun delilidir. Zira imam dedi ki: «Bunun için
korkunç bir emirden korkuyorum,
yani
şirk-i hafiden
korkuyorum.» Nitekim bazı
muhakkikler de böyle söylemişlerdir.
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Eğer halisen lilallah namaza başlarsa, son-ra kalbine riya girerse o
başlama noktası üzerindedir. Riya, eğer halk yok
ise namaz kılmayacaktır, eğer halkla beraber
ise
namaz kılacaktır, demektir. Eğer halk ile beraber ise namazı
daha güzel, tek başına ise başka
şekilde kılıyorsa, bu takdirde namazın aslının sevabı vardır, fakat güzelliğin sevabı yoktur.
Oruca
riya girmez. Yenâbî adlı kitapta İbrahim bin
Yûsuf dedi ki: «Eğer riya için namaz
kılarsa onun ecri
yoktur günahı
vardır. Bazıları dediler ki: «Ne ecri vardır ne de günahı. Namaz kılmamış gibidir.»
«Umulur ki
oruca riya girmez. Çünkü oruç
görülmemektedir. Zira o özel bir imsaktir. Bunda bir fiil
yoktur. Evet,
onu haber vermekte, ondan konuşmakta
bazen riya girebilir.» Düşün.
«Bunun için
el-Vâkıât adlı kitapta Resulullah'ın «Oruç benim içindir, ben
onu mükâfatlandırırım»
hadisi delil gösterilmiştir. Cenab-ı Hak bu-rada gayrın ortaklığını yok saydı. Bu diğer ibadetler
hakkında zikredilmemiştir.»
Sonra bilmiş
ol ki; Ücretle Kur'ân tilâveti ve benzen işler riyadandır. Çünkü bu
tilâvetten Allah'ın
vechinden
başkası irade edilmiştir ki, o da maldır. Bunun için demişlerdir
ki: «Böyle bir okuyuşta
okuyucuya
da hiç-bir sevap yoktur. Ölüye de yoktur. Parayı alan da veren de günahkâr olur-lar.» Ve
yine dediler ki: «Kim ki
hac ile ticareti niyet ederse, eğer ticaret niyeti galip veya hac niyetine eşit
ise, onun
hiçbir sevabı yoktur.» Zahî-re'de şu
hüküm yer almaktadır: «Cumayı kılmak ve şehirdeki
başka
ihti-yaçlarını görmek için giderse, eğer maksadının
çoğu cumayı kılmak ise cumaya gitmenin
sevabını alır.
Eğer maksadının çoğu, şehirdeki ihtiyaç-ları görmek için ise,
bir sevabı yoktur.»
Eğer ikisinin de niyeti eşit ise, ikisi de düşer. Nitekim daha önceki
hükümden bu bilindi. İmam
Gazali de başka Şafiî
alimleri de bu tafsilatı tercih etmişlerdir. Şâfiîlerden el-İz bin Abdüsselâm,
«Mutlaka sevap
yoktur» görüşünü tercih etmiştir.
«Bu namazdan
ne sevap alır ne ceza görür ilh...» sözüne gelince; bu söz
el-Yenâbî'de bazı
âlimlerden nakledilenin manâsı budur. Bundan maksat,
riyâ'dan ötürü ceza görmez demek
değildir.
Çünkü riya haram-dır ve büyük günahlardandır. Kişi
onunla günahkâr olur. Daha önce
İb-"rahim bin
Yûsuf'un:
«Onun ecri yok, günahı vardır» sözü bu anlama
ham-ledilir. Maksat ancak şudur: Bu
namazdan
dolayı, namazı terkedenin ce-zası gibi
ceza görmez. Çünkü o namaz sahihtir. Farzı iskat
eder. Nitekim
daha önce de bunu söyledik.
Bezzâziye'de
dedi ki: «Farz namazlarında riya yoktur.»
Yani vacibin sakıt olması hususunda
Eşbâh'da dedi ki: «Bu ifade etti ki, riya ile be-raber farzların
eda edilmesi sahihdir vacibi iskât eder.»
Hidâye'nin müellifi Muhtârâtu'n-Nevâzil adlı eserinde şu hüküm yer alır: «Riya ve
gösteriş için
namazı kıldığı zaman, hükmen namazı caiz olur.
Çünkü şartlar ve rükünler vardır.
Fakat kişi sevaba
müstahak olmaz.»
Yani «katmerleşen
sevaba müstahak olmaz» demektir.
«Zahîre'de dedi ki: «Fakih
Ebulleys en-Nevâzil'de dedi ki: «Bizim
hocalarımızdan bazıları dedi ki:
«Riya farzların herhangi bir şeyine gir-mez. İşte bu, müstakim olan görüşün ta kendisidir.
Riya
sevabın aslını
gidermez. Ancak sevabın katmerleşmesini (katlanmasını)
giderir.»
Bu ibarede, «sevab azimetin sıhhatine bağlıdır» diye önceden kay-dettiğimiz hükme muhalefet
vardır. Ancak bu şekilde yorumlanırsa aykı-rılık
ortadan kalkar. Veya buradaki hüküm, oradaki
«sevabın
aslından maksat, bu namazla farzın sakıt olmasıdır. Ondan
ötürü ikab yoktur. Yani
terkedenin cezası gibi bir ceza yoktur demektir» diye anlaşılırsa aykırılık kalmaz. Bunun dahi
farzlara tahsis
etmenin faidesi ortaya
çıkmış oluyor. Düşünülsün.
«Zahidi bunu
nafileleri kapsayacak şekilde umumî kılmıştır ilh...» ya-ni bunu nafile ibadetlerinin
bütün
çeşitlerini sadece kapsayıcı kılmıştır; farzları değil. Maksat ibareden insanın
zihnine ilk
geldiği gibi
hem nafileleri hem farzları kapsayıcı şekilde kılmıştır demek değildir. Eğer
bu mana
kastedilir desek, ondan sonraki ta'lil yani neden sıhhatli olamaz. Demek ki en
belirgini şöyle demesi
idi: «Zahidi bunu nafile ibadetlere tahsis et-miştir.» Zâhidî'nin Müctebâ'daki
ibaresi şöyledir: «Lâkin
Vâkıâtta şu ifade edildi ki: Riya farzlara girmez;
böylece nafileler burada tayin olundular.»
Sonra bilmiş
ol ki, Zâhidî'nin zikrettiği, daha önceki hükme ters
düşmemektedir. Çünkü daha
önceki
hükümden maksat, bizim de takrir ettiğimiz gibi, namaz sahîhdir vacibi iskat eder;
riya onun
bâtıl olmasına
neden olmaz. Ancak onun sevabını yok
eder. Zâhidî'nin nafileleri tah-sis etmesinin
manâsı,
görüldüğü gibi şudur: Riya nafilelerin
sevabını temelinden yakar. Sanki o
nafileleri
kılmamış gibi olur. Binaenaleyh öğretenin sünnetini
meselâ halk için riyakârlık olarak kıldığında;
eğer halk olmasaydı kılmayacak idiyse «bu adam bu sünneti
kılmıştır» denilemez. Binaenaleyh bu
adam bu
sünneti terkeden hükmünde olur. Ama
farz öyle değildir. Çünkü o farzı terkedenin
hükmünde
değildir; ki farzı terkedenin cezasına çarptırılsın.
İkisinin arasındaki fark şudur:
Nafileler-den
maksat sevaptır ve farzları tekmil etmek içindir. Farzlardaki eksik-likleri kapatmaktır.
İşte bu benim
kusurlu anlayışıma göre böyledir. Al-lah
hakikati daha iyi bilir.
«Kişinin kadınlar
gibi ipleri eğirmesi mekruhtur ilh...» hükmü
şura-dan ileri geliyor: Burada
kadınlara benzemek bahis konusu olur. Oysa Resul-u Ekrem kadınlara kendilerini
benzeten
erkekler ile erkeklere ben-zeten kadınlara lanet etmiştir. Nitekim
bunu daha önce söyledik.
«Erkeğin artığı kadına, kadının artığı erkeğe
mekruhtur ilh...» sözü-ne gelince; bu mesele
Taharet
kitabının
«Artıklar» bahsinde geçti. Bu-nun
nedeni Minâh'ta da zikredildiğine göre;
kişi ecnebi bir
kadının bir
parçasını kullanmış oluyor; ki o da kadının suya karışmış tükürüğüdür. Bunun tam aksi
kadının erkeğin artığını içerse bu da caiz
değildir». Bu mesele üzerinde daha önce durduk;
Oraya
müracaat edin. er-Remlî de-di ki: «Burada hanımından ve
mahreminden başkasının artığını içmek
kaydını koymak gerektir.»
«Namazı terk ettiğinden dolayı hanımını dövebilir, ilh...» İbaresine ge-lince; eğer hanımı süslenmeyi
terkederse, cenabetten yıkanmayı terkederse de döver. Evden çıkması, yatağına gelmemezlik
yaptığı için de
hanımını dövebilir. Bunun tamamı
Ta'zir bahsinde geçti. Genel kaide
burada şudur:
«Haddi olmayan
her günah için koca hanımını, efendi
cariyesini taziri caiz olur.» Çocuğun velisinin
on yaşındaki çocuğa namaz kılmadığından
döv-mek yetkisi vardır. Koca da bu hususta veliye ilhak
edilmiştir.
Baba çocu-ğunu Kur'ân öğrenmesine ve ilime zorlayabilir. Çocuğunu hangi
konu-larda
dövebiliyorsa. aynı konuda velisi bulunduğu yetim çocuğu da dö-vebilir.
«Zahir görüşe
göre böyledir ilh...» Kenz ve
Mülteka'da bu fetva esas alındı. Bir
rivayete göre
babanın, kocanın
bu yetkisi yoktur. Musannif Tazîr bahsinde Dürer'e tâbi olarak bu hükmü kabul
etmiştir. Facir
bir hanımını boşamak kocaya vacib değildir.» ibaresine gelince; Öyle bir hanıma da
facir olan kocasını terketmek vaoib değildir. Ancak
ikisi de Allah'ın hududunu yerine
getirmemekten
korkarlarsa, o zaman ayrılma-larında bir beis
yoktur. Müctebâ. Fücur zina ve diğer
günahları kapsa-maktadır. Dokunan hiç kimsenin elini geri
çevirmeyen kadının kocası: «Ben onu
seviyorum» dediğinden dolayı Allah'ın Resulü Ona: «Ondan faydalan» dedi.
METİN
Sahih fetvaya göre, içmek için hazırlanmış
havuzcuklardan abdest almak caiz değildir. Hem ondan
hem onun
içinden abdesti almak mem-nudur. Oradan suyu alıp aile efradına götürmek ise eğer izin
verilmiş ise caizdir. Aksi takdirde caiz
değildir.
Bir hakkını
diriltmek için, zulmü nefsinden def etmek için yalan söylemek mubahtır. Yalan
söylemekten maksat, tariz etmektir.
Çünkü yalanın ta kendisi ise,
haramdır. Dedi ki: Doğrusu
budur. Çünkü
Çenâb-ı Hâk: «Yalancılar kahrolsunlar» buyurmuştur. Bütün bu
ibareleri Müctebâ'
dan aldık.
İZAH
«İçmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak
caiz değildir ilh...» sözüne gelince; bu su
kişinin
teyemmüm etmesine de mani ola-maz. Yani
bu su yokmuş gibi kabul edilir. Ancak
havuzdaki su
çok ise, onun çokluğuyla bu su hem
içmek hem de abdest almak için buraya
kon-muştur diye istidlal edilir. Bahr, el-Muhît ve başka
kitaplardan.
«Sahihte hüküm
böyledir ilh...» dedi.
İbnu'l-Fâdıl'dan rivayet edili-yor ki:
İçmek için hazırlanan
havuzcuklardan
abdest almak caizdir. Ab-dest
için konulan sudan içmek mubah değildir. Bahr.
«Onlardan ve
onların içinde abdest almak memnudur ilh...» ibaresi-ne gelince; bu ibareyi eğer o
havuzun içinde
abdest alırsa caizdir veh-mini bertaraf
etmek için getirmiştir. Çünkü onun içinde
abdest almak, suyu zayi
etmemektir. Fakat müellif, «içinde olsa dahi» ibaresini
kullan-saydı kâfi
gelirdi; böyle
bir uzun ibareye ihtiyaç ohnazdı. T.
«Hakkının
ihyası için yalan mubahtır ilh...» Sözüne
gelince; şufa-dar olan bir kişinin geceleyin
ortağının
hakkını sattığını haber alıp sa-bahladığında hakimin huzuruna varıp ben «şimdi
bildim»
demesi gibi. Küçük bir kız geceleyin baliğ oluyor
ve kocadan nefsini ihtiyar ederek: «Şu
anda kan
gördüm» demesi
de böyledir.
Bilmiş ol ki; yalan
bazan mubah oluyor, bazan da yâcib oluyor. Ara-da
küllî kaide
Tebyînu'l-Mehârim ve başka kitaplarda geçtiği şekilde şöyledir:
«İstenen herhangi güzel bir
maksada hem doğrulukla hem de yalanla
varılabiliyorsa o konuda yalan söylemek
haramdır.» Eğer
sadece yalanla
ona varılabilirse eğer o maksad mubah bir şey ise orada yalan
söylemek mubah
olur. Eğer elde
edilmesi vacib ise yalan da vacib olur. Mesela, bir zalimden gizlenen bir masumu
görse, o
zâlimde onu öldürmek veya eziyet etmek istiyor: Burada yalan söyleyip de onu
görmediği-ni
söylemesi vacibtir.
Eğer almayı
istediği bir emaneti ona soracak olursa, inkâr etmesi vacib olur. Harb,
araları bulmak,
cinayete maruz
kalanın kalbini meylet-tirmek ancak
yalanla mümkün alabiliyorsa, orada da yalan
mubahtır.
Eğer bir
sultan kendisinden gizli olarak vaki olan zina veya içki gibi fahiş bir hareketi kendisinden
sorarsa, o: «Ben işlemedim»
diyebilir. Çün-kü onu izhar etmek ikinci
bir çirkinliktir. Yani kişi için
kardeşinin sırrını inkar etmek de vardır. Ve bunu yalandan gelen mefsedeti, doğruluk üze-rine
terettüb eden
mefsedetie karşılaştırmaktır. Eğer doğruluğun mefsedeti bundan daha şiddetli ise bu
takdirde yalan
söyleme yetkisine sahib olur. Eğer aksi
ise veya şüpheye girerse yalan
söylemek
haram olur. Eğer
ken-di nefsiyle ilgili ise mustahab olan yalan söylememektir. Eğer başkasıyla ilgili
ise başkasının hakkı için müsamaha etmek caiz değildir. Hazm yani en kuvvetlisi
mubah olduğu
yerde onu
terketmektir.
Âdet edilen
mübalağa şeyler yalandan değildir. Meselâ: «Sana bin defa geldim» demek gibi. Çünkü
kişinin burada
maksadı, bin defa gelmek değil de mübalağayı karşısındakine
anlatmaktır. Eğer kişi
bir tek defa
gelmiş ise ve bu ibareyi
kullanmışsa yalan söylemiş olur.
Mübalağanın
caiz olduğuna sahih hadis delâlet eder:
«Ebu Cehm'e gelince,
o bastonunu hiç omuzundan indirmiyor.»
İbn-i Hacer
el-Mekkî (El-Heytemî) dedi ki:
«İstisna edilenlerden birisi de şiirdeki
yalandır. Onu mübalağaya hamletmek mümkün değil
ise
yalan kabul edilir. Ve
şair der ki:
«Ben
gece-gündüz seni çağırıyorum; Hiç bir
mecliste sana şükret-mekten boş kalmıyorum.»
Çünkü yalancı, yolanı doğru gösterir ve onu
teşvik eder. Şairin ga-yesi şiirinde
doğruyu söylemek
değildir.
Ancak bu bir sanattır.
Râfiî ve Nevevî bunu Kaffâl ve
Saydalânî'den naklettikten sonra «Bu, son derecede
güzeldir.»
dediler.»
«Dedi ki ilh...» ibaresinde
diyen El-Müctebâ'nın sahibidir. İfadesi
şöy-ledir: Resûlullah (S.A.V.)
buyurdu ki:
«Her yalan
kesinlikle yazılmaktadır. Ancak üç yalan yazılmaz: Erke-ğin
kadına karşı veya çocuğuna
karşı
söylediği yalan! Kişinin, iki kişinin arasını bulmak için
söylediği
yalan! Harbte söylenen yalan.
Çünkü harb
aldatmacadır.»
Et-Tahâvî ve başkaları
dediler ki: «Bu, ta'rizler üzerine hamledilmektedir.»
(Yani dolaylı yollardan bu
yalanı söyleyecektir.) Yalanın kendisi ise haramdır.»
Ben derim ki: Tahavî ile başkasının bu sözü hakkın tâ
kendisidir. Zira Cenab-ı Hak «Yalan
söyleyenler kahrolsunlar.» buyurmuştur ve Allah'ın
Resulü de «Yalan fücurla beraberdir. Onların
ikisi de ateştedir» buyur-muştur. Bununla beraber yalanın tâ kendisi kurtuluş ve bir maksadı
tahsil
etmek için ille çıkar
yol olarak tayin de edilmemiştir.
Ben derim ki: Hz. Ali,
İmrân bin Husayn ve başka sahabelerden
riva-yet edilen de bunu teyid
etmektedir: «Şüphesiz tarizlerde yalandan kur-tuluş yolu
vardır.» Bu, hasen bir hadistir. Merfu
hadis
hükmündedir. Ni-tekim El-Çerrahî bunu
böyle zikretmiştir.
Tariz de
yemeğe çağrılan kişinin «ben yedim»
demesi gibidir. Mak-sadı «dün yedim»dir.
Ve bir de
Hz. İbrahim
Halîl'in kıssasında olduğu gibidir. O zaman
hadisteki üç istisna «üç yerde
yalanın
benzeri
vardır» anlamına gelir.
İhtiyaçtan dolayı tarizin mubah olduğu bir
yerde, ihtiyaç yoksa mubah olmaz.
Çünkü tariz yalanı
vehmettirir.
Herne kadar tarizin nefsinde yalan yoksa da.
Gazali, El-İhyâ'da dedi ki:
«Evet,
tarizler hakiki bir garez konusunda mubahtır. Mesela başka-sının kalbini mizah ile
hoşnut
etmek gibi hakiki bir garez söz konusu ise
mubahtır. Resulullah'ın «Cennete
ihtiyar girmez» sözü
ile «Senin kocanın gözünde beyaz vardı» sözü ve
«Seni devenin evladına bindireceğiz» sözü ve
bunlara benzer
olanlar gibi.»
METİN
El-Vehbâniye
isimli kitobda şöyle dedi: (Şiirdir)
Sulh için veya bir zalimi defetmek için yalan söylemek caizdir. Hoş tutulmak istenenlere ve savaşta,
yalan helaldir ki, muzaffer olsunlar.
Hamamda avret
mahallini hizmetçiye oğdurmak
mekruhtur. Kim ki nevre denilen ilâcı
avret tüylerini
almak için kullanırsa fakihler «Kullana-bilir»
demişlerdir.
Daima camii şeriften geçen bir kimse fâsık olur.
Fakat camii şerifte çocuklara ders okutanlar ne
fâsık, ne de günahkârdır.
Kim ki bir şahsı tazim etmek için ayağa kalkarsa
caizdir. Ehl-i ilim olmayan bir kişi
hakkında bunu
yaparsa bazıları «caiz»
olduğunu söy-lediler.
Ölünün naklini
bazıları mutlak olarak caiz
görmüşler. Bazıları da: «İki milden uzak bir yere
götürülürse
mahzurlu» olduğunu söylediler.
Zevce
semizliyebilir, fakat doyduktan sonra
yemek yememek şartıyla. Kadının kocasının sevgisini
celbetmek için okutması mahzurludur.
Hamlini
düşürmek için ilaç içmek de
mekruhtur. Özürden dolayı ço-cuk suretlenmemiş ise içebilir.
Eğer kadın çocuğu düşürürse düşükte gurre (yani
500 dirhemlik ga-ramet) vardır. Bu, çocuğun
annesinin akrabalarından alınacak babasına verilecektir.
Aşure gününde
erkeklerin sürme kullanması mekruhtur. Ancak karış-tırılarak pişirilen mutad
çorbada beis yoktur.
Ve insan ecir de alır bun-dan.
Bazıları «Sürme hakkında seçkin söz caiz olmasıdır. Çünkü Resulullah'ın fiili vardır ve bu taklîd
edilmiştir» derler.
Başkasının kölelerini izniyle dövmesi
caizdir. Fakat hür insanların dö-vülmesi caiz değildir. Baba
evlâdına
emreder.
Kur'ân'ı
okumaktansa dinlemek daha sevabtır. Fakîhler «Çocuğun sevabı ancak çocuğa gider»
demişlerdir.
Zikrin diğer kısımlarını
okumak nafile namaz kılmaktan
daha evlâdır. İlim dersleri ise
daha öncelikli
ve daha
efdaldir.
Fakîhler «dersin sona erdiğini ilan etmek için Allahualem ve benzeri ibareleri
kullanmak
mekruhtur» dediler.
İZAH
Şairin «Yalan
caizdir ilh...» sözünden maksad,
el-Bezzâziye'den nak-lederek İbn
Şahne'nin sarihi
dedi ki: «Burada katıksız yalan kastedilmi-yor,
tarizler kastediliyor.»
«Hoş tutulmak
istenenlere de yalan söyleyebilir ilh...» Ta ki onunla vahşet ve husumetten sakınsın.
Sarih.
Tıpkı «Sen benim katımda kumaa'nden daha hayırlısın» deyip, «bazı cihetlerden ondan daha
hayırlısın» demeyi kastetmek gibi.
«Sana şunu
vereceğim» deyip «eğer Allah takdir etmişse» şartını da kastetmek gibi.
«Hamamda hizmetçiye
oğdurmak ilh...» Yani izarın, peştemalin üze-rinde keseletmek mekruhtur.
Çünkü bunu
şehvet için yapıyor olabilir. Bu da eğer zaruret yoksa hüküm böyledir.
Aksi takdirde
yani zaruret
varsa keseletmekte bir beis yoktur. Ama en seçkin görüş onu
terketmektir. Velev
peştemal kalınca bir şeyse dahi, terkedilmesi evlâdır.
Peştemalin altına, cahillerin yaptığı
gibi kese
vurdurmak ise
haramdır. Şarih.
«Fakihler hamamda nevre denilen ilaç için «kullanılabilir» demişlerdir ilh...» Yani nevre ile kendi
kendini
sıvayabilir. Fakat bunu hizmetçiye yap-tıramaz.
Eğer bunu yaparken cunüb ise mekruh
olur.
Şârih.
«Daima camii yol
yapıp buradan geçen kişi fâsık olur ilh...» Eğer bu-nu yapmakla tanınan biri ise
sahiciliği kabul edilmez. T.
Bu işe müptelâ
olan bir kişinin bu zorluktan kurtulma çaresi, camie girdiğinde
itikâfa niyet
edecektir. Camide yürürken adımlarını atarken geçen süre, itikat için kâfidir.
Şurunbulâlî.
«Camide çocukları okutan da fasık olur ilh...»
El-Kunye'de yer alan hükme göre, camide çocuk
okutan
günahkâr olur, fakat fâsık olmaz. Hiç kimse fâsık olduğunu söylememiştir. Mümkündür ki
Vehbânî'nin bu
şiiri kişi ısrarla camiden
geçerse fâsık olur, kaidesine
binaen gelmiştir. Bunu sarih
ifade etti.
Ben derim ki: Belki Tatarhâniye'de, El-Uyun'dan
nakledilerek şu hü-küm yer almaktadır:
«Eğer
muallim ve
hattat, ücretle talim ediyor ve hat yazıyorlarsa orada
oturmaları mekruhtur. Ancak
zaruret için
oturabilirler.»
El Hulâsa'da şu hüküm yer almaktadır: «Çocukları camide okutmakta beis
yoktur».
İt-kani
El-Kunye sahibi Resululah'ın «Camilerden
çocuk ve delilerinizi uzaklaştırınız.» hadisiyle
istidlal etmiştir.
«Kim ki bir kişiyi tazim için ayağa kalkarsa caizdir ilh...» Bunu alış-veriş faslının hemen
önünde
gerekli açıklamalarla
zikrettik. Oraya müra-caat edilsin.
Yani ilmi olmayan bir kişi için de bazıları
caizdir demişlerdir. El-Kunye'de dedi ki:
«Denilmiştir ki, kişi bir
âlimin huzurunda, onu tazim etmek için
ayağa kalkar. Ama alim olmayan
kişilere ayağa kalkması caiz değildir.»
İşte bu mesele, yani alimin, huzurunda ayağa kalkmak meselesi,
onun gelmesi için onu tazim
ederek kalkmak meselesinden başka bir mesele-dir. Bu farka
dikkat et. Ş.
«Ölünün
naklini bazıları mutlak şekilde caiz
görmüştür ilh...» Yani mesafe ister uzun, ister kısa
olsun. Burada
definden önceki zaman kas-tedilmektedir. Çünkü şair definden sonrası
hakkında:
«Bunda hilaf
var-dır» diyerek Tarsûsî'nin görüşünü reddetmiştir.
Sarih «Onun zikrettiği hi-lafa, biz
âlimlerin kelâmında vakıf olmadık» der. Zahire göre Tarsûsî'nin söylediği doğrudur.»
Çünkü definden
sonraki işleme ihtilâftan söz edilmemiştir.
«Bazıları iki mile en uzak bir yere götürmekte mahzur vardır ilh...» demişlerdir. El-Bezzâziye «ölüyü
bir beldeden
diğer bir beldeye definden önce
nakletmek mekruh değildir, definden sonra ise
haramdır» dedi.
Es-Serahsi dedi ki:
«Definden önce
de mekruhtur. Ancak bir veya iki millik bir mesafeye
götürülebilir. Hz. Musa ile Hz.
Yûsuf'un (Allarım selatü
selamı onlarla Peygamberimizin
üzerine olsun) nakline gelince, bu, daha
önceki bir şeria-ta göredir ve o şeriat neshedilmiştir. Ayrıca onların vasiyetine riayet edil-miştir.
Peygamberin vasiyetine riayet etmek de gereklidir.
Hz. Yûsuf ce-sedinin naklini vasiyet
etmiştir.»
«Kedin semizlenmek için işlemlerde bulunabilir,
ilh...» El-Haniye'de diyor ki:
«Bir kadın, fetît ve
benzerlerini semizlensin diye yerse; Ebu'l-Mutî' dedi
ki; «Eğer doyduktan fazla yememiş ise,
bu
işlemde herhangi bir beis yoktur.» Et-Tarsûsî evli
hanım hususunda «Böyle bir işlem yap-masının
kendisi için mendûb olması uygundur ve aynen ecir de alır.» dedi. Sarih dedi ki, «Onun mencup
oluşunu bırak,
bunun mutlak şekilde mubah olduğunun söylenmesi de hoşuma
gitmez.» Umulur ki
Tarsusî'nin bu
yorumu kocası, karısının şişmanlığını sevdiği zamana hamledilsin, ya-ni koca böyle
bir şeyi sevmiyorsa
böyle bir işleminin günah olması uy-gundur.»
«Kadının kocasının sevgisini celbetmek için okutması mahzurludur, ilh...»
El-Hâniye dedi ki:
«Bir kadın vardır. Kocası kendisinden
buğzettikten sonra kendisini sevsin diye
istiâze
âyetleri yapıyor. El-Camiussağîr'de zikredildiği gibi; Böyle yapması
helâl değil, haramdır.»
İbn Vehbân
Tevcîh'inde zikretti ki: «Kadının böyle
yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise
haramdır.» T.
Bunun
muktezası, onun yapmış olduğu muska sadece
âyetlerin yazıl-masından ibaret değil de;
âyetlerden başka bir şeyler de orada yazılır veya
okunursa, sihir hükmünde olur.
Zeylaî dedi ki: «İbn Mesuttan (R.A.) rivayet ediliyor ki; Allah'ın Resû-lü'nden şöyle dediğini işitti:
Şüphesiz ki rukye
(yani efsun) temaim (yani nazar
boncuklan), tivele (yani üzerine sihir veya
efsun
okunan ip veya kâğıt) şirktir.» Hadisi Ebû Dâvûd
ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.
Hadisin
metninde geçmekte olan TİVELE-sihrin bir cinsidir. El-Esmaî dedi ki: «O karıyı kocasına
şirin göstermektir.»
Urve bin
Mâlik'ten rivayet ediliyor. Buyurdular:
«Biz cahiliye
döneminde efsun yaptırıyorduk. Dedik
ki:
- Ey Allahın
Resulü, bizim şu yaptığımız efsunu
nasıl görüyorsun? Buyurdular:
- Onu, yani efsunlarınızı bana getirip gösteriniz.
Efsunda şirk olma-dıkça hiç bir beis yoktur.»
Hadisi Müslim
ve Ebû Dâvûd rivayet etti.»
Bu ibarenin
tamamı oradadır. Oradan bunların bir kısmını Nazar {bak-mak)
faslından biraz önce
naklettik ve
böylece İbn Şahne'nin, taviz'i si-hirden bir çeşit
sihir kabul etmek fikri bertaraf edildi.
«Kadının
rahmindeki çocuğu düşürmek için ilâç
içmesi mekruhtur ilh...» Yani çocuk
suretlenmezden
önce mutlak olarak mekruhtur. Suretlendikten sonra da El-Hâniye'de seçilen
fetvaya binaen mekruhtur. Nite-kim bunu İstibrâ konusundan az önce zikrettik ve
dedi ki: «Ancak
bu ço-cuğu
düşüren kadın katil günahı kadar günah kazanmaz.»
«Özürden
dolayı böyle bir düşürme caizdir ilh...» Meselâ, çocuğuna süt
vermektedir. Gebeliği
ortaya çıkınca,
sütü kesilince veya çocuğun ba-basının da ücretle bir dadıya çocuğu vermek gücü
yoksa, çocuğun helak olmasından kurkulursa;
fakihler dediler ki «Bu takdirde kadının ay hali olmak
için ilaç kullanması mubah olur. Rahimdeki
çocuk et çiğnemesi veya kan pıhtısı olduğu müddetçe
ve onun
herhangi bir azası halkedilmedikçe bu böyledir.
Onu da 120 günle takdir etmişlerdir. Yani
120 günden
önce olursa bu caiz demektir. Çünkü rahimdeki kan pıhtısı
daha insan değildir ve diğer
taraftan
insanın korunması söz konusudur.» Haniye,
«Suret oluşmamış
ise ilh...» sözüne gelince; bu söz «özürden
ötürü»
caiz olmanın kaydıdır.
Yani eğer suret oluşmamışsa, özürden ötürü düşür-me yapabilir.
El-Kunye'de denildiği gibi, çocuğun tüyleri bitmiş veya
par-makları, veya ayağı
veya benzeri bir
azası oluşmuş ise, suret
oluşmuş de-mektir.
«Eğer ölü
düşük yaparsa ilh...» yani
eğer çeşitli hareketler yapmak
suretiyle ve ilaç içerek kasten
çocuğunu
düşürmüşse. öyle bir kadının da
durumu, şiirde denildiği gibidir. Eğer çocuk, diri olarak
düşerse, sonra ölürse kadının, eğer akilesi yani
yakın akrabaları varsa onun diyetini üç sene içinde
vermesi
gerekir. Aksi takdirde kadının
malından verilecektir. Ve kadın üzerinde keffâret de vardır ve
o çocuğun
mirasından kadın hiçbir şey
de elde edemez. Ş.
«Sıkt'ında
yeni düşükte ğurre vardır ilh...» Ğurre
beşyüz dirhemdir. Bir sene zarfında
alınır. Tarsûsî
«Ğurre yoktur»
demiştir. Fakat sarihin de zikrettiği
gibi bu onun bir vehmidir. Yani Tarsûsî hakikata
varamamıştır.
«Ğurre çocuğun
babasına verilir ilh...» sözüne gelince, onun yerine en
iyisi, en uygunu «çocuğun
vârisine
verilir» demektir. T.
«Bu ğurre
annenin âkilesinden alınır ilh...» Eğer akilesi yoksa bir
se-ne zarfında onun malından
tahsil edilecektir. Ş.
«İhzar edilir ilh...» cümlesi ğurrenin sıfatıdır.
Yani «ihzar edilen ğurre verilecektir» demektir.
«Aşure gününde göze sürme çekmek
mekruhtur ilh...» Aşure günü muharrem ayının onuncu
günüdür.
Bilmiş ol ki, sürme mutlak olarak Resulullah'ın sünnetidir. Sürmenin
aşure günü sünnet
olmasına gelince, ba-zıları böyle demişlerdir. Ancak
aşure günü sürme kullanmak şianın alameti
olduğundan
dolayı onu terketmek vacibtir. Bazıları dediler ki: «Aşure gününde sürme kullanmak
mekruhtur.
Çünkü Yezid ile İbn-i Ziyad Hz. Hü-seyin'in kanıyla sürmelenmişlerdir.» Bazıları ise «Hz.
Hüseyin kanıyla de-ğil, sürme ile sürmelenmişlerdir» diyor. «Ta ki gözleri Hz. Hüseyin'in katliyle
aydınlansın.» İbareyi Ş. den bilmana naklettik.
«Aşure gününde çorba yapmakta bir beis olmadığı gibi bunda ecir de vardır ilh...» El-Kunye'de,
El-Veberî'den nakledildi kî:
«Aşure çorbası hakkında kuvvetli bir eser varid olmamıştır. Fakat
o çorbayı yapmakta bir beis de
yoktur. Yapan
kişi belki sevap da alır.»
Sarih dedi ki: «Benim hıfzımda kalan, insan çocuklarına genişlik ya-parsa sevap alır. Bu genişlik de
hadisteki şu sözle mendup sayılmıştır:
- Kim ki aşure gününde çocuklarına genişlik yaparsa Allah o senenin diğer günlerinde ona genişlik
verir.»
«Halk bu hadisten esinlenerek o çeşitli donelerden
meydana gelen çorba
yapmak suretiyle genişlik
yapmışlardır. O genişlik
bunu da kapsar.»
Bazı alimlerin güzel kelamlarını gördüm ki onun hulasası
şudur: «Kişi sadece bir çeşitle genişlik
yapmakla
yetinmeyecektir. Yiyecek giyecek ve
diğer konularda da bunu genelleştirecektir. Aşure
günü, bayram ve diğer günler gibi genişlik yapmaya
dair şer'î bir delil bulunmayan
diğer
mev-simlerden
daha fazla buna müstahaktır.»
Bazıları sürme hususunda; «Seçkin hüküm onun caiz
olmasıdır, çünkü Resulullah'ın fiili vardır ve
bu kabul
edilmiştir.» dedi. Et-Tecnîs ve El-Mezîd'de: «Aşure gününde sürme
kullanmakta beis yok,
seçkin görüş de bu-dur.» denildi. Çünkü Allah'ın Resulü
(s.a.v.) ne Ümmü Seleme tarafından aşure
gününde sürme
çekildi. El-Hâniye'de denildi ki: «Sürme sünnettir» Ve bu sünnet hakkında
şöyle
denildi: «Kim ki aşure
günü sürmeyi gözlerine çekerse
senenin diğer günlerinde gözleri ağırmaz.»
Sarih dedi ki: «Bu hadis Allah Resulünden sıhhatli olarak gelmiş değildir.»
Ben derim ki: Aşure
günündeki genişlik hakkında zaif senedlerle ha-disler varid
olmuştur.
Bazılarının sahih olduğu beyan edilmiştir. Bu
çokluk sayesinde hadis «hadis-i
hasen» mertebesine
çıkmış oluyor.
İbn Cevzi bu hadisi mevzuattan saymış
ve şunları eklemiştir: «Kim ki aşure günü
gözü-ne sürme
çekerse gözü ağırmaz.» hadisine gelince, Hafız İbn
Hacer, El-Leâli adlı kitabında
«Bu hadis
münkerdir» dedi. Aşura gününde göze
çeki-len sürme hakkında sıhhatli bir eser yoktur.
Bu bid'attir.
İbnu'l-Cevzî bu hadisi «mevzuat'ta nakletmiştir.
Hâkim de: «Bu hususta herhangi bir
eser varid
olmadı, bu bir bidattir. Hz. Hüseyin'i
öldürenler bunu icad etmişler-dir.»
dedi.
İbn Receb «sürme
fazileti hakkında varid olan her hadis, kına ve yıkanma hakkındaki her hadis
mevzudur,
sıhhatli- değildir.» diyor. Bunun tamamı El-Cerrahi'nin «Kesfu'I-Hafâ ve'l İlbâs» adlı
kitabındadır.
Bununla kerahet görüşü kuvvet bulmuş
olur. Allah hakikati daha iyi bilir.
Genişlik
yapana genişlik verilmesi deneme ile sabit olmuştur. Bunu El-Münâvî, Câbir ve İbn-i
Uyeyne'den
rivayet etmiştir.
«Köle
sahibinin emriyle başkasına ait köleyi
dövebilir ilh...» Yani sahibi köleyi
ne kadar
dövebiliyorsa izin alan da o kadar dövebilir. Ancak işlediği cürümler hesabiyle hadde baliğ olmamış
ise bu emri yerine
getirir. Ş.
Eğer köleye
bir had lazım gelirse, ancak hakimin
izniyle ona had tat-bik edebilir.
«Baba emreder ilh...»
cümlesi bir hal cümlesidir. Yani hür bir kişinin evladını babasının emriyle
dövmesi caiz
olmaz. Öğretmen ise, talebesini dövebilir. Çünkü babanın vekili olarak çocuğu
maslahat için döver. Öğ-retmen de, çocuğun babasının ta'lim meslahatı için çocuğu
kendisine mülk
edinmekten ötürü, mülk hükmüyle onu dövebilir.
Et-Tarsûsî
bunu «yaralayıcı âlet olmaksızın dövebilir» diye kayıtlan-dırdı. Ve «bu üç darbeden daha
fazla
olmayacaktır.» dedi. Fakat
Nâzım,«bunun herhangi bir nedeni olmadığı» gerekçesiyle
Tarsusî'nin
görüşünü reddetmiştir. Tarsusî'nin görüşü bir nakle muhtaçtır. Fakat sarih Tarsusî'-nin
görüşünü
kabullendi.
Eş-Şurunbulâlî
dedi ki: «Namaz kitabında «çocuk
odunla değil de elle dövülebilir» şeklinde nakil
vardır. «Bu
dövme ise üç darbeden fazla
olma-yacaktır» denilmektedir.»
Sarihi Nâzım'dan
naklederek dedî ki:
«Hür kişilerden hakimi de istisna etmek uygundur. Çünkü
hakim, kişiye,
«oğlunu döv» diye emrederse kişi için
oğlunu dövmek caiz olur. Hatta hakimin
sözünü kabul
etmemek caiz değildir.»
Şurunbulâlî
bunu hakimin adil olmasıyla, o vurmayı gerektiren hüc-ceti görmekle
kayıtlamış ve
demiştir ki:
«Şu anda, yani
bizim zamanımızda sadece hakimin emrine güvenil-mez.»
«Kur'ân-ı
okumaktansa dinlemek daha sevabtır İlh...» Bu şiirde Kur'ân kelimesi «Kur'an» şeklinde
okunmuştur.
Zarureti şiiriyeden dolayı hem-zenin harekesi daha önceki harfe nakledilmiştir.
Ş.
Şurunbulâlî
diyor ki: «Şairin bulup söylediği doğru değildir. Belki «Ku-ran diye okumak Abdullah
bin Kuseyr'in
kıraatidir. Nitekim Nâzım da bu-nun
şerhinde böyle söylemiştir.»
Binaenaleyh
Kur'ân kelimesinin «Kuran» diye
okunması şiirin zarure-tinden ileri
gelmemektedir,
belki bu bir
lügattir.
«Dinlemenin
okumaktan daha cevab olması ilh...» dinlemenin vacib oluşundandır. Okumak ise
mendubtur.
«Tıflın
(çocuğun) sevabı tıfla aittir.» Çünkü Cenabı
Hak: «Gerçek şu ki: İnsanoğlu için
ancak sa'yı
vardır.» Yani
kendisi ne yapmışsa o vardır. Bu görüş hemen
hemen bütün meşayihimizin
görüşüdür.
Bazıları da dedi-ler ki:
«Kişi,
çocuğunun ilmiyle öldükten sonra yararlanır.» Çünkü Enes İbn Mâlik'ten
rivayet ediliyor ki,
buyurdular:
«Kişinin kendisine
Kur'an ve ilim öğrettiği bir
evladını geride bırak-ması ölümünden sonra
faydalanacağı şeyler arasındadır. Onun ecrinden
hiç bir şey eksilmeksizin onun
benzeri
babasınadır.» Ustrüşenî'nin Camiu's-Siğâr'ından
Resulullah'ın: «Âdemoğlu
öldükten sonra ameli kesilir. Ancak
üç şey-de devem eder: Sadakai
cariyeden, yararlı bir ilim bırakmaktan, şalin ve kendisine dua edecek bir evlat yetiştirmiş
olmaktan.» Hamevî.
El-Eşbâh'ta şu
hüküm yer almaktadır. «Çocuğun
ibadeti sıhhatlidir. O ibadetin sevabında ihtilâf
vardır.
Mutemede göre o sevab çocuk içindir.
Çocuğun muallimi için de öğretmek sevabı vardır. Ve
çocuğun bütün
ha-senatı da böyledir.»
Ben derim ki: Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki, çocuğun ibadeti-nin sevabı o çocuğun pederine
aittir
denilmiştir. Binaenaleyh mutemed görüş
ile «insan çocuğunun ilminden
yararlanır» hükmü
arasında bir ters-lik yoktur. Bununla beraber kişinin çocuğu onun say'ının bir parçasıdır. Çükü
onun
kazancının en hayırlısı çocuğudur.
Nitekim bu böyle varid ol-muştur. Fakat
bu baliğ çocuğu
kapsamaktadır. İhtilaflı olan ise. ancak küçük çocuklarla
ilgilidir. Bu bizim mutemed görüşün
karşılığı şudur ki. «sevab sadece babayadır» ve daha önce geçen «iki hüküm arasında
ters-lik
yoktur.»
sözümüzü teyid etmektedir. Düşün.
«Zikr'in geri kalanını okuyup müzakere etmen nafile namazdan daha evladır ilh...»
Yani boş
olduğun zaman
Kur'ân'ın diğer kısımlarını öğren-men nafile namazdan daha evladır.
Munyetu'l-Müftî adlı kitaba konunun sebebi şu şekilde
açıklanmıştır: «Kur'ân'ın hıfzı bütün ümmetin
boynunda farz-ı kifâyedir. Nafile namaz ise mendubtur.» T.
«İlmin dersi daha evlâ ve efdaldir. ilh...» Yani senin boynuna farz olan ilmi öğrenmen
nafile
namazdan da,
Kur'ân'ın diğer kısımlarını öğren-menden de daha evla ve efdaldir. Munyetu'l-Müftî'de
dedi ki: «Çünkü Kur'ân'ın tamamını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Gerekli olan ilmi öğrenmek ise
-fıtraten
gereklidir- farz-ı ayndır. Farz-ı aynla iştigal etmek farzı kifayeyi
izhar etmekten daha
evlâdır.»
Bu ibare ifade
eder ki; Kur'ân'ın geri kalan
kısmını öğrenmek fıkıh ilminden ihtiyaçtan daha fazla
olanı
öğrenmekten daha evladır. T.
Fakat bu
görüşte nazar vardır. Çünkü Kur'ân'ın
geri kalan kısmı ile fıkhın zaruri ihtiyaçtan fazla olan
kısmı eşittir. Her ikisi de farz-ı kifayedir. Belki biz daha önce El-Hizâne adlı
kitabtan gıybet bahsinin
hemen önce naklettik ki:
«Fıkhın tamamı gereklidir.» Oraya müracaat et. Bunun ifade ettiği mana
şudur: Fıkıh iliminin
öğrenilmesi daha üstündür. Düşün.
Sonra bunun
Şurunbulâli'nin şerhinde tasrih edildiğini gördüm: «Sanki bunun nedeni bunun
yararının insanı aşıp diğer müslümanlara da
dokun-masına bağlanmış gibi geldi bana.» Düşün.
«Dersin
hitamında, sözün bittiğini ilan etmek için «Alluhualem» ve benzeri kelimeleri kullanmak
mekruhtur
ilh...» Yani dersin sona erdiğini bildirmek için «vesallalahu ala
Muhammedin»,
«Allaualem»
denilmesi mekruhtur. Eğer dersin sonunu ilan için değilse bu kelimelerin
kullanıl-masında kerahet yoktur. Çünkü bu kelimeler zikirdir ve onlara teslim ol-maktır. Ama dersin
sonucunu ilan
etmek için kullanmak ise
böyle değil-dir. Çünkü bunu ilan aleti olarak kullanmış
oluyor. Birisi içeri girdiğinde kendisine
yer hazırlansın ve onu tazim etsinler diye -oturanlara
geldiğini
bildirmek için- «Yâ Allah» kelimesini
kullanmak da bunun benzeridir. Bekçi
«Lailaheülallah» ve benzerlerini ev veya hizmet sahibine uyanık olduğunu
bildirmek maksadıyla
sesli kullanırsa, eğer maksadı bu kelimelerle zikir
değilse, kerahet işlemiş olur. Ama kendisinde iki
kasıt varsa,
yani hem zikir yapar, hem de uyanık olduğunu hissettirmek için söylerse
hangisi
galibse o
itibara alınır. Nitekim bunun benzerlerinde de galib olan
itibara alınmıştır. T.
|