ZEKÂT
BAHSİ 2
SÂİME
(KIRDA OTLAYAN HAYVANLAR) BABI 2
DEVENİN NİSÂBI 3
SIĞIRIN ZEKÂTI 4
KOYUNUN ZEKÂTI 5
MALIN
ZEKÂTI 2
RİKÂZ
BÂBI 2
ÂŞİR
(ÖŞÜR MEMURU) BÂBI 2
ÖŞÜR BÂBI 9
MASRİF
(ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YER) BÂBI 2
SADAKA-İ
FITR BÂBI 2
ZEKÂT BAHSİ
METİN
Kur'anı Kerîm'de
zekâtın seksen iki yerde namazla berâber zikir edilmesi aralarında tam bir
münâsebet olduğuna delildir. Zekât hicretin ikinci senesinde ramazan orucundan
önce farz kılınmıştır. Peygamberlere bilicma' farz değildir.
Lügat ta zekât:
Temizlik ve üremek mânâlarına gelir.
Şeriatta ise: Bir
malın şeriat tarafından tâyin edilen bir cüzünü müslüman fakat Hâşimî veya onun
Mevlâsı olmayan bir fakire Allah için temlik ederek o maldan her-vecihle
istifâde alâkasını kesmektir. Temlik kaydı ile "ibâha" tariften
çıkarılmıştır. Bir kimse zekât niyetiyle bir yetimi doyurursa zekât yerine
geçmez. Ancak yiyeceği ona verirse olur. Nitekim çocuk eline almayı akıl etmek
şartıyla ona bir elbise verse câiz olur. Meğer ki o kimseye yetimin nafakasını
vermek için hüküm edilmiş olsun.
Mal kaydı ile
menfaat târiften çıkarılmıştır. Bir kimse zekâta niyet ederek bir fakiri bir
sene evinde oturtsa zekât yerine geçmez. İkinci imam buna muhâliftir. Şeriat
tarafından tâyin edilen cüzü senelik nisâbın onda birinin dörtte biridir.
Bununla nâfile sadaka ve fıtra hâriç kalır. Müslüman fakir bunak olsa da
câizdir.
Hâşimi'nin
Mevlâsından murad: Onun âzâd ettiği köledir. Kenz sahibinin, «Malı yani şer'an
verilmesi malûm olan malı temlik etmektir.» diye yaptığı târifin mânâsı da
budur. Zekât veren kimsenin o maldan her vecihle istifâde alâkasını kesmesi
lâzımdır. Binâenaleyh aslına furûuna zekât veremez. «Allah için» kaydı niyetin
şart olduğunu beyân içindir.
İZAH
Musannıfın bu
bahsin unvânına Öşrü ve diğer nevileri katmaması taglib yolu ile veya bunlar
zekâta tâbi olarak bahiste dâhil oldukları içindir. Kuhistânî. Kıyâsa göre,
namaz bahsinden sonra orucu zikir etmeli idi. Nitekim Kâdıhân böyle yapmıştır.
Çünkü oruç, namaz gibi sırf bedenî bir ibâdettir.. Ancak ulemânın ekserisi
Kur'an'a uyarak zekatı oruçtan evvel anlatmışlardır. Nuh.
Bir de zekât
namazdan sonra ibâdetlerin en fazîletlisidir. Kuhistâni.
Ben derim ki: Bu
söz Tahrir ile şerhinin birinci bâbının ikinci faslı başlarındaki şu ifâdeye
uygundur: «Zekâtın imandan sonra en şerefli olmak hususundaki tertibi şöyledir:
Evvelâ namaz, sonra zekât, sonra oruç, sonra hac, sonra umre, cihâd ve itikaf
gelir.» Bu husustaki sözün tamâmı oradadır.
Şârih zekâtın
Kur'an-ı Kerim'de (82) yerde namazla beraber zikir edildiğini söylüyor. Bahır
sâhibi dahi bu sözü Bezzâziye'nin Menâkıbına nisbet etmiş; Nehir ve Minâh
sâhibleri de ona tâbi olmuşlarsa da Halebî doğrusunun otuz iki yer olduğunu
söylemiştir. Nitekim üstâdımız Rahimallâh'da otuz iki saymıştır.
Zekâtın ramazan
orucundan evvel farz kılınması da ondan önce bahis edilmesini münâsib
gördürmektedir. T.
«Peygamberlere
zekât farz değildir.» Çünkü zekât, kirlenmek şânından olan kimseleri temizlemek
için meşru olmuştur. Peygamberler bundan münezzehtirler.
Teâlâ
hazretlerinin (Hazreti İsâ'dan hikâyeten) «Bana Rabbim namazı ve zekâtı sağ
kaldığım müddetçe emir etti.» Âyetinden murad: Peygamberlerin makamlarına
yaraşmayan rezâletlerden nefsi temizlemektir yahud: Bana zekâtı tebliğ etmemi
emir buyurdu, demektir. Maksad zekât fıtır değildir. Zirâ zekât lâzım gelmemeyi
peygamberlerin husuusiyetlerinden saymanın iktizası mal ile beden arasında fark
bulunmamaktır. Şubrâmilsî böyle demiştir.
Zekât lügatta
üremekten başka mânâlara da gelir. Meselâ bereket, medih ve senâ mânâlarında
kullanılır. Ama bu mânâların hepsi şer'î mânâsında mevcuttur. Çünkü, zekât
sâhibini günahlardan ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi malı da bir
kısmını vermek suretiyle temiz pâk eder. Onun için de verilen cüzü kirli
sayılır. Ve Rasûlüllah (s.a.v.)in âline (hânedânına) haram olur. Cenâbı Hak:
«Onların mallarından sadaka alıp onunla kendilerini temiz pâk eyle»
buyurmuştur. Verilen zekâtın yerine başkasını ihsân eder: «Siz bir şey infâk
ederseniz Allah onun yerine başkasını verir; ve sadakanı üretir.»
buyurmaktadır. Zekâtla bereket hâsıl olur. Sadakadan mal azalmaz. Allah sadaka
verenleri medih ve senâ etmektedir. «Onlar ki zekât verme işini yaparlar.» ve:
«Zekâtını veren muhakkak kurtulmuştur.» buyurmaktadır.
Şer'an zekât:
Mastar mânâsına gelen bir isimdir. Zira vücûb ile vasıflandırılır. Vücûb
fiillerin sıfatlarındandır. Bir de fıkhın mevzuu mükellefin fiilidir.
Kuhistânî'nin nakline göre şer'an zekât: Bir kimsenin fakire verdiği miktardır.
Kuhistânî bundan sonra şunları söylemiştir: «Kirmâni'nin beyânına göre zekât
kelimesi miktar hususunda şer'an mecâzdır. Çünkü zekât bu miktarı vermekten
ibârettir. Muhakkıkın ulema dahi bu kavli tercih etmişlerdir. Nitekim
Muzmerat'ta beyân olunmuştur. Zekât unvânını kabul eden de budur. Zemahşeri ile
İbn Esir müşterek olduğunu söylemişlerdir.»
Teâlâ
Hazretlerinin: «Zekâtı verin!» Emrinin zahiri vâcib olan miktarı verin
demektir. Ama buradaki verin emrini, fiili meydana getirin, mânâsına te'vil
ihtimâli de vardır. Nitekim «Namazı kılın» emrinde de böyledir.
T E N B İ H : Bu
tarife kırda gezen hayvanların zekâtı dâhil değildir. Çünkü onu zekât memuru
alır. Velev ki zorla alsın. Binâenaleyh zekâtı veren tarafından temlik yoktur.
Ancak şöyle denilebilir Sultan veya onun memuru o zekatı yerine sarf etmek ve
temlik hususunda mal sâhibinin yâhud fakirlerin vekili gibidirler.
«Temlik kaydı ile
ibâha tariften hâriç kalır.» Zekâtta ibâha (yani almayı mubah kılmak) kâfi
değildir. (Mutlaka temlik lâzımdır.) Ama temlik kaydı ile kefaret hâriç kalmaz.
Zira kefârette şart temkin (yani imkân vermek)tir. Bu temlik ve ibâhaya
şâmildir. Kefâret «malın bir cüzünü» kaydı ile hâriç kalır.
«Ancak yiyeceği
yetime verirse olur.» Çünkü zekât niyetiyle verince çocuk ona mâlik olur. Ve
kendi mülkünden yemiş olur. Ama yetime sofrasında yemek yedirmesi bunun
hilâfınadır. (zira bu temlik değil ibâha olur.) Şüphesiz ki yetimin fakir
olması da şarttır. Babasının fakir olmâsını da şart koşmağa hâcet yoktur. Çünkü
sözümüz yetimdedir. Yetimin babası yoktur.
«Eline almayı akıl
etmek şartıyla» Sözü yiyecek ve elbise vermenin ikisinin de kaydıdır. H.
Fethü'l-Kadir
sahibi ile başkaları bunu «eline aldığı şeyi atmaz ve ondan aldanmaz.» diye
tefsir etmişlerdir. Çocuk akıl etmeyecek kadar küçük olurda onun nâmına babası
veya vasîsi yâhud ona bakan bir yakını veya ecnebî biri yâhud o çocuğu sokakta
bulan bir kimse alırsa câiz olur. Nitekim Bahır ve Nehir'de izâh edilmiştir.
«Alırsa» diye ifâde edilmesi teberru edilen şeylerde temlik ancak kabızla yani
eline almakla hâsıl olduğu içindir.
«Meğer ki o
kimseye yetimin nafakasını vermek için hüküm edilmiş olsun.» Yani o kimseye
yetimin nafakasını vermek lâzım gelir ve bu hususta hüküm verilirse o nafaka
zekât yerine geçmez. Ancak bu yetime verdiğini nafaka saydığına göredir. Zekât
sayarsa câiz olur. Nitekim Valvalciye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
Tatarhâniye'de dahi eI'Uyun'dan naklen ayni şey söylenmiştir. Binaenaleyh
Şârihin de Halebî gibi «verdiğini nafakadan sayarsa» kaydını koyması icab
ederdi. Zâhire göre verdiğini zekât sayarsa farz olan nafaka kendisinden sâkıt
olur. Zira yetim onunla iktifâ eder. Ulemâ «akrabânın nafakası ihtiyâca göre
vacib olur.» demişlerdir. Onun içindir ki, müddet geçince sâkıt olur. Velev ki
hâkimin hükmüyle lâzım gelmiş olsun. Çünkü geçmişin nafakasına ihtiyâç
kalmamıştır. Burada da öyledir.
«İkinci imam buna
muhâliftir.» İkinci imamdan murad, Ebu Yusuf'tur. Ona göre bir kimse bir fakiri
zekât niyetiyle bir sene evinde oturtsa zekât yerine geçer. Bu hususta
Bezzâziye'nin ibâresi şöyledir: «Bir kimseye yakın akrabasının nafakasını
vermesi hüküm olunsa da zekât niyetiyle onu giydirip doyursa ikinci imama göre
sahih olur.» Hâniye'de bu ibâreye şu da ilâve edilmiştir: «îmam Muhammed
elbisede câiz; yiyecekte câiz olmadığını söylemiştir. İmam Ebu Yusuf'un yiyecek
hususundaki sözü zâhir rivayetin hilafınadır»
Ben derim ki: Bu
temlik yoluyla değil de ibâha suretiyle verildiğine göredir. Nitekim doyurmak
tabirinin kullanılması buna işâret etmektedir. Onun için Tatarhâniye'de
Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse yetime bakar da ona giydirdiği
ve yedirdiği şeyleri malının zekâtından hesap ederse, giyecekte câiz olduğunda
şüphe yoktur. Zira rükün olan temlik mevcuttur.
Yiyeceğe gelince:
«Eli ile verdiği yine câizdir. Eline vermeden yediği böyle değildir.» Şeriâtın
tayin ettiği nisâbın onda birinin dörtte biri kırda gezen hayvanlarda bu
miktârın yerini tutandır. Nitekim Bahır'da buna işâret olunmuştur. T.
«Bununla nâfile
sadaka ve fıtra hâriç kalır.».Çünkü bunlar muayyen değildirler. Nâfile
sadakanın muayyen olmadığı meydandadır. Fıtra da öyledir. Zira Hurma ve arpa
gibi şeylerden bir sağ ile, buğday ve kuru üzüm gibilerden yarım sağ ile takdir
edilmiş olsa da maldan tâyin edilmemiştir. o, zimmette vâcibtir. Bundan
dolayıdır ki, mal helâk olsa da fıtra sâkıt olmaz. Nitekim bâbında gelecektir.
Zekât bunun hilâfınadır. Onun için buğday ve benzerleri elinde bulunmasa bile
onlardan fıtra vermesi vâcip olur. Zekatta onda birin dörtte biri, ancak elinde
onda birin dokuzu mevcut ise vâcip olur. Hâsılı fıtra ile zekât arasındaki fark
tayin ve takdir iledir. Benim anladığım budur.
«Müslüman fakir»
ve diğer kayıtlarla musannıf kâfir, zengin Hâşimî ve Hâşimi'nin
âzadlısındanihtiraz etmiştir. Maksad hallerini bildiği zaman böylelerine zekât
vermemesidir. Nitekim zekâtın nerelere verileceği bâbında gelecektir. H.
Bahır sâhibi diyor
ki: «Hür olması şart koşulmamıştır. Çünkü ileride görüleceği vecihle hür
olmayan bir kimseye zekât vermek câizdir.»
Müslüman fakir
bunak da olsa kendisine zekât verilebilir. EI'Mugrib nâm lügat ta beyân
olunduğuna göre ma'tuh yani bunak aklı noksan olan kimsedir. Bazıları, «Delilik
derecesine varmayan akıl oynamasıdır.» demişlerdir. Aynı eserde çocuk hakkında
geçen tafsilât vardır. Nitekim bu tafsilat Tatarhâniye'de de mevcuttur.
Umumiyetle usul fıkıh kitaplarında bunağın hükmünü bütün hükümlerde aklı eren
çocuk gibi olduğu bildirilmiştir. Debbusî yalnız ibâdetleri istisnâ etmiş,
ihtiyâtan ibâdetlerin kendisine vâcip olacağını söylemişse de Ebu'l Yusr
kendisine itirazda bulunmuş ve, «Bunaklık bir nevi deliliktir. Ve ibâdetlerin
vâcip olmasına mânidir.» demiştir. Bustîn'in usul fıkıh eserinde şöyle
denilmektedir. «Aklı eren çocuğa ibâdetlerin edâsı teklif edilmediği gibi
bunağa da teklif edilmez. Ancak bunaklık giderse hala edâ için kendisine hitâb
teveccüh ettiği gibi güçlük vermemek şartıyla geçmişleri kaza için dahi
teveccüh eder. Açıkça bildirilmiştir ki bunak az olan namazlarını kaza eder,
çok olanları kazâ etmez. Velev ki evvelce muhatab olmasın. O tıpkı uyuyan ve
bayılan kimse gibidir. Bulûğa eren çocuk böyle değildir.» (o geçmişleri kazâ
etmez.) bu, tahkika daha münasibtir. Hindî'nin el'Mugnî şerhinde de böyle
denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. İsmâil.
«Binâenaleyh;
aslına, furuuna zekât veremez.» Aslından murad: Ne kadar yukarıya çıkarsa
çıksın anne ve babalar; Furu'dan maksad da, ne kadar aşağı inerse insin
çocuklar ve onların çocuklarıdır. Keza karı koca birbirlerine zekât
veremedikleri gibi bir kimse kölesine veya mukâtebine de zekât veremez. Zira
bunlara zekât vermekle o kimsenin malından tamamiyle istifâdesi kesilmiş olmaz.
«Allah için» kaydı
niyetin şart olduğunu beyan içindir. Çünkü niyet bütün maksud ibâdetlerde bil
ittifak şarttır. Bahır.
METİN
Zekâtın farz olmasının
şartı; akıl, buluğ, Müslümanlık, hûr olmak ve hükmen olsun zekâtın farz
olduğunu bilmektir. Meselâ: İslâm memleketinde olması hükmen bilmek sayılır.
S E B E B İ: Yani
farz kılınmasının sebebi senelik nisâba tamâmen mâlik olmaktır. Burada nisâb
seneye nisbet olunmuştur. Çünkü nisabın üzerinden sene geçmesi şarttır.
«Tamamen» kaydı ile mükâtebin mal' hâriç kalmıştır.
İZAH
Zekâtın farz
olması için akıl ve buluğ şarttır. Binâenaleyh deliye ve çocuğa zekât farz
değildir. Çünkü zekât hâlis bir ibâdettir. Deli ile çocuk bununla muhatap
değillerdir.
Nafaka ve
borçların vâcib olması kul hakkı olduğundan, öşür ve sadaka-i fıtırın vâcib
olması bunlarda yiyecek mânâsı bulunduğu içindir. Esaslı delide -bulûğ vaktinde
olduğu gibi- senenin başı, ayıldığından itibâr edileceğinde hilâf yoktur. Ârizi
delide ise delilik bütün seneyi kaplarsa zâhirrivayete göre hüküm yine böyledir
İmam Muhammed'in
kavli bu olduğu gibi Ebû Yusuf'tan da bir rivayet budur. Ve esah kavil de
budur. Bütün seneyi kaplamazsa hükümsüz kalır. İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir
rivayete göre Zekâtın farz olması için senenin ekserisinde ayılmış bulunması
itibâra alınır. Nehir.
Musannıf burada
bunaktan bahis etmemiştir. Zâhire bakılırsa bu tafsilât onda da vardır. Ve,
bunak bulunduğu müddetçe kendisine zekât farz olmaz. Zira bilirsin ki onun
hükmü aklı eren çocuk gibidir. Binaenaleyh sırf ibâdet olan bir şey ona lâzım
gelmez. Şu halde zekât da lâzım gelmez, çünkü o hâlis ibâdettir. Meğer ki
bunaklığı bütün seneyi kaplamamış ola! Zira bu halde delilik bile hükümsüz
kalır. Bunaklığın hükümsüz kalması ise evleviyetle sabittir. Gerçi
Kuhistânî'de, «Zekât bunak ve baygın kimselere vâcip olur. Velev ki bütün sene
bu hal devam etsin.» Nitekim Kâdıhân'da da böyle denilmiştir, ibâresi varsa da
bu hususta" ben Kadıhân'ın iki nüshasına mürâcâat ettim. Fakat bunağı
zikir ettiğini görmedim. O yalnız, deli, baygının hükmünden bahis etmiştir.
Şâyet, Kâdıhân'da böyle bir şey varsa mesele müşkildir.
Zekât farz olmak
için müslüman ve hür olmak da şarttır. Binâenaleyh kâfire zekât farz değildir.
Çünkü o dinin furuu ile muhâtab değildir. (Ondan istenilen imandır.) Bu hususta
aslen kâfir olmakla irtidâd etmesinin arasında fark yoktur. Mürted tekrar
müslüman olursa mürted bulunduğu zamanların ibâdetlerinden mes'ul değildir. Sonra
müslümanlar zekâtın vâcib olması için şart kılındığı gibi, bize göre devamı
için de şarttır. Hatta bir kimse zekât kendisine farz olduktan sonra dinden
dönerse zekât sâkıt olur. Nitekim ölümde de böyledir. Bunu Mi'râc'dan naklen
Bahır sâhibi söylemiştir.
Hürriyet şart
olduğu içindir ki, köleye zekat farz değildir. Velev ki mukâteb veya
çalıştırılan köle olsun. Zira kölenin mülkü yoktur. Mükâteb ve benzerlerinin
mülkleri olsa da bu mülk tam değildir. Nehir.
Zekâtın farz
olduğunu velev hükmen bilmek şarttır. Dâr'ı harpte biri müslüman olur da kırda
gezen hayvanlara mâlik olarak üzerinden seneler geçer şeriatı da bilmezse o
kimseye zekât farz olmaz. Zekât vermesi İslâm diyarına geçtiği zaman emrolunur.
İmam Züfer buna muhâliftir. Bedâyi.
Zekâtın sebebi nisâba
malik olmaktır. Binâenaleyh vakıf hayvanlarla sebil olarak bırakılan atlara
zekât verilmez. Çünkü bunlarda mülk yoktur. Düşmanın alıp götürdüğü mallara da
zekât yoktur. Zira bize göre alıp götürmekle o mallara mâlik olur. İmam Şâfiî
buna muhaliftir Bedâyi. Keza nisabtan az olan malın zekatı yoktur
Nisâb: Aşağıda
gelecek bâblarda beyân edilen miktârların vâcip olması için şeriat tarafından
konulan alâmettir. Nisâb ekin ve meyvalardan başka mallarda şarttır. Ekin ile
meyvalarda ise nisâb ve sene geçmesi şart değildir. Nitekim öşür bâbında
gelecektir. Buradaki seneden şemsî değil kamerî sene kasdedilir. Bunu musannıf
metinde beyân edecektir.
«Tamamen» kaydıyla
mükâtebin malı ta'riften hariç kalmıştır. Zira tamâmen demek hem şahsına mâlik
olmak hem de elinde bulunmak sûretiyle sâhip olmaktır. Mükâtebin mâlik olması
tamdeğildir. Onun malı kendisiyle efendisi arasındadır. Kitâbet malını ödemse
sâir malları kendinin olur. Ödemezse mallar efendisinindir. şu halde
efendisinin bir şey vermesi icap etmediği gibi mükâtebin vermesi de icap etmez.
Nitekim Şurunbulâliye'de beyan edilmiştir.
Ben derim ki:
Kaybolmuş mal ile denize düşen, gasbedilip ispatlanamayan ve ovaya gömülen
mallar dahi hâriçtir. Bunlar tekrar eline geçtiği vakit zekâtlarını vermek
gerekmez. Nasıl ki ilerde görülecektir. Çünkü böyle bir mal zâtı itibariyle
mülkü olsa da o kimsenin elinde değildir. Bunu Bedâyi' sâhibi söylemiştir. Bu
kayıtla ticâret için alınıp henüz teslim edilmeyen mal ile ticâret için
hazırlanan kaçak köle dahi tarîften hâriç kalır.
METİN
Ben derim ki
mükâtebin malı hürriyeti şart koşmakla târiften hâriç kalmıştır. Zira mutlak
söz kemâline sarf edilir. Haram bir sebeple edindiği mal nisâb mülküne
dâhildir. Gasbettiği malı karıştırması bu kabildendir. Ondan ayrı başkası varsa
borcunu ondan öder. Nisâb malı kullar tarafından istenen borçtan hâli
olmalıdır. İster zekât ve harac gibi, Allah borcu; isterse, kul borcu olsun,
Velev ki kul borcu kefalet. veresiye borç, karısıyla ayrılarak veresiye
bırakılan mehir borcu, hâkimin hükmü ile veya aralarında anlaşmak suretiyle
lâzım gelen nafaka borcu olsun. Adak. kefaret ve hac borcu böyle değildir.
Çünkü bunları isteyen yoktur.
Borç öşür, haraç
ve kefaretin vâcib olmasına mâni değildir.
İZAH
Şarih: «Ben derim
ki» sözüyle başlayarak tam kaydına hâcet olmadığını anlatmak istemişse de bu
hal söz götürür Çünkü musannıf sebeb-i vücûbu tarif etmektedir. Tarifin
efradını câmi' agyarını mâni' olması icabeder. (Yani yapılan târif o şeyin
bütün fertlerini içine almalı onlardan başkasına mani olmalıdır.) Eğer musannıf
mülkü "tamam" kaydından mutlak bıraksaydı kendisine mükâtebin mülkü
ile itiraz olunurdu. Şartı be yân ederken hürriyeti zikretmesi sebebin tarifini
noksan olmaktan çıkarmaz. O halde tamam kaydını mutlaka zikretmek gerekir.
«Haram bir sebeple
edindiği mal» İmam A'zam'a göre nisâb mülküne dahildir. Zira ona göre kendi
paralarını başkasının paralarıyla karıştırmak istihlâk sayılır. İmameyn'in
kavline göre ise ödeme lâzım gelmez. Binâenaleyh mülk de sâbit olmaz. Çünkü
mülk ödemenin fer'idir. Bu mal ondan miras olarakta alınmaz zira müşterektir.
Miras olarak ancak ölenin hissesi alınabilir. Fetih.
Kuhistanîde: «Gasp
edilen ve fâsid satışla alınan malda zekât yoktur.» denilmektedir. Gasp edilen
maldan murad başka malla karıştırılmayandır. Kendisi o mala sâhip değildir.
Fâsid satışla alınan mal ise müşkildir. Çünkü bu mal teslim almazdan önce
kendinin değildir. Teslim aldıktan sonra tamâmiyle kendi mülkü olur, velev ki
fesh edilme hakkı bâki olsun.
Gasp meselesi
hakkında sözün tamâmı koyunun zekâtı bâbında gelecektir.
Musannıf borcu
mutlak zikretmiştir. Binâenaleyh şârihin de beyân edeceği vecihle sonradan ârız
olan borca da şamildir. Bu, zekât vâcib olmadan önce borç zimmetinde
bulunduğuna göredir. Şâyet sonradan ârız olursa zekât sukût etmez. Çünkü
zimmetinde sâbit olmuştur. Artık onu, sonradanârız olan borç düşüremez.
Cevhere.
«İster zekât gibi
Allah borcu olsun.» Bir kimsenin nisâb miktarı malı olur da iki sene geçtiği
halde zekâtını vermezse ikinci senenin zekâtını vermek icap etmez. Kezâ, sene
geçtikten sonra nisabı harcar da sonra başka bir nisab edinir ve üzerinden sene
geçerse edindiğinin zekâtını vermesi gerekmez. Zira bunun beşi harcayanın borcu
ile meşguldür. Ama edindiği helâk olursa zekâtını verir. Çünkü helâk olmakla
ilk zekât sâkıt olmuştur. Bahır.
Burada borcu
isteyen, takdiren sultandır. Zirâ hayvanların zekâtını istemek onun hakkıdır;
sâir mallarda da öyledir. Lâkin Osman (r.a.) zamanında mallar çoğalıp bunları
araştırmakta sâhiplerine zarar olduğu anlaşılınca sahâbenin icmâi ile zekâtı
vermeyi onlara havale etmekte yarar gördü. Böylelikle mal sâhipleri hükümdarın
vekilleri gibi oldular. Hükümdarın zekât alma hakkı bâtıl olmadı, Onun için
ulemamız: «Eğer sultan bir belde halkının gizli mallarının zekâtını
vermediklerini bilirse bunu onlardan ister; böyle olmazsa istemez; zira icmâa
aykırıdır.» demişlerdir.
T E N B İ H : -
Sadrüşşeria'da: «Zekât borcu zekâta mâni' değildir.» denilmişse de bu söz
hatâdır. Nitekim İbni Kemâl ile başkaları buna tenbîhde bulunmuşlardır.
Haraç meselesi
hakkında Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Ulema derler ki: Harâç borcu zekâtın
farz olmasına mâni'dir. Çünkü bu borç kuldan istenir. Keza bir kimse öşür
zahîresini itlâf ederse öşür zimmette sâbit olur ve borç öşrün vücûbuna
mânidir. Nefsi öşürün vâcib olması mâni değildir. Çünkü yiyeceğe müteallîktir;
bu ise ticâret malından değildir.» Bahir.
Şârihin «Velev ki
kul borcu olsun» sözü kulun borcu hakkında mübâlağa göstermek içindir. Muhît
nâm eserde şöyle denilmiştir: «Bir kimse birinden bin dirhem borç alır da
kendisine on kişi kefil olursa bunların her birinin evinde bin dirhemi
bulunduğu ve üzerinden sene geçtiği takdirde hiç birisine zekât lâzım gelmez.
Çünkü her birinin elindeki para kefâlet borcuyla meşguldür. Zira alacaklı
hakkını bunların hangisinden olsa isteyebilir.» Veresiye borç meselesini Mi'râc
sâhibi Tahavi şerhine nispet ederek şöyle demiştir: «Ebu Hânîfe'den bir
rivayete göre veresiye borç zekâta mâni değildir.» Sadrüşşehid bu hususta
rivayet olmadığını söylemiştir. Mâni olmasının da olmamasının da bir vechi
vardır. Kuhistânî Cevâhir'den naklen: "Sahih olan mani değildir,
kavlidir." cümlesini ziyâde etmiştir.
«Adak ve kefaret
borcu böyle değildir.» Mesela bir kimsenin ikiyüz dirhemi olurda yüzünü sadaka
vermeyi adarsa üzerinden sene geçtiği zaman zekâtını vermesi lâzım gelir,
yalnız iki buçuk dirhemin zekâtı sâkıt olur. Çünkü bu miktar zekât tarafından
hakkedilmiştir. Onun nezri bâtıl olur. Yüz dirhemin geri kalanının zekâtını
verir. Paranın bütününü adak için tesadduk etse iki buçuk dirhemi zekât yerine
geçer; çünkü bunu Allah tâyin ettiği için bellidir. Kulun kendi tâyini onu
bozamaz. Mutlak olarak yüz dirhem adayarak elindeki paradan yüz dirhemini
tesadduk etse zekât için bundan iki buçuk dirhem tutulur. Bunun bir mislini de
adak için tasadduk eder. Nitekim Elcami'den naklen Mi'râc'da böyle denilmiştir.
Kefaret borcunda kefaretin bütün nevileri dahildir. H.
Keza fitre
sadakası borcu ile kurban borcu dahi zekâta mani değildir.
T E T İ M M E : -
Ulemanın beyânına göre veresiye satılan malın parası bir sene bekletilirse
bunun zekâtını satanın vermesi gerekir. Çünkü para onun mülküdür. Fakat
ulemadan bazıları müşterinin vermesinin lâzım geldiğini söylemişlerdir; zira
müşteri onu satıcının yanında bırakılmış bir mal sayar; ve kendisi bundan mesuldür.
Bedâyi.
Zahîre'de ise
'zekâtını her ikisinin vermesinin lâzım geldiği bildirilmiş ve: «Bu bir malda
iki kişiye zekât lâzım geliyor demek değildir. Çünkü akidlerde fesihlerde
dirhemler tâyin ile muayyen olmazlar, bu meseleyi Fahruddin Pezdevî dahi Câmi'şerhinde
böyle zikretmiştir.» denilmiştir Bezzâziye'de de böyledir.
Ben derim ki:
Bugünkü amel edilen kavle göre zekât yalnız müşteriye düşer. Zira veresiye
satış rehin yerine tutulur. Buna göre malın kıymeti satanın üzerine borç olur.
«Borç öşür, harac ve
kefaretin vâcib olmasına mâni değildir.» Burada sözümüz zekâtın mahiyeti
hakkındadır; lâkin öşürle haraç ekin ve meyvaların zekâtı olduğundan borcun
bunların da vücûbuna mâni olacağı hatıra gelebilir. Bunu defetmek için şârih
ayrıca tembihte bulunmuştur, kefâreti zikretmesi söz gelişi münâsebetiyledir.
Yani borç esah kavle göre malla keffaret vermenin vâcib olmasına mâni değildir.
Bahir.
Ben derim ki:
Lâkin Bahir sâhibi Menâr şerhinde Takrir sâhibinin zekât borcuyla birlikte
kefaretin malla vâcib olamayacağını sahih bulduğunu bildirmiştir.
METİN
Nisâb malı o
kimsenin aslî hâcetinden de hâlî olmalıdır. Çünkü aslî hâcetiyle meşgul olan
mal yok hükmündedir. Aslî hâceti İbni Melek: «Kişiden elbisesi gibi helâki
hakikaten yahut borcu gibi takdiren defeden şeydir.» diye tefsir etmiştir.
İZAH
İbni Melek şöyle
demiştir: «Aslî hâcet nafaka, ev, harb aleti, soğuk ve sıcaktan korunmak için
muhtaç olunan elbise gibi, insandan hakikaten helâkı defeden yahut borç gibi
takdiren helâkı defeden şeydir. Çünkü, borçlu hapsedilmemek için elindeki nisâb
ile borcunu ödemeye muhtaçtır, hapis helâk gibidir. Sanat aletleri, ev eşyası,
binilecek hayvanlar, ilim ehlinin kitapları dahi bu hükümdedir, Zira ulemaya
göre cehâlet helâk gibidir. Bir kimsenin elinde hakedilmiş dirhemler bulunur da
onları bu hâcetlere sarf ederse bu dirhemler yok hükmündedir. Nitekim elinde
başkasının hakkı geçen su bulunur da içmek için onu o kimseye verirse bu su da
yok hükmündedir. O kimse teyemmüm edebilir.»
İbni Meleğin bu
sözünden anlaşılıyor ki o «Aslı hâcetinden hâli» ifadesinden altın ve gümüşten
veya bunların birinden nisâba malik olmasını ve bu nisâbı o ihtiyaçlara sarf
etmemiş olmasını kastediyor. Lâkin Hidâye'nin sözü bu ibareden bizzat
ihtiyaçların kastedildiğini bildirmektedir, Çünkü orada şöyle denilmiştir:
«oturacak evlerde, giyilecek elbisede, ev eşyasında, binilecek hayvanlarda,
hizmette kullanılacak kölelerde ve kullanılacak silahlarda zekât yoktur. Çünkü
bunlar o kimsenin asli hâcetiyle meşguldür. Üreyen cinsten de değillerdir.»
Musannıfın aşağıdaki sözü debunu göstermektedir. Hidâye'nin sözü bu sayılan
şeylerin üremeyen cinsten olmaları zarar etmediğine işâret etmektedir.
METİN
Nisâb velev
takdiren olsun üreyici olmalıdır. Takdiren üremek üretmeye muktedir olmakladır.
Velevki vekili ile üretsin. Bundan sonra musannıf zekâtın farz olmasının sebebi
üzerine şu sözüyle tefri'de bulunmuştur: Binâenaleyh mükâtebe zekât yoktur.
Çünkü mükâtebin mülkü tam değildir. Ticâret için izin verilen kölenin
kazancında geriye teslim alınan rehinde, teslim alınmazdan önce ticaret için
satın alınan malda ve kula borçlu olan bir kimsenin borcu mikdarı malında da
zekât yoktur. Kalan malı nisâb miktarını bulursa onun zekâtını vermesi gerekir.
Borcun kapladığı eşya İmam Muhammed'e göre helâk gibidir. Bahir sahibi bu kavli
tercih etmiştir.
İZAH
Üremek şer'an biri
hakîki biri takdîri olmak üzere iki nevidir. hakiki üreme doğurmak ve ticâret
sebebiyle hâsıl olan ziyâdedir. Takdiri üreme bu ziyâdeye imkân bulunmasıdır.
Malın kendi elinde veya vekilinde olması bu kabildendir. Bahır.
Mükâtebe zekât
farz olmadığı gibi efendisine de lâzım gelmez. Nitekim Cevhere'den naklen
Şurunbulâliye'de böyle denilmiştir. Musannıf «Mükâtebin kazancında zekât
yoktur» dese daha iyi olurdu. H.
«Mükâtebin mülkü
tam değildir.» Zira efendisi hakkında zilliyedlik, mukâteb hakkında şahsına
mülküyet bulunmamaktadır, Sonra mükâteb bedeli ödeyememek suretiyle mal
efendisine yahut kitâbet bedelini ödemek suretiyle mükâtebe dönerse geçmiş
seneler için zekât lâzım gelmez; yeniden başlar. Şârihin bu ta'lili zikrettiği
üç meselenin sonuna bırakması daha iyi olurdu; çünkü üçünün illetide birdir. Bu
üç meselenin her birinde ya zilliyedlik yahut şahsına mülküyet yoktur. Yukarıda
gördük ki, tam mülkten murad hem zilliyedlik hem de şahsına mâlik olmaktır.
Ticâret için izin
verilen kölenin kazancında mal elinde bulunduğu müddetçe köleye zekât lazım
gelmediği gibi sahibine de lâzım gelmez. Ama sahibi malı teslim aldıysa sahih
kavle göre geçmiş senelerin zekâtını verir. Bazıları teslim almazdan önce de
zekât vermesi lâzım geldiğini söylemişlerdir. Ama bu, o izinli köle borca
dalmadığına göredir. Eğer köle borca dalmış olursa efendisinin "malı
teslim almadan olsun teslim aldıktan sonra olsun" geçmiş senelerin
zekâtını vermesi lâzım gelmez. Bahır'da böyle denilmiştir.
Şârihin: «Malı
teslim almazdan önce ticârete izin verilen kölenin kazancında zekât yoktur»
demesi lâzım gelirdi; nasıl ki ticâret için satın alınan hakkında böyle
demiştir.
«Gerisi geriye
teslim alınan rehinde zekât yoktur.» Yani ne rehin alana ne de verene zekât
lâzım gelmez. Rehin alana lâzım gelmemesi malın şahsına mâlik olmadığı için,
verene de zilliyed olmadığı için zekât lâzım değildir. Rehin veren kimse,
rehnini geri aldığı vakit geçmiş senelerin zekâtını vermez. Şârihin Teslim
alınan rehinde demesinin mânâsı budur. Bahrin sözü de buna delâlet eder, orada:
Vücûba mâni olan şeylerden biri de rehindir, denilmiştir. Zâhirine bakılırsa bu
sözünmânâsı, velev ki borçtan daha ziyâde olsun demektir T.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Vücüba mâni olan şeylerden biri de rehin alanın elinde bulunan
rehindir. Çünkü bunda zilliyedlik yoktur.» Bu ibârede sâhibi rehni geri
aldıktan sonra zekât vermeyeceğine delalet eden bir şey yoktur; lâkin
Hâniye'de: «Bir kimse kırda otlayan hayvanı gasp edip sâhibine vermezse sonra
gasp ettiğini ikrâr ile o hayvanı sâhibine iade ettiğinde sâhibi geçmiş seneler
için o hayvanın zekâtını vermez. Keza hayvanı bin dirheme rehin eder. de
kendisinin yüz bin dirhemi bulunur ve rehin alanın elinde o rehnin üzerinden
sene geçerse rehni veren elindeki malın zekâtını verir; yalnız borç olan bin
dirhemin zekâtını vermez. Rehin olan koyunda da zekât yoktur. Çünkü bu borçla
birlikte ödenmiştir. Gasp edilen dirhemlerle hayvanlar arasında fark vardır.
Dirhemleri geri aldığı vakit onların zekâtını verir, hayvanların zekâtını
vermez, velev ki gasp eden ikrârda bulunsun.» denilmiştir. Bu ibârenin zâhiri
rehin hususunda kırda gezen hayvanla dirhem arasında fark olmadığını gösterir.
«Ticâret için
satın alınan malda teslim almazdan önce zekât yoktur» Fakat teslim aldıktan
sonra geçen senelerin zekâtı verilir. Nitekim Bahır sahibi de Muhitin
ibâresinden bunu anlamıştır. Ona mürâcaat edebilirsin. Lâkin Haniye'de şöyle
denilmiştir: «Bir adamın kırda gezen hayvanlarını başka biri satın alarak kırda
gezdirmek ister, ancak teslim almadan üzerinden bir sene geçerse, teslim
aldığında müşteriye geçen senenin zekâtını vermek icabetmez. Çünkü zekât bu
hayvanların parasıyla birlikte satıcıya ödenmiştir.» Bu ta'lilin muktezası
hayvanları kırda gezdirmek veya ticaret yapmak için alması arasında fark
olmadığını gösterir.
«Borcun kapladığı
eşya İmam Muhammed'e göre helâk gibidir. Nisabı azaltıp sene sonuna kadar
tamamlanmasına mâni olan borç dahi böyledir. Sene dolduktan sonra meydana gelen
borç ise bilittifak muteber değildir.» T. «Bahir sâhibi bu kavli tercih
etmiştir.» ibâresi şöyledir: «İmam Ebu Yusuf'a göre mâni değildir azalması
gibidir. Ulemanın İmam Muhammed'in kavlini evvel zikretmeleri onu tercih
ettiklerine delildir ve öyledir. Nitekim meydandadır. Hilâfın faydası şurada
kendisini gösterir; alacaklı borçluyu ibrâ ederse İmam Muhammed'e göre seneye
yeniden başlar. Ebu Yusuf'a göre yeniden başlamaz. Muhit'de de böyledir.»
Ben derim ki:
Mücerred ismini öne almak tercihi gerektiriyorsa Cevhere'de de Ebu Yusuf'un
kavli öne alınmıştır. Mecma' adlı eserde bu kavlin aynı zamanda Ebu Hanife'ye
ait olduğuna da işaret edilmiştir. Mecma' Şerhinde Şeyhayn'ın delili İmam
Muhammed'in delilinden sonra zikredilmiştir. Bu da onların delilinin tercih
edildiğini gösterir. çünkü sonra zikredilen delil evvel zikredilen delile cevap
mahiyetindedir. Hatta Mecma' sahibinin İmam Muhammed'e nispet ettiği sözü
Bedayi' sahibi ve başkaları İmam Züfer'e nispet etmişlerdir. Bahr'ın zekât
bâbının sonunda Mücteba'dan naklen şöyle denilmektedir: «Sene esnasındaki borç
bütün malı kaplasa bile senenin hükmünü kesmez. İmam Züfer keseceğini
söylemiştir.» Şârihimiz orada bu kavli kati olarak benimsemiştir. Böylelikle
Bahr'ın tercihinin ne kıymet ifâde ettiğini anlamış olursun!... Evet Bahr'ın sözü
daha güzeldir. Çünkü borç senenin başından itibaren zekata manidir. Nihayeti
itibarıyla mani olması evleviyette kalır. Ziradevam ve baka daha kolaydır.
İhtimal ki «Borç mâni değildir» sözü nisâb sene sonunda da tam olduğuna
göredir. Meselâ o kimse nisâb olmaksızın borcunu ödemeye yetecek mal kazanmış
olabilir.
METİN
Bir kimsenin bir
kaç nisâbı olursa, borcu bunların en kolay ödenecek olanına sarf edilir.
Hayvanlar muhtelif cinslerden olurlarsa borç zekâtı en az tutan cinse verilir.
İki cins müsavi olurlar da meselâ kırk koyun ile beş deve bulunursa sahipleri
muhayyer bırakılır. Sıcaktan soğuktan korunmak için muhtaç olduğu elbisede
zekât yoktur. İbn-i Melek. Ev eşyasında, oturulan katlar ve benzerlerinde dahi
zekât yoktur.
İZAH
Birkaç nisâbı
olması elinde altın gümüş parası, ticâret malı ve kırda otlayan hayvanı
bulunmakla tasavvur edilir. Borç, bunlardan evvela altın ve gümüş paralara,
sonra ticaret mallarına daha sonra kırda otlayan hayvanlara sarf edilir.
Bahr'da da böyle denilmiştir. H.
Hayvanların cinslerinden
murad kırk koyunu, otuz sığırı ve beş devesi bulunmaktır. Bu takdirde borç ya
koyunlara ya develere sarf edilir, sığırlara sarf edilmez. Çünkü buzağı
koyundan üstündür. Bunu Bahr sahibi söylemiş sonra şöyle devam etmiştir: «Ulema
bu şekilde mutlak bırakmışlardır.» El-Mebsut'da ise zekât memurunun gelmesiyle
kayıtlanmıştır. Aksi takdirde mal sahibi muhayyerdir. İsterse borcu hayvanlara
sayarak zekâtı paralardan verir, dilerse aksini yapar. Çünkü, onun hakkında
bunların ikisi de birdir.
«İki cins müsâvi
olursa sahibi muhayyer bırakılır.» Çünkü bunların ikisinde de bir koyun vermek
icabeder. Bahır sâhibi şöyle demiştir. "Bazıları zekâtın koyundan
verileceğini söylemişlerdir, tâ ki gelecek sene devede zekât farz olsun."
Yani koyunlardan birini verdiği zaman sayıları 39'a ineceğinden gelecek seneye
onlardan zekât vermek gerekmez.
T E T İ M M E: -
Şimdi şu kalır: borçlu kimsenin zekât malı ile ondan başka hizmetçi köleleri,
giydiği elbisesi. oturduğu daireleri, bulunursa borcu evvela zekât malına
tutulur; başkasına sayılmaz velevki borç cinsinden olsun. İmam Züfer buna
muhâliftir. Hatta bir adam muayyen olmayan bir hizmetçi vermek şartıyla evlenir
de elinde 200 dirhem parayla bir hizmetçi bulunursa. mehir borcu bize göre
hizmetçiye değil 200 dirheme sarf edilir. Çünkü zekât malı olmayan şeyler
ihtiyaçlar için hak edilir, zekât malı bunlardan fazla oladır. Binaenaleyh ona
sarf etmek daha kolay, mal sahipleri için daha faydalıdır.
Bundan dolayıdır
ki giyim elbisesine ve yiyeceğine sarf edilmez. velevki borç cinsinden olsun,
İmam Muhammed Asil namındaki eserinde;«Ne dersin, o kimseye sadaka verilse
sadakaya mahal değilmidir» demiştir. Bu sözün mânâsı şudur: Zekât malı borçla
meşguldür. Bu sebeple yok hükmündedir. Bir haneye ve hizmetçiye malik olması o
kimseye sadaka almayı haram kılmaz. Binaenaleyh o kimse fakirdir, fakire ise
zekât yoktur. Ama zekât malı yoksa borç kullanılan eşyaya sonra Akara verilir,
Çünkü eşyada mülk yavaş yavaş meydana gelir. Akar ise ekseriya bunun,
hilâfınadır. Bedâyi'.
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa, «Borç kullanılan eşyaya sonra Akara verilir.» sözü istitrâd
kabîlindendir. Bu söz hakim bir kimsenin malını borcu hususunda satmak
istediğine göre farz ve tahmin edilmiştir. Zekât meselesi hakkında değildir,
çünkü o kimsenin zekât malı olmadığını farz ediyoruz. Zekâtı niçin versin.
Zekât malı varsa evvelce açıklandığına göre borç zekât malına hesap edilir.
Başkasına hesap edilmez. Buna göre o kimse ödünç olarak 200 dirhem alsa
üzerinden senede geçse giydiği elbise ve benzeri zekât malı olmayan şeylerden
başka bir varlığı da bulunmasa zekât vermesi icâbetmez. Velevki elbiseler borca
yetsin. Çünkü o kimsenin borcu elindeki dirhemlere sarf edilir; elbiseye sarf
edilmez.
Sirâc'da dahi
borcun, zekâtı gerekmeyen başka bir mülke sarf edilmeyeceği açıklanmıştır.
Zeylâî'de de: «Ödenmedikçe ödünç alınan malla zenginlik tahakkuk etmez.»
denilmiştir. «Benzerlerinde» ifadesinin içinde dükkânlar ve akarlarda dâhildir.
METİN
Kitaplar da
öyledir velevki ilim ehline ait olmasın. Ticarete niyet etmedikçe onlara da
zekât yoktur. şu kadar var ki kitaplar nisâbi doldursa bile ilim ehli zekât
alabilir. Meğer ki fıkıh, Hadis ve tefsirden başka yahut iki nüshadan fazla
olsunlar. Muhtar olan kavil budur.
Sanat sahiplerinin
aletleri de böyledir. Ancak deri tabaklamak için mazı kullanmakta olduğu gibi
aynının eseri kalırsa ona zekât düşer. eseri kalmayan böyle değildir. Nasıl ki
birkaç nisâba müsavi olan sabunda zekât yoktur. Velevki üzerinden sene geçmiş
olsun. El-Eşbah'da şöyle denilmektedir: «Fıkıh âlimi muhtaç olduğu kitapları
ile zengin değildir. Ancak kul hakları müstesna! Kul hakkı için bu kitaplar
satılır.
Kaybolubta seneler
sonra bulunan mal ile denize düşüp seneler sonra çıkarılan malda ve ispat
edilemeyen gasp malında dahi zekât yoktur. Gasp malını ispat edecek beyyine
varsa, geçmiş seneler için zekat vermek icabeder. Bundan yalnız kırda otlayan
hayvanlar müstesnadır. Gâsıp onları gasbettiğini ikrarda bulunsa bile zekât
yine vacip değildir. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir.
İZAH
Ehlinden murad
okutmak, ezberlemek ve düzeltmek için kitaplara muhtaç kimsedir. Nitekim
aşağıda Fetih'den nakledeceğimiz ibareden de anlaşılmaktadır. Şârihin "Şu
kadar var ki" diyerek yaptığı istidrâd (düzeltme) «Velevki ilim ehline ait
olmasın» sözünden alınan umumi mânâya aittir. Yani ilim ehli olsun olmasın ve
hangi fenne ait olursa olsun kitaplara zekât yoktur. Çünkü bunlar üreyici
cinsten değillerdir. İlim ehli olanla olmayan arasında fark sadece zekât
alabilmek hususundadır. ilim ehlinden olup da okutmak, ezberletmek ve düzeltmek
için muhtaç olduğu kitapları bulunan bir kimse, bunlarla fakirlikten kurtulmuş
olmaz.
Kitaplar fıkha,
Hadise veya tefsire ait olup ihtiyacından fazla değilse o kimse zekât alabilir.
İhtiyacından fazla olmak her kitaptan iki nüsha bulunmakla olur. Bazıları üç
nüsha ile olacağınısöylemişlerdir. Çünkü o, kimse birini diğerinden düzeltmek
için iki nüshaya muhtaçtır. Muhtar olan kavil birincisidir. Yani ihtiyacından
fazla bir nüsha bulunmaktır. İlim ehli olmayan kimseler ise bu kitaplarla zekât
almaktan mahrum olurlar. Zira mahrumiyet muhtaç olunmayan nisâb miktarına
bağlıdır. Velevki üremesin. Tıp kitaplarıyla nahiv ve Astronomiye ait eserler
ise mutlak surette zekât alamamak hususunda muteberdirler.
Hulâsa adlı eserde
edebiyat kitapları ile bir tek mushafın fıkıh kitapları gibi olduğu
bildirilmişse de edebiyat kitapları hakkında sözü birbirini tutmamaktadır.
Sadakayı fıtr babında bunların tâbir, tıp ve Astronomi kitapları gibi olduğu
açıklanmış dır. İyi düşünülürse Nahîv den bir veya iki nüsha - ihtilaflı
olmakla beraber - Nisabtan sayılmamak gerekir. Usulü fıkıh ile yalnız ehli
sünnet mezhebinin hak olduğunu bildiren kelâm kitabı da böyledir.
Ben derim ki: Yine
iyi düşünülürse anlaşılır ki, edebiyattan şiir, Aruz ve Tarih gibi zarafet
kitapları kastedilirse bunlar zekât almaya mani olmalıdır. Şâyet edebiyattan
ahlâk ilmi denilen nefsin adabı kastedilirse -ki Gazali'nin ihya adındaki eseri
böyledir- hükmü, fıkıh gibi olur ve zekât almaya mâni değildir. Tıp kitapları
tabîbin mutâlea ve müracât için muhtaç olduğu kitaplarsa zekât almaya mâni
değildirler; zira bunlar sanat sahiplerinin âletleri gibi aslî
ihtiyaçlardandır.
İlim ehli olan
kimse de kitaplara muhtaç değilse ehil olmayanlar gibidir. Nitekim yukarda
anlattıklarımızdan anlaşılmıştır. Kur'an hafızının kendisine muhtaç olmadığı
mushafı bulunursa o da zekât alamaz; zira burada sebep ihtiyaçtır. «Yahut iki
nüshadan fazla olsunlar» sözü yanlıştır. «Doğrusu bir nüshadan fazla olsunlar»
şeklinde olacaktır. Nitekim Fetih de ve Nehir de böyle denilmiştir.
«Sanat
sahiplerinîn aletleri de böyledir.» Yani bu âletler ister faydalanırken - balta
ve törpü gibi - aynı tükenip bitmeyen cinsten olsun ister tükenen cinsten olsun
fark etmez. Yalnız tükenen cinsin sabun gibi aynının eseri kalmayan nevi olduğu
gibi usfur ve safran gibi eseri kafan nevi de vardır. Eseri kalmayanda zekât
yoktur. Eseri kalanın üzerinden sene geçerse zekâtını vermek gerekir. Nitekim
Fetih de de böyle denilmiştir. Yine Fetih de bildirildiğine göre koku
satanların şişeleri ile ticaret için satın alınan at ve eşek etleri ve bunların
yularlarıyla çulları, satmak için alınırsa zekâtlarını vermek gerekir; satmak
için alınmamışsa bunlarda zekât yoktur,
«Gasp malını ispat
edecek beyyine varsa» malı geri aldıktan sonra geçmiş senelerin zekâtını vermek
icabeder. Halebî diyor ki: «Burada İmam Muhammed den tashih edilerek rivayet
olunan "bunlarda zekât yoktur" sözü geçerli olmak gerekir. çünkü
burada beyyine kabul edilmez.» Tahtavî: «icabeder diyenlere göre zahir olan
buna kuvvetli borç hükmü verilmektir» demiştir. Yani kırk dirhem aldığı zaman
zekât vermesi icabeder demek istemiştir.
METİN
Ovaya gömülüp yeri
unutulan ve sonra hatırlanan paraya zekât olmadığı gibi tanımadığı kimselere
emanet bırakılan malda da zekât yoktur. Korunan yere gömülen mal bunun
hilâfınadır. Bağ ve sahipli yere gömülen mal hakkında ihtilâf edilmiştir.
Borçlunun senelerce inkâr ettiği sahibinin debeyyine bulamadığı bir malı sonra
borçlu bir cemaat huzurunda ikrar etmek suretiyle geri alırsa ona da zekât
yoktur. Hâniyye sahibi zekât bahsinde bunu «Hakim huzurunda yemin ettiği zaman
zekât vacib değildir. Yeminden önce geçmişin zekâtını vermek icabeder» diye
kayıtlamıştır.
Musadere yoluyla
yani zulmen elinden alınıp ta seneler sonra sahibinin eline geçen malda dahi
zekât yoktur; çünkü bunda üreme hasıl olmamıştır. Burada asıldan Hz. Ali'nin
«Gömülü Dımâr malında zekât yoktur.» Hadisidir. Dımâr mülk baki olmakla beraber
faydalanması mümkün olmayan maldır.
Eğer borç, onu
ikrar eden zengin veya fakir yahut iflasına hükm olunmuş müflis bir kimsede
yahut inkâr eden fakat aldığına beyyine bulunan birinin elinde bulunur yahut
hakim bilirse borç sahibinin eline geçtiği zaman geçmişin zekâtını vermek lâzım
gelir. İmam Muhammed'den bir rivayete göre ikrar ve iflas suretinde beyyinesi
olsa bile zekat yoktur. Sahih olan da bu kavildir. Bunu İbn-i Melek ve
başkaları zikretmişlerdir; çünkü bazen beyyine kabul edilmeyebilir.
Hakimin bilmesi
meselesinde ilerde görüleceği vecihle müftabih olan kavil hâkimin bilmesiyle
hüküm verilmemesidir. Malın zekâtı babında borç hakkında tafsilât vereceğiz.
İZAH
Tanımadığı
kimselere yani yabancılara emanet edilen malda zekât yoktur. Fakat tanıdığı
kimselere emanet ederde unutursa zekât vermesi icabeder; çünkü unutmakla kusur
etmiştir. Bu yerinde olmayan bir harekettir. Bahır.
Korunan yerden
murad: kendinin veya başkasının hanesidir. Bahır.
Bazıları: «Hâne
büyük olursa ona sahra hükmü verilir.» demişlerdir. Bunu Bercendî'den İsmail
nakletmiştir.
Bağ ve sahipli
yere gömülen mal hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre zekât vaciptir.
Çünkü bu malı bulmak mümkündür. Birtakımları vacip olmadığını söylemişlerdir;
zira korunan yere gömülmemiştir. Bahır. Beyyinesiz inkâr edilen borç
meselesinde mal ele geçtiği zaman zekât lâzım gelmemesi iki sahih kavilden
birine göredir; nitekim gelecektir.
Zekât vacip
olmamasını Hâniyye sâhibi «Hakim huzurunda yemin ettirmek» ile kanıtlamıştır.
Yemin ettirmezden önce zekât vaciptir. Zira inkarından dönmesi ihtimali vardır.
Guraru'l-Ezkâr adlı eserde bu mesele İmam Ebu Yusuf'tan bir rivayet diye
nakledilmiştir. Sonra aşikârdır ki, bu söz aşağıdaki tashihe göredir. Tashih
şudur: Beyyine ile bile zekât vacip değildir. O halde yemin ettirilmezden önce
evleviyetle vacip olmaması gerekir. Bunu Tahtâvî Ebu Suûd'dan nakletmiştir.
Müsâdere: Malı
getirmesini emretmektir. Gasp ise, malı doğrudan doğruya zorla almaktır.
Binaenaleyh beyyînesiz mağsup ile müsadere tekrar sayılmamalıdır. Bunu Halebi
söylemiştir. Metinde geçen hadisi Hidâye sahibi dahi Hz. Ali'ye nispet etmişse
de ondan olduğu belli değildir. Sibtı ibn-i Cevzî onu Hz. Osman ile ibn-i Ömer
(R.A.)dan rivayet etmiştir. Molla Aliyyûlkari nin Hikaye adlı eserinin şerhinde
de böyle denilmiştir.
Dımâr: Lügat ta
bulunma ümidi olmayan kayıp şey mânâsınadır. Borcunu ikrar eden zenginmeselesinde
Muhitta Mültekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «İmam Muhammed'den bir rivayete
göre bir kimsenin vâli de alacağı olsa vâli bunu ikrarla halife huzuruna
çağrıldığı halde vermese o malda zekât yoktur. Bir kimse borcunu istemeye veya
bu hususta vekâlet vermeye muktedir iken borçlusu kaçsa zekâtını vermesi
icabeder. Muktedir değilse ona zekât yoktur.»
Müflisin hakim
tarafından iflasına hüküm verilmezse mesele ihtilaflıdır. İmam-ı A'zam'a göre
böyle bir hüküm verilemez. Bu hükmün varlığı yokluğu müsavidir; ve o kimse
fakirdir. Müflis olduğuna hakimin hükmü bulunmazsa bilittifak zekât vermesi
icabeder. Nitekim İnâye ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Çünkü mal gelip
geçici bir şeydir. Şârihin «sahih olan da budur> dediği kavli Tuhfe,
Gâyetü'l-Beyân, Hâniyye ve Nehir sahipleri gibi birçok ulema sahih
bulmuşlardır. Onun için Hidâye. Gurer ve Mültekâ'da sahih olduğu kat'î bir
dille ifade edilmiş; musannıf da onlara tâbi olmuştur. Hâsılı bu meselede sahih
kavil bir değildir. Tamamı zekatın verileceği yerler babında gelecektir.
«Çünkü bazen
beyyine kabul edilmeyebilir» bazen de hakim adâlet göstermeyebilir. Bu sebeple
borç, helâk hükmüne girer. Bahır. «Borç, sahibinin eline geçtiği zaman geçmişin
zekâtını vermek lâzım gelir»
Ben derim ki:
Muhit'in şu sözü bu kabîldendir: «Bir kimsenin bir fakirde bin dirhem alacağı
olur da bu bin dirhemle ondan bir altın satın alır; sonra altını ona hediye
ederse bin dirhemin zekâtını vermesi lâzım gelir. Çünkü altını almakta bin
dirhemi almış sayılır.» Valvalciye'nin şu sözü de bu kabildendir: "Bir
adam alacağını birine bağışlar da teslim alması için ona vekâlet verirse; ve
sonra bu malda zekât vacip olur da, bağışlanan kimse teslim alırsa, zekât
bağışlayana vâcip olur. Çünkü teslim alan bu hususta onun vekilidir."
«Malın zekâtı
bâbında borç hakkında tafsîlât vereceğiz» ve borcun kâvî, orta, zayıf diye üçe
ayrıldığını göreceğiz. Zayıf borcun alacaklısı geçmiş seneler için asla zekât
vermez. Birinciyle ikinci hakkında tafsilât verilecektir. Bu taksimde buradaki
sözün Alelıtlak olmadığına işaret vardır.
METİN
Zekâtın edâsının
lüzumuna sebep hîtâbın teveccühüdür. Yani Allah-ü Teâlâ'nın: «Zekâtı verin!»
âyetidir. şartı yani edâsının farz olmasının şartı mal mülkünde olduğu halde
üzerinden sene geçmesi dirhem ve dinâr gibi malların üretilmesi, yahut hayvanı
kırda otlatmak veya eşyada ticâret niyetidir.
Dirhemlerle
dinârlar (yani altınla gümüş) yaratılışları iktizâsı ticâret için teayyün
etmişlerdir. Binâenaleyh bunları ne şekilde elinde bulundurursa bulundursun
zekâtlarını vermek lâzım gelir, velevki nafaka için edinmiş olsun.
Eşyada ticâret
niyeti ya sarahaten yahut delâleten olur. Sarahaten niyetin mutlaka ticâret
akdiyle birlikte olması gerekir. Nitekim gelecektir. Delâleten niyet ticaret
malıyla bir ayın satın almak yahut ticaret için hazırladığı hânesini eşya ile
kiraya vermek suretiyle olur. Böylece o ayın ve hâne açıkça niyet etmediği
halde ticâret malı olur.
Ulema niyet
şartından ortağın satın aldığı malı istisnâ etmişlerdir. Onun satın aldığı mal
mutlak surette ticaret için olur; çünkü ortak, ortaklık malıyla, ticaretten
başka bir şey için mal alamaz. İki hak bir araya gelmesin diye, öşri veya
haraci olan tarlasından yahut ücretle, kirâ ile tuttuğu yerden çıkan mahsulde
ticarete niyet etmesi sahih değildir.
İZAH
Zekâtın hakîkî
sebebi Allah-ü Teâlâ'nın emridir. Nisâba mâlik olmak zâhiri sebebidir. Nitekim
öğle namazı için güneşin zevâl zamânı dahi zâhiri sebeptir. T.
Musannıfın yukarda
beyân ettiği zekât şartı mal sâhibinde aranacak şarttır. Şuradakiler ise bizzat
zekât malındaki şartlardır. Şart, nisâbın senenin başıyla sonunda tamam
olmasıdır ki ilerde gelecektir. Meyve ve ekinlerin zekâtında sene geçmenin şart
olmadığını söylemiştik.
Hayvanı kırda
otlatmaktan murad sağmak ve üretmek niyetiyle senenin ekserisinde otlatmakla
yetinmektir.
(Ticâret için
hazırladığı hânesini eşya ile kirâya vermekle olur.) Bu hususta Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Lâkin Bedâyi'da zikredildiğine göre ticaret için hazırlanan bir
aynın menfaatleri bedelinde ihtilaf edilmiştir.»
Asıl nâm kitabın
zekât bahsinde bunu niyetsiz olarak Camide ise niyete bağlı olarak ticaret için
olduğu kaydedilmiştir. Belh uleması Caminin rivayetini sahih bulmuşlardır.
Çünkü o an ticaret için de olsa bazen bedelinin menfaatlerinden faydalanmak
kastedilir. Meselâ hayvan doyurmak şartıyla, hane onarılmak şartıyla kiraya
verilir. Binaenaleyh niyetsiz tereddütle ticaret için olamaz. (Ticaret için)
diye kayıtlaması, meselâ içinde oturmak için olsa bedeli niyetsiz ticaret için
olamaz. Niyet ederse olur ama sarih kısmından sayılır.
Ticâret ortağı
ticaret malı ile başka bir şey satın alamaz. Mal sahibi böyle değildir. O
nafaka için ailesi efradına yiyecek ve giyecek satın alırsa bunlar ticaret için
olmazlar. Çünkü onun ticaret için olmayan alışverişe de hakkı vardır. Bahır.
Öşri ve benzeri
arazisinden çıkan mahsulde ticaret niyeti sahih değildir. Çünkü, ticaret niyeti
ancak ticaret akdi yapılırken sahih olur. Miras ve benzeri gibi akidsiz malik
olduğu şeylerde sahih değildir. Nitekim gelecektir. Kendi arazisinden çıkan
mahsul de böyledir; zira bu malda mülk yerden bitmek suretiyle sabit olur.
Sahibinin bunda seçme hakkı yoktur;
onun içindir ki
Bahir'de şöyle denilmiştir:
«Akid kaydıyla şu
hâriç kalır»: Bir adamın kendi arâzisinden nisâb kıymetinde buğdayı gelir de
onu satmayarak elinde tutmayı niyet eder;
sene geçtikten
sonra satmak isterse mirâsta olduğu gibi bunda da zekât vermek icabetmez. Keza,
ticaret için tohum satın alırda onu ücretle tuttuğu öşür arazisine ekerse
yalnız öşürünü vermek icabeder. Nitekim haraç veya öşür yerini ticaret için
satın alırsa ticaret zekâtı vermesi icabetmez. Ona düşen sadece yerin hakkı
olan öşür veya haracı vermektir.
Ücret ve kira
meselesinde arazi öşrüyye ise öşür bilittifak' kira ile alana aittir. Müftabih
olan, İmameyn'in kavline göre de, ücretle tutana aittir. Ama yerlerin ikisi de
haraç yeri olursa haracını yerin sahibi verir. Kira veya ücretle olan kimse bu
yerlerden çıkan mahsulde ticareti niyet ederse iki hak bir araya gelmediği için
câiz olur. Bunu Halebi söylemiştir.
Ben derim ki: Bu meseleyi
(ticaret için tohum alırda o tohumu ekerse)
şeklinde kurmak
icabeder ki, iki hak bir araya gelmesin diye ta'lil sahih olabilsin. Kendi
yerinden çıkan mahsulde ticarete niyet ederse sahih olmadığını biliyorsun,
çünkü akid yoktur. Arazisinden çıkan mahsul ticaret malı değildir, binaenaleyh
onda zekât yoktur.
METİN
Zekâtın edası
sahih olmasının şartı eda ile birlikte niyet bulunmaktır, velev ki bu
beraberlik hükmen olsun. Nitekim niyetsiz olarak verir de sonra niyet eder ve
mal da fakirin elinde mevcut olursa hükm budur. Yahut zekât malını vekile
verirken niyet eder de, vekil niyetsiz olarak verirse veya fakirlere versin
diye, zekât malını zımmiye verirse câiz olur. Çünkü muteber olan âmirin
niyetidir. Onun için: «Bu teberru'dur, yahut kefaretim içindir» der de sonra
vekil vermezden önce zekât olmasını niyet ederse sahih olur. Vekil iki
müvekkilinin zekâtını karıştırırsa bunları öder ve teberru etmiş olur. Meğerki
kendisini fakirler tevkil etmiş olsun.
İZAH
Zekâtta niyetin
şart olduğu evvelce musannıfın (Allah rızası için vermesidir) sözünden
anlaşılmıştı. Burada ondan tekrar bahsetmesi tafsilatını anlatmak içindir. Bunu
Bahir sahibi söylemiştir. Niyet sözünü sarahaten kaydetmekle musannıf zekât
diye söylemenin ehemmiyeti olmadığına işâret etmiştir. Zekâtı niyet ederek:
«Sana şu malı hîbe ediyorum» yahut «ödünç veriyorum» dese esah kavle göre
kâfidir.
Niyet kelimesiyle
bir de şuna işâret etmiştir ki, zekâtı verirken hem zekâtı hem nâfile sadakayı
niyet etse İmam Ebû Yusuf'a göre zekât yerine geçer. Çünkü farz niyeti daha
kuvvetlidir. İmam Muhammed'e göre ise sadaka yerine geçer. Musannıf şuna dahi
işâret etmiştir: Fakir verilen malı sahibi bilmedikçe alamaz; meğerki akrabası
veya kabilesi arasında ondan daha muhtaç kimse bulunmasın! Bu takdirde hükmen o
malı öder; diyâneten ödemez. Zekât memuru, zekât malını zorla alırsa batinî
mallarda farz sakıt olmaz. Zâhiri mallar bunun hilafınadır. Fetva buna göre
verilmiştir.
Ölenin
terekesinden zekât alınmaz; çünkü niyet yoktur. Ancak vasiyet ederse malının
üçte birinden geçerli olur. Meselenin tamamı Bahırdadır. Cevhere'de: «Yahut
mirasçıları teberru ederse» cümlesi ziyade edilmiştir.
Ben derim ki;
Bunun vechi her halde mirasçıların ölenin yerini tutması olsa gerektir. Bu
takdirde onların niyet etmesi kâfidir.
Niyetin edâ ile
birlikte bulunması asıldır. Nitekim sair ibâdetlerde de böyledir. ilerde
görüleceği vecihle malı çıkarırken niyetlenmenin kâfi gelmesi zekat muhtelif
şahıslara verildiği içindir. Her fakire verirken niyeti hatırlamak güç
olduğundan bu kadarıyla iktifa edilmiştir. Bahır. Maksat fakirevermek için
niyetin eda ile beraber bulunmasıdır. Vekile vermek için niyet aşağıda geleceği
vecihle hükmen niyet kabilindendir. T. şârih «Zımmîye verirse» sözü ile zekâtla
hac arasında fark olduğuna tenbih etmiştir. Çünkü zekât sırf mali bir
ibadettir. Onda zımmîyi vekil yapmak caizdir; velevki niyet ehlinden olmasın.
Çünkü zekâtta şart amirin nîyetidir. Hac böyle değildir. O mal ile bedenden
mürekkeb bir ibâdettir. Binâenaleyh onda me'murun niyete ehl olması şarttır.
«Vekil iki müvekkilinin zekâtını karıştırsa bunları öder.» Çünkü karıştırmakta
ona malik olur. Artık ödediğini kendi malından verir. Tatarhâniyye sahibi:
«Ancak izin bulunur yahut her iki müvekkil bunun yaptığını câiz görürse o
başka» demîştir. Yani vekil malı fakire vermeden müvekkiller razı olursa
ödemez. Çünkü Bahır'da beyan edildiğine göre bir kimse emri olmaksızın birinin
zekâtını verîrse haber aldığında razı olsa bile caiz değildir. Çünkü bu zekât,
verenin üzerinden geçerli olmak üzere verilmiştir. Zira onun mülküdür. O kimse
başkasının vekili değildir. Şu halde kendi üzerinden geçerli olur.
Lâkin buna şöyle
itiraz edilebilir. Verilen zekât mutlak suret de amir tarafından geçerlidir.
Çünkü verme izni bâkîdir. Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Zekât sâhibi
nâmına onun emriyle tasadduk ederse câizdir. Ebu Yusuf'a göre verdiğini ondan
alabilir. İmam Muhammed'e göre alamaz. Ancak almak şartı ile verirse alması
câiz olur.» Sonra Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: «Yahut karıştırmaya
delaleten izin vardır. Nitekim buğday sahipleri arasında zahire paralarının
karıştırılmasına izin vermek âdet olmuştur. Mütevelli de öyledir. Mütevellinin
elinde muhtelif vakıflar bulunur da gelirlerini birbirine katarsa öder. Keza
simsar eşya paralarını ve kabzımal malları karıştırırsa öder.» Tecnîs'de:
«Simsarlarla, kabzımalların eşya paralarıyla malları karıştırmaları hususunda
örf yoktur.» denilmiştir. Bu kabilden olmak üzere bilen bir kimse fakirler için
bir şey ister de karıştırırsa öder.
Ben derim ki:
Bunun muktezası şudur: örf varsa ödeme yoktur; çünkü bu takdirde delâleten izin
vardır. Zahire bakılırsa mal sahibinin bu örfü bilmesi mutlaka lâzımdır. Tâki
delâleten izin vermiş sayılsın.
«Meğer ki
kendisini fakirler tevkil etmiş olsun.» Çünkü bu takdirde onun aldığı her şey
fakirlerin mülkü olur. Ve onların mallarını karıştırmış sayılır. Zekât kim
vermişse onun namına geçerli olur; lâkin vekilin elinde toplanan malın nisab
miktarını bulmaması şarttır. Nisâb miktarını bulur da zekâtı veren kimse bunu
bilirse zekât yerine geçmez. Meğer ki alan kimse fakir tarafından vekil ola!
Zahiriye den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
Ban derim ki: Bu
hüküm fakir bir olduğuna göredir. Çok olurlarsa mutlaka her birinin hissesi
nisâb haddine ulaşmak gerekir. Zira vekilin elindeki mal onların aralarında
müşterektir. Fakirler üç kişi olur da, vekilin elindeki mal iki nisâb miktarı
tutarsa o fakirler zengin olmuş sayılmazlar. Mal üç nisab miktarı oluncaya
kadar zekât mal sahibi tarafından geçerlidir. Vekil müvekkillere öder fakat
zekâtı alan kimse fakirlerin vekili her birinin nisâbı ayrı ayrı hesap edilir,
onların izni olmadıkça vekil hisselerini birbirine karıştıramaz; Karıştırırsa
zekât verenler namına geçerlidir. Vekilmüvekkillere öder fakat zekâtı alan
kimse fakirlerin vekili değilse topladığı zekât miktarı birçok nisâblar teşkil
edecek kadar çok da olsa zekât yerine geçer; çünkü fakirler onun elindeki
maldan henüz hiç bir şeye malik olmamışlardır.
METİN
Vekil zekât malını
fakir çocuklarına ve karısına verebilir. Kendisi alamaz, meğerki mal sahibi
istediğine ver demiş olsun. Vekil kendi paralarını tasadduk ederse geri almayı
niyet etmek ve müvekkilin paraları harcanmamış olmak şartıyla zekât yerine
geçer.
Niyet (Edâ ile
beraber olduğu gibi) verilmesi icabeden malın hepsini veya bir kısmını
çıkarırken de yapılabilir. Malı çıkarmakla o kimse mesuliyetten kurtulmuş
olmaz. Ondan kurtuluş fukaraya vermekle yahut hepsini tasadduk etmekle olur.
Ancak nezir veya başka bir vacibi niyet ederse sahih olur, bu takdirde zekâtı
öder. Malın bir kısmını tasadduk ederse Ebu Yusuf'a göre onun hissesinden zekât
sakıt olmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir. Musannıf tasadduk sözünü mutlak
bırakmıştır. Binaenaleyh ayna ve borca şamildir. Hatta fakiri nisaptan ibrâ
etse sahih olur, zekâtı da sakıt olur,
İZAH
Vekilin fakir olan
çocuğu küçük ise kendinin de fakir olması lâzım gelir. Çünkü, küçük çocuk
babasının malıyla zengin sayılır. Bunu Tahtavı Ebu Suud dan nakletmiştir. Bu
hüküm muayyen bir şahsa vermesini emretmediğine göredir. Zira emre muhalefet
ederse bu hususta iki kavil vardır. Bunları Kınye sahibi nakletmiştir. Bahır'da
beyan edildiğine göre kaideler "ödemez" diyen kavle şahittir, Çünkü
ulema, «Bir kimse filana, sadaka vermeyi nezretse başkasına verebilir.»
demişlerdir.
Ben derim ki : bu
iddia söz götürür, çünkü zaman, mekan, dirhem ve fakirin tayin edilmesi nezirde
mu'teber değildir. Zira nezr kelimesinin ihtiva ettiği mana kurbet (ibadet) dir
ki tasaddukun aslı budur. Ta'yin değildir. Şu halde ta'yin batıl olur, kurbet
lâzım gelir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Burada vekil ancak müvekkil
tarafından tasarruftan istifade eder. Müvekkil kendisine zekâtı filana
vermesini emretmiştir, binaenaleyh başkasına vermeye hakkı yoktur. Nitekim bu
paranın şu kadarı Zeyde verilecek diye vasiyet etse o parayı vasî başkasına
veremez.
Vekil olan kimse
müvekkilin paralarını saklar da sonra müvekkilinden almak üzere zekâtı kendi
parasından verirse sahih olur. Fakat evvela müvekkilin parasını kendine harcar
da sonra kendi malından öderse sahih olmaz. Bu takdirde o kimse teberru' yapmış
olur. İnfak veya borç ödemek satın almak gibi şeylerde vekil olanın hükmü de bu
tafsilata göredir; nitekim inşaallah vekalet bahsinde gelecektir. Burada, tayin
edilen zekat malını vermenin şart olmadığına işaret vardır. Onun için kendisi
namına başkasının vermesini emretse caiz olur. Nitekim yukarıda arz etmiştik.
Lâkin haram olan başka bir maldan verirse mesele ihtilaflıdır. Bahır sahibi
şöyle demiştir: «Kınye'nin zâhirine bakılırsa câiz olmasını tercih etmiştir.
Delili fukuhanın şu sözüdür: Şarabı olan bir müslüman bir zımmiyi vekîl eder
de, o şarabı bir zımmiye sattırırsa, parasını müslüman zekatmalına sarf
edebilir.»
Fer'i mesele :
Zekât vermek için vekîl olan kimse müvekkilinin izni olmaksızın başkasını
tevkîl edebilir. Bunu Hâniyye den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Vekâlet
bahsinde kitabımızın metninde de gelecektir.
«Malı çıkarmakla o
kimse mes'uliyetten kurtulmuş olmaz.» Bu mal zayi olursa ondan zekât sakıt
olmaz. Sahibi ölürse malı miras olarak alınır. Fakat mal zekât memurunun elinde
zayi olursa böyle değildir. (onun zekâtı sakıt olur) çünkü memurun eli
fakirlerin eli gibidir. Bunu Muhit'ten naklen Bahir sahibi söylemiştir. Bir
kimse bütün malını tasadduk ederse gerek nafileye niyet etsin, gerekse hiç
niyet etmesin, zekât sâkıt olur. Çünkü farz olan o malın bir cüzünü vermekti.
Niyet ancak benzerlerinden ayırmak için şarttı. Bütün malı verince ortada
benzerlik diye bir şey kalmaz. Bahır.
Malın bir kısmını
tasadduk ederse Ebu Yusuf'a göre hem o hasmın hissesinden, hem de malın geri
kalanından zekat vermek lâzım gelir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Şârih,
Mülteka'nın metnine uyarak bu sözle Ebu Yusuf'un kavline itimat edileceğine
işarette bulunmuştur, Onun içindir ki Kadıhân da onun kavlini öne almıştır.
Hidâye sahibi ise bu kavli deliliyle birlikte sona bırakmıştır. Çünkü
Kadıhan'ın aksine olarak Hidâye sahibinin adeti, benimsediği kavli sonra
zikretmektir.
«Hatta fakîri
nisabtan ibrâ etse» sözü borca şâmil olduğuna teferru' eder. Fakir diye
kayıtlaması zengin olup da bir sene sonra bağışlarsa bu hususta iki rivayet
olduğu içindir. Bunların esah olanına göre ödemesi icap eder. Yani
bağışladığının zekâtını öder. Çünkü vacib olduktan sonra istihlâk etmiştir.
Fakiri ibrâ etmesi sahihtir; niyet etsin etmesin zekatı sakıt olur. Ancak bir
kısmından ibrâ ederse yalnız o kısmın zekâtı sakıt olur. Kalan kısmın zekâtı
sakıt olmaz. Velev ki onunla kalan kısmı da niyet etmiş olsun. Bahır.
METİN
Bilmiş ol ki,
borcu borçla, aynı ayınla ve borcu ayınla ödemek caizdir. Fakat aynı borçla ve
alacak borcu ile ödemek caiz değildir. Caiz olmanın yolu zekatını borçlusu olan
fakire verip sonra borcu için almaktır. Şayet borçlu vermekten çekinirse elini
uzatarak onu borçludan alır. Çünkü hakkı cinsinden mala rastlamıştır. Buna mani
olmak isterse onu mahkemeye de verir. Bu parayla cenaze kefenlemenin yolu, onu
bir fakire tasadduk edip cenazeyi fakirin kefenlemesidir, sevap ikisinin olur.
Mescit tamirinde de böyle yapılır, tamamı el-Eşbahın hîleler bahsindedir.
Zekâtın farz olması ömür boyunca yani gecikmelidir. Bakanî ve diğer ulema bunu
sahih bulmuşlardır. Bazıları Fevri yani hemen farz olduğunu söylemişlerdir,
fetva buna göredir. Nitekim Vehbaniye şerhinde beyan olunmuştur.
İZAH
Borçtan murad,
zimmete sabit olan zekât borcudur. Ayından murad ise mülkünde mevcud olan para
ve eşyadır. Taksim dörtlüdür. Çünkü zekât ya borç ya ayn olur. Zekâtı verilen
mal da öyledir. Lâkin borç ya zekâtla sakıt olur, yahut zekât farz olduktan
sonra alınmak üzere kalır, Bu suretletaksim beş olur. Bunların üç kısmında edâ câizdir.
Birincisi zekâtla
sakıt olan borcu borçla ödemek câizdir. Nitekim Şârih buna fakiri nisâbın
hepsinden ibrâ etmekle misal gösterdi.
İkincisi aynı
ayınla ödemek caizdir. Mevcut parayla mevcut parayı veya eşyayı ödemek bu
kavildendir.
Üçüncüsü borcu
ayınla ödemek caizdir. Mevcut parayla borç olan nisâbı ödemek böyledir.
İki surette de
câiz değildir.
Birincisi aynı
borçla ödemektir. Borçlunun zimmetinde olan alacağını şimdiki zekât malına
tutmak gibi. Ama bir fakire emreder de onun başkasındaki borcunu alır, bunu
elindeki muayyen zekât yerine tutarsa câiz olur. Çünkü fakir teslim alınca o
borç ayn olur ve aynı ayn ile ödemiş sayılır.
İkincisi alacağı
borcu, borçla ödemektir. Nitekim Bahir'den naklen yukarda geçti ki fakiri
nisâbın bir kısmından ibra edip onunla kalan kısmını edayı niyet etmektir.
Bahir sahibi bunu ta'lil ederek: "Kalanı teslim almakla ayın olur ve o
kimse aynı borçla ödemiş sayılır" demiştir. şârhi bundan dolayı borcu
sukutla ve sonraki alacağı ile kayıtlamadan mutlak zikretmiştir.
«Câiz olmanın
yolu» yani bir fakirde alacağı olurda o alacağını elindeki ayına zekât olmak
üzere hesaplamak isterse, yahut başkasında olan alacağına tutmak isterse
zekâtını borçlusu olan fakire verir. Sonra borcuna karşılık ondan alır. Eşbah
sahibi bunun başka fakirden daha münasip olduğunu söylemiştir, çünkü aynı
zamanda borçlunun zimmetten kurtulmasına da sebep olur.
"Çünkü hakkı
cinsinden mala rastlamıştır" Allâme Bîri'nin Eşbâh şerhinin sonunda
naklettiğine göre, mala rastlama meselesinde, altın ve gümüş paralar bir cins
sayılır. «Buna mâni olmak isterse onu mahkemeye verir.» Burada parayı almanın
çaresi borçlunun alacaklısının hizmetçisine zekâtı almasını tevkil etmesidir.
Parayı alınca borcunu ödemesini emreder. Vekil olan şahıs zekât parasını alınca
o para müvekkilinin mülkü olur. Bu parayı vekile ancak borçlu yokken verir.
Çünkü parayı aldığında vermeden önce onu vekâletten azletmesi ihtimali vardır.
Yine Eşbâh'da bildirildiğine göre borç veren kimsenin borç ortağı olup da
alınan parada da kendisine ortak olmasından korkarsa, bunun çaresi, alacaklının
borcu tasadduk etmesi verecek linin de aldığını ona hibe etmesidir. Bu suretle
ortaklık kalkar.
«Sevâb ikisinin
olur.» Yani zekâtın sevâbı zekât sahibine; kefenlemenin sevâbı da fakire
verilir. Kefenleme sevabı zekât sahibine de verilir, denilebilir. Çünkü bir
hayıra delalet eden o hayırı yapmış gibi olur. Velev ki, kemmiyet keyfiyet
itibarıyla sevaplar birbirinin aynı olmasın. T.
Ben derim ki:
Süyûtî'nin Cami-i Sağir adlı eserinde kaydettiğine göre sadaka yüz kişinin
elinden geçse her birine hiçbir eksiği olmaksızın ilk başlayanın sevabı kadar
sevap verilir.
Zekatın farz
olması ömri yani gecikmelidir. Bedayi' sahibinin beyanına göre, ekseri ulemanın
kavilleri budur. Binaenaleyh ne zaman verilse eda sayılır. Fakat ömrünün sonuna
kadar vermezse vücub vakti sıkışır ve daralır. Hatta vermeden ölürse günahkâr
olur. Cessas bu hükme şöyle istidlal etmiştir: Bir kimsenin üzerine zekât farz
olduktan bir sene sonra vermek imkânı varkennisabı helâk olursa bu zekâtı
ödemez. Eğer hemen ödemek farz olsaydı ödemesi gerekirdi. Nasıl ki ramazanın
bir gününü geciktiren kimseye onu kaza etmek lâzım gelir.
Bazıları zekâtın
fevri yani hemen farz olduğunu (üzerinden sene geçince verilmezse kazaya
kalacağını) söylemişlerdir. Bu cümle bazı nüshalarda yoktur; hem de bunda
rekalet (zayıflık) vardır. Çünkü netice itibarıyla (zekâtın farz olması derhal
vaciptir) demeye varır. Halbuki zekât kat'i delillerle sâbit muhkem bir
Tarzdır. Ama şöyle denilebilir: Burada muzaf mukadderdir. Cümle "edâsının
farz olması" takdirindedir. Yani sıfatı mefsufuna İzâfe kabilindendir. Ve
mâna şöyle olur: Fark olan zekâtın edası hemen vaciptir. Yani asıl eda farzdır,
hemen verilmesiyse vaciptir. Fethü'l-Kadîr sahibinin tahkik ettiği mesele budur
ki usul-î fıkıhta muhtâr olan kavle göre mutlak emir fevrî veya terâhîyi
(gecikmeli veya gecikmesiz olmayı) iktiza etmeyip mücerret o şeyin yapılmasını
gerektirir. Şu halde mükellef o işi ister gecikmeli ister gecikmesiz yapabilir.
Lâkin burada emrin yanında gecikmesiz yapılmasına karîne vardır.
METİN
Binâenaleyh
özürsüz geciktiren günahkâr olur. Şahidliği kabul edilmez. Çünkü fakire
verilmesi emriyle beraber gecikmesiz verilmesine karîne vardır. Bu karîne onun
hâcetini görmek için verilmesidir; ve aceleyi gerektirir. Zekât gecikmesiz
vacip olmazsa vâcip olmasından beklenen maksat tam olarak husule gelmez.
Meselenin tamamı Fetih'tedir.
Bir kimse ticaret
için bir mal, meselâ köle satın alır da ondan sonra hizmetinde kullanmayı niyet
ederse ticaret mal» olmaktan çıkar. Hizmet niyetiyle aldığı ise, zekât malı
cinsinden bir şeyle satmadıkça, ticaret için niyet etse bile ticaret malı
olmaz. İkisinin arasında fark şudur: Ticaret bir ameldir, sırf niyetle tamam
olmaz. Birinci mesele bunun hilafınadır. çünkü ameli terk etmekten ibarettir.
Ve niyetle tamam olur. Ticaret için aldığı ticaret için olur;çünkü niyet
ticaret akdiyle beraberdir.
İZAH
Zâhire bakılırsa
geciktirme bir veya iki gün gibi az bile olsa sahibi günahkâr olur. Çünkü ulema
fevrîyi (gecikmezi): «mümkün olduğu vaktin evvelinde yapmak dır» diye tefsîr
etmişlerdir. Şöyle de denilebilir; maksat gelecek seneye bırakmamak dır. Çünkü
Müntekâ'dan naklen Bedayı'da nakledildiğine göre bir kimse sene geçinceye kadar
zekâtını vermezse, isâet ve günah işlemiş olur.
«Meselenin tamâmı
Fetih'tedir.» Ve şöyle devam edilmiştir. Binaenaleyh zekât farz, gecikmeden
verilmesi vacib olur. Ve zaruret yokken geciktirilirse günaha girmiş olması
lâzım gelir. Nitekim bunu Kerhî ve Hâkimi Şehîd El-Münteka adlı eserinde
açıklamıştır. Bu söz İmam Ebu Ca'fer'in Ebu Hanîfe'den rivayet ettiği
«Mekruhtur» ifadesinin aynıdır. Çünkü mutlak olarak kerahet denince kerahet-i
tahrimiyye kasdedilir. Gecikmesiz vermenin vâcib olduğu üç imamımızdan naklen
sâbit olmuştur. Gerçi İbn-i Şüca' aynı imamlardan gecikmeli vacib olduğunu
nakletmişse de bu nakil farzdeliline bakarak tır. Yani faiz delili gecikmesiz
verilmesini icabetmez. Ama bu, icâb delilinin bulunmasına da aykırı değildir.
Ulemanın: «Bir kimse zekâtını verip vermediğinde şüphe ederse, zekât vermesi
vacib olur.» sözleri buna göredir. Çünkü zekâtın vakti bütün ömürdür. Şu halde
buradaki şüphe, namazı vakit içinde kılıp kılmadığında şüphe etmek gibidir. Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır.
T E T İ M M E:
Yine Fetih'de beyan edildiğine göre bir kimse zekâtını vermeyip geciktirir de
hastalanırsa, vereseden gizli olarak zekâtını verir. Elinde parası olmaz da
zekâtı vermek için ödünç almak isterse, borcu ödeyeceğine kalbi kanaat
getirdiği takdirde efdal olan borç almak dır. Aksi takdirde borç olmaz. Çünkü
borç sahibinin husumeti daha şiddetlidir.
«Zekât malı
cinsinden bir şeyle satmadıkça ticaret için niyet etse bile ticaret malı
olmaz.» O köleyi mehir olarak karısına yahut kısastan sulh yaparak kısas
sahibine verse; yahut köleyi hul' yapsın diye kadın kocasına verse zekât lâzım
gelmez. Çünkü bunlar zekât malı cinsinden değildir. T.
«İkisinin arasında
fark şudur.» Yani ticaret yapmakla yapmamak arasında fark ticaretin ancak
amelle tahakkuk etmesi hizmeti niyet ettiği takdirde ise, bunun mücerret
niyetle hasıl olmasıdır. T.
"Ve niyetle
tamam olur." Çünkü terk etmekten ibaret olan her şeyde niyet kâfidir. T.
Bunun misali mukîm, oruçlu, kâfir, alafla beslenen ve kırda otlayan hayvandır.
Mücerred niyetle mukîm misafir oluvermediği gibi oruçlu iftar etmiş, kafir
müslüman olmuş da sayılamaz. Keza sırf niyetle hayvan ne alafla beslenen olur
ne de kırda otlayan sayılır.
Zeyleî'nin
bildirdiğine göre, bunların zıtları mücerret niyetle sâbit olur. Lâkin Nihaye
ile Fetih'de açıklandığına göre alafla beslenen hayvan mücerred niyetle kırda
otlayan hükmüne geçivermez. Aksi bunun hilafınadır. Bahir sahibi bu iki kavlin
arasını bulmuş birinci kavli kırda otlayan hayvanı merada olduğu halde alafla
beslenen hayvan yapmayı niyet ettiğine hamletmiştir. Çünkü amel mutlaka lâzımdır.
Burada amel hayvanı meradan çıkarmaktır. İkinci kavli de, hayvanı meradan
çıkardıktan sonra niyet ettiğine yormuştur.
«Ticaret için
aldığı ticaret için olur.» Çünkü ticarette şart niyetin akidle bulunmasıdır. Bu
akid mani bulunmamak şartıyla satın alma veya icare yahut istikraz akdiyle mala
mal kazandırmaktır. Nitekim şerhde ihtiraz ettiği şeylerle beraber gelecektir.
Sonra ticaret niyeti bazen açık bazen de kapalı (delâleten) olur. Açık olanı
söylediğimizdir. İkincisi ise şerhde musannıfın «Yahut eşyada ticaret
niyetidir» dediği yerde geçmişti.
METİN
Miras yoluyla alıp
da ticarete niyet ettiği mal ticaret için olmaz. Çünkü akid yoktur. Meğerki bu
malda tasarruf etmiş olsun. Yani niyet ederek tasarruf ederse niyet amelle
birlikte olduğu için zekât vâcip olur. Miras malından yalnız altın, gümüş ve
kırda otlayan hayvanlar müstesnadır. Zira Hâniyye'de: «Bir kimse miras olarak
otlamakla beslenen hayvan alırsa, otlatmayı niyet etsin etmesin. sene geçtikten
sonra zekâtını vermesi lâzım gelir.» denilmiştir. Bağış, vasiyet, nikâh, hul
veya kısastan sulh gibi kendi fiiliyle mâlik olup da onunla ticarete niyet
ederse, İmam Ebu Yusuf'a göre o mal ticaret için olur. Musannıf sulhu kısastan
diye kayıtlamıştır. Çünkü ticaret için olanköleyi hata olarak bir köle öldürür
de, ona bedel olarak verilirse, verilen köle ticaret için olur. Hâniyye,
Karşılığında ticaret malı alınan her şey bu hükümdedir. Ve yukarıda geçtiği
vecihle niyetsiz ticaret için olur. Fakat esah kavle göre bağış vesaire ile
mâlik oldukları ticaret malı sayılamaz. Bunu Bedâyi'den naklen Bahir sahibi
söylemiştir. Eşbâh'ın başında: «Şayet niyet mala bedel mal olmayan bir şeyle
beraber olursa, sahih kavle göre caiz değildir.» denilmiştir. İnci ve
cevherlerde -kıymetleri 1000 dirhem olsa dahi- bilittifak zekât yoktur. Meğer
ki ticaret içîn ola. Kaide şudur: Altınla gümüşten ve kırda otlayan
hayvanlardan başka mallarda, tekrara müeddî mâni bulunmamak; bir de niyetin
ticaret akdiyle beraber yapılması şartıyla, zekât ancak ticaret malından
verilir. Ticaret akdinden murad, satın alma veya icâre yahut istikraz akdiyle
mala mal kazandırmaktır. Eğer ticarete akitten sonra niyet eder yahut kazanç
için bir şey satın alır da, kârlı bulursam satarım, diye niyet ederse, zekât
vermesi lâzım gelmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle kendi arazisinden çıkan
mahsulde ticareti niyet ederse ve keza ticareti niyet ederek bir haraç veya
öşür yeri satın alır da o yeri ekerse yahut ticaret için tohum alır da onu
ekerse ticaret için olmaz. Zira mâni vardır.
İZAH
Nehir'de şöyle
denilmiştir: «Bir kimse tarlasından gelen ekini ticaret niyetiyle tutarsa, bir
sene sonra sattığında zekât vermesi icabetmez. Bu mesele de miras meselesine
katılır.»
«Yani niyet ederek
tasarrufta bulunursa.» Nehir sahibi diyor ki: «Yani satarken meselâ sattığı şeyin
bedelinin ticaret için olmasını niyet ederse zekât vâcip olur. Evvelki niyeti
kâfi değildir. Nitekim Bahır'ın ifadesinden de bu anlaşılır.» Bedelin üzerinden
sene geçerse zekât vâcip olur.»
«Kendi fiiliyle
mâlik olup da onunla ticarete niyet ederse, Ebû Yusuf'a göre o mal ticaret için
olur.» Yani o kimsenin kabulüne bağlı olup, malı malla değişmekten ibaret
olmayan şeylerde, akdi yaparken ticaret için olmasına niyet ederse, esah kavle
göre ticaret için olmaz. Çünkü hîbe, sadaka ve vasiyet esasen değişme değildir.
Mehir, hûl bedeli ve kasten ölüm anlaşması ise, malı mal olmayan şeyle
değişmedir. Nitekim Bedâyi'de izah edilmiştir. Fethu'l-Kadir'de şöyle
denilmektedir. «Hâsılı satın aldığı şeyde ticaret niyeti bilittifak sahihtir.
Miras olarak aldığı malda bilittifak sahih değildir. Zikredilen şeylerde akit
kabuluyla mâlik olduğu şeylerde hilâf vardır.»
«Kısastan sulh
ile» Yani sulh akdi yaparken alacağı bedelle ticarete niyet ederse, esah kavle
göre o bedel ticaret için olmaz. Hâniyye'de şöyle deniliyor «Köle ticaret için
ayrılır da başka bir köle onu öldürür ve katile kısas yapılmayıp uzlaşırlarsa,
kâtil olan köle ticaret malı olamaz. Çünkü o, maktulün bedeli değil kısasın
bedelidir.»
«Verilen köle
ticaret için olur.» Yani niyet etmeksizin ticaret malı sayılır. H. Çünkü bu
köle, öldürülenin bedelidir. Öldürülen köle ticaret içindi. Bedeli de öyle olur
ve bu muamele malı malla değişmektir.
"Fakat esah
kavle göre bağış ve saireyle mâlik olduğu ticaret malı sayıIamaz." Çünkü
ticaret mal olan bedelle mal kazanmaktır. Bağış kabulü ise bedelsiz mal
kazanmaktır. Binaenaleyh niyet ticaret ameliyle beraber bulunmamıştır. B.
Cevherlerden murad, Ia'l', yâkût, zümrüt ve benzerleridir. BunuKâfî'den naklen
Dürer sahibi söylemiştir.
«Kıymetleri 1000
dirhem olsa da» ibaresi yerine, kitabımızın bir nüshasında «binlerce dirhem»
denilmiştir.
"Zekât ancak
ticaret malından verilir." Yani zekâtın tekrarına yol açmasın dîye,
öşür" veya haraç arazisi gibi şeylerde ticarete niyet etse de zekât
yoktur. Çünkü öşür veya haraç da zekâttırlar.
İcâre akdine
misal: Evini eşya ile kiraya verip, aldığı eşya ile ticareti niyet etmektir.
Şayet ev ticaret içinse, onun bedeli de niyetsiz ticaret için olur; zira
delâleten ticaret vardır. Ama bu meselede, yukarıda bildirdiğimiz hilâf vardır.
"İstikraz"a
gelince: Karz (yani ödünç almak) sonunda malı malla değişmeye İnkılab eder. Bu
kavil ulemadan bazılarınındır. El-cami'de buna işarette şöyle denilmiştir: «Bir
kimsenin iki yüz dirhem gümüşü bulunur da başka malı bulunmazsa ve bu adam sene
geçmeden önce birinden ticaret niyeti olmaksızın beş ölçek buğday ödünç alsa,
bunlardan yalnız bir ölçeğini istihlâk ederek sene dolduğu takdirde, o kimseye
zekât yoktur. Borç zekât malına sarfedilir; zekât malı olmayan cinse verilmez.»
«Ticaret niyeti
olmaksızın» demesi gösteriyor ki ticaret için almış olsa, buğdaylar ticaret
için olurdu. Bazıları, niyet etse de olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü ödünç
almak iâredir.. İâre ticaret değil teberru'dur. Bedâyi. Bahır, Nehir ve Minah
sahipleri birinci kavli benimsemişlerdir. şarih de onlara tabi olmuşsa da
Zahîre'de Şeyhülislâm'ın El-Câmi Şerhi'nden naklen: «Esah olan ikinci kavildir»
denilmiştir. Ona göre İmam Muhammed'in El-Câmi'deki «ticaret için olmazsa»
sözünün mânâsı, ödünç verenin elinde ticaret için değilse, demektir. Bunun
faydası şudur: Buğdaylar sahibine iade edilince, ticaret için olmazlar. Onun
elindeyken ticaret niyetiyle bulunurlarsa, iade edildikleri vakit de ticaret
için olurlar. Zâhire bakılırsa bu ikinci hüküm, İmam Ebu Yusuf'un «ödünç alan
kimse
aldığı şeye ancak
tasarrufla malik olur.» sözüne mebnidir. imam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre,
teslim almakla mâlik olur. Hattâ elinde mevcut olur da onu ödünç verene
satarsa, Ebu Yusuf'a göre câiz olur. Tarafeyn'e göre caiz değildir. Ecnebî
birine satarsa bilittifak câizdir. Nitekim izahı inşallah kendi bâbında
gelecektir.
«Ticaret için
tohum alır da onu ekerse ticaret için olmaz.» Bu sözün mefhumu «Ekmezse zekât
vâcip olmasıdır.» Zira öşürü vâcip değildir, mâni bulunmamıştır, fakat arazi
haraç yeriyse mâni mevcuttur. O da iki defa vergidir. «Zira mâni vardır,» Mâni
iki defa vergidir. Ta'lîl'in ifade ettiği mânâ şudur: O kimse tohumu kendi
mülkü olan yere ekerse zekât lâzım gelir. Fakat Bahır'ın sözü buna muhaliftir.
Bahır'ın zekât bâbında: «Ticaret için tohum satın alır da ekerse, ona zekât
lâzım gelmez; onun yalnız öşür vermesi gerekir. Çünkü yerdeki tohumun ticaret
için olmasını iptal etmiştir; binaenaleyh bu, ticaret kölesinde hizmeti niyet
etmek gibi olur. Hattâ evleviyette kalır. Tohumu ekmezse zekât vâcip olur.»
denilmiştir. Bu ibarenin ifade ettiği mânâ, ekme ile, tohumdan mutlak surette
zekâtın sâkıt olmasıdır. Bunu Tahtâvi söylemiştir.
TENBİH : Şârih'in
söylediği «Ticaret için satın alınan yerde zekât yoktur; onda yalnız öşür veya
haraç vardır» sözü hakkında Bedâyi sahibi; «Ulemamızdan meşhur rivayet budur»
demiştir. İmam Muhammed' den bir rivayete göre zekât da lâzımdır. Çünkü ticaret
zekâtı yer için lâzımdır. Öşür ise çıkan mahsul için yer için verilir. Bunların
ikisi de ayrı ayrı şeylerdir. Binaenaleyh bir malda iki hak bir araya gelmiş
olmaz. Zahir rivayetin vechi şudur: Vücûbun sebebi hepsinde birdir. Zira
hepsinde yere izafe edilir ve yerin öşürü, yerin haracı, yerin zekâtı denilir.
Bunların hepsi Allah'ın hakkıdır. Allah Teâlâ'nın üreyen mallara ilişkin
haklarında bir mal sebebiyle iki hak vâcip olmaz. Meselâ ticaretle beraber
kırda otlayan hayvanlarda zekât yoktur.
METİN
Sâime lügatta
"otlayan hayvan" mânâsınadır. Şeriatda ise, sağmak ve döl yetiştirmek
için senenim ekserisinde mübah otu otlamakla yetinen hayvandır. Mübah kaydını
Şumunnî söylemiş «sağmak ve döl yetiştirmek için» kaydını da Zeylei
zikretmiştir. Muhit sahibi yalnız erkek hayvanlara şâmil olsun diye «artmak ve
semizlemek için» kaydını da ziyade etmiştir. Lâkin Bedâyi'de, «Hayvanı et için
otlatırsa onda zekât yoktur. Nitekim yük taşımak ve binmek için otlattığı
hayvanda dahi zekat yoktur. Ticaret için olursa o hayvanda ticaret zekâtı
vardır» denilmiştir. İhtimal metin yazanların bunu bırakması her iki hükmü
açıkladıklarındandır
İZAH
Musannıf «Mübah
otu otlatmakla yetinen hayvandır.» diyerek, sözü mutlak bırakmıştır.
Binaenaleyh hem ehli hayvana hem vahşiye şâmildir. Yalnız vahşi hayvanın anası
ehli olmalıdır. Meselâ; anası koyun, babası geyik; anası ehli babası vahşi
sığır ise, bu hayvanlarda zekât vâciptir. Bize göre bunlarla nisap da
tamamlanır. Şâfiî buna muhaliftir. Bedâyi. Mübah kaydını Şumunnî söylemiştir.
Bahır ve Nehir'de; «Bu kayıt mutlaka lâzımdır, çünkü ot kelimesi mübah olmayan ota
da şâmildir. Onu otlamakla hayvan sâime olmaz.» denilmiştir. Lakin Makdisî; «Bu
söz götürür» demiştir.
Ben derim ki:
İhtimal Makdisî'nin itirazının vechi, İmam Ahmed'in rivayet ettiği «Müslümanlar
üç şeyde ortaktır; bu üç şey su, ot ve ateştir.» hadisidir. Yani ot başkasının
mülkü bile olsa onu otlatmak mübahtır. Nitekim sulama babında inşallah
gelecektir. .
«Muhit sahibi
artmak ve semizlemek için» kaydını da ziyade etmiştir. Bu kayıt yalnız erkek
hayvanlara şâmil olsun diyedir. Çünkü sağmak ve döl yetiştirmek onlarda
tasavvur edilemez. T. Bedâyi sahibi, Muhit'in semizliği itibara almasına itiraz
etmiştir. Kendisine şöyle cevap verilir: «Muhit sahibinin muradı et için değil,
kışın soğuktan ölmemek gibi başka bir sebeple hayvanı semizletmektir. Binaenaleyh
Bedâyi ile Muhit'in sözleri arasında çelişki yoktur. H. Yahut ikisinin sözleri,
rivayetlerin veya ulemanın muhtelif olmasına hamledilir. T. Rahmetî kesinlikle
buna kaildir.
Ben derim ki:
Bedâyi'nin ibaresi şöyledir: «Kırda otlayan hayvanın nisabı için bir takım
sıfatlar vardır. Bunlardan biri, otlatmanın sağmak ve döl olmak için olmasıdır.
Zira evvelce beyan ettik ki zekat malı, üreyen maldır. Hayvanda üreme
otlatmakla hasıl olur; zira nesil bundan hâsıl olur ve mal ürer. Hayvan, yük
taşımak, binmek veya et için kırda otlatılırsa onun zekâtı yoktur.» Görülüyor
ki Bedâyi sahibi, otlayan hayvanda zekât vâcip olmasını, üremeye bağlamıştır.
Şu halde bu söz, semizletmek için otlatılan hayvana da şâmildir. Çünkü semizlik
onda bir ziyadeliktir. Sonra bunun üzerine yük taşımak, binmek veya et almak
için kırda otlatmak meselesini tefri edince anlaşılıyor ki et kelimesinden
semizliği kastetmemiştir. Aksi halde sözü çelişkili olurdu; zira et
fazlalıktır. Bu meseleyi hiçbir kimse başka bir rivayet üzerine bina edilmiş
zannedemez. Çünkü kendisi bir sözü anlatmak sadedindedir. Binaenaleyh etten
yemeyi kastettiği taayyün eder. Yani hayvanı, etini yemek ve misafirlerine
yedirmek için otlatarak beslerse zekât yoktur ve yük taşımak, binmek için
otlatmış gibi olur. Çünkü otlatmaktan ziyadeyi ve artmayı kastetmek zaruridir.
Benim anladığımbudur.
Sonra' Mi'rac'da
söyle denildiğini gördüm: «Bir kimse ticaret için aldığı koyunları et için
tahsise niyet eder de her gün bir koyun keserse yahut otlak hayvanını yük için
tahsise niyet ederse, İmam Muhammed'e göre bu hayvanlar (niyetine göre) et ve
yük hayvanı olurlar.» Allah'u âlem. Yük taşımak ve binmek için kırda otlatılan
hayvanlara zekât düşmemesi, giyilen elbise ve hizmette kullanılan köle gibi
olduklarındandır.
Musannıfın, Zeyleî
ile Muhit sahibine uyarak sâimenin tarifine yaptığı ziyadeyi metin sahipleri
terk etmişlerdir. Çünkü onlar her iki hükmü (yani hem hayvana da şamil olan
eşya ile ticarete niyet etmenin, hem de yük taşımak ve binmek için otlatmanın
hükümlerini) açıklamışlardır. Ticaret meselesinde zekât farzdır, Yük ve binek
için otlatma meselesinde zekât yoktur. Şu halde onların; «Sâime, senenin
ekserisinde otlamakla yetinen hayvandır.» diye yaptıkları tarife "bu tarih
umumidir" diye itiraz edilemez. Bunu Bahır sahibi söylemiştir ki hâsılı
şudur: Zeyleî ile Muhit'in zikrettiği iki kayıt, zikrettiğimiz açıklama
karinesiyle, tarifte dikkate alınmışlardır. Binaenaleyh tarif; ehassı eamla
(özeli genel ile) tarif kabilinden değildir. şu da var ki bir şeyi eam ile
tarif, ancak son mantık ulemasına göre caiz değildir. Yoksa eski mantıkçılarla
lügat ulemasına göre caizdir. Nehir sahibinin itirazı bu suretle defedilmiş
olur. O şöyle demiştir: "Bu tarif tam değildir. Çünkü eamla tarif caiz
olamaz. Tarifi bu şekilde yaptıktan sonra iki hükmü zikretmek de fayda
vermez," Düşün!
METİN
Hayvanları senenin
yarısında alafla beslerse, bu hayvanlar sâime olamaz. Onlara zekât da yoktur.
Çünkü mucibinde şüphe vardır. Hayvanları otlak hayvanı yapmakla, ticaret
zekâtının senesi bâtıl olur. Çünkü otlak hayvanlarının zekâtıyla ticaret
hayvanlarının zekâtı miktar ve sebep itibarıyla başka başkadır. Binaenaleyh
birinin senesi diğerinin senesi üzerine bina edilemez. Hayvanları ticaret için
satın alır da sonra sâime yaparsa, senenin başı, sâime yaptığı vakitten itibar
edilir. Nitekim sâime olan hayvanları senenin ortasında veya seneden bir gün
önce cinsi cinsine veya cinsinden başkası ile yahut para ile satar da elinde
parası bulunmazsa; yahut eşya ile satar da o eşya ile ticarete niyet ederse,
yeniden başka bir sene hesap eder. Cevhere. Yine Cevhere'de bildirildiğine
göre, vakfın otlak hayvanlarında ve AIIah yolunda sebil yapılmış atlarda zekât
yoktur. Çünkü bunların sahibi yoktur. Keza kör ve ayakları kesik hayvanlarda da
zekât yoktur, çünkü bunlar sâime değildir.
İZAH
«Çünkü mucibinde
şüphe vardır» sözünden murad, sâime olmasında şüphe vardır, demektir. Zira
vücubuna sebep olması için sâime olmak şarttır. Fethu'l-Kadîr'de şöyle
denilmiştir: «Az alafla, hükmü icabeden "otlak hayvanı" ismi, ortadan
kalkmaz. Nisbeten, mukabili daha çok olursa, alaf az olur. Yarıya nisbetle,
yarı çok değildir. Bir de icabın sebebi sabit midir değil midir? Bunda şüphe
«Çünkü otlak hayvanlarının zekâtıyla ticaret hayvanlarının zekâtı miktar ve
sebep itibarıyla başka başkadır.» Ticaret malında miktar, onda birin dörtte
biridir (yani kırkta biridir). Otlak hayvanlarında ise miktar aşağıda beyan
edilecektir. Her ikisinde sebep, "üreyen mal"dır. Lâkin ticaret
malında ticarete; otlak hayvanında sût ve yavruya niyet etmek şartıyladır.
Hakikatte bunlar miktar ve şartta başka başkadırlar. Lakin sebep olmak, ancak
bunları şart koşmakla tamam olduğundan, şârih onu sebebin ihtilafı saymıştır.
«Nitekim sâime
olan hayvanları senenin ortasında satarsa ilh.» diye kayıtlaması, ticaret
eşyası birbiriyle değişilirse, sene bozulmadığı içindir.
Ben derim ki: Bize
göre gümüş ve altın paralar da eşya gibidir. Şâfiî buna muhaliftir. Onun
kavline kıyasen sarrafa zekât icabetmemek gerekir. Bedâyi'de de böyle
denilmiştir.
«Senenin ortası»
sözünü sene esnasında mânâsına almak daha faydalıdır. Çünkü sene esnası, başı
ile sonunun arasındaki müphem cüz dür. Orta kelimesi, iki taraftan aynı
uzaklıkta bulunan cüz, demektir ki senenin muayyen bir cüzüdür. Halbuki
Şârih'in maksadı muayyen cüz değildir. H.
«Elinde parası
bulunmazsa» zekâtını vermez. Fakat elinde nisap miktarı parası olursa, onu
aldığı şeye katarak seneye yeniden başlamaksızın zekâtını verir. Bu hususta
Cevhere'de şöyle denilmiştir: «Şayet hayvanları para ile yahut hayvanla
satarsa, bilittifak cinsi cinsine katar. Yani parayı paraya hayvanı da hayvana
katar.»
Allah yolunda
sebil yapılan atlardan murad, üzerine gâziler binsin de Allah yolunda harp
etsin diye vakıf veya vasiyet edilen atlardır. Bu tafsilât İmam-ı Âzam'a
göredir. İmameyn'e göre atlarda mutlak surette zekât yoktur.
Zahîriyye'de kör
hayvanlar hakkında iki rivayet nakledilmiştir. İmameyn'e göre bunlarda zekât
vâciptir. Nitekim içlerinde kör bulunan hayvanlara zekât vâciptir. Nehir. Bahır
adlı eserde bundan sonraki bâbta kör hayvanların zekâtı verileceği kesinlikle
bildirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu hayvanların otlamakla yetindikleri
tahakkuk ederse zekât lâzım; etmezse lâzım değildir. Buna delil: «Çünkü onlar
sâime değildir» diye yapılan ta'lildir.
METİN
Devenin nisâbı beş
tir ve 25 Acem veya Arap Devesi'ne kadar bir koyun alınır. Bu iki nisabın
arasından bir şey alınmaz. Acem Devesi'ne buhtî derler. Bu deve iki hörgüçlü
olup Buhtunassar'a mensuptur. Çünkü Arap develeriyle acem develerini ilk defa
birleştiren Odur. Böyle iki deveden bir yavru doğmuş; ona buhtî adını
vermiştir. Yirmi beş devede iki yaşına basmış bir yavru verilir ki buna binti
mahâd derler. Binti mahâd, hâmile yavrusu, demektir. Ona bu ismin verilmesi
ekseriyetle anası başka bir yavruya gebe olduğu içindir. Otuz altı deveden 45'e
kadar bir binti leb'ûn. Bu üç yaşına basmış yavrudur. Binti lebûn, sütlü
devenin yavrusu, mânâsına gelir. Ona bu ismin verilmesi ekseriyetle anasının
başka yavru için sütü geldiğindendir. Kırk altı deveden 60'a kadar bir hikka
verilir. Hikka, dört yaşına basmış yavrudur. Bu yavru, üzerine binilmeyi
haketmiştir. (Hikka denilmesi de bundandır.) 61 deveden 75'e kadar bir cezea
verilir. Cezea, beş yaşına basmış düvedir. Süt dişlerini attığı için ona bu
isim verilmiştir. 76 deveden 90'a kadar iki binti lebûn, 91'den 120'ye kadar
iki hikka verilir. Rasulullah (s.a.v.) ve Ebubekir (r.a.)ın mektupları bu
şekilde dir.
İZAH
Musannıf, deveden
mutlak olarak bahsetmiştir. Binaenaleyh deve sözü, erkek ve dişilere şâmildir.
Anası ehlî olmak şartıyla. Velev ki babası vahşî olsun. Bu kelime, yavrulara da
şâmildir. Yalnız hepsinin yavru olmaması şarttır. Nitekim Musannıf bunu
söyleyecektir. Küçükler büyüklere tâbidir. Deve tâbiri, kör topal ve hasta
olanlarına da şâmilse de, böyleleri zekât olarak alınmaz. Keza semiz ve zayıf
olanlarına da şâmildir. Lâkin zayıflığı miktarınca bir koyun vermek icabeder.
Beyanı, Bahır'dadır. Buhtanassar, mürekkep bir özel isimdir. Kâmus'da bu
kelimenin buht ve nassar cüzlerinden meydana geldiği, buht oğul, nassar da put
mânâsını ifade ettiği bildirilmiştir. Bu adam putun yanında bulunmuş; babası
bilinmediği için puta nisbet edilmiştir. Kudüs'ü harap eden O dur. Koyun tabiri
de erkek ve dişisine şâmildir. Bahır,
Şurunbulâliye'de
Hocendî'nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: «Zekâtta koyundan ancak iki
yaşında veya daha yukarı olanları kabul edilir. Altı aylık kuzudan zekât olmaz.
Velev ki kurbanlık caiz olsun.» Musannıf'ın binti mahâd diyerek dişi yavru
verileceğini kaydetmesi, erkek yavruların zekât da ancak kıymet yoluyla
verilebileceği içindir. Nitekim gelecektir. Alınan hayvan orta olacaktır. Bu da
koyunun zekâtı bâbında görülecektir. Musannıf binti mahâd ve binti lebûn
tabirlerinden, yaşı kasdettiğine işarette bulunmuştur. Maksat anasının hâmile
veya sütlü olması değildir. Bu kayıtlar, şart değil, âdete binaen söylemiştir.
«Bu üç yaşına
basmış yavrudur» ifadesinden murad, velev ki bir gün gibi az bir zaman olsun,
demektir. Binaenaleyh bu söz Kuhistânî'nin "Binti lebûn iki senelik
yavrudur» ifadesine aykırı değildir. Bunu Tahtavî söylemiştir. Umumiyetle
kitaplarda Rasulullah (s.a.v.)'in zekât meselesini, Hz. Ebubekir'e yazdığı
bildirilmektedir. Yani yazılar ona vâsıl olmuştur. Fetih'de Zuhrî'nin
rivayetinden nakledildiğine göre Peygamber (s.a.v.) zekâtı yazmış fakat
vefatına kadar onu memurlarına çıkarmamıştır. Onun vefatından sonra bunu
Ebubekir (r.a.) meydana çıkarmış, vefatına kadarbununla amel etmiştir. Sonra
Hz. Ömer dahi aynı şekilde hareket etmiştir.
Ben derim ki:
Şârih'in bu cümleyi sözün sonuna bırakmayıp burada zikretmesi, rivayetlerin
muhtelif olmasına bakarak meselede ihtilâf edildiği içindir. Rivayetler yüz
elli deveden sonraki develerin zekâtı hakkında muhteliftir. Nitekim şârih
"bize göre" diyerek buna işaret etmiştir. Yüz elliden aşağısında
hilâf yoktur. Yalnız Hz. Ali'den; "Yirmi beş devede beş koyun
verilir" dediği rivayet olunmuştur. Sözün tamamı Zeyleî'dedir.
METİN
Sonra bize göre bu
farz yeniden başlar ve her beş devede iki hıkka ile beraber bir koyun alınır.
Sonra her 145 devede bir binti mahâd ile iki hıkka, sonra her 150'de üç hıkka
alınır. Yüz elliden sonra farz yine yeniden başlar ve her beş devede bir
koyunla üç hıkka; sonra her 25'te bir binti mahâd ile üç hıkka; sonra 36'da
hıkkalarla birlikte bir binti lebûn; sonra 196'dan 200 deveye kadar dört hıkka
alınır, 200'den sonra ebediyyen 150'den sonraki 50'de olduğu gibi farz yeniden
başlar ve her 50 devede bir hıkka vermek icabeder. Erkek develer ancak
dişilerinin kıymeti hesabıyla zekât yerine geçerler. Sığır ve koyun bunun
hilâfınadır. Bunlarda mal sahibi muhayyerdir.
İZAH
«Sonra bize göre
bu farz yeniden başlar.» İmam Şâfiî ile İmam Ahmed, «Develer 120'den bir fazla
olurlarsa 130'a kadar üç binti lebûn, 130'da bir hıkka ile iki binti lebûn
verilir. Sonra her 40 devede bir binti lebûn ve her 50'de bir hıkka verilir.»
demişlerdir. İmam Mâlik'ten iki kavil rivayet olunmuştur. Bunların biri bizim
mezhebimiz gibi, diğeri Şâfiî'nin mezhebi gibidir. İsmail.
«Sonra her 145
devede bir binti mahâd ile iki hıkka alınır.» En doğrusu buradaki
"her" kelimesini anmamaktır. Tâ ki musannıfın sözû Mınah. Dürer ve
diğer kitapların ifadelerine uysun. Bir de "her" kelimesi, bu sayı
tekrarlanırsa zekâtın vücubu da iki defa tekrarlanacağını; üç defa
tekrarlanırsa vücubun da üç defa tekrarlanacağı zannını vermektedir. Halbuki
maksat bu değildir. İki hıkka 120 devede bir binti mahâd ise, onun üzerine
geçen 25'te verilir. "Her" kelimesini bundan sonraki cümlelerden de
atmak en doğru bir hareket olur.
«Sonra 196'dan 200
deveye kadar dört hıkka alınır.» Bunların üçü 150 devede vâcip olur.
Dördüncüsü, bunun üzerine geçen 46 deve içindir. Burada ikinci yeni başlamanın
hükmü sona erer ve cezea vermek icabetmez. Develer 200 olunca sahibi
muhayyerdir. isterse her 50 deve karşılığında bir hıkka vermek suretiyle dört
hıkka; dilerse her 40 deveye bir binti lebûn olmak üzere beş binti lebûn verir.
Nitekim Muhit, Mebsût ve Hâniyye'de de böyle denilmiştir. İsmail.
«Yüz elliden
sonraki 50'de olduğu gibi farz yeniden başlar.» Şârih bu kaydı birinci
başlamadan, yani 120'den sonraki yeni başlamadan ihtiraz için koymuştur. Çünkü
orada binti lebûn vermek icabetmediği gibi dört hıkka vermek de icabetmez.
Çünkü bunların nisabı yoktur. 120'nin üzerîne 25 artınca, develerin hepsinin
nisabı 145 olur ki bu nisap iki hıkka ile bir binti mahazın nisabıdır. Develer
beş sayı daha artarak 150 olunca üç hıkka vermek icabeder. Dürer.
«Ve her 50 devede
bir hıkka vermek icabeder.» Sadrüşşeria ile Dürer'de dahi böyle denilmiştir.
Maksat Nihâye'de olduğu gibi, 50'ye kadar her 46 devede bir hıkka verilir,
demektir. Bahır'da şöyle deniliyor: «Develer 200'ün üzerine beş koyun artarsa,
bunlar için dört hıkka ile bir koyun yahut beş binti lebûnla bir koyun verilir.
On koyun fazla olursa dört hıkka ile iki koyun; 15 koyun fazla olursa dört
hıkka ile üç koyun; 20 fazla olursa dört hıkka ile dört koyun verilir. Develer
228 olunca bunların zekâtı 236'ya kadar dört hıkka ile bir binti mahaddır.
236'dan 246'ya kadar dört hıkka ile bir benti lebûn; 246'dan 250'ye kadar beş
hıkka verilir. Sonra yine böylece yeniden başlanır ve 296'dan 300'e kadar altı
hıkka verilir ve bu şekilde devam edilir.» «Sığır ve koyunda mal sahibi
muhayyerdir.» Çünkü bu iki cinste erkekle dişilerin birbiri üzerine üstünlüğü
yoktur. T.
METİN
(Sığırın Arapçası
"bakardır".) Bu kelime, "yarmak" mânâsına gelen
"bakr"dan alınmıştır. Sığır yeri yardığı için ona bu isim
verilmiştir. Nitekim öküze de sevr denilmesi, yeri sürdüğü içindir. Bakarın
müfredi bakaradır. Sığır ve mandanın nisabı müşterek olmayan 30 sâime (yani
kırda otlamakla geçinen) olmasıdır. Velev ki anası ehlî, babası vahşî olsun:
Aksi bunun hilafına olduğu gibi, yabani sığır, yabani koyun ve başkaları dahi
bunun hilâfınadır. Çünkü böyleleri nisaba sayılmaz. Otuz sığırda tam bir
yaşında bir dana yahut bir yaşında bir düve verilir. Kırk sığırda iki yaşını
bitirmiş bir dana veya düve; 40'tan yukarı olurlarsa hesabına göre zekâtları
verilir. İmam-ı Âzam'dan zûhir rivayet budur: ondan diğer bir rivayete göre
40'tan yukarı 60'a kadar bir şey verilmez. 60'ta 30'un iki misli verilir.
İmameyn'in ve Eimme-i Selâse'nin kavilleri budur, fetva da buna göredir. Bunu
Bahır sahibi Yenâbî'den ve Tashi-i Kudûri'den nakletmiştir. Bundan sonra her 30
sığırda bir yaşında bir dana ve her 40'ta iki yaşında bir düve verilir. Meğer
ki her iki cins iç içe girmiş ola. Nitekim sığırlar 120 olunca hal böyledir. Bu
takdirde sahibi birer yaşında dört dana ile ikişer yaşında üç düve vermek
arasında muhayyer bırakılır ve hüküm böylece devam eder.
İZAH
Musannıf'ın sığırı
koyundan önce zikretmesi, büyüklükte deveye yakın olduğu içindir. Hattâ
"bedene" tabiri hem deveye hem sığıra şâmildir. Bahır. Manda sığırın
bir çeşididir. Zekât kurban ve ribada sığır gibidir. Sığırın nisabı onunla
ikmal edilir. İki cinsin zekâtı çok olanından alınır. Hepsi müsavi iseler en
aşağının üstü ve en yukarısının altı (yani ortası) alınır. Arap ve Acem
develeriyle koyun ve keçide dahi hüküm budur. ibn-i Melek.
«Aksi bunun
hilâfınadır.» Yani babası ehlî, anası vahşî olan sığırın hükmü başkadır. Çünkü
muteber olan anadır. Böylesi nisaba dahil olmaz. Zira mülhaktır. Ama
hapsedilmek böyle değildir. Meselâ yaban eşeği hapsedilerek aramızdaki eşeklere
alışsa, ehlî eşek hükmüne mülhak olmaz. Onun etini yemek yine helaldir. Bahır.
Sığırların sayısı 30 olunca erkek olsunlar dişi olsunlar, onlar için tam bir
yaşını bitirmiş bir dana verilir. Mandaların hükmüde böyledir. Nitekim
Bercendî'de beyan edilmiştir. Alafla beslenen sığır ve mandalara zekât yoktur.
Meğer ki ticaret için beslenmiş olsunlar. Bu takdirde onlar hakkında muteber
olan, sayı değil kıymettir. Şârih'in "müşterek olmayan" kaydını
koyması, hayvanlar iki kişi arasında müşterek olurlarsa, her birinin hissesi
nisap miktarından az olacağı için zekât lâzım gelmediğindendir. Velev ki,
ortaklık caiz olsun. Nitekim malın zekâtı bâbında gelecektir. Musannıfın
"30 sığırda bir yaşında bir dana verilir" diyerek erkek danayı
zikretmesi, devede olduğu gibi burada da zekât hâssaten dişilerden alınacağı
sanılmasın diyedir.
«Tam bir yaşında»
diye kayıtlaması, başka âlimlerin «ikiye basmış bir dana verilir» sözlerine
uygun düşsün diyedir. Zira hayvan seneyi tamamladı mı iki yaşına basması lâzım
gelir. Binaenaleyh bu iki nevi ifade arasında muhalefet yoktur. Bunu Şeyh
İsmail söylemiştir.
«Hesabına göre
zekâtları verilir» ifadesinden murad, bunlar affedilmez; bilâkis 60'a kadar
hesapedilir, demektir ve 40'tan bir fazla olan sığırda iki yaşındaki bir
düvenin onda birinin dörtte biri;.40'tan iki fazla olan sığırlarda iki
yaşındaki bir düvenin onda birinin yarısı verilir. Dürer.
Şârih «Bunu Bahır
sahibi Yenâbî'den ve Tashih-i Kudûrî'den nakletmiştir.» demiş; Bahır sahibi de
İsbicabî ile Tashîh-i Kudûrî'ye nisbet etmiştir. Ama Onda Yenâbî'den
bahsedilmemiştir. Nehir'de en doğru kavlin bu olduğu bildirilmiş
Cevâmiu'l-Fıkıh'ta «muhtar olan îmameyn'in kavlidir» denilmiştir. Yenâbî ve
İsbicâbî'de dahi «fetva bunun üzerinedir» denilmektedir.
"Bundan sonra
her 30 sığırda bir yaşında bir dana verilir İlh..." Yani her on sığırda
farz olan zekât miktarı değişir. Yetmiş sığırda bir yaşında bir dana ile iki
yaşında bir düve; 80'de ikişer yaşında iki düve, 90'da birer yaşında üç dana,
100'de iki dana ile bir düve verilir. 30'larda 40'larda hesap, ulemanın
söylediklerine göre yapılır. Bunu Kuhistânî den naklen Tahtâvî söylemiştir. Her
iki cinsin iç içe girmesinden murad, bir yaşındaki danalarla iki yaşındaki
düvelerdir. Sayıya göre zekâtı hem danalardan hem düvelerden vermek sahih
olursa, bunlar iç içe girmiş sayılır. T.
«Ve hüküm böylece
devam eder» de 240 sığırda birer yaşında sekiz dana yahut ikişer yaşında altı düve
yerilir.
METİN
Koyunun Arapçası
"ganem" olup ganîmetten müştaktır. Çünkü koyunun kendisini müdafaa
edecek aleti yoktur. Bu sebeple o, her isteyen için bir ganîmettir. Koyun ve
keçinin nisabı kırk dır. Zira nisabı tamamlamakta kurban ve ribada koyunla keçi
müsavidir. Ama vâcip olanı eda etmekte ve yeminlerde birbirine müsavi
değildirler. Kırk koyunda zekât olarak bir koyun verilir; bu erkek ve dişilere
şâmildir. 121 koyunda iki, 201'de üç, 400'de dört koyun verilir. Her iki nisap
arası affedilmiştir. Koyun sayısı 400'ü bulduktan sonra nihayetsiz olarak her
100 koyunda bir koyun verilir. Koyunun zekâtı için koyun ve keçiden bir seniy
alınır. Seniy bir yaşını tamamlayan kuzu veya oğlaktır. Ceza' alınmaz, o ancak
kıymeti hesabıyla alınır. Zahire göre ceza' senenin ekserisini geçirmiş fakat
henüz doldurmamış olan kuzu ve oğlaktır. İmam-ı Âzam'dan bir rivayete göre
koyundan bir ceza' vermek caizdir. İmameyn'in kavli de budur. Delil bu kavli
tercih ettirmektir.,Bunu Kemal söylemiştir. Sığırdan seniy iki senelik erkek
dana; deveden seniy beş senelik danadır. Sığırdan ceza' bir senelik dana,
deveden ceza' ise dört senelik danadır.
İZAH
"Ganem"
kelimesi, koyun mânâsına bir cins ismidir. Aynı kelimeden müfredi yoktur.
Müfredi için Araplar şât kelimesini kullanırlar. Kâmus'da, «Şat, erkek olsun,
dişi olsun ganem kelimesinin müfredidir. Koyundan, keçiden, geyikten, sığırdan,
deveden, yaban eşeğinden ve kadından olur; cem'i şâ', şiyâh ve şivâh gelir.»
denilmiştir. Sibeveyh'in sahih olan mezhebine göre koyunla keçi kelimeleri
birer cins isim olup aza, çoğa, erkeğe,' dişiye şâmildirler. Koyun yapağılı,
keçi ise kıllı hayvanlardandır. Kuhistânî. T.
Koyunun boynuzunun
bulunması, «müdafaa aleti yoktur» sözüne aykırı değildir. Çünkü boynuzu müdafaa
için işe yaramaz. T. Koyunların sayısı nisabı doldurmaz da, nisabı dolduracak
kadar keçisi bulunursa, yahut bunun aksi olursa, zekât vermesi icap eder. Keza
keçinin nisabı tam olursa yine zekât vermesi icap eder. Kurbanlık, her iki
cinsten caizdir; ancak cezea'dan kurban olur ise de zekât için aldığı cezaa'da,
aşağıda gelecek hilâf vardır. Riba meselesinde dahi koyunla keçi müsavidirler.
Binaenaleyh biri fazla olmak şartıyla keçi etini verip koyun etini almak caiz
değildir. Ama vâcibi eda hususunda birbirlerine müsavi olamazlar; çünkü nisap
koyundansa zekât koyun olarak alındığı gibi, keçidense keçiden alınır. Nisap
ikisinin mecmûundan ise zekât çok olandan alınır. Her ikisi müsavi iseler
hangisinden dilerse ondan verir. Cevhere. Yani en iyisinin aşağısındakini yahut
en kötüsünün üstündekini verir. Nitekim geçen bâbda izah etmiştik. Koyunla keçi
yeminlerde de birbirlerine müsavi değildirler. Çünkü bir kimse koyun eti
yemeyeceğine yemin eder de keçi eti yerse yemini bozulmaz. Çünkü örf vardır. H.
Yani örf de koyun başka keçi başkadır.
«Her iki nisabın
arası affedilmiştir.» Mesela 40'tan fazla olan koyunlar 120'ye ulaşmadıkça
zekâtları verilmez. Yalnız bunun için, koyunların bir kişinin malı olması
şarttır. Üç kişinin arasında ortak olurlarsa, her birinin birer koyun vermesi
icabeder. Bahır'da şöyle denilmektedir: «Koyunlar birkişinin olursa, zekât
memurunun onları 40'ar 40'ar ayırarak üç koyun almaya hakkı yoktur. Zira
sahipleri bir olduğuna göre koyunların hepsi bir nisap teşkil eder. İki kişinin
ortak olarak 40 koyunu bulunsa ikisinin de zekât vermesi lâzım gelmez. Zekât
memurunun koyunları bir araya toplayarak nisap yapmaya ve zekât almaya hakkı,
yoktur. Çünkü her ikisinin mülkü nisaptan eksiktir.»
Seniy, bir seneyi
tamamlayıp ikinci seneye basan koyun ve keçi yavrusudur. Hidâye ve diğer fıkıh
kitaplarında böyle denilmiştir. Sıhâh, Muğrib ve diğer lügat kitaplarında ise,
koyundan seniyyin, üçüncü seneye basan toklu olduğu bildirilmiştir. Bercendî'de
de böyle denilmiştir. Onun için Zeyleî, «Bu, fukahanın tefsirine göredir. Lügat
ulemasına göre ise seniy üç yaşına basan tokludur» demiştir. İsmail.
Cezaa', senenin
yarısını geçmiş fakat henüz doldurmamış koyun ve keçi yavrusudur. Hidâye, Kâfi
ve Dürer'de böyle denilmiştir. Bazıları sekiz aylık, diğer bazıları yedi aylık
yavru mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Aktâ'ın beyanına göre fukaha altı
ayını tamamlayan yavruya cezea' derler. Bahır sahibi: «Zâhir olan da budur»
demiştir. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre koyunun ceza'ından zekât vermek
caizdir. Keçinin ceza'ından ise bilittifak caiz değildir. Keçiden ancak seniy
alınır. Bunu Hâniyye'den naklen Bahır sahibi kaydetmiştir. Kemal'in söylediğini
Nehir sahibi tasdik etmiş; lâkin, Bahır sahibi ile başkaları zâhir rivayeti
kesinlikle benimsemişlerdir. El-İhtiyâr adlı eserde, «Sahih olan kavil budur»
denilmektedir. Zâhire bakılırsa fukahaya göre koyunla keçinin ceza'ı arasında
fark yoktur.
METİN
İmameyn'e göre
kırda otlamakla yetinen atlara zekât yoktur. Fetva buna göredir. Hâniyye ve
diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Sonra acaba İmam-ı Âzam'a göre atların
muayyen bir nisabı var mıdır? Esah kavle göre yoktur. Çünkü nisap takdirine
dair bir nakil bulunmamıştır. Kırda otlamakla yetinen ve ticaret için olmayan
katır ve eşeklerde bilittifâk zekât yoktur. Ticaret için olurlarsa zekât lâzım
geleceğinde ise söz yoktur. Zira eşyadan sayılırlar. Çalışan atlarda ve ticaret
için olmadıkça alafla beslenenlerde dahi zekât yoktur. Bir yaşını doldurmamış
kuzularda, buzağı ve deve yavrularında zekât yoktur. Bu meselenin sureti,
büyükler ölerek, senenin, yavruların üzerine tamam olmasıdır. Küçükler ancak
büyüklere tâbi olarak zekâta dahil olurlar, velev ki büyük bir tane olsun. Bu
büyük nâkıs bile olsa onu vermek vâcip olur. İyi olursa ortasını vermek lâzım
gelir. Büyük hayvanın helâk olması zekâtı ıskat eder. Farz yerine geçen hayvan
birkaç olursa, yalnız büyük hayvanları vermek vâcip olur; küçüklerden nisap
tamamlanmaz. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
İZAH
İmameyn'e göre
atlara zekât yoktur. Delilleri, Kütüb'ü-Sitte'deki şu hadistir: «Müslümana,
kölesi ile atı için zekât yoktur.» Müslim'in bir rivayetinde, «Ancak sadakayı
fıtır vardır» ziyadesi mevcuttur. İmam-ı Âzam'a göre atlar, üretip çoğaltmak
için olur da, dişi ve erkek karışık bulunurlarsa, üzerlerinden sene geçtiği
takdirde zekât vâcip olur. Şu kadar var ki bu hayvanlar Arap atı iseler,
sahipleri her at için bir dinar (altın) vermekle hayvana kıymet biçerek her
ikiyüz dirhem için beş dirhem gümüş vermek arasında muhayyer bırakılır.
Hayvanlar Arap atı değillerse, muhayyer olmayıp yalnız kıymet biçer. Atlar
yalnız erkek veya dişilerden ibaret olursa, bu hususta İmam-ı Âzam'dan iki
rivayet vardır: Bunların meşhur olanına göre zekât vâcip değildir. Muhit'de
böyle denilmiştir. Fetih'te ise: «Muhtar kavle göre erkeklerde zekât yok,
dişilerde vardır.» denilmiştir. Atlar yük taşımak ve üzerine binmek için olur
yahut alafla beslenirlerse zekât lâzım gelmediğinde ve hükümdarın zekâtı zorla
alamayacağı hususunda imamlarımız ittifak etmişlerdir. Nehir.
Fetva İmameyn'in
kavline göredir. Bu hususta Tahâvi, «Bizce iki kavlin en güzeli budur» demiş.
Kadı Ebû Zeyd Esrar adlı eserinde bunu tercih etmiştir. Yenâbî'de «Fetva buna
göredir» denildiği gibi; Cevahir'de dahi «Fetva İmameyn'in kavline göredir»
denilmiştir. Kâfî'de «Fetva için muhtar olan bu kavildir» denilmiş; Zeylei ona
tâbi olduğu gibi; Hulâsa'ya tebean Bezzâzi dahi ona uymuştur. Hâniyye'de,
«Fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğu söylenir. Bu, Allâme Kâsım'ın
tashihidir.» denilmekte dir.
Ben derim ki: Kenz
sahibi dahi kesinlikle buna kaildir. Lâkin Fethu'l-Kadir'de İmam-ı Âzam'ın
kavli tercih edilmiş; İmameyn'in yukarıda geçen delillerine, «Bu hadisten
murad, askerin atıdır» denilmiştir. Fetih sahibi bu meseleyi söz götürmez
şekilde tahkik etmiş; İmam-ı Âzam için açık deliller getirmiştir. Onun için
Fetih sahibinin tilmizi AIIâme Kasım; «Tuhfe adlı eserde sahih kavil İmam-ı
Âzam'ın kavlidir, denildiği gibi; bunu îmam Sarahsî Mebsut'unda, Kudûrî
Tecrid'de tercih etmişlerdir» demiş ve Hazreti İmamın deliline yapılacak
itiraza cevap vermiştir. İmam-ı Âzam'ın kavlini Bedâyi' sahibi de tercih etmiş:
Hidâye sahibi ise: «Bu kavil Tecrid'de, Mebsut'ta ve şeyhimizin şerhinde
şehadet edildiğine göre huccet itibarıyla daha kuvvetlidir» demiştir.
«Esah kavle göre
yoktur.» Bazıları; «nisap üç attır, diğer bazıları beş attır» demişlerdir.
Kuhistânî.
«Ticaret için
olmayan» kaydı, her üç cinse, yani at, eşek ve katırlara şâmildir. Çalışan
atlardan murad, tarla sürmek, çiftlik işlerinde kullanmak, su taşımak gibi
hususlarda çalıştırılanlardır. Dürer'de bunlara yük atları da katılmıştır.
Bunlardan murad, sırtlarında yük taşınan atlardır. Musannıf herhalde çalışan
atların yük taşıyanlara da şâmil olmasına bakarak, bunları ayrıca
zikretmemiştir. Alafla beslenenler hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Kınye'den naklen beyan etmiştik ki bir kimsenin çalışan develeri olur da
onlarla senede dört ay çalışır, kalanında merada otlatırsa, bu hayvanlara zekât
düşmemek gerekir.» Şârih'in alafla beslenenleri Ticaret için olmamakla»
kayıtlaması, çalışan hayvanlara ticaret niyetiyle beslense bile zekât düşmediği
içindir. Nitekim Nehir'de böyle beyan edilmiştir. Yani bu hayvanlar haceti
asliyye ile meşguldürler.
«Bu meselenin
sureti» şudur: Bir kimsenin kırda otlayan büyük baş hayvanları bulunur ve nisap
teşkil ederlerse, üzerlerinden meselâ altı ay geçtikten sonra yavru doğururlar
da ölürlerse, bu suretle sene yavruların üzerine tamam oldukta, İmam-ı Azam'la
İmam Muhammed'e göre bunlara zekât yoktur. Ebû Yusuf'a göre ise, onlardan
birini vermek icabeder. Nisaptan murad, deveden 25, sığırdan 30, koyundan 40
baş olmaktır. 25 deveden aşağısında bilittifak zekat yoktur. Meselenintamamı
İhtiyar adlı kitaptadır. Kuhistânî'de Tuhfe'den naklen, «Sahih olan kavil
İmam-ı Âzam' la İmam Muhammed'in kavlidir» denilmiştir.
«Bu büyük nâkıs bile
olsa onu vermek vâcip olur» ifadesinin yerine bazı nüshalarda «Bu bir hayvan
iyi olmadıkça kendini vermek icabeder, iyi olursa orta bir hayvan vermek lâzım
gelir.» denilmiştir ki bu daha güzeldir.
«Büyük hayvanın
helâk olması zekâtı ıskat eder.» Yani sene dolduktan sonra büyük hayvan helâk
olursa Tarafeyn'e göre zekât düşer. Ebû Yusuf'a göre 40'tan kalan 39 cüz'e
zekât lâzımdır. İki kuzu ölür de büyüğü kalırsa 40 cüzden bir cüz alınır.
Bedâyi.
Farz yerine gecen
hayvanın birkaç olması şöyledir: Bir kimsenin iki tane ikişer yaşında danası ve
119 buzağısı bulunursa, bütün ulemanın kavline göre ikişer yaşındaki hayvanları
vermek vâcip olur; ama bir tane iki senelik düvesi ve 120 buzağısı bulunursa,
Tarafeyn'e göre bir tane iki senelik düve vermek icabeder. Ebû Yusuf onunla
beraber bir de buzağı verileceğini söylemiştir: Şu izaha göre o kimsenin 59
buzağısı ve bir yaşını doldurmuş bir danası bulunursa, aynı hilafa göre
halledilir. Bunu Gâyetü'l Beyan'dan naklen Nehir sahibi söylemiştir.
METİN
Affedilen miktarda
zekât yoktur. Af miktarı, bütün mallarda nisapların arasıdır. İmameyn, bunu
yalnız kırda otlayan hayvanlara tahsis etmişlerdir. Zekât farz olduktan ve
memuruna vermekten imtina ettikten sonra helâk olursa, esah kavle göre o malın
zekâtı vâcip değildir. Çünkü zekât zimmete değil aynın kendisine tealluk eder.
Malın bir kısmı helak olursa, o kısmın zekâtı sakıt olur ve helâk olan kısım
evvela af ve sonra gelecek nisaplara sıra ile hesabedilir. Sene geçtikten sonra
helâk edilen mal bunun hilâfınadır. Çünkü bunda tecavüz vardır.
İZAH
İmam-ı Âzam'la Ebû
Yusuf'a göre af miktarında zekât yoktur. Çünkü farz miktarı nisapdadır, afda
değildir. İmam Muhammed'le Züfer'e göre ise farz her ikisindedir. Bu hilâfın
eseri şurada kendini gösterir: Bir kimsenin dokuz devesi bulunur da sene
geçtikten sonra dördü ölürse, birinci kavle göre zekâttan bir şey sâkıt olmaz.
İkinciye göre bir koyunun dokuzda dördü miktarı sâkıt olur. Keza o kimsenin 120
koyunu olur da, bunlardan 80'i ölürse, ikinci kavle göre bu koyunlardan bir koyunun
üçte ikisi miktarında zekât sâkıt olur. Meselenin tamamı Zeyleî'dedir. İmameyn
af miktarını yalnız kırda otlamakla geçinen hayvanlara tahsis etmişlerdir.
Onlara göre paralarda af yoktur. 200 dirhemden fazla olan parada, fazlalığın
hesabına göre zekât farzdır. İmam-ı Âzam'a göre ise ziyade 40 dirhemi
bulmadıkça af sayılır. Kırk dirhem olunca bir dirhem daha vermek icabeder.
Nitekim gelecektir.
Zekât farz
olduktan sonra mal helâk olursa, helâk olan malın nisabında zekât vermek vâcip
olmaz; zekât sâkıt olur. Sahih kavle göre velev ki zekât memuru istedikten
sonra vermeyip helâk olsun. Fetih'te beyan edildiğine göre fıkha en münasip
olan kavil budur. Çünkü zekât sahibinin, malın aynını veya kıymetini vermek
hususunda reyi muteberdir. Bu ise zaman ister.
«Ayn'ın kendisine
taalluk eder.» Çünkü farz olan miktar nisabın bir cüz'üdür. Zekâtın mahalli
olan nisap helâk olunca, vâcip de sâkıt olur.
«Helâk olan kısım
evvela afva ilh... hesap edilir.»
Ben derim ki: Yani
bir kimsenin elinde meselâ üç nisabı dolduran ve biraz artan mal bulunursa, bu
malın bir kısmı helâk olduğu takdirde, helâk olan kısım evvela afva hesap
edilir. Şayet helâk olan miktar af miktarıysa o kimsenin zekât borcu tam üç
nisapda kalır. Helâk olan miktar af miktarından fazla ise, bundan sonraki
nisaba yani üçüncü nisaba hesap edilir ve o kimse iki nisabın zekâtını verir.
Helâk olan miktar üçüncü nisaptan fazla ise, fazlası ikinci nisaba hesap
edilir. Böylece birinci nisapta iş sona erinceye kadar devam eder.
Yukarıdaki
izahların muktezası şudur: Nisap eksildi mi onun hissesi zekâttan düşer. Kalan
maldan, miktarınca zekâtını verir. Sonra bu kavil İmam-ı Âzam'ındır. Ebû
Yusuf'a göre helâk olan miktar birinci afvdan sonra şâyi bir şekilde diğer
nisaplara hesap edilir. İmam Muhammed'e göre ise hem afva hem nisaplara
hesabedilir. Zira yukarıda geçtiği vecihle Ona göre zekât hem afva hem nisaba
taalluk eder. Mültekâ'da ve Şârih'in Mültekâ şerhi'nde şöyle denilmektedir:
«Sene dolduktan sonra seksen koyunun kırkı helâk olsa, İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'a
göre tam bir koyun zekât vermesi icabeder. İmam Muhammed'e göre ise yarım koyun
vermesi lâzım gelir. Kırk deveden 15'i helâk olsa, bir binti mahad vermek
icabeder. Zira yukarıda gördük ki İmam-ı Âzam helâk olan miktarı evvela afva
sonra onun arkasından gelen nisaba; sonra onun arkasından gelene hesap
etmektedir. İmam Ebû Yusuf'a göre ise bir binti mahadın 36 cüzünden 25 cüz
verilir. Çünkü yukarıda görüldüğü üzere Ebû Yusuf birinci afvdan sonra helâkı
nisaplara hesap etmektedir. İmam Muhammed'e göre ise üç yaşına basmış bir binti
lebûn ile, onun sekizde birini vermesi icabeder. Çünkü gördük ki ona göre zekât
hem nisâba hem afva taallûk eder. Bahır'da İmam Ebû Yusuf dan nakledilen zâhir
rivayetin, İmam-ı Azam'ın kavli gibi olduğu bildirilmiştir.
«Sene geçtikten
sonra istihlâk edilen mal bunun hilâfınadır.» Sene geçmeden istihlâk ederse
şartı bulunmadığı için zekât da yoktur. Bir kimse bunu zekât vermek lâzım
gelmesin diye yaparsa, meselâ otlak hayvanlarının nisabını başkalarıyla
değiştirir, yahut o malı mülkünden çıkarır da sonra tekrar alırsa, İmam Ebû
Yusuf bunun mekruh olmadığını söylemiştir. Çünkü bu, zekâtın farz olmasından
kaçınmaktır. Başkasının hakkını iptal değildir. Muhit adlı eserde «Esah kavil
budur» denilmiştir. imam Muhammed'e göre bu mekruhtur. Hamîdüddin Darir bu
kavli ihtiyar etmiştir. Çünkü zekâtın vâcip olmasından kaçınmakta, fukaraya
zarar ve gelecekte onların hakkını iptal vardır. Şuf'a vâcip olmadan önce onu
defetmek için çare aramak hususundaki hilâf da böyledir. Bazıları şuf'a meselesinde
fetvanın Ebû Yusuf kavline göre, zekâtda ise İmam Muhammed'in kavline göre
olduğunu söylemişlerdir. Bu tafsilât güzeldir. Dürerü'l-Bihar Şerhi.
Ben derim ki:
Musannıf Şuf'a bahsinde bu tafsilâta göre hareket etmiş, Şârih bu sözü orada
Cevhere'ye nisbet ederek kabullenmiş, «Hac ve secde âyeti de zekât gibidir»
demiştir.
METİN
Hayvanı ölünceye
kadar alaf ve sudan mahrum etmek dahi istihlâk sayılır. Binaenaleyh öder.
Bedâyi. ödünç ve emanet verdikten sonra malın helâk olması ve ticaret malını
başka bir ticaret malıyla değiştirmek de helâk sayılır. Ticaret malından başka
bir malla ve otlak hayvanını otlak hayvanıyla değiştirmek istihlâktır.
İZAH
Hayvanı aç susuz
bırakarak ölümüne sebep olmak, istihlak sayılır.
Bu hususta Nehir
sahibi şunları söylemiştir: «İki kavilden biri budur. Buna göre hayvan helâk
olursa öder. İkinci kavle göre ödemez. Çünkü bunu emanet hayvanda yapmış
olsaydı ödemezdi. Burada da öyledir. Ama benim kalbime yatan birinci kavli
tercih etmektir. Sonra gördüm ki Bedâyi'de bu kavil kesinlikle tercih edilmiş;
başka kavil zikredilmemiştir.»
Ben derim ki:
İstihlâkın bir nev'i de bir kimsenin zengin olan borçlusunu ibrâ etmesidir.
Fakir borçluyu ibrâ bunun hilâfınadır, Nitekim onuncu bâbdan az önce
gelecektir.
Ödünç meselesine
gelince: Bu hususta Fetih'te şöyle denilmektedir:
«Sene geçtikten
sonra nisap miktarı dirhemleri ödünç vermek istihlâk değildir. Mal, ödünç
alanın elinde helâk olursa zekâtı vâcip olmaz. Ticaret elbisesini emanet vermek
de bunun gibidir.» Buradaki helaktan murad, alan inkâr edip, isbat için beyyine
bulunmamak; yahut ödünç alan ölüp tereke bırakmamaktır. Bir kimse ticaret
malını başka bir ticaret malıyla değiştirir de sonra "bedel mal"
helâk olursa zekât lâzım gelmez. Çünkü bu istihlâk değildir. Gerçi Nehir sahibinin
buna helâk dediği söylenmişse de ben Nehir'de böyle bir şey görmedim. Gerek
Nehir'de gerekse başka kitaplarda açıkça ifade edilen tâbir, «Bu istihlâk
değildir» şeklindedir. Bundan, o malın helâk olması lâzım gelmez.
Bedâyi'de şöyle
deniliyor: «Ticaret malının üzerinden sene geçer de, o malı altın, gümüş veya
ticaret eşyasıyla ve kıymetinin misliyle mülkünden çıkarırsa zekât ödemez.
Çünkü farz olan zekâtı itlâf etmemiş; sadece onu yerinden başka bir yere
nakletmiştir. Çünkü ticaret malında muteber olan mânâdır ki o da şekil değil
maliyettir. Şu halde ilk mal manen mevcuttur. O mevcut olduğu için vâcip de
bâkidir. Vâcip, o malın helâkıyla sâkıt olur. Malı satar da azıcık iltimas
yaparsa hüküm yine böyledir. Zira bu kadarcığından korunmak mümkün değildir.
Binaenaleyh af sayılır. Fakat halkın aldanmayacağı şekilde iltimasta bulunursa,
yaptığı iltimasın zekatı kadarını öder. Kalan malın zekâtı malın aynına intikal
eder. Mal mevcutsa zekât lâzım gelir. helâk olursa zekât da düşer.» Sene
geçmeden malı değiştirmek dahi böyledir.
Yine Bedâyi'de bu
hususta şöyle denilmektedir: «Eşyadan ibaret olan ticaret malını sene tamam
olmadan başka ticaret malıyla değiştirirse, senenin hükmü bâtıl olmaz. Bu malı,
kendi cinsiyle veya başka cinsle değişmesi bilittifak müsâvidir. Çünkü
zekâtının farz olması malın mânâsına bağlıdır. Bu da maliyet ve kıymet olup
mevcuttur. Keza altın veya gümüş paraları kendi cinsleriyle veya başka
cinslerle satarsa hüküm yine böyledir.»
İmam Şâfiî,
«Senenin hükmü ortadan kalkar» demiştir. Onun kavline kıyasen sarrafların
malındazekât vâcip olmamak gerekir. Bizim delilimiz söylediğimiz gibi,
dirhemlerde vücûbun ayna değil mânâya taalluk etmesidir. Malı değiştirdikten
sonra dahi mânâ mevcuttur. Şu halde senenin hükmü bâtıl olmaz.
Ticaret malını
ticaret için olmayan başka bir malla değiştirmek istihlâk sayılır. Binaenaleyh
zekâtını öder. Nehir sahibi diyor ki: «Bu, Fetih'te, "şayet değiştirirken
bedelde ticaret yapmaya niyet ettiyse" diye kayıtlanmış; "niyet
etmediyse bedel ticaret için olur." denilmiştir.»
Ben derim ki: Yani
bedel ticaret için olunca, bu değiştirme istihlâk sayılmaz. Binaenaleyh sene
tamam olmuşsa aslın zekâtını ödemez. Sene tamam olmamışsa hükmü ortadan
kalkmaz, sadece vücup bedele inkılâp eder ve bedel mevcutsa vücup bâkidir.
Helâk olmuşsa vücup da sâkıttır. Nitekim bunu açık olarak Bedâyi'den naklettik.
Gerçi «Bu değiştirme ile bedelin zekâtı vâcip olmaz; onun için yeniden bir sene
hesap edilir» diyenler olmuşsa da bu söz açık bir hatadır.
T E M B İ H :
Şârih'in «Ticaret malından başka bir malla» sözü, hiç mal sayılmayan bir
bedelle değiştirmeye de şâmildir. Meselâ o mala karşılık bir kadınla evlenir
yahut kasten öldürdüğü kimsenin kısasından sulh olur, veya kadın bununla hul'
olursa, bu suretlerde bedel mal değildir. Şârih'in sözü, bedel mal olup, zekât
malı olamayan hale de şâmildir. Meselâ o malı hizmet için kullanılan köle veya
her gün giyilen elbise mukabilinde satması, onunla bir "ayın"ı
kiralaması bu kabildendir. Bu suretlerin hepsinde zekâtı öder. Çünkü yaptığı iş
istihtâktır. Keza ticaret malını otlak hayvanlarıyla satar da, hayvanları otlak
hayvanı olarak bırakmasını şart koşarsa hüküm yine budur. Zira vâcip
değişmiştir. Yaptığı iş istihlâktır. Meselenin tamamı Bedâyi'dedir.
T E T İ M M E:
Paraların hükmü, ticaret malı gibidir. Fetih'te beyan edildiğine göre, bir
kimsenin üzerinden sene geçmiş bin lirası bulunur da onlarla ticaret için bir
köle satın alır ve köle ölürse yahut ticaret için eşya satın alır da bu eşya
helak olursa, bin liranın zekâtı düşer. Ama köle hizmet için alınırsa onun
ölmesiyle zekât sâkıt olmaz. Tamamı Fetih'tedir.
«Otlak hayvanını
otlak hayvanıyla değiştirmek istihlâktır.» Şârih burada sadece «otlak hayvanını
değiştirmek» dese daha iyi olurdu ve otlak hayvanından başka bir malla
değiştirmeye de şümullü olurdu. Fethu'lKadir'de şöyle denilmiştir: «Otlak
hayvanını değiştirmek mutlak surette İstihlaktır. İster kendi cinsinden ister
başka cinsten otlak hayvanıyla veya otlakta barınmayan hayvanla değiştirsin.
Karşılığında dirhem veya ticaret eşyası alsın fark etmez. Çünkü zekât evvelâ ve
bizzat ayına taalluk etmiş, sonra değişmiştir. Bedel olan otlak hayvanı helâk
olunca zekât vâciptir. şüphesiz bu, o hayvanı üzerinden sene geçtikten sonra
değiştirdiğine göredir. Sene geçmeden satarsa zekât vâcip olmaz. Hattâ bedelde
zekât ancak üzerinden yeni bir sene geçtikten sonra vâcip olur. Yahut elinde
dirhemleri bulunur da bunları evvelden altın veya gümüş mukabilinde satmış
olur.» Yani o zaman sattığının kıymetîni elindeki dirhemlere katar ve birlikte
zekâtını verir; yeni bir sene beklemeye lüzum kalmaz. Keza otlak hayvanlarını
otlak hayvanıyla satar da elinde başka otlak hayvanı bulunursa, aldıklarını
elindekilere katar. Nitekim bunu otlak hayvanları faslında Cevhere'den naklen
arz ettik.
METİN
Zekât da kıymeti
vermek caiz olduğu gibi öşür, haraç, fitre, adak ve köle azadından başka
kefarette de kıymeti vermek caizdir. imam-ı Âzam'a göre zekâtın, farz olduğu
gün geçen kıymeti, muteberdir. İmameyn, ödendiği gündeki kıymetinin itibara
alınacağını söylemişlerdir. Otlak hayvanlarında bilittifak verildiği gündeki
kıymeti itibara alınır. Esah olan kavil budur. Kıymet, malın bulunduğu beldede
biçilir. Mal ovada bulunursa ona en yakın şehirdeki kıymet itibara alınır.
Fetih.
İZAH
Zekâtı verilecek
malın kendisi elde olsa bile kıymetini vermek caizdir. Mi'râc. Dört orta koyun
yerine üç semiz koyun, yahut bir binti mahad yerine binti lebûnun bir kısmını
vermek caizdir. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Sonra bu cevaz, misli olmamakla
kayıtlıdır. Binaenaleyh tartı veya ölçekle satılan malın nisabında kıymet
muteber değildir. Beş ölçek kötü buğdayın yerine, dört ölçek iyi buğday veya
beş tane bozuk dirhemin yerine dört geçer dirhem vermek Üç İmamı'mıza göre caiz
değildir. İmam Züfer buna muhaliftir.
Üç İmamımıza göre,
beş kötünün yerine verilen dört iyi, kendi cinsinden olmak şartıyla ancak dördü
karşılar. Bir ölçek veya bir dirhem hakkında sahibi verecekli kalır. Mal cinsi
cinsine verilmezse, muteber olan kıymettir. Bu hususta ulemamız müttefiktirler.
Sonra İmam Muhammed'e göre muteber olan, miktarla kıymetin fakire hangisi daha
faydalıysa onu vermektir. Şeyhayn'a göre muteber olan miktardır. Beş ölçek iyi
buğday yerine beş ölçek kötü buğday verirse, İmam Muhammed'e göre vâcip
olanının kıymetini tam olarak vermedikçe caiz olamaz, Şeyhayn'a göre caizdir.
Bu hüküm mal iyi olup onun cinsinden kötü maldan zekât verdiğine göredir.
Zekâtı o malın cinsinden vermezse, muteber olan bilittifak kıymettir. Beş ölçek
kötü buğday yerine beş ölçek iyi buğday verirse bilittifak caizdir. Yalnız
mesele muhtelif şekillerde tesbit edilmiştir. Tamamı Dürerü'l-Bihâr ve Mecmâ
Şerhleri'ndedir.
Musannıf'ın
«Zekâtta, öşür, haraç, fitre ve nezirde ilh... malın kıymetini vermek caizdir.»
diye birer birer kaydetmesi, kurbanlık ve hediyelerde, köle azadında kıymetini
vermek caiz olmadığı içindir. Çünkü kurbanda maksat kanın akıtılması, köle
azadında ise köleliğin kaldırılmasıdır. Bu gibi şeyler kıymetle olmaz. Bunu
Gayetü'l-Beyan'dan naklen Bahır sahibi söylemiş, sonra şöyle devam etmiştir:
«Şüphesiz bu hüküm nahir günlerinin devam etmesiyle kayıtlıdır; o günler
geçtikten sonra kurbanın kıymetini vermek caizdir. Nitekim kurban bahsinde
görülecektir. Adak meselesî şöyle tasavvur olunur: Bir kimse elindeki altını
sadaka vermeyi adar da o kıymette gümüş verirse yahut şu ekmeği sadaka
vereceğim diye adar da kıymetini verirse bize göre caiz olur.» Fethu'l-Kadir'de
böyle denilmiştir. Yine aynı kitapta beyan edildiğine göre bir kimse iki koyun
hediye etmeyi, yahut orta kıymette iki köle azat etmeyi adar da bir koyun
hediye eder, yahut iki orta köle kıymetinde bir köle azat ederse caiz olmaz.
Çünkü Allah'a kurbet, kan akıtmakta ve köleyi hürriyetine kavuşturmaktadır.
Halbuki bu adam iki kan akıtmakta iki hürriyete kavuşturmayı üzerine almıştı.
Binaenaleyh bunlardan birini yapmakla sözünü yerine getirmiş olamaz. İki
ortakoyun tasadduk etmeyi adayıp da ikisinin kıymetinde bir koyun tasadduk
etmek bunun hilâfınadır ve caizdir. Zira maksat fakiri dilenmekten müstağni
kılmaktır. Kurbet bununla elde edilir. Bu ise kıymetle de olur. Bir ölçek kötü
hurma tasadduk etmeyi adar da, onun kıymetine denk gelen yarım ölçek iyi hurma
verirse caiz olmaz; çünkü güzellik vasfının burada kıymeti yoktur. Hurma ribâ
mallarından dır. Bir de cinsi cinsine tekabül etmektedir. Bu iş başka bir
cinste yapılmış olsa caiz olur.
«Köle azadından
başka kefarette de kıymeti vermek caizdir.» Musannıf'ın «köle azadından başka»
diyerek yaptığı istisnayı Hidâye, Kenz, Tebyîn ve Kâfî gibi kitaplar
zikretmemişlerdir. Arzettiğimiz gibi onu Gayetü'l-Beyan sahibi zikretmiş, «Bundaki
kurbetin mânâsı, mülkü itlâf ve köleliği kaldırmaktır. Bu ise kıymet biçilen
şeylerden değildir.» diyerek ta'lilde bulunmuştur. Şurunbulâliye
Ben derim ki:
Giyeceği istisna etmek de lâzımdır. Çünkü Bahır'da Fetih'ten naklen şöyle
denilmiştir: "Giyecek olursa böyle değildir." Meselâ iki elbise
kıymetinde bir elbise verse, bu yalnız, bir elbise yerine geçer, Çünkü
kefarette beyan edilen elbise mutlaktır'. "Orta kıymette" diye
kayıtlamamıştır. Şu halde iyisi kötüsü hassın şümulünde dahildir.
"Esah olan kavil
budur." Yani otlak hayvanlarında muteber olan, bilittifak ödendiği günün
kıymetidîr. Esah olan budur. Zira Bedâyi'de zikredildiğine göre bazıları İmam-ı
Âzam'ın vücup gününü, bazıları da ödeme gününü itibara aldığını söylemişlerdir.
Muhit'de «ödeme günü bilittifak itibara alınır; esah olan budun» denilmiştir.
Muhit'in bu sözü, İma-meyn'in kavline uyan ikinci kavli sahih bulduğunu
gösterir. Buna göre, İmam-ı Âzam'la îmameyn ödeme gününün itibara alınacağında
ittifak etmişlerdir.
METİN
Zekât Memuru hayvanın
ancak orta olanını alır. Ortadan murad, en aşağısının üstü; en üstünün
aşağısıdır. Hayvanların hepsi iyi ise iyisini alır. Zekât memuru zekât farz
olacak yaşta hayvan bulamazsa, hayvan sahibi daha aşağısını vererek fazlasını
da yanına katar. Bulsa da hüküm birdir. Şu halde bu kayıt tesadüfidir, Memurun
bunu kabul etmesi mecburidir. Çünkü malın kıymetini vermekten ibarettir. Yahut
üstün olanı verir, fazlasını memur iade eder. Bunda mecburiyet yoktur. Zira
satın almadır. Binaenaleyh rıza şarttır. Sahih, olan budur. Sirâc.
İZAH
Zekât memuru,
zekâtı farz olan hayvanların orta kıymette olanın alır. Meselâ zekât olarak bir
binti lebûn almak icabediyorsa, binti lebunların en iyisini veya en kötüsünü
değil, ortasını alır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken,
«Sakın mallarının en kıymetlilerini alma.!» diye tembihte bulunmuştur. Bu
hadisi, hadis ulemasından bir cemaat rivayet etmişlerdir. Bir de ortasını
almakta hem fukarayı hem mal sahibini gözetmek vardır. Molla Aliyyü'l-Kârî.
Hâniyye'de, «Yavrusunu yetiştiren, et için beslenen, karnında yavrusu olan ve
koyunun koçu alınmaz, çünkü bunlar kıymetli mallardandır» denilmiştir.
Bedâyî'de
zikredildiğine göre, zekâtta alınamayacak hayvanların bu neviler olduğunu
İmamMuhammed açıklamıştır. Ulemadan biri İmam Muhammed'e dil uzatarak,
"yavrusunu yetiştiren" yerine "yetişen yavru", "et
için beslenen" yerine "yenilen hayvan" denilmek lazım geldiğini
iddia etmişse de, hücumu kendisine reddedilmiştir. Bu zâttı imam Muhammed'in
izinden gitmek düşer. Çünkü o lügatta da izinden gidilecek bir imamdır ve Ebû
Ubeyd, Esmaî, Halîl, Kisâî, Ferrâ' ve diğer lügat uleması gibidir. Ebû Ubeyd
lügatta bu kadar kıymetli bir imam olmakla beraber, İmam Muhammed'in izinden
gitmiş, onun sözünü hüccet tutmuştur. Ebû'l-Abbas da (1) öyledir. Sa'leb,
«Bizce İmam Muhammed Sîbeveyh'in akranındandır. Onun sözü lügatta hüccettir.»
dermiş. Tamamı Bedâyi'dedir.
«Hayvanların hepsi
iyi ise iyisini alır.» Zâhiriyye'de şöyle denilmiştir:
«Bir kimsenin biri
iyi diğeri kötü cins iki nevi hurması olsa, İmam-ı Azam'a göre öşür olarak her
cinsten hissesine düşen alınır. İmam Muhammed'e göre hurmalar orta, iyi ve kötü
olmak üzere üç cins olurlarsa, orta olanından alınır.» Bu söz gereğince
ortasının alınması, malın iyisi, kötüsü ve ortası yahut bu sınıfların ikisi
bulunduğuna göredir. Hepsi iyi olursa, meselâ kırk tane besli koyunu bulunursa,
İmam-ı Âzam'a göre orta değil besli ve kıymetli koyun verilir. İmam Muhammed
buna muhaliftir. Bahır. Nehir'de Mi'râc'dan naklen bildirildiğine göre koyunların
içinde ortası yoksa en iyisi verilir; ta ki vâcip kendi miktarına göre olsun.
«Çünkü malın
kıymetini vermekten ibarettir.» Yani satış değildir ki mecbur etmek buna aykırı
düşsün. «Fazlasını memur iade eder.» Yani fazlasını mal sahibi geri alır.
Ulema, bizim mezhebimize göre bunun ne kadar olacağını takdir etmemişlerdir,
çünkü zamanın ucuzluk ve pahalılığına göre değişir. İmam Şâfiî bu fazlalığı iki
koyun yahut yirmi dirhem diye takdir etmiştir. Nitekim İnâye ve diğer
kitaplarda izah edilmiştir İsmail.
«Bunda mecburiyet
yoktur» ifadesi, Hidâye'de dahi mevcuttur. Kemal ile Zeyleî bunu kesin bir
dille ifade etmişlerdir. Nehir'de Sayrafî'den naklen «sahih kavil budur»
denilmiştir. Bazıları, muhayyerliğin zekât memuruna ait olduğunu
söylemişlerdir. Bunu İmam Muhammed Asıl namındaki eserinde zikretmiştir. Kudûrî
bu kavli tercih etmiş; İsbicâbî dahi aynı yolu takip etmiştir. Bazıları,
muhayyerliğin her iki surette mal sahibine ait olduğunu söylemişlerdir. Kenz,
Dürer ve Mültekâ'da olduğu gibi, kitabımızın metninden anlaşılan da budur.
İhtiyar sahibi bu kavli sahih bulmuşlar. Nihaye ve Mi'râc'da, doğrusunun bu
olduğu bildirilmiş; Bahır sahibi dahi bu yoldan yürüyerek bu kavli Mebsût'a
nisbet etmiştir. Nehir sahibi ise birinci kavli müdafaa etmiştir. Onun için de Şârih'imiz
bu kavli kesinlikle kabul etmiştir.
METİN
Yahut kıymeti
verir. Dört orta koyunun yerine üç semiz koyun verse caiz olur. Sene ortasında
alınan mal velev ki hîbe veya miras yoluyla olsun, kendi cinsinden olan nisaba
katılır ve sahibi asıl malın üzerinden sene geçince bunun zekâtını da verir.
Evvela parasının zekâtını verir de sonra parasıyla otlak hayvanı satın alırsa,
parayı bu hayvanlara katmaz. Bir kimse zekâtı verilmiş otlak hayvanlarının
parası ile 1000 dirhem gibi birbirine katılamayan iki nisaba mâlik olur; 1000
dirhem demiras alırsa, bu miras önceki 2000'in hangisi seneyi doldurmaya daha
yakın ise ona katılır. Her 1000'in kazancı ise aslına katılır.
İZAH
Sene ortasında ele
geçen malda, satın almak, miras, vasiyet, hayvanın yavrulaması ve kazanç gibi
şeyler dahildir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Musannıf'ın «Nisaba
katılır» diye kayıtlaması şundandır. Nisap noksan olur da sene ortasında aldığı
ile tamamlanırsa, sene tamamlandığı andan itibaren mün'akit olur. Ama sene
içinde nisabın bir kısmı helâk olur da onu tamamlayacak mal edinirse, bize göre
bu malı nisaba katar. Bir de şuna işaret etmiştir ki asıl nisabın mevcut olması
mutlaka lâzımdır. Nisap zayi olursa, yeni edindiği mal için, seneye, edindiği
günden itibaren başlar. Sene tamam olmazdan velev bir gün önce olsun, kaybolan
maldan bir şey bulursa, onu edindiklerine katar ve hepsinin zekatını verir.
Keza bir kimseye biri 1000 dirhem bağışta bulunur, kendisi de sene içinde bir o
kadar mala sahip olursa, bilahare bağışlayan kimse mahkeme kararıyla bağıştan
döndüğü takdirde, edindiklerinin zekâtı için seneye yeniden başlar.
Musannıf'ın sözü
şu surete de şâmildir. Nisap borç olur da o kimse 100 dirhem edinirse, bu para
bilittifak borca katılır. Şu kadar var ki borcun senesi tamam olursa, İmam-ı
Âzam'a göre verdiği borçtan 40 dirhem almadıkça, edindiklerinin zekâtını vermek
lâzım gelmez. Verecekli müflis olarak ölürse, kendi edindiklerinin zekâtı da
düşer. İmameyn'e göre onların zekâtını vermesi icabeder. Bu satırlar Bahır ve
Nehir'den alınmıştır. Mal kendi cinsinden olan nisaba katılır.
ilerde göreceğiz
ki, altınla gümüş birbirine katıldığı gibi, ticaret malları da bunlara katılır.
Çünkü kıymetleri itibarıyla bir cins sayılırlar. Musannıf «Bir cins» tabiriyle,
birbirine uymayan cinslerden ihtiraz etmiştir. Meselâ deve ile koyun böyledir.
Ve birbirlerine katılmazlar. Bahır.
Bir kimse,
zekâtını verdiği parasıyla otlak hayvanı satın alırsa, onları kendi otlak
hayvanlarına katmaz. Yani kendi hayvanlarının üzerinden sene geçtiği vakit
onlarla birlikte satın aldıklarının da zekâtını vermez. Bu, İmam-ı Âzam'a
göredir. İmameyn'e göre hayvanları birbirine katarak zekâtlarını verir. Zekâtı
verilen otlak hayvanlarını parayla satarsa, aynı hilâf bâkidir. Ama zahiresinin
veya arazisinin öşrünü, kölesinin sadakayı fıtrını verir de sonra bunları
satarsa, bunların paralarını bilittifak birbirine katar. İmam-ı Âzam'a göre
yukarıdaki ile bu mesele arasında fark şudur: Otlak hayvanın parası zekât
malının bedelidir. Mübdel-i minhin hükmü ne ise bedelin hükmü de odur.
Birbirine katmış olsa iki kere zekât vermeye müncer olur. Keza otlak hayvanının
zekâtını verdikten sonra onu alafla besleyerek sonra satsa yahut zekâtı verilen
ticaret kölesini hizmet kölesi yaparak sonra satsa, paralarını katar. Çünkü
zekât malı olmaktan çıkmış, başka mal gibi olmuşlardır. Meselenin tamamı
Bahır'dadır.
«Miras, önceki
2000'in hangisi seneyi doldurmaya daha yakın ise ona katılır.» Bahır sahibi
diyor ki: «Çünkü önceki 2000 katma illetinde birbirlerine müsavidirler. Biri
diğerine sene sonuna yakınlığı itibarıyla tercih edilir. Çünkü bu, fakirler
için daha faydalıdır.» Bahır sahibi sözüne şöyle devam ediyor: «Sene ortasında
edindikleri kazanç veya hayvan yavruları ise bunları asıllarına katar. Velevki
sene dolmasına çok zaman olsun. Zira bunlar tabidir. Tâbiin hükmü asıldan
ayrılamaz.»
METİN
Zorbalar ve zâlim
sultanlar, otlak hayvanlarıyla öşür ve haraç gibi zahiri malların zekâtını
alsalar, ileride zikredilecek yerlerine sarf ettikleri takdirde, mal sahipleri
mallarını onlardan geri alamazlar. Yerlerine sarf etmezlerse, haraçtan gayrı
aldıklarını geri vermeleri (diyaneten) kendileriyle Allah arasında vâcip olur.
Haracı iade etmemeleri, kendileri haraç almaya ehil oldukları içindir. Bâtınî
mallar hakkında ihtilâf edilmiştir. Valvalciye ile Vehbâniye Şerhi'nde,
«Müftâbih kavle göre caiz değildir » denilmiş; Mebsut'ta ise esah kavle göre
zamanımızın zâlimlerine verirken kendilerine sadakayı niyet ederse caiz olacağı
bildirilmiştir. Çünkü onlar, üzerlerindeki mesuliyet ve cezalarla fakirdirler.
İZAH
«Zekâtını alsalar»
sözü, ihtirazi bir kayıt değildir. Hattâ zekâtı almasalar da mal senelerce
ellerinde kalsa ondan yine bir şey alınmaz. Nitekim Bahır'da ve Zeyleî'den
naklen Şurunbulâliye'de böyle denilmiştir. Zorbalar, müslüman bir cemaat olup hak
yoluyla giden hükümdara isyan edenlerdir. Nehir. Bana öyle geliyor ki, ehli
harp olan küffar, müslüman beldelerinden birini alsalar hükümleri yine budur
;zira ulema bu meselenin aslını «Hükümdar onları himaye etmez; haraç himaye
mukabilindedir.» diye ta'lîl etmişlerdir. Bahır ve diğer kitaplar da beyan
edildiğine göre darı harpte bir kâfir müslüman olur da senelerce orada kalır,
sonra müslüman memleketine gelirse, hükümdar ondan zekât almaz. Çünkü onu
himaye etmemiştir. Biz «zekâtın farz olduğunu bilirse edâsı lâzım gelir;
bilmezse ona zekât yoktur» diye fetva veririz. Çünkü kendisine Allah'ın emri
ulaşmamıştır. Zekât farz olmak için bu şarttır.
«Haraçtan gayrı
aldıklarını geri vermeleri vâcip olur.» Lâkin bu hüküm zorbaların aldıkları
hakkındadır. Zira ulema bunu, «zorbalar aldıklarını sadaka yoluyla değil helâl
görerek alırlar ve o malları yerlerine sarf etmezler» şeklinde ta'lil
etmişlerdir.
Zâlim sultana
gelince: Onun sadaka toplamaya hakkı vardır. Fetva buna göredir. Nitekim az
ilerde Ebû Câfer'den naklen beyan edeceğiz. Evet Mi'rac'da birçok Belh
ulemasından nakledildiğine göre zâlim sultan da zorbalar gibidir. Çünkü
topladığı zekâtları yerlerine sarf etmez. Hidaye'de bu kavlin daha ihtiyatlı
olduğu bildirilmiştir. Zorbalar haraç almaya ehildirler; çünkü onlar ehli harp
olan küffarla harbederler. Haraç, harbedenlerin hakkıdır. Mültekâ Şerhi.
Tahtavî.
"Bâtınî
mallar"dan murad, paralarla zekât memuruna arz edilmeyen ticaret
mallarıdır. Zira memura arz etmekle bunlar da zâhirî mallara iltihak ederler.
Nitekim bâbında gelecektir. Zâhirî mallar ise, hükümdarın topladığı zekâtlardır
ki, otlak hayvanları, öşür ve haraca giren mallar ve zekât memuruna arz
edilenler bunlardandır. Şârih'in sözünden, zâhirî mallarda hilâf olmadığı
anlaşılıyor. Halbûki onlarda da hilâf vardır. Tecnis ile Valvalciye'de şöyle
denilmektedir: «Zekâtları zâlim sultan alırsa, bazı ulemaya göre sahipleri
zekâtı verirken ona tasadduku niyet ettiği takdirde, ikinci defa zekât
vermeleri emir olunmaz. Çünkü o hakikaten fakirdir. Birtakımları, ikinci defa
vermeleriniemretmenin daha ihtiyat olduğunu söylemişlerdir. Nitekim niyet
etmediği zaman yapılacak iş budur. Zira sahih ihtiyar ve tercih yoktur. Niyet
etmediği takdirde bazıları ikinci defa zekât vermesi emrolunacağını
söylemişlerdir. Ebu Cafer. "Bu, sultanın zekât almaya hakkı olduğundan
değildir" demiştir. Binaenaleyh zekât erbabından borç sâkıt olur. Sultan
zekatı yerine sarf etmezse, onun alması zekâtı iptal etmez. Fetva buna göredir.
Bu hüküm zâhirî malların zekâtları hakkındadır. Ama sultan müsadere yoluyla bir
kimsenin bazı mallarını alır da o kimse kendisine zekât niyetiyle verirse,
müteehhirin ulemanın kavline göre caizdir. Sahih kavle göre caiz değildir.
Fetva buna göredir, çünkü zâlimin, bâtınî malların zekatını almaya hakkı yoktur.»
Ben derim ki: Yani
almaya hakkı olmayınca ona vermek de doğru değildir. Velev ki mal sahibi ona
tasadduku niyet etsin. Çünkü sahih ihtiyar ve tercih yoktur. Zâhirî mallar
bunun hilâfınadır. Zalimin, onların zekâtını, almaya hakkı olunca, ona vermek
kastının bulunmaması zarar etmez. Onun içindir ki, ona tasadduku niyet etsin
etmesin caizdir. Muhtârâtü'n-Nevâzil'de beyan edildiğine göre, zâlim sultan
haracı alırsa caizdir. Zekât ve haraçları alır, yahut bir malı hacz ederek
alırsa, sahibi, verirken zekatı niyet ederse, bazılarına göre caiz olur; fetva
buna göredir. Zekât niyetiyle her zalime verilen malın hükmü budur. Çünkü
zâlimler üzerlerine aldıkları mesuliyet ve takibat sebebiyle fakir sayılırlar.
Ama ihtiyat, aldıklarını iade etmeleridir. Bu ifade Mebsut sahibinin ve ona
uyarak Fetih sahibinin sahih kabul ettikleri kavle uygundur.
Şu halde bâtınî
mallarda zekât niyet edilirse, onları zâlime vermenin caiz olup olmayacağı
hususunda sahih kavil ve fetva muhtelif demektir. Hangisinin daha ihtiyatlı
olduğunu yukarıda gördün.
Ben derim ki: Bu,
"bâccı"nın aldıklarına da şâmildir. Çünkü aslında bâccı hükümetin
tayin ettiği öşür memuru ise de, bugün zekât almak için değil himaye
bulunmaksızın halkın mallarını zulüm yollarıyla ellerinden almak için tayin
edilir. Binaenaleyh onun almasıyla zekât sâkıt olmaz. Nitekim Bezzâziye'de
açıklanmıştır. Ona mal veren kimse zekâtı niyet ederse, yukarıda zikredildiği
şekilde ihtilâflıdır.
METİN
Hattâ Belh
Emîrine, yemin keffareti için oruç tutması lâzım geldiğine fetva verilmiştir.
Bu malları zekât memuru zorla alırsa zekât yerine geçmezler. Çünkü kast ve
ihtiyarla verilmemişlerdir. Lâkin sahipleri bizzat versin diye cebir sve
hapsedilir; çünkü zorlamak, kast ve ihtiyara aykırı değildir. Tecnis'de,
fetvanın zâhirî mallarda zekâtın sâkıt olduğuna; bâtınî mallarda sâkıt
olmadığına verildiği kaydedilmektedir. Sultan, gasp edilen malı kendi mülkü ile
karıştırırsa o malda zekât vâcip olur ve ondan miras olarak alınır. Çünkü
karıştırmak, ayırması mümkün olmayacak şekilde ise Ebû Hanife'ye göre istihlâk
sayılır. Ebû Hanife'nin kavli daha uygundur. Zira gasptan hâli mal pek az
bulunur. Bu izahat, karıştırarak istihlâk ettiği maldan ayrı olarak borcuna
yetecek başka malı bulunduğuna göredir. Başka malı yoksa zekât da yoktur.
Nitekim bütün malı haram ise hüküm budur. Nehir ve Sa'diye hâşiyelerinde böyle
denilmiştir.
İZAH
Belh Emirinden
murad, Horasan valisi olan Müsa b. İsa b. Mâhân'dır. Kendisine fetva veren de
Muhammed b. Seleme'dir. Musa bu fetvayı alınca ağlamaya başlamış ve yanındakilere;
«Bana senin üzerine maldan başka mes'ul olacağın bir şey yoktur. Senin
keffaretin hiçbir şeye mâlik olmayanın yemin keffaretidir, derlerdi» şeklinde
yakınmıştır.
Fetih'te deniliyor
ki: «Bu izaha göre bir kimse malının üçte birini fakirlere vasiyet eder de
zâlim sultana verirse sâkıt olur. Bunu Kadıhân, Câmi-i Sağîr'de zikretmiştir.
Şu halde ulemanın, İmam Mâlik'in tilmizi Yahya b. Yahya'ya mağrip
hükümdarlarından birine lâzım gelen keffaret hakkında oruç tutması icabeder,
diye verdiği fetva hakkında itirazda bulunmaları yersizdir. Çünkü caiz, ki bu
fetvası, oruç tutmak ona köle azadından zordur diye değil; zikri geçen
itibardan dolayıdır...» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Muhammed b. Seleme'nin fetvası Takrîr'de sahih kabul edilen «Borç, malla
keffaret vermeye mâni değildir.» sözüne mebnidir. Keşfi Kebir'de sahih kabul
edilip Bahir ve Nehir sahiplerine tebean Şarih'in de benimsediği kavle göre
değildir.
«Zekât yerine
geçmezler» ifadesi bazı nüshalarda «zekât olmaları sahih değildir» şeklindedir.
Bu söz, Bahır'da Muhit'e nisbet edilmiştir. Bundan sonra Bahır sahibi şunları
söylemiştir: «Kerhî'nin Muhtasarı'nda bildirildiğine göre bu malları İmam zorla
alır da yerlerine harcarsa, zekât namına kâfidir. Çünkü hükümdarın zekâtları almaya
selâhiyeti vardır. Binaenaleyh onun alması mal sahibinin vermesi yerine geçer.
Kınye'de, burada işkâl olduğu kaydedilmiştir. Çünkü niyet şarttır. Fakat mal
sahibinin niyeti yoktur.»
Ben derim ki:
Kerhî'nin «onun alması mal sahibinin vermesi yerinedir» sözü, cevap olmaya
elverişlidir. Bundan sonra Bahır sahibi sözüne şöyle devam etmiştir. Müftâbih
kavil tafsilâttır. Bu tasarruf zâhiri mallarda ise farz sâkıt olur.' Çünkü
sultanın veya naibinin onları almaya selâhiyeti vardır. Bu malları yerine sarf etmezse,
alması bâtıl olmaz. Bâtinî mallarda ise farz sâkıt olmaz.
«Tecnis'te»
kelimesinin başında, bazı nüshalarda "lâkin" kelimesi vardır. Şârih
«lâkin Tecnis'de ilh...» diye başlayarak, Mebsut'un sözüne istidrakde
bulunmûştur. Biz, az yukarıda Tecnis'in sözünü sana dinlettik. Bazıları
ikisinin sözü arasında muhalefet olmadığını iddia etmiş; Tecnis'in sözünü,
«Sultana verilen bâc veya hacz malını zekât niyetiyle "verilip, sultanın
onu yerine sarf etmesi istenir. Bu malın sultana sadaka olarak verilmesi niyet
edilmez,» şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorumlamayı, «çünkü sultanın bâtinî
mallardan zekât almaya hakkı yoktur» sözü de te'yid eder; Binaenaleyh
Mebsut'un, «Esah olan kavle göre zamanımızdaki zâlimlerin aldıkları haraç ve
haczler mai sahiplerinden sâkıt olur. Elverir ki onlara sadaka niyetiyle vermiş
olsunlar. Çünkü bu zâlimler, üzerlerindeki mesuliyetler sebebiyle fakirdirler»
sözüne aykırı değildir. Teemmül buyurulsun.
Sultan, gasp
edilen malı başka bir gasp edilen malla karıştırırsa onda zekât yoktur. Nitekim
bunu Şârih az sonra «bütün malı haram ise hüküm budur» cümlesiyle ifade
edecektir. «Malı karıştırmakistihlâktır» Yani başkasının hakkı malın aynına
değil de kişinin zimmetine talluk ettiği cihetle Ebû Hanife'ye göre istihlâk
mesabesindedir İmameyn'in kavline göre ise ödemek icabetmez. O zaman mülk dahi
sabit olmaz. Çünkü mülk, ödemenin fer'idir. Miras olarak da alınmaz, çünkü
müşterek maldır. Miras olarak ondan yalnız ölenin hissesi alınır. Fetih.
«Bu izahat»
ifadesindeki işaret, zekâtın vâcip olmasınadır.
«Nitekim bütün
malı haram ise hüküm budur.» Bu hususta Kınye'de şöyle deniliyor; «Haram mal
nisabı dolduruyorsa zekâtını vermek lâzım gelmez. Çünkü o kimseye bu malın
hepsini tasadduk etmek vâciptir. Bir kısmını sadaka olarak vermesi fayda vermez.»
Bezzaziye'de dahi böyle denilmiştir. Tatarhâniyye'de Feteva el-Hucce'den naklen
şöyle denilmektedir: «Bir kimse helâl olmâyan birtakım mallar edinse yahut
birtakım mallar gaspederek onları kendi malıyla karıştırsa, karıştırmakla
onlara mâlik olur ve öder. Bunlardan başka nisabı yoksa bu malların zekâtı
yoktur. Velev ki nisap miktarını doldurmuş olsunlar, çünkü kendisi borçludur.
Borçlunun malı bize göre zekâtın vâcip olmasına sebep teşkil edemez.»
Tatarhaniyye'nin «bundan başka nisap yoksa» sözü, zekâtın vâcip olması için
başka bir nisabı bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Bununla Bahır sahibinin
ortaya attığı işkâl defedilmiş olur. Onun işkâli şudur: "Bu adam,
karıştırmakla gasbettiği mala sahip olursa, o mal borçla da meşguldür.
Binaenaleyh zekâtın vâcip olmaması gerekir." Lâkin şüphesiz ki bu takdirde
zekât ancak o maldan fazlasında vâcip olur; o malda vâcip olmaz.
METİN
Vehbâniyye
şerhi'nde Bezzaziyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Kâtir olması ancak kat'î
olan haramı tasadduk ettiği zamandır. Ama bir insandan 100, diğerinden de 100
dirhem alarak karıştırır; sonra bunlar, tasadduk ederse kâfir olmaz. Çünkü
karıştırmakla istihlâk ettiğinden, kat'î olarak haram biaynihî değildir.»
İZAH
Vehbâniyye
Şerhi'nde, kitabımızın metnine yapılabilecek bir i'tirazın def'i vardır.
Kitabımızın metninde, «Sultan gaspedilen malı kendi malıyla karıştırırsa ona
mâlik olur ve bu malda zekât vâciptir.» denilmektedir. İ'tirazcı, «Bu Haram bir
maldır ondan nasıl zekât verebilir?» diyebilir. Lâkin biliyorsun ki bunun zekâtı
ancak mal sahibinden beraat dilediği, yahut onunla uzlaştığı zaman vâcip olur.
Bu suretle onun haramlığı ortadan kalkar, Evet helâl malın zekâtını haram
maldan verse, Vehbâniyye'de bazılarına göre caiz olacağı kaydedilmiş; Kınye'de
iki kavil zikredilmiş; Bezzâziye'de de şöyle denilmiştir.; «Zekâtı icabeden
haram malda zekâttan olmasını niyet ederse zekât yerine geçer.» Yani sahipleri
bilmediği için zekât vâcip olan malda niyet ederse zekât yerine geçer,
demektir. Bu sözde, Zahîriyye'nin sözünü takyid vardır. Orada şöyle
denilmiştir: «Bir adam haram maldan bir fakire bir şey verir de ondan sevap
umarsa, kâfir olur. Fakir bunu bilir de ona dua eder, veren de âmin derse her
ikisi kâfir olurlar. Bunu Vehbâniyye sahibi manzum olarak ifade etmiştir.
Vehbâniyye şerhi'nde bildirildiğine göre âmin diyen kimse, alandan verenden
başka ecnebi bir kimse olsa hüküm yine budur. İnsanların çoğu bundan
gafildirler. Cahillerden bunu yapanlarvardır.»
Ben derim ki:
Fakire vermek bir kayıt ve şart değildir. Öyle görülüyor ki liaynihi haram olan
bir malla, mescid gibi sevap umulan bir bina yapsa hüküm yine böyledir. Zira
illet, azabı gerektiren bir şeyden sevap ummaktır. Bu ise ancak o şeyi helâl
itikat etmekle olur.
«İki kişiden
100'er dirhem alarak karıştırır da tasadduk ederse kâfir olmaz.» Sârih burada
yalnız kâfir olmamayı söylemekle yetinmiştir. Çünkü bedelini ödemezden önce
onunla tasarrufta bulunmak helâldir. Velev ki karıştırmakla mâlik olmuş
bulunsun. Nitekim gördün. Hanevî'nin Hâşiyesi'nde Zahîre'den naklen şöyle deniliyor:
«Fâkih Ebû Ca'fer'e soruldu: "Bir kimse malını sultanın vâlilerinden
kazanır, haram olan vergiler vesaireden alırsa, bunu bilen bir kimsenin onun
yemeğinden yemesi helâl olur mu?" denildi. Ebû Ca'fer şu cevabı verdi:
"Bence ondan yememelidir. Ama yedirenin elindeki bu yiyecek gasp veya
rüşvet değilse, hüküm itibarı ile yemesi caizdir."» Yani aynen gaspedilen
veya rüşvet olarak alınan malın kendisi değilse yiyebilir, demek istemiştir.
Çünkü ona mâlik olmamıştır. O mal haramın kendisidir. Binaenaleyh ona da
başkasına da helâl değildir. Bezzâziye'de burada şöyle denilmiştir: «Sadaka
olmak kendisine helâl olmayan bir kimse için efdal olan hareket, sultanın
bahşişini kabul etmemektir. Harzem'de, Allâme, oralıların yemeklerinden yemez;
bahşişlerim alırdı. Bu kendisine sorulunca şu cevabı verdi: Yemek takdimi ibâha
(mübah yapmak) olur. Mübahı yiyen, onu sahibinin mülkü olmak üzere itlâf eder
ve bu suretle zâlimin yemeğini yemiş olur. Bahşiş ise mülk edindirmektir.
Binaenaleyh o kimse kendi mülkünde tasarruf eder.»
Ben derim ki:
Galiba bu söz «haram iki zimmete geçmez» kavline dayanmaktadır. Fâsit satış ve
haram-mübah bahislerinde bunun hilâfının tahkik edildiğini göreceğiz.
Şârih'in,
«Karıştırmakla istihlâk ettiğinden kat'î olarak haram biaynihi değildir» sözü,
karıştırmazdan önce haram liaynihi olduğu zannını veriyor. Halbuki usul-i fıkıh
kitaplarında açıklandığına göre başkasının malı haram ligayrihidir. Haram
liaynihi değildir. Ölü eti bunun hilâfınadır. Velev ki haram olduğu kesin
olsun. Ancak şöyle cevap verilirse o başka: Murad, haramın kendisi değildir.
Çünkü o kimse karıştırmakla o mala mâlik olmuştur. Haram olan, bedelini
vermeden onda tasarrufta bulunmasıdır. Bezzâziye'de zekât bahsinden az önce
şöyle denilmektedir: «Bir kimsenin zulüm yoluyla alarak kendi malıyla ve başka
bir mazlumun malıyla karıştırdığı mal kendi mülkü olur ve ilk şahsın o malda
hakkı kalmaz. Bize göre bu malı almak hâlis haram olmaz. Evet mezhebin sahih
kavline göre bedelini ödemeden o maldan faydalanmak mübah olmaz.» Lâkin Akâid-i
Nesefiyye Şerhi'nde, «Ma'siyeti helâl saymak -şayet o ma'siyet kat'î delille
sâbit olmuşsa- küfürdür» denilmektedir. Fetva kitaplarında zikredilen haramı
helâl itikat etmek meselesi bunun üzerine teferrueder. Zira bir şeyin haram
olması kendi ayınından ileri gelir de, kesin bir delille sabit olursa, onun
helâl olduğunu itikat etmek küfürdür. Aksi takdirde küfür değildir. Yani haram
olması başka bir şeyden ileri geliyorsa yahut zannî delil ile sabit ise onu
helâl itikat etmek küfür değildir. Bazıları haram liaynihi ile haram ligayrihi
arasında fark görmemiş, «Haramı helâl itikat eden kâfir olur»demişlerdir.
Akâid-i Nesefiyye Şârihi Muhakkık İbn-i Gars şöyle demiştir: «Tahkik de budur.
Hilâfın faydası, zulüm yoluyla başkasının malını yemekte kendini gösterir. Zira
helâl itikat eden kimse iki kavilden birine göre kâfir olur.» Bu sözün hâsılı
şudur: Birinci kavle göre küfrün şartı iki şeydir. Yani biri delilinin kat'î
olması, biri de haram liaynihi olmasıdır. İkinci kavle göre şart yalnız delilin
kat'i olmasıdır. Gördün ki tercih edilen kavil de budur. Bezzâziye'nin sözü bu
kavle göredir.
METİN
Nisaba mâlik olan
bir kimse, birkaç senenin veya birkaç nisabın zekâtını önceden verse sahih
olur. Çünkü sebep mevcuttur. Keza ekini veya meyvesi meydana çıktıktan sonra
kemale gelmeden onların öşrünü verse caiz olur. Ekin ve meyve meydana çıkmadan
vermenin caiz olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. En zâhir olan kavle göre
caizdir. Kendi başının haracını önceden vermek dahi böyledir, meselenin tamamı
Nehir'dedir. Velev ki sene tamam olmadan fakir zengin olsun, yahut ölsün veya
dininden dönsün. Bunun sebebi şudur; itibara alınacak cihet, o kîmsenin
kendisine zekât verilirken zekâta mahâl olmasıdır. Verdikten sonra mahâl olması
muteber değildir.
İZAH
Musannıf'ın «Nisaba
mâlik olan» diye kayıtlaması şundandır; O kimse nisabdan az bir mala mâlik olur
da 200 dirhem için beş dirhemi önceden verir, iki yüz dirhemin senesi sonra
dolarsa bu caiz olmaz. Burada iki şart daha vardır: Biri sene esnasında nisabın
ortadan kalkmamasıdır. İki yüz dirhem için önceden beş dirhem verir, sonra
elindeki paraların bir dirhemden geri kalanı helâk olursa ve paraları tekrar
toplayarak sene 200 dirhem üzerine dalarsa, önceki verdiği caiz olur. Bütün
paraları helâk olursa hüküm bunun hilâfınadır. İkinci şart, sene sonunda
nisabın tam olmasıdır. Kırk koyun için önceden bir koyun verir de elinde 39
koyun kaldığı halde sene dolarsa fakire verdiği koyun nafile sadaka olur.
Koyunu zekât memuruna verdiği takdirde elinde mevcut ise, muhtar kavle göre zekat
yerine geçer. Nitekim Hulasa'da beyan edilmiştir. Meselenin tamamı Nehir ve
Bahır'dadır.
Birkaç senenin
zekâtını peşin vermek şöyle olur: O kimsenin elinde 300 dirhem gümüşü bulunur.
Bunların 100 dirhemini iki yüz dirhemin 20 senelik zekâtı olmak üzere peşin
verir.
Nisapların sureti
de şöyledir: Mezkûr 100 dirhemi hem elindeki 200 dirhemin hem de ileride hâsıl
olacak 19 nisabın zekâtı olmak üzere verir. Beklediği 19 nisap o sene eline
geçerse, verdiği zekât sahihtir. Başka bir senede eline geçerse mutlaka ayrıca
zekâtını vermek icabeder. Nitekim Bahır sahibi bunu açıklamıştır. H. Lâkin
peşin verdiği 100 dirhem, eldeki 200 dirhemin 20 senelik zekâtı yerine geçer ve
mesele birinci meseleye döner. Nehir'de şöyle deniliyor: «Hâniyye'deki mesele
buna teferru etmektedir. Mesele şudur: Bir kimsenin beş tane hâmile devesi
olurda onlar için karınlarındaki yavrularıyla birlikte peşin olarak iki koyun
verirse, beş yavru sene dolmadan doğdukları takdirde, verdiği zekât geçerlidir.
Ama ikinci sene gebe kalacakları için zekâtlarını peşin verirse caiz olmaz.»
Sebebi şudur: Gelecek sene hâmile kalacaklar diye zekâtlarını peşin verince,
osene namlarına zekât verdiği hayvanlar bulunmamışlardır. Binaenaleyh namlarına
peşin zekât vermesi de caiz olmaz.
Valvalciye'de
bildirildiğine göre, bir kimsenin elinde 400 dirhem gümüşü bulunur da 500
zannederek zekâtlarını verirse, ziyadeyi ikinci sene için hesap edebilir. Çünkü
bu ziyadeyi peşin yerine saymak mümkündür. Bahır'da, "cinsin bir
olması" kaydı vardır. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Çünkü bir adamın
beş devesi ve 40 koyunu bulunur da iki yarıdan birisi için bir koyun verip,
sonra o yarı helak olursa, verdiği koyun öteki yarı yerine geçmez. Hem ayın
olarak parası, hem borcu bulunur da ayın için zekât verir, sonra sene geçmeden
o da helâk olursa, verdiği zekât borç nâmına caizdir. Sene geçtikten sonra
verirse caiz olmaz. Altın, gümüş ve paralarla ticaret malları bir
cinstir."
«Çünkü sebep
mevcuttur.» Sebepten murad, vücûbunun sebebidir ki o da üreyen nisaba mâlik
olmaktır. Binaenaleyh bir senelik veya fazla zekâtı önceden vermek caizdir.
Nisaplar dahi böyledir. Zira sebep olmak hususunda asıl olan birinci nisapdır.
Ondan fazlası ona tâbidir. Bahır sahibi diyor ki: «Şüphesiz efdâl olan önceden
vermemektir; çünkü bu hususta ulemanın ihtilâfı vardır. Ama ben bunun naklini
görmedim.»
Şârih'in, ekin ve
meyve meselesindeki teşbihi de birinci meseleye, yani birkaç senenin zekâtını
önceden verme, meselesine râcî'dir. Çünkü nisaba mâlik olup sene geçmeden
zekâtını verince, sebebi bulunduktan sonra peşin vermiş olur. Zira bu, vücup
vaktinden önce edâdır. Ekin meselesinde de öyledir. Çünkü öşürün edâ zamanı,
mahsulün yetiştiği vakittir. Önceden verince sebebi bulunduktan sonra edâ
vaktinden önce vermiş olur. Burada sebep hakikaten mahsul getiren üretici
yerdir.
Ekin ve meyvenin
kemali, öşrü edâ etmenin vaktidir. Lâkin Bahır'ın öşür bâbında beyan edildiğine
göre, öşrü edâ etmenin vakti, Ebû Hanife'ye göre ekin ve meyvenin yerinde
belirmesi, Ebû Yusuf'a göre kemale gelmesi imam Muhammed'e göre kesip
temizlenmesi zamanıdır. Bu izaha göre peşin verme meselesi, İmameyn'in
kavillerine göre tahakkuk ederse de İmam-ı Âzam'ın kavline göre tahakkuk etmez.
Sonra gördüm ki Kemal İbn-i Hümam öşür bâbında buna tembihte bulunmuş.
"Ekin ve
meyve meydana çıkmadan vermenin caiz olup olmayacağında ihtilaf
edilmiştir." Şârih kısaca «Belirmeden vermenin caiz olup olmaması
ihtilâflıdır» demeliydi. Bu hem ekine hem meyveye şâmil olur. Ekini ekmeden,
fidanı dikmeden zekâtlarını peşin vermenin bilittifak caiz olmayacağını ifade
ederdi. Zira bu, sebep bulunmadan edadır. Nitekim nisaba mâlik olmadan malının
zekâtını vermek de böyledir. (caiz değildir).
«En zâhir olan
kavle göre caizdir.» Kitabımızın bir nüshasında «caiz değildir» denilmiştir ki
doğrusu da budur. Nehir'de şöyle denilmiştir: «En zâhir olan, ekinde bitmeden
caiz olmamasıdır. Zâhir rivayete göre meyvede dahi yemiş belirmeden caiz
değildir.» «Kendi başının haracını önceden vermek dahi böyledir.» Bu teşbih
dahi birinci, meseleye râcidir. Halebî şöyle demiştir: "Bir kimse kendi
başının birkaç senelik haracını peşin verirse caiz olur." Nitekim cizye
bâbında gelecektir. Bunun caiz olması, sebep bulunduğu içindir, sebep başıdır.
Keza yerînin birkaç senelik haracınıpeşin verse caizdir. Nitekim bunu Kuhstânî
öşür ve harac bâbında zikretmiş «çünkü sebep mevcuttur» diye ta'lilde bulunmuş;
«sebep, üreten yerdir» demiştir. Lâkin onun sözünü muvazzaf haraca yormak
icabeder. Çünkü o haraç üretme kudretine taallûk eder, ve sebebi, üreme imkânı
dolayısıyla üreten yer olur. Öşür ve mukaseme haracında olduğu gibi, üremenin
kendisine taallûk etmez.
«Meselenin tamamı
Nehir'dedir.» Orada şöyle denilmiştir: «Bir kîmse muayyen bir gün oruç tutmayı
nezir eder de onu evvelden tutarsa, Ebû Yusuf'a göre caiz, İmam Muhammed'e göre
caiz değildir.» Namaz ve itikaf dahi bu hilâfa göredîr. Falan sene hacc
edeceğim diye adayarak daha önce hacca giderse, Şeyhayn'a göre caiz, îmam
Muhammed'e göre caiz değildir. Sirâc'da böyle denilmiştir. H.
METİN
Haraç arazisine
bağ dikerse, bağ tamam olup yemiş vermedikçe o kimsenin ekin haracı vermesi
icabeder. Mecmau'l-Fetevâ. Tağleb Kabîlesi'nden olan bir çocuğun malında zekât
yoktur. Tağleb veya Tağlib, Hıristiyan Araplar'dan bir kabîledir. Bunlara Benî
Tağlib derler. Bu kabîIenin kadınına da erkek kadar vergi düşer, çünkü onlar bu
şekilde antlaşma yapmışlardır.
Otlak hayvanının
zekatında ortası alınır. İhtiyarı veya en iyisi alınmaz. Bir kimsenin vasiyeti
olmaksızın terekesinden zekât alınmaz; çünkü şartı yoktur. Zekâtın şartı
niyettir. Zekât verilmesini vasiyet etmişse, malının üçte birinden itibar
edîlir. Meğer ki mirasçılar razı olsunlar. Zekatın senesi Kamerîdir (Gök ayına
göredir). Bunu Bahır sahibi Kınye'den nakletmiştir, Şemsî (Güneş yılı)
değildir. Bunların farkı İnnîn bâbında gelecektir. Bir kimse zekâtını verip
vermediğinde şüphe ederse, onu verir; çünkü zekâtın vakti bütün ömürdür. Eşbah.
İZAH
Şârih haraç yerine
fidan dikme meselesini burada istidrâd yoluyla zikretmiştir. Onun yeri, öşür ve
haraç bâbıdır. T.
"Yemiş
vermedikçe, o kimsenin ekin haracı vermesi icabeder." Çünkü bağ dikmesi, o
yeri muattal bırakmaktır. Bir kimse bir yeri muattal bırakırsa o yerin haracını
ödemesi icabeder. Yer evvelce ekilmeye elverişliydi, binaenaleyh bağ yemiş
verinceye kadar o yerin haracını öder. Yemiş aldığı zaman bağın haracını verir.
Ekinin haracı sâkıt olur. Çünkü artık onun halefi vardır. Ekin haracı her
dönümde bir sa (ölçek) ve bir dirhemdir. Bağ yetişinceye kadar bunu verir.
Ondan sonra on dirhem vermeye başlar. Rahmetî.
Tağleb
Kabîlesi'nden olan zekât malında zekât yoktur. Ama öşür arazisinden çıkan ekin
ve meyvelerden öşürün iki katı alınır. Nitekim müslüman çocuğun arazisinden
çıkan mahsulde de öşür vacip olur. Bu cihet, öşür bâbında gelecektir. Tağleb
bir kabîlenin babasıdır. Onun için Şârih Benî Tağleb demeyip, sadece Tağleb
dese daha iyi olurdu. Ama babasına mensup bir kabîleye Benî Tağleb demekte bir
mâni yoktur, denilebilir. Fetih'te şöyle denilmiştir: «Benî Tağleb Hıristiyan.
Araplardır. Bunlara Hz. Ömer (r.a.) cizye koymak istemiş, Onlar razı olmamışlar;
"Biz Arabız; Acemlerin verdiğini vermeyiz. Birbirinizden aldıklarınızı
bizden de al!" demişler; bununla zekâtıkasdetmişlerdir. Bunun üzerine Ömer
(r.a.), "Hayır! Bu, müslümanların farzıdır" demiş; Onlar da, "O
halde cizye adıyla değil de bu isimle dilediğin kadar ziyade et!"
demişlerdi. Ömer (r.a.) da böyle yaptı.» Onlar dan zekâtın iki mislini almak
üzere anlaştılar. Hadisin bazı rivayetlerinde, «O cizyedir; siz ne derseniz
deyin!» cümlesi vardır.
«Bu kabîlenin
kadınına da erkek kadar vergi düşer.» ki o da yarım öşürdür. H.
«Mirasçılar razı
olursa o başka.» Yani zekât verilmesini vasiyet eder de üçte birden fazla
tutarsa, fazlası alınmaz. Mirasçılar razı olursa o başka!
FER'İ MESELE:
Zekât, malın üçte birinden fazlâ tutar da, hastalığında onu vermek isterse,
mirasçılarından gizli olarak verir. Malı yoksa başkasından ödünç alarak verir.
Bunun için ödeyebileceğine kanaat getirmesi gerekir. Çalışır da ödeyemezse,
öldüğü takdirde mâzurdur. Muhtârâtü'n-Nevâzil ve diğer kitaplarda böyle
denilmiştir. Ulemanın "gizlice" demelerinden anlaşılıyor ki,
mirasçılar zekât vereceğini bilirlerse fazlasını kazaen (mahkeme kararıyla)
alabilirler. Miras sahibinin yaptığı ise diyaneten caizdir. Çünkü farzı ödemeye
mecburdur. Nitekim Kâfi şerhi'nde onun illeti beyan edilmiş, «sahih olan da
budur» denilmiştir. Vehbâniyye Şerhi'nde şöyle denilmektedir:
«"Kazaen" ve "diyaneten" sözlerinin arasını bulmak
mümkündür.» Yani sahihin mukabili olan üçte bir itibarını kazaya, birinciyi
diyanete, hamletmek suretiyle araları bulunur. Bu da bizim söylediğimiz te'yid
eder.
«Fark, innîn
bahsinde gelecektir.» Oradaki ibare şöyledir: «Mezhebe göre, hilâlleri görmek
suretiyle bir Kameri Sene te'cil edilir. Kamerî Sene 354 gün ve bir günün
birazıdır. Bazıları günler hesabıyla bir Şemsi Sene te'cil edileceğini
söylemişlerdir. Şemsî Sene, ötekinden 11 gün fazladır.»
Sonra bu hüküm
evvela malı ay başında kazandığına göredir. Ay ortasında kazanırsa bazılarına
göre günler itibar edilir. Birtakımları, ilk ayın son aydan tamamlanacağını,
ikisinin arasındaki ayların yine hilâli görme hesabıyla itibara alınacağını
söylemişlerdir. Bu söz iddet hakkındaki sözlerine benzer. T.
«Zekâtın vakti
bütün ömürdür.» Bahır sahibi Vâkıât'tan naklen şöyle demiştir: «Bu meseleyle,
vakit çıktıktan sonra kılıp kılmadığında şüphe edilen namaz arasında fark
vardır. Fark şudur: Zekâtı edâ etmek İçin bütün ömür vakittir. Binaenaleyh bu,
vaktinde namazı kılıp kılmadığında şüphe etmek gibi olur. Böyle bir şüphe
bulunursa namazını tekrar kılar.» Bahır sahibi sözüne devamla şunları
söylemiştir: «Bir hâdise olmuştur ki şudur: Bir kimse bütün zekâtını verip
vermediğinde şüphe ederse, meselâ ayrı ayrı zamanlarda zekât vererek verdiğini
kaydetmezse, tekrar zekâtını verecek midir? Söylediğimize bakılırsa muayyen bir
miktar verdiğine kanaat getirmedikçe zekâtını tekrar vermesi lâzım gelir. Çünkü
bu borç, zimmetinde yüzde yüz sâbittir. Şüpheyle ödenmiş sayılamaz.»
Ben derim ki:
Bunun hulâsası şudur: Bu adam verdiği zekâtın miktarını araştırır. Nasıl ki
namazda rekât sayısında şüphe ederse böyle yapar. Ödediğine kanaat getirdiği
miktar sâkıt olur, geri kalanı verir. Hiçbir şeye kanaat getiremezse bütün
zekâtı verir. Allah'u alem.
METİN
Bu terkipteki
"elif lam" ahit içindir.
Bu hususta vârid
olan, «Mallarınızın onda birinin dörtte birini verin!» hadisinden murad, otlak
hayvanlarından başka mallardır. Otlak hayvanlarının zekâtı bu miktarla
sınırlandırılmış değildir. Altının nisabı, 20 miskal; gümüşün nisabı, her on
dirhemi yedi miskal hesabından 200 dirhemdir. Bir dinar (altın) 20 kırat, bir
dirhem (gümüş) 14 kırattır. Kırat, beş arpa büyüklüğüdür. Şu halde şer'î dirhem
70 arpa, miskal ise 100 arpa miktarı olur. Bir miskal, bir dirhem ile bir
dirhemin yedide üçüdür.
«Bu terkipdeki
"Elif lâm" ahit içindir» sözü, mukadder bir sualin cevabıdır. Sual
şudur: "Mal" kelimesi, mal olarak edinilen her şeyin ismidir.
Binaenaleyh otlak hayvanlarına da şâmildir. Şârih bu suale cevap olarak
hadisten, otlak hayvanlarından başka mallar kastedildiğini bildirmiştir. Nehir sahibi
diyor ki: «Bu cevapla "Mal, bizim örfümüzde parayla eşya mânâsında
kullanılır"; sözüne ayrıca cevap vermeye hâcet kalmamıştır.»
Ben derim ki:
Birinci cevabı Zeyleî zikretmiş; Dürer sahibi de ona tâbi olmuştur. Nehir
sahibinin söylediği ikinci cevabı Fetih sahibi zikretmiş; Bahır sahibi de ona
tâbi olmuştur. Bana, ikincisi daha güzel gibi geliyor. Çünkü zihnin, örfen
anlaşılan bir şeye kaçması, hadiste zikredilen bir şeyi anlamasından daha
yakındır.
«Bu miktarla
sınırlandırılmış değildir.» Yani onda birin dörtte biriyle takdir edilmemiştir.
«Altının nisabı
yirmi miskaldir.» Bundan aşağısında zekât yoktur. Velev ki iki veznin arasına
girecek pek az bir noksanlık olsun. Çünkü nisabın tam olup olmadığında şüphe
vardır. Bu şüphe ile onun olduğuna hükmedilemez. Bahır.
Miskal: lügatta,
az olsun çok olsun kendisiyle ölçülen şeydir. Örfdeki mânâsı ileride
gelecektir. T.
Gümüşün nisabı,
her on dirhemi yedi miskal hesabından 200 dirhemdir. Mâlûmun olsun ki Hz. Ömer
(r.a.) zamanında dirhemler muhtelif idi.
Bazısı on miskal
ağırlığında on dirhem, bazısı altı miskal ağırlığında on dirhem, bazısı da beş
miskal ağırlığında on dirhem idi. Ömer (r.a.), alış verişte kavgaya sebep
olmasın diye, her nev'in üçte birini aldı. On'un üçte biri; 3 bütün 1 taksim 3
(3 1/3) altı'nın üçte biri iki; beşin üçte biri bir dirhem iki taksim üçtür.
Bunların mecmuu yedi eder. İstersen dirhemlerin hepsini bir yere topla,
bunların mecmuu 21 eder. 21 'in üçte biri yedidir. Bundan dolayı dirhemler yedi
vezin ağırlığında on olmuşlardır. Bu hesap her şeyde hattâ zekâtta, hırsızlık
nisabında, mehirde ve diyet takdirinde geçerlidir. Bunu Mineh'den naklen
Tahtâvî bildirmiştir. Lâkin Dürer'e uyarak, «Beşin üçte biri bir bütün iki
taksim üç (1 2/3) dirhem dir.» sözü yanlıştır. Doğrusu «(1 2/3) miskaldir.» şeklinde
olacaktır. Dinar dahi miskaldir. Nitekim Zeyleî ile diğer kitaplarda beyan
edilmiştir.
Fetih sahibi diyor
ki: «Zâhire göre miskal, onunla sınırlandırılan şeyin ismidir. Dinar dahi altın
olması kaydıyla onunla sınırlandırılan şeyin adıdır. Hâsılı dinar, miskal ile
sınırlandırılmış madrub altın parçasıdır. Miskalle 'birleşmesi, vezin
yönündendir. Bir dirhem 14 kırattın Şu halde 200 dirhem2800 kırat olur.
Bilmelisin ki, bu şer'î dirhemdir. Örfî dirhem ise 16 kırattır. Frenk
Riyali'nin ağırlığı, örfî dirhemlerle dokuz dirhem bir kırat; şer'î dirhemlerle
on dirhem beş kırat eder. Bu, 145 kırattır. Binâenaleyh riyal hesabıyla nisap
19 riyal üç dirhem ve üç kırattır. T.
Bunda bir parça
ziyadelik vardır, ibaresindeki yanlışlığı da düzeltmek gerekir. Bu sözün
muktezası, örfî dirhemin şer'î dirhemden büyük olmasıdır. İmam Surûci Gâye adlı
eserinde, «Mısırın Dirhemi, 64 arpa tanesidir. O zekât dirheminden büyük olup
nisabı 182 tanedir» diyerek açıklamıştır. Lâkin Fetih sahibi bunu eleştirerek,
daha büyük değil daha küçük olduğunu söylemiştir. Çünkü zekât dirhemi 70
arpadır. Mısırın Dirhemi ise 64 arpadan fazla değildir. Çünkü bu dirhemin
dörtte biri, dört harib çekirdeği ile sınırlandırılmıştır. Bir harib çekirdeği,
orta büyüklükte dört buğday tanesi eder.
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa, Surûci'nin sözü kıratı dört buğday tanesiyle takdir ettiğine
göredir. Nitekim şimdi meşhur olan da budur. Şer'î dirhem 14 kırat olunca, 56
buğday tanesi eder. Ve dirhem ondan daha büyük olur. Lâkin şer'î dirhemin
kıratında muteber olan beş buğday tanesidir. Örfî dirhemin kıratı böyle
değildir. Bazı hâşiye yazarlarının beyanına göre, bugün dirhem Mekke, Medine ve
Hicaz'da ma'ruf olandır -ki bizim örfümüz de buna kafle derler - . Bu dirhem 16
harib çekirdeğinden ibarettir. Her çekirdek dört arpa veya dört buğday tanesi
miktarıdır. Çünkü biz orta bir arpa tanesiyle orta buğday tanesini ölçtük. Her
ikisi müsavi çıktılar. Bugün bizim örfümüzde kırat, harib çekirdeğidir. Şu
halde örfî dirhem 64 arpa eder ve şer'î dirhemden altı arpa tanesi daha
eksiktir. Bugün mâlûm olan miskal, 24 harib çekirdeğidir. Bu, 96 arpa eder ve
şer'î miskalden dört arpa tanesi eksiktir. Demek oluyor ki 200 şer'î dirhem,
218 kafle ve bir kaflenin dörtte üçüdür. Bunun zekâtı, beş örfî dirhem yedi
buçuk hurma çekirdeği eder. Yirmi miskali şer'î; 21 örfü miskalden dört hurma
çekirdeği noksandır. Bunun zekâtı 12,5 hurma çekirdeği miktarı eder. Hâşiye
yazarının söylediği, «örfî miskal 96 arpadır» sözü, Şârih'in Mülteka şerhi'nde
söylediğine muvafıktır. Orada, «şimdi Mısır'da miskal bir buçuk dirhemdir.»
denilmiştir.
Rahmetî'nin
Medine-i Münevvere Müftüsü Seyyid Muhammed Esâd'-dan naklen bildirdiğine göre.
Muhammed Esâd birçok eski dinarlara tesadüf etmiş. Bunların bazısı Benî
Ümeyye'nin, bazısı 79 tarihinde Benî Abbas'ın hilâfeti zamanında; kimisi 83
tarihinde Abdülmelîk bin Mervan" ın, kimisi de 173 tarihinde Hârunu
Reşid'in hilâfeti zamanında basılmış. İçlerinde 181 tarihinde basılanlar olduğu
gibi, Me'mun zamanında basılanlar da varmış. Bundan önce ve sonra basılanlara
da rastlamış ve hepsi vezin itibariyle müsavi imiş. Her dinar Medine dirhemiyle
bir dirhem bir çeyrek vezninde imiş. Her dirhem 16 kırat, her kırat dört buğday
tanesi miktarında imiş.
Ben derim ki: Bu
Şârih'in «şer'î dinar 20 kırattır» sözüne muvafıktır. Lâkin bir kıratın dört
buğday tanesi olmasını gerektirmesi yönünden ona aykırıdır. O'na göre miskal de
80 buğday tanesidir. Halbuki Şâfiîler'le Hanbelîler'in kitaplarında beyan
edildiğine göre, zekât dirhemi altı dânaktır. Bir dânak, sekiz arpa tanesiyle
bir tanenin beşte biridir. Dirhem 50 tane ile bir tanenin beşte biri; miskal de
orta büyüklükte, kabuğu soyulmamış ve iki tarafından kılçığı kırılmış ince ve
uzun 72 arpadır Bu ölçü cahiliyet ve İslâm devirlerinde değişmemiştir. Bundan
her ne zaman onda birininüçü eksik olursa dirhem olur. Dirhemin üzerine yedide
üçü ziyade edilirse miskal olur.
Ben derim ki: Bu
izaha göre bir dirhem 12 kırat eder. Her kırat yarım dânak, dört arpa tanesi ve
bir tanenin beşte biridir. Miskal de 17 kırat, iki arpa tanesidir. Çünkü
onların takdirine göre dirhemin yedide üçü 21 arpa tanesi ile bir tanenin beşte
üçüdür. Dirhem üzerine bu miktar - ki 50 tane ile bir tanenin beşte biridir-
ziyade edilince 72 tane eder. Sekbü'l-Enhûr adlı eserde, çeşitli ıstılahlara
binaen kırat ve dirhemin tahdîdi hususunda birçok kaviller zikredilmiştir.
Maksat, şer'î dirhemin tahdîdidir. Bu bâbdaki ihtilâfı gördün. Bize göre meşhur
olan kavil Şârih'in söylediğidir.
Sonra şunu da bil
ki, bu zamanda muamele gören dirhem ve dinarlar (altın ve gümüş paralar) vezin
ve kıymet itibariyle pek çok muhtelif nev'îlere ayrılırlar. Halk bunların
veznini bilmeksizin sayı itibariyle onlarla muamele yaparlar. Zekâtlarını da
sayı itîbariyle verirler. Çünkü vezin itibariyle bunların zaptı güçtür.
Bilhassa borçları olan kimse için çok güçtür. Zira vezni daha ağır olanla
takdir etse, büyük bir miktar tutar; ancak hafif olanla takdir etse, bundan
daha aşağı olur. Bu sebeple her 40 kuruşta bir kuruş, 200 kuruşta beş kuruş
zekât verirler. Halbuki bunlarda vâcip olan, yukarıda geçtiği vecihle vezindir;
ilerde de gelecektir. Binaenaleyh zekât olarak verdiği ağır kuruşlar veya ağır
altın cinsinden olmalıdır ki sayı hesabıyla verdikleri, onda birinin dörtte
birinden daha az olmasın ve borcundan yüzde yüz kurtulduğunu bilsin. Yalnız
hafif vezinliden veya ağır vezinli olanla karışıktan verirse böyle değildir.
Çünkü malının onda birinin dörtte birini bulmayabilir. Meğer ki bütün malı
hafif cinsten olsun. Ekseriyetle mal sahipleri bundan gafildirler, buna dikkat
edilmelidir!
METİN
Bazıları: «her
beldede ora halkının vezniyle fetva verilir» demişlerdir. Biz bunu alışveriş
bahsinin dağınık meselelerinde tahkik edeceğiz. Muteber olan altınla gümüşün
hem eda hem vücup yönünden vezinleridir. Kıymetleri değildir. Darbedilmiş
altınla gümüşte ve işlenenlerinde - velev ki külçe veya ziynet olsun -
kullanılması mübah veya haram olsun, mutlak surette hattâ ziynet ve nafaka için
bile olsalar onda birin dörtte birini vermek lâzım gelir. Çünkü altınla gümüş
kıymet olarak yaratılmışlardır. Binaenaleyh nasıl olursa olsunlar zekâtlarını
vermek gerekir. Kıymeti altın veya darbedilmiş gümüşten nisabı dolduran ticaret
eşyasında altınla gümüş birbirlerine müsavi oldukları takdirde ikisinden biri
ile kıymet biçerek eşyanın kıymeti verilir.(Müsavi değil de biri daha fazla
geçerli ise, onunla kıymetlendirmek taayyün eder. Birinden kıymet biçildiği
takdirde nisabı doldurur da ötekinden kıymet biçilince doldurmazsa, nisabı
dolduran ile kıymet biçmek taayyün eder. Biri ile kıymet biçildikte nisabı
doldurur ve beşte bir artar, diğeri ile kıymetlendirildikte daha az olursa,
fakir için daha faydalı olanla kıymet biçilir. Sirâc.
«Darbedilmiş
gümüşten» sözü, kıymet biçmenin ancak darbedilmiş olanıyla yapılacağını ifade
eder. Bu, örf ile amel etmiş olmak içindir. Burada ticaret malından murad, para
olmayan şeylerdir. Haraç arzisinde ve benzerinde niyetin sahih olmaması,
yukarıda arz ettiğimiz vecihle mâni bulunduğundandır. Yoksa arazi eşyadan
sayılmadığı için değildir. Dikkatli ol!
İZAH
«Bazıları her
beldede ora halkının vezniyle fetva verilir demişlerdir.»
Valvalciye sahibi
kesinlikle buna kâil olmuş; Hulâsa'da bu söz İbn-i Fadıl'a nispet edilmiş;
Serahsi dahi bununla amel etmiştir. Mücteba, Cem'un-Nevâzil, Uyûn, Mi'râc,
Hâniyye ve Fetih'te bu kavil benimsenmiştir. Fetih'te bundan sonra şöyle
denilmiştir: «Ancak ben diyorum ki bunun Peygamber (s.a.v.) zamanındaki
vezinden daha az olmamakla kayıtlanması gerekir. Bundan murad, beş dirhem
ağırlığındaki onluktur.» Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır. Nehir'de
Sirâc'dan naklen şu cümleler ziyade edilmiştir: «Ancak dirhemin 14 kırat olması
pek çok fukahanın ve cumhurun kavlidir. Gelmiş geçmiş bütün fukahanın kitapları
buna göre yazılmıştır» Şârih «biz bunu alışveriş bahsinde tahkik edeceğiz»
diyorsa da orada, yaptığı tahkik zekâta müteallik değil, akitlere aittir.
Akitte dirhem ismi geçerse, örfî dirhem anlaşılır. Bu sözü vâkif mutlak olarak
söylerse yine hüküm budur. H.
«Muteber olan hem
eda hem vücup yönünden vezinleridir.» Yani eda yönünden muteber olan, vezin
yönünden vâcip miktarıdır. Bu, İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'a göredir. İmam Züfer'e
göre muteber olan kıymettir. İman Muhammed, fakir için hangisi daha faydalıysa
onu muteber tutmuştur. Şu halde bir kimse iyi cinsten beş dirhem yerine,
kıymeti dört dirhem olan bozuk beş dirhem verse, şeyhayn'a göre caiz fakat
mekruhtur. İmam Muhammed'le Züfer'e göre fazlayı vermedikçe caiz değildir. Beş
kötü dirhem kıymetinde iyi cinsten dört dirhem verse, yalnız İmam Züfer'e göre
caiz olur. Bir kimsenin 200 dirhem ağılığında ve 300 dirhem kıymetinde gümüşten
bir ibriği bulunur da onun aynından beş dirhem verirse, söz yoktur. Başkasından
verirse şeyhayn'a göre caiz; İmam Muhammed'le Züfer'e göre caiz değildir. Meğer
ki fazlalığı vermiş olsun. Başka cinsten verirse kıymet itibar edileceği
hususunda ulemamız ittifak etmişlerdir. Hattâ kaptan ayrı olarak beş dirhem
kıymetinde altın verse, hiçbirine göre caiz olmaz; çünkü karşılaştırılınca,
iyiliği, cinsinin muhalifiyle kıymetlendirilir. Kıymeti verirse, hak edilen
miktarın yerine geçer. Mi'râc'da böyle denilmiştir. Nehir.
Vücup yönünden
muteber olan da vezin itibariyle nisabı doldurmalarıdır. Nehir. Hattâ bir
kimsenin on miskal ağırlığında altından veya 100 dirhem ağırlığında gümüşten
bir ibriği olur da işçilik kıymeti 20 dirhem tutarsa, yahut 200 dirhemi
bulursa, bunlarda bilittifak hiçbir şey vermek vâcip olmaz.
«Darbedilmiş»
tabirinden murad, para haline getirilmiş altın ve gümüşlerdir. İşlenmişinden
murad da, kılıç kabzası, kemer kantarına, eğer, mushaf ve kabkacak tezhîbi gibi
şeylerdir ki, eritince oldukları yerden boşanırlar. Bahır.
Külçe, eritilmemiş
altın ve gümüş demektir. Bunu Bahır sahibi Ziyâ'dan nakletmiştir. Onun için
Halebî, «Bu meseleyi burada zikretmesi doğru değildir. Çünkü külçeye
darbedilmiş denilemediği gibi, işlenmiş de denilemez.» Bunu «mutlak surette,
sözünden sonra zikretmeliydi» demiştir. Kenz'in ibaresi böyle değildir. O, «iki
yüz dirhemle 20 dinarda onda, birin dörtte birini vermek vâcip olur, velev ki,
külçe halinde olsun» demiştir ki, külçe üst tarafta zikrettiğinde dahildir.
Kullanılması
erkeklere haram olan şeye miskal altın yüzüktür. Kaplar ise mutlak surette
haramdır. Velev ki gümüşten olsun. şârih'in "nafaka için bile olsa"
sözü, İbn-i Melek'in ifadesine aykırıdır. O, zekât bahsinin başında arz
ettiğimiz vecihle, «Altın gümüş aslî hacetleriyle meşgul olursa onlarda zekât
yoktur» demiştir. Oraya müracaat edebilirsin H.
(Ticaret eşyasına
Araplar "arz" derler.) «Burada ticaret malından murad, para olmayan
şeylerdir.» El-Muğrib'de böyle tefsir edilmiştir. Bahır sahibi bunu
Ziyâü'l-Halûm'dan nakletmiştir. Dürer'de ise, «Râ'nın sükûnu ile arz, ölçüye
tartıya girmeyen hayvan ve akar da olmayan şeydir.» Sıhâh'da da böyle
denilmiştir. Râ'nın fetvası ile (araz) ise, dünya malı demektir ve bütün mallara
şâmildir. Burada onun bir vechi yoktur; çünkü bu kelime, altınla gümüş
mukabilinde kullanılmıştır, deniliyor. Yani Dürer sahibi burada araz murad
değildir. Çünkü o, bütün mallara Şâmildi. Halbuki altınla gümüş onda dahil
değildir. Buna karine, araz kelimesinin altınla gümüş mukabilinde
zikredilmesidir. Binaenaleyh "arz" okunması icabeder; demek istiyor.
Lâkin Sıhah'daki tarife göre hayvanlarla, ölçülen tartılan şeyler onun
şümûlinden hariçtir. Halbuki niyet edilirse, onlar da ticaret malında dahildirler.
Onun için kitabımızın Şârihi. «Burada ticaret malından murad, para olmayan
şeylerdir» demiştir.
«Haraç arazisinde
niyetin sahih olmaması, mâni bulunduğundandır.
Bu cümle
Zeyleî'nin itirazına cevaptır. Zeyleî, «Haraç arazisinde zekât vâcip değildir.
Velev ki satın alırken ticareti niyet etsin. Halbuki o da arazlardandır»
demiştir. Bunun cevabı sâime bâbından az önce geçen şu sözdür: «Esasen altın,
gümüş ve otlak hayvanlarından başka mallarda ticaret niyeti olursa iki defa
zekât vermeye müeddî bir mâni bulmamak şartı ile zekât verilir.» «Yoksa arazi
eşyadan sayılmadığı için değildir» cümlesi, Dürer sahibine red cevabıdır. O,
Zeyleî'nin itirazına, «yer araz değildir» diye cevap vermişti. Bahır sahibi
diyor ki: «Bu söz reddedilir. Çünkü biliyorsun arazın burada doğru tefsiri,
para olmayan şeydir.» Zeyleî şöyle de itiraz etmişti: «Bir kimse öşür arazisi
satın alır da eker; yahut ticaret için tohum alır da ekerse öşür vâcip olur.
Zekât vâcip olmaz. Zira öşürle zekât bir yere gelmez.» Buna da Şârih'in dediği
gibi «mâni vardır» diye cevap verilir. Dürer'de ve ona tebean Bahır'da şöyle
cevap verilmiştir: «Tohumda zekât vâcip olmaması, ancak ekildikten sonra
meydana gelmiştir. Bu zarar etmez. Çünkü evvelce geçtiği vecihle ticaret için
satın alınan kölede mücerret hizmeti niyet etmek zekâtın vâcip olmasını ıskat
ederse, niyetten daha kuvvetli olan tasarrufun ıskât etmesi evleviyette kalır.»
«Biri daha geçerli
ise onunla kıymet biçmek taayyün eder.» Yani geçerli olan nisabı dolduruyorsa,
onunla kıymet biçilir. Çünkü Nehir'de Fetih'ten naklen, «Nisabı dolduran
taayyün eder; doldurmayan etmez. Her ikisi de nisabı doldurur da biri daha
geçerli olursa, geçerli olanla kıymet biçmek taayyün eder» denilmiştir.
«Altınla gümüşten
biri ile kıymet biçilir de nisabı doldurur ve beşte bir artarsa...» cümlesi,
Sirâc'dan naklen Nehir'de şöyle izah edilmiştir:
«Eşyayı dirhemle
kıymetlendirdiği takdirde 240 dirhem, altınla kıymetlendirdiği takdirde 23
dinar edecekse, dirhemle kıymetlendirir. Çünkü bu takdirde altı dirhem vermek
icabeder. Dinarlakıymetlendirirse yarım dinar vermesi icabeder ki, bunun
kıymeti beş dirhemdir. Şayet eldeki eşya altınla kıymetlendirildiğinde 24
dinar, dirhemle kıymetlendirildiğinde 136 dirhem edecekse, dinarla
kıymetlendirilir.»
Hidaye'de, «Her
dinar şeriatta on dirhemdir» denilmektedir. Fetih'te bu cümle, «Yani şeriatta
on dirhemle kıymetlendirilir. Evvelleri böyle yapılırdı» diye izah edilmiştir.
METİN
Her beşte birde,
hesabına göre zekât vardır. Meselâ İmam-ı Âzam'a göre her 40 dirhemde bir
dirhem, her dört miskalde iki kırat zekât vardır. Beşte birden, diğer beşte
bire kadar af olup, zekât yoktur. İmameyn, «Artanın hesabına göre zekâtı
vardır» demişlerdir. Küsur meselesi budur. Gümüşü fazla olan maden gümüş,
altını fazla olan altındır. Hangisinin karışık madeni fazla ise ticaret malları
gibi kıymetlendirilir. Ticaret niyet edilirse, niyet şarttır. Meğer ki nisap
miktarını bulan bir parçası veya daha azı ayrılmış olup elinde onu tamamlayacak
eşya veya parası buluna. Yahut kıymet itibariyle en aşağı paradan zekât vâcip
olacak miktarı bulan geçerli kıymette nisapları doldurmuş ola. Bu takdirde
zekatı vacip olur, aksi takdirde vâcip değildir.
İZAH
«Her beşte birde,
nisabına göre zekât vardır.» Yani nisapdan fazlası nisabın beşte birine
varıncaya kadar affedilir. Sonra her beşte birden artan başka beşte bire
varıncaya kadar yine af edilmiştir. Bu meselede imamlarımız arasındaki hilâfın
eseri şurada görülür. Bir kimsenin 205 dirhemi olur da üzerinden iki sene
geçerse, İmam-ı Âzam'a göre on dirhem zekât vermesi lâzım gelir. İmameyn beş
dirhem lâzım geleceğini söylemişlerdir. Çünkü o kimseye ilk sene beş dirhem ile
bir dirhemin sekizde biri vâcip olmuştur. İkinci sene borçtan hâli olarak
sekizde biri noksan kalır. İmam-ı Âzam'a göre küsurda zekât yoktur. Binaenaleyh
ikinci sene nisap tam olarak kalır.
Hilâfın semeresi
bir de şurada görülür: Bir adamın elinde, üzerinden üç sene geçmiş 1000 dirhemi
bulunursa, İmam-ı Âzam'a göre ikinci sene 24, üçüncü sene 23 dirhem vermesi
icabeder. İmameyn'e göre ise 24 ile birlikte bir dirhemin 3/8 i, 23 ile beraber
yarım, dörtte bir ve sekizde bir dirhem vermesi lâzım gelir. ilk sene 25 dirhem
vermesi icab edeceğinde hilâf yoktur. Sirâc'da böyle denilmiştir. Nehir.
Ben derim ki:
Sirâc'da bunu ben de 1/8 dirhem diye gördüm (bu yanlıştır). Doğrusu, 1/8
dirhemin 1/8'zidir. Nitekim hesap bilen kimseye âşikârdır.
Bunun izahı şudur:
ilk sene verilmesi farz olan miktar 25 dirhem, ikincide 24 dirhem ile 3/8
dirhemdir. Şu halde üçüncü senede borçtan hâii olarak 950 5/8 dirhem kalır. 920
dirhemde, bunun onda birinin dördü kadar zekât vardır. Bu, 30'un 23'ünde yarım
dirhem ve çeyrektir. 5/8'de ise 1/8'zin 1/8 dirhemi eder. Çünkü onda birinin
dörtte biri budur ve beşin 320 ye nisbeti gibidir. Bu da onun 1/8'nln 1/8'zi ve
5/8'nin onda birinin dörtte biridir. Zira 320'nin 5/8'zi 200 eder. 200'ün onda
birinin dörtte biri de beştir. Beşi 320'ye nisbet etmek 1/8'rin 1/8'idir. Çünkü
1/8'zi 40'dır. Kırkın 1/8'zi ise beştir.
TEMBİH: «Hilâfın
eseri şurada da görülür: Bahır ve Nehir'de Muhitten nakledildiğine göre, iki
ziyade birbirine katılmaz. Yani gümüş nisabının ziyadesi, altın nisabının
ziyadesine katılıp da 40 dirhem yahut dört miskal tamamlanmaz, Bu, İmam-ı
Âzam'a göredir. Çünkü ona göre kesirlerde zekât yoktur. İmameyn'e göre iki
ziyade birbirine katılır. Çünkü kesirlerde zekât vardır. Lâkin Rahmetî,
İmameyn'e göre kesirlerde zekât vâcip olduktan sonra, iki ziyadeyi birbirine
katmanın faydası hususunda bir şey demeyip duraklamıştır. Allah'u âlem. Bu
sebepten kitaba hâşiye yazanlardan biri, şeyhi Muhammed Emin'den naklen,
Sürûcî'nin, Muhit'den, hilâfın bunun aksine olduğunu rivayet ettiğini söylemiş.
Bahır'la Nehir'deki ibarenin yanlış olduğunu bildirmiştir.
Ben derim ki:
Muhit'e ben de müracaat ettim ve Sürucî'nin naklettiği gibi olduğunu gördüm.
Bunu Bedâyi sahibi de açıklamıştır.
«Küsur meselesi
budur.» Yani İmam-ı Âzam'a göre beşte biri bulmadıkça kesirlerde zekât yoktur,
dedikleri mesele budur. Bu tâbir, «Küsurdan bir şey alma» hadisinden
alınmıştır. Buna küsur denilmesi, o sayıdaki zekât itibariyledir.
«Gümüşü fazla olan
maden gümüş sayılır.» Çünkü dirhemler biraz maden karışımından hâli
değillerdir. Onları madensiz basmak mümkün değildir. Binaenaleyh madenle gümüş
arasında fasıla, birinin fazla oluşudur. Nehir. Altın da gümüş gibidir. T.
«Ticaret niyet
edilirse niyet şarttır.» Yani ticarete niyet ederse, kıymetine itibar olunur.
Nehir. Sâime bâbından az önce ticaret niyetinin şartlarını arzetmiştik.
«En aşağı paradan»
ibaresini, Bedâyi sahibi "gümüşü fazla olan maden" diye tefsir
etmiştir.
Ben derim ki;
Musannıf zekât vâcip olduğunu tercih ettiğine göre, madenle gümüşü müsavi diye
tefsir etmek gerekir. Musannıf bunu az sonra zikredecektir.
«Bu takdirde
zekâtı vâcip olur.» Yani madeni gümüşünden fazla olan bir malda ticareti niyet
ederse, yahut ticareti niyet etmez, fakat o maldan nisap miktarı gümüş
ayrılırsa veya ayrılmaz fakat geçer kıymetler halinde olup, kıymeti, nisabı
doldurursa, zekât vâcip olur.
«Aksi takdirde
vâcip değildir.» Yani bunlardan bir şey bulunmazsa zekat vâcip olmaz. Hâsılı
içinde nisap miktarı halis gümüş bulunur veya geçer kıymet olursa, ticareti
niyet etsin etmesin zekâtını vermek vâcip olur. Çünkü o malda nisap miktarı
halis gümüş bulunursa, halisin zekâtını vermek icabeder. Nitekim bunu Cevhere
sahibi açıklamıştır. Altınla gümüşün aynı (kendisi) ticaret niyetine muhtaç
değildir. Şumunnî ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Geçer kıymet dahi
böyledir. Niyetin şart kılınması, bundan başkalarına kalır. Şârih'in sözünden
anlaşılan budur. Bahır ile Nehir'de de böyledir.
Lâkin Zeyleî'de
şöyle denilmektedir: «Madeni gümüşünden fazla olan malda ticareti niyet ederse,
mutlak surette kıymetine itibar olunur. Aksi takdirde, eğer halis gümüşü yalnız
başına yahut başkasına katmakla nisabı doldurursa, onun zekâtını vermek
vâciptir.» Bu sözün ifade ettiği mânâ, gümüşü ayrılsa bile doldurmadıkça
ticareti niyet ettiğinde kıymetin itibara alınmasıdır. Bana, zıddiyet yok gibi
geliyor. Çünkü o madenden nisabı doldurmayan gümüş ayrılınca, zekât yalnız
buhalîs gümüşte vâcip olur. Nitekim Cevhere'den naklen yukarıda geçti. Ancak
ticareti niyet ederse, kıymet itibariyle hepsinde zekât vâcip olur. Zeyleî'nin
sözünü dikkatle teemmül edersen, bu söylediğim hususta açık gibi olduğunu
görürsün. Anla!
Zeyleî'nin
«Ticareti niyet ederse kıymeti muteber olur» sözünden murad, katılan madeni
fazla olandır. Bundan, nisap miktarı halis gümüş toplansın toplanmasın fark
etmez». "Aksi takdirde gümüşü halis ise onda zekât vâciptir." sözünün
mânâsı, o madenden ayrılan gümüşte zekat vaciptir, geri kalan karışık madende
vâcip değildir demektir.
FER'İ MESELE:
şurunbulâliye'de beyan edildiğine göre, bakır parçalar, geçer kıymette veya
ticaret, metal Olurlarsa, zekâtlarını kıymet itibariyle vermek icabeder; aksi
takdirde bir şey lâzım gelmez.
METİN
Yabancı madeni altın
ve gümüşe müsavi olan paralar hakkında ihtilâf edilmiştir. Muhtar olan kavle
göre, ihtiyaten zekât lâzımdır. Hâniyye. Onun için bunlar ancak tartı ile
satılırlar. Gümüşle karışan altına gelince: Altını fazla ise altındır; böyle
değilse altın veya gümüş kendi nisabını doldurduğu takdirde zekât vâciptir.
«Muhtar olan kavle
göre ihtiyaten zekât lâzımdır.» Velev ki ticaret
İZAH
niyeti bulunmasın.
Bazıları, vâcip olmadığını söylemişlerdir. Nehir. Şurunbulâliye'de Burhan'dan
naklen şöyle deniliyor: «En zâhir şekli, olmamaktır. Çünkü vücup için şart
kılınan fazlalık vasfı yoktur. Bazıları, vâcip olup olmaması cihetlerine
bakarak, iki buçuk dirhem vâcip olduğunu söylemişlerdir.» Dürer'den anlaşılan,
Hâniyye ile Hülâsa'ya tebaan birinci kavli benimsemiş olduğudur. Allâme Nuh
Efendi, «Ben de bunu ihtiyar ettim. Çünkü ibadette ihtiyat, vâcip olmasıdır.
Nitekim ulema bunu birçok meselelerde açıklamışlardır. Onlardan biri de, kanla
tükrük müsavi olduğu zaman, ihtiyaten abdestin bozulmasıdır, demiştir.»
«Onun için» yani
ihtiyattan dolayı bunlar ancak tartı ile satılır.
«Altını fazla ise
altındır.» Mâlûmun olsun ki, altınla gümüş karışırsa, ya altını fazla, ya az,
ya müsâvi olur. Her hale göre, ya her iki maden ayrı ayrı nisabını doldururlar,
yahut yalnız altın veya yalnız gümüş nisabı doldurur, yahut doldurmazlar.
Böylece 12 şekil meydana gelir. Bunlardan ikisi sadece aklî olup şunlardır:
1 - Yalnız başına
gümüşün, nisabı doldurması ve altının ondan fazla olması.
2 - Gümüşün altına
müsâvi olması. On şeklin, hariçte vücudları vardır. Bunu bildikten sonra şunu
da öğren ki; Şârih'in, «altını fazla ise altındır» sözünün altında dört şekil
vardır:
Bunlar, 1 - Her
ikisinin nisabı doldurması,
2 - İkisinin de
nisabı doldurmaması,
3 - Yalnız altının
nisabı doldurması,
4 - Yalnız gümüşün
nisabı doldurmasıdır. Lâkin dördüncü şekil, bildiğin gibi imkansızdır. Çünkü ne
zaman altın, nisabı dolduran gümüşten fazla olursa, onun da nisabı, hattâ
birkaç nisabı doldurmasılazım gelir. Şârih, geri kalan üç şeklin hükmünü
«Altındır» diyerek beyan etmiştir. Birinciyle üçüncü şekil açıktır. Çünkü
bunlarda atlın yalnız başına nisabı doldurmuştur. Gümüş, nisabı doldursun
doldurmasın ona tâbidir. ikinci şekil de öyledir; zira altın fazla olunca,
itibar onadır; o daha kıymetli ve daha pahalıdır. Nitekim gelecektir. İkisinin
toplamı nisabı doldurduğu zaman, altının zekâtını verir.
«Böyle değilse»
sözünden murad, altını fazla değilse demektir ki ya gümüşü fazla yahut her
ikisi müsâvidir. Burada sekiz şekil meydana gelir. Ya her ikisi kendi nisabını
doldurur, yahut doldurmaz; ya sadece altın nisabını doldurur, yahut sadece
gümüş; ya gümüş fazladır yahut her ikisi müsavidirler. Lâkin her ikisi müsavi
oldukları halde, yalnız gümüşün nisabını doldurması bildiğin gibi imkânsızdır.
Şu halde yedi şekil kalır.
Şârih'in, «Altın
veya gümüş kendi nisabını doldurursa» diye kayıtlaması, yediden iki şekil daha
çıkarır. Bunlar, her biri nisabını doldurmayıp gümüş fazla geldiği, yahut her
ikisinin müsavi olduğu şekillerdir. Bunların hükümlerini sonra söyleyeceğiz. Şu
halde beş şekil kalır. İkisi müsavi oldukları, üçü de gümüşün fazla olduğu
şekillerdir.
«Altın veya gümüş
kendi nisabını doldurduğu takdirde zekât vâciptir.» Yani altın yalnız başına
nisabını doldurur, yahut gümüşü fazla veya her ikisi müsâvi oldukları zaman -
ki bu dört suret eder - veya gümüş altından fazla olduğu zaman yalnız başına
nisabını dolduruyorsa - ki bu beşinci şekildir - nisabını dolduranın zekâtı
vâcip olur.
Zikredilen dört
şekilde altının nisabı dolarsa, onun zekâtı vâcip olur. Zira nisabı dolunca,
onun itibara alınması icap eder. Çünkü o daha kıymetli ve daha pahalıdır.
Gümüş, altınla birlikte nisabı doldursa bile ona tâbi olur. Gümüş daha fazla
olur da nisabı doldurur; altın dolduramazsa, o tercih edilerek gümüş zekâtı
verilir. Ve bütün zekât gümüş olur. Lâkin burada tafsilât vardır. Bunu sonra
anlatacağız.
Şarih'in, ilk üç
şekil hakkındaki sözünün hükmü anlaşıldı. Diğer beş şekil de Şumunnî ile
Zeyleî'nin ibarelerinden anlaşılmaktadır, Şumunnî'nin ibaresi şöyledir:
"Altın gümüşle karışık eritilirse, altın, nisabı doldurduğu takdirde hepsi
için altın zekâtı verilir. Altının daha çok veya daha az olması fark etmez,
çünkü o daha kıymetlidir. Altın, nisabını doldurmazsa, gümüş kendi nisabını
doldurduğu takdirde, hepsi için gümüş zekatı verilir." Zeyleî'nin ibaresi
de şudur: «Gümüşle karışık altın kendi nisabını doldurursa altın zekâtı vermek
icabeder; şayet gümüş kendi nisabını doldurursa, onun için gümüş zekatı vâcip
olur. Bu hüküm, gümüş altından fazla olduğuna göredir. Altından az olursa,
hepsi altın sayılır. Çünkü altın daha kıymetli ve daha pahalıdır.» Bu
ibarelerin ikisi de aynı şeyi anlatmaktadır, Şârih'in ifadesinde, söylediğimiz
yedi şekil bunlardan alınır. Şumunnî'nin, «İster daha çok ister daha az olsun»
sözü, gümüşün kendi nisabını doldurup doldurmamasına şâmildir. Buna delil, bu
sözden sonra, «Altın kendi nisabını doldurmazsa ilh...» demesidir. Çünkü
bütününün zekatını gümüşten itibar etmemiş, ancak altın kendi nisabını
doldurmazsa o zaman gümüşten itibar etmiştir. Bu gösteriyor ki, daha önceki,
«Altın kendi nisabını doldurursa ilh...» demekle, altın, nisabını doldurmak
şartıyla, bütününü altın saymıştır. Aynı zamanda gümüşün de kendi nisabını
doldurmuş veya doldurmamış olmasını itibara almamıştır. Zeyleî'nin sözü de
öyledir. O da «Şayet gümüş, nisabını doldurursa ilh...» sözüyle, altın kendi
nisabını doldurmadıysa, demek istemiştir. Buna delil, ikisini
karşılaştırmasıdır. Çünkü evvela altın kendi nisabını doldurunca, hepsini altın
saymış ve bunu mutlak söylemişti.
Binaenaleyh söz,
gümüşün de kendi nisabını doldurması ve doldurmaması hallerine şamildir. Bundan
anlaşılır ki, o hepsini gümüş itibar etmemiş; bunu ancak, altın kendi nisabını
dolduramadığı zaman yapmıştır. Altın, nisabını doldurursa, hepsi için altın
zekâtı verilir demiştir; çünkü altın daha kıymetli ve daha pahalıdır. Keza
altın, gümüşten daha fazla olur da, gümüşü katmakla nisabı doldurursa, ona yine
altın hükmü vermiştir. Nitekim «Gümüş daha az olursa, karışımı hep altındır
ilh...» sözünden anlaşılmaktadır. İşte Şârih'in, «Altın daha fazla ise altın
hükmündedir» dediği budur. Şumunnî'nin «İster daha fazla ister daha az olsun»
sözünde, müsavi oldukları şeklin hükmü, evleviyetle dahildir. Bu mânâ,
Zeyleî'nin «Altın nisabını doldurursa ilh...» sözünden de anlaşılmaktadır.
Böylece iki ibare arasında birbirine aykırılık olmadığı gibi, onların
ibareleriyle Şârih'in ibaresi arasında da aykırılık olmadığı meydana çıkar.
Ancak Zeyleî'nin «Bu, gümüş fazla olduğuna göredir» sözüne hacet yoktur. Çünkü
gümüş yalnız başına nisabı doldurursa, mutlaka nisabı doldurmayan altından daha
çok olacaktır. Onun için Şumunnî bunu zikretmemiştir .Galiba Zeyleî bunu, «Amma
gümüş daha az olursa» sözüne esas olmak üzere zikretmiştir. Burasını anlatırken
benim anlayabildiğim budur. Sen de anla! Allah'u âlem!..
TEMBİH:
Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir «Gümüş çok, altın az olursa, meselâ
eritilenin üçte ikisi veya daha fazlası gümüş olursa, hepsine gümüş hükmü
verilmez; çünkü altının kıymeti daha çoktur; onu kendinden aşağısına tâbi
kılmak caiz değildir. Altın daha fazla ise, bunun hilafınadır.» Bundan şu
anlaşılır ki yukarıda geçen, «Gümüş nisabını doldurur da altın kendi nisabını
doldurmazsa, gümüş zekâtı vermek icabeder.» sözü, karışan altın, kıymetçe
gümüşten fazla olmamakla kayıtlıdır. Aksi takdirde hepsi altın olur. Vaad
edilen tafsilât budur. Zeyleî'nin yukarıda geçen ibaresinde dahi buna işaret
vardır. Yedi şekilden kalan iki suretin hükmü de bundan alınır. Bu iki suret;
gümüş daha fazla olmakla beraber, ikisi de nisabı doldurmadıkları; bir de
müsavi oldukları hallerdir. Şu izaha göre, bu iki şeklin de, Şârih'in «Altın
daha fazlaysa altın hükmü verilir.» sözüne girmeleri mümkündür. Bu sözden,
altının, tartı veya kıymet itibariyle gümüşten fazla olduğu kastedilir. Lâkin
Muhit ve Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Altın liralarda, Mahmudiye'de olduğu
gibi, altın daha fazla bulunursa, bunların hükmü altındır. Herevilerde olduğu
gibi gümüşü daha fazla ise, eşyaya geçer kıymet olur veya ticarette
kullanılırlarsa, kıymetine itibar edilir. Böyle olmazlarsa, tartı hesabı ile
içlerindeki altın ve gümüşün miktarına itibar edilir. Çünkü altınla gümüş,
eritmekle ayrılırlar.» Bu söz, gümüşle karışık eritilen liralarda, hükmün,
bozuk paralarla karışık gümüş gibi olacağı hususunda açık gibidir. Bu paralarda
altın fazla îse, altın hükmünü alırlar. Nasıl ki karışık madenden fazla olan
gümüşe de gümüş hükmü verilir. Bu paralarda gümüş daha fazla ise,
karışıkmadenin içinde az kalan gümüş gibi olur ve kıymeti hesap edilir. Kıymeti
nisabı doldurursa, geçer kıymet, para, yahut ticarette kullanılır olmak
şartıyla zekâtını verir. Böyle değilse, içindeki gümüş tartı hesabıyla itibara
alınır. Nisabı doldurursa, yahut onun nisabını dolduracak başka bir malı varsa,
zekâtını verir; yoksa vermez.
Bu suretle
anlaşılır ki, Şârih'in Zeyleî ile şumunnî'ye uyarak söyledikleri, basılmış
altın liralar değildir. Yahut ticarette kullanılmayan ve geçer akçe sayılmayan
basılmış liralardır. Veyahut bu söz, başka bir kavildir. Teemmül buyrula.
Allah'u âlem.
METİN
Senenin iki
tarafında - velev ki otlak hayvanında olsun - nisabın tam olması şarttır.
Senenin başında şart olması, sebebin mün'akit olması için; sonunda şart olması
da, vücup tahakkuk etmek içindir. Ara yerde nisabın azalması zarar etmez. Malın
hepsi helâk olursa, sene bâtıl olur. Borca gelince, o bütün malını kaplasa
bile, senenin hükmünü bozmaz. Ticaret eşyasının kıymeti altınla gümüşe katılır.
Çünkü hepsi yaratılış ve kullanılış itibariyle ticaret içindir. Altın gümüşe ve
gümüş altına,her ikisi kıymet olmaları itibariyle kıymet hesabıyla katılır.
İZAH
«Senenin iki
tarafında - velev hükmen olsun - nisabın tam olması şarttır.» Çünkü Bahır ile
Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin ticaret için nisap miktarı koyunu
olur da sene tamamlanmadan ölürler ve derilerini tabakladıktan sonra sene
dolarsa, nisabı doldurduğu takdirde zekât vermesi gerekir. Ticaret için elinde
bulunan şırası, ,sene tamamlanmadan şarap olur da sonra sirkeye inkılab ederek
sene dolarsa zekât vermesi gerekmez. Çünkü birincide koyunların derileri mevcut
olduğu için nisap bâkidir. Zira derilerin kıymeti vardır, İkincide öyle
değildir. Ama İbn-i Semâa'dan ikincide (şıra meselesinde) dahi zekât vereceği
rivayet olunmuştur.»
«Sene içerisinde
malın hepsi helal olursa sene bâtıl olur.» Hattâ başka mal kazanırsa, onun zekâtı
için yeniden sene itibar eder. Sene tamam olduktan sonra helâk olursa, ne hüküm
verileceği, koyunun zekâtı bâbında geçmişti. Nehir'de şöyle deniliyor: «Otlak
hayvanını alafla beslenen ahır hayvanı yapmak dahi helâk sayılır. Çünkü vasfın
yok olması, aynın yok olması gibidir.»
«Borca gelince...»
Şârih, Musannıf'ın, «Mükâtebe zekât yoktur...» sözünü izah ederken, imam
Muhammed'e göre borç eşyasının helâk hükmünde olduğunu söylemişti. Bahır sahibi
bu kavli tercih etmiştir. Biz de orada Şârih'in buradaki kavlinin tercih
edildiğini söylemiştik. Oraya müracaat edebilirsin! Hilâf, nisabı kaplayan borç
hakkındadır. Nitekim Cevhere'de âçıklanmıştır. Binaenaleyh Bahr'ın sözünü,
nisabı kaplamayan borç, diye yorumlayarak, iki kavlin arasını bulmak mümkün
değildir. Anla!
«Ticaret eşyasının
kıymeti altınla gümüşe katılır.» Eşyaya, nisabı doldurduğu zaman kıymet
biçileceği, yakında geçti. Buradaki kıymet meselesi, nisabı doldurmadığına ve
nisabı tamamlayacak altını gümüşü bulunduğuna göredir. Nehir'de şöyle
deniliyor: «Zâhidî, "Mal sahibi altınla gümüşten birinin kıymetini hesap
ederek eşyanın kıymetine katabilir" demiştir. Bu, İmamı Âzam'a göredir.
İmameyn, altınla gümüşe kıymet biçilmeyeceğini, bilâkis eşyaya kıymet biçilip
onlara katılacağını söylemişlerdir. Bunun faydası şurada kendini gösterir: Bir
kimsenin elinde ticaret için 100 dirhem kıymetinde buğdayı ve 100 dirhem
kıymetinde beş altın lirası bulunsa, İmam-ı Âzam'a göre zekât vâciptir. İmameyn
buna muhaliftir.»
«Altın gümüşe ve
gümüş altına, her ikisi kıymet olmaları itibariyle kıymet hesabıyla katılır.»
Yani her ikisi bir kimsede bulunurlarsa, kıymet itibariyle birbirlerine
katılırlar, fakat yalnız birisi bulunursa kıymet bilittifak itibara alınmaz.
Bedâyi. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle, gerek edâ gerekse vücup itibariyle,
muteber olan tartısıdır. Yine Bedâyi'de bildirildiğine göre, birbirlerine katma
meselesi, her biri nisabı doldurmadığına göredir. İkisi de tam olarak nisabı
doldururlarsa, birini diğerine katmak vâcip değildir. Bilâkis her birinin
zekâtını kendî nisabından vermek gerekir. Ama birini diğerine katar da,
hepsinin zekâtını altından veya gümüşten verirse, bize göre bunda bir beis
yoktur. Lâkin kıymet biçme, revaç itibariyle fakirlere hangisi daha faydalıysa
ondan yapılmak icabeder. Aksi takdirde her birinden onda birinin dörtte birini
vermesi icabeder.
«Kıymet hesabıyla
katılır.» Yani bir kimsenin 100 dirhem gümüşü ve o kıymette beş miskal altını
bulunursa, zekâtını vermesi icabeder. İmameyn buna muhaliftir. Bir kimsenin 100
dirhem ağırlığında ve işçiliği ile beraber 200 dirhem kıymetinde gümüş bir
ibriği bulunursa, zekât, kıymet itibariyle vâcip olmaz. Çünkü güzellik ve
sanatın, riba mallarında yalnız başına kıymeti olmadığı gibi, cinsiyle
karşılaştırıldığı vakit de kıymeti yoktur. Sonra yukarıda görüldüğü vecihle,
azı çoğa katmakla, bunun aksi, yani çoğu aza katmak arasında fark yoktur.
Meselâ bir kimsenin 150 dirhem gümüş ile, 50 dirhem etmeyen beş dinar altını
bulunsa, sahih kavle göre, İmam-ı Âzam buna zekât vâcip olduğunu söylemiştir ve
çok olan az olana katılır. Bu gösteriyor ki, İmam-ı Âzam'a göre cüzlerin tam
olmasına itibar yoktur. Altınla gümüş, birbirine ancak kıymet itibariyle
katılır. Bunu Bahır'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.
Ben derim ki:
Bedâyi'deki şu ifade dahi, çoğu aza katmak kabilindendir: «İmam-ı Âzam'dan
rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir. Bir adamın 95 dirhem gümüşü ve beş
dirhem kıymetinde bir altın lirası bulunursa, zekât vermesi icabeder. Bu,
gümüşe altınla kıymet biçmek suretiyle olur. Gümüşün her beş dirhemi, bir altın
lira eder.»
METİN
İmameyn, cüz
hesabı ile katılacağını söylemişlerdir. Bir kimsenin 100 dirhemi ve 140 dirhem
kıymetinde on altın (lira)ı olsa, İmam-ı Âzam'a göre altı, İmameyn'e göre beş
dirhem zekât vacip olur. Anla!
Bize göre, otlak
hayvanı ile ticaret malının müşterek nisabında zekât vâcip değildir. Velev ki
bu nisapta ortaklık sahih olsun. Bu otlak hayvanı olmanın sebebi birleştiği
zaman olur. Mezkür dokuz sebebi
"Evsı men
yeşfe" kısaltması ifade etmektedir. ki, Mecma" şerhlerînde
açıklanmıştır. Nisap bir kaç olursa, bilittifak zekât vâcip olur. Ve her iki
mal sahibi, hisse itibarı ile, kalan haklarını birbirlerindenalırlar. Bunun
izahı Hâvî'dedir. Birinin hissesi nisabı doldurursa, o, zekâtını verir; öteki
vermez. Bir kimsenin 80 kişi ile aralarında ortak 80 koyunu olsa, zekât vermesi
icap etmez. Çünkü bu, taksim edilemeyen şeylerdendir. İmam Ebû Yusuf buna
muhaliftir.
İZAH
«îmameyn, cüz
hesabı ile katılacağını söylemişlerdir.» Birinden, nisabın dörtte üçü;
diğerinden dörtte biri bulunursa, bunları birbirine katar. İkisinden de
yarımşar nisap yahut birinden 1/3 diğerinden 2/3 nisap olursa, yine bir birine
katar ve her cüzden hesabına göre zekâtını verir. Hattâ şârih'in beyan ettiği
surette, her yarıdan onda birinin dörtte birim verir. Nitekim Bahır sahibi
böyle demiştir.
«İmameyn'e göre
beş dirhem zekât vâcip olur.» Şârih burada Nehir sahibine uymuştur. Lâkin
iddiası söz götürür. Çünkü İmameyn'e göre, iki cinsi cüz hesabıyla birbirine
katmak itibara alınacağına göre, her yarıdan onda birin dörtte birini vermek
vâcip olur. Nitekim Bahır'dan naklen yukarıda geçti. Bahır sahibi de bunu
Muhit'e nispet etmiştir. O halde 140 dirhem kıymetindeki on liranın zekâtı,
çeyrek lira eder ki bunun kıymeti üç bucuk dirhemdir. Bunun kıymetini vermek
isterse, İmameyn'e göre dahi altı dirhem vermesi icabeder. Burada şöyle bir
sual hatıra gelebilir: İmameyn'e göre altını gümüşe cüz hesabıyla katmak,
iyilik vasfına itibar etmemek esasına dayanır. Çünkü iyilik vasfı şer'an
kıymetlendirilemez; binaenaleyh itibar kıymete değil ağırlığınadır. Şeriatda
dinar (altın lira) on dirhemle kıymetlendirilmiştir. Nitekim arzetmiştik.
Buradaki kıymet ziyadeliği, iyilik vasfının karşılığıdır ki ona itibar yoktur?
Bu sualin cevabı
şudur: İyilik vasfının itibara alınmaması, ancak cinsi cinsiyle
karşılaştırıldığı zamandır. Kendi cinsinden olmayan bir şeyle karşılaştırılırsa
bilittifak itibara alınır. Nitekim evvelce arzetmiştik, Teemül eyle!
Şarih
"Anla" sözüyle, Kâfi sahibinin sözünü reddetmeye işarette
bulunmuştur. Kâfî sahibi "Zekât cüzler tam olursa lâzım gelir
demiştir." Meselâ 100 dirhem gümüşü ve kıymeti 100 dirhemden az olan on
altın lirası olursa, ona göre kıymete itibar edilmez. Çünkü o burada zekâtın
kıymet itibariyle değil, cüzler tamam olduğu için vâcip olduğunu zannetmiştir. Halbuki
mesele onun zannettiği gibi değildir. Zekât her ikisinin kıymeti itibariyle
vâcip olur. Birinin aynı birinin kıymeti itibar edilmez. Çünkü altını gümüşle
kıymetlendirdiği takdirde nisap tamamlanmazsa, gümüşü altınla kıymetlendirdiği
takdirde tamamlanır. Meselemizde 100 dirhem gümüş on altınla
kıymetlendirilmiştir. Bu kıymetlendirmeden dolayı onda zekât vâciptir. T.
Meselenin tam açıklaması Bahır ile Fethu'l-Kadir'dedir.
Müşterek nisaptan
murad; nisabı doldurması iştirak sebebiyle ve iki malı biri birine katmakla
hâsıl olmaktır. Böyle yapılmasa, yalnız başına hiçbirinin malı nisabı
doldurmayacaktır.
«Velev ki bu
nisapta ortaklık sahih olsun.» Musannıf bu sözü ile, îmam Şâfiî hazretlerinin
muhalefetine işaret etmiştir. Ona göre, ortaklık sahih olunca, zekât vâcip
olur. Ortaklığın sahih olması için aşağıda beyan edeceğimiz dokuz şart vardır.
Onun için Şârih bunları, «dokuz sebebibirleştiği zaman» diye kayıtlamıştır. Bu
şunu anlatır ki, bu şartlar bulunmayınca bize göre zekât evleviyetle vâcip
olmaz. Dokuz sebep, hakikatte dokuz şarttır. Şârih, şarta, sebep ismi
vermiştir. Nitekim sebebe şart dediği de olmuştur. Anla!
«Mezkûr dokuz
sebebi, (Evsı men yeşfe') kısaltması ifade etmektedir.»
Baştaki
"hemze", her İkisinin, zekâtın vücubuna ehil olmalarını; "vav"
senenin başında ortaklık bulunduğunu; "sad", ortaklık kastedildiğini;
mim mer'â yolunun birliğini; "nun", içerisine süt sağılan kabın
birliğini; "y" çobanın birliğini; "ş", su içtikleri yerin
birliğini; "f" damızlık erkeğin birliğini; "ayn", mer'ânın
bir olduğunu ifade eder. Bu şartlar, otlak hayvanlarındaki ortaklık
hakkındadır. Ortaklığın ticaret malındaki şartları, Şâfiîlerin kitaplarında
zikredilmiştir ki, onlardan bazıları, dükkânın, bekçinin ve korunan yerin
ayrılmamasıdır.
«Nisap birkaç
olursa» yani mallarını bir yere katmadan her birinin malı başlı başına nisabı
doldurursa, bu takdirde ortakların her birine, kendi nisabının zekâtını vermesi
icabeder. Zekât memuru, iki malın nisabından iki zekât alırsa, mallar
birbirlerine müsâvi oldukları takdirde, sahipleri birbirlerinden bir şey
alamazlar. Meselâ her ikisinin kırkar koyunu olur da, zekât memuru bunlardan
iki koyun alırsa hüküm budur. Mallar müsâvi değilse, farklarını sahipleri
birbirinden alırlar. Nitekim açıklaması gelecektir. Bu hüküm, Musannıf'ın
«müşterek nisapda» sözünün karşılığıdır.
«Bunun izahı
Hâvi'dedir.» Kadıhan Hâvî'den de güzel beyan etmiş ve şöyle demiştir: «Bunun
sureti şudur: İki ortağın 123 koyunları olur, bunların 2/3 birinin 1/3
diğerinindir. Vâcip olan zekât iki koyundur. Zekât memuru her iki ortaktan
birer koyun alır ve 2/3 sahibi, arkadaşının verdiği koyundan 2/3 kıymetini
alır. 1/3 sahibi de 2/3 sahibinden verdiği koyunun 1/3'nü alır. Ve onun 1/3'ü
her ikisinden istenen 2/3'nin 1/3 yerine geçer. Geriye bir koyunun 1/3'ü kalır
ki, o da malın 2/3'ne sahip olandan istenir.»
"Brinin
hissesi, nisabı doldurursa." Mesela iki ortak arasında 1/3 hesabıyla 80
koyun bulunur da zekât memuru bunlardan 2/3 sahibi namına bir koyun zekât
alırsa, 1/3 sahibi, koyunun 1/3'ni arkadaşından alır. Çünkü kendisine zekât
farz değildir. Muhit.
«Bir kimsenin 80
kişi ile aralarında ortak 80 koyunu olsa...» Bu hususta Tecnîs'te şöyle
denilmektedir: «40 kişinin ortak 80 koyunu olsa ve birinin her koyunda yarım
hakkı olup diğer yarısı ötekilerin olsa, 40 koyun sahibine, İmam-ı Âzam'a göre
zekât lâzım değildir. İmam Muhammed'in kavli de budur. Koyunlar iki kişi
arasında ortak olsaydı, her birinin birer koyun vermesi icabederdi. Çünkü bu
halde koyunların taksimi mümkündür. Birinci halde taksim mümkün değildir.» Yani
40 kişi ile otlak oldukları koyunların taksimi, ancak onları kesmekle mümkün
olur. 80 koyunu ikiye bölmek ise böyle değildir.
METİN
Bilmiş ol ki,
İmam-ı Azam'a göre, alınacak borçlar, kuvvetli, orta ve zayıf olmak üzere üç
nevidir.. İmdi alacak, borç nisabı doldurur da üzerinden sene geçerse, zekâtını
vermek vâcip olur. Lâkinderhal değil, ödünç ve ticaret malının bedeli gibi
kuvvetli alacakda 40 dirhem aldığı zaman lâzım gelir. Ve her 40 dirhem aldıkça
bir dirhem vermesi gerekir. Ticaret malı olmayan borçtan 200 dirhem aldığında,
beş dirhem vermesi icabeder. Bu orta borçtur ki, otlak hayvanının parası
hizmette kullanılan köleler ve benzerleri bu kabilden olup, yiyecek, içecek ve
emlâk gibi asli ihtiyaçlarıyla meşguldür. Senenin, borcu almadan önce gecen
kısmı, esah kavle göre muteber sayılır. Bir adamdan miras olarak katan alacak
dahi bunun gibidir.
İZAH
İmameyn'e göre,
alacakların hepsi müsâvi olup zekâtlarını vermek vâciptir. Bir kimse, alacağı
borçtan az veya çok bir şey elde ederse, onun zekâtını vermesi icabeder.
Bundan, kitabet, siâyet ve - bir rivayette - diyet borcu gibi alacaklar
müstesnadır. Bahır. Kuvvetli ve orta borçlarda, alacağından eline bir şey
geçmeden sene dolsa bile zekâtını vermek icabeder. Zayıf borçta zekât, sene
dolduktan sonra lâzım gelir. T.
«40 dirhem aldığı
zaman lâzım gelir» Muhit'te şöyle denilmektedir: «Çünkü İmam-ı Âzam'a göre 40
dirhemi bulmadıkça küsür nisaplarda zekât vâcip değildir. Çünkü bunda güçlük
vardır. Keza 40 dirhemi bulmadıkça edâ dahi vâcip değildir. Çünkü güçlük
vardır.» Münteka'da dahi şöyle denilmektedir: «Bir kimsenin 300 dirhem alacağı
olup, üzerinden üç sene geçer de 200'nü alırsa, İmam-ı Âzam'a göre ilk sene
için beş, ikinci ve üçüncü seneler için 160 dirhemden dört dirhem zekât verir,
fazlası için bir şey vermesi gerekmez; çünkü kırktan azdır.» «Ve her 40 dirhem
aldıkça bir dirhem vermesi gerekir.» Fetih ve Bahır'da, «40 dirhem alıncaya
kadar edâ gecikir. 40 dirhemde bir dirhem vermesi gerekir. Keza fazlasında dahi
bu hesaba göre verilir.» denilmesinin mânâsı budur.
Yani 40'ın üzerine
ikinci ve üçüncü 40'lar ziyade edilirse, 200 dirheme varıncaya kadar bu
hesaptan gidilir. 200 dirhemde beş dirhem verilir. Onun için Şârih, «Her 40
dirhem aldıkça ilh...» demiştir. Maksat, 40'ın üzerine bir veya iki dirhem
geçerse, demek değildir. Nasıl ki bazı hâşiye yazarlarının ibaresi bu zannı
vermektedir. Evvelce Muhit'ten naklettiklerimizden gördüğün vecihle bu, İmam-ı
Âzam'ın mezhebine muhaliftir. Anla!
"Otlak
hayvanının parası"nı Şârih, Fetih, Bahır ve Nehir'e uyarak orta borç
saymıştır. Çünkü bu zevat orta borcu, «Ticaret için olmayan malın bedelidir»
diye tarif etmişlerdir. ibn-i Melek ise Mecma' şerhinde bunu kuvvetli borç
saymıştır. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde de böyle sayılmıştır, ki Gayetü'lBeyân'ın
ifadesine uyan da budur. Orada mal bedeli olan alacak iki kısma ayrılmıştır. Bu
mal: 1 - Ya elinde kalmış olsa zekâtı vâcip olacaktır; 2 - yahut olmayacaktır.
Birinci kısmın bedeli kuvvetli borçtur. Bunda otlak hayvanının parası dahildir.
Çünkü bu hayvan elinde kalsa, zekâtı vâcip olacaktı. Muhit'in şu sözü de
böyledir: «Kuvvetli borç, zekât malına bedel mâlik olduğu şeydir.» Teemmül et!
şârih'in, «aslî
ihtiyaçlarıyla meşguldür» diye kayıtlaması, aklı başında bir insana gereken,
elinde aslî ihtiyacından başka bir şey bulundurmaması olduğunu,nazarı itibara
içindir. Yoksa ticaret için olmayan malda muhtaç olmadığı şeyler de dahildir.
Nitekim daha sonra bunu ifade etmiştir.
Orta borçta,
senenin, borcu almadan önce geçen kısmı esah kavle göre muteber sayılır. Çünkü
hilâf buradadır. Kuvvetli borçta hilâf yoktur. Çünkü Muhit'te şöyle
denilmiştir: «Kuvvetli borçta, asıl borcun senesiyle zekât vâcip olur. Lâkin
ondan 40 dirhem almadıkça edâ lâzım gelmez. Orta borçta ise iki rivayet vardır.
Aslın rivayetine göre zekât vâciptir. Fakat 200 dirhem almadıkça edâsı lâzım
değildir. 200 dirhem alınca zekâtını verir. İbni Semâa'nın Ebû Hanife'den
rivayetine göre ise, alacağını alıp üzerinden sene geçmeden zekât vermesi icap
etmez. Çünkü bu alacak şimdi zekât malı olmuştur ve yeni baştan ele geçmiş gibi
olur. Zâhir rivayetin vechi şudur: O kimse satmaya kalkışınca, o malı ticaret
malı yapmıştır. Böylece satıştan az önce zekât malı olmuştur.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı orta borçta
ihtilâfın esası, bu borç alındıktan sonra mı zekât malı olur yoksa önce mi
meselesidir. Birinci kavle göre, nisap miktarı aldıktan sonra mutlaka sene
geçmesi lâzımdır. İkinci kavle göre, senenin başlaması, satış vaktinden itibar
edilir. Bir kimsenin, orta borç 1000 dirhem alacağı olur da, üzerinden sene
geçtikten sonra bu borcu alırsa, Asl'ın rivayetine göre geçen senenin zekâtını
verir. Aldığından itibaren 6 ay geçince, tekrar zekâtını verir. İbn-i Semaa'nın
rivayetine göre ise, geçen senenin zekatını vermediği gibi, şimdikinin de
zekâtını vermez. Ancak, borcunu aldıktan sonra yeni bir sene geçmekle, zekâtını
verir. Ama bu, 1000 dirhem ticaret eşyasının bedeli gibi, kuvvetli borçtan bir
alacak ise, senenin başlaması, satıştan itibaren değil, Asl'ın senesine
göredir. Borcunu aldıktan itibaren dahi böyledir.
Böyle bir borçtan,
nisap miktarı, yahut 40 dirhem aldığı zaman, onun zekâtını geçmiş için verir;
Asl'ın senesine istinaden hareket eder. Bir ticaret eşyasına sahip olur da,
sene yarısından sonra onu satarak parasını bir buçuk sene sonra alırsa, iki
sene dolmuş olur. Bu iki senenin zekâtını bilittifak parayı aldığı vakit verir.
Nitekim Muhit ve diğer kitaplardan naklettiklerimizden anlaşılır.
Gerçi Hâşiye
yazarları, burada kuvvetli borçla orta borcu müsâvi tutmuş ve ikinci rivayete
göre 1000 dirhemin ikinci defa zekâtı, onu aldıkları bir sene sonra
verileceğini söylemişse de, bu hatadır. Biliyorsun ki ikinci rivayet yalnız
orta borç hakkındadır. Bu rivayete göre, evvelâ geçen sene için zekât verilmez.
"İkinci" sözünden anlaşılan, bunun hilâfınadır. Anla.
«Senenin, borcu
almadan geçen kısmı esah kavle göre muteber sayılır.» Biliyorsun ki, bu zâhir
rivayettir. Fetih ve Bahır'ın ibareleri, sahih olan rivayet hakkındadır.
Ben derim ki:
Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «İbn-i Semâa'nın rivayetine göre burada 200
dirhemi alıp eline geçtiği andan itibaren bir seneyi doldurmadıkça zekât
yoktur. Ebu Hanife'den nakledilen iki rivayetin en sahihi budur.» Bu sözün bir
misli de Gayetü'l-Beyân'dadır. Bu izaha göre, onun hükmü de aşağıda gelen zayıf
borcun hükmü gibidir.
«Bir adamdan miras
kalan alacak dahi bunun gibidir.» Yani geçen hususatta orta borç gibidir. Bunun
nisabı, miras olarak aldığı andan itibarendir. R. Bunun, zayıf borç gibi olduğu
da rivayet olunmuştur. Fetih ve Bahır. Birincisi zâhir rivayettir. Bu suret,
miras bırakan hakkında, borcun ticaret malı bedeli veya başka bir mal bedeli
olması şekillerine şâmildir. Tatarhâniye. Çünkü mirasçı, mülk hakkındamûrisinin
yerine geçer; ticaret hakkında geçmez. Binaenaleyh ticaret için olmayan mal
bedeline benzer. Muhit.
Yine Muhit'te
şöyle denilmiştir: «Vasiyet edilen borca gelince; bu borç, teslim almadıkça
nisap olamaz. Çünkü vasiyet edilen kimse, ona evvel emirde karşılıksız ve
mülkte vasiyet edenin yerini tutacak biri olmaksızın mâlik olmuştur. şu halde ona
bağış suretiyle mâlik olmuş gibidir.» Yani bu, zayıf borç gibidir.
TEMBİH : Buraya
kadar geçen «Kuvvetli ve orta borcun zekâtı, ancak onu aldıktan sonra vâcip
olur» sözünün muktezası şudur: Miras bırakan kimse, birkaç sene sonra o borcu
almadan ölmüş olsa, borç alındığı vakit zekâtının verilmesini vasiyet etmesi
lâzım gelmez. Çünkü sağlığında ona zekât vermek vâcip olmamıştır. Mirasçının da
zekât vermesi icabetmez. Çünkü o, bu borca ancak mûrisi öldükten sonra sahip
olmuştur. Onun senesi, ölüm vaktinden başlar.
METİN
Zayıf borçtan, onu
aldıktan sonra, üzerinden sene geçmek şartıyla 200 dirhem aldığında, zekâtını
verir. Bu borç, mehir, diyet kitâbet ve hul'bedeli gibi mal olmayan şeylerin
bedelidir. Ancak yukarıda geçtiği vecihle elinde zayıf borca katacak bir malı
varsa, o zaman sene geçmesi şart değildir. Alacaklı, sene geçtikten sonra
borçluyu ibrâ etse, borç kuvvetli olsun olmasın zekât yoktur. Muhit'te bu
mesele «Fakir ise» diye kayıtlanmıştır. Zengin olursa bu istihlâktır. Bu
bellenmelidir. Bahır.
Nehir'de, «Bunun,
"mutlak"ı kayıtlamak olduğu açıktır. Ama bu, zayıf borçta sahih
değildir; nitekim aşikardır» denilmiştir.
İZAH
«Ancak elinde
zayıf borca katacak malı varsa» cümlesi, borcu aldıktan sonra üzerinden sene
geçmesi şartından istisnadır. Daha doğrusu Şârih, Halebi'nin yaptığı gibi,
«Elinde zayıf borca katacak mal varsa» demeliydi. Hâsılı, alacağından bir şey
alıp da, elinde nisap bulunursa, aldığı borcu nisaba katar ve o senenin
zekâtını verir. Borcu aldıktan sonra yeni bir sene geçmesi şart değildir. Sonra
bilmelisin ki, "zayıf borç" diye yapılan kaydı, Bahır sahibi
Valvalciye'ye nisbet etmiştir. Zâhire bakılırsa, bu kayıt tesadüfî'dir. Çünkü,
bununla başka borç arasındaki fark zâhir değildir.
Nitekim ulemanın
mutlak olan «Sene içerisinde alınan borç, kendi cinsinden nisaba katılır»
sözleri, bunu gerektirdiği gibi, Bedâyi'de borcun üç kısma ayrılması, sonra
«İmamı Âzam'a göre 40 dirhem olmadıkça alınan borçta zekat yoktur» denilmesi
dahi buna delâlet eder. Çünkü Bedâyi sahibi bundan sonra şöyle demiştir:
«Kerhî'nin beyanına göre bu, o kimsenin, aldığı borçtan başka malı olmadığına
göredir. Aksi takdirde aldığı borç, kazandığı mal mesabesindedir; elindeki mala
katılır.» Muhitde dahi böyledir. Muhit sahibi üç nevi borcu anlatmış, bunların
üzerine bir takım fer'î meseleler getirmiştir ki bunların sonuncusu, bir
hânenin ücreti veya ticaret için olan köledir. Muhit sahibi şöyle demiştir: «Bu
hususta iki rivayet vardır. Bir rivayete göre, alacağını alıp üzerinden sene
geçmedikçe zekât yoktur. Çünkü menfaat, hakiki mal değildir.' Binaenaleyh Mehir
gibi olur. Zâhirrivayete göre ise zekât vâciptir. Nisap miktarı eline geçtiği
zaman zekâtı vermek vâcip olur. Çünkü menfaatler. hakikatte maldır. Ancak
zekâtın vâcip olması için mahal değildir. Çünkü nisap olmaya yaramazlar. Bunlar
bir sene devam etmezler. Bütün bu söylenenler, o kimsenin aldığı borçtan malı
olmadığına göredir. Başka '"malı varsa, bu borç kazanılmış mal gibi, olur
ve elindekine katılır.» Bu söz, borcun her üç kısma şâmil olduğu hususunda açık
gibidir. Herhalde zayıf diye kayıtlamak, diğer borçlara evleviyetle delâlet
etmesi için olsa gerektir. Çünkü zayıf borçtan alınan miktarın nisap olması;
alındıktan sonra üzerinden sene geçmesi şarttır. Böyle bir borç, elindeki mala
katılır ve yeni sene şartı sâkıt olursa, kendisinde bu şartlar aranmayan borç
evleviyetle elindeki mala katılır.
TEMBİH: Muhit'ten
naklettiğimiz söz, ticaret kölesinin ücreti veya ticaret hanesinin ücreti,
birinci rivayete göre zayıf borç olduğu hususun da açıktır. Zâhir rivayete göre
ise orta borçtur. Bahır'da, Fetih'ten naklen, sahih rivayette bunun kuvvetli
borç gibi olduğu bildirilmiştir. Sonra Valvalciye'de gördüm ki, bu hususta üç
rivayet olduğu açıklanmış.
"Muhit'te bu
mesele" yani alacaklı borçluyu ibra ettiği zaman zekât lâzım gelmemesi
meselesi, «borçlu fakir ise» diye kayıtlanmıştır. Binaenaleyh yapılan ibrâ,
helâk mesâbesindedir. T.
«Zengin olursa bu
istihlâktır» yani zekatı vâciptir. T.
«Bunun,
"mutlak"ı kayıtlamak olduğu açıktır, ilh...» Yani Bahır sahibinin,
«Muhit'te bu mesele, borçlunun fakir olması ile kayıtlanmıştır, ilh...»
sözünden muradı, «Borç kuvvetli olsun olmasın» sözünü kayıtlamaktır. Zira bu
söz mutlak olup, borcun her üç kısmına şâmildir. Yani zengin alacaklının, sene
dolduktan sonra, verecekliyi ibrâ etmekle zekâtın sâkıt olması, her üç nevi
borçta, verecek linin fakir olmasıyla kayıtlıdır; demek istemiştir. Bu söz,
zengin olan verecekliden ihtirâz içindir. Çünkü borçlu zengin olur da, alacaklı
onu ibrâ ederse, zekât sâkıt olmaz. Zira bu istihlâk sayılır ve zayıf borçta
sahih değildir. Çünkü zayıf borcun zekâtı, ancak onu alıp, üzerinden bir sene
geçtikten sonra vâcip olur. Daha sonra vâcip olmaz. Binaenaleyh ibrâsı, zekât
vâcip olmadan istihlâk sayılır ve onun zekatını ödemez. Bedâyi ve Gâyetü'l-Beyândan
naklen yukarıda arz ettik ki, sahih kabul edilen kavle göre, orta borç dahi
zayıf borç gibidir. Şu halde daha açık ifadeyle Şârih: «Bu, zengin olan
borçluyu ibrâ etmenin mutlak surette istihlâk sayılacağı hususunda zâhirdir,
ilah...» demeliydi.
Sonra Muhit'in
ibaresine bir diyecek yoktur. Çünkü onun ibaresi kuvvetli borç hakkında olup
şöyledir: «Sene, geçtikten sonra ticaret eşyasını dirhemlerle satar da, sonra o
eşyanın parasından kendisini ibrâ ederse, müşteri zengin olduğu takdirde zekâtı
öder. Çünkü istihlâk etmiş sayılır. Müşteri fakir ise, yahut hali bilinmezse,
zekât yoktur. Çünkü bu borç fakir olduğu halde sâbit olmuştur ve bağışlamış
gibi olur. Alacağını borçluya bağışlasa, fakir olduğu takdirde ondan zekât
sâkıt olur.» Yine Muhit'te beyan edildiğine göre, bir kimsenin bir fakirde 1000
dirhem alacağı olur da, bu parayla ondan bir dinar satın alarak sonra yine
kendisine bağışlarsa, o kimseye 1000 dirhemin zekâtını vermek lâzım gelir.
Çünkü dinarı almakla 1000 dirhemi almış sayılır.
METİN
Kadının, mehir
olarak alıp da, birleşmeden önce boşandığı için yarısını iade ettiği nakit 1000
akçenin üzerinden sene geçtikten sonra, iade ettiği yarım mehr'in zekâtını
vermesi icabeder. Yani bütün 1000 akçenin zekâtını verir. Çünkü kaide olarak
kabul edildiğine göre, yapılan akitlerde ve fesihlerde, paralar taayyün etmez.
Sene geçtikten sonra dönülen nisap miktarı bağıştan, ister mahkeme kararıyla,
ister başka bir yolla dönmüş olsun, mutlak surette bağışlanana zekât yoktur.
Çünkü istihlâk bağışlanan şeyin aynına (kendine) ait olur. Onun için ayın helâk
olursa, dönmek sahih değildir. Şârih'in «bağışlanan» diye kayıtlaması,
bağışlayana bilittifak zekat lâzım gelmediği içindir. Çünkü mülk onun değildir.
Bu mesele hîlelerden biridir. Diğer bir hîle de, nisabı sene dolmazdan bir gün
önce çocuğuna bağışlamasıdır.
İZAH
Mehir meselesinin
sureti şudur: Bir kimse 1000 dirhem mehir vererek bir kadınla evlenir de, kadın
mehri aldıktan ve üzerinden sene geçtikten sonra, birleşmeden önce onu boşarsa,
bilittifak, kadının yarım mehrini kocasına iade etmesi gerekir. Lâkin iade
ettiği yarım mehrin zekâtı kadından sâkıt olmaz. İmam Züfer buna muhaliftir.
Mecma' şerhi.
«Nakitten murad,
altın veya gümüştür. Bu kelime, mehr'in, otlak hayvanı veya eşya olmasından
ihtirazdır» Muhit'te bildirildiğine göre, kadın yarım mehrin zekâtını verir.
Çünkü bu ondan, nisabın ayn'ı istihlâk edilerek alınmıştır. İstihlâk, helâk
mesâbesindedir.
«Paralar taayyün
etmez.» Paralar aynen şudur diye tayin edilemez. Yani kadının, aynen eline
geçen mehrin kendisini iade etmesi icabetmez. Onun mislini iade eder. Üzerinden
bir sene geçen borç, vâcibi ıskat etmez. Valvalciye. Valvalciye sahibi bundan
sonra, «Kocası hiçbir zekât vermez; çünkü onun mülkü eline şimdi dönmüştür»
demiştir.
Ben derim ki:
şimdi şu kalır: Kadın, mehrinden hiçbir şey almadan, Para kocasının elindeyken
üzerinden sene geçer de, sonra birleşmeden boşarsa, ne hüküm verilir? Bunu
açıkça söyleyen görmedim. Öyle görülüyor ki, hiçbirine zekât lâzım
gelmeyecektir. Kocasına zekât lâzım gelmemesi elindeki para miktarı borçlu
olduğundandır, Evvelce görüldüğü vecihle, kul borcu, zekâta mânidir. Mehrin
yarısına hak kazanması ise, arızi bir sebepledir. Bu sebep, sene geçtikten
sonra boşanmadır. Binaenaleyh yeni mülk gibi olur. Kadına gelince: Onun, kocası
üzerindeki mehri zayıf borçtur. Bunun yârısını, kadın almazdan evvel kocası
istihkak etmiştir. Şu halde, geri kalanını aldıktan sonra, üzerinden yeni bir
sene geçmedikçe kadına zekât lâzım gelmez.
Akitlerden murad,
satış, icâre, nikâh gibi karşılığı olan akitlerdir. Fesh'e misal, nikâhı
birleşmeden önce feshetmek ve benzeri şeylerdir. Tamamı Eşbâh'ın akitlerin
hükmü bâbındadır.
«Çünkü istihlâk,
bağışlanan şeyin aynınadır.» Zira bağıştan dönmek, her yönden fesihtir; velev
mahkeme kararıyla olmasın. Dirhemler, bağışta tayinle taayyün eden (belli olan)
şeylerdendir. Şu halde o kimse, kendi ihtiyarı olmaksızın zekât malının aynına
hak kazanmış olur. Böylece o mal helâk olmuş gibi sayılır. Valvalciye. Bu
suretle, bağış ile mehir arasındaki fark anlaşılmış olur.
«Çünkü mülk onun
değildir.» Bağışlayanın mülkü, bağışlamakla elinden çıkmıştır. Şârih
«bilittifak» diyerek, kendisine bağışlanan şahıstan zekâtın sâkıt olması
hususunda hilâf bulunduğuna işaret etmiştir. Zira İmam Züfer, mülkün elden
gitmesine, bağışlayan kimse mahkeme kararı olmaksızın dönerse kâildir. Çünkü o
kimse kendi ihtiyarıyla mülkünü iptal edince, bu yaptığı, yeni bir bağış ve
kendisi müstehlik gibi olur.
Biz deriz ki:
Hayır, o kimse mülkünü kendi ihtiyarıyla iptal etmiştir. Çünkü iade etmek istemese,
mahkeme kararıyla buna cebrolunur. Binaenaleyh helâk olmuş gibidir.
Dürerü'I-Bihâr şerhi.
«Bu mesele
hilelerden biridir.» Yani zekâtı düşürmek için bir çaredir. Meselâ nisap
miktarı malı, sene dolmazdan bir gün önce birine bağışlar. Sene tamam olduktan
sonra bağışından döner. Zâhire bakılırsa, sene tamam olmadan dönse dahi zekât
sâkıt olur. Çünkü mülk elinden gitmekle, sene bâtıl olmuştur. Çare aramanın
mekruh olup olmadığı hususundaki ihtilâfı evvelce arzetmiştik.
«Diğer bir hîle
de, nisabı çocuğuna bağışlamasıdır.» Lâkin çocuk yakın akrabası olduğu için, bu
bağışdan dönmesi mümkün değildir. Evet, buna muhtaç olursa, o maldan ma'ruf
vecihle kendisine nafaka alabilir. Allah'u âlem.
METİN
Rikâz mâli
vazifelerden olduğu için, ulema onu zekâta ilhak etmişlerdir. Rikaz lügatta
"rekiz"den yani "ispat'dan alma olup, "gömülmüş"
mânâsına gelir. Şer'an, yeraltında gömülü mal, mânâsınadır. Ve gömenin hâlik ve
mahlûk olmasına şâmildir. Onun için Musannıf, «Hilkat itibariyle Allah
Teâlâ'nın yarattığı maden veya define, kâfirlerin gömdüğü maldır» demiştir.
Çünkü beşte biri alınan budur. Rikâzı, müslüman veya zımmînin bulması fark
etmez. Velev ki küçük köle veya câriye olsun. Rikâz maden, altın, gümüş para ve
demir gibi şeylerdir ki, bundan maksat sert olup, ateşe tutmakla yumuşayan
madendir. Civa da bundandır.
ÎZAH
Bâbımızın ilk
cümlesi, mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: «Bu bâbın hakkı, siyer
bahsinde zikredilmekti. Çünkü rikâzdan alınan, zekât değildir. Ancak ganîmetin
sarf edildiği yerlere verilir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Bu suale
Şârih «Çünkü rikâz mâlî vazifelerdendir» diye cevap vermiştir. (Yani zekâttan
sonra zikredilmesi, bundan dolayıdır, demek istemiştir.) Musannıfın rikâzı
öşürden önce zikretmesi, öşür, kendisinde kurbet (ibâdet) mânâsı olan nafaka
olduğu içindir. Rıkâz ise sırf kurbettir. T.
Rikâz, lügatta,
"rekiz"den alınmadır. Müştak (türeme) değildir. Çünkü ayın isimleri,
camid (arı) dirler. T. Zâhirine bakılırsa, rikâzın şer'î mânâsı, lügat
mânâsından başkadır. Muğrib'den naklen Mineh'de bildirildiğine göre, rikaz,
maden yahut definedir. Çünkü bunların ikisi de yeraltında gömülüdür. Velev ki
gömen ayrı olsun. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelime, her iki mânâda müşterektir;
defineye mahsus değildir. Nehir sahibi, «Şu halde bu kelime müteradiftir»
diyor, ki Musannıf'ın verdiği ünvana münasip olan da budur. Maden mânâsında
hakikat, definede mecaz olamaz. Çünkü bir kelimede hakikat la mecazın bir araya
gelmesi imkânsızdır. T.
Ma'den veya
ma'din, adn'dan alınmadır. Adn, bir yerde oturmaktır. Ma'denin aslı, içinde
karar kılmak kaydı ile yerdir. Sonra, Allah'ın yeri yarattığı gün, onun
terkibine kattığı cüzler mânâsında meşhur olmuştur. Hattâ ma'den denilince
karinesiz doğrudan doğruya bu mânâya intikal edilir olmuştur. Fetih.
«Çünkü beşte biri
alınan budur.» Yani aslında define, insan fiili ile yere gömülen şeyin adıdır.
Nitekim Fetih ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. İnsan kelimesi, mü'mine de
şâmildir. Lâkin Şârih onu kafire tahsis etmiştir. Zira beşte biri alınan define,
kâfirin definesidir. Müslümanın definesi lükata (bulma mal) dır. Nitekim
gelecektir.
«Rikâzı, mûslüman
veya zımmînin bulması fark etmez» sözü ile, harbî tariften çıkarılmıştır. Onun
hükmü metinde gelecektir.
«Velev ki küçük
köle veya cariye olsun.» Çünkü Nehir ve diğer kitaplarda, «Bu hüküm, bulanın
hür olup olmamasına, baliğ olup olmamasına, erkek ve müslüman olup olmamasına
şâmildir» denilmiştir.
Giva'nın madenden
sayılması, İmam-ı Âzam'ın son kavlidir. İmam Muhammed'in kavli de budur. İmam-ı
Âzam, evvelce, civadan bir şey alınmayacağına kâilmiş. Ebû Yusuf'un son kavli
de budur. Çünkü civa, zift ve neft gibidir. Yani su cinsindendir. Bunlarda 1/5
vergi yoktur. İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre civa, kaynağından ilaçla elde
edilir ve başka madenlerle birlikte yumuşar. Binaenaleyh gümüş gibidir. Nehir.
Yani gümüş, bir şey karıştırmadan yumuşamaz. Fetih. Nehir sahibi diyor ki:
«Hilâf, madeninde bulunan civa hakkındadır. Kâfirlerin hazinelerinde bulunan
civadan ise bilittifak 1/5 alınır.»
METİN
Mazot ve zift
gibi sıvı maddeler hariç kaldığı gibi, taş madenler gibi yumuşamayan şeyler de
tariften hariç kalır. Rikâz, haraç veya öşür yerinde bulunur. Bu kayıtla hâne
tariften hariç kalır. Ova hariç kalmaz, çünkü o evleviyetle tarifte dahildir.
İZAH
Taş madenler'den
murad, kireç, alçı, yâkut ve zümrüt gibi şeylerdir. Bunlarda öşür yoktur.
Bahır. Haraç ve öşür yerleri, inşallah cihad bahsinde anlatılacaktır. Halebî
şöyle demiştir: «Bilmiş ol ki, yer dört kısımdır. Birincisi mübah, ikincisi
bütün müslümanların malı, üçüncüsü muayyen şahsın malı, dördüncüsü vakıftır.
Mübah olan yer, öşür ve haraç arazisi olamaz. Bütün müslümanların mülkü olan
yer de öyledir. Mısır'ın vakıf olmayan arazisi bu kabildendir. Bu arazi asıl
itibariyle haraç yeri olsa da sahibi mirasçı bırakamadan öldüğü için
Beytülmal'e verilmiştir. Nitekim bunu Bahır sahibi, Tuhfe adlı eserinde
açıklamıştır. Muayyen şahsın ve vakfın arazisi, ya öşri ya haracidir.
Sonra, mübah
araziden alınan 1/5 Beytülmal'e verilir; geri kalan, rikâzı bulana aittir.
İkincisi, yani muayyen olmayan kimsenin mülkünü görmedim. Bana öyle geliyor ki,
bulunan definenin hepsi Beytülmal'ın olacaktır. 1/5'in onun olması meydandadır.
Geri kalan da onundur. Çünkü sahibi mevcuttur. Sahibi bütün müslümanlardır.
Binaenaleyh onu müslümanların vekili olan sultan alır. Üçüncü, yani muayyen
kimsenin mülkünde bulunandan Beytülmal için 1/5 alınır. Geri kalanı
sahibinindir. Dördüncüde, yani vakıfta 1/5 Beytülmal'ındır. Nitekim bunu
Hamavî, Bercendî'den nakletmiştir. Ama onun ifadesinden, kalanın hükmü
anlaşılmamıştır. Bana öyle geliyor ki, birincide olduğu gibi, burada da, kalan
kısım, bulanın olacaktır. Çünkü mâlik yoktur. Kaydedilmelidir:»
Ben derim ki: Bu
ibâre, birkaç yönden söz götürür.
Evvelâ, «Mübah,
öşrî ve haracî olamaz» demesi söz götürür. Çünkü Hâniyye, Hülâsa ve diğer
kitaplarda açıklandığına göre, su ulaşmayan dağlık arazi öşür arazisidir.
İkincisi, «İkinci
ve üçüncü kısımlar ya öşrîdir; ya haracîdir.» demesi söz götürür. Şârih'in,
öşür ve harac bâbında beyan ettiğine göre, bir kimse Beytülmal'den satın aldığı
yerini vakfeder veya vakfetmezse, o yere haraç ve öşür yoktur. Lâkin bu da söz
götürür ki, bundan, gelecek bâbda söz edeceğiz.
Üçüncüsü, Halebî
1/5 den geri kalan miktarın bulana ait olmasında, vakıf yerini, mübah yer gibi
saymıştır. Bu da söz götürür. Çünkü vakıf, İmam-ı Âzam'a göre, mülk vâkıfın
olmak üzere, malın aynını hapsetmektir. İmameyn'e göre ise, mülk Allah'ın olmak
üzere, aynı hapsetmek, menfaatitasaddukta bulunmaktır. Maden menfaat değildir.
O yerin cüzlerindendir. Bu yer vâkıfın mülkü idi. Sonra onu hapsetti.
Binaenaleyh vakfı bozmak mesabesindedir. UIemanın açıkladıklarına göre, vakfın
enkazı, ihtiyaç varsa vakfın tamirinde kullanılır. İhtiyaç yoksa muhafaza
edilir. Hak sahiplerine dağıtılmaz. Çünkü onların hakkı, menfaatte değil
ayındadır. Hak sahiplerinin bunda hakkı olmayınca, ecnebi ona nasıl mâlik
olabilir. Meğer ki madenle yıkıntı arasında fark iddia edile! Teemmül
buyrulsun!
Dördüncüsü,
Halebî'nin «muayyen kimsenin mülkünde 1/5 alınır» demesi, Musannıf'ın tercihine
aykırıdır. Musannıf «sahipli yerden bir şey alınmaz» demektedir. Nitekim
gelecektir.
T E M B İ H :
Fethu'l-Kadîr'de şöyle deniliyor: «Haraç ve öşür yeri diye kayıtlaması, hane
tariften hariç kalsın diyedir. Çünkü hanede bir şey alınmaz. Lâkin buna da
şöyle itiraz olunur! Ova gibi kendisinde bir vazife bulunmayan yerde bulunandan
da bir şey alınmamak gerekir. Halbuki böyle değildir. Binaenaleyh doğrusu, bu
kaydın ihtiraz için değil de, haraçla öşür vazifelerinin daimî olduğunu; bu
yerlerde bulunandan bir şey almaya mâni olmadığını anlatmak için konulduğunu
kabul etmektir.» Nehir'de, Şârih'in işaret ettiği şekilde cevap verilmiştir, ki
o da şudur: Bu kaydın, haneden ihtiraz için konulması sahihtir. Bundan ovanın
hükmü evleviyetle anlaşılır, Zira vazifeyle birlikte yer de vâcip olunca
vazifeden hâli olanda vâcip olması, evleviyette kalır.
Ben derim ki:
Şöyle cevap vermek de mümkündür: Öşür ve haraç yerinden murad, bir kimsenin
elinde olsun olmasın, vazifesi öşür veya haraç olan yerdir. Binaenaleyh ovaya
ve başkalarına da şâmildir. Buna delil, Hâniyye'den naklettiğimiz, «Dağlık
arazi öşür arazisidir» sözüdür. Şu halde murad, bununla dâr-ı harpten
ihtirazdır. Dürerü'l-Bihâr metninde «Dâr-ı harp madeninden başka» denilmesi de
buna delâlet eder. Ve anlaşılır ki, maksat müslüman memleketinin madenidir.
Onun için Kuhistânî'de «haraç veya öşür yerinde» ibâresinden sonra, «kısacası
dağ olsun, ova olsun, metruk olsun, memlûk olsun, müslüman memleketinde
bulunandır. Bununla, kendi hanesinde ve yerinde bulunanla, harbînin yerinde
bulunandan ihtiraz etmiştir.» denilmiştir. Sonra, aynen bu söylediğimi, Şeyh
İsmail'in Şerhi'nde gördüm. Şöyle dîyor: «Bunun, dâr-ı harpte bulunandan
ihtiraz için bir kayıt olması ihtimali vardır. Çünkü dâr-ı harp arazisi, haraç veya
öşür arazisi değildir. Haraç veya öşür arazisinden murad, umûmidir. Birinin
mülkü olup olmamaya ziraata elverip elvermemeye şâmildir. Binaenaleyh bunda,
kırlar ve sahipsiz yerler dahildir. Zira bu yerler ziraata elverişli yapılırsa,
öşrî veya haracî olurlar.»
Ben derim ki: Bu
izaha göre, haracî ve öşrî tabirlerinde, yerin yukarıdâ geçen bütün kısımları
dahildir. Ve bunların madenlerinden 1/5 alınır. Lâkin Musannıf, bir kimsenin
kendi hanesinde veya yerinde bulunan madenden 1/5 alınmayacağını açıklayacaktır
.
Şârih «ova hâriç
kalmaz» sözü ile, yukarıda Nehir'den naklettiğimize işarette bulunmuştur. Bu
anlattıklarımıza göre, evleviyet iddiasına ve haneyi tariften çıkarmaya
çalışmaya hacet yoktur. Çünkü Musannıf onun çıkarılacağına tembih edecektir.
Kaldı ki, haneye temas edince, araziye de temas etmesi gerekirdi. Zira arazi,
sahipli de olsa, haracî veya öşrî olabilir. Halbuki, onunmadeninde 1/5 yoktur.
Nitekim gelecektir. Meğer ki, «araziyi bırakması onun hakkında iki rivayet
olduğundandır» denile.
METİN
Rikâzdan beşte
bir alınır. Çünkü hadiste, «Rikâzda 1/5 vardır» buyurulmuştur. yukarıda geçtiği
vecihle, bu söz madene de şâmildir. Geri kalanı, yer mülk ise sahibinindir.
Yer, dağ ve sahra gibi mülk değilse, bulanındır.
İZAH
Rikâz hadîsinin
tamamı şöyledir: «Hayvanın yaptığı zarar, hederdir. Kuyunun getirdiği zarar
hederdir; madenin getirdiği zarar hederdir; definede beşte bir vardır.» Bu
hadîsi altı hadîs imamı rivayet etmişlerdir. Fetih'te de böyle denilmiştir.
Fetih sahibi, bu hadîsin maksada delâletini beyan ederken şöyle demiştir:
«Rikâz, tahkikimize göre madene ve defineye şâmildir. Binaenaleyh her ikisinde
1/5 vermek icap eder. Heder olduğunu beyandan sonra, atıf sebebi ile, madenin
murad edilmemesi tevehhüm olunamaz. Zira, tenakuz olur. Çünkü madene ta'lik
edilen hüküm, rikâzın zımnındaki hüküm değildir ki selp ve icapla değişsin.
Zira murad, onu helâk etmesi, yahut onun sebebi ile helâk olması, kuyuyu kazana
ödettirilmez, demektir. Yoksa, haddi zâtında bir şey lâzım gelmez, demek
değildir. Aksi halde hiç bir şey lazım gelmez ki bu müttefekun aleyhin
hilâfınadır.
Hâsılı şudur:
Fetih sahibi hâssaten madene hüküm isbat etmiştir. Bunu hâssaten söylemiş;
sonra başkası ile birlikte ona bir hüküm daha isbat ederek, her ikisine şâmil
olan ismile ifade etmiştir, ki ikisinde de sâbit olsun (1). Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır. Bunu Nehir sahibi dahi nakletmiştir.
«Geri kalanı, yer
mülk ise sahibinindir.» Mülteka, Nihâye, Nikâye, Dürer ve islâh'da böyle
denilmiştir. Bu ibare, Hidâye ile şerhlerinde, Kenz ve şerhlerinde,
Dürerü'l-Bihârda, Mevâhib, İhtiyâr ve Câmi-i Sağir'de zikredilmemiştir. Zâhir
olan budur.
Bu ibareyi
zikreden, ondan sonra, «Arazisi hakkında iki rivayet vardır» demiştir. Yani 1/5
vâcip olup olmaması hakkında iki rivayet var, demek istemiştir. Bu gösterir ki
haraç ve öşür yerinden murad, sahipli olmayan arazisidir. Bundan daha garip
olmak üzere Musannıf, sadece vâcip değildir, rivayetini söylemekle yetinmiş ve
«Rikâzı kendi hanesinde veya arazisinde bulursa, ondan bir şey alınmaz» demiştir
ki böylece, sözünün başı sonunu bozmuştur. Çünkü o kimsenin arazisi öşür veya
harâc yeri olmaktan hâlî değildir. Nitekim gelecektir. Musannıf evvela,
bunlarda 1/5 vâcip odluğuna kesinlikle hükmetmişti. Hâsılı, sahibi yerden çıkan
madenin hepsi sahibinindir. Onu, kendisinin bulmasıyla, başkasının bulması
arasında fark yoktur. Asıl adlı kitabın, aşağıda gelecek rivayeti budur.
Câmi'in rivayetinde ise, «bundan 1/5 vardır, geri kalanı mutlak surette
sahibinindir» denilmektedir. Binaenaleyh, «kendi arazisinden çıkandan bir şey
yoktur» demesi, «geri kalanı sahibinindir» sözüne aykırıdır. Onun için Rahmetî,
«Musannıf'ın sözünün başı, iki rivayetten birine;
sonu diğerine
mebnîdir» demiştir.
Ben derim ki:
Bunun benzerini Kuhistânî de söylemiştir. Ben, Muhammed Ebu's-Suud'un
hâşiyesinde şöyle denildiğini gördüm: «Doğru olan hareket, buradaki sahipli
sözünü, madenibulandan başkasının milki mânâsına yorumlamaktır. Böyle
denilirse, ondan sonra gelen söze aykırı düşmez. Çünkü sonra gelen sözden
murad, bulanın milki olan yerdir.»
Ben derim ki:
Musannıf'ın Kenz sahibi gibi «kendi yerinde» tabirini kullanması, bunu te'yîd
eder. Zira bu sözün mânası, bulan kimsenin yeri, demektir. Lakin Bedâyi
sahibinin, harâc ve öşür yeri demeyip sözün başında, «Madeni, İslâm memleketinde
sahipsiz bir yerde bulursa, 1/5'ni vermek vâcip olur. İslâm memleketinde
sahipli bir yerde, veya bir hanede, evde, dükkânda bulursa, hilâfsız olarak
4/5'ü milk sahibinin olur. Milk, onun olsun başkasının olsun fark etmez. Çünkü
maden yere tâbidir. Yerin cüzlerindendir. Hükümdarın, parselleyip vermesiyle, o
yere mâlik olan kimse, bütün cüzleriyle mâlik olur. O kimseden başkasına
intikal ederken dahi, bütün tâbîleriyle intikal eder. 1/5 vâcip olup
olmadığında ihtilâf edilmiştir. İlh...» demesi buna aykırıdır. Çünkü «hilâfsız
olarak 4/5'ü milk sahibinin olur» sözü, yerin, madeni bulanın veya başkasının
milki olması fark etmediği hususunda açıktır. Zira «başkasının olsun»
tabirinden murad dahi, madeni bulandır. Binaenaleyh hilâf ile, kalan madenin
sahibine ait olacağına ittifak, ancak yerin, bulanın veya başkasının milki
olması hususundadır. «Bulan, sahibinden başkası ise 1/5 vâciptir. Sahibi
bulmuşsa 1/5 vâcip değildir» demeye imkân yoktur. Çünkü her ikisinde illet
birdir. Bu illet, sahibinin o yere bütün cüzleriyle mâlik olmasıdır. Biz her
iki rivayeti izah ederken, aralarında fark olmadığını gösteren sarahata yakın
sözler söyleyeceğiz. Allah'u âlem!...
METİN
Madeni,
hanesinde, dükkânında ve arazisinde bulursa, Asl'ın rivayetine göre hiçbir şey
alınmaz. Kenz sahibi, bu rivayeti tercih etmiştir. Yâkut, zümrüt ve feyruz gibi
taşlar, dağda yani madeninde bulunurlarsa, bunlardan bir şey alınmaz. Cahiliyet
definesi, yani gömülü mal olarak bulunurlarsa, 1/5'leri alınır. Çünkü bu
ganimettir. Hâsılı defineden, nasıl bulunursa bulunsun 1/5 alınır. Madenden
ise, ateşte yumuşayanlardan olmak şartıyla alınır. İnci ve amberden de 1/5
alınmaz. İnci, bahar yağmurundan hâsıl olur. Amber ise denizden çıkan bir ot
yahut bir hayvanın tersidir. Denizden çıkarılan bütün ziynetler de böyledir.
Velev ki denizin dibinde bulunmuş altın hazinesi olsun. Çünkü cebren
alınmamıştır. Binaenaleyh ganimet değildir.
İZAH
Şârih'in, bulunan
şeyi maden diye kayıtlaması, Kenz'in ibaresinden ihtiraz içindir. Kenz'de,
«Madenden 1/5 alınır. Velev ki birinin mülkünde veya hanesinde bulunsun. Çünkü
maden yerin cüzlerinden değildir» denilmiştir. Madeni hanesinde veya dükkânında
bulursa, hiçbir şey vermek lâzım gelmemesi, İmam-ı Âzam'a göredir. İmameyn buna
muhaliftirler. Mültekâ. Asl'ın rivayetine göre, kendi arazisinde bulursa, yine
bir şey alınmaz. Gayetü'l-Beyânda şöyle denilmektedir: «Sahipli yer hakkında
İmam-ı Âzam'dan iki rivayet vardır. Aslın rivayetine göre yerle hane arasında
fark yoktur. Her ikisinde bulunan madenden bir şey alınmaz. Çünkü yer o
kimseye, bütün cüzleriyle intikal etmiştir. Maden de yerin toprağından sayılır.
Binaenaleyh o yere mâlik olunca madeninden 1/5 almak vâcip olmaz. Nasıl ki,
ganimeti hükümdar birisine satarsa, diğer insanların oganimet üzerindeki hakkı
sâkıt olur. Zira alan kimse o ganimete bedelle mâlik olmuştur. Cessas da böyle
demiştir. Cami-i Sağir'in rivayetine göre ise, yerle hane arasında fark vardır.
Bunun izahı şudur:
Hanede aslâ
zahmete katlanmak yoktur. Onun için beşe bölünmez. Bütün maden, bulanın olur.
Yer bunun hilâfınadır. Onda, harâc ve öşür vergisi vardır. Bundan dolayı 1/5
alınır.
«Kenz sahibi bu
rivayeti tercih etmiştir.» Yani Musannıf'ın yaptığı gibi O da yalnız bu
rivayeti zikretmiş, bununla onun tercih edileceğini anlatmak istemiştir, Lâkin
Hidâye'de, «Ebû Hanîfe'den iki rivayet vardır» denilmiş, sonra Cami-i Sağîr
rivayetine göre, yerle hanenin farkı yapılmış; Asl'ın rivayetinden
bahsedilmemiştir. Bu, Cami-i Sağîr rivayetini tercih ettiğini göstermek için
olsa gerektir. Allâme Nuh Efendi'nin Hâşi-ye'sinde, «Kıyas, iki şeyden dolayı
Cami-i Sağîr rivayetinin tercihini gerektirir. Birincisi, çatışma olursa,
Cami-i Sağır rivayeti başkasına tercih olunur. ikincisi, bu rivayet İmameyn'in
kavline uygundur. Müttefekun aleyh olan rivayeti kabul etmek evlâdır.»
denilmektedir.
Hâsılı, İmam-ı
Âzam 1/5 vâcip olması için madenle define arasında fark gördüğü gibi; ova ile
hane ve mübah yerle sahipli yer aralarında da fark görmüştür. İmameyn ise 1/5
vâcip olmak için bunların aralarında fark gözetmemişlerdir.
Musannıf
«cahiliyet definesi» demekle, İslâm definesinden ihtiraz etmiştir. Şârih «Kenz»
tabiriyle, definenin hükmüne işaret etmiştir ki, defineler bahsinde gelecektir.
Cahiliyet definesinin ganîmet sayılması, kâfirlerin elindeyken bizim elimize
geçmesindendir. Bahır.
«Define nasıl
olursa olsun.» Yani yer cinsinden olsun olmasın 1/5'i alınır. Elverir ki,
kıymeti hâiz mal olsun. Bahır. Bundan yalnız, denizin definesi müstesnadır.
Nitekim az sonra gelecektir. Madenden, ateşte yumuşayanlar 1/5'e tâbidir.
Sıvılar ile, ateşte yumuşamayan taşlardan 1/5 alınmaz. Nitekim yukarıda geçti.
İnci, Şârih'in
tarifine göre bahar yağmurundan meydana gelir. Kuhistânî diyor ki: «İnci,
parlak bir cevherdir. Allah Teâlâ onu bir sedefin içine düşen bahar yağmurundan
halkeder. Bu sedefin, balık cinsinden bir hayvan olduğu söylenir. Allah Teâlâ
inciyi onun içinde halkeder. Nitekim Kirmânî'de beyan edilmiştir.»
Şârihimiz, amberi
dahi, «denizden çıkan bir ot» diye tarif etmiştir. Davud Antâkî, Tezkiresi'nde
şöyle demektedir: «Sahih olan şudur ki, amber, denizin dibinde bulunan birtakım
gözlerdir ki, yağlı bir madde ifraz ederler. Bu madde suyun üstüne çıkınca
donar ve deniz onu sahile atar.» Amberin, deniz sığırı denilen bir hayvanın
fışkısından meydana geldiğini söyleyenler de vardır.
«Çünkü cebren
alınmamıştır.» Bu sözün hâsılı şudur. 1/5'in alınacağı yer ganimettir. Ganimet,
vaktiyle kâfirlerin olup, sonra kahr ve galebe suretiyle müslümanların eline
geçen maldır. Denizin dibine galebe ve kahır geçmez. Binaenaleyh orada bulunan
ganîmet değildir Kadıhân.
METİN
Üzerinde İslâm
alâmeti bulunan define - para olsun başka bir şey olsun - lükata (bulma mal)
dır. Hükmü, ileride gelecektir. Üzerinde küfür alâmeti bulunan defineden ise
1/5 alınır. Geri kalanı, ilk fethedildiği zaman, yerin verildiği sahibinindir.
O yoksa, sağ olan mirasçınındır. O da yoksa, en güzel hareket, bu defineyi
Beytülmal'e vermektir. Bu hüküm, O kimsenin yeri sahipli olduğuna göredir.
Sahipli değilse, define bulanın olur. Velev ki bulan kimse zımmi, köle, çocuk
veya kadın olsun. Çünkü bunlar da ganîmet ehlindendir. Bundan yalnız, müste'men
(pasaportlu) harbî müstesnadır., Ondan, elindeki define geri alınır. Ancak
ovalarda, hükümdarın izniyle bir şarta bağlı olarak çalışırsa, şart edilen şey
kendisine verilir.
Rikâz aramak için
iki adam çalışsa, hangisi bulursa, rikâz onun olur. Her ikisi yevmiyeci iseler,
rikâz kiralayanın olur. Bulunan definenin üzerinde alâmet bulunmaz, yahut
paranın kimin tarafından basıldığı şüpheli kalırsa, zâhir mezhebe göre,
cahiliyet devrinden kalmıştır. Bunu Zeylâî söylemiştir. Çünkü ekseriyetle,
bulunan defineler böyledir. Bazıları, lükata gibi olduğunu söylemişlerdir.
İZAH
«Başka bir şey
olsun» ifadesinden murad, silah, alet, ev eşyası, yüzük taşları ve kumaş gibi
şeylerdir. Bahır.
«Lükatadır (Yani
bulma maldır, bulanın elinde emanettir.) Çünkü müslümanların malı ganîmet
olamaz.» Bedâyi. Lükatanın ileride gelecek hükmü şudur: Bulunan mal, mescid
kapılarında ve pazar yerlerinde, arayan çıkmayacak zannedilinceye kadar ilân
edilir. Sonra, bulan kimse fakirse kendisine harcar; fakir değilse; ödemek
şartıyla başka bir fakire verir. H.
Kifâye'de şöyle
denilmiştir: «İlan işi, malın azlığına çokluğuna göre değişir; hatta ulemanın
beyanına göre, on dirhem ve daha fazlası bir sene ilân edilir. On dirhemden
aşağısı, üç dirheme kadar bir ay; üç dirhemden aşağısı, bir dirheme kadar bir
hafta; bir dirhemden aşağısı, bir gün ilân edilir. Bir kuruş gibi değeri pek az
olan şeylerde, bulan kimse sağına soluna bakınarak onu bir fakirin avucuna
koyar.
«Üzerinde küfür
alâmeti» bulunmaktan murad; paranın üzerine put nakşedilmesi ,veya meşhur
krallarından birinin adı bulunması gibi şeylerdir. Bahır. Böyle defineden 1/5
alınır. Bu hususta, kendi yerinde bulunmasıyla, başkasının yerinde veya mübah
arazide bulunması arasında fark yoktur. Kifâye. Kâdıhan diyor ki: «Bunda hilâf
yoktur. Çünkü define, hanenin cüzlerinden değildir. Binaenaleyh ondan 1/5 almak
mümkündür. Maden böyle değildir.»
«En güzel
hareket, bu defineyi Beytülmal'e vermektir.» Bunun en güzel hareket olması,
Bahır'da şöyle denildiği içindir: «Define, yere tevdî edilmiştir. O yere ilk
sahip olan, içindekine de mâlik olmuştur. Yeri satmakla, define onun olmaktan
çıkmaz. Bu mesele, içinde inci bulunan balık gibidir.»
Şârih, «bu hüküm»
demekle, «geri kalan sahibinindir» sözüne işaret etmiştir. Bu kavil
İmameyn'indir. Hidâye ve diğer kitapların zâhirlerinden, bunu tercih ettikleri
anlaşılıyor. Lâkin Sirâc'da şöyle denilmiştir: «İmam Ebû Yusuf'a göre kalanı,
bulanındır. Nitekim sahipsiz yerdebulunursa, hüküm budur; fetva da buna
göredir.»
Ben derim ki: Bu
fetva, bizim zamanımız için güzeldir. Çünkü muntazam Beytülmal yoktur. Hattâ
Tahtâvî şöyle demiştir: «Zâhir olan şudur ki; İmameyn'in kavline göre, bulan
kimse fakir ise, onu kendi nefsine sarf edebilir, demektir. Nitekim ulema, âzad
edilenin kızı hakkında, "velev ki süt kızı olsun kendisine tercih
edilir." demişlerdir.» Bahır'da Mebsût'tan naklen rivayet edilen şu söz de
buna delâlet eder: «Bir kimse rikâz bulursa, onun 1/5'ni fakirlere tasadduk
edebilir. Hükümet reisi bunu duyduğu zaman, bu yaptığını geçerli sayar. Çünkü
1/5 fukaranın hakkıdır. O da bunu hak sahibine ulaştırmıştır. O kimse rikâzı
bulmak hususunda himayeye muhtaç değildir. Bu iş, bâtınî malların zekâtı
gibidir.»
T E M B İ H :
Bahr sahibi, Mi'râc'dan naklen, «Hilâfın yeri, arazi sahibi iddia etmediğine
göredir. Arazi sahibi, milki olduğunu iddia ederse, bilittifak onun sözü kabul
edilir.» demiştir.
Arazi, sahipli
değil de, meselâ dağ ve sahradan ibaretse, maden gibidir. Onun da 1/5'ni vermek
icabeder. Kalanı, mutlak surette bulanın olur. Bahr. Zımmî ve emsalinin ganîmet
ehlinden olmaları, kumandan kendilerine ganîmet malından bahşiş verdiği
içindir. Rahmetî.
«Harbî, ovalarda»
değil de sahipli yerde çalışırsa, bulduğunun geri kalanı hükümet tarafından
parsel olarak verilen şahsa ait olur. Bu husustaki hilâf, yukarıda geçmişti.
Bunu Şeyh İsmail söylemiştir.
«Rikâz aramak
için iki adam çalışsa, hangisi bulursa rikâz onun olur.» Zâhirine bakılırsa,
ötekine bir şey vermek icabetmez. Yeri biri kazar da, sonra öteki gelerek
tamamlar ve rikazı çıkarırsa, mesele açıktır. Fakat, kazma işini beraber
yürütürlerse. Musannıf fâsit şirket bâbında beyan edecektir ki, ot toplamak, av
avlamak ve su çıkarmakta: dağlardan yemiş devşirmek, define aramak, mübah
çamurdan tuğla pişirmek gibi sair mübah şeylerde ortaklık caiz değildir. Çünkü
bunlar, vekâleti tazammun eden şeylerdir. Mübah bir şeyi aramakta tevkil caiz
değildir. Birinin bulduğu kendisinin; ikisinin beraberce buldukları, yarı
yarıya ikisinin olur. Bu, her birinin bulduğu miktar bilinmediğine göredir.
Arkadaşının yardımıyla, birinin bulduğu rikâz kendinindir. İmam Muhammed'e göre
kaça çıkarsa çıksın, arkadaşına ecr-i misil verilir. Ebû Yusuf'a göre ise,
ecr-i misil, bulduğu rikazın yarı kıymetini geçmemelidir .
"Rikâz,
kiralayanın olur" Musannıf, fâsit icare bâbında şöyle diyecektir: «Bir
kimse, kendisine av avlamak veya ot toplamak için birini ücretle tutar da,
bunun için bir vakit tayin ederse, caiz olur; etmezse caiz değildir. Meğer ki
kendi milki olan odunu tayin ede.» Tahtâvî orada, «Etmezse caiz değildir» sözü
üzerine, «odun çalışanın olur» diye yazmıştır.
Ben derim ki! Bu
sözün muktezası, vakit tayin etmedikleri takdirde, burada da zekâtın, çalışana
lâzım gelmesidir. Çünkü ücretle tutmak fâsit olunca, ortada mücerret tevkîl
kalır. Mübahı elde etmek için ise tevkilin sahih olmadığını gördün. Rikâzı,
biri diğerinin yardımıyla bulması hali, böyle değildir. Zira yardım eden ecr-i
misil alır. Bu adam arkadaşı için çalışmıştır Teberruda bulunmuş değildir.
Benim anladığım budur, sen de teemmül et! Zeylaî'nin söylediğini Hidâye sahibi
dahi söylemiştir. Çünkü kâfirler, dünya malına ve onu biriktirmeye
hırslıdırlar. T.
«Bazıları, lükata
gibi olduğunu söylemişlerdir.» Hidâye'nin ibaresi şöyledir: «Bazıları, bizim
zamanımızda müslümanlardan kalma sayılacağını söylemişlerdir. Çünkü üzerinden
uzun zaman geçmiştir.» Yani zâhire göre cahiliyet devri eserlerinden bir şey
kalmamıştır. Aksi tahakkuk etmedikçe, zâhire göre amel vâciptir, demek
istemiştir. Hak olan, bu zâhirin kabul edilmemesidir. Bilâkis cahiliyet
devrinin defineleri bu güne kadar mevcuttur. Memleketimizde her gün
bulunmaktadır. Fethu'l-Kâdîr'de de böyle denilmiştir. Yani cahiliyet devri
definelerinin, bu güne kadar bâkî olduğu anlaşılınca, bu zâhir ortadan kalkar.
Ben derim ki:
Şimdi şu kalır: Üzerlerinde ehli harp alâmeti bulunan birçok paralarla,
müslümanlar muamele görmektedirler; zâhire bakılırsa bu paralar, şüpheli kalan
kısımdandır. Meğer ki o beldenin fethinden önceki cahiliyet devrine ait
oldukları bilinsin. Sonra Molla Aliyyülkâri'nin Nikâye adlı eserinin şerhinde
şöyle denildiğini gördüm: «Kâfir dirhemlerinin müslüman dirhemleriyle karışık
olanları ise, zamanımızda kullanılan müşahhas paralar gibidir. Bunların
müslüman parası olduğunda hilâf bulunmamak gerektir.»
METİN
Dâr-ı harbin
sahrasında bulunan rikâzdan, maden olsun, define olsun 1/5 alınmaz. Bunların
hepsi bulanındır; velev ki bulan müste'men (pasaportlu harbî) olsun. Çünkü
hırsızlıkla elde edilmiş gibidir. Onun içindir ki, o yere silahlı bir cemaat
girer de, küffarın define ve madenlerinden bir şey elde ederlerse, 1/5 alınır.
Çünkü ganîmettir. Rikâzı, bir müste'men, kendilerinden birine ait, sahipli bir
yerde bulursa, gadir etmiş olmaktan korunmak için, onu sahibine iade eder.
Etmez de, rikâzı o yerden çıkarırsa, ona haram olarak mâlik olur. Bundan
kurtulmanın çaresi, onu tasadduk etmektir; satması da caizdir. Çünkü milk
bâkîdir. Lâkin müşteriye helâl olmaz. Rikâzı, müste'menden başkası, "Ehl-i
Harb'in milkinde bulursa, alması helâl olur. İadesi gerekmez. Ondan 1/5 dahi
alınmaz. Sebebi yukarıda geçti. Bu hususta, eşya ile başka şey arasında fark
yoktur. Gerçi Nikaye'de «Sahipsiz yerden çıkarılan rikâz eşyadan 1/5 alınır»
denilmişse de, bu yanlıştır. Meğer ki, küffârın müslüman memleketindeki eşyası,
diye yorumlana!
FER'İ MESELE:
Rikâzı bulan kimse, onun 1/5'ni, kendisine, usul ve furûuna ve ecnebî kimselere
sarf edebilir. Yalnız fakir olmaları şarttır.
İZAH
«Dâr-ı Harb'in
sahrasında bulunan rikâzdan, maden olsun, define olsun 1/5 alınmaz.» Kudûrî'nin,
bunu yalnız «define ise» diye kayıtlaması, define hakkında hilâf
bulunduğundandır, Zira Şeyhülislâm, definede 1/5 vâcip olduğunu söylemiştir.
Onun hükmü bilinince, madenin hükmü evleviyette kalır. Çünkü maden hakkında
hilâf yoktur. Nitekim Mi'râc'dan naklen, Bahır'da nakledilmiştir.
«Çünkü
hırsızlıkla elde edilmiş gibidir.» Hidaye sahibi diyor ki: «Bu, bulan
kimsenindir. Çünkü küffarın sahrasındaki bir şey hâssaten bir kimsenin elinde
değildir. Binaenaleyh gadir sayılmaz. Bundan bir şey de alınmaz; çünkü
hırsızlama mesabesindedir.»
«Onun içindir ki»
ibaresindeki işaret hırsızlamayadır. Yani onun elde ettiğinden 1/5 alınmaz.
Meğer ki kahren ve galebe yoluyla alınsın. Nitekim bundan sonra şârih, bu yolla
alınanın ganîmet olduğunu açıklamıştır.
«Rikâzı bir
müste'men ilh...» ifadesinin hâsılı şudur: Bir kimse, rikâzı küffâra ait
sahipsiz bir yerde bulursa, bulduğunun hepsi, kendinin olur. Bu hususta
müste'menle başkası arasında fark yoktur. Bu, yukarıda geçmişti. Sahipli yerde
bulursa, bulan müste'men olmadığı takdirde, yine bulduğunun hepsi kendinindir.
Bulan müste'men olursa, bulduğunu sahibine iade etmesi vâcip olur. Burada geçen
rikâz tabiri, define ve madene şâmildir. Gerçi Bercendî'de «define» diye
kayıtlanmışsa da, bu, herhalde yukarıda Kudûrî'den naklettiğimiz söze binaen
olsa gerektir.
«Lâkin müşteriye
helâl olmaz.» Ama bir adam, fâsit satışla bir şey satın alır da, sonra satarsa,
o mal ikinci müşteriye helâl olur. Çünkü bu takdirde, fesîh mümkün değildir.
Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
«Ondan 1/5 dahi
alınmaz.» Meğer ki silahlı bir cemaat olsunlar. Bu takdirde alınan, ganîmet
olur. Nitekim yukarıda geçti aşağıda da gelecektir.
«Sebebi yukarıda
geçti.» Yani o kimse hırsızlık etmiş mesabesindedir. Nitekim Gayetü'l-Beyân'dan
naklen Dürer'de böyle denilmiştir.
Nikâye, Muhakkık
Sadrı'ş-Şeria'nın eseridir. Dedesi Tâcü'ş-Şeria'nın Vikâye namındaki eserinde
de böyle denilmiştir. Vikâye'nin ibaresi şöyledir: «Küffârın sahipsiz bir
yerinde onların eşyasına ait define bulursa 1/5 alınır.» Dürer sahibi diyor ki:
«Bu söz doğru değildir. Çünkü Hidâye Şârihleri ile diğer ulemanın
açıkladıklarına göre, 1/5 ancak ganîmet mânâsı taşıyan şeyde vâcip olur, ki bu
da vaktiyle küffarın olup ta, sonradan müslümanların eline geçen şeydir.
Vikâye'de zikredilen böyle değildir. Çünkü müste'men, hırsızlık eden gibidir.
Dâr-ı Harb'in yeri, müslümanların eline geçmiş değildir. Doğrusu
"bulursa" kelimesinin, üst tarafıyla alâkası kesilmeli ve bu kelime
meçhul okunmalı ve yer müslümanlara izafe edilmelidir.»
«Meğer ki, küffârın
müslüman memleketindeki eşyası, diye yorumlana.» Bu yorumlama, Nikâye'nin
ibaresinde sahihtir. Çünkü onun ibaresinde, dârı harpten sözü yoktur. Vikâyenin
ibaresi böyle değildir. Hâsılı, vikâye'nin ibaresinde mesele, eşya dâr-ı harpte
sahipsiz bir yerde bulunduğuna göre farz edilmiştir. Bulan müsellâhtır.
Binaenaleyh 1/5 vâciptir. Nikâye'nin ibaresinde ise, yer müslüman memleketinde
olduğuna göre farz edilmiştir Bulan da müslüman bir kimsedir. Müste'men olamaz,
çünkü müslümanların eman verdiği kâfir hiçbir şeye müstehak değildir. Meğer ki
yukarıda görüldüğü vecihle, şartlı çalıştırılsın. İslâm memleketinde bir
müslüman, müste'men olamaz. Sonra bu mesele, her iki ibareye göre, yukarıda
gecen izahattan anlaşılmıştır. Burada zikredilmesinin faydası, Şârih'in evvel
işaret ettiği înâye ve diğer kitapların açıkça beyanda bulundukları şeydir ki,
o da, 1/5'in vâcip olması; rikâzın, altın, gümüş paralardan ve eşya gibi başka
mallardan olması arasında fark bulunmamasıdır.
«Kendisine sarf
edebilir.» Yani muhtaç olur, kendisine ayırdığı 4/5 yetmezse; meselâ
200dirhemden azsa, 1/5'i kendi ihtiyacına sarf edebilir. Ama 200 dirhemi
bulursa, 1/5'i alamaz. Bahır.
Ben derim ki:
Lâkin burada şöyle denilebilir. Bazen 200 dirhemi bulur geçer de, yine yetmez;
meselâ kendisi 200 dirhem borçlu olur. En iyisi, ihtiyaca kadar, demekle
yetinmelidir. Hâkim'in Kâfî namındaki eserinde şöyle denilmektedir: «Bir kimse
rikâz bulursa, onun 1/5'ni fakirlere tasadduk edebilir. Hükümdar bunu duyunca,
onun yaptığını geçerli sayar. Şayet bulduğunun hepsine muhtaç ise, hepsini
kendisine ayırabilir. 1/5'ni babalarından ve çocuklarından muhtaç olanlara
tasadduk ederse caiz olur. Bu, yerden çıkan mahsulün öşrü mesabesinde değildir»
METİN
Bazıları bu
kelimenin, bir şeye bazı halleriyle isim vermek kabilinden olduğunu
söylemişlerdir. Buna hâcet yoktur. Öşür, mutlak surette öşür memurunun aldığı
şeyin adıdır. Bunu Sa'dî söylemiştir. Yani bu kelime cins ismidir. Öşür memuru
hür ve müslüman olan kimsedir. Bu kayıtla, Yahudilerin memur tayin edilmesinin
haram olduğu anlaşılır. Öşür memuru Hâşimi olmayacaktır. Çünkü öşürde zekat
şüphesi vardır. Memur, aldığını, hırsızlardan ve yankesicilerden korumaya
muktedir olmalıdır. Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur. Bu
memuru, zâhiri ve bâtıni malları ile, onun yanından geçen tâcirlerden zekâtları
almak için hükümdar, yolcuların geçeceği yol üzerine ta'yin eder. «Yol üzerine»
kaydı ile, sâî, tariften hariç kalır. Çünkü sâî, kabîleler arasında dolaşıp,
hayvanlarının zekâtlarını yerinde alan kimsedir.
«Zekâtlarını»
tabiri, ibadeti başkalarına taglib (yani galebe çaldırmak) yoluyla
söylenmiştir.
İZAH
Musannıf bu bâbı,
Mebsût ve diğer kitaplara uyarak, zekâtın arkasından zikretmiştir. Çünkü
alınanların bir kısmı zekâttır. Ama halis zekât değildir. Onun için bu bâbı
hâlis zekâttan sonraya bırakmış; rikâzdan da önce zikretmiştir. Çünkü bunda
ibadet mânâsı vardır.
«Bunu Sâ'di
söylemiştir.» Sa'dî bunu İnâye Hâşiyesi'nde söylemiş ve şöyle demiştir:
"Alınan öşür (yani 1/10) değil öşürün 1/4 dir. Ancak şöyle denilebilir:
Musannıf öşür demiş, mecâzen bundan 1/4 kastetmiştir. Yani bütünü zikr, cüz'ü
kastetmiştir. Yahut şöyle denilebilir: Öşür âşirin aldığı şeyin adıdır. Alınan
şey ister lügat itibariyle öşür olsun, ister 1/4 veya yansı olsun fark etmez.
Binaenaleyh: Âşir kelimesi, bir şeye bazı hallerine göre isim vermektir, demeye
hâcet yoktur. Nitekim bu âşikardır." Şârih "âşir"i, Nehir
sahibine uyarak cins ismi diye tefsir etmiştir. Çünkü şüphesiz bu kelime özel
isim değildir. En doğrusu, şer'î cins ismi olmasıdır. Çünkü özel isim olduğuna
delil yoktur.
«Öşür memuru hür
ve müslüman olan kimsedir.» Köleden öşür memuru olmaz. Çünkü vilâyeti yoktur.
Kâfirden de olmaz; zira kâfirin müslüman üzerine vilâyeti olmadığı ayetle
sâbittir. Bunu Bahır sahibi Gâyeden nakletmiştir. Ayetten murad. «Elbette Allah
kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol açacak değildir.» kavli kerîmidir.
«Bu kayıtla» yani
müslüman olmanın mezkûr âyetle şart kılınması ile, Yahudilerin memur tayin
edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Bahır'da «bunun dahi haram olduğunda şüphe
yoktur» cümlesi ziyade edilmiştir. Yani memur tayin etmekte, memura ta'zim
vardır. Ulema, müslüman olmayanı ta'zimin haram olduğunu söylemişlerdir. Hattâ
Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir: «Âşirin zemmi hakkında vârit olan eser,
zamanımızda olduğu gibi zâlim olan âşirlere hamledilmiştir.» Yahudi ve kâfirler
şöyle dursun, bu söylediklerimizden, fâsıkların memur tayin edilmelerinin bile
haram olduğu anlaşılır.
Ben derim ki:
Siyeri Kebîr şerhinde beyân edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), Sa'd b. Ebî
Vakkas'a mektup yazarak. «Müşriklerden hiçbirini müslümanlar üzerine kâtip
yapma! Çünkü onlar dinlerinderüşvet alırlar, Allah'u Teâlâ'nın dininde rüşvet
yoktur.» diye tembihte bulunmuştur. Siyer şârihi, «Biz bununla amel ederiz,
çünkü vâli, müslümanlardan başkasını kâtip tayin etmekten men edilmiştir.
Allah'u Teâlâ, "Kendinizden olmayanları yakın dost edinmeyin!"
buyurmuştur.» demektedir.
«Öşür memuru
Hâşimî olmayacaktır.» Hâşimîler Peygamber (s.a.v.) in sülalesi, yani Hâşim B.
Abdi Menâf oğullardır. Bunlara zekât verilmez. Öşürde dahi zekat şüphesi olduğu
için, kendilerine öşür de verilmez. Çünkü öşür memuru, zekât verilecek
kimselerden biridir. Ona, yaptığı işe göre, topladığı öşürden yetecek kadar
nafaka verilir. Onun için, topladığı şeylerin hepsi helâk olsa, kendisine
hiçbir şey verilmez. Nitekim bunu Zeyleî açıklamıştır. Binaenaleyh burada hem
ücrete hem zekâta benzerlik var demektir. Sonra bilmiş ol ki, bu Hâşimî olmamak
şartını, Bahır sahibi Gâye'ye nisbet etmiştir. Ben bu şartı, ondan başka
zikreden görmedim. Bu, Nihaye ve diğer kitaplarda, zekâtın sarf edildiği yerler
bâbında zikredilene muhaliftir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Hâşimî bir kimse,
zekât memuru tayin edilirse, zekâttan kendisi için bir şey almaması gerekir.
Ama memur tayin edilir de, maaşı zekâttan başka olursa, bunda bir beis yoktur»
«Almaması gerekir»
ta'birinden murad, helâl değildir, demektir; nasıl ki Zeyleî öyle demiştir. Bu
söz, Haşimî birini zekât memuru tayin etmenin caiz olduğu hususunda açık
gibidir. Binaenaleyh kitabımızın sözü, sadaka almanın helâl olması için, Hâşimî
olmamak şarttır, mânâsına yorumlanır. Gâye sahibinin, «Çünkü öşürde zekât
şüphesi vardır.» diyerek yaptığı ta'lîl de bunu gösterir. Çünkü şunu ifade
eder: Hükümdar, maaşını Beytülmal'den, yahut hediye olarak kendinden verir,
veya memur olan şahıs müslümanların aldığı sadakadan bir şey almazsa, Hâşimî
olması caizdir. Zekâtın sarf edildiği yerler bâbında bu meselenin tamamını anlatacağız.
«Çünkü vergi
toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur.» Yani hükümdarın zekât toplaması,
halkın mallarını koruması sebebiyle meşrudur. Onun içindir ki âsiler bir kasaba
veya köyü istilâ eder de zekâtlarını alırlarsa, yalnız haracı iade ederler,
başka bir şey iade etmezler .
Bu mesele, evvelce
kitâbımızın metninde şöyle geçmişti: «Âsîler otlak hayvanlarının, öşür ve
haracını alırlarsa bunları icabeden yerlere vermeleri şartıyla sahiplerine iade
etmeleri gerekmez. Aksi takdirde (yani yerlerine sarf etmezlerse) haraçtan geri
kalanları iade ederler.. Görülüyor ki "haraçtan geri kalanı"
denilmiştir'. Ben derim ki: Doğrusu da budur. İhtimal burada söz, Müellif
hazretlerinin kaleminden düşmüş olacaktır. Orada zikredip, burada etmemesi de buna
delâlet etmektedir.
(Sâî: Kabileler
arasında dolaşarak hayvanlarının zekâtını yerlerinde alan memurdur.) Bahır'da
Bedâyi'den naklen, «Musaddık (yani sadaka memuru), her ikisinin cins ismidir»
denilmiştir.
«Tağlib» ta'biri,
"kâfirden alınan mal sadaka olamaz" şeklindeki itirazı def içindir:
Zâhirî ve bâtınî
mallardan murad: İki nevi zekât malıdır. Zâhirî mal, hayvanlar ile tüccarın
öşür memuruna arz ettiği mallardır. Bâtınî mal ise, altın, gümüş ve yerinde
duran ticaret malıdır. Bahır. Burada bâtinî maldan murad, hayvanlardan geri
kalan mallardır. Buna karîne, «mallarıyla onunyanından geçen» sözüdür. Yoksa
öşür memurunun yanından geçirdiği her mal zâhirî nev'indendir. Buna bâtınî
demesi, oradan geçmezden önceki haline göredir.
Evindeki bâtınî
mallarına gelince: Bunları öşür memuruna haber verirse, onlardan bir şey almaz.
Nitekim bu cihet Bahır'da açıklanmıştır. ileride
(Müellifin oğlu
Muhammed Alâeddin) kitabımızın metninde de gelecektir. Şârih bu ta'mim ile,
inâye ve diğer kitaplarda beyan edileni redde işaret etmiştir. Onlarda şöyle
denilmiştir: «Burada murad, bâtınî mallardır. Çünkü zâhirî mallarda -ki otlak
hayvanlarıdır - mal sahibi öşür memurunun yanına uğramaya muhtaç değildir.
Zira, mal sahibi uğramasa da memur onların öşürünü alır.» Bu söz, Nehir'de de beyan
edildiği vecihle, âşir ile sâî arasında fark gözetmeme esasına göredir. Halbuki
fark olduğunu yukarıda gördün. Bu Bedâyi'de zikredilmiştir.
METİN
Öşür toplayanın
zemmi hakkında vârit olan hadisler, zorla alana yorumlanmıştır. Bir kimse
senenin tamamlandığını inkâr eder; yahut, «ben ticarete niyet etmedim» veya
"ben bütün malımı kaplayacak şekilde - veya nisabı eksiltecek şekilde -
borçluyum" derse, yeminiyle tasdik olunur. Zira aldığı zekâttır. Mi'râc.
Hak olan da budur. Bahır. Onun için Musannıf mutlak söylemiştir. Yahut,
"Ben başka öşür memuruna verdim" der de başka öşür memuru muhakkak
mevcut olursa; veya «Ben zekâtımı şehirdeki fukaraya verdim» diyerek yemin
ederse - şehirden çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez, sebebi gelecektir-
esah kavle göre hepsinde beraat makbuzu göstermeden tasdîk olunur. Çünkü yazı
şüphelidir. Hattâ bu öşür memurunun ismine uymayan bir beraat makbuzu getirir
de yemin ederse, tasdik olunur ve beraat yok sayılır. Yalan söylediği, seneler
sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.
İZAH
Öşür toplayanın
zemmi hakkında vârit olan hadislerden biri, Taberânî'nin rivayet ettiği şu
hadistir: «Şüphesiz Allah Tealâ mahlukatına yaklaşır -Yani rahmeti, cûd-ü
keremi ile muamele eder - ve dilediğini affeder. Yalnız fuhşiyat yapan ve öşür
toplayanı affetmez.» Ebû Dâvud'un ve İbn Huzeyme'nin Sahihi'nde keza Hâkim'in
Ukbe b. Amir (r.a.) dan rivayet ettikleri şu hadis onlardandır: "Ben
Rasulullah sallâllahu aleyhi ve sellemi, "Bâccı cennete girmez!"
buyururken işittim.» Yezîd b. Hârun «Bundan murad öşür toplayandır» demiş;
Bağavi dahi, «Bundan, baçcının yanına uğrayan tâcirlerden, öşür, yani zekât adı
ile aldığı baccı kastetmiştir» demiştir.
Hafız Münzirî
diyor ki: "Şimdi ise bunu bac namı ile alıyorlar. Başka bir baç daha var
ki, onun adı yok! Onu haram ve zıkkım alıp karınlarına ateş yiyorlar. Rablerine
karşı bu hususta hüccetleri bâtıldır. Üzerlerine gadab ve şiddetli azâp vardır.
İbni Hacer'in Ez-Zevâcir adlı kitabında böyle denilmiştir. Bundan şonra Münzirî
sözüne şöyle devam etmiştir: «Bilmelisin ki, bazı fâsık tacirler.
Kendilerinden, alınan bacla zekât niyet edilirse, zekât yerine geçeceğini
zannederler. Bu zan bâtıldır. Şâfiî mezhebinde bunun bir mesnedi yoktur. Çünkü
hükümdar, baçcılan zekât almak için tayin etmez. Onları, az olsun çok olsun;
zekât farz olsun olmasın, buldukları malın öşürlerinitoplamak için tayin eder.»
Tamamı Münzirî'dedir.
Ben derim ki: Şu
da var. Bugün baccı, hükümdara bir şey vermek sureti ile, onu kendine ortak
yapıyor. Ve zulmen aldığı şey kendinin oluyor. Artık tâcir kendisinin veya
başka bir haccının yanına uğrarsa, bir yılda bir kaç defa bunu alıyor. Velev ki
o kimseye zekât farz olmasın. Bunun bize göre zekât sayılmadığı da anlaşılıyor.
Çünkü bu adam geçenlerden zekât alsın diye hükümdarın yola tayin ettiği öşür
memuru değildir. Yine yukarıda geçti ki hükümdarın tüccarı hırsızlardan
koruması ve tüccarın emin bulunması mutlaka şarttır. Bu söylediğimiz ise
şehirin kapılarına durarak, tüccarı hırsızlardan, yol kesicilerden daha çok
rahatsız etmekte, onlardan zorla para almaktadır. Onun içindir ki Bezzâziye'de
şöyle denilmiştir: «Verilen baccın zekât olmasına niyet ederse, sahih kavle
göre zekât olmaz. İmam Serahsî böyle demiştir» «Sahih kavle göre» sözü ile,
«Baccıya verirken zekâtı niyet ederse caizdir. Çünkü o, üzerinde taşıdığı
mesuliyetlerle fakir sayılır» diyenlerin sözüne işaret etmiştir. Bu hususta
yukarıda söz geçmişti.
«Bir kimse senenin
tamamlandığını inkâr ederse ilh...» sözünden murad, elindeki yahut evindeki
malının üzerinden tam sene geçtiğini inkâr ederse, demektir. Evinde, üzerinden
sene geçmiş malı bulunur; elindeki malın ise henüz üzerinden sene geçmemiş
olursa, ikisi de bir cinsten olduğu takdirde, öşür memuru o kimsenin sözüne
aldırış etmez. Çünkü bir cinsten olan malları birbirine katmak vâciptir. Meğer
ki mâni buluna. Bahır.
«Ben ticarete
niyet etmedim derse» keza «Bu mal benim değildir, o emanettir», yahut «tüccar
malıdır» «ortak malıdır» «ben bu malda bekçiyim» «mükâtebim» veya «izinli
köleyim» gibi bir söz söylerse, keza «bu malda zekât yoktur» derse, yemini ile
tasdik olunur. Velev ki sebebini beyan etmemiş olsun. Bahır. Oradaki borçtan
murad, kullar tarafından isteyicisi olan borçtur. Evvelce görüldüğü vecihle,
nisabın vâcip olmasına mâni borçtur.
«Zira aldığı
zekâttır.» Yani bu hususta borcun bütün malı kaplamasıyla, nisabı eksiltmesi
arasında bir fark yoktur. Murad, müslümanlardan aldığı maldır. Zımmî ile
harbîden aldığı mala ise burada zekât hükmü verilir. Velev ki hakikatte cizye
(vergi) olsun ve bu malı, zekât verilecek yerlere sarf etsin. Nitekim
gelecektir.
«Hak olan da
budur» Yani «Borç ister bütün malı kaplasın; ister nisabı eksiltsin» diyerek
yapılan umumi beyan doğrudur. Çünkü nisabı eksilten borç zekâtın vâcip olmasına
mânidir. O halde bütün malını kaplayanla aralarında fark yoktur. Nitekim
Mi'râc'da da böyle denilmiştir.
«Başka öşür memuru
muhakkak mevcut olursa, yemini ile tasdik olunur. Şayet başka bir öşür memuru
var mı yok mu bilmezse, sözü tasdik olunmaz.» Nitekim Sirac'da beyan
edilmiştir. Çünkü asıl olan bulunmamasıdır. Nehir. Buradaki öşür memurundan
murad, adalet sahiplerinin öşürcüsüdür. Şayet Hâricîler denilen fırkanın öşür
memuruna uğrarsa, ikinci defa öşür verir. Nitekim gelecektir.
«şehirden
çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez.» Yani, «Ben bu malın zekâtını şehirden
çıkardıktan sonra verdim» derse, sözü tasdik edilmez. Çünkü şehirden
çıkarmakla, o mal zâhirîmallara iltihak etmiştir. Bu malların öşürünü almak,
hükümdarın hakkıdır. Zeyleî. Şehir içinde iken ise, malının zekâtını vermek
kendisine bırakılmıştı. Bahır. Kadıhan'ın Câmi'inde şöyle denilmektedir:
«Tüccar, malını ovaya çıkardıktan sonra, hükümdarın zekat isteme hakkının sâbit
olması, sahibi kendiliğinden vermediğine göredir. Verdiğini iddia ederse,
isteme hakkının sübutunu inkâr ediyor demektir ki bundan dolayı söz yeminiyle
beraber onundur.» Kıyasa göre, yemin ettirilmemeli idi. Çünkü bu bir ibadettir.
İbadette yemin verdirilmez. Ama istihsanen verdirilir. İstihsanın vechi şudur:
Bu adam inkâr etmektedir; kendisini yalanlayan vardır. O da öşür memurudur.
Binaenaleyh mal sahibi mânen davalıdır. ikrar etmiş olsa ikrar ettiğinin
verilmesi lâzım gelir. Şu halde, yeminden cayar ümidi ile kendisine yemin
verdirilir. Sair ibadetlerde hal böyle değildir. Zira kendisini yalanlayan
yoktur. Nehir.
«Esah kavle göre
hepsinde beraat göstermeden tasdik olunur.» Yani senenin dolduğunu inkâr ettiği
hususların hepsinde, esah kavle göre beraat göstermesi şart değildir» Kâfi'de
böyle denilmiştir. Zahir rivayet de budur. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir.
Asl'ın rivayetine göre, beraat göstermesi şarttır. Bununla birlikte, yeminin de
şart olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Mi'râc'da da böyle denilmiştir.
«Çünkü yazı
şüphelidir.» Yazı yazıya benzer. Bazen dalgınlıkla beraat makbuzu alınmaz.
Aldıktan sonra kaybolması da mümkündür. Binaenaleyh beraat makbuzunun hakem
yapılması mümkün değildir. Şu halde söz yeminiyle beraber mal sahibinindir.
Kâfi.
«Yalan söylediği
seneler sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.» Çünkü alma hakkı
sâbittir. Yalan yere yemin etmekle sâkıt olmaz. Bahır. Bu, hüküm harbî
olmayanlar hakkındadır. Harbî hakkında ileride söz edilecektir. O, dar-ı harbe
girer de sonra çıkarsa, geçmişin zekatı kendisinden alınmaz. H.
METİN
Ancak otlak
hayvanları ile bâtınî mallarda, şehirden çıkardıktan sonra sözü tasdik edilmez.
Çünkü bu mallar şehirden çıkarmakla zâhiri mal hükmüne girmişlerdir. Artık
onlardan zekât almak hükümdarın hakkıdır ve bu alınan, zekât olur. İlk verdiği
nâfile sadakaya inkılâb eder. Bu malların sahibinden, «Çünkü Hz. Ömer, halkın mallarını
eşelemeyin demiştir» dediği için alır. Lâkin mal sahibini itham ederse,
kendisine yemin verdirir. Yukarıda geçen şeylerden, müslümanın sözü tasdik
edilenlerde, zımmînin sözü de tasdik edilir. Çünkü bize ne varsa, onlara da o
vardır. Yalnız, «Ben bir fakire verdim» sözünde zımmî tasdik edilmez, zira buna
vilâyeti yoktur.
İZAH
Ancak otlak
hayvanlarında «ben şehirdeyken fukaraya verdim» sözü tasdik edilmez. Çünkü
zekâtı almak hakkı, sultanındır. O bunu iptâl edemez. Bâtınî mallar bunun
hilâfınadır. Bahır.
Ben derim ki :
bunun muktezâsı, mahallelerde dolaşan zekât memuruna verdiğini iddia etmiş
olsa, tasdik etmektir. Bâtınî mallarda dahi şehirden çıkardıktan sonra,
«zekâtlarını kendim verdim» diye iddia ederse, sözü tasdik olunmaz. Çünkü
bunlar zâhirî mallara iltihak etmişlerdir. Binaenaleyhzâhirî mal olan otlak
hayvanlarında olduğu gibi, bunların zekâtını da hükümdar toplattırır. Sahih
kavle göre, mal sahibinin ilk verdiği zekât nâfileye inkılab eder. Bazıları
ikinci defa zekât almanın siyaset olduğunu söylemişlerdir. Bu, birinci zekâtın
bozulup ikincinin siyaset olmasına en ufak bir teemmülle aykırı değildir.
Fetih'te böyle denilmiştir. Hükümet memuru, o kimsenin zekâtını verdiğini
bildiği için, ikinci defa ondan bir şey almazsa, o kimsenin zekât borcundan
kurtulup kurtulmadığında ulema ihtilâf etmişlerdir. Ebu'l-Yusr'un Cami'inde
şöyle denilmiştir: «Kendisine verdiğini geçerli sayarsa bunda beis yoktur.
Çünkü zekât vermesine izni caizdir. Verdiğini geçerli sayması da öyledir.»
Nehir,
«Hz. Ömer halkın
mallarını eşelemeyin demiştir» şeklinde söz ettiği için alır. Yani öşür memuru,
sadakayı bu sebeple alır. Bu hususta Bahır'ın Mebsût'tan naklettiği şu söze
istinat eder: «Tâcir, öşür memuruna, malının Merv veya Herat menşe'li olduğunu
haber verir de, öşür memuru kendisini bu hususta itham ederse, bunda kendisine
zarar da bulunduğu takdirde, yemin ettirerek ondan zekâtı alır.» Mal sahibinin,
«öşür memurunun bana zarar vermeye hakkı yoktur. Zira Hz. Ömer'den
nakledildiğine göre memurlarına, "halkın eşyasını araştırmayın"
demiştir» sözü üzerine alır.
"Çünkü bize
ne varsa, onlara da o vardır." Yani müslümanlar için şart koşulan, sene
geçmesi, nisap, borç bulunmaması ve ticaret malı olması gibi şeylere, zımmîler
hakkında da riayet olunur. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Onlar da
müslümanlar gibi olunca, kendilerinden müslümanlardan alındığı gibi onda birin
dörtte biri alınmak mı icabeder? Cevaben deriz ki: Bizden alınan hakikaten
zekâttır. Onlardan alınansa, cizye (vergi) gibidir. Zekât değildir. Çünkü zekât,
temizleyip paklamaktır. Zımmîler buna ehil değildirler. Meselenin tamamı
Kifâye'dedir.
"Zira buna
velâyeti yoktur." Yani zımmiden alınan cizyedir. Cizyede zımmî, «Ben
vergimi kendim verdim» dese, tasdik olunmaz. Çünkü zımmilerin fakirleri,
kendilerine cizye verilecek kimseler değildir. Veren zımminin de vermeye hakkı
yoktur. Verilecek yer, müslümanların yararına olan işlerdir. Zeyleî. Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Bu, cizye değil sadece onun hükmündedir. Zira onun sarf
edildiği yerlere verilir. Hattâ o sene için şahsi cizyesi sâkıt olmaz. Nitekim
bunu İsbicâbî söylemiştir.» '
Ben derim ki:
Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde açıklandığına göre, bu hakikaten cizyedir. Öyle
görülüyor ki, o, bunun kendi malında cizye olduğunu murad etmiştir. Nitekim
arazisinin haracına cizye denir. Bu izaha göre, cizyenin mal cizyesi, arazi
cizyesi, şahıs cizyesi gibi nevileri vardır. Bunların bazısını almakla
diğerlerinin sâkıt olması lâzım gelmez. Bu âşikârdır. Bundan yalnız, Benî
Tağlib Kabîlesi müstesnadır; çünkü onların malından alınan şahıs cizyesidir.
Onun için Bahır'da şöyle denilmiştir: "Öşür memuru Benî Tağlib'in
vergilerini alınca, onlardan cizye sâkıt olur. Çünkü Hz. Ömer onlarla, cizye
yerine iki kat zekât vermek şartıyla anlaşmıştır."
METİN
Harbî hiçbir şeyde
tasdik olunmaz. Bundan yalnız. Ümmü Veledi hakkındaki sözü ile,
kendisininolabilecek bir çocuk hakkında, "Bu çocuk benimdir." demesi
müstesnadır. Çünkü burada mal olmak yoktur. Çocuk kendisinin olamıyacak yaşta
ise, onun nâmına azad olur ve öşrü alınır. Çünkü o çocuğu azad ettiğini ikrarda
bulunmuştur. Ondan başkası hakkında sözü tasdik edilmez. Bir de «Ben başka öşür
memuruna verdim» der de, orada bir öşür memuru daha bulunursa, yine sözü tasdik
edilir. Ta ki malının bitmesine müeddî olmasın. Molla Hüsrev kesinlikle buna
kail olmuştur. Zeyleî dahi Surûcî'ye uyarak, bunu «gerekir» sözü ile
zikretmiştir. Musannıf bunu, Bahır'dan böyle nakletmiştir; Lâkin inâye ve Gâye
sahipleri, kesinlikle sözünün tasdik edilmeyeceğini söylemişlerdir. Nehir
sahibi de bunu tasdik etmiştir.
İZAH
"Harbi hiçbir
şeyde tasdik olunmaz." Yani adaletli bir beyyine ile sözünün doğruluğu
sabit olsa bile, onun sözüne bakılmaz. Bunu Kemâl söylemiştir. T.
Hiçbir şeyden
murad, yukarıda zikredilenlerdir. Çünkü tasdikinde bir fayda yoktur. Bu adam,
«malımın üzerinden sene geçmedi» dese, ondan vergi alınırken, senenin dolup
dolmamasına bakılmaz. Zira senenin itibara alınması, himâye tamam olduğu
içindir. Tâ ki mal artsın. Halbuki harbînin himayesi, sene ile değil esir
olmaktan kurtulmakladır. «Ben borçluyum» dese, dar-ı harpteki borcu, müslüman
memleketinde istenmez.
«Bu mal ticaret
malıdır» dese, sahibine hürmet ve emân yoktur.
"Ticaret için
değildir" dese, zâhirdeki görünüş kendisini yalanlar.
«Vergimi ben
verdim» dese, kendi inancı kendini yalanlar. Meselenin tamamı inâye'dedir.
Bundan üç mesele
müstesnâdır. Birincisi ümmüveledidir. Yani bu adam, yanındaki câriye için
"Bu benim ümmüveledimdir" diye dava ederse, tasdik edilir. Çünkü
elinde bulunan kimsenin nesebini ikrarı sahihtir. Câriyenin ümmüveled olması da
böyledir. Nehir. Burada, Cami-i Sağîr ile Hidâye'nin ibareleri şöyledir:
"Ancak câriyeleri olur da, bunlar benim ümmüveledlerimdir, derse o
başka." Bahır'da ise şöyle denilmiştir: «Kölesini müdebber yaptığını ikrar
ederse, tasdik edilmez. Çünkü dârı harpte müdebber yapmak sahih değildir»
İkincisi,
kendisinden doğabilecek bir çocuk hakkında, «bu çocuk benimdir» demesidir.
Harbî, başkasından nesebi sabit olmayan bir çocuk hakkında, «bu benim oğlumdur»
der de, ulemanın nesebin sübûtu hakkında söylediklerine kıyâsen, kendisini
yalanlayan da bulunmazsa, sözü tasdik edilir. T. Ama, «Bu benim kardeşimdir»
derse, tasdik olunmaz. Çünkü bu ikrar babasının aleyhinedir. Onun sabit olması,
babasının tasdikine bağlıdır. Binaenaleyh öşrü alınır. Benim anladığım budur.
Ama bunu açık olarak bir yerde görmedim. Evet, Siyer-i Kebîr Şerhi'nde şunu
gördüm: «Harbî, bir takım kölelerin yanına uğrar da, bunlar hürdür, derse,
kendisinden öşür alınmaz. Çünkü doğru söyledi ise, o şahıslar hür kimselerdir.
Yalan söyledi ise, bunlar "hürdür" sözü ile şimdi hür olmuşlardır. »
Ümmüveled ile çocuk meselesinde sözünün tasdik edilmesi, bunlar mal olmadıkları
içindir. öşür ancak maldan alınır. Bunu Nehir'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
Hayreddin Remlî
şöyle demiştir: «Ben diyorum ki: Bugün memurların yaptığının haram olduğubundan
anlaşılır. Bu memurlar harbî ile zımmînin başları için aldıkları cizyeden başka
Beyt-i Makdis'i ziyaret edebilmek için ayrı bir para almaktadırlar.» Bu
meselede çocuğu âzad ettiğini ikrarda bulunması, kendinden büyük birine, «bu
benim oğlumdur» dediği içindir. Bu söz İmam-ı Âzam'a göre mecazen, o hürdür,
demektir.
«Başkası hakkında
sözü tasdik edilmez» ifadesinden murad, öşür memurunun hakkını, yani öşür
almayı iptal etmez, demektir. Çünkü onun hakkında hükmen mâliyet bâkidir.
Üçüncüsü, «ben
başka öşür memuruna verdim» der de, hakikaten başka bir öşür memuru bulunursa,
yine sözü tasdik edilir.
«Tâ ki malının
bitmesine müeddî olmasın.» Bu söz, istisnanın illetidir. Yani harbî bu sözünde
tasdik edilmezse, öşür memurunun yanına her uğradıkça, kendisinden öşür
alınması gerekir. Bu da bütün malının elinden alınmasına sebep olur.
«Molla Hüsrev
kesinlikle buna kâil olmuştur.» Bahır nüshalarının bazılarında «Dürer Şerhi'nde
Molla Hüsrev kesinlikle buna kâil olmuştur» denilmiş; bazılarında ise,
"Dürer Şerhi'nde Molla Şeyh" denilmiştir ki, doğrusu da budur. Çünkü
Molla Hüsrev'in ibâresi aşağıda zikredeceğimiz Kenz'in ibaresi gibidir.
Şârih'in söylediği ise, Molla Şeyh nâmıyla meşhur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud
Buhâri'nin Durerü'l-Bihâr Şerhi Gurerü'l-Ezkâr adlı kitabındadır. Buradaki
Gâye'den murad, Etkânî'nin Gayetü'l-Beyân adlı eseridir. Aksi halde Gâye
denince, Surucî'nin Gâye adındaki Hidâye şerhi de anlaşılır.
«Nehir sahibi de
bunu tercih etmiştir.» Yani, «Şu kadar var ki ehl-i mezhebin sözü, tutulmaya en
lâyık olan yoldur.» demiştir. Kenz sahibinin, «Harbînin sözü tasdik edilmez.
Bundan yalnız, ümmü veledi hakkındaki sözü müstesnadır» ifadesî ile yaptığı
hasır ve tahsîsin muktezası budur. Dürer ile mezhebimizin muharriri İmam
Muhemmed'in Cami-i Sağîr'inin ve Hidaye'nin ibâreleri de böyledir. Ehl-i
mezhepten murad, mezhep sahibinin sözünü nakledenlerdir. Surucî ile ona tâbi
olan Aynî, Zeyleî ve Dürerü'l-Bihâr sahibine gelince: Onlar bunu inceleme
yoluyla söylemişlerdir. Nitekim «gerekir» sözü de bunu göstermektedir. Anla!
Evet şöyle
denilebilir: Surucî ve diğerlerinin söyledikleri şeylerin hükmü başkalarının
söylediklerinden de anlaşılmaktadır. Bu, aşağıda gelecek ve «Harbîden bir defa
alınan öşür ikinci defa alınmaz ilh...» denilecektir. Keza Zeyleî, «Çünkü bu
hususta harbî tasdik edilmezse, malın tükenmesine müeddi olur. İleride
görüleceği vecihle bu caiz değildir» demiştir. Şu halde Hidâye, Kenz ve diğer
kitaplardaki hasr ve kasr izâfîdir. Burada iki müstesnadan birini açıklamış;
diğerini, sonra gelen ulemanın açıklayacaklarına güvenerek söylememiştir. Bunun
emsali çoktur. Binaenaleyh Surucî ile Ona tâbi olanların sözü mezhebe muhalif
değil; bilâkis mezhebi tahkik etmektir ki şârihlerin âdeti budur. Onlar mutlak'ı
takyîd, mücmeli beyan, kapalı sözü izah ederler.
İnâye ile
Gâyetü'l-Beyân'ın sözlerine gelince: Bu söz, Hidâye'nin ibâresinden
anlaşıldığına göre söylenmiştir. Eğer açık olarak mezhep sahibinden nakledildi
ise bir diyeceğimiz yoktur. Nakledilmesi ise, tahkik bunun hilafıdır. Allah'u
âlem!..
METİN
Biz müslümanlardan
onda birin dörtte biri; zımmîlerden Tağlibî olsun olmasın nitekim Zâhiriyye'den
naklen Bercendîde böyle denilmiştir iki katı, harbî'den ise onda bir alınır.
Bunlardan, her birinin malı nisabı doldurmak şartıyla, Hz. Ömer bunu böyle
emretmiştir. Zira nisaptan aşağısı af sayılır. Ehli harbin bizden aldıklarının
ne kadar olduğunu bilmememiz dahi şarttır. Bu bilinirse, ceza olarak onlardan
da o kadar alınır. Ancak bütün malı almışlarsa, biz onu almayız, Bilâkis
harbîye verdiğimiz emân sözünde durmuş olmak için, onu memleketine ulaştıracak
malını bırakırız. Ve malları nisabı, doldurmazsa, harbîlerden hiçbir şey
almayız. Velev ki onlar bizden almış olsunlar. Esah kavil budur. Zira almaları
zulümdür. Zulüm hususunda tâbi olmak yoktur. Yahut onlar bizden bir şey
almadılarsa, almamakta devam etsinler diye, biz de onlardan almayız. Çünkü biz
güzel ahlâklı olmaya onlardan daha layığız. Harbî bir çocuğun malından öşür
alınmaz. Meğer ki onlar bizim çocuklarımızın mallarından bir şeyler almış
olsunlar. Nitekim Hâkim'in Kâfi nâmındaki eserinde böyle denilmiştir.
Harbîden bir defa
alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz; ancak dârı harbe dönerse o başka.
Çünkü sene ve anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir. Harbî, öşür
memurunun yanına uğrar da öşür memuru kendisini bilemez ve böylece dârı harbe
girerse, sonra ikinci defa bizim memleketimize geldiğinde, kendisinden,
geçmişin öşürü alınmaz. Çünkü vilâyet kesilmekle bu hak sâkıt olmuştur.
İZAH
Müslümandan alınan
zekâttır. Müslümandan başkasından alınan ise cizye olup, kendi yerlerine sarf
edilir. Lâkin zekâtta şart olan sene ve benzeri şeylere bunda da riayet olunur.
Nitekim evvelce arzetmiştik. Hz. Ömer bu üç kısım vergiyi bu şekilde
toplamalarını, zekât memurlarına emretmiştir. T. Nisap miktarından az olan mal
vergiden affedilmiştir. Bu, müslüman ile zımmînin malında aşikârdır. Harbînin
malına gelince: Himayeye muhtaç olmadığı için affedilmiştir; çünkü azdır.
Nehir.
«Ceza olarak
onlardan da o kadar alınır.» Yani onlardan almanın sureti, hasseten ceza
yoluyladır. Yoksa asla istinaden alınmaz. Zira bu, bizim tarafımızdan hak,
onların tarafından bâtıldır. Hasılı harbînin İslâm himayesine girmesi onlardan
bir şey almayı hak ettirmiştir. Sonra onların bizden ne kadar aldıkları
bilinirse, biz de ceza olarak onlardan o kadar alırız. Ancak müslümanın bütün
malını aldıkları bilinirse iş değişir. Aldıklarının miktarı bilinmese bile,
kendilerinden öşür alınır. Zira himaye sebebi ile onlardan bir şey almak hakkı sâbit
olmuştur. Burada cezayı itibara almak da imkânsızdır. Binaenaleyh zımmîden
alınanın iki misli kararlaştırılmıştır. Çünkü harbî, himayeye zımmîden daha çok
muhtaçtır. Tamamı Fetih'tedir.
«Zira almaları
zulümdür.» Burada şöyle denilebilir: Küffarın bizden aldıkları her şey
zulümdür. Meğer ki şöyle denile: Azdan almak zulümdür; bunu her akıl sahibi
bilir. Çünkü az mal ekseriyetle nafaka için hazırlanır. Ondan vergi almak vefa
icabeden 'emân'ın gereğine aykırıdır.
«Harbiden bir defa
alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz.» Çünkü birinci emânın hükmü
devametmektedir. Her defasında almak malı bitirir. Nehir
«Çünkü sene ve
anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir.»
Lâkin bizim
memleketimizde, tam bir sene durmasına müsaade edilmez. Hükümet, huduttan
girerken kendisine, «Bir sene durursan senden cizye alırım» der ve bir sene
durduğunda cizyeyi ondan alır. Sonra dönmesine müsaade edilmez. Şu kadar var
ki, sene dolduktan sonra öşür memurunun yanına uğrar da, memur onun,
memleketimizde bir sene kaldığını duymamış olursa, onu menetmiş olmak için,
kendisinden ikinci defa öşür alır ve bizim memleketimize iade eder. Fetih.
METİN
Bir müslümanla
zımmînin öşür memurunun yanına uğramaları bunun hilâfınadır. (onlardan öşür
alınır). Zira öşürü ıskât edecek bir şey yoktur. Bunu Zeyleî söylemiştir.
Ticaret için olur da, nisabı doldurursa, kâfirin şarabından ve ölü hayvan
derilerinden, kıymetinin onda birinin yarısı alınır. Musannıf kendi yazdığı
şerhin metninde böyle ikrar etmiştir. Harbîden, ticaret niyeti olmaksızın
kıymetin onda biri alınır. Müslümandan ise bilittifak bir şey alınmaz. Kâfirin
domuzundan mutlak surette öşür alınmaz. Çünkü domuz kıyemi (kıymetiyle muamele
gören) şeylerdendir. Binaenaleyh onun kıymetini almak, aynını (kendini) almak
gibidir. Şuf'a böyle değildir. Çünkü şefî' domuzun kıymetini almazsa, aslından
hakkı bâtıl olur ve bundan zarar görür. Zaruret yerleri müstesnadır. Bunu Sa'dî
söylemiştir.
İZAH
Bir müslümanla
zımmî, öşür memurun yanına uğrarlar da memur onları bilemezse, kendilerinden öşür
alınır. Nehir. Kâfirin şarabı hakkında, Bahır'da şöyle denilmiştir: «Gâye'de
beyan edildiğine göre şarabın kıymeti, tevbe etmiş iki fâsıkın, yahut müslüman
olmuş iki zımmînin sözleriyle bilinir. Kâfî'de bunun, zımmîlere müracaatla
bilineceği kaydedilmiştir.» Nuh Efendi Hâşiyesi'nde Mecma' Şerhi'nden naklen
birinci kavlin evlâ olduğu bildirilmiştir. Kâfîrin ölü hayvan derileri,
Mi'râc'da, Mahbûbî'den naklen buradaki gibi beyan edilmiştir ki bunu
Ebu'l-Leys, Kerhî'den rivayet ederek söylemiş ve şöyle illetlenmiştir: «Bu
deriler iptida halinde mal idiler. Nihayet halinde dahi tabaklanmakla mal
olurlar. Şu halde şarap gibidirler.» Bahır sahibi bunu nakil ve ikrar etmiştir.
Halebî ise müşkil görerek, «Deri, kıymetiyle muamele gören şeylerdendir.
İleride görülecektir ki kıyemî'nin kıymetini almak, kendini almak gibidir. Onun
iptida halinde mal olması ile, nihayet halinde mal olmasının, hükümde bir
tesiri yoktur. Çükü ulema, şarabın öşüründe bunu illet saymamışlardır. Onlar,
illet olarak onu misliyattan (misli ile muamele gören) saymışlardır.»
Rahmeti buna cevap
vermiş ve «Deri, kıyemi değil misliyattandır. Şu delil ile ki, onda selem
yapılabilir. Binaenaleyh şarap gibi değil, domuz gibidir.» demiştir.
Ben derim ki: Gasp
bahsinde, onun kıyemî olduğu nâssan gelecektir. Selemin caiz olması, onun mislî
olduğuna delâlet etmez. Çünkü başkasında caizdir. Tahtâvî de şöyle cevap
vermiştir: «Bahır adlı eserde, şarap ikinci bir illetle ta'lil edilmiştir. O da
şudur; Şaraptan öşür alma hakkı, himayedendolayıdır. Ölü hayvan derileri
hakkında da bu söylenebilir.»
Ben derim ki:
Lâkin bu, işkâli defedemez. Şöyle cevap verilebilir: Aslen mal olmayan - ki
domuz gibi ayn'ı necis olan şeydir- ile, mal olabilen şeyin kıymeti arasında
fark vardır. Ölü hayvan derileri böyledir. Onun için ulema, «şarap gibidir »
demişlerdir. Teemmül et.
"Musannıf
kendi yazdığı şerhin" metninde böyle ikrar etmiştir.» Bilmiş ol ki, adı
geçen metinde ibare şöyledir: «Kâfirin ticaret için olan şarabının kıymetinden
yarım öşür alınır; domuzunun kıymetinden alınmaz.» Şu halde, «Harbîden,
kıymetin onda biri alınır» sözü, Şârih'e aittir. Bazı nüshalarda bunun kırmızı
yazıyla yazılmış olması hatadır. Yalnız metin olarak yazılan nüshada şunu
gördüm: «Zımmînin şarabından, kıymetinin yarım öşrü, harbînin ticaret için olan
şarabının kıymetinden yarım öşür (1/10) alınır. Domuzundan bir şey alınmaz.»
Gerek ikrar ettiği, gerekse döndüğü sözün ikisi de hatadır. İkrar ettiğinin
hata olması, kâfiri mutlak söylemesidir. Bu söz zımmî ile harbîden alınacak
miktarın yarım öşür olacağı hususunda açıktır. Ve yine buna göre her ikisinde
ticaret niyetî şarttır. Halbuki harbîden alınan şey öşürdür. Onun hakkında,
ticarete niyet şart değildir. Döndüğü sözü dahi hatadır. Çünkü harbî hakkında
ticaret niyetini şart koşmaktadır. Onun için şârih, kâfiri zımmî mânâsına
yorumlamıştır. Bu suretle Musannıf, harbî hakkında bir şey söylememiş olur. Onu
Şârih, «Harbîden kıymetin öşürü alınır ilh...» sözü ile zikretmiştir.
«Nisabı
doldurursa» yani, ya yalnız başına yahut başka bir mala katmakla nisabı
doldurursa, kıymetin onda birinin yarısı alınır. Lâkin metinden anlaşılan,
elinde şaraptan başka malı bulunmaması ve mutlak surette öşür vermesidir. Onun
için Musannıf ibareyi mutlak bırakmış, yukarıda geçen «malları nisabı
doldurmazsa onlardan bir şey almayız» sözü ile yetinmemiştir. Benim anladığım
budur.
"Kâfirin
domuzundan mutlak surette öşür alınmaz." Yani bu hususta öşür memurunun
karşısına yalnız domuzu çıkarması ile, hem domuzu hem şarabı çıkarması, İmam-ı
Âzam'la İmam Muhammed'e göre müsavidir. İmam Ebû Yusuf, domuzla birlikte şarabı
da çıkarırsa, öşür alınacağını söylemiştir. Herhalde O, domuzu şaraba tâbi
saymış; aksini (yani şarabı domuza tâbi tutmayı) itibara almamıştır. Çünkü
maliyet hususunda şarap daha zâhirdir. Şarap olmadan önce o maldır. Sirke
olabilmek ihtimaline mebni şarap olduktan sonra da öyledir. Domuzda böyle bir
şey yoktur. Nehir.
«Domuzun kıymetini
almak, kendini almak gibidir.» Çünkü hayvanın kıymetine, kendi aynının
(şahsının) hükmü verilir. Onun içindir ki 'bir kimse mehir olarak bir hayvan
vermek şartıyla bir kadınla evlenirse, dilediği takdirde o hayvanın aynını,
dilerse kıymetini verebilir.
Şarabın kıymetine
gelince: Ona şarabın kendi hükmü verilemez. Onun için de bir zımmî, şarap
vermek şartıyla bir kadınla evlenir de, kıymetini verirse, kadın bunu kabule
zorlanmaz. Şu halde şarabın kendisinden değil de, kıymetinden öşür almak
mümkündür. Çünkü müslüman, şarabı mülk edinmekten men edilmiştir. Bu satırlar
Kadıhan'ın Şerhu'l Çâmii'nden alınmıştır.
«Şuf'a böyle
değildir» sözü, bir itirazın cevabıdır. İtiraz şudur: «Kıymete, malın kendi
şahsi hükmüverilemez. Şu delil ile ki: Bir zımmî, hanesini başka bir zımmîye
domuz mukabilinde satar da, şefîi müslüman, olursa, o haneyi domuzun kıymetiyle
alır.» Cevap şudur: «Burada caiz olması, kul hakkı zaruretinden dolayıdır.
Çünkü kul muhtaçtır.» Şeriat sahibi hakkında zaruret yoktur. O muhtaç değildir.
Nitekim Kâfî'den naklen Mi'râc'da izah edilmiştir. Nehir sahibi dahi İnâye'den
naklen şöyle cevap vermiştir: «Kıymet verirken, aynın hükmünü almış değildir.
Çünkü bu yer, giderme ve uzaklaştırma yeridir.»
Ben-derim ki:
Bunun hâsılı şudur: Kıymeti, almakla vermek arasında fark vardır. Fakat bu, söz
götürür. Çünkü kıymeti zımmîye vermek, ona temlik etmektir. Müslümana ise
şarabın temlik ve temellükü (alışı verişi) yasak edilmiştir.
METİN
Bir kimsenin,
evindeki malından dahi mutlak surette öşür alınmadığı gibi bidâa (ticaret)
malından dahi alınmaz. Meğer ki o mal harbîye ait ola. Şirket malından da
alınmaz; ancak ortak kâr eder de, nisabı doldurduğu takdirde kendi hissesinin
öşrünü verirse o başka. Keza ticarete izin verilen kölenin borcu, efendisinin
malını ve kölenin kendisini kaplarsa, kazancından bir şey alınmadığı gibi,
borçlu olmayan fakat yanında sahibi bulunmayan izinli kölenin malından - her
üçü hakkındaki sahih kavle göre- bir şey alınmaz. Çünkü bunların mülkleri
yoktur. Bundan dolayıdır ki vasî, «Bu mal yetimindir» dediği zaman malından
öşür alınmadığı gibi, köle ve mükâtepten de bir şey alınmaz.
Bir kimse
Hâricîler'in öşür memuruna uğrar da, ondan öşür alırlarsa, sonra Ehl-i Sünet'in
öşür memuruna uğradığı takdirde, kendisinden ikinci defa öşür alınır. Çünkü
onların yanına uğramakla kusur etmiştir. Hâricîler bir beldeyi istilâ ederlerse
hüküm değişir.
FER'İ MESELE: Bir
kimse nisabı dolduran karpuz ve benzeri yaş yemişleri ticaret için alarak zekât
memurunun huzuruna getirirse, İmam-ı Âzam'a göre ondan öşür almaz. Ancak öşür
memurunun yanında fakirler bulunursa, onlara vermek için alır. Bunu,
inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir.
İZAH
Öşür memurunun
huzuruna çıkan kimse, müslüman, zimmî veya harbi olsun, mutlak surette evindeki
malı için öşür vermez. Bidâa maldan da öşür alınmaz.
Bidâa lügatta,
malın bir parçası demektir. Istılahta ise, bir insanın malını, satıp, ticaret
yapsın diye, birine vermesi ve kazancın tamamen mal sahibine ait olmasıdır.
Çalışan için bir şey yoktur. Bunu Bahır sahibi Muğrib adlı lügattan
nakletmiştir. Musannıf burada Sadrı'ş-Şeria'nın yaptığı gibi «Emanet malı»
dese, ondan sonra söylediklerine hacet kalmazdı.
"Meğer ki o
mal harbiye ait ola." Şârih bu istisnayı, şirket malından sonra yapsa daha
iyi olurdu. Çünkü Zeyleî, «Elindeki malın bidâa veya benzeri olduğunu iddia
ederse, sahibine hürmet ve emân yoktur. Emân ancak elindekinedir» demiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, mal harbinindir. Malı elinde bulunduran kimse dahi
harbîdir. Öşür memuru, malı elinde bulunduran kimsenin emânını itibara alarak,
o maldan öşür alır. Velev ki mal sahibi, dârı harpde olması itibariyle,
kendisine itirazda bulunmasın. Zâhire bakılırsa, malı elinde bulunduran
müslüman olur da, mal sahibi harbî ise, öşüralınmaz. Zira mâlikin ve malı
elinde bulunduranın emânları yoktur. Aksi tasavvur edilse, görünüşe göre hüküm
yine böyledir. Çünkü malı elinde bulunduran, onun sahibi değildir, Elindeki
mal, bir müslümana aittir ve emana muhtaç değildir.
Şârih'in, «Kölenin
borcu efendisin malını ve kölenin kendisini kaplarsa» diye kayıtlaması, bu
mesele imam-ı Azam'la imameyn arasında ihtilaflı olduğu içindir. İmam-ı Azam'a
göre efendisi kölenin elindeki kazancından hiç bir şeye mâlik olamaz. İmameyn'e
göre olur. Nasıl ki kölenin kendisine bilittifak mâliktir. Binaenaleyh imam-ı
Âzam'a göre, ticarete izin verilen kölenin kazancından bir köle azad etmek
geçerli değildir. İmameyn'e göre geçerlidir. Nitekim mezun köle bahsinde
gelecektir. Bu halde iken öşür memurunun yanına uğrarsa, yanında efendisi
bulunsun bulunmasın ondan bir şey alınmaz. Efendisi yanındayken alınmaması,
imam-ı Âzam'a göre" efendisinin mülkü olmadığındandır. İmameyne göre ise,
borca karşılık meşgul olduğu içindir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
Efendisi yanında yok ise, mesele açıktır. Bunu biraz değiştirerek Halebî
nakletmiştir.
«Borçlu olmayan»
tabirinde, borcu bütün malı kaplamayan borçlu da dahildir. Hattâ daha evlâdır.
Bunu Halebî söylemiştir.
«Yanında sahibi
bulunmayan» kölenin kazancından bir şey alınmaz. Sahibi yanında olur da,
kölenin borcu bulunmaz yahut borçlu fakat borcu bütün kazancını kaplamazsa,
borçtan artan kısım nisabı doldurduğu takdirde, ondan öşür alınır. Nitekim
Mi'rac'da beyan edilmiştir.
Hâsılı Tahtâvî'nin
dediği gibi, izinli köle ya bütün kazancını kaplayacak şekilde, yahut
kaplamayacak şekilde borçludur. Yahut hiç borcu yoktur. Bu suretlerin her
birinde, ya sahibi onunla beraberdir, yahut değildir. Birinci şekilde mutlak
surette bir şey vermesi gerekmez. Yanında sahibi yoksa, diğer iki şekilde de
öyledir. Sahibi yanında ise, borçtan artan miktar nisabı doldurduğu takdirde
kendisinden öşür alınır. Her üçünden murad, ortakçı, bidâacı ve köledir:
Bahır'da böyle denilmiştir.
Mi'râc'ın ibaresi
ise şöyledir: «Fahru'l-islâm, Câmi'inde, şirket ortağını, bidâacıyı ve köleyi
zikrettikten sonra, "Bunların hiçbirinden öşür alınmaz, sahih kâvil budur,
çünkü bunlarda mülk yoktur." demiştir.» Zeyleî'nin ibaresi de böyledir.
Ancak o, evvela Ebû Hanife'nin, vaktiyle şirket ile izinli kölenin kazancında
öşür olduğunu söylediğini, sonra sahih kavle göre her ikisi hakkındaki
kavlinden döndüğünü söylemiştir. Çünkü mülk yoktur. Bu sözün zâhirine
bakılırsa, bidâa malı hakkında hilâf yoktur. Şirket ortakçısı ile bidâacı ve
köle hakkında Mi'râc'da şöyle denilmiştir: izah'ta bildirildiğine göre, öşür
almak için, hem mülkün hem sahibinin beraberce bulunmaları şarttır. Elinde mal
olmadığı halde zekat memurunun yanına mal sahibi uğrarsa, ondan öşür almadığı
gibi, sahibi olmaksızın yalnız mal getirilirse, ondan da almaz.» Mükâtepten
dahi bir şey alınmaz. Çünkü tam mülkü yoktur. Kitabet bedelini ödemekten âciz
kalması mümkündür. Bu takdirde elindeki mal, sahibinin olur. T. Hâriciler meselesi
koyunun zekâtı bâbında geçmişti. Zâhire bakılırsa, Hâriciler'in yanına uğramaya
mecbur kalması dahi aynı hükümdedir; araştırmalıdır.
"Yaş
yemiş"ten murad, bütün bir sene dayanmayan karpuz, kavun gibi şeylerdir.
Şurunbulâliye'deşöyle deniliyor: «Bu meselenin sureti şudur: Senenin
tamamlanmasına yakın, nisap malıyla, ticaret için bu sebzelerden bir şey alır
ve mal elindeyken sene dolarsa, İmam-ı Âzam' a göre ondan zekât almaz. Ama
sahibine, zekâtını kendisi vermesi emrolunur İmameyn, «o sebzenin cinsinden alır»
demişlerdir. Çünkü bu, hükümdarın himayesi altına girer. Burhan'da böyle
denilmiştir. Kemâl, İmam-ı Âzam'-ın kavlini ta'lil ederken şöyle demiştir: «Bu
sebzelerden zekât alınmaz. Çünkü bunlar dururken bozulur. Zekât memurunun
yanında, ovada onları verecek fakirler yoktur. Fakirleri aramak için sebzeleri
alı koyarsa bozulurlar, böylece maksat kaçırılmış olur. Ama memurun yanında
fakir bulunur, yahut işçilerine vermek üzere alırsa, buna hakkı vardır.»
Şârih, «bunu
inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir» diyorsa da Nehir'in ibaresinde bunun
bir inceleme olduğunu bildiren bir şey yoktur. Şu da var ki, bu mesele Kemâl'in
sözünde de geçmiştir. Ama onun ibaresinde dahi incelemeye delâlet eden bir şey
yoktur. Kemâl'in söyledikleri de Manzume Şerhi'nde mevcuttur: «Sebze sahibi
öşür memuruna sebzenin kıymetini vermeye razı olursa onu alır» cümlesi de
ziyade edilmiştir. İnâye'nin öşür bâbında şöyle denilmektedir: «Sebzelerini
öşür memuruna getirir de kıymetini vermek istemezse» memur fakirlere vermek
için aynen sebzeleri almak istediğinde, onları alamaz. «Fakirlere vermek için»
dedik; çünkü işçilerine vermek için aynını alırsa caizdir. «Sahibi kıymetini
vermek istemezse» dedik; «çünkü kıymetini verirse almak caiz olduğunda söz
yoktur.» Bu ibarenin bir misli de Nihâye'dedir. Allah'u âlem.
(1) İmam Ebû
Yusuf, Harâç adlı eserinde şöyle demiştir: «Bana Abdullah b. Said b. Ebi Said
El-Makburi rivayet etti. Dedi ki: Cahiliyet devri halkı, bir adam kuyuya düşüp
helâk olursa, ona diyet olarak kuyuyu verirlerdi. O kimseyi hayvan öldürürse,
diyet olarak hayvanı verirler; maden öldürürse diyet olarak madeni verirlerdi.
Bu mesele Rasulullah (s.a.v)e, soruldu da, "Hayvanın yaptığı zarar
hederdir. Madenin yaptığı zarar hederdir. Kuyunun yaptığı zarar da hederdir.
Rikâzda ise 1/5 vardır." buyurdular. Kendilerine, "Rikaz nedir at
Rasulullah?» diye soruldu; «Allah Teâlâ'nın yeri yarattığı gün onun içînde halk
ettiği altın ve gümüştür. buyurdular.»
METİN
Haraç yeri
olmayan arazinin, velev ki dağ ve ova gibi öşür yeri olmasın, ürettiği malda az
da olsa öşür vâciptir. Haraç yeri böyle değildir. Tâ ki öşürle haraç bir yere
gelmesin. Keza dağda veya ovada yetişen meyveyi hükümet korursa, öşür vâcip
olur. Çünkü o meyve maksûd bir maldır. Hükümet korumazsa öşür yoktur. Çünkü av
gibidir.
İZAH
Öşür 1/10
demektir. Burada on'dan murad, öşre nisbet edilen şeylerdir. Tâ ki ünvan, öşrün
yarısına ve iki katına da şâmil olsun. Hamevî. Musannıf'ın, öşrü zekât bahsinde
zikretmesi, o da zekâttan sayıldığı içindir. Fetih sahibi diyor ki: «Öşre zekât
denilmesi, İmameyn'in kavline göredir, diyenler vardır. Çünkü onlar, nisabı ve
mahsûlün devamını şart koşmuşlardır. İmam-ı Âzam'ın kavli bunun hilâfınadır.
Ama bu sözün bir kıymeti yoktur. Zira öşürün zekât olduğunda şüphe yoktur.
Hattâ o da zekâtın verildiği yerlere verilir. İmamlarımızın, bazı zekât
nevilerine birtakım şartlar isbat edip etmemek hususunda ihtilâfa düşmeleri,
öşrü zekât olmaktan çıkarmaz.» Nehir sahibi, İnâye'nin, «Öşüre zekât adını
vermek mecazdır.» sözünü daha zâhir görmüştür. şeyh İsmail ise birinci kavli
te'yid etmiş, «Çünkü öşür kendisinden, öşürden başka bir şey alınmayan malda
vâcip olur. O zekât cinsinden değildir.» demiş. Hadiste öşüre sadaka
denilmesiyle ve ulemanın öşür derhal mi, yoksa mühletli mi vâcip olacağı hususundaki
ihtilâflarıyla dahi te'yidde bulunmuştur Burada, öşürden on yerde bahsedilir.
Bunları Bahır sahibi sıralamıştır.
Öşür. kitap,
sünnet, icma-ı ümmet ve kıyasla sabittir. Yani Teâlâ'nın «Ekinin hakkını
biçildiği gün verin» âyeti kerîmesiyle farz kılınmıştır. Çünkü umumiyetle
müfessirler, bundan muradın, öşür yahut yarı olduğunu söylemişlerdir. Âyet
mücmeldir. Onu, Peygamber (s.a.v.)in, «Semanın suladığı mahsulde öşür; kova
veya dolapla sulanan mahsulde öşrün yarısı vardır.» hadis-i şerîfi açıklamıştır.
Âyetteki 'gün' tabiri, 'hak'kın zarfıdır; vermenin zarfı değildir, ki itiraz
edilerek, «Murad bu ise, hububatın zekâtı, biçildiği gün değil, paklanıp
ölçüldükten ve miktarı belli olduktan sonra verilir.» denilsin, şu da var ki,
îmam-ı Âzam'a göre, sebzelerde de öşür vâciptir. Onların hakkı, hasat günü,
yani biçildikleri gündür. Bu satırlar kısaltılarak Bedâyi'den alınmıştır.
Musannıf'ın,
balda öşür vâcip olduğunu açıklaması, İmam Mâlik ile Şâfiî'nin muhalefetine
işaret içindir. Onlara göre balda öşür yoktur. Çünkü bal, arı denilen
hayvanlardan meydana gelir ve ipek gibidir Bizim delilimiz Fetih'te izah
edilmiştir.
Musannıf, «haraç
yeri olmayan» sözü ile haraç yerinin, öşrün vâcip olmasına mâni teşkil ettiğine
işarette bulunmuştur. Çünkü bir yerde hem öşür hem haraç olamaz. Binaenaleyh
öşür hem öşrî araziye, hem de dağ ve çöl gibi öşrî ve haracî olmayan yerlere
şâmildir. Lâkin yukarıda Hâniyye ve diğer kitaplardan naklen, dağın öşrî
araziden sayıldığını ve keza bundan murad «kullanılmış olsa, öşrî arazi sayılır»
demek olduğunu arzetmiştik. Bir de Hayreddin Remlî, haraç yerini, muvazzaf
haraç, diye kayıtlamıştır. Çünkü, haraç, mutlak söylenirse bu kastedilir.
Hayreddin, «Mahsul, mukâseme haracının yerinde bulunursa, ondan, o yerdeki
meyveden alındığı kadar öşür alınır.» demiştir. Lâkin burada sözümüz, öşrün
vâcip olmaması hususundadır. Haraç yerinde öşür mutlak surette vâcip değildir.
Nitekim bunu Rahmetî söylemiştir.
Bundan
anlaşılıyor ki, haraç iki kısımdır. Birincisi Harac-ı Mukâseme'dir. Bunu,
hükümdar fethettiği araziye koyar ve o yer ahalisine bununla iyilikte
bulunarak, çıkanın yarısını veya 1/3'ni, yahut 1/4'ni alır. İkincisi Harca-ı
Vazîfe'dir. Bu, Hz; Ömer'in Irak çiftçilerine tayin ettiği verginin mislidir
ki, sulanabilen her dönüme, bir sâ' buğday veya arpa alınır. Nitekim tafsitâtı,
inşallah cihâd bahsinde gelecektir. Burada, hükümlerinden bazısı görülecektir.
"Meyve"
tabirinde pamuk da dahildir. Çünkü meyve yenilip giyilmeye elverişli olan bir
esastan türeyen şeyin ismidir. Nitekim Kirmânî'de böyle denilmiştir. Kâmus'ta
ise meyve, ağacın üzerindeki mahsulun adıdır. Meşhur olan mânâsı, Müfredat'ta
beyan edilendir, ki o da, ağaç mahsullerinden yenilen her şeydir. Ağaç milk
olmasa bile, meyvesinin öşrü vâciptir. Bundan, bir kimsenin hanesindeki ağacın
meyvesi hariç kalır. Velev ki bahçe olsun. Çünkü bahçe haneye tâbidir.
Hâniyye'de böyle denilmiştir. T.
«Hükümet korursa»
sözünden murad, balı ve meyveyi korumasıdır. Zâhire göre maksat, harbî olan
düşmanlardan, âsîlerden ve yol kesenlerden korumaktır. Yoksa her şahıstan
koruması değildir. Çünkü dağların yemişi mübahtır. Müslümanları ondan menetmek
caiz değildir. İmam Ebû Yusuf'a göre, dağlarda bulunan şeye öşür yoktur. Çünkü
o yer sahipli değildir. Tarafeyn'e göre ise, bal ile meyveye mâlik olmaktan maksat,
üretmektir. Bu da hâsıl olmuştur. Binaenaleyh öşür alınır. H.
'Maksut mal'dan
murad, hükümetin korumasını istediği maldır T. Yahut, elde edilmesi istenen
maldır. Onun için de, korunması şarttır, ki öşür vâcip olabilsin. Zira vergi
himayeye (korumaya) bağlıdır.
METİN
Semâ yani yağmur
suyu ile ve nehir gibi akarsu ile sulanan mahsullerde nisap şartı aranmadığı
gibi, mahsulün devamı ve sene geçmesi gibi şartlar dahi aranmaksızın öşür vâcip
olur. Çünkü öşürde, ücret mânâsı vardır. Onun için hükümdarın onu cebren almaya
hakkı vardır. Terekeden alındığı gibi, borçlunun malında, küçük çocuğun,
delinin, mükâtebin, me'zunun ve vakfın yerinde dahi öşür vâcip olur. Öşüre
zekât demek mecazdır.
İZAH
Nisap ve devam
şart olmayınca, çıkan zahîre, bir sâ'ı; bazılarına göre yarım sâ'ı doldurmak
şartıyla, nisaptan az da olsa, öşrü vâciptir. Uzun zaman kalmayan sebzelerde
dahi öşür vâciptir. Bu kavil, İmam-ı Âzam'ındır. Sahih olan da budur. Nitekim
Tuhfe'de beyan edilmiştir. İmameyn'e göre, öşür ancak bir sene devamlı kalabilen
meyvelerde - şayet bu meyveler vesk'le ölçülürse beş vesk'i doldurmak şartıyla
- vâciptir. Bir vesk, 60 sâ'dır. Bir sâ' dört batmandır. Beş veski doldurmazsa,
Ebû Yusuf'a göre, veskle ölçülen sebzelerin en aşağısının nisap kıymetini
doldurursa öşür vâcip olur. İmam Muhammed, sebzenin nev'inden takdir edîlenin
beş misli olursa, öşür alınacağını söylemiştir. Meselâ pamukta beş yük, balda
beş küp, şekerde beş batman olursa öşür alınır. Tamamı Nehir'dedir.
Öşürde sene
geçmesi şart olmadığı içindir ki, bir yerden, senede birkaç defa mahsul
alınırsa her defasında öşür vâcip olur. Çünkü deliller mutlaktır. Onlarda sene
kaydı yoktur. Bir de, öşür hakikaten çıkan mahsulde vâciptir. Binaenaleyh
mahsul tekerrür edince, o da tekerrür eder. Harac-ı mukâseme de öyledir. O da,
çıkan mahsulde vacip olur. Harac-ı vazîfe ise, senede ancak bir defa vâcip
olur. Çünkü o, çıkan mahsulde değil, kişinin zimmetinde vâcip olur. Bedâyi.
Öşürde ücret mânâsı olunca, o hâlis ibâdet değildir. T.
Hükümdar öşrü
cebren alırsa, yerin sahibinden borç sâkıt olur. Ancak sahibi, öşrünü kendi
verirse, ibadet sevabı kazanır. Hükümdar alırsa, malının Allah yolunda
harcanması sevabını kazanır. Bedâyi.
Küçük çocuğun,
delinin, mükâtep ve me'zunun yerlerinde öşür tahakkuk ettiğine göre, öşrün
vâcip olması için akıl, buluğ ve hürriyet şart değil, demektir. Vakıf yerinde
de öşür vardır. Bundan şu anlaşılır: öşür vâcip olmak için, yerin sahipli
olması şart değildir. Çünkü öşür, yerde değil, çıkan mahsulde vâciptir.
Binaenaleyh yerin sahipli olup olmaması müsavidir. Bedâyi.
Ben derim ki: Bu
hüküm, tarlayı vakıf sahibi ektiği zaman açıktır. Fakat başkaları ücretle
ekerse, aşağıda gelen, ücretle tutulan yer hakkındaki hilâf burada da cârîdir.
Mısır'ın ve Şam'ın Arâzi-i Emîriye'si bu hükümdedir. Bu arazi vaktiyle haraç
yeri imiş. Şimdi ise haraç yeri değildir. Mısır arazisi hakkında
Fethu'l-Kadîr'de açıklandığına göre, bugün bu araziden alınan vergi, haraç
değil ücrettir. Fathu'l-Kadîr sahibi şöyle demektir: "Görmüyor musun ki bu
arazi ekicînin milki değildir. Bu, herhalde arazi sahipleri ölerek, vâris
bırakmadıkları için, Beytülmal'e intikal etmiş olacaktır." Şam'ın arazisi
de öyledir. Nitekim Müntekâ Şerhi'nin cihâd bahsinde beyan edilmiştir. Lâkin bu
arazinin hepsinin Beytülmal'e verilmesi söz götürür. Biz bundan inşallah öşür
ve haraç bâbında söz edeceğiz. Beytülmal'e intikal edince bu araziden haraç
sâkıt olmuştur. Çünkü haraç vâcip olacak kimse yoktur. Acaba bu araziyi
ekenlere öşûr vâcip midir değil midir? Bundan da bu bâbda söz edeceğiz.
Sonra bilmiş ol
ki, bu araziyi hükümet reisi haraç şartıyla satarsa, müşteriye haraç vâcip
olmaz. Çünkü arazinin kıymetini Beytülmal'e aldıktan sonra, bütün menfaatin
veya bir kısmının onun olması mümkün değildir. Bir de, müslümana iptidaen haraç
koymak caiz değildir. Velev ki bakaen caiz olsun. Şu da var ki, sâkıt olan geri
dönmez. İbni Nüceym, Tuhfe'sinde böyle demiştir. O burada, öşür dahi vâcip
olmadığını söylemiş, «çünkü ben bu hususta bir nakil görmedim» demiştir.
Ben derim ki: Bu,
söz götürür. Çünkü bildiğin gibi şart, çıkan mahsule mâlik olmaktır. Öşür,
yerde değil mahsulde vâciptir. Hattâ küçük, deli, mükâtep ve vakfın yerlerinden
çıkan mahsulde de vâciptir. Bir de, öşrün sebebi hakikaten çıkan mahsul ile
üreyen yerdir. Yere bağlı olan haracın sükut etmesinden, çıkan mahsule bağlı
olan öşrün sükutu lâzım gelmez .Beytülmal için alınan arazi parası, yerin
bedelidir. Çıkan mahsulün bedeli değildir. Şu da var ki; bazen haracın sükut
edip etmediğinde münkaşa yapılır. Meselâ yer haraç yeri olursa, yahut haraç suyu
ile sulanırsa, bu münakaşa câridir. Şu delil ile ki, hükümdarın kendisine hane
olarak parsel verdiği gâziye, bu parseliçin bir şey vâcip olmaz. Ama onu bahçe
yapıp öşür suyu ile sularsa, öşür vermesi; haraç suyu ile sularsa, haraç
vermesi icabeder. Nitekim gelecektir. O kimseye kendi iltizamı ile baştan harac
konulsa caiz olur. O yer Beytülmal'ın olunca, üzerine vâcip olacak kimse
bulunmadığı için haracın sâkıt olmasından, müşterinin satın aldığı yeri haraç
suyu ile sulamayı iltizam ettiği zaman dahi haraç vâcip olmaması lâzım gelmez.
Çünkü bu, yeni bir sebeple meydana gelmiştir. Nitekim bir kimse muayyen bir
müddet için hanesini birine kiraya verse, müddet bitince ücret sâkıt olur.
Çünkü üzerine ücret olacak kimse yoktur. Başkasına ücretle verirse, ücret
yeniden vâcip olur. Haracın sükutunu farz etsek dahi, öşür sâkıt olmaz. Zira
gelir için hazırlanmış yer, iki vazifeden birinden hâli değildir. Sebebini hane
meselesinde söyledik. Yukarıda arz ettiğimiz öşrün, kitap, sünnet ve icma' ile
sâbit olması - ki bu satın alınan mezkûr yere de şâmil olan vücup delilidir
-ile birlikte sebep ve şart tahakkuk edince, yağmur ve nehir suyu ile sulanan
yerde öşür vâcip olur. Kova ve dolapla sulanan yerde bunun yarısı vâciptir.
Fukahanın mutlak sözlerinden anlaşılan da budur. Binaenaleyh bu hususta
söylediklerimiz tahakkuk ettiğinden, ayrıca nakle hacet yoktur. Bilâkis «vâcip
değildir» iddiası, açık nakle muhtaçtır. Bu bâbda sözün tamamı, inşallah cihad
bahsinin öşür ve haraç bâbında gelecektir.
METİN
Ancak, yerin bir
geliri olarak kastedilmeyen Acem Kamışı, odun, ot, saman, hurma dalı, zamg,
katran, hatmi, üşnân, pamuk ve patlıcan kökü, karpuz ve hıyar çekirdeği gibi
şeylerle, sarmaşık ve çörek otu gibi ilaçlar müstesnadır. Hattâ bir kimse,
yerini bu gibi şeylerle doldursa, öşür vâcip olur.
İZAH
Şârih, «yerin bir
geliri olarak kastedilmeyen ilh...» sözü ile, Musannıf'ın Kenz ve diğer
kitapların sahipleri gibi münhasıran zikrettiği, odun, kamış ve otun, kendileri
kastedilmediğine işarette bulunmuştur. Maksat, bunların cinsidir ve burada
hüküm kasta bağlıdır. Sahibi, bu zikredilen şeylerle gelir sağlamayı kastederse
öşür vacip olur. Nitekim Şârih bunu daha sonra açıklamıştır. Acem Kamışı'ndan
murad, sâkı ve boğumları olan her nebattır. şârih bununla, şeker kamışından ve
süpürge kamışından ihtiraz etmiştir. Cevhere'de bildirildiğine göre, bu iki
nevi kamışta öşür vardır. Mi'râc'da, «Bal kamışının çubuğunda değil, balında
öşür vâcip olur» denilmiştir. Şurunbulâliye.
Saman hakkında,
Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Ancak, samanı tane tutmazdan önce ekinden
ayırırsa, öşrü vâcip olur. Zira maksut saman olmuştur. İmam Muhammed'den bir
rivayette, saman kurursa öşür vâcip olur.»
Hurma dalından
murad, zembil ve yelpaze yapılan yaprağıdır. Katran, sanuber ve cam gibi
ağaçların usaresidir. Pamuğun kökünde öşür yoksa da, yukarıda geçtiği vecihle
kendisinde öşür vardır. T. Patlıcan da öyledir. Karpuz ve hıyar çekirdeği gibi,
ziraata elverişli olmayan tohumlarda öşür yoktur. Çünkü bunlar bizzat maksut
olan şeyler değildir. Bahır. Yani çekirdek elde etmek için ekilmezler. Bilâkis,
bu çekirdeklerden meydana gelen sebzeler için ekilirler. Sebzelerde ise öşür
vardır. Nitekim yukarıda gördük. Bedâyi'de, «Sebzeler, baklalar, yoncalar,
hıyar, soğan, sarımsak vebenzeri şeylerdir.» diye tarif edilmiştir. Bahır'da,
«Usfur, keten ve keten tohumu gibi şeylerde öşür vâciptir. Çünkü bunlardan her
biri maksut olarak ekilir.» denilmiştir.
«Hattâ bir kimse,
yerini bu gibi şeylerle doldursa, öşür vâcip olur.» Meselâ, arazisinde kamış
veya ot yetiştirir de bunları biçerek satarsa, öşür vâcip olur. Gâyetü'l-Beyan.
Bu yazının bir misli de Bedâyi ve diğer kitaplardadır. Şurunbulâliye sahibi,
«Kesip satması, bir kayıt ve şart değildir. Onun için Kâdıhan, sözü mutlak
bırakmıştır» diyor.
METİN
Büyük kova ve
dolapla sulanan yerlerde öşrün yarısı vâcip olur. Çünkü bunları masrafları
çoktur. şâfiîler'in kitaplarında, «Yahut satın aldığı su ile sularsa»
denilmiştir. Bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. Dere suyu ve âletle
sularsa, ekseriyete itibar olunur. İki taraf müsavi gelirse, öşrün de yarısı
lâzım gelir: 3/4'ü lâzım geldiğini söyleyenler de vardır. ,Bu hesaplar, yeteri
derecede ekin masrafları ve tohum çıkarılmaksızın yapılır. Çünkü fukahâ, çıkan
mahsulde öşür lâzım geldiğini açıklamışlardır.
İZAH
«Çünkü bunların
masrafları çoktur» sözü, zikrettiğimiz şeylerde yarım öşür vâcip olmasının
illetidir.
«Bizim
kaidelerimiz de buna aykırı değildir.» Bunu Bâkânî, Mültekâ Şerhi'nde, üstadı
Behensî'den bu şekilde nakletmiştir. Çünkü kova ve dolapla sulanan yerlerde bir
öşürden yarım öşüre, inmenin sebebi, bildiğin gibi fazla masraflı olmasıdır. Bu
masraf satın almada da mevcuttur. Bizim ulemamızın bunu zikretmemeleri,
herhalde bizce mutemet kavle göre, sulamak için suyun satın alınması caiz
olmadığı içindir. Bazıları, «O yerin örf ve âdetinde böyle bir şey varsa
caizdir.» demişlerdir. Acaba, satın alınmaz, demek, itibara alınmamasını
icabeder mi etmez mi ?Teemmül eyle! Evet, değer su, kap ile muhafaza edilirse
sahipli olur. Tulumla yahut havuzda su satın alırsa, yarım öşür lâzım gelir,
demek gerekir. Zira bunun masrafı, çok defa kova veya dolapla sulamanın
masrafından fazla olur.
«Ekseriyete
itibar olunun» sözünden murad, senenin ekserisidir. Nitekim otlak ve alafla
beslenen hayvanlar bahsinde geçmişti. Zeylâî. Yani hayvanları senenin bir
kısmında otlak, bir kısmında alaf hayvanı yaparsa, senenin ekserisi itibara
alınır. Her ikisi müsâvi olursa, yarısına itibar edilir. İhtiyâr dan naklen
Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Çünkü, yarıdan ziyade hakkında şüphe vâki olmuştur;
şüphe ile ziyade vâcip olmaz.
«3/4'ü lâzım
geldiğini söyleyenler de vardır.» Gâye'de şöyle deniliyor: «Eimme-i Selâse de
buna kaildir. Binaenaleyh her iki vazifeden yarımşar alınır. Bu bâbda hilâf
bilmiyoruz.» Yani yarısını dere suyu ile, yarısını da dolap suyu ile
sulamıştır; binaenaleyh yarım öşür ile, çeyrek öşür vâcip olur. Zeylâî. Otlak
hayvanlarını ,sene yarısında alaf hayvanına çevirmeye kıyasen, birinci kavli
tercih etmiştir. Zira mesele, öşür vâcip olmakla olmamak arasında mütereddit
kalmıştır. şüpheyle vâcip olamaz. Yakubiyye sahibi, «Bu, söz götürür» demiştir.
Şöyle ki: İkisinin arasında fark açıktır. Ziraasılda, yani kendisine kıyas
edilende, vücubun sebebi yüzde yüz sâbit değildir. Burada ise yüzde yüz
sâbittir. Şüphe, masrafın fazla veya noksanlığına bakarak, vâcibin, noksan veya
ziyadesi hususundadır. O halde, her iki benzerlik, yani aza da çoğa da benzer
olması, "nazar-ı itibara alınmıştır.
Ben derim ki: Bu,
söz götürür. Çünkü vücubun sebebi otlak hayvanında dahi mevcuttur. Bu sebep, o hayvanın
nisabına mâlik olmasıdır. Şüphe, sadece otlak hayvanı olup olmamasındadır. Bu
ise, vücubun sebebi değil, şartıdır. Nitekim zekât bahsinin başında geçmişti.
Burada dahi şüphe - vücubun aslına sebep tahakkuk etmekle beraber - yarıdan
ziyadesinin vücubu şart olmasındadır. Vücubun aslına sebep, hakikaten mahsul
çıkmakla, yerin üretici olmasıdır.
«Bu hesaplar,
yeteri derecede ekin masrafları ve tohum çıkarılmaksızın yapılır.» Yani
birincide öşür, ikincide yarım öşür vacip olur. Ama işçi ücreti, hayvan nafakası,
nehir kirası ve bekçi parası gibi şeyler, çıkarılmaksızın hesap edilir. Dürer.
Fetih sahibi diyor ki; «Yani masraf mukabilinde çıkan mahsule öşür vâcip
değildir, denilemez, öşür, bütün mahsulde vâciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.),
masrafın değişmesiyle vâcibin değişmesine hükmetmiştir. Masraflar düşülürse,
vâcip bir olur ki, o da kalan kısımda daima öşürdür. Zira öşürün yarıya inmesi,
ancak masrafından dolayıdır. Masraf çıkarıldıktan sonra, geriye kalan mahsulde
masraf yoktur. Binaenaleyh onda daima öşür vâcip olur. Lâkin vâcip, birbirinden
farklıdır. Bundan anlarız ki, şer'an, çıkan mahsulün, bir kısmının öşrünün
alınmaması muteber sayılmamıştır. Bu kısımdan murad, aslen masrafa müsâvi olan
miktardır.» Meselenin tamamı Fetih'tedir.
«Tohum çıkarılmaksızın»
kaydını, bazılarına göre, Dürer sahibi muteber kitapların ifadelerine ziyade
etmiştir. Fakat, söz götürür.
Bunun cevabı
şudur: Bu ziyade, muteber kitapların ifadelerinde dahildir. Nehir'de şöyle
denilmektedir: «Kenz'in "masraflar düşülmez" sözünden anlaşılan şudur
ki; masrafın, bizzat çıkan mahsulden verilmesiyle, başkasından verilmesi
arasında fark yoktur.» Sayrâfî de şunu söylemiştir: «öyle gözüküyor ki, masraf,
zahîrenin bir cüzü ise, helâk olmuş sayılabilir. Ve öşür, kalanda vâcip olur.
Çünkü o kimse bunu bizzat yapamaz. Bu masrafı çıkarmaya mecburdur. Lâkin
fukahanın zâhir olan sözleri mutlaktır.»
METİN
Benî Tağlib
Kabîlesi'nden birine ait öşrî arâzide, mutlak surette öşrün iki katı vâcip
olur. Velev ki çocuk veya kadına ait olsun. Yahut Tağlibî, müslüman olsun veya
o yeri müslümandan satın alsın. Yahut Tağlibî'den, müslüman veya zımmî şatın
alsın! Çünkü öşrü katlamak, haraç gibidir, değişmez. Tağlibî olmayan, zımmî bir
müslümandan öşür arazisi satın alır da, teslim alırsa, kendisinden haraç alınır.
Çünkü küfür, ibadete zıttır. Yeri zımmîden alan bir müslümandan şuf'a ile
kurtardığı takdirde öşür alınması ise, pazarlık şefîe intikâl ettiğindendir.
İZAH
Tağlibî'nin öşrî
olan yerinden, iki kat öşür alınır. Bundan murad, 1/5'dır Nehir. Çünkü Benî
TağlîbHıristiyan Araplar'dan bir kabîledir. Hz. Ömer, onlardan iki kat öşür
almak şartıyla anlaşma yapmıştı. Nitekim malın zekâtı bâbından az önce
arzetmiştik. Tahtâvî diyor ki: «Yerin dolapla mı yoksa yağmur suyuyla mı
sulandığı hakkında tafsilât verilmemiştir. Yapılan anlaşma gereğince, onlardan,
mutlak olarak, müslümanlardan alınanın iki katı alınır.»
Ben derim ki:
Aynı meseleyi, Câmi-i Sağîr Şerhi'nde ta'lîl ederken, bunu İmam Kâdıhan da
te'yîd etmiştir. Kâdıhan, «Çünkü müslümandan ne alınırsa, Tağlibî'den onun iki
katı alınır» demiştir.
«Velev ki çocuk
veya kadına ait olsun» sözü, mutlakı beyandır. Zira öşür, müslümanların,
çocuklarıyla kadınlarının yerlerinden alınır. Binaenaleyh Tağlibîler'in çocuk
ve kadınlarının arazisinden, bunun iki katı alınır. Nûh. Halebî, «İster o yer
asaleten Tağlibi'nin olsun; ister miras yoluyla eline geçsin, yahut Tağlibî'den
Tağlibî'ye el değiştirsin fark etmez» demiştir.
«Yahut Tağlibî
müslüman olsun.» Yani arazisi içinde, milki olarak iki kat öşür verdiği yer
bulunursa, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre, vergisi olduğu gibi kalır. Ebû
Yusuf'a göre, katlamaya sebep olan küfür ortadan kalktığı için, o yerin vergisi
bir öşür olur. Tağlibî'den o yeri müslüman satın aldığı vakit dahi aynı şey
söylenir. T. Tağlibî, bir müslümandan öşür yeri satın alırsa, Şeyhayına' göre
iki kat öşür alınır. İmam Muhammed'e göre ise, öşür bir kat olarak kalır. Çünkü
sahibi değişmekle vergi değişmez. H.
«Veya zımmi satın
alsın.» Yani Tağlibî'den, zımmî iki kat öşür verdiği bir yeri satın alsa,
katlama öşür bilittifak devam eder. H.
T E M B İ H :
Burada hâssaten satın almayı zikretmesi, ekseriyetle satın alındığı içindir.
Yoksa, milki başkasına intikal eden her şey, hükümde böyledir. Bunu
Bercendî'den naklen İsmail söylemiştir.
«Çünkü öşrü katlamak
haraç gibidir, değişmez.» Bu, haraçta mutlak olarak bilittifak böyledir.
Katlama öşürde de öyle ise de, Ebü Yusufa 9öre böyle bir yeri müslüman satın
alır veya sahibi müslüman olursa, yer öşrî olur. Yukarıda arz ettiğimiz
vecihle, sebep (yani küfür) ortadan kalktığı için, artık bir öşür verir. H.
«Zımmi, bir
müslümandan öşür yeri alırsa ilh...» Bahır'da beyanedildiğine göre bu
meselelerin hulâsası şudur: Yer, ya öşrî, ya haracî, yahut katlama öşre
tâbîdir. Satın alanlar da, ya müslüman, ya zımmî, ya Tağlibî'dir. Müslüman bir
kimse öşür veya haraç yerini satın alırsa, o yer hâli üzere kalır. Tarafeyn'e
göre, katlama öşre tâbi olan yer de öyledir. Ebû Yusuf'a göre, bu yer bir öşre
döner. Bir Tağlibî, haraç yeri satın alırsa, o yer haracî olarak kalır. Katlama
öşürlü yer alırsa, ondan da iki kat öşür alınmaya devam edilir. Bir müslümandan
öşür yeri satın alırsa, Şeyhayn'a göre kendisinden iki kat öşür alınır. İmam
Muhammed buna muhaliftir. Tağlibî olmayan bir zımmî, haraç yeri yahut iki kat
Öşre tâbi bir yeri satın alırsa, yer, hâli üzere kalır. öşür yeri satın alırsa,
- milkinde kalmak şartıyla - İmam Muhammed'e göre haraç yeri olur. T. Tağlibî
olmayan zımmîden haraç alınması, Şeyhayn'a göredir. İmam muhammede göre ise, o
yer öşrî olarak kalır. Çünkü yukarıda arz ettiğimiz gibi, Ona göre bir yerin
sahibi değişmekle, o yerdeki vergi vazifesi değişmez. H.
Şârih'in ' zımmî
'yi, «Tağlibi olmayan» diye kayıtlaması, Şeyhayn'a göre öşür yerinde vergi
katlandığıiçindir. İmam Muhammed buna muhaliftir. T.
Şârih'in «teslim
alırsa» diye kayılaması, haraç ancak ziraat imkânı bulunmakla vacip
olduğundandır. Bu ise, ancak teslim almakla olur. Bahır.
«Küfür ibadete
zıt olduğundan» sözü, haraç almanın illetidir. Yani sadece haraç, vâcip olup,
öşür lâzım gelmemesi, öşürde ibadet mânası olduğundandır. Küfür ibadete zıttır.
H.
«O yeri zımmîden
alan bir müslümandan şuf'a ile kurtaran kimseden öşûr alınması pazarlık şefi'e
intikal ettiği içindir.» Sanki müslümandan satın almıştır. Bahır ve diğer
kitaplarda böyle denilmiştîr. Fakat buna şöyle itiraz olunur: «Öyle olmuş olsa,
şefî' teslim aldıktan sonra, kusur sebebiyle müşteriye dönememesi lâzım gelir.»
Cevap şudur: Dönmesi, teslim aldığı içindir. Nitekim, satmak için vekil edilen
kimse hakkında da bu hüküm verilmiştir. Hattâ satandan teslim almış olsa, ona
döner; müşteriye müracaat etmez. İsmail. Bunu Hayreddini Remlî dahi müşkil
görmüştür. Çünkü fukaha, «şuf'â ile bir yeri kurtarmak, eğer teslim aldıktan
sonra ise, müşteriden satın almaktır. Teslim almazdan önce ise satıcıdan
almaktır.» diye açıklamışlardır. Burada bizim sözümüz, teslim aldıktan sonraya
aittir. Binaenaleyh zımmîden satın almaktır. Hayreddin-i Remli sözüne şöyle
devam etmiştir: «Buna, Nihâye'de Mebsût'un nevadir-i zekât bahsinden nakledilen
şu sözle cevap vermek mümkündür. «Bir kâfir öşrî arazi satın alırsa, İmam-ı
Âzam'ın kavline göre, haraç vermesi icabeder. Lâkin bu hüküm, müsülmanın hakkı
o yerden tamamıyla kesildikten sonradır. Hattâ o yeri bir müslüman istihlâk
veya şuf'a suretiyle olsa, hâli üzere öşrî kalır. Velev ki üzerine haraç
konulmuş olsun. Çünkü müslümanın hakkı ondan tamamen kesilmiş değildir.»
METİN
Yahut yer
kendisine iade edilirse yine öşür alınır. Zira satış fâsit olmuştur. Satan,
muhayyer olmak veya mutlak surette görmek şartıyla, yahut mahkeme kararıyla
kusurlu görülerek iade edilirse, hüküm yine budur. Kusur mahkeme kararıyla
sabit olmazsa, yer haracî olarak kalır. Çünkü bu fesih değil ikâledir. Bahçe
veya tarla yapılan hane zımmînin ise ondan mutlak surette harac alınır.
Müslümanın olur da haraç suyu ile sularsa, yine haraç alınır; çünkü buna razı
olmuştur.
İZAH
Yeri, zımmî,
fâsit satışla bir müslümandan alır da, satış fâsit olduğu için sahibine iade
edilirse, o yer hali üzere öşrî kalır. Bahır sahibi şöyle diyor: «Çünkü satış
bozulup yer iade edilince, hiç satış yapılmamış gibi olur; zira satıcı olan
müslümanın, hakkı bu satışla tamamen kesilmiş değildir. O yer iadeye
müstehaktır.» Muhayyerlik ve görmek şartıyla yapılan satışta yer iade edilirse,
yine öşrî olarak kalır. Kâdıhan, muhayyerliğin satıcıya ait olduğunu kaydetmiş;
«Çünkü satıcının muhayyerliği, milkinin elinden çıkmasına mânidir.» demiştir.
Görmek şartı fesih sayılır. Binaenaleyh yukarıda geçtiği vecihle, satış olmamış
gibidir.
«Mutlak surette
görmek»ten murad, mahkeme kararı ile olsun olmasın demektir. Bu sözde, Dürer'in
ibaresine ret cevabı vardır. Çünkü o, «mahkeme kararıyla» sözünü, «iade
edilirse» ye bağlamıştır.
«Çünkü bu, fesih
değil ikâledir.» Yani yeri mahkemenin kararı olmaksızın iade etmek ikâledir.
İkâle, akdi yapan taraflar hakkında fesih; başkaları hakkında ,yeni bir satış
sayılır ve haraca müstehaktır. Şu halde, müslümanın zımmîden satın alması, o
yer haracî olduktan sonraya tesadüf eder ki, bundan dolayı hali üzere kalır.
Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Meselenin bu şekilde
kurulmasından şu anlaşılır: Zımmî o yeri eski bir kusurdan dolayı iade
edebilir. Ve o yere haraç vermenin vücubu, yeni bir kusur sayılmaz. Çünkü bu,
mahkeme kararıyla feshedilerek kaldırılabilir. Binaenaleyh iadeye mâni
değildir.»
Bahçe'den murad,
duvarla çevrilen ve içinde çeşitli ağaçlar bulunan yerdir. Mi'râc'da da böyle
denilmiştir. Musannıf'ın, «bahçe yapıları» diye kayıtlaması; bahçe yapılmaz da,
içinde çuvallar dolusu gelir getiren hurma ağaçları bulunursa, bir şey vermek
icabetmediği içindir. Bahır. Hânenin bahçesinden elde edilen yemiş dahi bu
hükümde dahildir. Zira bahçe hâneye tâbidir. Kâdıhan'da da böyle denilmiştir.
«Mutlak surette
haraç alınır.» sözünden murad, ister öşür suyu ile, ister haraç suyu ile
sulasın fark etmez, demektir. Çünkü o kimse öşüre değil haraca ehildir. Bahır.
"Haraç
suyun"dan murad, Acemler'in kazdığı ırmak sularıdır. Seyhun, Ceyhun, Dicle
ve Fırat nehirleri de böyledir. İmam Muhammed buna muhaliftir.
Öşür suyu ise,
yağmur, kuyu, kaynak ve kimsenin emri altında olmayan göl sularıdır. Mültekâ
ile Şerhi'nde böyle denilmiştir. Hâsılı haraç suyu, vaktiyle keferenin elinde
olup, sonra müslümanlar tarafından harran ellerinden alınan sulardır. Geri
kalan sular öşridir. Zira kâfirlerin onlara mâlik olduğu sübut bulmamıştır.
Binaenaleyh ganîmet değildir. Bu ifadeye itiraz edilmiş ve «Bu söylenen, göl ve
yağmur suları hakkında zâhirdir. Fakat kuyu ve kaynak suları haracîdir. Çünkü
bunlar ganîmettir. Biz onları küffardan cebren almışızdır» denilmiştir.
Fetih'te buna şöyle cevap verilmiştir: «Her kaynak ve kuyuda bu lâzım gelmez.
Zira kâfirlerin açtığı kuyuların ekserisi mahvolmuştur. Bugün gördüğümüz
kuyular, ya müslümanlar tarafından yapıldığı bilinenlerdir; yahut kimin yaptığı
bilinmeyen kuyulardır ki, bunları müslümanların yaptığına hüküm vermek icap
eder. Zira yeni çıkan bir şey, mümkün olan en yakın vaktine izafe edilir.»
«Çünkü buna razı
olmuştur» sözü, Attâbî'nin çıkardığı işkale cevaptır. Attâbî şöyle diyor:
«Bunda, iptidaen müslümana haraç koymak vardır. Hattâ Gûyetü'l-Beyân'da
nakledildiğine göre İmam Serahsî Kitabü'l-Câmii'nde, o kimseye her hâlükârda
öşür lâzım geleceğini söylemiştir. Çünkü o, haraçtan ziyade öşre lâyıktır. Bu
kavil daha zâhirdir.»
Attabî'ye şöyle
cevap verilmiştir: «İptidaen müslümana harac koymak, cebren olursa caiz
değildir. Kendi ihtiyariyle kabul ederse caizdir. Burada, yerini haraç suyu ile
suladığına göre, haracı kabul etmiş demektir. Ve hükümetin izni ile sulak bir
yeri ihya edipte, haraç suyu ile sulayana benzer. O kimseye haraç vâciptir.»
Bahır. Fetih'te dahi şöyle cevap verilmiştir: «Müslüman, yerini haraç suyu ile
sulayınca, su onun vazifesini yere nakletmiş olur. Binaenaleyh burada o kimseye
iptidaen haraç koymak yoktur. Yapılan iş, vazifesi (vergisi) haraç olan şeyin
vergisi ile intikalidir. Nitekim haraçyeri satın alsa hüküm budur.» Meselenin
aslı Zeylâî'dedir.
T EM B İ H :
Fukahanın, hükmü suya tâlik etmelerinin muktezası, vazifenin öşür veya haraç
yerinde olmasının itibara alınmamasıdır ki, Hâniyye sahibinin tercîhi bunun
hilafınadır. Sahipsiz bir yeri ihya da bunun gibidir. Zira muteber olan, yer
değil sudur. Ama mesele ihtilâflıdır. İzahı, inşallah cihâd bahsinin öşür ve
haraç bâbında gelecektir.
METİN
Hâne yerini,
müslüman öşür suyu ile, yahut hem öşür ,hem haraç suyu ile sularsa, öşür
alınır. Çünkü müslümanın haline öşür daha lâyıktır. Hâne ve kabristanda -
zımmîye ait bile olsa - zift ve naft kaynağında mutlak surette bir vergi
yoktur.
Naft; suyun
üstünde görülen yağdır. Mutlaktan murad, ister öşür, ister haraç yerinde olsun
demektir. Lâkin haraç yerinin ziraata elverişli olan harîminde (etrafında)
haraç vardır. Kaynağın kendisinde haraç yoktur. Çünkü haraç, ziraat imkânına
bağlıdır. öşür ise, öşrî olan harîminde, ektiği takdirde vacip olur. Ekmezse
vâcip değildir. Çünkü o çıkan mahsule bağlıdır.
imam-ı Âzam'a
göre öşür, meyve belirip olgunlaşmağa başladığı zaman alınır. Burhan. Nehir'de,
«bozulmaktan emin olması» da şart koşulmuştur. Haraç yerinin sahibine, haracını
ödemeden o yerin gelirini yemek helâl değildir. öşrü vermedikçe, öşür yemeğini
yemek dahi helâl değildir. Yerse öşrünü öder. Mecma'a-l Fetavâ. Hükümet reisi,
haraç için çıkan mahsulü tutsak edebilir.
ÎZAH
«Çünkü müslümanın
haline öşür daha lâyıktır.» Onda ibadet mânâsı vardır. Hâneden bir şey alınmaz.
Çünkü Hz. Ömer (r.a.) meskenleri affetmişlerdir. Bunun üzerine Sahabe'nin icmâı
vardır. Bir de, hâne bir şey üretmez. Haracın vâcip olması ise, üretime
göredir. Kabirleri dahi bu hükümdedir. Zeylâî.
Ta'lilin zâhirine
bakılırsa, eski ile yeni arasında fark yoktur. Lâkin ulemanın açıkladıklarına
göre, haraç yerini, sahibi muattal (işlenmemiş) bırakırsa haraç vermesi
gerekir. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse haraç yeri satın alır da, onu
hâneye çevirerek içine bina yaparsa, yerin haracını ödemesi icabeder. Nitekim
muattal bırakırsa hüküm budur.» Zahîriyye sahibi dahi böyle demiş; sonra şunu
ilâve etmiştir: «Fetavâ-i Ebulleys'te bildirildiğine göre, bir kimse haracî
olan yerini kabristan, yahut gelir için han veya fakirlere mesken yaparsa,
haraç sâkıt olur.» Fakirlere mesken meselesini, ammenin menfaatı olmasına bina
etmek mümkündür.
«Zımmiye ait bile
olsa» ifadesinden, müslüman evleviyetle dahildir. Hidâye'de zımmî yerine Mecûsî
denilmiştir. Çünkü Mecûsî, İslâm'a zımmîden daha uzaktır. Mecûsîler'in
kadınlarını nikâh etmek ve kestiklerini yemek haramdır. Şârih de zımmî yerine
Mecûsî dese daha iyi olurdu.
Zift, yerden
hâsıl olan bir şey değildir. O, su kaynağı gibi bir kaynaktır. Binaenaleyh
ondan öşür ve haraç alınmaz. Bahır. Neft ve tuz dahi aynı hükümdedir. Nitekim
Kafi ile Nihâye'de beyan edilmiştir. Harim, bir yere izafe edilen hukuk ve
faydalarıdır.
«Kaynağın
kendisinde haraç yoktur.» Fakat bazı fukaha, olduğunu söylemişlerdir.
Kenz'inibaresinden anlaşılan budur. Bahır'da böyle denilmiştir.
«Çünkü haraç,
ziraat imkânına bağlıdır» sözü, «ziraata elverişli olan» sözünün illetidir. Ama
bu, sadece haracı muvazzaf'ta belli olur. Harac-ı mukâseme'de, hükmü öşür
gibidir. T.
«Çünkü öşür çıkan
mahsule bağlıdır.» Binaenaleyh vâcip olmak için yalnız ziraata imkân bulmak
kâfi değildir.
«İmam-ı Âzam'a
göre öşür, meyve belirip olgunlaşmaya başladığı zaman alınır.» Cevhere'de şöyle
deniliyor: «Fukaha, meyve ve ekinlerde öşrün vakti hakkında ihtilâf
etmişlerdir. Ebû Hanife ile Züfer, meyve belirip bozulacağından emin olunduğu
vakit vâcip olduğunu söylemişlerdir. Faydalanılacak raddeye ulaşınca, biçilmeye
hak kazanmasa bile, onlara göre hüküm budur. Ebû Yusuf, biçilmeye hak kazandığı
zaman vâcip olduğunu; İmam Muhammed ise, biçilip harmana konulduğu zaman vâcip
olduğunu söylemişlerdir. İhtilâfın faydası şurada görülür: Yemişi çağla olduğu
zaman, yer veya adete göre başkasına yedirirse, Ebû Hanife'yle Züfer'e göre,
yediğinin ve yedirdiğinin öşrünü öder. Ebû Yusuf'la Muhammed'e göre ödemez. Ama
veskleri (kileleri) tamamlamak için bunlar hesaba katılır. Öşür vâcip olmak
için hesaba katılmaz. Yani yenilen kısım, kalan miktarla beş veski (kileyi)
doldurursa, yalnız kalan miktarda öşür vâciptir. Hasat zamanı geldiğinde,
devşirmeden önce yerse, Ebû Hanife'yle Ebû Yusuf'a göre öder. İmam Muhammed'e
göre ödemez. Mahsul harmana getirildikten sonra yerse, bilittifak öder. Mahsulü
topladıktan sonra kendi taksiri olmaksızın telef olur veya çaldırırsa, sadece
kalan kısımda öşür vâcip olur.»
Burada sözümüz
öşürdedir. Anlaşıldığına göre, harac-ı mukâseme de öşür gibidir. Çünkü, çıkan
mahsulün bir cüz'üdür. Harac-ı vazîfeye gelince: O zimmettedir. Çıkanda
değildir. Binaenaleyh yeyip yememekle onun hükmü değişmez.
«Haraç yerinin
sahibi, haracını ödemeden o yerin gelirini yerse helâl değildir.» Bazıları
bundan muradın, sadece harac-ı mukâseme olduğunu söylemişlerdir. Zira, harac-ı
vazîfe zimmette vâcip olur. Onun mahal ile ilişkisi yoktur. Birtakımları,
«Harac-ı vazîfe de öyledir.» demişlerdir. Çünkü harac almak için hükümetin,
çıkan mahsulü tutsak etmeye hakkı vardır. O kimsenin bundan yemesi, hükümetin
hakkını iptal olur. Zahîre'de böyle denilmiştir.
Tahtâvî diyor ki:
"Vâkıât'ta Bezzâziye'den naklen bildirildiğine göre, haracı ödemeden,
çıkan mahsulden yemek helâl değildir. Öşrü vermeden yemek dahi böyledir. Meğer
ki sahibi öşrü vermeye niyetli ola." Bu, güzel bir takyittir. Öşrünü
vermeden, ekini başaklayarak tane çıkarmanın hükmü bundan alınır ki, caiz
değildir. Musannıf «haraç yerinin» demekle yetineceğine, «öşür veya haraç
yerinin» dese, bu cümleye hacet kalmazdı. Çünkü öşürle harac-ı mukâsemenin her
birini yemek helâl değildir. Velev ki zımmen yesin. H. Mültekâ Şerhi'nde
Muzmerat'tan naklen, «Maruf vecihle az miktar yerse, bir şey ödemesi lâzım
gelmez» denilmiştir, Fâkih Ebulleys; «Biz bununla amel ederiz» demiştir. T.
«Hükümet, haraç
için çıkan mahsulü tutsak edebilir» sözündeki haraçtan maksat harac-ı
muvazzaftır. Çünkü o, zimmette sâbittir. Binaenaleyh hükümet onu almak için,
çıkan mahsulühapsetmekten faydalanır. Harac-ı mukâseme böyle değildir. Çünkü o,
öşür gibi aynen malda sâbit dir. Bu bâbın başında geçtiği vecihle, öşürde
nafaka ve ücret mânâsı olduğu için öşürü cebren almak caiz olunca, harac-ı
mukâsemeyi cebren almak evleviyetle caizdir. Bunu Halebî söylemiş; şunu da
ziyade etmiştir: «Ben derim ki: Bedâyi'de bildirildiğine göre, haraçta vâcip
olan miktar, çıkan mahsulün bir cüz'üdür. Zira haraç, mahsulün ya 1/10'i, yahut
1/5'idir ki, bu da onun cüz'üdür. şu kadar var ki; bize göre bu, onun cüz
olmasına bakarak değil, mal olmasına bakarak vâciptir. Hattâ kıymetini vermek
caizdir.» Bu sözden anlaşılan şudur: Murad, harac-ı mükâsemedir. Mal sahibi,
malın kıymetini verebildiğine göre, hükümetin, çıkan mahsulün kendisinden zorla
haraç almaya hakkı yoktur. Şu halde, Şârih'in ibaresindeki "haraç"
sözünü umumileştirmek gerekir.
METİN
Bir kimse
senelerce haracını vermezse, Ebû Hanife'ye göre, geçmiş senelerin haracı
kendisinden alınmaz. Hâniyye. Yine Hâniyye'de bildirildiğine göre, üzerinde
öşür veya haraç borcu olan kimse ölürse, borcu terekesinden alınır. Bir
rivayete göre alınmaz. Ölümle borcu sâkıt olur. Zâhir olan rivayet
birincisidir.
FER'İ MESELELER:
Bir kimse imkân bulduğu halde yerini ekmezse, kendisine haraç vâcip olur. Öşür
vâcip olmaz. Çıkan mahsulün helâkıyla, her ikisi sâkıt olurlar. Gâsıp,
gasbettiği yeri eker de inkâr ederse, yer sahibinin beyyinesi bulunmadığı
takdirde, haracı gâsıbın ödemesi icabeder.
İZAH
Bu meseleyi
Musannıf, cihad bahsinin cizye bâbında da zikretmiş ve, «Tedahul (içiçe girme)
suretiyle haraç sâkıt olur. Ama, olmaz diyenler de vardır.» demiştir. Şârih
orada şunları söylemiştir: «Bazıları, öşür gibi sâkıt olmadığını
söylemişlerdir. Ama birinci kavli tercih etmek gerekir. Zira haraç cezadır;
öşür öyle değildir. Bahır. Musannıf, Mineh adlı eserinde, bu kavlin Hâniyye'de
mezhep sahibine nisbet edildiğini; binaenaleyh mezhebin bu olduğunu
söylemiştir.»
Ben derim ki: Bu
söz, Hâniyye sahibinin bu babda söylediğine uymaktadır. Zahîre'de de böyle
denilmiştir. Hâniyyen'in cihad bahsinde ve yerin haracı bâbında söylenen şudur:
«Harac toplanır da senelerce verilmezse, Ebû Hanife'ye göre, o senenin haracı
alınır; ilk senenin haracı alınmaz. Bu ondan sâkıt olur. Nitekim Hâniyye
sahibi, cizye bâbında fukahadan bazılarının "haraç bilittifak sâkıt olmaz;
cizye böyle değildir" dediklerini nakletmişti. Bu, yeri ekmekten âciz
olduğuna göredir. Âciz değilse bilittifak haraç alınır.»
Ben derim ki:
Mültekâ'nın cizye bâbında, katiyetle ikinci kavil tercih edilmiştir. Zahire
bakılırsa; Hâniyye sahibinin, «Bu, yeri ekmekten âciz olduğuna göredir ilh...»
sözü, iki kavlin arasını bulmak içindir. O, hilâf'i sözden ibaret kabul etmiş;
birinci kavli; yeri ekmekten âciz olduğuna; ikinciyi, âciz olmadığına
yorumlamıştır. Çünkü haracın, ancak ekmek imkânı varsa vâcip olacağı kimseye
gizli değildir. Nitekim haraç bâbında beyan edilmiştir. Binaenaleyh ismi
işareti yalnız ikinci kavle mahsus saymak doğru değildir. O, iki kavlin arasını
bulmak için her ikisine de racidir. Bundan anlaşılır ki, Şârih'in burada
Hâniyye'ye nisbet ettiği söz, âciz haline hamledilmiştir. Buna delil,
Hâniyye'nin ikinci ibaresidir, Benim anladığım budur. Allah'u âlem! Bu
meselenin tam tahkiki ve mutemet kavle göre haracın sükut etmemesi, cizye
bâbında gelecektir.
«Zâhir ' olan
rivayet birincisidir.»
Ben derim ki:
Zâhîre'de, «Zâhir rivayete göre, öşür borcu olan kimsenin ölmesi ile öşür sâkıt
olmaz; ama İbn-i Mübarek'in Ebû Hanife'den rivayetine göre sâkıt olur»
denilmiş; iki yaprak sonra öze şöyle devam edilmiştir: «Yer sahibinin
ölmesiyle, harac-ı vazîfe olduğu takdirde, zâhir rivayete göre, yerin haracı
sâkıt olur. İbn-i Mübarek sâkıt olmadığını söylemiştir. Binaenaleyh iki
rivayete göre haraç ile öşür arasında fark yapılmıştır.» Haracın sükutunu
«harac-ı vazîfe» diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki, zâhir rivayete göre
harac-ı mukâseme öşür gibi sâkıt olmaz.
«Kendisine haraç
vâcip olur» cümlesinden murad, harac-ı muvazzaftır. Harac-ı mukâsemede bir şey
vâcip olmaz. Nitekim bunu Musannıf, öşür ve harac bâbında anlatacaktır. Yani
yukarıda arz ettiğimiz vecihle, harac-ı mukâseme, çıkan mahsule taalluk eder.
«Mahsulün
helâkıyla her ikisi sâkıt olurlar.» Yani öşür ile harac-ı mukâseme, çıkan
mahsulün aynına taalluk ettikleri için, ikisi de sâkıt olurlar. Harac-ı
muvazzafa gelince: Çıkan mahsul, toplanmadan helâk olursa sâkıttır.
Toplandıktan sonra helâk olursa, sâkıt değildir. Bunu, Halebî Hindiyye'den, o
da Sirâc ile Hâniyye'den naklen rivayet etmiştir. Bezzâziye'de şöyle
denilmiştir: «Çıkan mahsulün hasat zamanından sonra helâk olması, haracı ıskat
etmez. Hasat zamanından önce helâk; olursa, boğulmak, yanmak, çekirge yemesi,
sıcak ve soğuk gibi, önüne geçilmez bir âfet sebebiyle olduğu takdirde, haraç
sâkıttır. Fakat hayvan yerse sâkıt olmaz. Çünkü ekseriyetle, mahsulü hayvandan
korumak mümkündür. Bu izahat, bütün mal helâk olduğuna göredir. şayet bir kısmı
kalırsa, kalan iki ölçek veya iki dirhem miktarı olduğu takdirde, bir ölçek ve
bir dirhem vermesi vâcip olur. Daha azsa, bunun yarısını vermek icabeder.
Haracın sâkıt olması, seneden ziraat mümkün olacak kadar zaman kalmadığına
göredir.» Yani buğday veya arpa gibi herhangi bir mahsulü yetiştirecek kadar
zaman kalmamaktır.
«Haracı, gâsıbın
ödemesi icabeder.» Hâniyye'de şöyle deniliyor: «Bir kimse harac-ı vazîfe'ye
tâbi bir yeri gasp eder de inkârda bulunursa, yer sahibinin beyyinesi
bulunmadığı takdirde, bakılır: şayet gâsıp o yeri ekmemişse, hiçbirine haraç
yoktur. Ekmiş de, ziraat, yere bir noksanlık vermemişse, haracı gâsıbın ödemesi
icabeder. Eğer gâsıp o yeri gasbettiğini ikrarda bulunursa; yahut yer sahibinin
isbat edecek beyyinesi olur; ziraat da yere noksanlık vermemişse, haracı yer
sahibinin ödemesi gerekir.»
Ben derim ki:
Zâhire'de bildirildiğine göre, ulemadan bazıları, haracın yer sahibine vâcip
olduğunu; bazıları da ne suretle olursa olsun gâsıba vâcip olacağını
söylemişlerdir. Sonra Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Yere ziraat noksanlık
verirse, az olsun, çok olsun, harac Ebû hanife'ye göre yer sahibine vâcip olur.
Bu surette, sahibi bu yeri gâsıba, noksanını ödemek karşılığında icara vermiş
gibi olur. İmam Muhammed'e göre, haraç gâsıba vâcip olur. Şayet noksan,
haraçtan ziyade ise, fazlasını yer sahibine verir. Öşür arazisi gasp eder de
ekerse; ziraat yere noksanlık vermediğitakdirde, yer sahibine öşür vâcip olmaz.
Noksanlık verirse, öşür yer sahibine vâcip olur. Sanki o yeri noksanla icara
vermiştir.»
Halebî diyor ki:
«Harac-ı mukâsemeye tâbi yerin hükmünün, öşür arazisi gibi olduğu meydandadır.»
METİN
Bey-ı Vefa'da,
mal satıcının elinde kalırsa, haraç satıcıya vâcip olur. Bir kimse, mahsulü
kemale gelmeden satarsa, öşür müşteriye ait olur. Kemale geldikten sonra
satarsa, satıcının vermesi icabeder. İcar meselesinde, harac-ı muvazzafta
olduğu gibi, öşür icara verene aittir.
İZAH
Bey-ı vefaya,
bey-ı taat da derler; Bundan murad, her ne zaman satıcı müşterinin parasını
iade ederse, malı dönmesi şart koşulan satıştır. Bu satış, kefalet bahsinden az
önce; satışlar bâbının sonunda, bu hususta söylenen kavillerle birlikte
inşaallah gelecektir
«Bey-ı vefada,
mal satıcının elinde kalırsa, haraç satıcıya vâcip olur.»
Ama müşteri yeri
teslim alarak eker de, mahsul alırsa, haracını kendisi vermek icabeder. Çünkü
hakikatte bu bir rehindir. Ekmek suretiyle müşteri onu gasbetmiş olur. Zira
rehin alan kimsenin, aldığı rehinden faydalanmaya hakkı yoktur. Binaenaleyh
tamamıyla gasp meselesi gibi olur ve haracın satana mı, müşteriye mi vâcip
olacağı hususunda, gaspta zikredilen husus bunda da cereyan eder. Zâhîre'de
böyle denilmiştir. Bezzaziye'de ise şu satırlar vardır: «Müşteri yeri, yer
sahibi de parasını teslim aldıktan sonra, o yere ekin ekmek noksanlık
getirmezse, öşür müşteriye; noksanlık getirirse, harac ve öşür satana vâcip
olur. Çünkü rehin mesabesindedir. Yeri rehin alan kimsenin onu ekmeye hakkı
yoktur. Böylece o gaspa benzer ve icarede olduğu gibi, çıkan mahsulün az veya
çok olması ile hüküm değişmez.»
«Bir kimse
mahsulü kemale gelmeden satarsa, öşür müşteriye ait olur.» Zahire göre, harac-ı
mukâsemenin hükmü de öşür gibidir. Nitekim yukarıda geçen izahatımızdan da
anlaşılmıştır. H. Sonra bu hüküm yalnız başına ekini sattığına göredir ki,
sattıktan sonra, satanın izniyle müşterinin o mahsulü kemale gelinceye kadar
yerinde bırakmasına da şâmildir. Tarafeyn'e göre, öşrünü müşterinin vermesi
icabeder. İmam Ebû Yusuf'a göre ise, alaf olarak biçilen miktarın kıymetinin
öşrü satana; geri kafanın öşrü müşteriye ait olur. Nitekim Fetih'te beyan
edilmiştir.
Şimdi şu kalır:
Bir kimse, yerini ekiniyle birlikte veya ekinsiz olarak satarsa, bu hususta
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Yeri satar da, müşteriye teslim ederse, o
seneden, müşterinin ekip mahsul yetiştireceği kadar zaman kaldığı takdirde,
harac ona vâcip olur. Aksi takdirde satıcının vermesi icabeder. Müddet takdiri
hususunda fetva, üç ay diye verilmiştir. Bu izahat, yeri boş olarak sattığına göredir.
Yerin içinde kemale gelmemiş ekin bulunursa, her ne suretle olursa olsun, haraç
müşteriye aittir.»
Ebulleys şöyle
demiştir: «Sahibi yeri, tane tutmuş ekiniyle birlikte satar da, ekin kemale
gelir ve müşteriye ekecek zaman kalmazsa, haraç satana vâcip olur. Yeri başka
birine satar, müşteri de başkasına, o da daha başkasına satarak ziraata imkân
bulacak vakit kalmazsa, hiçbirine haraç vâcipolmaz.» Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır.
«İcar meselesinde
harac-ı muvazzafta olduğu gibi, öşür îcara verene aittir.» Yani bir kimse öşrî
olan yeri îcara verirse, öşürünü vermek, İmam-ı Azam'a göre kendisine vâcip
olur. imameyn'e göre ise, îcarla alanın vermesi gerekir.
Fethu'l-Kadîr
sahibi diyor ki: «İmameyn'in delili şudur: Öşür, çıkan mahsule bağlıdır. Bu mahsul
ise îcarla tutanındır. İmam-ı Âzam'ın delili de şudur: Yer ekilerek üretime
geçirildiği gibi, îcara vermekle de geçirilebilir. Binaenaleyh ücret, meyve
gibi maksut olur ve o mala sahip olmakla beraber, mânen üretilen mal da onun
olur. Binaenaleyh öşürün mal sahibine vâcip olması evleviyetde kalır»
Şârih'in «harac-ı
muvazzafta olduğu gibi» demesi, harac-ı muvazzaf, bilittifak îcara verene ait
olduğu içindir. Çünkü o, çıkan mahsulün hakikatine değil ziraat imkânına
bağlıdır. Harac-ı mukâseme - ki çıkan mahsulün 1/3, 1/6 gibi şâyi bir cüzünün
vâcip olmasıdır - ihtilâflıdır. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle denilmiştir.
Zahîre'de, «Harac-ı muvazzaf, iâre verene aittir» denilmiştir. Yani bu da
bilittifaktır, demek istemiştir. Bedâyi. Öşür ise, âriyeti olana vâciptir.
Nitekim gelecektir.
T E M B İ H :
Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Ücretle veya âriyet olarak ziraata elverişli bir
yer alır da, içine bağ diker; yahut yonca ekerse, Ebû Hanife ile İmam
Muhammed'in kavillerine göre, haraç îcarla veya âriyeten alanadır. Çünkü o yer
bağ olmuştur; haracı da bağ yapanadır.»
Remlî diyor ki:
«Bunun ifade ettiği mânâ, ziraata yaramayacak şekilde ağaçlarının birbirine
girmesinin şart olmasıdır Ağaçların arası ziraata elverişli olursa, haraç yer
sahibine vâcip olur.»
Hâsılı yer
ziraata elverişli kalırsa, haraç ücretle veya iâre sureti ile verene; ziraata
elverişsiz kalırsa, îcarla veya iâreten alana vâciptir.
METİN
İmameyn, îcarla
alana vâcip olduğunu söylemişlerdir. Nitekim iâre suretiyle alan kimse
müslümansa, öşrü ona vâcip olur. Hâvî adlı eserde, «Biz İmameyn'in kavli ile
amel ederiz» denilmiştir. Muzâreada ise, tohum yer sahibinden olduğu takdirde,
öşür ona aittir. Tohum çalışandan ise, hisselerine göre ikisine vâcip olur
İZAH
İmam Züfer,
öşrün, iâreyi verene vâcip olduğunu söylemiştir. Çünkü iâreyi alanı, onu
verenin yerine tutunca, îcara veren gibi, onun da öşrü vermesi lâzım gelir. Biz
deriz ki: îcarla verene, ma'nen çıkan mahsul gibi olan ecir hasıl olmuştur.
İâre veren böyle değildir. Şârih'in, «müslüman olursa» diye kayıtlaması, iâre
suretiyle alan kimse zımmî ise, öşür bilittifak iâreyi verene ait olduğu
içindir. Çünkü kâfire âriyet vermek suretiyle, fakirlerin hakkına mâni
olmuştur. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle denilmiştir. Yani kâfir öşre ehil
değildir. Lâkin Bedâyi'de, «Yeri âriyet suretiyle alan kâfir ise, İmameyn'e
göre öşrü o verir. İmam-ı Azam'dan iki rivayet vardır. Biri bunun gibidir.
Diğer rivayete göre ise, öşrü yer sahibinin vermesi lâzım gelir.» denilmektedir
El-Hâvi'l-Kudsî'de,
«Biz İmameyn'in kavli ile amel ederiz» denilmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin İmam-ı Âzam'ın kavlî ile, müteehhirîn ulemadan bir cemaat fetva
vermişlerdir. Meselâ Hayreddin Remlî Feteva'sında ve keza Şârih'in tilmîzi
Dımaşk müftüsü Şeyh İsmail Hâik, onun kavli ile fetva vermişlerdir. Şeyh İsmail
şöyle demiştir: «Hattâ haracını veya öşrünü, îcarla 'tutana şart koşmakla,
îcâre fâsit olur. Nitekim Eşbâh'ta böyle denildiği gibi; Hâmid Efendi El-İmâdî
dahi Feteva'sında böyle demiştir.»
Ben derim ki:
El-Hâvi'l-Kudsî'nin ibaresi, başkalarının ibarelerine aykırı değildir. Çünkü
Kâdıhan tercih ehlindendir. Onun âdeti, daha akla yatan ve daha meşhur olan
sözü, önce zikretmektir. Burada İmam-ı Azam'ın sözünü önce zikrettiğine göre,
itimat Onun sözünedir. Bununla birçok ulema fetva vermiştir ki; Şeyhülislâm
Zekeriyya Efendi ile, Şeyhülislâm Ataullah Efendi bunlardandır. İs'âf ve
Hassaf'ta da yalnız bu kavil zikredilmiştir. Lâkin bizim zamanımızda,
umumiyetle, köylerdeki evkaf ve tarlalarda, vergilerini, ücretle alan vermeye
razı olduğu için, bunları ecri misilsiz kiralarlar. Öyle ki, ücret ve ücretin
birkaç katı öşre, veya harac-ı mukâsemeye yetmez. Binaenaleyh bu bâbda
İmameyn'in kavli ile fetva vermekten ayrılmamalıdır. Çünkü zamanımızda bu
işlerle meşgul olanlar, misil ücreti takdir ederler. Şuna binaen ki, ücret
vakıf cihetinindir; ücretle tutana öşür ve başka vergi yoktur. Ama öşrün, vakıf
cihetinden verildiği itibar edilir ve ücretle tutana, ücretten başka bir şey
lâzım gelmediği düşünülürse, misil ücreti kat kat artar. Nitekim bu meydandadır.
Şayet ücreti tam almak mümkün olursa, İmam-ı Âzam'ın kavli ile; mümkün olmazsa
İmameyn'in kavli ile fetva verilir. Çünkü o şahsa hiçbir kimsenin caiz
göremeyeceği açık zarar lâzım gelir. Allah'u âlem!
TETİMME:
Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: «Sultan, sahipsiz araziyi - ki bunlara
memleket arazisi denir - haraç almak için bazı kimselere verirse caizdir. Caiz
olmanın yolu, iki şeyden biridir. Ya bunları ziraatta ve haraç vermekte mülk
sahibi yerine tutar; yahut icareyi, çıkan mahsul miktarı yapar. Ve onlardan
alınan vergi, hükümet hakkında haraç; kendileri hakkında ücret olur»
Evvelce arz
ettiğimiz gibi, Mısır ve Şam arazisi bu kabildendir. Bun dan şu çıkar:
Memleketimiz çiftçilerinin toprakları kendi milkleri değilse, onlara öşür
yoktur. Çünkü sultanın naibinin - ki buna "zaîm" yahut
"timârî" derler - bu çiftçilerden aldığı öşür ise, başka bir şey
ödemeleri icabetmez. Aldığı haraç ise, hüküm yine böyledir. Çünkü öşürle haraç
bir yerde bulunmaz. Aldığı ücret ise, İmam-ı Âzam'ın kavli'ne göre, hüküm yine
budur. Çünkü ona göre, ücretle tutana öşür yoktur, İmameyn'in kavline göre ise,
zâhir durum hükmün yine böyle olduğunu gösterir. Biliyorsun ki, onlara göre
alınan vergi, her cihetten ücret değildir. Zira hükümet hakkında, bu alınan
haraçtır.
Muzârea meselesinde,
Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse öşrî araziyi muzârea suretiyle verirse,
tohum çalışandan olduğuna göre; öşür İmam-ı Âzam'ın kavline kıyasen yer
sahibine aittir. Zira muzârea fâsittir. imameyn, ekinde vâcip olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü onlara göre muzârea sahihtir. Fetva, "sahihtir"
kavline göre şöhret bulmuştur. Eğer tohum yer sahibinden ise, öşür bilittifak
ona vâciptir.» Bu ibarenin bir misli de, Hâniyye ve Fetih'tedir.
Hâsılı, öşür,
İmam-ı Azam'a göre mutlak surette yer sahibine vâciptir. İmameyn'e göre, tohum
yersahibinden ise, hüküm budur. Çalışandan ise, öşrü ikisi verirler. Bundan
anlaşılır ki, Şârih'in söylediği îmameyn'in kavlidir. O bununla iktifa
etmiştir. Biliyorsun ki, muzârea akdinin sahih olması bâbında, fetva İmameyn'in
kavline göredir. Lâkin verdiği tafsilât, Bahır, Müçtebâ, Mi'râc, Sirâc, Hakaik,
Zahîriyye ve diğer kitaplardakine aykırıdır. Onlarda, imam-ı Âzam'a göre, öşrün
yer sahibine; îmameyn'e göre ise, yer sahibî ile işleyene aît olduğu
zikredilmiş; bu tafsilata gidilmemiştir. Zâhir olan da budur. Çünkü Bedâyi'de
bildirildiğine göre, muzârea akdi İmameyn'e göre caizdir. Öşür, çıkan mahsulde
vâciptir. Çıkan mahsul ise, ikisinin arasında ortaktır; binaenaleyh öşür
ikisine vâcip olur.
Dürerü'l-Bihâr
Şerhi'nde bildirildiğine göre, İmam-ı Âzam'a göre, çıkan bütün mahsulün öşrü
yer sahibine aittir. Çünkü Ona göre muzârea fâsittir. Binaenaleyh, çıkan mahsul
ya hakikaten; ya takdiren yer sahibinindir. Zira tohum onun tarafından
verilmişse, çıkan mahsulün hepsi kendisinin olur. Eken şahsa çalıştığının ecr-i
misli verilir. Tohum ekiciden ise, çıkan mahsul de onundur. Yer sahibine,
yerinin ecr-i misli verilir ki; bu çıkan mahsul mesabesîndedir. Şu kadar var
ki; onun hissesinin öşrü, çıkan mahsulün aynına; ekicinin hissesinin öşrü ise,
yer sahibinin zimmetine taalluk eder. Bunun faydası şudur. Hüküm, çıkan
mahsulün aynına bağlanınca, mahsul helâk olduğu takdirde öşür sâkıt olur.
Zimmete bağlanınca, helâkla öşür sâkıt olmaz. îmameyn, - ki îmam Ahmed de
onlarla beraberdir - hisseleri itibariyle, öşrün her ikisine vâcip olacağını
söylemişlerdir. Çünkü çıkan mahsul, hakikatte her ikisi içindir. Binaenaleyh
Şârih'e, ekseriyetle kitaplarda beyan edilene tâbi olmak gerekirdi. Sonra
bilmiş ol ki, bütün bu söylediklerimiz öşür hakkındadır. Harac bilittifak yer
sahibine aittir. Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir.
METİN
Bir kimsenin
Beytülmal'da nasibi varsa, o kimse Beytülmal'a ayrılmış bir mala rastladığında,
onu diyaneten almaya hakkı vardır. Emanetçi, sahibi ölen, kendinin veya
başkasının zekât almaya ehil mirasçısı da bulunmayan kimsenin emanetini
harcayabilir. Haksız yere alınan vergiyi ve zulmü, kendinden defetmek evlâdır.
Meğer ki bu kimsenin hissesini, diğerleri üzerine almış olsunlar.
İZAH
Beytülmal'dan
murad, aşağıda Şârih'in nakledeceği manzumede bildirilen dört kısım yerdir. T.
Ben derim ki:
Musannıf, bu meseleyi kitabın sonunda dağınık meseleler meyanında metinde
zikretmiştir. İbni Vehbân, Manzume'sinde onu nazmen beyan etmiş; Manzume'yi
şerheden İbn-i Sıhne de, bu bâbda şunları söylemiştir: «Beytülmal'da nasip
olanlar: Hâkimler, memurlar, ulema, gâzîler ve onların çocuklarıdır. Bunların
almaları caiz olan miktar, "kendilerine yetecek kadar"dır.
Musannıf'ın beyanına göre, talebe ile, halka vaaz ederek hakkı anlatan vâiz ve
bunları öğretenler dahi hükümde dahildirler.»
Ben derim ki:
Lâkin bunların, Beytülmallar'dan birinde nasipleri vardır ki; o da, haraç ve
cizye kısmıdır. Nitekim yakında gelecektir. şârih'in sözünden, bunların, neyi
bulurlarsa onu almaya hakları olduğu anlaşılıyor. Velev ki kendileri için
ayrılan kısımdan olmasın. Halbuki bu, ulemanınsözlerinden anlaşılana aykırıdır.
Aksi takdirde, Beytülmal'ı dört kısma ayırmanın faydası kalmaz. Evet aşağıda
gelecek ki, hükümet reisi, bu dört kısımın birinden diğerine sarf etmek için
ödünç alabilir. Sonra, aldığı ödüncü yerine iade eder. Bu, zaruret dolayısıyla,
başka kısımdan vermenin caiz olmasını iktiza eder. Bizim meselemizde ise,
hakkını elde etmesi mümkünse, hakkı olan kısımdan başka bir yerden bir şey
alamaz. Aksi takdirde - zamanımızda olduğu gibi - zaruretten dolayı caiz olur
Zira hakkı olan kısımdan başka bir yerden alması caiz olmazsa, zamanımızda hiç
kimsenin bir hakkı kalmaz. Çünkü Beytülmal'ın her kısmı, yalnız başına ayrılmış
değildir. Bilâkis şimdi bütün malı bir yere karıştırıyorlar. O kimse bulduğunu
alamazsa, eline hiç bir şey geçmesine imkân yoktur.
«Beytülmal'e
ayrılmış bir mala rastladığında, onu diyaneten almaya hakkı vardır.» Bu hususta
Vehbâniyye Şerhi'nde Kınye'den naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin
Beytülmal'da nasibi olur da; Beytülmal'a ayrılmış bir mala rastlarsa, diyaneten
onu almaya hakkı vardır. Hükümde, yani kazaen hükümdar verip vermemekte
muhayyerdir.»
Ben derim ki:
Yani bu malı, bulan şahsa vermek hususunda muhayyerdir. Ama o şahsı tanıması
şarttır. Tâ ki başka kısımdan onun hakkını versin. Zira, mutlak olarak
Beytülmal'dan onun hakkını vermemek hususunda muhayyer değildir. Nitekim bu
cihet meydandadır. Emanetçi meselesinde Vehbâniyye Şerhi'nde şöyle denilmiştir:
«Bezzâziye'de bildirildiğine göre, imam Hulvânî şöyle demiştir:
"Emanetçinin yanında bir emanet bulunur da, emaneti bırakan mirasçısı
olmayarak ölürse, emanetçi o emaneti bizim zamanımızda kendine harcayabilir.
Çünkü onu, Beytülmal'a verse zayi olur. Beytülmal'a bakanlar, oradaki malları
yerlerine sarf etmiyorlar. Şayet sadaka ehlinden ise, onu kendine harcar.
Değilse, zekât verilecek yerlere sarfeder."»
Haksız yere
alınan vergi hakkında, Şemsü'l-Eimme Serahsî şöyle demiştir: «Bir cemaattan,
haksız yere bir vergi istenirse; bazıları kendine düşeni verebilirler. Bunun
için, veren kimsenin hissesinin ötekilere yüklenmemiş olması şarttır. Aksi
takdirde evlâ olan, kendi hissesine düşeni vermemektir.» Bundan sonra Kınye
sahibi, şeyhi Bedî'den naklen şunu söylemiştir: «Bu sözde işkâl vardır. Çünkü o
kimsenin kendisine düşeni vermesi, zulmü hususunda zâlime yardımdır. Zira
zamanımızda alınan haksız vergilerin ekserisi zulüm yoluyla alınır. Bir kimse
kendinden zulmü defetmeye imkân bulursa, onun için bu daha hayırlıdır.» İbare
kısaltılarak alınmıştır. İbni Vehbân, Manzume'sinde bu yoldan yürümüştür. İbni
Şıhne ise buna cevap vererek, «O kimsenin kendinden isteneni vermesiyle, âciz
ve zayıf olanlara zulmün her nev'ini ihtiva eden işkâl defedilmiştir» demiştir.
Ben derim ki: Bu
cevap söz götürür. Zira alması haram olan şeyin, vermesi de haramdır. Nitekim
Eşbah'da beyan edilmiştir. Bundan, yalnız zaruret müstesnadır. Şayet zalim ne
suretle olursa olsun, o malı alacaksa, kendi payına düşeni vermekten âciz olan
kimse, verdiğinden dolayı günahkâr olmaz. Kadir olan kimse bunun gibi değildir.
O, alması haram olan şeyi vermekle, zulme kendi arzusuyla yardımcı olmuş olur.
METİN
Haksız alınan
vergiye kefil olmak caizdir, Bu verginin adaletle tevziine bakan bir kimse,
ücretle çalıştırılır. Velev ki almak bâtıl olsun. Bu mesele zulmün kökünü
kurutmak için bilinip de öğretilmeyen şeylerdendir. Haracı, sahibine terk etmek
caizdir. Öşürü terk etmek caiz değildir. Bunun tamamı, Beytülmallar'ı ve sarf
yerlerini beyan ederken, cihad bahsinde görülecektir.
İZAH
Hükümetin ihdas
ettiği vergi, ister ammenin müşterek malı olan nehir kiralamak ve mahalle
bekçisinin ücretini vermek gibi haklı olsun - ki buna kefîl olmak bilittifak
caizdir - ; ister zamanımızdaki vergiler gibi haksız olsun, fark etmez: Zira
alınmak hususunda, bu vergiler borç gibidir. Hattâ borçtan da kuvvetlidir.
îcarla işleyenden alınsa, o kimse bunu, yerin sahibinden isteyebilir. Fetva
bunun üzerinedir. Şemsü'l-Eimme, sahibinden isteyebilmesini, "kendi rızası
ile bunu ver diye emrederse" diye kayıtlamıştır. Zorla alındıysa,
sahibinden isteme emri muteber değildir. Bunu Şarih ve kefalet bahsinde Nehir
sahibi zikretmiştir. T.
Ben derim ki:
«Haksız vergiye kefil olmak sahihtir» sözünün mânâsı; kefil, o kimsenin emri
ile bu vergiden dolayı başkasına kefil olursa, zalimin aldığını ondan
isteyebilir, demektir. Yoksa, zalimin kefilden istemeye hakkı sabit olur,
mânâsına değildir. Binaenaleyh, «Zalimin yok edilmesi vâciptir. Ona kefil olmak
nasıl sahih olabilir?» şeklindeki itiraz varid değildir. Nitekim inşaallah,
yerinde tahkik edeceğiz.
«Bu mesele,
zulmün kökünü kurutmak için, bilinip de öğretilmeyen şeylerdendir.» Şârih'in
işaret ettiği şey, Musannıf'ın sözünde mevcut değildir. Onun aslı Kınye'dedir.
Orada şöyle denilmiştir: «Ebû Cafer-i Bel-hî'nin beyanına göre, sultanın
tebeası yararına kendilerine getirdiği zarar, boyunlarına borç ve haraç gibi
istihkak edilen bir hak olur. Ulemamız diyor ki: Hükümet reisinin, tebeasının
yararı için kendilerine getirdiği her zarar hakkında cevap budur. Hattâ yolları
hırsızlardan koruyan bekçi ücretleri; mahalle bekçileri vesaire için alınan
vergiler hep böyledir. Bu bilinir de, fitne korkusundan dolayı öğretilmez, şu
izaha göre, Hârzem'de ammeden alınıp, Ceyhun Nehri'nin yatağını veya
hayvanların toplanıp yattığı yeri düzeltmek gibi umumi işlere harcanan paraları
vermek, ödemesi vâcip olan bir borçtur. Buna karşı gelmek caiz değildir. Bu bir
zulüm de değildir. Lâkin bu cevap amel edilmek için; bir de, sultanla
memurlarına
dil uzatmamak
için bilinir. Yoksa teşhir etmek için değil. Zira hak edilen miktardan daha
fazlasını almaya kalkışırlar.»
Ben derim ki:
Bunu, «Beytülmal'da yetecek miktar bulunmazsa» diye kayıtlamak gerekir. Zira
cihad bahsinde görüleceği vecihle, ganimet bulunduğu zaman bahşiş vermek
mekruhtur.
«Haracı sahibine
terk etmek caizdir, ilh...» Cihad bahsinde şöyle denilecektir: «Sultan veya
nâibi, haracı yer sahibine terk eder veya bağışlarsa «aracılık yoluyla bile
olsa, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. O kimse zekât ehli ise, bunu almak
kendisine helâl olur. Zekâta ehil değilse, o malı tasadduk eder. Bununla fetva
verilir.» Hâvî'de, zekâta ehil olmayan kimseye haracın helâl olduğu, tercih
edilmişse de, bu kavil meşhurun hilâfınadır. Sultan veya nâibi, yer sahibine
öşürü terkederse, bilittifak caiz olmaz. Onu kendisi fukaraya verir. Sirâc.
«Sultanın
tasarrufu maslahata bağlıdır.» Kaidesinin ifade ettiği buna muhaliftir. Mezkûr
kaideyi Eşbâh sahibi Bezzâziye'ye nisbet ederek nakletmiştir. Âgâh ol!
Ben derim ki:
Eşbâh'ta Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: «Öşür borcu olan kimseye,
zengin olsun fakir olsun öşürü bırakmak caizdir. Lâkin bırakılan kimse fakir
ise, sultanın ödemesi gerekmez. Zengin ise, fukaraya öşrü, sultan, Beytülmal'ın
haraç kısmından alarak sadaka kısmına öder.» Yine derim ki: Eşbâh'ta zikredilenin
misli Zahîre'de, Şeyhülislam'dan naklen şu ibare ile beyan edilmiştir: «Zengin
ise, sultandan bir bahşiş olmak üzere alması caizdir. Sultan bunun mislini,
"Haraç Beytülmalı"dan "Sadaka Beytülmalı"na öder. Fakir
ise, aldığı sadaka olur ve caizdir...»
METİN
İbn-i şıhne, bunu
nazma çekerek şöyle demiştir: «Beytülmallar dörttür. Herbirinin sarf yerleri
vardır ki, bunları âlimler beyan etmiştir. Birincisi ganimetler, defineler,
rikâzlardır. Ondan sonra zekât verenler gelir. Üçüncüsü, öşürlerle haraç ve vatanından
hicret etmiş kimseler beytülmalıdır. Onun ardından da, zekât memurları kısmı
gelir. Dördüncüsü zâyi'ler kısmıdır. Meselâ mirasçısı olmayan kimseler
böyledir. ilk iki beytûlmalın sarf yeri, nâssan bildirilmiştir. Üçüncüsü,
gâzilerin aldığıdır. Dördüncüsünün sarf yeri, fayda hususunda bütün
müslümanlara müsâvi olan cihetlerdir.»
İZAH
İbni Şıhne
Abdülberr'in manzumesini şerheden zatın babası Muhammed'dir.
«Beytülmallar
dörttür.» Cizye bâbının sonunda Zeylâî'den naklen görüleceği vecihle, devlet reisinin
her nev'e mahsus beytülmal yapması icabeder. Kendisi bunların birinden ödünç
alıp diğerine sarf edebilir. Nafaka verdiği kimselere, ihtiyacına, fıkıh ve
fazîletine göre verir. Bunda kusur ederse, AIIah kendisini hesaba çeker.
Şurunbulâlî, Risâle'sinde şöyle demiştir: «Ulemanın beyan ettiklerine göre, her
nevi mal için hususi beytülmal yapmak ve bu malları birbirine karıştırmamak
vâciptir. Bir hazinenin malına ihtiyaç görülür de orada yetecek miktarda mal
bulunmazsa, başka malın hazinesinden ödünç alır. Sonra ödünç aldığı malı elde
ettiğinde, yerine iâde eder. Bundan yalnız zekâtlardan veya ganimetlerin
1/5'inden haraç ehline - ki bunlar fakirlerdir - verilen müstesnadır. Onlar,
fakirlikleri dolayısıyla sadakayı hakettikleri için, namlarına alınan ödünç
yerine iade edilmez. Müstehakına verilmek şartıyla, başkası da böyledir»
«Birincisi
ganimetlerdir ilh...» Yani dört nevi Beytülmal'ın birincisi, ganimeter'in
konulduğ, Beytülmal'dır. Buna, "1/5 Beytülmalı" denilir ki, ganimet,
maden ve rikâzın 1/5'i konulan kısım, demektir. Nitekim Tatarhâniyye'de beyan
edilmiştir.
«Üçüncüsü ilh...»
Burada Bedâyi sahibi şöyle demiştir: «Üçüncüsü, arazinin haracı, şahıs cizyesi,
Beni Necrân kabilesi ile yapılan anlaşma mucibince alınan giyim eşyası, Benî
Tağlib kabilesinden alınan iki kat zekât ve öşür memurunun zımmî tüccarlarla,
dar-ı harbin pasaportlu tacirlerinden aldıkları malların konulduğu kısımdır»
şurunbulâlî, Risale'sinde Zeylâî'den naklen şunları da ziyadeetmiştir:
«Harbînin hediyesi, onlardan harpsiz olarak alınan mallar ve İslâm askeri
onların sahasına girmeden harbetmemek için yaptıkları anlaşma bedeli verdikleri
mallar da bu kısma konulur. Vatanından hicret etmiş kimselerden murad,
zımmîlerdir. Çünkü Hz. Ömer (r.a.), onları Arabistan'dan sürmüştü.»
Zâyı'lardan
murad, bulunan mallardır. «Meselâ mirasçısı olmayan kimseler böyledir.» Yani
hiç mirasçısı olmayan, yahut karı kocadan biri gibi, kendisine feraizce ret
caiz olmayan mirasçısı bulunan kimsenin terekesi böyledir.
«İlk iki
Beytülmal'ın sarf yeri nâssan bildirilmiştir.» Yani 1/5'lerle, zekatların sarf
edileceği yerler, ayetlerle bildirilmiştir. 1/5'in sarf edileceği yer hakkında,
«Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığımız mallar ilh...» buyrulmuştur Bunun
izahı, inşallah cihad bahsinde gelecektir. Zekâtlar hakkında da, «Sadakalar
ancak fakirlerin hakkıdır ilh...» buyurulmuştur ki, izahı yakında gelecektir.
«Üçüncüsü,
gazilerin aldığıdır.» Hidaye ve umumiyetle muteber kitaplarda, bu kısım
hakkında şöyle denilmektedir: «Bu kısım, hudutlara tahkim köprüler yapmak,
ulema, hakimler, memurlar ve gazilerle, bunların çocuklarının yetecek kadar
nafakalarını vermek gibi, müslümanların yararına sarfedilir.» Bunlar, cihad
bahsinde görülecektir.
«Dördüncüsünün
sarf yeri ilh...» ifadesi, İbni Ziyâ'nın Gazneviyye şerhi'nde, Pezdevî'den
naklettiği ibareye uygundur. Orada, «Bu kısım, hastalara, kötürümlere, bulma
çocuklara, köprülere, kışlalara, hudut ve mescidlerle benzerlerine bakanlara
sarfedilir» denilmiştir. Lâkin bu ifade, Hidâye ile Zeylâî'nin ibarelerine
muhaliftir. Bunu şurunbulâlî söylemiştir. Yani Hidâye ile bilumum kitaplarda
bildirilen, müslümanların yararına üçüncü kısım Beytülmal'dan sarfedilmesidir.
Dördüncüye
gelince: Onun meşhur olan sarf yeri, bulunan fakir çocukla, velileri olmayan
fakirlerdir. Bu kısımdan, böylelerin nafakaları ilaçları, kefenleri ve
cinayetlerinin diyetleri verilir. Nitekim Zeylâî ve diğer kitaplarda beyan
edilmiştir. Hâsılı bu kısmın sarfedileceği yer, âciz fakirlerdir. Manzumeyi
yazan zat, dördüncüyü üçüncünün yerinde zikrederek, sonra, «Üçüncüsü acizlerin
aldıklarıdır. Dördüncüye gelince; onun sarfedileceği yer ilh...» dese, bilumum
kitapların ibaresine uymuş olurdu.
METİN
Masriften murad,
zekât ile öşrün verileceği yerlerdir. Madenin, 1/5'ne gelince, onun verileceği
yer, ganimetler gibidir.
Zekâtın
sarfedileceği yer: Birîncisi fakirdir. Fakir, az bir şeyi olan kimsedir. Bundan
murad, nisap miktarına mâlik olmaması, yahut üremeyen nisap miktarına mâlik
olup, ihtiyacının malını kaplamasıdır. ikincisi miskindir. Miskin, mezhebe göre
hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Zira Teâlâ hazretleri, «Yahut toprağa bürünmüş
miskine verilir.» buyurmuştur. Sefine ayeti acımak içindir.
İZAH
Şârih, «Masriften
murad, zekât ile öşrün verileceği yerlerdir» diyerek, buradaki münasebetin
vechine işaret etmiştir. Öşürden maksat, yukarıda geçtiği gibi, öşre nisbet
edilen şeydir. Binaenaleyh müslümanın yerinden alınan onda bire, onun yarısına
ve öşür memuruna arz ettiği zaman alınan dörtte bire şâmildir. Bunu Halebî söylemiştir.
Aynı yer sadakayı fıtr, keffaret, nezir ve diğer vâcip sadakaların da sarf
yeridir. Nitekim Kuhistânî'de bildirilmiştir.
«Madenin 1/5'ne
gelince, ilh...» sözü, sadece zekâtla öşre münhasır bırakmasının vechini ve
madeni onlarla beraber zikretmenin münasip olmadığını izahtır. Velev ki inaye
ve Mi'râc'da onlarla beraber zikredilmiş olsun.
Musannıf'ın
evvela fakiri zikretmesi, ayete uymuş olmak içindir. Bir de, fakirlik bütün
sınıflarda şarttır. Bundan yalnız memur, mükâteb ve yolcu mûstesnadır. T.
"Bir şey"den murad, üreyen nisaptır. "Az bir şey" nisabı
doldurmayan maldır. En iyisi, "fakir, üreyen nisaba mâlik
olmayandır," demektir. Tâ ki, Şârih'in söylediği de tarifte dahil olsun.
Burada şöyle denilebilir: «Maksat, fakirle miskinin arasını ayırmaktır. Bu,
ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyenlere ret cevabıdır. Yoksa maksat, fakir ve
miskin ile zenginin arasını ayırmak değildir, Çünkü ikisinde de zenginlik
tahakkuk etmediği malûmdur. Yani ikisinde de üreyen nisap yoktur. Binaenaleyh
Musannıf, miskinin hiçbir şeye mâlik olmadığını; fakirinse, az da olsa bir şeye
mâlik olduğunu söylemiştir. Az bir şey demekle yetinmesi, ayırmak en azından
bununla olacağı içindir. Hâsılı buradaki "fakir" sözünden murad,
miskine mukabil olan fakirdir; zengine mukabil olan fakir değildir.»
«İhtiyacının,
malı kaplamasıdır» Meselâ oturmak için evi, hizmet için kölesi, giymek için
elbisesi, sanatı için aleti ve gerek okumak gerekse okutmak ve tashih etmek
için muhtaç olduğu kitapları bulunması bu kabildendir. Nitekim zekâtın başında
geçmişti.
Hâsılı nisap iki
kısımdır. Birincisi, zekâtı icabeder. Bu, borçtan hâli olan üreyici nisaptır.
İkincisi, zekâtı icabetmez. Bu ötekinin gayrıdır. Eğer sahibinin ihtiyacı bu
nisabı kaplarsa, zekât alması mübahtır. Aksi takdirde, zekât alması haram;
sadakayı fıtr, kurban kesmek, yakın akrabanın nafakasını vermek gibi şeyler
kendisine vâciptir. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda bildirilmiştir.
«Miskin, hiçbir
şeyi olmayan kimsedir.» Ve yiyeceğini, giyeceğini dilenmeye muhtaçtır.
Böylesine, dilenmek mübahtır. Fakirin dilenmesi mübah değildir. Fakir olunca;
kendisine dilenmek helâl olmayan kimseye dahi zekât vermek caizdir. Fetih.
Mezhebe göre, miskinin hali fakirden daha kötüdür. Bunun aksini söyleyenler
varsa da, birinci kavil daha doğrudur. Bahır. Umumiyetle Selef'inkavli budur,
Musannıf, miskini fakir üzerine atfetmekle, bunların iki ayrı sınıf olduğunu
anlatmıştır ki, İmam-ı Âzam'ın kavli de budur. İmam Ebû Yusuf'a göre ikisi bir
sınıftır. Bu hilâfın eseri şurada kendini gösterir: Bir kimse malının üçte
birini, Zeyd ile fakir ve miskinlere vasiyet etse; yahut bu şekilde vakıf
yapsa, İmam-ı Âzam'a göre Zeyde üçte bir, fakirlerle miskinlere de üçte birer
verilir. Ebû Yusuf'a göre yarısı Zeyde; yarısı fakirlerle miskinlere verilir
Meselenin tamamı Nehir'dedir.
«Sefine ayeti
acımak içindir» sözü, itirazcının istidlal ettiği delile cevaptır. Onun
istidlâli şudur: «Fakirin hali miskinden daha kötüdür. Çünkü Cenabı Hak,
miskinlerin gemisi olduğunu isbat etmiştir.» Cevap: Gemi sahiplerine miskin denilmesi,
onlara acındığı içindir. Şöyle de cevap verilmiştir: «Gemi o miskinlerin
değildi. Onlar gemide tayfa idiler; yahut gemi ellerinde emanet idi. Fetih.»
METİN
Üçüncüsü zekât
memurudur. Bu, zekât toplayan sâî ile, öşür memuruna şâmildir. Zekât memuru
Hâşimi olmamak şartıyla, zengin bile olsa kendisine zekât verilir. Çünkü
kendisini bu işe vermiştir. Binaenaleyh yetecek kadar nafakaya muhtaçtır.
Zengin kimse, yolcu gibi muhtaç kalırsa, zekât almaktan men edilmez, Bunu,
Bedâyi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bu ta'lil ile, Vâkıat'a nisbet
edilen kavil kuvvet bulur. Vâkıat'ta, «Okuyan talebeye, kendini ilim öğrenmeye
ve öğretmeye vermek şartı ile, zengin de olsa zekât almak caizdir. Çünkü
kazanmaktan âcizdir. Halbuki zaruri şeyleri olmaya ihtiyaç vardır» denilmiştir.
Bunu, Musannıf da zikretmiştir.
İZAH
Sâî, hayvanların
zekâtını toplamak için kabileler arasında dolaşan kimsedir; Öşür memuru ise,
hükümet tarafından yol üzerine tayin edilen, geçenlerden öşür ve benzeri
şeyleri alan memurdur.
«Çünkü kendisini
bu işe vermiştir.» Binaenaleyh çalıştığı iş karşılığı bunu hak eder. Görmez
misin ki, mal sahipleri zekâtlarını hükümete kendileri götürse, zekât memuru
maaş almayı hak edemez. Topladığı zekât helâk olsa, kendisi bir şey alamaz.
Nasıl ki, mudarebeci de ortak mal helâk olduğu zaman bir şey alamaz. Ancak
meselemizde sadaka şüphesi vardır. Buna delil, mal sahiplerinden zekâtın sâkıt
olmasıdır.
Hâşimî olan zekât
memuruna, zekâttan maaş almak helâl değildir. Bu, Peygamber (s.a.v.)'in
akrabasını, kir şüphesinden tenzîh içindir. Sırasında, zekât zengine de helâl
olur. Çünkü hürmet ve kerameti hak etmek hususunda, zengin kimse Hâşimî'ye denk
olamaz. Onun hakkında şüphe muteber değildir. Zeylâî.
Şu da var ki;
Hâşimî olan zekât memurunun zekât almaktan men edilmesi, sünnette açık açık
sabittir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de izah olunmuştur. Nehir sahibi diyor ki:
«Nihâye'de bildirildiğine göre, Hâşimî bir kimse zekât memuru tayin edilerek,
kendisine zekâttan maaş verilse, alması doğru değildir. Ama çalışır da zekâttan
başka bir maldan maaş verilirse, almasında beis yoktur. Bahır'da, "Bu söz
Hâşimî'nin memur tayin edilmesinin sahih olduğunu; zekât almasının da, haram
değil mekruh olduğunu gösterir." denilmiştir. Buradaki kerahetten murad,
keraheti tahrimiyedir. Çünkü ulema "helâl değildir" tabirini
kullanmışlardır. Lâkin yukarıda geçen "Sâînin, Hâşimî olmaması
şarttır" sözü buna aykırıdır. Asıl itimat edilecek söz budur.» Nehir
sahibinin sözü burada sona erer.
Ben derim ki:
Bahır sahibinin "bu söz" diye işaret ettiği şey, zâhire göre burada
zikredilen «tayini sahih olmasını» ifadesine aittir. izahı şudur:. Fukahanın
burada söyledikleri açık açık gösterir ki; Hâşimi zekât memuru, topladığı
sadakadan maaş alamaz. Başkasından alamayacağına dair söz yoktur. Şu halde başka
maldan maaş alırsa, zekat memuru tayin edilmesinin sahih olmayacağına delil
yoktur. Yukarıda arzetmiştik ki, «zekât memurunun Hâşimî olmaması şarttır.»
sözünü, Bahır sahibi Gaye'den nakletmiştir. Başkasının bunu söylediğini
görmedim. Şu da var ki; Gâye'de bunun ta'Iil yapılarak, «Çünkü bunda zekât
şüphesi vardır» denilmiştir. Nitekim fukaha burada da aynı ta'Iili
yapmışlardır. Bundan anlaşılır ki; Hâşimî olmamak, zekâttan maaş almanın helâl
olması için şarttır. Yoksa, memur tayin edilmesinin sahih olması için şart
değildir. Binaenaleyh buradakine aykırı değildir. Nitekim arzetmiştik. Allah'u
âlem!
«Binaenaleyh
yetecek kadar nafakaya muhtaçtır» Lâkin ileride görüleceği vecihle, zekâttan
aldığı maaş, topladığı sadakanın yarısını geçmemelidir. Topladığı sadakanın
hepsi helâk olursa. Zekâttan hiçbir istihkakı kalmaz. Çünkü onun hak ettiği
miktar, yukarıda görüldüğü vecihle, bir cihetten çalıştığının ücretidir,
Mi'râc'da, «Çünkü onun çalışma karşılığı ücret mânâsınadır. Bir de bu, yaptığı
işin mahalline taalluk eder. Mal helak olunca, şirket ortağı gibi bununda hakkı
sâkıt olur» denilmiştir.
Ben derim ki:
«Çünkü kendisini bu işe vermiştir» sözü üzerine yapılan tefrîin mânâsı budur.
Çünkü aldığının her vecihle sadaka değil; çalışması mukabili olduğunu gösterir.
Binaenaleyh yukarıda geçen, «iki benzeri vardır» sözüne aykırı değildir.
Vâkıat'a nisbet
edilen söz hakkında Musannıf, «Ben bunun, güvenilir bir zatın yazısı ile,
Vâkıat'a nisbet edildiğini gördüm» demiştir.
Ben derîm ki: Onu
ben de Câmiu'l-Fetevâ'da gördüm. İbaresi şudur: «Mebsût'ta beyan edildiğine
göre, nisaba mâlik olan kimseye zekât vermek caiz değildir. Ancak ilim
öğrenene, gaziye ve hac kafilesinden ayrılmış olan kimseye verilebilir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.),' "İlim öğrenene zekât vermek caizdir. Velev ki kırk
yıllık nafakası olsun!" buyurmuştur.» İlimden murad, şer'î ilimdir.
«Kendini ilim
öğrenmeye ve öğretmeye vermek şartı ile» sözünden murad, bundan başkası ile
ilişkisi olmamaktır. Malum tembelliklerle dalgınlığı giderip, neşatı celbedecek
şeyler, kendini ilime vermeye aykırı değildir. Bilâkis bunlar ilim tahsilinin
vasıtalarındandır.
«Zaruri şeyleri
almaya ihtiyaç vardır.» Yani insan öyle şeylere muhtaç olur ki, onlar sız
yapamaz. Bu taktirde, kendisi kazanmadığı halde, zekât alması da caiz olmazsa,
elindekini harcar; muhtaç kalır. Ve okumaktan, okutmaktan kesilir. Böylece,
dini üzerine alan kalmayınca, din zayıflar. Bu fer'î mesele, fukahanın, «Zekât
zengine haramdır» sözlerine aykırıdır. Ve buna kimse itimat etmemiştir. T.
Ben derim ki: Evet
öyledir. En iyisi zekât almayı fakirlikle kayıtlamaktır. ilim öğrenen talebeye,
zekât vesaire mallardan istemek için ruhsat verilmiştir. Velev ki kazanmaya
kudreti olsun. Çünkü ilim talebesi olmazsa, istemesi helâl olmaz. Nitekim
gelecektir. şafiîler'le Hanbelîler'in mezheplerine göre, kazanmaya muktedir
olmak, fakirliğe mânidir. Binaenaleyh talebenin - istemek şöyle dursun -
verileni alması bile helâl değildir. Meğer ki şer'î ilimle meşgul ola.
METİN
Memura zekât,
ameline göre verilir ki, bu da kendisine ve yardımcılarına orta derecede
yetecek maaştır. Lâkin topladığının yarısından fazlası verilmez. Dördüncüsü,
Hâşimî olmayan mükâteptir. -Şayet âciz kalırsa, sahibine helâl olur. Velev ki,
sahibi zengin olsun. Bu, zengin olan fakire ve memleketine varan yolcuya
benzer.
İZAH
«Bu da kendisine
ve yardımcılarına yetecek maaştır» sözü, «ameline göre verilir» ifadesinin
açıklamasıdır. Yukarıda beyan ettik ki; topladığı mal helâk olmazsa, memura
zekâttan maaş verilir. Mal helâk olursa, çalıştığının karşılığı ücret bâtıl
olur. Ve kendisine Beytülmal'dan bir şey verilmez. Bahır'da da böyle
denilmiştir. Bezzâziye'de, «Zekât memuru ücretini vâcip olmazdan önce veya
hakim maaşını müddet dolmazdan önce alırsa caizdir. Ama efdal olan acele
etmemektir. Zira ihtimal ki, o müddete kadar yaşamaz» denilmiştir. Nehir sahibi
diyor ki: «Ücretini avans olarak aldığı halde, mal elindeyken helâk olsa, ne
hüküm verileceğinî görmedim. Zâhire bakılırsa, verilen maaş geri alınmaz.»
Maaş orta
dereceden verilir. Memurun yiyecek ve içecekte kendi arzusuna tabi olması
haramdır. Çünkü bu, sırf israftır. Devlet reisinin, zekât toplamak için orta
maaşa razı olacak kimseyi göndermesi gerekir. Bahır.
«Lâkin
topladığının yarısından fazlası verilmez.» Yani memurun yeteri derecedeki
maaşı, topladığı bütün zekâtı kaplarsa, yarıdan fazlası verilmez. Zira
yarılamak, insafın ta kendisidir. Bahır.
«Dördüncü
mükâteptir.» Ekseri ulemanın kavillerine göre Teâlâ Haz retlerinin, «Baş çözmek
için verilir.» ayeti kerimesinin mânâsı budur. Bu kavil, Hasan-ı Basrî'den de
rivayet olunmuştur. Musannıf mükâtebi mutlak olarak söylemiştir. Binaenaleyh
zengin olan mükâtebe de şâmildir. Haddâdî, mükâtebi «Büyük mükâtep» diye
kayıtlamıştır. Ona göre, küçük mükâtebe zekât vermek caiz değildir. Ama
iddiası, söz götürür. Çünkü fukaha, «Mükâtep, kendisine verilene mâlik olur»
diye açıklamışlardır. Mutlak olan bu söz, küçük mükâtebe de şâmildir. Nehir.
Ben derim ki:
Şöyle cevap verilebilir. Haddâdî'nin küçük mükâtepten muradı ,akıl etmeyen
çocuktur. Çünkü böyle sinin, müstakilen mükâtep yapılması caiz değildir. Yahut
küçük çocuğun teslim alması caiz olmadığından, ona verilmesini sahih
bulmamıştır.
Nehir sahibi
diyor ki: «Acaba mükâtebin kendisine verileni, bu vecihden başkasına sarf
etmesi caiz midir? Bunu ulemamızın kavillerinde görmedim.» Burada asıl çekimser
kalan, Bahır sahibidir. Bahır sahibi, Şâfiîlerden Tîbî'den şu mânâda sözler
nakletmiştir: «Mükâtep ve ondan sonra gelenler, kendilerine verilen malı niçin
aldılarsa, (onun için harcarlar); başka cihete sarf edemezler. Çünkü o mala
mâlik değildirler.» Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Mükâtebe zekât verilmesinin
caiz olması, temlik olduğundandır. Bu gösteriyor ki, milk mükâtebin olur. Dört
sınıfın geri kalanı ise, verilene evleviyetle mâlik olurlar. Lâkin acaba bunlar
bu izaha göre, başka cihete sarf edebilirler mi, edemezler mi meselesi kalır.»
Hayreddin Remlî, «Fâkihin görüşü, caiz olmasını iktiza eder» demiştir.
Ben derim ki:
Allâme Makdisî, Nazmü'l-Kenz Şerhi'nde kesinlikle buna kail olmuştur.
FER'İ MESELE:
Zeylâî, mükâtep bahsinde, «Bir kimse babasını veya oğlunu satın alır da mükâtep
yaparsa» dediği yerde şunu söylemiştir: «Mükâtebin kazancı vardır. Ama hakiki
milki yoktur. Çünkü buna mâni vardır. O da köleliktir. Onun için karısını satın
alırsa, nikâhı fâsit olmaz. Ona zekât vermek dahi caiz olur. Velev ki define
bulmuş olsun.» Allâme İbni Şilbî'nin Kenz Şerhi'nde böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Bu,
ona zekât vermenin caiz olması hususunda açıktır. Velev ki, kitabet bedelinden
fazla olarak, nisaba mâlik bulunsun. İleride Kuhistanî'den naklen bu mânâda
sözler söyleyeceğiz.
Mükatep
Hâşimî'nin olmayacaktır. Çünkü âzâd olan Hâşimî kölesi her vecihle hür olduğu
halde, ona sadaka vermek caiz olmazsa, onun rakabesi memlûk kalan (şahsı henüz
sahibine ait sayılan) mükâtebine verilmesi caiz olmamak, evleviyette kalır.
Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Ulemanın beyanına göre, Hâşimî
olan mükâtebe zekât verilmez. Çünkü milk, bir cihetten sahibinin olur. Onlar
hakkında şüphe hakikata mülhaktır.» Yani mükâtep, muamele görmek cihetinden
hürdür. Hattâ kendisine verilene mâlik olur. Lâkin şahsı itibariyle başkasının
milkidir. Burada milkin, Hâşimî olan sahibine ait olması şüphesi vardır. Hürmet
ve kerametinden dolayı, Hâşimî hakkındaki şüphe muteberdir. Zengin bunun hilâfınadır.
Nitekim zekât memuru meselesinde geçti. Onun için Bahır sahibi, «onlar
hakkında» diye kayıtlamıştır. Onlardan murad, Benî Hâşim'dir. Fakat biliyorsun
ki; zikredilen bu ta'lil, Bahr'ın ifadesinde, Hâşimî'nin mükâtebine zekât
vermenin caiz olmaması hakkındadır. Evvelâ hükmünde çekimser kaldığı meseledeki
mükâtebin tasarrufunu menetmek için değildir. Hattâ mezkûr ta'lil, bunu asla
ifade etmez.
«Şayet âciz
kalırsa, sahibine helâl olur.» Çünkü mükâtep mâlik olduktan sonra, o mal yeni
bir milk ile sahibine intikal etmiştir. Zira mükâtep, muamele hususunda hürdür.
Milkin değişmesi ayn'ın değişmesi gibidir. Sahih bir hadiste, "O,
Meymûne'ye sadaka, bize hediyedir" buyrulmuştur.
«Zengin olan
fakir» den murad, fakir iken aldığı maldan elinde bir şey kalıp da zengin olan
kimsedir. Çünkü o kimsenin zekâta ehil olması için zekâtın verildiği vakit
muteberdir. Yolcu hakkında da böyle denilir.
METİN
Musannıf,
Müellefe-i Kulûb'dan söz etmemiştir. Çünkü bunlar sakıt olmuşlardır. Sâkıt
olmaları; ya illet ortadan kalktığı için, yahut Peygamber (s.a.v.)'in Muaz'a
emrinin sonunda, «Zekâtı, zenginlerinden al; fakirlerine ver!» buyurması ile
neshe dildiği içindir.
İZAH
Müellefe-i Kulûb,
üç kısım idiler. Bir kısmı kâfir idi. Peygamber (s.a.v), kalplerini İslâm'a
yatıştırmak için onlara zekât verirdi. İkinci kısma, şerlerinden kurtulmak için
verirdi. Üçüncü kısım, müslüman olmuşlardı. Ama Müslümanlıkları zayıf idi.
Bunları, "sabit müslüman" olsunlar diye yatıştırırdı. Bu hüküm,
nassla sabit olmuş bir hüküm idi. Binaenaleyh, «Zekâtı kâfirlere vermek nasıl
caiz olur?» sualine, "Bu, o zaman fakirlerinin cihadından ma'dud
idi." Yahut, «Bu, cihaddandır. Çünkü cihad bazen süngu ile; bazen de
ihsanla olur» diye cevap vermeye hacet yoktur. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
Müelefe-i Kulûb,Hz.
Ebubekir zamanında, Ömer (r.a.)'ın menetmesîyle zekâttan düşürülmüşlerdir.
Sahabe bunun üzerine icma etmişlerdir. Evet, senetsiz icma yoktur, diyen kavle
göre bunların sukût ettiğini bildiren bir delil olup Rasulullah (s.a.v.)'in
vefatından önce bu hükmü neshettiğini; yahut hükmü, Rasulullah (s.a.v.)'in
hayatı ile kayıtladığını veya illetin sona ermesiyle sona eren bir hüküm
olduğunu bilmek icabeder. Rasulullah'ın vefatından sonra, bunun sona erdiğine
ittifak edilmiştir. Meselenin' tamamı Fetih'tedir. Lâkin yerinde beyan edildiği
vecihle, icma'ın delilini bizim bilmemiz vâcîp değildir.
«Sâkıt olmaları
ya illet ortadan kalktığı içindir.» İllet, dini kuvvetlendirip aziz kılmaktır.
İlletin ortadan kalkması; illetin illeti sona erdiği için, hükmün sona ermesi
kabilindendir. Onlara zekât vermek, bu illet dolayısıyla idi. Zira dini aziz
kılmak için veriliyordu. Sonra Allah İslâm'ı aziz kıtmış; müslümanları
müellefe-i kulûba muhtaç olmaktan müstağni bırakmıştır. Bahır. Meselenin tamamı
Fetih'tedir.
şârih'in
naklettiği Muâz (r.a.) hadisi, nesh hususunda icma'ın istinâtgâhıdır. Peygamber
(s.a.v.)'den işittikleri bu hadisle sabit olmuştur. Binaenaleyh onlara nisbetle
kat'îdir. Ve kitabı neshedebilir. Bahır sahibi ise, icma'ın İstinâtgâhının Hz.
Ömer (r.a.)'ın zikrettiği ayet olduğunu söylemiştir. Onun, icma'ı neshedici
kabul etmemesi, sahihin hilâfına olduğu içindir. Çünkü nesh, ancak Peygamber
(s.a.v.)'in hayatında olur. İcma ise, ancak onun hayatından sonra mün'akit
olur. Nitekim Musannıf bunu Minâh'ta izah etmiştir. Muaz (r.a.) hadisinin
metni, Fethu'l-Kadîr'de, Kütübûsitte'den rivâyeten şöyledir: "Sen, Ehl-i
Kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim Rasulullah olduğuma şehadete davet et! Eğer bu hususta sana itaat ederlerse,
kendilerine bildir ki, Allah onlara her gün ve gecede beş vakit namaz farz
kılmıştır. Bu hususta da sana itaat ederlerse, onlara bildir ki, Allah
kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Bu, onların zenginlerinden alınacak,
fakirlerine verilecektir... ilh."
Şârih'in, Hidâye
sahibine uyarak zikrettiği lâfza gelince: Nuh Efendi Hâşiye'sinde, Hâfız İbn-i
Hacer'den naklen, bunu müsnet hadislerin hiçbirinde görmediği bildirilmiştir.
Hadisdeki, «Fakirlerine ver!» ifadesinde, zamir müslümanlara racî'dir. Binaenaleyh,
kâfir olan müellefe-i kulûba veya fakire zekât verilemez. Müellefe-i kulûbun
müslüman fakirlerine, fakirlik vasfından dolayı zekât verilir. Müellefeden
olmalarına bakarak verilmez. Şu halde, nesih ya umumidir, yahut hususicihete
aittir.
METİN
Beşincisi,
borcundan fazla olarak nisap miktarı malı olmayan borçludur Zahîriyye'de,
«Borçluya zekât vermek, fakire vermekten evlâdır» denilmiştir.
Altıncısı,
fisebilillâhtır. Bundan murad, ordudan geri kalan gâzîdir. Bazıları, kafileden
geri kalan hacı; bazıları da, ilim talebesi olduğunu söylemişlerdir. Bedâyi
sahibi bunu «bütün kurbetler» diye tefsir etmiştir. İhtilâfın semeresi, evkaf
gibi yerlerde kendini gösterir.
Yedincisi,
yolcudur. Bundan murad, parası olup da, yanında bulunmayan kimsedir.
İZAH
Sadaka âyetindeki
«gârim» den murad, borçludur. Fethu'l-Kadîr'de. alacaklıya da "garim"
denilebileceği zikredilmiştir. İbaresi şöyledir: «Gârim borçlu kimsedir. Yahut
başkasında alacağı olup da alamayan ve nisaba mâlik olmayan kimsedir.» Ama bu ibare
söz götürür. Çünkü Kutbî, «Gârim, borcu olup da ödeyecek şey bulamayan
kimsedir» demiştir. Gerçi Sıhah'ta «Gârim, bazan alacaklıya da denilir»
denilmişse de, sözümüz bunda değildir. Bizim sözümüz, "garîm" de
değil; ondan daha hususi mânâ ifade eden "gârim» kelimesindedir.
Fethu'l-Kadîr'de
yapılan ziyadeye gelince: O kimseye zekât vermenin caiz olması; yolcu gibi
elinde bir şey bulunmadığından fakir sayıldığı içindir. Nitekim Muhit sahibi
böyle ta'lil yapmıştır. Yoksa gârim olduğu için yapmamıştır.
Zeylâî'nin, «Gârim,
borçlu olup, borcundan fazla nisaba mâlik olmayan kimsedir. Yahut başkasında
alacağı olup, alamayan kimsedir» demesine gelince: Bu sözde, alacaklıya
"gârim" denilmiş değildir. Nitekim meydandadır.
«Nisap miktarı
malı olmayan» diye kayıtlaması, bütün sınıflarda fakirlik şart olduğu içindir.
Bundan yalnız, zekât memuru ile, memleketinde parası olan yolcu müstesnadır.
Tahtâvî'nin Hamevi'den naklettiğine göre, Hâşimî olmaması da şarttır.
«Borçluya zekât
vermek, borçlu olmayan fakire vermekten evlâdır.»
Çünkü borçlunun
ihtiyacı daha fazladır. Ordudan geri kalan gâzi, ya nafakası yahut hayvanı
helâk olmakla veya daha başka bir sebeple fakir sayılır. Böyleleri, para
kazanmaya muktedir olsalar da, sadaka almaları helâldir. Çünkü para kazanmaya
kalkışırlarsa, cihaddan geri kalırlar. Kuhistânî.
Hac kafilesinden
geri kalan hacıya zekât almanın helâl olması, İmam Muhammed'in kavlidir.
"Fîsebilillâh"ı "ordudan geri kalan" diye tefsir eden
kavil, Ebû Yusuf'undur, Musannıf Kenz'e uyarak bu kavli tercih etmiştir.
Nehir sahibi
diyor ki: «Gâyetü'l-Beyan'da, bu kavlin daha zâhir olduğu bildirilmiştir.»
İsbicâbî'de ise, «Sahih olan bu kavildir denilmiştir.» «Bazıları da, ilim
talebesi olduğunu söylemişlerdir.» Zahîriyye ile Hidâye'de böyle denilmiştir.
Ama Sürûcî bunu uzak görmüş, «Âyet indiği vakit, ortada kendilerine
"talebe" denilecek kimseler yoktu» demiştir.
Şürunbulâliyye'de
ise, «Onun bu mânâyı ihtimalden uzak görmesi, ihtimalden uzaktır. Çünkü
ilimtalebi, ahkâm çıkarmaktan başka bir şey değildir. Hangi araştırıcı
Peygamber (s.a.v.)'den hüküm olmak için Ashâb-ı Suffe gibi onun meclisine devam
eden kimse rütbesine ulaşabilir! Binaenaleyh "ilim talebesi" diye
yapılan tefsir güzeldir. Bâhusus Bedâyi'de, «Fîsebîlillâh, bütün kurbetlerdir»
denilmiştir. Binaenaleyh, Allah'a taat ve hayır yolunda muhtaç kalan herkes
bunda dahildir.»
Şârih, «İhtilâfın
semeresi» demekle, bu ihtilâfın hükümde değil, sadece âyetten muradın ne
olduğunu tefsirde olduğuna işaret etmiştir. Onun için Nehir'de şöyle
denilmiştir: «ihtilâf lafzîdir. Çünkü ulema, zekât memurundan maada bütün
sınıflara fakirlik şartı ile zekât verileceğine ittifak etmişlerdir. Ondan
sonra hac kafilesinden geri kalan hacı gelir.» Yani ona da ittifaken zekât
verilir. Bundan dolayıdır ki, Sirâc ve diğer kitaplarda, «Hilâfın faydası,
vasiyette kendini gösterir.» denilmiştir. Yani vasiyette evkaf ve adaklarda
kendini gösterir, demek istemiştir. Bahır'da, Nihaye'den naklen şöyle
denilîyor: «Ordudan veya hac kafilesinden geri kalan kimsenin, vatanında malı
yoksa, o kimse fakirdir. Varsa o kimse yolcudur...» Şu halde, "Zekât
verilecek kısımlar nasıl yedi oluyor?" dersen, ben de derim ki: O kimse
fakirdir. Şu kadar var ki; kendini sırf Allah'ın ibadetine vermekle, bu
fakirliği arttırmıştır. Binaenaleyh bu kayıttan hâli olan mutlak fakire
aykırıdır.
«Bundan murad,
parası olup da, yanında bulunmayan kimsedir.» Kendisi ister vatanından başka
yerde bulunsun; ister vatanında olup almaya imkân bulamadığı alacakları olsun,
fark etmez. Nitekim Nikâye'den naklen Nehir'de böyle denilmiştir. Lâkin Zeylâî
ikinciyi birinciye katmış ve şöyle demiştir: «Malından uzakta bulunan herkes
buna ilhak edilir. Velev ki memleketinde malı olsun. Zira muteber olan
hacettir. O da mevcuttur. Çünkü o kimse, elinde bir şey bulunmadığına bakarak
fakirdir. Velev ki zâhiren zengin olsun.» Dürer ve Fetih sahipleri de Zeylâî'ye
tâbi olmuşlardır. Şârih'in sözünden dahi bu anlaşılmaktadır.
Fetih'te şu
cümleler de vardır: «Yolcuya, hacetinden fazlasını almak helâl değildir. Evlâ
olan, imkân bulursa ödünç almaktır. Ama bu, kendisine farz değildir. Çünkü
ödemekten âciz kalması caizdir. Eline mal geçtiği zaman, aldığı zekâttan
artanını tasadduk etmesi lâzım gelmez. Nitekim fakir zengin olduğu zaman ve
mükâtep ödemekten âciz kaldığında hüküm budur. Yani ellerinde zekât malından
bir şey kalmışsa, tasadduk etmeleri lâzım gelmez.»
Ben derim ki: Bu,
fakirin hilâfınadır. Çünkü fakirin, hacetinden fazlasını alması helâldir.
Bununla o, yolcudan ayrılır. Nitekim bunu Zahîre sahibi beyan etmiştir.
METİN
Alacağı, vadeli
veya gaip birinde; yahut fakirde veya inkâr edende olan kimse de yolcu sayılır.
Esah kavle göre, velev ki beyyinesi bulunsun.
Zekât veren
kimse, bu sınıfların hepsine veya bazısına - velev herhangi sınıftan bir kişiye
olsun - verebilir. Çünkü cins bildiren "eliflâm", topluluğu iptâl
eder. Şâfiî, her sınıftan üç kişiye verilmesini şart koşmuştur. Yukarıda
geçtiği vecihle zekâtı vermek, mübah kılmakla değil, temlik yolu ile olmak
şarttır.
İZAH
Alacağı vadeli
olursa, nafakaya muhtaç kaldığı takdirde vadesi gelinceye kadar kendisine
yetecek miktarda zekât olması caizdir. Bunu, Hâniyye'den naklen Nehir sahibi
söylemiştir. Borçlu gaip olursa borç vadeli olmasa bile zekât alabilir. Çünkü o
anda borcunu almaya imkân yoktur. T. Sahih kavle göre, borçlu fakir olduğu
takdirde dahi, alacaklının zekât alması caizdir. Çünkü yolcu mesabesindedir.
Borçlu zengin
olup borcunu itiraf ederse, alacak sahibinin zekât alması caiz olmaz. Nitekim
Haniyye'de beyan edilmiştir. Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse,
kocasında nisap miktarı mehir alacağı olan fakir bir kadına zekât verirse;
kocası zengin olup, kadın istediği vakit mehrini verebilecek vaziyette ise, bu
zekât caiz değildir. İstenildiğinde veremeyecek gibi ise, caizdir»
Bahır'da,
«Mehirden murad, peşin verilmesi adet olan miktardır. Aksi takdirde, o vadeli
borçtur. Zekâta mâni değildir» denilmiştir ki, Hâniyye' nin umumi olan sözünü
mukayyet yapar. Ve kocasının vermemesi, fakir düşmesi mesabesindedir. Bununla
sair borçlar arasında fark vardır. Lâkin Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Koca
zengin olur da, peşin verilen mehir nisap miktarını doldurursa, İmameyn'e göre
zekât alması caiz değildir.» İhtiyaten fetva bununla verilir. imam-ı Âzm'a
göre, mutlak surette caizdir. Sirâç sahibi diyor ki: «Bu hilâf, İmam-ı Âzam'a
göre zimmetteki mehir nisap olmadığına; İmameyn'e göre nisap olduğuna
binaendir.»
Ben derim ki:
Galiba birincinin vechi, mehrin zayıf borç olmasıdır. Çünkü mal bedeli
değildir. Onun içindir ki, teslim alıp da üzerinden yeni bir sene geçmedikçe,
zekâtı vâcip olmaz. Vücup hakkında, teslim alınmazdan önce mehir nisap olmaz.
Almanın caiz olması hakkında da böyledir. Lâkin bundan, mehri müeccel ile
mehr-i müeccel arasında fark olmamak lâzım gelir.
«Esah kavle göre
velev ki beyyinesi bulunsun.» Nehir'de Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir:
«Borçlu yereceğini inkâr eder; alacaklının da âdil beyyinesi bulunursa,
alacaklıya zekât helâl olmaz. Hâkim yemin ettirmedikçe, âdil beyyinesi
bulunmaması halinde de hüküm budur. Asıl'da (İmam Muhammed) inkâr edilen borcu
nisap saymamış; âdîl beyyine bulunup bulunmaması hakkında fark dahi
yapmamıştır.»
Serahsî, «Sahih
olan, Kitabın yanı Asl'ın cevabıdır. Zira her hâkim âdil olmadığı gibi, her
beyyine de makbul değildir. Hakimin huzurunda diz çökmek züldür. Bunu herkes
yapamaz. Buna bel bağlamamalıdır. Nitekim ikdülferâid'de böyle denilmiştir»
demiştir.
Ben derim ki:
Zekâtın başında, bu bâbda sahih kavillerin muhtelif olduğunu arzetmiştik.
Rahmetî bu kavle meyletmiş ve «Hattâ bizim zamanımızda borçlu, borcu ve borcun
kabını ikrar eder de, alacaklı yine elinden bir şey kurtaramaz. Binaenaleyh bu,
yok hükmündedir» demiştir.
«Çünkü cins
bildiren "eliflâm", topluluğu iptal eder.» Cins bildiren eliflâm'dan
murad, âyetteki «Lilfukarâi» kelimesinin başındaki harf-i tariftir. Bu harf-i
tarif, cinse, yani hakikate delâlet eder.
Halebî diyor ki:
«Bu, yedi sınıf zekât ehlinden sadece bir kişiye vermenin caiz olduğunu
talildir. Yalnız bir sınıfa vermenin caiz olmasına gelince, onun illeti şudur:
Ayetten murad, kendilerine zekât vermek caiz olan sınıfları beyân etmektir.
Yoksa onlara vermeyi tayin etmek değildir. Bahır.» Bu husustaki istidlâlin
beyanı, Fethu'l-Kadîr ile diğer kitaplardadır.
«Zekâtı vermek,
temlik suretiyle olur. Mübah kılmakla olmaz.» Binaenaleyh yemek yedirmek zekât
yerine geçmez. Meğer ki temlik suretiyle yedirmiş olsun. Yemeği evinde
yedirerek, bununla zekâta niyet etse, kâfi gelmez. T.
Temlik sözü ile
Musannıf, zekâtın deliye ve mürâhik olmayan küçük çocuğa verilemeyeceğine
işaret etmiştir. Ancak bunlar namına, baba ve vasi gibi teslim alması caiz olan
kimseler alırlarsa, caizdir. Almayı akıl eden mürâhik çocuğa zekât verilebilir.
Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Kuhistânî. Bu husustaki sözün tamamı, zekât
bahsinin başında geçmişti.
METİN
Mescid gibi
şeyleri yaptırmak için zekât verilemediği gibi; cenaze kefenlemek ve borcunu
ödemek için de verilemez. Fakat sağ olan fakirin borcunu ödemek için - emri ve
izni ile olur da ölürse - caizdir. Kitabın mutlak ifadesi caiz olmadığını
gösterir ki, maksat da budur. Nehir. Âzad ettiği kölenin kıymetine de zekât
verilmez. Zira temlik yoktur. Temlik rükündür. Evvelce arzetmiştik ki; bu
hususta hîle (yani çâre), zekâtı bir fakire verip, sonra bu söylenen şeyleri
yapmasını emretmektir. Acaba, fakir bu şahsın emrine muhalefet edebilir mi?Bunu
bir yerde görmedim. Zâhire bakılırsa, evet edebilir.
İZAH
Mescid gibi
şeylerden murad, köprü ve dolap yaptırmak, yolları düzeltmek, nehir kiralamak,
hac ve cihad etmek ve temlik sayılmayan her şeydir. Zeylâî.
«Cenaze
kefenlemek» için zekât verilemez, çünkü temlik yoktur. Görmüyor musun, ölen
kimseyi bir yırtıcı hayvan paralasa, kefeni teberru edene ait olur;
mirasçılarına lâzım gelmez. Nehir. ölenin borcunu ödemek için de zekât
verilemez. Çünkü dirinin borcunu ödemek, borçlu tarafından temlik iktiza etmez.
Şu delil ile ki; alacaklı ile verecekli, verecek olmadığında uzlaşsalar, borcu
veren, verdiğini alır. Borçlu alamaz. Zeylâî. Yani ölenin borcunu ödemek,
evleviyette kalır. Anlaştıkları surette, verenin verdiğini geri alması, bu
anlaşmayla borçlunun borcu olmadığı meydana çıktığı içindir. Binaenaleyh
alacaklı, hakkı olmayan şeyi almıştır. Çünkü aldığını, vereceklisinin zimmeti
namına almıştır. «Borçlu alamaz» demesi, o da buna mâlik olmadığı içindir.
Bahır sahibi bunu «borçlunun emri olmaksızın verdiyse» diye kayıtlamıştır. Emri
ile verdiyse, borçlu tarafından temliktir; ondan ister. Borç verenden
isteyemez. Yani bir kimse başkasının borcunu emri ile öderse; sahih kavle göre,
sonra senden alırım diye şart koşmaksızın ondan isteyebilir. Bu muamele, borçlu
tarafından karz (ödünç) yoluyla temlik olur. Sonra bu izah, verdiği para ile
borçluya zekâtı niyet etmediğine göredir. Aksi takdirde hiçbirinden isteyemez.
Nitekim yakında beyan edeceğiz.
«Emri ve izni
olursa caizdir.» Yani zekât yerine geçer. Çünkü bu ona temliktir. Alacaklı o
parayı vekil olarak alır; sonra kendisi için teslim almış olur. Fetih.
Buradaki kitaptan
murad, ya Hidâye yahut Kudûrî'dir. Çünkü bunlar, ölenin borcunu «emri olursa»
diye kayıtlamaksızın, mutlak söylemişlerdir. Asıl bahis, Hidâye Şerhi'nde Kemal
b. Hümâm'a aittir. Ve şöyle demiştir: «Gaye adlı eserde, Muhit ve Müfid'den
naklen bildirildiğine göre, bir kimse zekât ile emrine binaen, dirinin veya
ölünün borcunu öderse caizdir.» Hâniyye'nin zâhir olan ibaresi buna uygundur.
Lâkin kitabın mutlak olan ibaresinin zâhiri ölüde mutlak olarak caiz olmadığını
göstermektedir. Hulâsa'dan anlaşılan da budur. Çünkü şöyle demiştir: «Dirinin
izni olmaksızın, dirinin veya ölünün borcunu öderse caiz olmaz.» Görülüyor ki;
diriyi kayıtlamış, ölüyü mutlak olarak bırakmıştır.
«Maksat da budur»
Çünkü temlik olması mutlaka lâzımdır; temlik, emrettiği zaman olmaz. Memur olan
şahıs verirken, nâip de alırken olur. O zaman borçlu, mülk sahibi olmaya ehil
değildir. Çünkü ölmüştür.
Bu izaha göre,
yukarıda mutlak zikredilen uzlaşma meselesi, ödeme, borçlu emretmeden
yapıldığına yorumlanır. Emri ile yapılırsa, borçludan istemesi caiz olmak
gerekir. Çünkü olsa olsa, o kimse borçludur, zannı ile bir fakire para temlik
etmiştir. Borçlu olmadığının anlaşılması, Allah için verildikten sonra temlik
etmemek hususunda bir tesir icra etmez. Nehir'de böyle denilmiştir. Bu söz
Feth'in ibaresinden kısaltılmıştır. Lâkin «Borçludan istemesi caiz olmak
gerekir» cümlesi, Feth'in ibaresinde yoktur. Bu, bir kalem hatasıdır. Çünkü bu
söz, yukarıda arz ettiğimiz vecihle parayı verirken zekâtı niyet etmediği
hususa aittir. Şimdi bizim sözümüz ise, zekâtı niyet ettiği yer hakkındadır.
Ta'lîl buna delâlet eder. O zaman o şahıs, hiç birinden bir şey isteyemez.
Çünkü, verdiği zekâttır. Evet, borçlu bunu alacaklısından isteyebilmelidir.
Çünkü alacaklı, o parayı borçlunun nâibi olarak almış; sonra para kendinin
olmuştur. Birbirlerini tasdik edip anlaşmalarından, kendisi için almış
olmasının sahih olmadığı anlaşılmıştır. Binaenaleyh borçlu olan sahibinin malı
olarak kalır.
Sonra gördüm ki;
Allâme Makdisî, Fethu'l-Kadîr sahibinin bahsettiğine itirazda bulunmuş ve
şunları söylemiştir: «Vermek borçluya niyabeten olmuştur.» Çünkü onun borcu
ödenmiştir. Ortada borç olmayınca, teslim almaktaki bu zımnî tevkil muteber
değildir. Çünkü o, borç zaruretinden dolayı sâbit olur. Halbuki borç yoktur.
Binaenaleyh teslim almak da yoktur. Fakir için milk dahi yoktur.
Ben derim ki: Bu
ibare söz götürür. Çünkü alacaklısına vermesini emretmesi, ortada borç olmadığı
anlaşılmakla bâtıl olmaz. Nitekim ecnebîye vermesini emretse hüküm budur.
Binaenaleyh zımmen değil, kasten teslim almaya vekil olur.
«Âzad ettiği
kölenin kıymetine de zekât verilmez.» Yani malının zekâtı ile satın aldığı
köleyi âzad ederken; yahut aleyhine köle âzâd olurken - ki zekât parasıyla
babasını satın almanın hükmü budur - kölenin kıymetine zekât verilmez.
«Bu hususta hile»
yani zekât sahih olmak şartıyla bu söylenilen şeyleri vermenin çâresi, bunları
bir fakire tasadduk etmek, sonra ona emrederek bunları kendisine yaptırmaktır.
Bu takdirde zekâtın sevabı kendisinin; yaptırdığı hayıratın sevabı da fakirin
olur. Bahır.
«Zâhire
bakılırsa, evet edebilir.» Bu incelemeyi yapan Nehir sahibidir ve «Çünkü
temlikin sahih olmasının muktazası budur» demiştir.
Rahmetî diyor ki:
«Zâhire bakılırsa bunda şüphe yoktur. Çünkü ona temlik ettiği parayı malının
zekâtı namına vermiş; bir de fâsit şart koşmuştur. Hîbe ile sadaka, fâsit
şartla bozulmazlar.»
METİN
Aralarında doğum
itibariyle karabet bulunan kimseye - bir fakirin kölesi olsa bile - zekât
verilemediği gibi; aralarında karı-kocalık bağları bulunan kimseye dahi zekât
verilemez. Velev ki, "bâintalâk"la boşanmış kadın olsun.
İmameyn, «Böyle
bir kadın kocasına zekât verebilir» demişlerdir. Zekât veren, kölesine, mükâtep
veya müdebber bile olsa, zekât veremez.
İZAH
Zekât verenle
alan arasında, oğul-baba gibi doğum karabeti bulunursa, birbirlerine zekât
veremezler. Çünkü bunların aralarında milk menfaatleri birbirlerine bitişiktir.
Binaenaleyh temlik tam olarak tahakkuk etmez. Hidâye. Doğum karabeti, bir
kimsenin "usul"leri ile "fürû"larıdır.
"Usül"den
murad, anne babası ve yukarıya doğru dedeleri ve ceddeleridir.
"Fürû"dan
murad da, çocukları ve aşağıya doğru çocuklarının çocukları... ilhdir. Bunlar,
meşru ve gayrimeşru çocuklara şâmildir. Binaenaleyh, zinadan olan çocuğu ile,
evlatlıktan reddettiği" çocuğuna dahi zekât veremez. Nitekim gelecektir.
Sadakayı fıtr,s nezir ve keffaretler gibi vâcip sadakaların hükmü de budur.
Nâfile sadaka ise verilebilir. Hattâ verilmesi evlâdır. Nitekim Bedâyi'de beyan
edilmiştir.
Maden'lerin
1/5'ini vermek de caizdir. Çünkü 4/5'ü yetmediği zaman 1/5'ini kendisine
saklaması caizdir. Nitekim İsbicâbî'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
Musannıf'ın «doğum akrabalığı» diye kayıtlaması, fakir olan kardeş, amca ve
dayı gibi geri kalan akrabaya zekât vermek caiz olduğu içindir. Hattâ zekâtı
bunlara vermek evlâdır. Çünkü bu bir sıla ve sadakadır. Zahîriyye'de şöyle
denilmektedir: «Sadaka vermeye akrabadan başlanır. Sonra mevlâlar, sonra
komşular gelir. Bir kimse zekâtını, nafakası kendisine vâcip olan akrabasına
verse, nafakadan saymadıysa caiz olur. Bahır.» Biz bunu açık olarak zekât
bahsinin başında arzetmiştik. Zekâtı üvey annesine, onun oğluna, kızının
kocasına vermek caizdir. Tatarhâniyye.
Kınye'de beyan
edildiğine göre, hasta bir kimse, zekâtını mirasçısı olan kardeşine verirse,
caiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf edilmiştir, Bazıları caiz olacağını;
bazıları da olamayacağını söylemişlerdir. Nasıl ki, bir
kimse kendisi namına
haccedilmesini vasiyet ederse, vasi o parayı ölenin akrabasına veremez. Çünkü
bu vasiyettir. Bazıları vasiyete itibar ederek, varislerin red hakkı
olduklarını söylemişlerdir. Fukahanın zâhir olan sözleri, birinci kavle
şâhittir. Bu kavli Bahır sahibi dahi zâhir bulmuştur.
Ben derim ki:
Bana son kavil daha zâhir geliyor ki o da o kimseyle Allah Teâlâ arasında zekât
vâki olmasıdır. Varisler bunu bilirlerse, varise vasiyet hükmünde olması
itibariyle reddedebilirler. Malınzekâtı bâbından az önce Muhtârât ve diğer
kitaplardan naklettiğimiz ibare dahi buna şâhittir. Orada, «Vasiyet 1/3'den
fazla olur da o kimse bu parayı ölüm hastalığında ödemek isterse, mirasçılardan
gizli olarak verir» demiştik. Yine orada arzetmiştik ki, fukahanın «gizlice»
demelerinden anlaşılan şudur: Mirasçılar bunu bilirlerse, malın 1/3'den
fazlasını almaya hakları vardır. İki mesele arasında şöyle fark yapılabilir. O
meselede, hasta, borcundan kurtulmak için 1/3'den fazlayı vermeye mecburdur.
Mirasçısına vermesi bunun hilâfınadır.
FER'Î BÎR MESELE:
Fakir olan anne babasına zekât vermek için hîle yapmak; meselâ zekâtı bir
fakire vererek, fakirin onlara vermesi mekruhtur. Nitekim Kınye'de beyan
edilmiştir. Vehbâniyye şerhi'nde, «Bu mesele meşhurdur. Kitapların ekserisinde
zikredilmiştir» denilmektedir.
Şârih, «Bir
fakirin kölesi olsa bile» diyor. Ben bu cümleyi çok araştırdım, fakat
başkasının zikrettiğini görmedim. Bu ibare müşkildir. Çünkü milk, kölenin fakir
olan sahibine ait olur. Sonra Rahmetî'nin eserinde gördüm ki: «Bunu Şilbî Tebyîn
Hâşiyesi'nde "denildi ki" sözü ile hikâye etmiştir. Arkacığından da,
bazıları, "köle olan çocuk ile zevcede dahi böyledir" demişlerdir»
diyor. Yani onlara zekât verilmez demek istiyor. Sonra Şilbî'nin ibaresini
aynen Mi'râc'da gördüm: «Denildi» sözü ile ifadede bulunmanın muktezası, onun
zayıf olduğunu göstermektir. Sebebi, yukarıda söylediğimizdir. Allah'u âlem!
«Velev ki
bâintalâkla boşanmış kadın olsun.» Yani velev ki üç talâkla boşanmış da,
iddetini beklemekte olsun. Bunu Mi'râc-ı Diraye'den naklen Nehir sahibi
söylemiştir.
Zekât veren
kimse, bir kısmını âzad ettiği köleye zekât veremediği gibi; köle, doğum veya
evlilik cihetlerinden biri ile akrabası bulunan bîr kimse arasında ortak olursa
hüküm yine budur. Zira Bahır'da ve Fethu'l-Kadîr'de, "Oğlunun mükâtebine
zekât vermek caiz değildir. Nasıl ki oğluna vermek de caiz değildir»
denilmiştir. Şurunbulâliye, Köle, mükâtep veya mudebber de olsa ona zekât
veremez. Çünkü bunlarda temlik yoktur. Bir de, mükâtebin kazancında sahibinin
hakkı vardır. Zeylâi
Şurunbulali,
Şârih'in "memluk" kelimesini mükâtebe de teşmil etmesine itirazda
bulunmuş; "Fukaha, bir kimsenin "benim her memlûküm hür dür"
sözünün mükâtebe şâmil olmadığını açıklamışlardır. Çünkü mükâtep mutlak memlûk
(köle) değildir. O, teslim alma hususunda mal sahibidir" demiştir.
Ben derim ki:
Şöyle de cevap verilebilir. Orada "memlûk" sözü, mükâtebe şâmil
değildir. Çünkü mutlak sözün, kâmil mânâya yorumlanması şüphesi vardır.
Binaenaleyh âzâd olmaz. Çünkü şüphe def'e yarar; isbata yaramaz. Burada bu
şüpheyi dikkate almayı gerektiren bir şey yoktur.
METİN
Zekât veren
kimse, bir kısmını âzâd ettiği köleye dahi zekât veremez. Bütün kölenin kendi
malı olması ile; yarısı kendinin, yarısı oğlunun olup, baba fakir halde kendi
hissesini âzâd etmesi arasında fark yoktur. Ona zekât veremez. Çünkü ya
mükâtebidir. Yahut oğlunun mükâtebidir. Ecnebî birisi ile aralarında müşterek
olan köleye gelince: Onun hükmü, yukarıda geçenlerden anlaşılmıştır. Çünkü köle
ya kendinin mükâtebidir yahut başkasınındır. İmameyn, mutlak suretle caiz
olduğunu söylemişlerdir. Zira köle ya tamamıyla hürdür, yahut borçlu hürdür.
Anla!
İZAH
Bilmiş ol, ki,
İmam-ı Âzam'a göre bir kısmı âzâd edilen kölenin hükmü -şayet köle tamamıyla
âzâd edenin malı ise - âzâd ettiği kadar hür olur. Geri kalan kıymeti hakkında,
sahibi onu çalıştırmakla âzâd etmek arasında muhayyerdir, Köle müşterek ise,
âzâd eden ortak zengin olduğu takdirde, diğer ortağın kendi hissesi hakkında
köleyi çalıştırmaya, yahut âzâd edene ödettirmeye hakkı vardır. ödeyen taraf, ödediğini
köleden alır. Yahut ortağı, kölenin kalan kısmını âzad eder. Âzad eden ortak
fakir ise, sadece köleyi çalıştırır. Başka bir şey yapamaz. İmameyn'e göre ise,
kölesinin bir kısmını âzâd edince, bütün köle âzâd olur. Köle çalışıp bir şey
ödemez. Ortak, kölenin bir kısmını âzâd ederse, zengin olduğu takdirde diğer
ortağa sadece ödetmek; fakir olduğu takdirde, sadece köleyi çalıştırmak kalır.
Âzâd eden, köleden bir şey alamaz. Bu hükümlerin tamamı kendi bâbında
gelecektir.
«Çünkü
mükâtebidir, yahut oğlunun mükâtebidir.» Çünkü mesele; köle ya kendinin, yahut
kendisi ile oğlu arasında ortak bulunduğuna göre takdir edilmiştir. Oğluyla
ortak ve zengin olursa, oğlu ödettirmeyi tercih ettiğinde, babası öder ve
ödediğini köleden alır. Artık bu köle onun mükâtebidir. Baba fakir, yahut
zengin fakat oğlu köleyi çalıştırmak isterse, köle oğlunun mükâtebidir. Oğlunun
mükâtebine zekât vermek, caiz değildir. Nitekim oğluna vermek de caiz değildir.
Ecnebî biri ile
aralarında müşterek olan köle hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir: «Köle, iki
ecnebî kimse arasında ortak olur da, birisi fakir olduğu halde hissesini âzâd
eder; ses çıkarmayan ortak köleyi çalıştırmayı tercih ederse, âzâd eden ortak
ona zekât verebilir. Çünkü köle ortağının mukatebedir. Ses çıkarmayan ortak ona
zekât veremez. Çünkü mükâtebidir. Âzâd eden ortak zengin olur da, ses
çıkarmayan ortak hissesini ödetmeyi tercih ederse, ses çıkarmayan, zekâtını
köleye verebilir. Çünkü ecnebîdir. Âzâd eden ortak ödetmeyi tercih ettikten
sonra köleyi çalıştırmayı isterse, ona zekât veremez.
"Çünkü köle
ya kendinin mükâtebidir; yahut başkasınındır." Yani zekât veren ,ses
çıkarmayan ve köleyi çalıştıran ortaksa ve kendisi de fakir bulunursa; yahut
zekâtı veren, köleyi âzâd eden zengin ortak olup, ses çıkarmayan taraf ödettikten
sonra köleyi çalıştırırsa, köle kendi mükâtebidir. Başkasının olmasından murad
şudur: Birinci surette, zekâtı veren ortak âzâd eder; yahut ikinci surette ses
çıkarmayan ortak âzâd eder. Nitekim yukarıda Bahır'dan naklen arz ettiğimizden
anlaşılmıştı.
İlk iki meselede
köleye zekât vermek caiz değildir. Çünkü kendinin mükâtebidir. Nitekim
Musanıf'ın ve Şârih'in, «Zekât verenin, kölesine - velev ki mükâtep olsun -
zekât vermesi caiz değildir» sözlerinden anlaşılmıştır. Son iki meselede zekât
vermek caizdir. Çünkü köle başkasının mükâtebidir. Nehir sahibi diyor ki:
«Fakir adamın zekât vermesi nasıl tasavvur olunur, dersen; bende derim ki: Âzad
etmezden önce istihlâk edilen malın zekâtıdır, diye tasavvur edilebilir. Âzad
ederken o kimse fakirdir.»
«İmameyn mutlak
surette caiz olduğunu söylemişlerdir.» Yani Onlara göre, âzâd eden kimse zengin
olsun fakir olsun; kölenin tamamı kendinin olsun veya oğluyla, yahut ecnebî
biri ile aralarında müşterek olsun caizdir.
«Zira köle ya
tamamıyla hürdür.» Yani borçlu değildir. Bu suret, kölenin tamamı veya bir
kısmı âzâd edenin olup, âzâd eden zengin olduğu, ses çıkarmayan ortak da ona
ödettiği haldir.
«Yahut borçlu
hürdür.» Yani âzâd eden fakir olduğu surettedir. Zira bu suretle köle, ses
çıkarmayan ortak için çalışır, kendisi hürdür. Şârih «Anla!» sözü ile, bu
meseleyi itiraz götürmez şekilde yazdığına işaret etmiştir. îtirazı, Dürer
sahibi Hidâye'ye karşı yapmıştır. Velev ki Hidâye şârihleri te'vile çalışmış
olsunlar. Nitekim müracaat edilirse görülür.
METİN
olan zengine dahi
zekât verilmez. Meselâ bir kimsenin 200 dirhem etmeyen otlak hayvanı nisabı
olur. (Ona zekât verilmez). Nitekim Bahır ve Nehir sahipleri kesinlikle buna
kail olmuş; Musannıf dahi, «Bundan anlaşılır ki, Vehbâniye ile şerhindeki,
"Ona zekât helâldir ve ona zekât lâzımdır." sözü zayıftır» diyerek
Onların sözünü ikrar etmiştir.
İZAH
Kuhistânî, zengin
meslesinden, mükâtep ile yolcuyu ve zekât memurunu istisna etmiştir. Bunun
muktezası, mükâtebe zekât vermenin caiz olmasıdır. Velev ki kitâbet bedelinden
fazla bir nisabı elde etmiş olsun. Biz yukarıda İbni Şilbî Şerhi'nden buna
benzer sözler nâkletmiştik. Zekâtı sultana vermek meselesinden ise, zekât
bahsinin başında söz geçmişti. Keza bir fakir için bir cemaattan zekât toplama
meselesinden de bahsetmiştik.
«Aslî hacetinden
fazla ilh...» ifadesi hakkında Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Hacet miktarı,
Kerhi'nin Muhtasar'ında beyan ettiğidir. O şöyle demiştir: Evi ve evinde
kullanacağı eşyası, hizmetçisi, atı, silahı, giydiği elbisesi, ilim ehlindense
ilim kitaplarına mâlik olan bir kimseye zekât verilmesinde beis yoktur. Bundan
fazla malı olur da, kıymeti 200 dirhemi bulursa, sadaka alması haram olur.
Çünkü Hasan-ı Basrî'den rivayet olunduğuna göre, Ashâb-ı Kirâm 10.000 dirhem
kıymetinde silah, at, hane ve hizmetçiye mâlik olan bir kimseye zekât
verirlermiş. Bunun sebebi, bu eşyanın her insana mutlaka lâzım olan hacetlerden
olmasıdır. Feteva'da zikredildiğine göre, bir kimsenin dükkânları ve kiralık
evleri bulunur da, geliri kendine ve çoluk çocuğuna yetmezse, o kimse fakirdir.
İmam Muhammed'e göre sadaka alması helâldir. Ebû Yusuf'a göre helâl değildir.
Keza bağı olur da geliri kendisine yetmezse hüküm yine budur. Elinde 200 dirhem
kıymetinde yiyecek bulunursa, kendisine bir ay yettiği takdirde zekât alması
helâldir.,Bir sene yetecek kadarsa, bazılarına göre helâl değil,
bazılarına göre
helâldir. Çünkü eldeki ihtiyacına harcamak için hak edilmiştir. Binaenaleyh yok
hükmündedir. Peygamber (s.a.v.) kadınlarının bir senelik yiyeceğini
biriktirirdi. Bir kimsenin kışlık elbisesi olur da, yazın bu elbiseye muhtaç
kalmazsa, sadaka alması helâldir. Bu meselelerFetevâ'da zikredilmiştir.»
Kerhî'nin yemek meselesinde ikinci kavli ta'lil etmesine bakılırsa, ona itimat
ettiği anlaşılır.
Tatarhâniyye'de
Tehzib'den naklen, «Sahih olan budur» denilmiştir. Yine Tatarhâniyye'de
Suğra'dan naklen bildirildiğine göre, bir kimsenin, içinde oturduğu hanesi
bulunur da hacetinden artarsa, (mesela boş odaları varsa) o kimsenin sadaka
alması helâldir. Sahih olan kavil budur. Aynı eserde beyan edildiğine göre İmam
Muhammed'e, "Bir kimsenin ektiği arazisi, yahut kirada dükkânı veya hanesi
olup 3000 dirhem getirir, fakat kendisi ile çoluk çocuğunun senelik nafakasına
yetmezse, zekât alması helâl mıdır?" diye sorulmuş; "Yetecek kıymette
bile olsa, zekât alması helâldir." cevabını vermiştir. Fetva buna göredir.
Şeyhayn'a göre helâl değildir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Bana da, «Bir kadın, kocasının evine gelin gittiği cihazı ile zengin sayılır
mı?» diye soruldu. Yukarıda geçenlerden anlaşılıyor ki, ev eşyası ile giyilen
elbise ve kullanılan kaplar gibi, bu kadının emsaline lâzım olan şeyler aslî
hacetden sayılır. Bundan fazlası, mücevherat, kap kacak ve eşya gibi ziynet
maksadıyla kullanılan şeyler nisabı doldurursa, kadın bunlarla zengin olur.
Sonra Tatarhaniyye'nin sadakai fıtr bâbında gördüm ki, Hasan b Ali (r.a.)'a,
"kadının bayramlarda takındığı ve kocasına süslendiği - ticaret için
olmayan - mücevherat ve incilerine sadaka-i fıtr var mıdır?" diye sorulmuş;
«Evet nisabı doldurursa vardır» cevabını vermiş. Aynı şeyler Ömer el Hâfız'a
sorulmuş, o, «Hayır bunlara bir şey lâzım gelmez» demiş. Bunun hâsılı şudur ki,
altınla gümüşten başka ziynet eşyasının aslî hacetten sayılıp sayılmamasında
hilaf vardır. Allah'u alem!
«Nitekim Bahır ve
Nehir sahipleri kesinlikle buna kail olmuş.» Bahır sahibi şöyle demiştir:
«Artan nisapta beş deve dahildir.» Bir kimse bunlara mâlik olur; yahut kırda
gezen herhangi otlak hayvanlarından nisaba mâlik olursa, - 200 dirhem etsin
etmesin - o kimseye zekât vermek caiz değildir. Bunu, Hidâye Şârihleri
açıklamışlardır.
Vehbâniyye'nin
zayıf görülen sözü, kitabının sonundaki elgâz bahsindedir.
METİN
Lâkin
Şurunbulâliye sahibi Vehbâniyye'nin sözüne itimat etmiş ve kesin bir lisanla
Bahr'ın sözünün vehim olduğunu anlatmıştır. Bir kimse, müdebber bile olsa,
zengin olan memlûküne zekât veremez. Velev ki sahibi, çoluk çocuğu arasında
bulunmayan kötürüm olsun. Yahut sahibi gaip bulunsun. Mezhep budur. Çünkü mâni,
milkin sahibine ait olmasıdır. Bundan, zengin mükâtep ile borç bütün malını
kaplayan borçlu me'zun köle müstesnadır. Bunlara zekât vermek caizdir.
İZAH
Şurunbulâliye'de
şöyle denilmiştir: «Bahır'da buna muhalif olarak verilen izahat vehimdir. Buna
dikkat etmelidir. Mezkûr izahatın hilâfını El-Eşbâh'ın Elgaz bahsinde
zikretmiştir. Binaenaleyh kendi kendini nakzetmiş demektir.
Ben, Hidâye
Şârihlerinden hiçbirinin, Onun iddia ettiği şeyi söylediğini görmedim. Onların
ibareleri bunun söylediğinin aksini ifade etmektedir. Şu kadar var ki, înâye'de
«Zekâtı, - ister altın, gümüşten, ister otlak hayvanlarından; yahut ticaret
eşyasından olsun - nisaba mâlik bulunan bir kimseye vermek caiz değildir»
denilmiştir. Bu suretle Bahır'ın sözünün vehim olduğu anlaşılmıştır. Ama bu söz
reddedilmiştir. Çünkü İnâye'nin «İster altın gümüşten olsun ilh...» sözü,
nisabın kıymetle takdir edildiğini gösterir. Bu hususta ticaret eşyası ile
otlak hayvanlarının arasında fark yoktur. Çünkü ticaret eşyasının kıymeti 200
dirhemi bulmadıkça nisabı yoktur. "Muteber olan nisab miktarıdır"
diye Tebyîn ve diğer kitaplarda sarahat vardır. Bu meseleye Kâfî'de, Reygamber
(s.a.v.)'in, «Her kim yetecek kadar malı varken dilenirse ,insanlardan ısrarla
istemiş olur» hadîs-i şerifi ile istidlâl edilmiştir. Ashâb, «Ona yetecek şey
nedir?» diye sorduklarında, Rasulullah (s.a.v.), «200 dirhem yahut onun
dengidir» buyurmuşlardır. Bu hadis mutlak olduğu için otlak hayvanının
kıymetinin itibara alınacağına şâmildir. Otlak hayvanlarının kıymetine itibar
edileceği, Eşbâh, Sirâc, Vehbâniyye ve şerhlerinde, Zehâir-i Eşrefiyye ve
Cevhere gibi birçok kitaplarda hilâfsız bildirilmiştir.
Merginâni şöyle
diyor: «Bir kimsenin 200 dirhemden daha az kıymette beş devesi olursa, zekât
alması helâldir. Vermesi de vâciptir. Bundan anlaşılır ki, hangi maldan olursa
olsun ve kendi cinsinden nisabı doldursun doldurmasın muteber olan, altın
gümüşün nisabıdır.» Bu satırlar kısaltılarak Şurunbulâliye'den alınmıştır.
Tahtâvî iki kavlin arasını bulmuş; zekâtı haram kılan nisap hakkında İmam
Muhammed'den iki rivayet
olduğunu
söylemiştir. Bu rivayetlerin birine göre, muteber olan kıymet: diğerine göre
ağırlıktır. Muhît'te İmam Muhammed'den rivayet edilen birinci kavil;
Zâhiriyye'de ise ikinci kavil zikredilmiştir.
Hilâfın semeresi
şurada kendisini gösterir: Bir kimsenin meselâ 300 dirhem kıymetinde 19 altını
olursa; birinci rivayete göre zekât alması haram, ikinciye göre haram değildir.
Zâhire bakılırsa, tartıyı itibara almak tartılan şeylerde olur. Otlak hayvanı
gibi sayılan şeylerde ise ikinci rivayete göre sayı itibara alınır. Bahır'ın
ifadesi de buna yorumlanır. Muhit'in kıymete itibar edildiğini gösteren
rivayetine, Şurunbulâliye ile diğer kitapların ibareleri yorumlanır. Ve böylece
fukahanın sözleri arasındaki çelişki giderilmiş olur.
Ben derim ki: Bu
ifade söz götürür. Çünkü «Otlak hayvanı gibi sayılan şeylerde sayı muteberdir»
sözü, zekâtın vâcip olması hakkında müsellemdir (makbuldür). Fakat zekât
almanın haram olması hakkında ihtilâf mevzuudur. Denilebilir ki, rivayetin
ihtilâfı tartılan şey hakkında ise, sayılan şeyler ihtilâfsız kıymetle itibar
edilir. Nitekim ticaret eşyasında bilittifak kıymet itibara alınır. Gördün ki,
Bahır'ın anlattığını Hidâye Şârihleri söylememişlerdir. Onlar ancak yukarıda
İnâye'den naklettiğimizi söylemişlerdir. Merginânî'nin, şüpheyi aslından yok
eden açıklamasıyla beraber bunun te'yilini de gördün. Binaenaleyh, ulemanın
sözleri arasında çelişki hâsıl olmuş değildir ki, bu uzak arabuluculuk
zahmetine katlanabilsin. Çelişki sadece Bahır sahibinin anlayışı ile
başkalarının açıklaması arasındadır. Vâcip olan, aksine, başka bir açıklama
görülünceye kadar ulemanınaçıkladıklarıyla amel etmektir. Böyle bir şey
bulunursa, o zaman yatıştırmaya gidilir.
Şârih «zengin
olan memlûküne» demekle, fakir olan kölesinden ihtiraz etmiştir; ona zekat vermek
caizdir. Nitekim Münyetü'l-Müftî'de beyan edilmiştir. T. Ümmüveled dahi
müdebber gibidir.
«Mezhep budur.»
Zira mezhebe göre, "köle" sözü mutlaktır. Zâhire sahibi diyor ki:
«İmam Ebû Yusuf'tan rivayet edildiğine göre, bu köleye zekât vermek caizdir.»
Fethü'l-Kadir
sahibi şunları söylemiştir: «Bu ifade söz götürür. Çünkü köle, bu ârıza
sebebiyle milkin efendisine ait olmasına mâni değildir. Mâni olan, ârızadır.
Olsa olsa, Köleye yetecek kadar nafaka efendisine vâcip olur. Vermezse günaha
girer, Ona nâfile sadaka vermesi müstehap olur. Şöyle de cevap verilebilir. Bu
köle, zengin olan sahibi yokken ve kazanmaya muktedir değilken yolcunun
halinden daha aşağıda değildir.»
Bahır sahibi
diyor ki: «Şöyle de denilebilir. Burada milk köle sahibinin olur. Halbuki o
zekât almaya ehil değildir. Yolcu ise ehildir. Binaenaleyh mezhepte olduğu gibi
mutlak bırakmak evlâdır»
Ben derim ki:
Fetih sahibinin muradı, mâni bulunmakla beraber acizden dolayı zekât verilmek
hususunda köleyi yolcu hükmüne katmaktır. Nitekim yukarıda geçtiği vecihle,
malı olup da elde etmeye imkân bulamayan kimse de yolcu hükmüne katılmıştır.
Böyle bir kimseye, zenginliği muhakkak olduğu halde zekât verilmek caiz ise;
her vesihle âciz olan köleye caiz olması evleviyette kalır. Lâkin yolcu hükmüne
katmanın sahih olması hususunda münakaşa edilerek, "Zekâtta mutlak temlik
lâzımdır. Köle milk sahibi olamaz, velev ki kendisine milk olarak verilsin.
Yolcu ve emsalinde milk, âcizlik yerindedir. Onun için vermek caizdir. Kölede
ise âcizlik yerinde değildir. Çünkü milk efendisinin olur. Meğer ki burada
kölenin başını kurtarmak için milkin olduğu İddia edilsin" denilmiştir.
METİN
Ama mükâtebinin
zengin olan küçük çocuğuna zekât veremez. Büyük çocuğu, babası ve karısı fakir
olurlarsa bunun hilâfınadır. Zengin olan kadının küçük çocuğu dahi böyledir.
Bunlara zekât vermek caizdir. Çünkü mâni ortadan kalkmıştır. Benî Hâşim'e zekât
verilmez. Bundan ancak, akrabalıkları nâssan hadisle iptal edilenler
müstesnadır ki onlar da, Ebû Lehepoğulları'dır. Onların müslüman olanlarına
zekât almak helaldir. Nitekim Abdülmuttaliboğulları'na da helâldir. Sonra
zâhiri mezhebe göre, Hâşimoğulları'na zekât verilmemek mutlaktır.
Aynî'nin,
«Hâşimî'nin, kendi gibi bir Hâşimî'ye zekât vermesi caizdir» sözü yanlıştır.
Doğrusu" caiz değildir", şeklindedir. Nehir. Bunların mevlalarına,
yani azadlarına da zekat verilmez. Köle olanlarına ise evleviyetle zekat caiz
değildir. Çünkü bir hadiste, "bir kavmin mevlası, o kavimdendir"
buyurulmuştur. Sair peygamberlere zekat caiz miydi değilmiydi meselesi
ihtilaflıdır. Nehir'de itimat edilen kavil kendilerine değil, akrabalarına
helal olmasıdır.
İZAH
"Küçük
çocukta"tan murad, kız olsun buluğa ermeyendir. Esah kavle göre,
ister babasının
aile efradı arasında olsun, ister olmasın hüküm birdir. Çünkü küçük
çocuk babasının
zenginliği ile zengin sayılır. Nehir.
«Akıl-bâliğ olan
büyük çocuğu bunun hilafınadır.» Velev ki kötürüm olsun. Nafakası takdir
edilmezden önce bilittifak; takdir edildikten sonra İmam Muhammed'e göre ona
zekât verilebilir. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Geri kolan akrabalar hakkında da
bu hilâf mevcuttur. Kocaya varmış zengin kızı hakkında hilâf vardır. Esah kavle
göre zekât alması caizdir. Tarafeyn'in kavli budur. Bu kavil İmam Ebû Yusuf'tan
da rivayet edilmiştir. Nehir.
«Zengin olan kadının
küçük çocuğu dahi böyledir.» Yani çocuğun babası olmasa bile ona zekât
verilebilir. Bunu Kınye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Çünkü mâni
ortadan kalkmıştır.» cümlesi, yukarıda zikredilenlerin hepsinin illetidir. Mâni
şudur: Küçük çocuk babasının zenginliği ile zengin sayılır. Büyük çocuk öyle
değildir. O, babasının zenginliği ile zengin sayılmaz. Baba dahi oğlunun
zenginliği ile zengin sayılmadığı gibi; karı, kocasının zenginliği ile; küçük
çocuk da anasının zenginliği ile zengin sayılmazlar. Bunu Bahır'dan naklen
Halebî söylemiştir.
«Benî Hâşim'e
zekât verilmez.» (Beni Hâşim, Hâşimoğullarıdır.) Bilmiş ol ki, Peygamber
(s.a.v.)'in dördüncü dedesi Abdimenaf'ın dört oğlu vardır. Bunlar Haşim,
Muttalip, Nevfel ve Abdişems idiler. Sonra Hâşimîn'de dört oğlu olmuştur.
Bunlardan Abdulmuttalip'ten başkasının sulâleleri kesilmiştir. Abdulmuttalib'in
12 çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunların çocuklarının - müslüman ve fakir olmak
şartıyla - hepsine zekât verilebilir ise de; yalnız Abbas ve Hâris'in oğullarına
ve Ebû Tâlib'in oğullarından Ali, Câfer ve Akîl'in sülâlesine zekât verilmez.
Kuhistânî.
Bu izahtan
anlaşılır ki, Benî Hâşim tabirini mutlak kullanmak doğru değildir. Çünkü
onların hepsine zekat haram değildir. Zekât almak bazılarına haramdır. Onun içindir
ki, Sa'd Hâşiyelerinde, «Ebû Lehep sülâlesi dahi Hâşim'e mensupturlar. Ve
kendilerine sadaka helaldir» denilmiştir.
Nehir sahibi buna
şöyle cevap vermiştir: «Ben derim ki: Nâfî'de, Benî Hâşim zikredildikten sonra
şöyle denilmiştir: "Ancak nâssan, akrabalıkları bozulanlar
müstesnadır." Bununla, Peygamber (s.a.v.)'in, Benimle Ebû Lehep arasında
akrabalık yoktur. Çünkü O, bizim üzerimize en fâcir kimseleri tercih
etmiştir." hadisini kastetmiştir. Bu hadis, Ebû Leheb'in nesebinin
Haşim'den kesildiğin beyan hususunda açıktır. Bundan anlaşılır ki Musannıf'ın,
"Benî Hâşim'e" diyerek yetinmesi kâfidir. Çünkü Ebû Lehep
sülâlesinden müslüman olanlar, Benî Hâşim'de dahil değildir. Onların akrabalığı
yoktur.» Bu ifade çok güzeldir. Ben bunun gibi bir ifade daha görmedim. Sen
bunu tedebbür eyle!
Ebû Lehep
sülâlesinin müslüman olanlarına zekat almak helaldir. Bilumum şârihlerin
ifadeleri bu şekildedir. Buna yalnız Gâyetü'l-Beyân'ın ifadesi muhaliftir.
Nitekim Bahır ve Nehir'de beyan edilmiştir. Abdulmuttalip, yukarıda geçtiği
vecihle Hâşim'in kardeşidir. Onun sülâlesinden müslüman olanlara da zekât almak
helaldir.
«Hâşimoğulları'na
zekât verilmemek mutlaktır.» Yani bu hususta bütün zamanlar müsavidir. Keza
bunların birbirlerine zekât vermeleri ile, başkalarının onlara zekât vermeleri
arasında fark yoktur. Ebû İsme'nin İmam-ı Âzam'dan rivayetine göre, Benî
Hâşim'e kendi zamanında zekat vermekcaizdir. Çünkü zekâtın bedeli - ki
ganimetlerden 1/5'inin 1/5'idir -insanların ganimet işlerinde gösterdikleri
ihmal sebebiyle onların eline geçmemiştir. Bedel ellerine geçmeyince, asla
dönerler. Bahır'da böyle denilmiştir.
Nehir sahibi de
şunları söylemiştir: «İmam Ebû Yusuf, Benî Hâşim'in birbirlerine zekât
vermesini caiz görmüştür. Bu kavil İmam-ı Âzam'dan da rivayet olunmuştur.
Aynî'nin "Hâşimî'nin kendisi gibi bir Hâşimî'ye zekâtını vermesi Ebû
Hanîfe'ye göre caizdir. Ebû Yusuf buna muhaliftir." sözü yanlıştır.
Doğrusu, "caiz değildir" şeklinde olacaktır. Düşünen bir kimse için
Onun sözünü, İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen yukarıdaki kavli ihtiyar ettiğine
yorumlamak doğru değildir.» İzahı şudur: Yukarıki kavli tercih etmiş olsa «Ebû
Yusuf buna muhaliftir» demesi sahih olmazdı. Biliyorsun ki, mezkûr kavil Ebû
Yusuf'un kavline uygundur. Şârih'in, sözü kısa kesmesi bir parça îhâma sebep
olmaktadır. H.
«Köle olanlarına
ise evleviyetle caiz değildir.» Çünkü köleye verilen mal efendisinin olur. Âzâd
edilmiş köle bunun hilâfınadır
Nehir sahibi
diyor ki: «Musannıf'ın "mevlâlarına" diye kayıtlaması, zengin olan
âzadlının mevlâsına zekât vermek caiz olduğu içindir.» Mevlâ hadisini Ebû
Dâvud, Tirmîzî ve Nesâî şöyle rivayet etmişlerdir: «Bir kavmin mevlâsı
kendilerinden sayılır. Bize de sadaka helâl değildir.»
Tirmizî, «Bu
hadis hasen sahihtir» demiştir. Onu Hâkim de sahihlemiştir. Fetih. Bu hüküm
bütün vecihlerde değil, sadece sadakanın helâl veya haram olması hususundadır.
Görmez misin ki bir kavmin mevlâsı o kavme küfüv (denk) değildir. Müslümanın
mevlâsı kâfir olursa, ondan cizye alınır. Tâğlib Kabîlesi'nden birinin
mevlâsından iki kat zekât alınmaz: sadece cizye alınır. Nehir.
Ben derim ki:
Nikâhın kefâet bâbında gelecektir ki, soysuz bir kimsenin âzâdlısı soylu olan
âzâd sahibine denk değildir.
Nehir'in
Peygamberler hakkında itimat ettiği kavil, aşağıda gelecek olan iki kavlin
ikincisidir. O bunları Mebsut'tan nakletmiştir. Miskin, Hâşiyelerinde,
Hamevî'den, O da İbni Battâl'ın Buharî Şerhi'nden naklen şöyle demektedir:
«Fukaha ittifak etmişlerdir ki, Peygamber (s.a.v.)'in kadınları, 'kendilerine
sadaka almak haram olanlar' içinde dahil değillerdir.» Hamevî bundan sonra
şöyle demiştir: «El Muğni'de, Hz. Âişe'den naklen "Biz Âl-i Muhammediz.
Bize sadaka almak helâl olmaz." dediği rivayet edilmektedir. Bu eser,
Peygamber (s.a.v.)'in kadınlarına sadaka almanın haram olduğunu gösterir.»
METİN
Nâfile sadakalar
ile evkâf gelirleri onlara, yani Benî Hâşim'e caizdir. Vakıf'ın «onlara» diye
tasrih edip etmemesi müsavidir. Hak budur. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de tahkik
edilmiştir. Lâkin Sirâc ile diğer kitaplarda, «Onların adlarını söylemişse
caizdir; söylememişse değildir» denilmiştir.
Ben derim ki:
El-Eşbâh üzerine hâşiye yazan zât, bunu iki kavlin yorumlanacağı yer saymıştır.
Sonra aynı zât Bahır sahibinden, O da Mebsut'tan naklen şöyle demiştir: «Acaba
sair Peygamberlere sadaka almak helâl mıdır? Bazıları, evet helâldir. Bu, bizim
Peygamberimiz (s.a.v.)'in birhususiyetidir» demiş. Birtakımları, «Hayır,
(kendilerine değil) akrabalarına helâl olur. Bu, Peygamber (s.a.v:)'in
fazîletini göstermek ve Ona bir ikram olmak üzere akrabalarının hususiyetidir»
demişlerdir, Bellenmelidir!
İZAH
Musannıf'ın
"nâfile sadakalar" diye kayıtlaması, nezir, öşür, keffâret ve av
cezası gibi, kalan vâcipleri hariç bırakmak içindir. Bunlardan yalnız rikâzın
1/5'i müstesnadır. Onu Benî Hâşim'e vermek caizdir. Nitekim Sirâc'dan naklen
Nehir'de bildirilmiştir.
«Nitekim
Fethu'l-Kadîr'de tahkik edilmiştir.»
Ben derim ki:
Bahır'da birçok kitaplardan nakledildiğine göre, nâfile sadaka, Benî Hâşim'e
bilittifak caizdir. Bahır sahibi mezhebin bu olduğunu; bu hususta nâfile sadaka
ile vakıf arasında fark bulunmadığını Muhit ve Nesefî'nin Kafi'sinde böyle
denildiğini, Zeylâî'nin ise nâfile sadakanın Benî Hâşim'e haram olduğunu
gösterir şekilde meselede hilâf isbat ettiğini söylemiş; Fetih sahibi dahi
delil cihetinden bu kavli kuvvetli bulmuştur.
Ben derim ki:
Fetih'te zikredildiğine göre hak, vakfı nâfile yerine geçirmektir. Çünkü vâkıf
teberru etmiştir. Vâkıf nâzırının vermesinin vâcip olması, vâkıfın şartına tâbi
olmak icabetliğindendir. Bununla vâkıf'ın vermesi vâcip olmaz. Halebi,
Fethu'l-Kadîr'in ibaresini uzun uzadıya nakletmiştir.
Hâsılı şudur:
Nâfile gibi, vakıf gelirinin de onlara verilmemesi tercih olunur. Bu izahtan
Şârih'in sözündeki noksanlık anlaşılır. Zira onun sözünden anlaşıldığına göre,
Fethu'l-Kadîr'in sözü sadece vakıf hakkındadır ve vakfın geliri Benî Hâşim'e
helaldir. Lâkin bir nüshaha Halebî'nin şu ziyadeyi yazdığı görülmüştür.
«Bazıları mutlak surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bu ziyadeyi Halebî,
«Hak budur» ifadesinden önce yapmıştır. Söz bununla düzelmektedir. Bazı
nüshalarda bu ziyade ile, ondan sonra gelen kısım «Zımmîye zekât verilmez»
cümlesine kadar mevcut değildir.
Eşbâh üzerine
hâşiye yazan zât, Musannıfın oğlu Şeyh Sâlih El-Gazzî'dir. Eşbah Şârihi Bîrî
dahi aynı kanaattadır. Bunların ikisi de Sirâc ve diğer kitaplardakini iki
kavlin yorumlanacağı yer saymışlardır. T. Yani "caizdir" kavlini,
vâkıf Benî Hâşim'i isimleriyle zikrettiği zamana; "caiz değildir"
kavlini de, adlarını söylemediği zamana yorumlamıştır. Nitekim "fakirlere"
diye vakfetse hüküm budur.
Bunun vechi
herhalde şu olacaktır: Bu taktirde verilen şey, her cihetden sadaka olur.
Binaenaleyh Benî Hâşim'in fakirlerine verilmesi caiz olmaz. Adlarını söylemesi
bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman verdiği sadaka değil teberru ve yardım olur.
Ve evvela zengin bir cemaata, sonra fakirlere vakfetmiş gibi olur.
Hizânetü'l-Müftî'nin şu sözü de bunu te'yid eder: «Bir kimse, "Benim malım
Peygamber (s.a.v.)'in Ehl-i Beyt'ine verilsin," der de, Ehl-i Beyt sayılı
kimselerden ibaret olursa caizdir. Çünkü bu vazifedir. Sadaka değildir. Ve Hz.
Fâtıma'nın sülâlesine verilir.»
«Sonra aynı zât
Bahır sahibinden ilh...» cümlesi bazı nüshalarda yazılı, bazılarında yoktur. En
doğrusu, buraya yazılmamaktır. Çünkü az yukarıda geçtiği için, buradaki tekrar
olur.
METİN
Zımmîye zekât
verilmez. Delîli Muaz hadisidir. Zekât ile öşür ve haraçtan başkasını ona,
yanizımmîye vermek caizdir. Velev ki nezir, kefâret ve fitre gibi vâcip sadaka
olsun. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Fetva Onun kavline göredir. Hâvilkudsî.
Harbî'ye gelince: Müste'men (pasaportlu)' bile olsa, bütün sadakaları ona
vermek bilittifak caiz değildir. Bunu, Gâye ve diğer kitaplardan naklen Bahir
sahibi söylemiştir. Lâkin Zeylâî, harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu
kesinlikle ifade etmiştir. Bir kimse araştırarak zekâtını ehil zannettiği
birine verir de, o kimse kendi kölesi veya mekâtebi yahut harbî veya müste'men
çıkarsa, o zekâtı tekrar verir. Sebebi yukarıda geçti.
İZAH
Zımmîye öşrü
vermek caiz değildir. Çünkü öşür zekâta mülhaktır. Onun için fukaha ona,
«ekinin zekâtı» demişlerdir. Haraca gelince: O, sözünü ettiğimiz sadakalardan
değildir. Yukarıda geçtiği vecihle onun verileceği yer, müslümanlara yararlı
işlerdir. Onun içindir ki Kenz ile Hıdâye'de, zekâttan başkası istisna
edilmemiştir.
"İmam Ebû
Yusuf buna muhaliftir." O, «Vâcip olan sadakaları zımmîye vermek, caiz
değildir» demiş; onları zekâta kıyas etmiştir. Hidâye ve diğer kitaplarda, bu
kavlin İmam Ebû Yusuf'tan rivayet edildiği bildirilmiştir. Zâhirine bakılırsa
Onun meşhur olan kavli, Tarafeyn'in kavli gibidir.
«Fetva Onun
kavline göredir.» Hayreddin-i Remlî'nin hâşiyesinde Hâvî'den naklen, «Biz Onun
kavli ile amel ederiz» denilmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Hidâye ve diğer kitapların ifadeleri Tarafeyn'in kavlini tercih
ettiklerini gösterir. Metinler de buna göre yazılmıştır.
«Lâkin Zeylâî
harbîye ilh...» Yani pasaportlu harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu
kesinlikle ifade etmiştir. Nitekim bunu Nehir'in şu ibaresi göstermektedir:
«Sonra ben bunu Zeylâî'de görmedim.» Ebû Suûd ve başkaları da böyle
demişlerdir. Bununla beraber mezkûr söz, ittifak davasına da muhaliftir. Lâkin
Muhît'in kesb bahsinde ben şunu gördüm: «İmam Muhammed'in siyer-i Kebîr'de
beyan ettiğine göre, müslümanın, kâfir bir harbîye veya zımmîye sadaka vermesi
ve ondan hediye kabul etmesi caizdir. Zira rivayete göre Peygamber (s.a.v.)
kıtlık senesinde Mekke'ye 500 altın göndermiş; bu parayı Mekke'nin fakirlerine
dağıtmak için Ebû Süfyan b. Harb ile Safvan b. Ümeyye'ye vermelerini emir
buyurmuştur. Bir de sıla-i rahim (akrabaya yardım) her dinde makbuldür.
Başkasına hediye vermek güzel ahlâktandır.» Bu bâbda sözün tamamını vasiyetler
bahsinin başında söyleyeceğiz.
Araştırarak zekât
vermekten murad, kendi içtihadına ve kanaatina göre vermektir. Araştırır da, zannınca
ehil olmayan birine verir; yahut şüphe eder de araştırmazsa, o kimsenin zekât
almaya ehil olduğu anlaşılmadıkça ona zekât vermesi caiz olmaz. Ehil olduğu
anlaşılırsa, sahih kavle göre caizdir. Bazıları, caiz olmadığını
söylemişlerdir. Meselenin tamamı Nehir'dedir. Orada şöyle denilmiştir: «Bilmiş
ol ki, kendisine sadaka verilen şahıs fakirlerin sırasında oturur, onların
yaptığını yaparsa; yahut üzerinde fakir elbisesi bulunursa, yahut ister de
verirse, bu sebepler araştırma menzilesindedir.» Mebsut'ta böyle denilmiştir.
Hattâ o kimsenin zengin olduğu meydanaçıkarsa, sadakayı tekrar vermesi
icabetmez. Zekât verdiği kimse harbî çıkarsa, o zekâtı tekrar verir.
Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Kenz sahibi, kâfiri mutlak söylemiştir. Binaenaleyh zımmîye harbîye
şâmildir. Filhakika Mübtegâ'da bunlar açıkça zikredilmişlerdir.» Muhît'te beyan
edildiğine göre, harbî hakkında iki rivayet vardır. Bunların birine göre fark
şudur: İbadet sıfatı aslâ bulunmamıştır. Hak olan vermemektir.
Gâyetül'l-Beyân'da
Tuhfe'den naklen, «Ulema, o kimse harbî çıktıktan sonra, pasaportlu bile olsa,
kendisine sadaka vermenin caiz olmayacağına ittifak etmişlerdir» denilmektedir.
Mi'râc'da da böyle denilmiştir. Bunun ta'lili yapılırken; «Harbîye yapılan
yardım şer'an hayır sayılmaz. Onun için kendisine nafile sadaka vermek caiz
değildir. Bu kurbet olmaz» denilmiştir.
Ben derim ki: Az
yukarıda Muhit'tan naklettiğimiz «Harbîye sadaka vermekte beis yoktur» sözü
buna aykırıdır. Meğer ki; «Bunun mânâsı haram değildir, sade terki evlâdır»
denile. O zaman kurbet olmaz.
İbni Şilbî Kenz
Şerhi'nde şöyle demiştir: «Beyhâkî'nin Kifâyesi'nde şu ibare vardır: Bir kimse
yanlışlıkla harbîye zekât verse de sonra anlaşılsa, Asl'ın rivayetine göre caiz
olur. İmam Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe'den caiz olmadığını rivayet etmiştir. Kendi
kavli de budur. Akta' diyor ki: Ebu Yusuf caiz olmadığını söylemiştir.
Şâfiî'nin iki kavlinden biri de budur. Diğer kavli Ebû Hanîfe'ninki gibidir.
Hâherzâde'nin Müşkilatı'nda beyan edildiğine göre, zekâtı olan kimse pasaportlu
veya harbî olursa, zekâtı tekrar vermenin vâcip olduğuna icma-ı ümmet vardır.
Muhtâr nâm eserde cevaz mutlak söylenmiştir. Kenz'in mutlak sözü de bunu
gösterir.» İbn-i Şilbî'nin sözü burada sona erer.
Ben derim ki:
Hidâye ve Mültekâ'nın, kâfirden mutlak olarak bahsetmeleri dahi caiz olduğunu
gösterir. İbn-i Şilbî'nin Akta'dan rivayet ettiği söz, mezhep imamının sözü
olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh buna muhalif icma bulunduğunu söylemesi
yersizdir.
METİN
Zekât alan
kimsenin, zengin veya zımmî, yahut kendi babası veya oğlu, yahut karısı veyahut
Hâşimî birisi olduğu meydana çıkarsa, zekâtı tekrar vermez. Çünkü elinden
geleni yapmıştır. Hattâ araştırmadan vermiş olsa, hata ettiği takdirde caiz
olmaz. Bir fakire, bir veya daha fazla nisap miktarı vermek mekruhtur. Meğer ki
verilen kimse borçlu veya çoluk çocuk sahibi olup, verilen zekât çocuklarına
dağıtılsa, her birine ayrı nisap düşmez; yahut borcundan sonra nisap miktarı
artmaz olsun. Bu takdirde mekruh değildir. Fetih.
Zekâtı başka yere
nakletmek mekruhtur. Ancak o yerde akrabası bulunursa mekruh değildir. Hattâ
Zahîriyye'de, «Akrabası muhtaç iken onlardan başlayarak hacetlerini görmedikçe,
bir kimsenin sadakası kabul olunmaz» denilmiştir. Başka yerdekiler daha muhtaç,
yahut daha ehl-i takva, daha elverişli ve müslümanlara daha faydalı olursa,
zekâtı nakletmek yine caizdir.
İZAH
«Zekâtı tekrar
vermez» meselesi, Tarafeyn'e göredir. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
«Çünkü elinden
geleni yapmıştır.» Yani elinden gelen temliki yapmıştır ki bu rükündur. Çünkü o
kimse meselâ, karanlıkta birine zekât verse, «sen kimsin» diye sormakla
mükellef değildir.
«Elinden gelen
temliki yapmıştır» demekle, bir itiraz defedilmiş olur. İtiraz şudur: "O
kimse kölesine veya mekâtebine vermiş olsa, yine elinden geleni
yapmıştır." Lâkin buna da harbî ile itiraz edilir. Çünkü harbîde temlik
vardır. Bu da, yukarda geçen «tekrar zekât vermesi vâcip değildir» sözünü
te'yid eder. «Kurbet sıfatı yoktur» diye ta'lilde bulunmak söz götürür.
«Hattâ
araştırmadan vermiş olsa, hata ettiği takdirde caiz olmaz.»Şek ve şüphe ettiği
takdirde dahi caiz değildir. Nitekim fetih'te beyan edilmiştir.
Kuhistânî'de «O
kimsenin zekât ehli olduğu baştan hatırına gelmezse» denilmiştir. Hatadan
murad, verilen kimsenin zekâta ehil olmadığının anlaşılmasıdır. Onun halinden
bir şey anlaşılmazsa, verilen zekât caizdir. Şüphe eder de araştırmazsa; yahut
araştırır da ehil olmadığına kanaat getirirse, hükmün ne olacağını evvelce
arzetmiştik.
TEMBİH:
Kuhistânî'de Zahîdî'den naklen şöyle denilmektedir: «Zekât verilen kimsenin
köle veya harbî olduğu meydana çıkarsa, kendisine verilen zekât gerisi geriye
alınmaz. Hâşimî hakkında iki rivayet vardır. Zekât verilen şahıs, oğlu veya
zengin biri çıkarsa, zekât gerisi geriye alınmaz.» Acaba bu zekât o kimseye
helal mıdır değil midir? bu hususta hilâf vardır. Helâl değilse, bazılarına
göre o malı tesadduk eder, Bazıları, sahibine iade edeceğini söylemişlerdir.
«Bir fakire bir
veya daha fazla nisap miktarı vermek mekruhtur.» İmam Ebû Yusuf'tan bir
rivayete göre, bir nisap miktarı vermekte beis yoktur. Bundan fazla vermek
mekruhtur. Çünkü nisabın bir cüzü, onun peşin ihtiyacı için hakedilmiştir. Geri
kalan böyle değildir. Mi'râc. Bu izahtan Zahîriyye ve diğer kitaplarda
Hişâm'dan nakledilen sözün vechi anlaşılır. Hişâm, «Ebû Yusuf'a, "Bir
adamın 199 dirhemi olur da, kendisine iki dirhem sadaka verilirse ne
olur?" diye sordum. O, "Birini alır, birini çevirir" cevabını
verdi, demiştir.» Bundan anlaşılır ki, nisabı tamamlayacak miktarı vermek,
nisabı vermek gibidir.
Nehir sahibi
diyor ki: «Zâhire bakılırsa, nisabın üreyici olup olmaması fark etmez. Hattâ
nisabı dolduran ticaret eşyası verse hüküm yine budur. Verilen zekâtın altın,
gümüş veya hayvan olması arasında da fark yoktur. Hattâ kıymeti nisabı
doldurmayan beş deve verse, yukarıda geçen sebepten dolayı mekruh olur.»
«Zekâtı başka
yere nakletmek mekruhtur.» Çünkü burada komşu hakkına riayet vardır.
Binaenaleyh nakletmemek evlâdır. Zeylâî. Bundan hatıra gelen, Kerahet-i
tenzîhi'yedir. Teemmül et! Nakletmiş olsa caizdir. Çünkü zekâtın sarf yeri,
mutlak olarak fakirlerdir. Dürer. Zekâtta, bütün rivâyetlere nazaran, malın
bulunduğu yer itibara alınır. Yalnız sadakay-ı fıtrda ihtilâf edilmiştir.
Nitekim gelecektir.
Zahîriyye'den
nakledilen hadisi, Mecmâu'l-Fevâid sahibi, Evsât'a nisbet ederek, Ebû
Hureyre'den Peygamber (s.a.v.)'e menfûan rivayet etmiştir. Rasulullah (s.a.v.):
«Ey Muhammed ümmeti! Beni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki,
kendisinin yardımına muhtaç akrabası varken zekâtınıbaşkalarına veren kimsenin
sadakasını Allah kabul etmez. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim
ki, o kimseye Allah kıyamet gününde bakmaz» buyurmuştur. Rahmetî. Kabul
etmemekten murad, sevap vermemektir. Velev ki farz ödenmiş olsun. Çünkü
zekâttan maksat, muhtacın işini görmektir. Akrabaya verilen zekâtta hem yardım
hem sadaka vardır.
Kuhistâni'de
bildirildiğine göre, efdal olan, zekâtını, kardeşlerine, kızkardeşlerine, sonra
onların çocuklarına, sonra amcalarına, halalarına, sonra dayılarına,
teyzelerine, sonra zîrahim akrabasına, sonra komşularına, sonra oturduğu yerde
yaşayanlara, sonra beldesinin fakirlerine vermektir. Nitekim nazımda beyan
edilmiştir.
Ben derim ki: Bu
nazmı yazan Makdisî'dir. Onu şerhinde nazmetmiştir.
METİN
Zekâtı, dâr-ı
harbden İslâm diyarına; yahut ilim öğrenen talebeye nakletmek de mekruh
değildir. Mirâc'da, «Fakir olan alime sadaka vermek efdaldir» denilmiştir. Keza
zâhitlere zekâtı nakletmek ve sene dolmadan peşin verilen zekâtı nakletmek dahi
mekruh» değildir. Hulâsa. Zekâtı, Kerrâmiye gibi bid'at fırkalarına vermek caiz
değildir. Çünkü bunlar Allah'ın zâtı hakkında Müşebbihe'dendirler, Muhtar olan
kavle göre, Allah'ın sıfatları hakkında Müşebbihe'den olanlar da böyledir.
Çünkü zât itibariyle Allah'ı bilmeyen, sıfat itibariyle Allah'ı bilmeyene
mülhaktır. Mecmâu'l-Fetava!
Nitekim zina eden
kimsenin zinadan olan çocuğuna zekât vermesi ve keza «benden değildir» diye
nefyettiği çocuğuna zekât vermesi, ihtiyaten caiz değildir. Meğer ki çocuk,
mâlûm kocası olan bir kadından doğmuş ola. Fusuleyn. Bu meselelerin hepsi Eşbah
adlı eserde mevcuttur.
İZAH
Dâr-ı harbden
zekatı nakletmek mekruh değildir. Çünkü müslüman memleketindeki müslüman
fakirleri, dâr-ı harb fakirlerinden daha efdaldir. Bahır.
Ben derim ki:
Zekât vermekte esirleri kurtarmaya yardım edilecekse, müslüman esirleri de
istisna etmek gerekir.
Mi'râc'ın tam
ibaresi şöyledir; «Fakir olan âlime sadaka vermek efdâldir. Muhtaç olan borçlu
da böyledir.» Yani fakir olan âlim, sadaka almak hususunda fakir olan cahilden
evlâdır. Kuhistânî. Hulâsâ'nın ibaresi de şudur: «Sene dolmadan peşin verilen
malın zekâtını, pek muhtaç ve borçlu olmayan fakire nakletmek mekruh değildir.»
Buradaki bidat
fırkalarından murad, küfrüne hükmedilenlerdir. Kerrâmiye, Müşebbihe fırkasının
bir koludur. Bunlar Abdullah b. Muhammed b. Kerram'a nisbet edilmişlerdir. Bu
adam, «Benim mâbudum arşı âlânın üzerine yaslanmıştır» diye söylemiş; Allah
Teâlâ'ya «cevher» adını vermiştir.
Allah'ın
sıfatları hakkında Müşebbihe'den olanlar, Allah Teâlâ'da sonradan var olma
sıfatların bulunmasını caiz görenlerdir. Onlara göre, mahlûkatın sıfatları gibi
Allah'ın bazı sıfatları da sonradan olmadır. T.
Çünkü zât
itibariyle Allah'ı bilmeyen ilh...» Bu ibare ters çevrilmiştir. Bezzaziye ve
diğer kitaplarda şöyledir: «Kerrâmiye'den başka, sıfatlarda Müşebbihe'den
olanlar, hal itibariyle Kerrâmiye'den daha aşağıdırlar. Çünkü bunlar sıfatlarda
Müşebbihe'dirler. Muhtar kavle göre bunlara da zekât vermek caiz değildir.
Çünkü sıfat itibariyle Allah'ı bilmeyen, zât itibariyle Allah'ı bilmeyene
mülhaktır. Zina eden kimsenin, zinadan olan çocuğuna zekât vermesi caiz
olmadığı gibi, rikâzın 1/5'inden maada, bütün vâcip sadakaları vermesi de caiz
değildir. Bunu Tahtâvî Ebû Suud'un Eşbâh Haşiyesi'nden nakletmiştir.»
Nefy edilen
çocuğa misal: Ümmüveled câriyenin doğurduğu çocuğu, efendisi «bu çocuk benden
değildir» diye kabul etmemesi. Bahır'da böyle denilmiştir. Liân babında
görüleceği vecihle, liân yapılarak «benden değildir» diye nefyedilen çocuk da
böyledir. Acaba ümmüveled olmayan hâlis câriyenin doğurduğu çocuk hakkında
efendisi bir şey demez; yahut «benden değildir» derse hüküm yine bu mudur?
Araştırılmalıdır. H.
«Meğer ki çocuk,
mâlûm kocası olan bir kadından doğmuş ola.» İmâdiye sahibi bunu şöyle ta'lil
etmiştir: «Nesep, nikâhlı kocadan sabit olur. Sayrafiyye'de bildirildiğine
göre, bir kadın zinadan bir çocuk doğursa, sahih kavle göre çocuğun nesebi
zânîden değil, kocasından sabit olur. Kocası; zekâtını bu çocuğa verse caiz
olur. Fakat zina eden verirse, bize göre caiz olmaz. Şâfiî'ye göre olur.»
Görülüyor ki, imâdiye sahibi, zinadan olan çocuğuna zekat vermenin caiz
olmadığını açıklamıştır. Velev ki kadının mâlûm kocası olsun. Bunu Hamevî'den
naklen Rahmetî söylemiştir ki, Musannıf'ın söylediğine aykırıdır. Kadının
kocalı olduğu bilindiği halde, meseleyi zina ile tasvir etmek, kocalı olduğu
bilinmezse iş değiştiği içindir. Çünkü o zaman bu iş, zina değil şüphe ile
cimadır.
Bahır sahibi
diyor ki: «Kocasının öldüğü bildirilip, evlenen ve doğurduktan sonra ilk kocası
sağ olarak gelen kadının çocuğu dahi bundan hariçtir. Çünkü İmam-ı Âzam'ın,
döndüğü ilk kavline göre, çocuklar ilk kocanındır. Bununla beraber o kocanın,
zekâtını bu çocuklara vermesi caiz olduğu gibi, çocukların da ona şahitlik
yapmaları caiz olur. Mi'râc'da böyle denilmiştir. Çünkü zâhire göre burada «evlât
olma» diye bir şey yoktur. Binaenaleyh ikinci kocaya bunun caiz olmaması
gerekir Zira hakikaten çocuk mevcuttur. Velev ki nesebi ondan sabit olmasın.
Lâkin Valvalciye'de nakledilen, bunun İmam-ı Âzam kavline göre caiz olmasıdır.
Hz. İmam'ın, bundan döndüğü rivayet olunur. Fetva buna göredir. Şu halde bu
çocuklara ilk koca zekât verebilir, ikincisi veremez.»
METİN
Fiilen veya
bilkuvve, bir günlük yiyeceği olan bir kimsenin yiyecek namına bir şey
dilenmesi helâl değildir. Kazanmaya muktedir olan sağlam kimse gibi ki, ona bir
şey veren halini bilirse günahkâr olur. Çünkü harama yardım etmiştir. Eğer
giymek için giysi ister; yahut cihad veya ilim tahsili gibi kazanmaktan
alıkoyan bir şeyle meşgul olur da dilenirse, muhtaç olduğu takdirde dilenmesi
caizdir.
FER-İ MESELELER:
Dilenciye, bir gün dilenmekten müstağnî kılacak miktarda bir şeyler vermek,
ihtiyacını ve çoluk çocuğunu nazar -ı itibara almak menduptur. Zekâtta muteber
olan, malınbulunduğu yerin fakirleridir. Vasiyette, vasiyet edenin yeri;
fitrede ise, İmam Muhammed'e göre veren kimsenin yeri muteberdir. Esah olan da
budur. Çünkü namlarına fitre verdiği kimseler, veren kimseye bağlıdırlar.
İZAH
Musannıf'ın bu
meseleyi «dilenmek»le kayıtlaması, dilenmeksizin almak haram olmadığı içindir.
Bahır. «Yiyecek nâmına» diye kayıtlaması; yiyecekten başka, elbise gibi muhtaç
olduğu bir şeyi istemeye hakkı olduğu içindir. Şurunbulâliye. Bir kimsenin
oturduğu evi olur da kazanmaya kudreti olmazsa; Zahîrüddin, «O evden daha
aşağısı kâfi gelirse, o kimsenin dilenmesi helâl değildir» demiştir. Mi'râc.
Bundan sonra Mi'râc sahibi caiz olduğunu bildiren sözler nakletmiş ve, «Bu daha
kolaylıktır. Bununla fetva verilir» demiştir.
Kazanmaya
muktedir olan sağlam kimse, bu haliyle günlük yiyeceğini kazanmaya kadirdir. Bahır.
«Halini bilirse
günahkar olur ilh...» Ekmel, Meşârık Şerhi'nde şunları söylemiştir': «Ama böyle
bir dilenciye halini bilerek bir şey vermenin hükmü, kıyasta günahkâr olmaktır.
Çünkü harama yardımdır. Lâkin bu, "hîbe" hesap edilir. Zengine, yahut
muhtaç olmayana hîbe eden kimse günahkâr olmaz.» Yani zengine verilen sadaka
hîbedir. Nasıl ki fakire yapılan hîbe de sadakadır. Lâkin buna şöyle itiraz
edilebilir. Zenginden murad, nisaba mâlik olandır. Günlük yiyeceği ile zengin
sayılan kimseye verilen sadaka, hîbe değil sadakadır. Binaenaleyh Ekmel,
yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Lâkin adı geçen kıyası şöyle defetmek mümkündür: Bu zekâtı vermek,
harama yardım değildir. Çünkü başlangıçta haram olan, ancak dilenmektir. Bu ise
vermekten öncedir. Vermek yardım değildir. Eğer haram kılınan sadece almak
olsaydı, o zaman harama yardım sayılırdı.»
Makdisî Şerhinde
şöyle demektedir: «Biliyorsun ki Zâhire göre fukahanın muradı şudur: Böyle
birine bir şey vermek, zikredilen şekilde dilenciliğe sebep olur. Vermemekle
çok defa o kimse dilencilikten tevbe eder. Teemmül buyrula!»
«Giymek için
giysi isterse ilh...» Ev kirası ve zaruri olan ev tamiri de böyledir. Zâhire
göre, ev satın almak için para dilenemez.
İlim tahsili
meselesini Bahır sahibi incelemiş ve şöyle demiştir: «Gâziye, ilim tahsil eden
talebeyi katmak gerekir. Çünkü ilimle meşgul olduğu için kazanmaktan âcizdir.
Onun için fukaha, nafakasının babasına ait olduğunu söylemişlerdir. Velev ki
sağlam ve kazanabilir olsun.O kötürüm gibidir.
«Zekâtta muteber
olan, malın bulunduğu yerin fakirleridir.» Zekâtı verenin yeri değildir. Hattâ
malın sahibi bir yerde, malı başka yerde olsa, bütün rivayetlere göre, malın
bulunduğu yerde taksim edilir. Bahır. Zâhirine bakılırsa, kendi bulunduğu yerde
dağıtsa mekruh olur.
Şimdi burada bir
şey kaldı ki, ben bunu bir yerde görmedim. Bir kimsenin, ortağı ile bir yerde
malı olsa ve o yerde üzerinden sene geçse, sonra ortağı o malı mal sahibinin
bulunduğu yere getirse, henüz zekâtı verilmeyen bu malın zekâtını bu yerin
fakirlerine mi yoksa geldiği yerin fakirlerine mi verecektir? Araştırılmalıdır.
«Vasiyetde
vasiyet edenin yeri muteberdir.»
Ben derim ki:
Cevhere'de Fetevâ'dan naklen böyle denilmişse de, Vehbâniyye Şerhi'nin
vasiyetler bahsinde Hulâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse, malının
1/3'inin Belh fukarasına tesadduk edilmesini vasiyette bulunsa, efdal olan o
fukaraya vermektir. Ama başkalarına verse de caiz olur. Bu kavil Ebû
Yusuf'undur; onunla fetva verilir. imam Muhammed caiz olmadığını söylemiştir.»
Esah kavle göre
fitre sadakasında, sadakayı verenin bulunduğu yer itibara alınır, Hattâ Nihâye
ile İnâye'de açıklandığına göre, bu kavil zâhir-i rivayedir. Nitekim
Şurunbulâliye'de dahi böyle denilmiştir. Mezhep de budur. Binaenaleyh
Fethu'l-Kadîr'in sahih bulduğu İmameyn kavlinden evlâdır. İmameyn, fitresi
verilen kimsenin, bulunduğu yerin itibara alınacağını söylemişlerdir.
Rahmetî diyor ki:
«Minâh'da, sadakay-ı fıtr bâbının sonunda, "Efdal olan, kölelerinin,
çocuklarının ve hizmetçilerinin fitre, sadakalarını, bulundukları yerde
vermektir. Bu, Ebû Yusuf'a göredir. Fetva da onunla verilmiştir. İmam
Muhammed'e göre kendi bulunduğu yerde vermesi efdaldir" denilmiştir.»
Ben derim ki:
Lâkin Tatarhaniyye'de, «Onlar için kendi bulunduğu yerde verir, fetva da buna
göredir. Bu kavil İmam Muhammed'indir. Ebû Hanîfe'nin kav'li de bunun gibidir.
Sahih olan budur» denilmektedir
METİN
Bir kimse
zekâtını, bayram adetince akrabasının çocuklarına; yahut müjdeciye veya ilk
turfanda yemişi hediye edene verse caizdir. Meğer ki bedel vermesi lâzım
geldiğini nâssan bildire. Zekâtını kız kardeşine verirse; kız kardeşinin,
kocasında nisap miktarı mehri bulunduğu, o da bunu ikrar edip kadın istemiş
olsa vermekten imtina etmeyeceği takdirde caiz değildir. Aksi takdirde caiz
olur. Zekatı muallim halîfesine verirse, eğer halîfe bu zekât verilmese dahi
onun namına çalışacaksa sahih olur. Aksı takdirde sahih değildir. Zekâtı
avucuna koyar da fakirler kaparsa caizdir. Bir mal yere düşer de onu bir fakir
alır, sahibi de razı olursa, o şahsı tanıdığı takdirde mal da durursa caizdir.
Hulâsa.
İZAH
Tatarhâniyye'de
ilk turfanda yemiş «hiçbir şey etmezse» diye kayıtlanmıştır. Bunun mefhumundan
şu anlaşılır ki; turfanda yemişin kıymeti olursa, zekât namına verilmesi sahih
değildir. Çünkü onu hediye eden, ancak bedelini almak için vermiştir.
Binaenaleyh hediye edenin razı olacağı parayı vermeden almak caiz değildir.
Ondan fazlasını zekât namına vermek sahihtir.
Sonra Tahtâvî'de
gördüm ki, bu ibarenin mislini söylemiş; şunu da ziyade etmiş: «Meğer ki hediye
eden, hîbe eden yerine sayılmış olsun.» Yani bununla bedel almak istememiş, onu
ancak sadakaya vesîle yapmıştır. Şu halde verdiği şeyi teberru etmiştir. Onun
için, o kimseden aldığı, bedel değil sadakadır. Lâkin alan kimse ona bir şey
vermese, verdiğini ona bırakmaya razı olmaz. Onun da alması helâl olmaz. Öyle
anlaşılıyor ki, verdiği şeyle zekâtı niyet etse, niyeti sahih olur. Verdiği
oşeyin kıymeti veya daha fazlası miktarınca zekât borcundan kurtulur. Çünkü
hediye eden şahıs, hediyeden maksadı neyse, ona vâsıl olmuştur. Bu hususta,
alan kimsenin, aldığı şeyin zekât veya nâfile sadaka alması arasında fark
yoktur. O zaman hediyeyi terk etmeye razı olmuş olur.
«Meğer ki bedel
vermesi lâzım geldiğini nâssan bildire.» Bu söz, «zekâta ödünç demek doğru
değildir» esasına mebnî olmak gerekir. Yukarıda gördük ki, itimat bunun
aksinedir. Şu halde zekâtı niyet ederse, bedel vermeyi nâssan şart koşsa bile
caiz olmak gerekir. Ancak şöyle denilebilir: Bedel vermeyi nâssan bildirince,
muâveza (bedelleşme) akdi meydana gelir. Akitlerde itibara alınan, mücerret
niyet değil, sözlerdir. Sadakaya Kur'an-ı Kerim'de mecazen «karz» (ödünç)
denidiği meşhurdur. Binaenaleyh ona «karz» denilebilir. «îvaz» (bedel) sözü böyle
değildir. Çünkü söz niyet mânâsına gelmemekle beraber, mücerret niyetin ameli
yoktur. Onun için ulemadan biri ayırım yaparak, «Ödüncü zekâtla tevil ederse
caizdir. Etmezse caiz değildir» demiştir.
«Aksi takdirde
sahih değildir.» Zira verilen, bedel mesabesinde olur. T. Burada şöyle
denilebilir: «Turfanda yemiş hediye edene verilen de böyledir. Şu halde niyetin
itibara alınması gerekir. Bunun benzeri, zekât bahsinin evvelinde geçendir.»
Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse nafakasını vermek için, hüküm giyen birine
zekat verirse, zekât yerine geçmez. Ama bu, nafaka yerine saydığına göredir.
Zekâttan sayarsa caizdir.» Bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Nasıl ki
Tatarhâniyye'de böyle denilmiştir. Lâkin yine Tatarhâniyye'de bildirildiğine
göre İmam Muhammed, "Emanet, emanetçinin elinde helâk olur da sahibine
bedelini verirse, bununla malının zekâtını niyet ettiği takdirde davayı
defetmek için vermişse, zekât yerine geçmez" demiştir.
Yine
Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre, bir kimse sadakay-ı fıtrını sahura
kaldıran davulcuya verirse caizdir. Çünkü bu ona vacip değildir. Ulemamızın
söylediklerine göre, en ihtiyat ve şüpheden en uzak hareket, evvela o davulcuya
hediye olacak bir şey vermek, sonra da buğdayı vermektir.
«Fakirler kaparsa
caizdir.» Ve bu onlara o malı temlik olur. Niyet, malı ayırırken yapılmıştır.
Hiç niyet etmese de, fakirler kaptıktan sonra niyet etse, mal fakirlerin elinde
bulundukça caizdir. Nitekim bunun benzerini yukarıda gördük.
Ben derim ki:
Bunu «fakirlerin kapması kendi rızası ile olursa» diye kayıtlamak gerekir.
Çünkü bâtınî mallarda vermeyi ihtiyar etmek şarttır. Nitekim bâgîler
meselesinde geçmişti. Aşağıdaki mesele de buna delâlet eder.
«O şahsı
tanırsa.» Yani alan şahsı tanırsa caiz olur. Çünkü tanımazsa meçhul şahsa mal temlik
etmiş olur ki caiz değildir. Zira bu, ibaha olur. Zekâtta şart ise, temliktir.
H A T İ M E :
Bilmiş ol ki sadakayı, kendine ve çoluk-çocuğuna yetecek miktardan artan maldan
vermek müstehaptır. Kendine yetmeyecek maldan verirse günahkâr olur. Bir kimse,
kendinin samimi tevekkülünü ve dilenmeye karşı sabredeceğini bilerek bütün
malını tasadduk etmek İsterse edebilir. Aksi takdirde caiz değildir. Başı dara
düşünce sabredemeyen kimsenin, tam kendine yetecek kadar olan nafakasından
birazını tesadduk etmesi mekruh olur. Dürerü'l-BihârŞerhi'nde böyle
denilmiştir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten naklen bildirildiğine göre, nâfile
sadaka vermek isteyen kimse için efdal olan, bütün mü'minîn ve mü'minâtı niyet
etmektir. Çünkü sadaka hepsine ulaşır; ecrinden hiçbir şey noksan edilmez.
Allah'u âlem!
METİN
«Sadaka-i fıtr»
terkibi, hükmü şartına izâfet kabilindendir. «Fıtr» kelimesi islamî bir sözdür.
«Fıtrat» kelimesi ise sonradan uydurmadır. Hattâ îrap hâtası olduğunu
söyleyenler vardır. Sadaka-i fıtrın verilmesi, zekattan önce, ramazan orucunun
farz kılındığı sene emrolunmuştur. «Peygamber (s.a.v.) bayramdan iki gün önce
hutbe okur; fitrenin verilmesini emir buyururdu.» Bunu Şumunnî söylemiştir.
İZAH
Sadaka-i fıtrın
zekâtla münasebeti, her birinin mâlî vazifelerden olmasıdır. Mebsût'ta, vücud
tertibine bakarak oruçtan sonra getirilmiştir. Burada Musannıf onu sadaka
cihetine riayet ederek zikretmiş ve sadaka olmasını tercih etmiştir. Çünkü
terkipten maksat, muzâftır. Muzâfın ileyh değildir. Bâhusus muzaf şart olursa,
maksat muzaf olur.
Sadaka-i fıtrın
hakkı, öşürden önceye alınmaktı. Çünkü o, kendisinde ibadet mânâsı olan bir
nafakadır. Bu ise onun aksinedir. Şu kadar var ki, öşür kitapla sabit olmuştur.
Sadaka-i fıtr ise haberi vâhit ile sabittir. Bununla beraber zekât
nevilerindendir.
Fıtrdan murad,
fıtr günüdür. Lügat mânâsı ile fıtr değildir. Çünkü lügat mânâsı ile fıtr (yanı
iftar), ramazanın her gecesinde olur. Sadaka-i fıtr, sevap kastı ile verilen
bir bahşiş olduğu halde ona sadaka denilmesi, kişinin doğruluğunu meydana
çıkardığı içindir. (Çünkü bu kelimenin aslı, «doğruluk» mânâsına gelen
«sıdk»tır.) Nitekim kadın hususunda erkeğin doğruluğunu meydana çıkardığı için,
«mehre» «sadak» denilmiştir. Mi'râc.
Hükümden murad,
sadakanın vâcip olmasıdır, Çünkü şer'î hüküm
budur. Vücuptan
murad da, eda etmenin vâcip olmasıdır. Zira fıtrın şart kıldığı budur. Nefsi
vücup değildir.
Bahır'da, «Bu
terkipteki izafet, bir şeyi şartına izafet kabilindendir ki mecazdır. Çünkü
hakikat, hükmü sebebine izafet etmektir, Bu sebep baştır» denilmiştir.
«Fıtr kelimesi
islâmi bir sözdür.» Fukaha onu ıstılah edinmişlerdir. Galiba bu kelime,
«yaratılış» mânâsına gelen «fıtrat»tan alınmıştır. Bahır'da Zeylâî'ye uyarak
böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa Musannıf'ın muradı «kendisine sadaka izafe
edilen fıtr -ki mahsus günün ismidir- şer'î bir lâfızdır», demektir. Yani
hâssaten bugüne «fıtr» denilmesi şer'î bir ıstılahtır. Zira orucun zıddı olan
«fıtr»ın lügâvî bir kelime olup, şeriat gelmezden önce kullanıldığı şüphesizdir.
Yahut muradı «fıtrat» kelimesidir. Nehir'de Vikâye Şerhi'nden naklen şöyle
denilmiştir: «Fıtrat kelimesi, fukahanın ve diğer ulemanın ibarelerinde
geçmektedir. Bu kelime sonradan uydurulmuştur. Hattâ bazıları onu avamın
hatalarından saymışlardır.» Yani «fıtrat» kelimesinden, «sadaka» mânâsı
kastedilmiştir. Kelimenin lügat mânâsı bu değildir. Çünkü bu mânâda
kullanılmamıştır. Gerçi Kâmus'da, «Fıtrat sadaka-i fıtr ve yaradılıştır»
denilmişse de, bazı muhakkıklar buna itiraz ederek «Sadaka-i fıtr mânâsına
almak doğru değildir; çünkü bu mânâya ancak şeriat tarafından kullanılmıştır»
demişlerdir. Kâmus sahibinin, şer'î hakikatleri, kelimelerin lügat mânâları ile
karıştırdığı çokgörülmüş ve bu Onun hatası sayılmıştır. Lakin El Mugrib adlı
lügat kitabında şöyle denilmektedir: «Muhtasar'da "fitre buğdaydan yarım
sa'dır" denilmiştir ki, bunun mânâsı sadaka-i fıtrdır. Bu tâbir Şâfiî ve
diğer ulemanın ibarelerinde mevcuttur. Ve lügat cihetinden sahihtir. Velev ki
ben elimdeki esas nüshalarda bulamamış olayım.»
Nevevî'nin Tahrîr
adındaki eserinde, «Fıtra, sonradan uydurulan bir isimdir. Galiba
"yaratılmış" mânâsına gelen "fıtraf'tan alınmış olacaktır. Ebû
Muhammed Ebherî'nin beyanına göre, mânâsı "hilkatin zekâtı" demektir.
Sanki sadaka-i fıtr bedenin zekâtıdır» denilmiştir. Kuhistâni dahi bu yoldan
yürümüştür. Onun için bazıları, sadaka-i fıtra, baş sadakası ve bedenin zekâtı
denildiğini nakletmişlerdir.
Hâsılı «fitre»
kelimesinin lügat mânâsı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Mânâsı "hilkat,
yaradılış" demektir. Söz, ancak mutlak kullanılıp da şer'î mânâsı
kastedildiği hale mahsustur. Eğer muzaf takdir etmeksizin mutlak olarak sadaka
mânâsına kullanılırsa, bu sonradan çıkma şer'i bir ıstılahtır. Muzaf takdir
edilirse, ondan murad, lügâvî mânâsıdır. Herhalde Mugrib sahibinin sahih
gördüğü bu olsa gerektir. Kelime «fıtra» değil de «fıtr» olarak kullanılırsa,
lügat mânâsı ifade ettiğinde söz yoktur. Bundan anlaşılır ki, Şârihi'n Nehir
sahibine uyarak söylediği hatalıdır.
«Sadaka-i fıtrın
verilmesi ilh...» Nuh Efendi'nin Haşiyesi'nde bu hususta şöyle denilmiştir:
«Hâsılı ramazan orucu, kıble Kâbe'ye çevrildikten sonra Şaban ayında farz
kılınmıştır. Peygamber (s.a.v.) de bayramdan iki gün önce fıtra sadakası
verilmesini emir buyurmuştur ki bu, malların zekâtı farz kılınmazdan önce idi.
Sahih olan budur. Onun içindir ki, sadaka-i fıtr zekâtla neshedilmiştir,
derler. Velev ki sahih olan bunun hilâfı olsun.»
Şumunnî'nin
söylediği hadisi Abdurrezzak, sahih bir senetle Abdullah b. Sa'lebe'den rivayet
etmiştir. Abdullah şöyle demiştir: «Rasulullah (s.a.v.) bayramdan bir veya iki
gün önce hutbe okudu da, "Buğdaydan bir sa'ı iki kişi için; yahut kuru
hurmadan veya arpadan bir sa'ı bir kişi için, hür veya köle, küçük veya büyük
her şahıs namına verin" buyurdu.» Fetih. Tahtâvî diyor ki: «Bununla. Bahır
sahibinin bayram namazları babında söyledikleri kuvvet bulmaktadır. O şöyle
demişti: Bayram gününden önceki hutbede, hatip sadaka-i fıtrın hükümlerıi beyan
etmelidir ki, halk namazgâha çıkmazdan önce fitrelerini çıkarmak imkânını bulsunlar.»
METİN
Sadaka-i fıtr,
vakti, ömür boyunca geniş olmak üzere vâcip olur. «Rasulullah (s.a.v.) sadaka-i
fıtrı farz kıldı» hadisinin mânâsı, «onu kararladı, takdir kıldı» demektir.
Çünkü bu sadakayı inkâr edenin kâfir sayılmayacağına icmâ-ı ümmet vardır.
Sadaka-i fıtrın bütün ömürde vâcip olması bizim ulemamıza göredir. Sahih olan
da budur. Bunu Bedâyı'den naklen Bahır sahibi söylemiş; ta'lilini şöyle
yapmıştır: «Bu sadakanın verilme emri, bir kavle göre zekât gibi mutlaktır.
Nitekim evvelce geçmişti.» Bir kimse ölür de, sadaka-i fıtrını mirasçısı
verirse caiz olur. Bazıları bu sadakanın aynen fitre bayramı gününe mahsus
olmak üzere vaktinin dar olduğunu söylemişlerdir. O günden sonra verilirse kaza
olur. Kemal b. Hümâm, Tahrîr adlı kitabında bu kavli ihtiyar ettiği gibi;
Tenvîrulbesâirsahibi dahi onu tercih etmiştir.
İZAH
«Farz kıldı»
hadisi, imam Şâfiî'nin istidlâline cevaptır. O Sahîhayn'daki Hz. Ömer hadisi
ile, bu sadakanın farz oldûğuna istidlâl etmiştir Çünkü o hadiste; «Rasulullah
(s.a.v.) Ramazan'da sadaka-i fıtrı, müslümanlardan her hür ve köleye -erkek
olsun, kadın olsun- kuru hurmadan bir sa', arçadan da bir sa' olmak üzere farz
kıldı» denilmiştir, Fetih.
«Takdir kıldı»
sözü, farz kelimesinin mânâlarından biridir. «Hakim nafakayı farz kıldı» derler
ki, «nafaka takdîr etti» mânâsınadır. Bu cevap Bedâyi sahibinindir.
Fethu'l-Kadîr sahibinin cevabı şudur: «Zannî delille vücup sâbit olur ve mânâda
hilâf yoktur. Çünkü Şâfiîlerin isbat ettikleri farz mânâsı "inkâr eden
kâfir olur" manâsına değildir. Binaenaleyh bizim vâcip dediğimizin
mânâsına gelir. Şu kadar var ki, onların ıstılahınca "farz" kelimesi
bizim örfümüzde "vâcibe" de şâmildir. Onları açıkladıklarına göre
dahi, sadaka-i fıtrın farz olduğunu inkâr eden kâfir olmaz. Bu gösterir ki
onlar, bizim örfümüzde "vâcip" denilen şeye "farz" adını
vermişlerdir» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki:
Şöyle de cevap verilebilir: Ashap'tan biri «şu iş farzdır» derse, bize göre
bundan «ıstılâhî farz» anlaşılır; ama bu o sözü Peygamber (s.a.v.)'den işitene
nisbetle yüzde yüzdür. Başkasına nisbetle kat'iyet bildiren bir yoldan rivayet
edilmedikçe, yüzde yüz değildir. Onun için ulema «Peygamber (s.a.v.) zamanında
vâcip yoktu» demişlerdir. Biz bunu Menâr Şerhi'nin hâşiyelerinde izah ettik.
«Sahih olan da
budur.» Metin kitaplarda bildirilen budur. Zira onlarda «Sadaka-i fıtrı önceden
veya sonradan vermek caizdir» denilmiştir.
«Bir kavle göre
zekât gibi mutlaktır.» Yani kayıtlanmamıştır. O ancak veren kimsenin fiilen
tayin etmesiyle veya ömrünün sonunda taayyün eder. Sair zamanlarda, ne vakit
verilse eda olur. Kaza sayılmaz. Ancak müstehap olan, namazgâha çıkmadan
vermektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç
bırakmayın» buyurmuştur. Bedâyi.
«Bir kimse ölür
de sadaka-i fıtrını mirasçısı verirse caiz olur.» Cevhere'de, şöyle
denilmiştir: «Sadaka-i fıtr veya kefâret; yahut nezir borcu olan kimse ölürse,
bize göre terekesinden alınmaz. Meğer ki mirasçısı teberru ehlinden olup,
mecbur edilmeksizin kendiliğinden teberru etmiş olsun. Ölen kimse vasiyet
ederse vasiyeti, malının 1/3'inden geçerli sayılır.»
Musannıf'ın
«bazıları» diyerek naklettiği söz, sahih kavlin mukabilidir ki, bunu Hasan b.
Ziyâd söylemiş, "Sadaka-i fıtrın eda zamanı, bayram gününün evvelinden
sonuna kadardır» demiştir. O gün verilmezse, Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi.
Hidâye şerhleri ile diğer kitap parada da Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi.
Hidâye şerhleri ile diğer kitaplarda da böyle denilmiştir., Kemal b. Hümâm'ın
Tahrîr adlı eserinde tercih ettiğine göre bu, vakitle mukayyet kabilindendir.
Mutlak değildir. Zira Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç
bırakmayın» buyurmuştur. O gün geçtikten sonra verilirse, kaza olur. İbn-i
Nüceym dahi Bahır isimli eserinde ona tâbi olmuş. Ancak Menâr Şerhi'nde, «Bu,
sahihin mukabilini tercihtir» demiştir.
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa, bu söz üçüncü bir kavil olup, mezhepten hariçtir. Zira günü
geçmekle kaza sayılması, «günü geçerse sâkıt olur» diyenlerin kavlinden
başkadır. Allâme Makdisî bu sözü reddederek şunları söylemiştir: «Ashâb-ı
Kiram, Peygamber (s.a.v.) zamanında sadaka-i fıtrı bayram gününden önce
verirlerdi. Bu, Onun izni ve malumatı ile yapılırdı. Nitekim bizzat Kemal b.
Hümâm dahi bunu söylemiştir. Binaenaleyh günle kayıtlanmadığına delalet eder. Zira
kayıtlansa, o günden önce verilmesi caiz olmazdı; nitekim namazda, oruçta ve
kurbanda caiz değildir.» Cevap verirken, «Bu, sebebi bulunduktan sonra, önce
vermektir ve caizdir. Nasıl ki nisaba mâlik olduktan sonra zekâtın önceden
verilmesi caiz olur» denilmiş olması, itirazı te'kîd eder. Çünkü önceden
vermenin caiz olduğunu ve vakitle mukayyet olmadığını gösterir. Zira vakitle
mukayyet olsa, sebebi bulunmuş olsa bile vakti gelmeden verilmesi caiz olmaz.
Çünkü vakit onun şartıdır. Nitekim Hacc'ın sebebi olan Kâbe mevcut olmakla
beraber, vakti gelmeden haccetmek caiz değildir. Şu da var ki, fitreyi önceden
vermeyi zekâta kıyas etmek doğru değildir. Çünkü Fetih'ten naklen beyan
edeceğimize göre, aslın hükmü kıyasa muhaliftir.
«Fakirleri
dilenmeye muhtaç bırakmayın» hadisi, bu işin müstehap olduğuna yorumlanmıştır.
Nitekim Bedây!'den naklen yukarıda arz ettiğimiz ibare dahi buna işaret
etmektedir. Zahîriyye'de, fitreyi geciktirmenin tahrîmen mekruh olmadığı
açıklanmıştır. Nehir'de de öyledir ve gelecektir. Buna delil, Peygamber
(s.a.v.)'in «Her kim sadaka-i frtrı namazdan önce verirse, makbul zekât olur;
namazdan sonra verirse, sadakalardan bir sadaka olur» hadisidir. Bu hadisi Ebû
Dâvud ve başkaları rivayet etmişlerdir. Yani sevabı azaldığı için sair sadakalardan
biri gibi olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Orada şu ifade
dahi vardır: «Bu söz, Hasan b. Ziyâd'ın kavline göre, sadaka-i fıtrın sâkıt
olduğuna delâlet etmez. Çünkü zâhirini itibara almak, namazdan sonra sadaka-i
fıtrın sâkıt olmasına yol açar. Velev ki eda o günün geri kalan kısmında olsun.
Hasan b. Ziyâd'ın kavli bu değildir. Onun kavline göre sadaka-i fıtr, namazın
geçmesel ile değil, günün geçmesi ile sâkıt olur.» nitekim yukarıda geçti.
«O günden sonra
verilirse kaza olur.» Biliyorsun ki vaktin darlığından murad, İmam Hasan'ın «o
gün geçerse sâkıt olur» sözüdür ki, bu üçüncü bir kavildir. Ben Kemâl b.
Hümam'dan başka ona kail olan görmedim. Bu kavlin sakat olduğunu da gördün.
Binaenaleyh yapılan bu tefri' (fer'î mesele) söz götürür.
METİN
Sadaka-i fıtr,
hür olan her müslümana vaciptir. Velev ki küçük çocuk veya deli olsun; hattâ
çocukla delinin velileri vermezlerse, buluğa erdikten sonra çocuğun vermesi
vâcip olur. (Ayıldıktan sonra delinin vermesi de vâciptir.) Müslüman, nisap
sahibi olacak ve bu nisap borcu, çoluk çocuğunun ihtiyaçları gibi aslî hacetten
fazla olacaktır. Velev ki üremesin. Nitekim yukarıda geçti. Bununla, yani bu
nisapla sadaka almak haram olur. Nitekim evvelce geçmişti. O kimseye, kurban
kesmek ve -râcih kavle göre- yakın akrabalarının nafakası vâcip olur. Üremenin
şart koşulmaması, sadaka-i fıtrkudreti mümekkine ile vâcip olduğu içindir.
Kudret-i
mümekkine: Mücerret fiili yapmaya imkân bulmakla vâcip olan şey. Vücup devam
etmek için bu kudretin devamı şart değildir. Çünkü hâlis şarttır.
İZAH
Sadaka-i fıtr,
hür müslümana vacip olunca, köleye ve kâfire vâcip değildir. Çünkü kölenin
temlike (milk olarak vermeye) hakkı yoktur. Kafir ise ehil değildir. Zira
sadaka-i fıtr bir kurbet ve ibadettir; küfür ona aykırıdır. Nehir. Binaenaleyh
kâfire vâcip değildir; velev ki müslüman bir kölesi veya müslüman çocuğu olsun.
Bahır.
«Velev ki küçük
çocuk veya deli olsun.» Bu hüküm, küçükle delinin malları olduğuna göredir.
Bedâyi sahibi şöyle diyor: «Akıl ve buluğa gelince: Bunlar Ebû Hanîfe ile Ebû
Yusuf'a göre vücubun şartlarından değildir. Hattâ malları varsa küçük çocukla
deliye de sadaka-i fltr vâciptir. Onların malından velileri verir. İmam
Muhammed'le Züfer'e göre ise vâcip değildir. Baba veya vasi, onların
mallarından sadaka-i fıtrı verirlerse, öderler.» şeyhayn'a göre küçük çocukta
delinin fitreleri vâcip olduğu gibi, kölelerinin fitrelerini onların
mallarından vermek dahi vâcip olur. Nitekim Hindiyye ve Bahır'da beyan
edilmiştir.
«Hattâ çocukla
delinin velileri» onların mallarından fitrelerini vermezlerse, çocuğun buluğa
erdikten sonra; delinin de ayıldığı zaman fitrelerini vermeleri vâcip olur. Bu
hususta Bedâyi'de şöyle 'denilmiştir «Zengin çocuğun fitresini velisi vermezse,
Ebû Hanîfe'yle Ebû Yusufun kaidelerine göre edası lâzımdır. Çünkü çocuk
buluğdan sonra buna kadirdir.»
Ben derim ki:
Çocukla deli, fakir olurlarsa, fitreleri kendilerine değil, nafakalarını
verenlere vâcip olur. Nitekim gelecektir. Zâhire bakılırsa, velî kendi malından
bunların fitrelerini vermezse, buluğdan ve ayıldıktan sonra çocukla delinin
vermeleri lâzım gelmez. Zira onlara vâcip olmamıştır.
«Bu nisapla
sadaka almak haram olur.» Yani vâcip olan sadakayı alamaz. Nâfile sadakaya
gelince; (alması haram değil) sadece istemesi haramdır. Adı geçen nisap, hacetine
yetecek kadarsa, alması haram değildir. Ondan sonra zikredilenlerde kendisine
vâcip olmaz.
«Yakın akraba»dan
murad, kazanmaktan âciz olan erkekler; yahut fakir kadınlardır. Bunlarla
kayıtlanması, fakir olan ebeveyni (anne babayı) çıkarmak içindir. Çünkü muhtar
kavle göre kendisi çok kazanırsa, anne babasını kendi nafakasına alır.
Şârih'in kudret'i
mümekkine tarifine itiraz olunmuş, «Bu tarif kendisinde kudret-i mümekkine şart
olan vâcibin tarifidir» denilmiştir. Tevzîh'te, kudret-i mümekkine; «Mükellefin
üzerine farz olan şeyi ekseriyetle güçlük çekmeden kendisi ile eda edebildiği
imkânın en aşağısıdır.» diye tarif edilmiş; sonra bu ifade, «sebep ve aletlerin
selâmetidir» diye açıklanmıştır. (Sebep ve aletlerin selâmetinden murad, o işi
yapmaya mâni bulunmamaktır. Meselâ abdest almak isteyen bir kimsenin, abdest
uzuvları sağlam olup su da mevcut ve abdeste mâni bir şey yoksa, o kimse sebep
ve aletler selâmette olduğu için abdest almaya kudret-i mümekkine ile
muktedirdir.)
Tevzîh sahibinin
«Ekseriyetle güçlük çekmeden» diye kayıtlaması, ulema hac meselesinde «azık
vebinek kudret-i mümekkinedendir» dedikleri içindir. Zira yiyecek ve binecek
vasıta, birer alettir ki, maksada ermek için vasıtadırlar. Bunlarsız hac etmek
dahi mümkün ise de, ekseriye büyük güçlükle olur, Nitekim Telvîh'te beyan
edilmiştir. Sadaka-i fıtrda üremeyen nisap dahi böyledir Zira onsuz da fitreyi
vermek mümkündür. Lâkin ekseriye güç olur. Telvîh sahibi diyor ki: «Bu kudret
Allah'ın bir fazla ihsanı olmak üzere, her vâcip ibadetin edası için şarttır.
Zira fiili yaparken bu kudret olmazsa, kulun mükellef sayılması imkânsızdır. Şu
halde fiilden önce sebep ve aletlerin selâmette olmasını şart koşmak Allah
tarafından bir ihsan olur.»
Bu kudretin
devamı,-ki nisaptır- burada şart değildir. Hattâ bayram sabahının fecri
doğduktan sonra ölse, fitre sakıt olmaz. Hacda malın helak olması da böyledir.
Nitekim gelecektir
METİN
Sadaka-i fıtr,
kudret-i müyessire ile vâcip olmaz. Kudret-i müyessire bir şeyin fiiline imkân
bulduktan sonra o şeyin kolaylık sıfatı ile vâcip olmasıdır. Ve o şeyi
güçlükten kolaylığa değiştirir. Onun için bu kudretin devamı şarttır. Zira
(hâlis şart değil) içinde illet mânâsı bulunan şarttır. Biz bunu, Menâr üzerine
yazdığımız derkenarda izâh ettik. Bundan sonra Musannıf, zikrettiği iki kudret
üzerine şu meseleyi tefrî etmiştir: Binaenaleyh fitre vâcip olduktan sonra,
malın helâkı ile sâkıt olmadığı gibi; hac da sâkıt olmaz. Nitekim şahitlerin
ölmesi ile nikâh bâtıl olmaz. Zekât, öşür ve haraç böyle değildir. Çünkü onlarda
kudret-i müyessirenin devamı şarttır.
İZAH
Kudret-i
müyessirenin tarifine de yukarıdaki itiraz yapılmıştır. Telvîh'te beyan
edildiği vecihle kudret-i müyessire, «Kudret-i mümekkine ile fiilin imkânı
sabit olduktan sonra kula ödeme kolaylığı icap eden şeydir.» Bu kudret,
kudret-i mümekkineden sonra ikinci derecede olmak üzere Allah'ın bir lütf-u
ikramıdır. Onun için, umumiyetle edası güç gelen mâlî vâciplerin çoğunda şart
kılınmıştır. Buna misâl, zekâttaki nemâdır. Zira zekâtı, nemâ (yani üreme)
olmaksızın da vermek mümkündür. Fakat nemâ şartı ile vermek daha kolaydır .Bu
takdirde malın aslı eksilmez. Elden çıkan sadece üreyenin bir kısmıdır.
Sonra kudret-i
mümekkine, fiili meydana getirmek için şart olunca, hâlis şart sayılır. Onda
illet mânâsı yoktur. Binaenaleyh vâcibin devamı için bu kudretin devamı da şart
değildir. Zira devam vücuttan başkadır. Vücudun şartı olan şeyin, devamın şartı
olması lâzım gelmez. Nikâhtaki şahitler gibi ki, akdin meydana gelmesi için
şart; fakat devamı için şart değildirler.
Kudret-i
müyessire bunun hilâfınadır. Çünkü o, illet mânâsında şarttır. Vacibin
sıfatını, güçlükten kolaylığa değiştirir. Zira mücerret kudret-i mümekkine ile
o fiilin vâcip olması mümkün idi. Lâkin güçlük sıfatı ile meydana gelirdi.
Kudret-i müyessire tesir ederek, onu kolaylık sıfatı ile vâcip kılmıştır.
Binaenaleyh illet olması mânâsına bakarak devamı şarttır. Hükmün devamı, bu
illetsiz mümkün değildir. Çünkü kudret-i müyessire olmaksızın kolaylık tasavvur
edilemez. Vâcip olan fiil, kolaylık sıfatı olmaksızın devam edemez. Çünkü ancak
bu sıfatla meşru olmuştur. Onun içinkudret-i müyessirenin devamı şart kılınmış;
kudret-i mümekkinenin devamı şart kılınmamıştır. Halbuki zâhire bakılırsa bunun
aksi olmalıydı. Çünkü fiil, imkânsız tasavvur olunamaz; fakat kolaylık
olmaksızın tasavvur edilebilir
«Binaenaleyh
fitre vâcip olduktan sonra malın helâkı ile sâkıt olmaz.» Çünkü kudret-i
müyessire ile değil, kudret-i mümekkine ile vâcip olmuştur. Hac dahi öyledir.
Çünkü haccın şartı olan azık ve binecek vasıta, kudret-i mümekkinedir. Zira
hacda, kudret-i müyessire ancak binecek vasıtaları, yardımcıları ve
hizmetçileri bulunmakla hâsıl olur. Bunlar ise bil ittifak şart değildir. T.
Şârih burada nikâh meselesini zikretmekle, Telvîh'ten naklettiğimiz «Kudret-i
mümekkine vâcibin başında şarttır. Devamı için şart değildir. Nitekim nikahta
şahitler böyledir ilh...» ifadesine işaret etmiştir .
«Zekât, öşür ve
haraç böyle değildir.» Çünkü bunlar, sene geçtikten sonra mal helâk olursa,
edaya imkân bulsun bulamasın sâkıt olurlar. Şeriat, vücubu, kudret-i
müyessireye bağlamıştır. Kudret-i müyessireye bağlı olan bir şey onsuz olamaz.
Bunu Tahtâvî Hamevî'den nakletmiştir. Burada kudret-i müyessire, nisap değil
üreme vasfıdır. Musannıf, «malın helâkı ile» diye kayıtlamıştır. Çünkü mal
kendiliğinden helak olmaz da istihlâk edilirse, fître sâkıt olmaz. Velev ki
kudret-i müyessire bulunmasın. Zira mal sahibini zulümden men etmek ve
fakirlerin halini gözetmek için, takdiren kudret-i müyessire mevcut farz
edilmiştir. Telvîh'te de böyle denilmiştir. Burada haraçtan murad ,harac-ı
mukâsemedir ki öşür gibidir, Zira bu haracın şartı hakikaten mal üreten yerdir.
Harac-ı muvazzaf böyle değildir. O, sırf ziraata imkân bulmakla vâcip olur.
Zimmette vâcip olduğu İçin çıkan mahsulün helâkı ile helâk olmaz. Zekâtla öşür
böyle değildir.
METİN
Sadaka-i fıtrı
-bir özürden dolayı oruç tutmasa bile- kendisi için ve fakir olan küçük çocuğu
ile, deli olan büyük çocuğu namına verir. Babalar birkaç olursa, her birinin
fitre vermesi icabeder. Bir kimse kocasına hizmet edebilecek küçük bir kızını
evlendirirse, ona fitre lâzım değildir. Baba bulunmadığı veya fakir düştüğü
zaman, dede baba gibidir. Nitekim İhtiyâr sahibi bu kavli ihtiyar etmiştir.
ÎZAH
«Sadaka-i fıtrı
kendisi için verir» sözü, fitrenin sebebini beyandır. Burada asıl olan baştır.
şüphesiz ki bu başın nafakasını veren ve ona hükmeden kendisidir. Bu manada
olup, nafakasını verdiği ve kendilerine hükmettiği kimseler de aynı
hükümdedirler. Meselenin tamamı Nehir'dedir.
«Oruç tutmasa
bile» sözü, zâhire göre, müslüman orucunu ancak bir özürden dolayı bırakacağına
binaendir. Nitekim bunun benzerini, geçmiş namazları kaza bâbında görmüştük.
Orada Musannıf, müslümana hüsnü zanda bulunmak için «terk edilen namazlar»
dememiş; «geçmiş namazları kaza» tabirini kullanmıştı. Şu halde kasten oruç
tutmasa bile, fitre vacip olur. Çünkü sebep mevcuttur. Bu sebep, nafakasını
verdiği ve kendisine hükmettiği baştır. Velev ki o başın sahibi küçük, çocuk ve
kafir köle gibi oruç tutmayanlardan olsun. Sonra Bedâyi'de bu mânâda sözler
gördüm. Orada şöyle deniliyor: «Keza ramazan ayında orucun bulunması, fitre
vâcip olmak için şart değildir. Hattâ bir kimse ihtiyarlık, hastalık veya
yolculuk sebebi ile oruç tutmasa, sadaka-i fıtr vermesi lâzım gelir. Çünkü bu
sadakayı emreden delil mutlaktır. Onda bu şart yoktur.»
Musannıf «küçük
çocuğu» sözü ile, ana karnındaki cenînden ihtiraz etmiştir. Çünkü ona çocuk
denmez. Bercendî'de dahi, böyle denilmiştir. Zira çocuk, ana karnından doğup,
ihtilâm oluncaya kadar geçen zamanda insana verilen addır. Musannıf bununla,
anneye küçük çocuklarının sadaka-i fıtrını vermek vâcip olmadığına işaret
etmiştir. Nitekim Münyetü'l-Müftî'de böyle denilmiştir. Küçük çocuğu «fakir»
diye kayıtlaması, zengin olmuş olsa sadaka-i Fıtrı kendi malından vâcip olacağı
içindir. Büyük çocuk ile deli, fakir olurlarsa, onların fitrelerini de velileri
verir. Zengin iseler, İmameyn'e göre kendi mallarından verilir. Nitekim evvelce
geçmişti.
Tatarhâniyye'de
Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bunak ile deli, küçük çocuk
mesabesindedirler. Delilik ister aslî olsun -yani deli olarak buluğa ersin-
ister ârızî olsun, fark etmez, Zâhiri mezhep budur.»
Babalar birkaç
tane olursa; meselâ iki kişi, bulma bir çocuğun babası olduklarını; yahut
müşterek câriyelerinin çocuğunu «bendedir» diye iddia ederlerse, Ebû Yusuf'a
göre her biri o çocuk namına tam bir fitre verir. Çünkü oğulluk ikisinden de
tam olarak sübut bulmuştur. Nesebin sabit olması, parçalanmayı kabul etmez.
Keza ikisinden birisi ölürse, çocuk kalanın olur.
İmam Muhammed,
«Bu iki adama bir sadaka lâzım gelir. Çünkü velî olmak hakkı ile nafaka her
ikisine aittir. Sadaka-i fıtr da öyledir. Zira o da nafaka gibi parçalanmayı
kabul eder» demiştir. O iki kişiden biri fakir olursa, İmameyn'e göre zengin
olan tam bir sadaka verir. Fetih.
Evlendirilen
küçük kızdan murad, fakir kızdır. Zira zengin olursa, evlensin evlenmesin
sadakası kendi malından verilir. H.
«Kocasına hizmet
edebilecek» ifadesini, Nehir sahibi dahi Kınye'den bu şekilde nakletmiştir.
Yine Nehir'de Hulâsa'dan naklen şöyle denilmektedir: «Küçük bir kız kocasına
teslim edilirse, fitresi babasına vâcip değildir. Çünkü nafakası babasına vâcip
değildir.» Bu ifade, meselenin iki şeyle kayıtlı olduğunu gösterir. Biri
hizmete elverişli olması, diğeri de kocasına teslim edilmesidir. Onun içindir
ki şârih nafaka bâbında, «Keza küçük zevce hizmete, yahut muhabbete elverişli
olur da kocası onu evinde bulundurursa, İmam Ebû Yusuf'a göre sadakası kocasına
vâcip olur» demiştir. Tuhfe sahibi dahi bu kavli tercih etmiştir. Hizmete
yaramazsa, nafakasının kocasına vâcip olmayacağı hususunda bu ifade açıktır.
Zahirine bakılırsa, -velev ki evinde bulundursun- onun nafakası babasına vâcip
olur.
«Ona fitre lâzım
değildir.» Yani fakir olduğu için kendi malından fitre vermesi gerekmediği
gibi; kocasının malından , vermesi dahi gerekmez. Sebebi aşağıda gelecektir.
Babasının vermesi de icabetmez. Çünkü kızın velisi de olsa, nafakası ona ait
değildir. H.
İhtiyar sahibinin
tercih ettiği kavil İmam Hasan'ın rivayetidir. Bu rivayet, kitabın sonunda
gelecek olan birkaç mesele müstesna olmak üzere «dede baba gabidir» diyen
zâhiri rivayete aykırıdır. Müstesnalardan biri bu meseledir, Fethu'l-Kadîr
sahibi dahi bunu tercih etmiştir. Çünkü sebebin vucudu tahakkuk etmiştir ki o
da, nafakasını verdiği ve mutlak surette hükmettiği baştır. Burada, «Velî
olması tam değildir, Çünkü vilayet babadan kocaya intikal etmiştir. Binaenaleyh
vasînin vilâyetigibi olur» şeklinde bir İtiraz varit olmuşsa da, bu itiraz
doğru değildir, diye reddedilmiştir. Çünkü vasi verdiği nafakayı kendi malından
vermez. Dede böyle değildir. Çocuğun malı yoksa, nafakasını baba gibi o da
kendi malından verir. Bahır sahibi bu hususta münakaşa etmiş, Ona da Makdisî
ile Nehir sahibi ret cevabı vermişlerdir. Onun için Şârih, imam Hasan'ın
rivayetini tercih etmiştir.
Ben derim ki:
Lâkin Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Baba hayatta ise, dedenin, fakir olan
torunu için sadaka-i fıtr vermesi bil ittifak lâzım değildir. Zahir rivayete
göre, baba ölmüşse hüküm yine böyledir.» Bundan anlaşılıyor ki İmam Hasan'ın
rivayeti, baba öldüğü zamana mahsustur. Lâkin Bedâyi sahibinin sözü, hilâfın
her iki meselede mevcut olmasını gerektirmektedir. Evet Fetih sahibinin
ta'lili, yalnız ölü hakkında zâhirdir.
METİN
Kişi, hizmetinde
kullandığı kölesinin fitresini dahi verir. Velev ki köle borca dalmış veya
başkası için ücretle tutulmuş; yahut rehin edilmiş olsun! Elverir ki rehin
verenin elinde borca yetecek nisap bulunsun.
Hizmeti birine,
rakabesi (şahsı) başkasına vasiyet edilen köleye gelince: Onun fitresi, ödünç,
emanet ve cinayet işleyen köle gibi, şansına mâlik olana vâciptir. Zeylâî'nin
"vacip değildir" sözü kalem hatasıdır. Fetih. Köle kâfir bile olsa,
müdebberinin ve ümmüveledinin fitresini de verir. Çünkü sebep tahakkuk
etmiştir. Sebep, nafakasını verdiği ve baktığı baştır. Karısının ve akıl bâliğ
olan büyük çocuğunun fitrelerini vermek, vâcip değildir. Ama onların izni
olmaksızın verirse, istihsanen caizdir. Çünkü âdeten izin mevcuttur. Yani aile
efradının içinde ise, âdeten izin vardır. Aile efradında dahil değilse, âdeten
izin yoktur. Bunu Muhîften naklen Kuhistânî söylemiştir. Bellenilmelidir.
İZAH
"Hizmetinde
kullandığı" diye kayıtlaması, ticaret kölesinden ihtiraz "içindir.
Zira iki defa sadaka vermek lâzım gelmesin diye, ticaret kölesi için sadaka-i
fıtr vâcip değildir. Zeylâî.
Nihâye'de şöyle
denilmiştir: «Bir kimsenin nisap miktarını doldurmayan ticaret kölesi olur da
zekât malı bulunmazsa, kölesi için sadaka-i fıtr vermesi vâcip değildir, Velev
ki tekrara müeddi olmasın. Çünkü bun da zekâtın vücubuna sebep mevcuttur
Muteber olan, hüküm değil hükmün sebebidir.» Bahır.
"Borca
yetecek nisap"tan murad, köleden başka malın nisabıdır. Çünkü köle,
hizmetinde kullanıldığı için, aslî hacetlerinden sayılır. şurunbulâliye. Böyle
olmazsa fitresini vermek kimseye lâzım gelmez. Zira rehin alan kimse, ,köle
üzerinde en çok hak sahibidir. Borçlu ile rehin verilen arasında fark şudur:
Borçluda, borç kölenin üzerinde ise, borcunu ödeyecek kadar malı bulunması şart
değildir. Rehin verilende ise, efendisinin üzerinedir. Bunu Zeylâî'den naklen
Halebî söylemiştir.
«Cinayet işleyen
köle gibi.» Yani kasten yahut hata yolu ile cinayet işleyen kölenin sadakasını
sahibi verir. Zira sahibinin milki, ancak köleyi zarar gören şahsa verirken
elinden çıkar; daha önce çıkmaz. Hâniyye. Zeylâî'nin buradaki ibaresi, «şahsı
bir insana vasiyet edilen kölenin fitresi vâcip değildir»şeklindedir Bu söze,
«kalem hatası» demektense, «kölenin hizmeti, kendisine vasiyet edilen insana,
onun fitresini vermek vâcip değildir» mânâsına yorumlamak mümkündür. Böyle
denirse, «şahsına mâlik olanın vermesi vâciptir» demeye aykırı düşmez. Sonra
gördüm ki Tahtâvî bundan bahsetmiş ve şöyle demiştir: «Zeylâî üzerine hâşiye
yazan şilbî bu sözü, vasiyeti yapan köle sahibi ölüp de, kendisine vasiyet edilen
şahsın kabul veya ret etmediği hale yorumlamıştır.»
«Köle kâfir bile
olsa» sözü, erkek olsun kadın olsun müdebbere şâmil olduğu gibi; ümmüvelede
dahi şâmildir. Çünkü kâfir câriyeyi -kitabiye olmasa bile- döl almak için
ayırmak caizdir. Zira Mecûsî câriyenin cimai helâl olmamasından, döl almak için
ayırmanın sahih olmaması lâzım gelmez. Bu ortak câriye gibidir.
Araştırılmalıdır. Bunu Halebî söylemiştir.
«Sebep,
nafakasını verdiği ve baktığı baştır.» Yani vâcip, kâmil ve mutlak olan
nafakasını verdiği baştır. Vâcip kaydı ile, Allah rızası için nafakasını
verdiği ecnebî tariften hariç kaldığı gibi; kâmil kaydı ile ortak, köle; mutlak
kaydı ile de zevce hariç kalır. Çünkü onun nafakası, nikâh işleri yolunda
gitsin diye zaruridir. Onun içindir ki, ilâç gibi ikinci derecedeki
masraflarını ödemek kocasına vâcip değildir. H. Baktığı baştan murad,
nafakasını vermektir. Nikâh sureti ile kendi idaresi altına almak değildir.
Binaenaleyh kocası amcası çocuğu ise, onunla itiraz edilemez. Zira onun
vilayeti, nikâh vilayetidir. H.
Bir kimsenin,
karısı namına fitre vermesi vâcip değildir. Çünkü nafakasını vermesi ve ona
bakması kusurludur. Karı koca haklarından başka hususta, kocası karısına hakim
değildir. Kadının zaruri olan nafakasından başka, tedavi ücreti gibi masraflarını
ödemesi vâcip değildir. Büyük çocuğu, aile efradı arasında ve kötürüm bile
olsa, fitresini vermek babasına vâcip değildir. Çünkü onun üzerinde vilayeti
kalmamıştır.
Şârih
«Akil-baliğ» sözüyle, bunak ve deliden ihtiraz etmiştir. Böyle sinin hükmü, küçük
çocuk gibidir. Zâhirî rivayete göre, velev ki deliliği ârızî (yani sonradan
meydana gelmiş) olsun. Ama delilik buluğa erdikten sonra ârız olmuşsa, İmam
Muhammed onu aklı başındaki büyük insan gibi saymıştır. Çünkü buluğa ermekle,
babasının vilayeti kalmamıştır. Şârih bu sözü ile, babanın fitresinin oğluna
vâcip olmadığına da işaret etmiştir. Velev ki ailesi efradı içinde bulunsun.
Ancak fakir ve deli olursa, fitresini vermesi vâcip olur. Nîtekim Bahır ve
Nehir'de beyan edilmiştir. Şârih bu sözü ile, babanın fitresinin oğluna vâcip
olmadığına da oluğuna işaret edilerek) naklolunmuştur. Hâniyye sahibi ise onu
Şâfiî'ye nisbet etmiştir. Lâkin Seffâr'ın Câmîinde vâcip olduğuna icmâ
nakledilmiş; buna illet olarak da, vilayet ile nafakanın her ikisinin bulunması
gösterilmiştir. Bu söz açıktır.
Karısı ile büyük
çocuğunun izinleri olmaksızın fitrelerini verirse, istihsasen caizdir. Bahır
sahibi şöyle diyor: «Zahîriyye'nin ibaresinden anlaşıldığına göre, karısı ve
çocuğu diye kayıtlamadan bir kimse aile efradı arasında bulunanların emri
olmaksızın fitresini verse, mutlak surette caiz olur.» Bu istihsanen caizdir
ki, fetva da buna göredir. Hâniyye.
Şârih «çünkü
âdeten izin mevcuttur» sözü ile, hükmen niyetin mevcut olduğunu
anlatmakistemiştir. Aksi takdirde (niyet lâzımdır) Bedâyi'de açıklandığına göre
niyetsiz fitre caiz değildir.
METİN
Kaçan kölesi ile,
esir edilen ve hacredilen mağsup kölesi için de -beyyinesi yoksa- sadaka-i fıtr
vermesi vâcip değildir. Hulâsa. Kaçak kölenin geçmiş fitresi, ancak dönüp
geldikten sonra vâcip olur. Mükâtebinin fitresi dahi vâcip değildir. Keza
mükâtebin kendisine de vâcip değildir. Çünkü mükâtebin elindeki mal
efendisinindir. Müşterek köleler için dahi fitre vâcip değildir. Meğer ki köle
iki kişi arasında ortak olup, hizmetinden nöbetleşe istifade etsinler. Bu
takdirde, fitrenin zamanı birinin nöbetinde gelirse, bir kavle göre vâcip olur.
Köle muhayyerlikle satılırsa, vücup tevakkuf eder (durur) Fitre günü geçer de,
muhayyerlik devam ederse, köleye sahip olanın fitresini vermesi lâzım gelir.
İZAH
Kaçan kölenin
fitresinin lâzım gelmemesi; halen ona velî olmadığı içindir. T. Esir edilenin
fitresi ise, elinden ve tasarrufundan çıktığı içindir. Bu köle mükâtebe benzer.
Bahır.
Ben derim ki:
Esir edilen köle kın (yani hâlis köle) ise, ehl-i harp düşman ona mâlik olur ve
sahibinin milkinden çıkar. Müdebber ile ümmüveled böyle değildir (onlar
sahibinin milkinde kalırlar).
"Beyyinesi
yoksa fitresini vermesi vâcip değildir." Zekât bahsinde geçen düzeltmeye
göre, beyyinesi olsa bile fitresi vâcip olmamak gerekir. Çünkü her hâkim
adaletle iş görmez ve her beyyine makbul değildir. T.
«Kaçak kölenin
geçmiş fitresi, ancak dönüp geldikten sonra vacip olur.» Zâhire bakılırsa, gasp
edilenle esir edilenin hükmü de budur. H.
Ben derim ki: Bu
hüküm, köleye düşman mâlik olmadığına göredir. Dönüp gelen kölelerin, geçmiş
seneleri için sadaka-i fıtr vâcip olur. Rahmetî diyor ki: «Ulema, yeri unutulan
gömülü malda, geçmiş seneler için zekât farz, olmadığını söylemişlerdir.
Nitekim yukarıda geçmişti. İkisinin arasındaki farka bakmalıdır!»
«Mükâtebin
elindeki mal efendisinindir.» Onun hakiki milki yoktur. Zira üzerinde bir
dirhem borcu kaldığı müddetçe o köledir. Kölenin ise milki yoktur. Bedâyi.
«Müşterek köleler
için dahi fitre vâcip değildir.» Çünkü her iki ortak hakkında, nafaka ve
velayet hakkı noksandır. Bu kavil İmam-ı Âzam'ındır. İmameyn'e göre her ortak
kendine düşen başın fitresini verir. Küsurun fitresi verilmez. Nitekim
Hidâye'de beyan edilmiştir. Köleler dört ise, her ortak iki kölenin fitresini
verir. Köleler üç ise, ikisinin fitresi verilir; üçüncünün verilmez. Muhît
sahibi, İmam Ebû Yusuf'u, Ebû Hanîfe ile beraber göstermiştir. Esah olan da
budur. Nitekim Hakâyık ve Fetih'te böyle denilmiştir.
El-Musaffâ'da,
«Bu hüküm, hizmet köleleri hakkındadır. Ticaret köleleri hakkında bil ittifak
fitre vâcip değildir» denilmiştir. Yani bir malda iki hak bir araya gelmemesi
için, demek istemiştir.
«Fitrenin
zamanı»nından murad, vücup vaktidir ki, bayram günü fecrin doğmasıdır.
«Bir kavle göre
vâcip olur.» Bundan murad, zayıf bir kavildir. Nitekim bazı nüshalarda açıkça
beyan edilmiştir. Çünkü bu kavil umumiyetle kitapların metin ve şerhlerine
muhaliftir. Rahmetî.
Ben derim ki: Bu
fer'î meseleyi Mecmâ Şerhi ile Dürerü'l-Bihar Şerhi, Hakâyık'tan naklen kaydetmiştir.
Zayıflığının vechi, velâyetin eksik olmasıdır. Buna delil, ortaklardan birinin
o köleyi evlendirmemesidir. Nafaka eksikliği de vardır. Çünkü kölenin nafakası
iki ortak arasında müşterektir. Kısmet bahsinde görüleceği vecihle, iki
ortaktan her biri, kendisine hizmet eden kölenin nafakasını vermeye ittifak
etseler, istihsanen caiz olur. Elbise meselesi bunun hilâfınadır. Yani yiyecek
meselesinde âdetan müsamaha vardır. Giyecekte müsamaha yoktur.
«Vücup tevakkuf
eder.» Çünkü milk ve velayet tevakkuf etmiştir; onların üzerine bina edilen de
tevakkuf eder. Bahır. Muhayyerlik, satıcıya yahut müşteriye veya her ikisine
ait olabilir. Çünkü milk sallantıdadır. Muhayyerlik olmasa da bayram günü
geçtikten sonra köleyi teslim alsa, fitre müşteriye vâcip olur. Teslim almazdan
önce köle ölürse, fitre hiçbirine vâcip olmaz. Müşteri köleyi teslim almazdan
önce kusur veya görme muhayyerliği ile geri çevirse, fitre satıcıya vâcip olur.
Teslim aldıktan sonra çevirirse, müşteriye ait olur. Hâniyye. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Fitre günü
geçerse ilh...» ifadesine şöyle itiraz olunmuştur: «Fitre gününün geçmesi şart
değildir. Kifâye'de beyan edildiğine göre, fecr doğduğu anda muhayyerliğin
bulunması kâfidir.» Onun için İnâye sahibi, «Bu söz küllü ıtlak; cüzü irâde kabilindendir»
demiştir. (Yani "Bir şeyin bütününü söyleyip cüz'ünü kastetmek kabilinden
mecaz-ı mürseldir", demek istemiştir. Buna misal «parmaklarını kulaklarına
tıkadı» sözüdür. Kulaklara tıkanan bütün parmaklar değil, parmakların
uçlarıdır. Parmaklarını denilmiş, bunların cüzleri olan uçları kastedilmiştir.)
METİN
Sadaka-i fıtr,
buğdaydan veya unundan yahut kavutundan, kuru üzümden yarım sâ verilir. İmameyn
kuru üzümü kuru hurma hükmünde tutmuşlardır. Bu kavil İmam-ı Âzam'dan da
rivayet olunmuştur. Behens'î ile başkaları bu kavli sahih bulmuşlardır. Hakâyık
ile Burhan'dan naklen Şurunbulâliye'de «bununla fetva verilir» denilmiştir.
Kuru hurmadan ve arpadan bir sâ verilir. Velev ki kötü olsun, Nassan
bildirilmeyen darı ve ekmek gibi şeylerde kıymete itibar olunur. Muteber olan
sâ, 1040 dirhem burçak veya mercimek alan kaptır.
İZAH
Buğdayın unu ile
kavutunda, ihtiyaten miktar ve kıymete itibar etmek evlâdır. Velev ki bazı
hadislerde «un» diye açıklanmış olsun. Hidâye. Çünkü bu hadisin senetlerinde
Süleyman b. Erkam vardır ki, hadisi metruktur (Onun hadisi ile amel edilmez).
Binaenaleyh ihtiyata riayet ederek yarım sâ buğday unu, yahut bir sâ arpa unu
vermek vâcip olur. Ancak buğday ununun yarım sâ buğdaya; arpa ununun bir sâ
arpaya müsâvi olmaları şarttır
«İmameyn, kuru
üzümü kuru hurma hükmünde tutmuşlardır.» Yani her ikisinde birer sâ vermek
icabeder. «Behensî Mültekâ Şerhi'nde bu kavli sahih bulmuştur.» Maksat, sahih
olduğunu rivayet etmesidir. Yoksa Behensî tashih eshabından (yani sahihi sakîmi
birbirinden ayıracak tercihsahiplerinden) değildir.
Bahır sahibi
diyor ki: «Bu kavli Ebu'l-Yusr sahih bulmuş, Muhakkık İbn-i Hümâm
Fethü'I-Kadîr'de onu delil cihetinden tercih etmiştir.»
Nikâye Şerhi'nde,
«Evla olan, kuru üzümde miktar ve kıymete itibar etmektir» denilmiştir. Yani
yarım sâ kuru üzüm, kıymet itibariyle yarım sâ buğdaya müsavi olmalıdır. Tâ ki
miktar cihetinden sahih olmazsa, buğdayın kıymeti cihetinden sahih olsun. Lâkin
buna şöyle itiraz edilmiştir: Kuru üzümden bir sâ verileceği sahih hadiste nâssan
bildirilmiştir. Binaenaleyh onda kıymete itibar edilemez. Nitekim gelecektir.
Arpanın unu ve kavutu arpa gibidir. Nehîr.
«Velev ki kötü
olsun.» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Musannıf yarım sâ ile bir sâ'ı mutlak
söylemiş, "iyisinden" diye kayıtlamamıştır. Çünkü yarım sâ kötü arpa
verse caiz olur. Bozulmuşunu veya kusurlusunu verirse, noksanını öder. Kötü
arpanın kıymetini verirse, fazlasını öder. Zahîriyye'de böyle denilmiştir.»
Hâşiye yazarlarından birinin Zeylâî Haşiyesi'nden naklettiğine göre, verilen
buğday arpa ile karışık olursa bakılır: Arpa fazla olursa bir sâ; buğday fazla
olursa yarım sâ vermesi icabeder.
Nâssan
bildirilmeyen şeyler hakkında Bedayi'de şöyle denilmiştir «Nâssan bildirilen
şeylerin kıymet itibariyle birbirinin yerine verilmesi caiz değildir. İster
verdiği bedel aslın cinsinden olsun; isterse başka cinsten olsun fark etmez.
Binaenaleyh kıymet itibariyle buğday yerine buğday vermek -meselâ orta cins bir
sâ buğdayın yerine, iyi cins yarım sâ buğday vermek - caiz olmadığı gibi, kıymet
itibariyle buğdayın yerine buğdaydan başka bir şey vermek de caiz değildir.
Yarım sâ buğday kıymetinde olan yarım sâ kuru hurmayı buğdayın yerine vermek
caiz değildir. Verilen hurma, hurma yerine geçer; sahibine de geri kalanını
tamamlamak düşer. Çünkü kıymet ancak nâssan bildirilmeyen şeylerde muteberdir.»
TEMBİH: Bize göre
nâssan bildirilen şeylerde, bir cinsi başka cinsten tamamlamak caizdir.
Bahır'da Nazm'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse yarım sa arpa ve yarım
sâ kuru hurma; yahut yarım sâ kuru hurma ve bir batman buğday veya yarım sâ
arpa, çeyrek sâ buğday verse caiz olur. Şâfiî buna muhaliftir.»
«Darı ve ekmek
gibi şeylerde kıymete itibar olunur.» Sahih kavle göre, ekmeği ancak kıymet
itibariyle Vermek caizdir. Çünkü kendinin verilmesi nâssan bildirilmemiştir.
Binaenaleyh nâssan bildirilmeyen darı vesair hububat ile peynir gibidir. Bahır.
Bilmiş ol ki bir
sâ dört müd, bir müd iki rıtıl, bir rıtıl yarım batman, bir batman dirhem
hesabı ile 260 dirhem, istâr hesabı ile 40'tır. İstâr dirhemle hesaplanırsa 6.5
dirhem; miskalle hesap edilirse 4,5 miskaldir. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle
denilmiştir.
Müdd ile batman
müsavi olup, her biri iki Irak rıtlının çeyrek sâ'ıdır. Bir rıtıl 130
dirhemdir. Zeylâî ile Fetih'te beyan edildiğine göre, sâ hakkında ihtilâf
edilmiştir. Tarafeyn «Irak rıtlı ile sekiz rıtıldır» demişler; imam Ebu Yusuf
ise beş rıtıl 1/3 olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre ortada hilâf yoktur.
Çünkü Ebû Yusuf sâ'ı Medîne rıtlı ile takdir etmiştir ki 30 istâr eder. Irak
rıtlı 20'dir. Irak rıtlıhınsekizini Medîne rıtlının 5 1/3'ü ile
karşılaştırırsan, birbirlerine müsavi olduğunu görürsün. Böyle demek daha
münasiptir. Çünkü İmam Muhammed, Ebû Yusuf'un muhalif olduğundan
bahsetmemiştir. Muhalif olsa bahsederdi. Çünkü Onun mezhebini en iyi bilen İmam
Muhammed'dir. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
Sonra bilmiş ol
ki şer'î dirhem 14 kırattır. Şimdi örfî dirhem ise 16 kırattır. Bir sâ 1040
şer'î dirhem edince, örfî dirhemle 910 olur. şârih'in, Mültekâ Şerhi'nin
mahsulün zekâtı bâbında açıkladığına göre, Şam rıtIı 600 dirhemdir. Şam müddü
de iki sâ'dır. Bu izaha göre, Şam rıtlı ile bir sâ bir buçuk rıtıl ettiği gibi;
müd dahi üç rıtıl eder. Ve buğdaydan yarım sâ, Şam müddünün çeyreği olur.
Binaenaleyh Şam müddü dört kişi namına yeter.
Ben bu meselenin,
üstadımızın üstadı İbrahim Sâihâni ile yine üstatlarımızın üstadı Molla Ali
Türkmânî'nin el yazıları ile yazıldığını gördüm. Bu zevata uymak kâfidir. Lâkin
ben 1226 yılında yarım sâ'ı inceledim ve onun 1 2/3 semîne olduğunu gördüm.
(Semîne 1/8 dır). Şu halde aşağı yukarı silme olarak çeyrek müd eder. Bu,
yukarıda söylediklerimize aykırı değildir. Çünkü bizim zamanımızın müddü eski
müdden daha büyüktür. Rıtıl da öyledir. Çünkü şimdi rıtıl 700 dirhemden
fazladır. Bu hüküm, sa'ı, burçak ve mercimekle takdir ettiğimize göredir.
Buğday veya arpa ile takdir edersek - ki yakında görüleceği vecihle bu daha
ihtiyatlıdır - yarım sâ bundan fazladır. Binaenaleyh ihtiyat olan, iyi
buğdaydan tam olarak bir çeyrek şam müddü vermektir. Allah'u a'lem!
Tahtâvi diyor ki:
«Üstatlardan biri, yarım sa'ı, Mısır tası il 1 1/6 olarak takdir etmiştir.»
Defrî'nin, 1 1/3 tas olarak takdir ettiği rivayet olunur. Buna göre, Mısır'ın
çeyrek tası, üç kişi için kâfidir.
METİN
Musannıf'ın sâ'ı
burçak ve mercimekle takdir etmesi, ölçek ve tartıda müsavi oldukları içindir.
Kıymeti yani dirhemleri vermek müftabih mezhebe göre o şeyin aynını vermekten
daha iyidir. Bunu Cevhere ile Zahîriyye'den naklen Bahır rivayet etmiştir.
İZAH
Musannıf'ın, sâ'ı
burçakla mercimeğin hangisinden olursa olsun takdir etmesi, her iki nevi tartı
ve ölçek itibariyle müsavi geldikleri içindir. Çünkü bunların taneleri ağırlık
ve büyüklük itibariyle birbirinden farklı değildirler. 1040 dirhem gelen
burçağı bir kaba doldurur da, sonra kabı başka bir burçaktan doldurursan,
ikisinin ağırlığı da bir gelir. Çünkü burçakla burçak arasında fark yoktur.
Aynı tecrübeyi mercimekle yapsan netice yine budur. Bunlardan başka zahîreler,
meselâ buğday böyle değildir. Çünkü bazı buğday diğerinden daha ağır gelir ve
böylece ölçeğin tartısı değişir. Onun için Musannıf sâ'ı burçak veya mercimekle
takdir etmiştir. Binaenaleyh nâssan bildirilen şeylerden fitre vermek isteyen
için, tartışma bakmaksızın bu sabit bir ölçek olur. Çünkü bu ölçekle, meselâ
arpa ölçsen, sonra tarttığında tartısı 1040 dirhemi bulmaz. Tartı itibara
alınsaydı. 1040 dirhem arpa atan bir kab, bu miktar burçak veya mercimek alan
kabdan daha büyük olması gerekirdi. Ulema sâ'ı bu iki şeyle itibara
almışlardır. Şu halde başka zahîrelerde tartının asla itibara alınmadığı
anlaşılır. Buna Zahîre'nin şu sözü de delildir: «Tahâvî sâ'ın ölçeği tartısı
müsavi sekiz rıtılolduğunu söylemiştir. Bunun mânâsı, mercimekle burçak ölçek
ve tartı itibariyle müsavîdir demektir. Hattâ bundan sekiz rıtıl tartarak bir
sâ'a konsa, eksik ziyade olmaz. Başka hububatın tartısı bazen ölçeğinden daha
fazla olur. Nitekim arpa böyledir. Bazen de bunun aksine olur. Tuz böyledir.
Bir ölçek sekiz rıtıl mercimek ve burçak alırsa, o arpa, kuru hurma ve buğdayın
ölçüldüğü sâ'dır.»
Fetih'te dahi buna
benzer sözler söylenmiş, sonra Fetih sahibi şöyle devam etmiştir: «Bu izahatla
sâ'ı ölçek ve tartı yönünden takdir hususundaki hilâf ortadan kalkar.» Hilâftan
muradı, bundan önce söyledikleridir. Bundan önce şöyle demiştir .«Ebû Hanîfe'ye
göre, buğdaydan tartı bakımından yarım sâ itibar edilir. Çünkü ulema sâ
hakkında sekiz rıtıl mıdır yoksa 5 1/3 ıtıl mıdır, diye ihtilâf edince, bunun
tartı itibariyle olacağında ittifak etmişlerdir. İbn-i Rüstem'in İmam
Muhammed'den rivayetine göre itibar sadece ölçeğedir. Hattâ bir kimse dört
rıtıl verse caiz değildir. Çünkü buğdayın ağır olup yarım sâ'ı doldurmaması
mümkündür.» Bu söylenenlerle hilâfın ortadan kalkması teemmül götürür. Çünkü
Ebû Hanîfe'ye göre, yarım sâ tartı ile itibara almaktan hatıra gelen, buğday ve
benzeri gibi şeylerin tartısı itibar edilmektir. Bunu, burçak ve mercimekle
itibar ettiği hatıra gelmez.
Zahire göre sâ'ın
mercimek ve burçakla itibar edilmesi, İmam Muhammed'in rivayetine göredir. Ve
hilâf mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Sadrü'ş-Şeria Vikaye şerhi'nde iyi
buğdaydan bir sâ sekiz rıtıl takdir etmenin daha ihtiyat olduğunu söylemiştir.
Çünkü burçakla takdir edilirse daha küçük olur, sekiz rıtıl buğday almaz. Çünkü
burçak buğdaydan daha ağırdır. Buğday da arpadan ağırdır. Şu halde burçaktan sekiz
rıtıl ile dolan bir kap, iyi buğdaydan sekiz rıtıldan daha az ile dolar.
Ben derim ki:
Bununla, sâ'ı ölçek ve tartı hesabı ile ele alan her iki rivayete göre, kişi
yakînen (yani yüzdeyüz) borcundan kurtulmuş olur. Onun için daha ihtiyat
sayılmıştır. Lâkin bu izaha göre arpa ile takdir etmek daha ihtiyatlıdır. Onun
için hâşiye yazarlarından biri Muhammed Emîn Mirpanî'nin Zeylaî Hâşiyesi'nden
naklen, «Bizim Mekke'nin harem-i şerîfindeki ulemamız ve daha önce onların
üstatlarının verdikleri fetvaya göre sâ, arpadan sekiz rıtıl ile takdir edilir.
Herhalde bu yüzdeyüz borçtan kurtulmak için ihtiyata riayet etmelerindendir.
Zira Serahsî'nin Mebsut'unda ibadetler bâbında, ihtiyata riayet etmenin vâcip
olduğu kaydedilmiştir.» Bununla takdir edilirse, bir sâ (kap) mercimek ve
buğdaydan sekiz rıtıl alır ve mutlaka artar. Aksi bunun hilâfınadır. Onun için
sâ'ı arpa ile takdir etmek daha ihtiyatlıdır.
Musannıf «kıymeti
vermek» sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh buğdayın ve diğer hububatın
kıymetlerine şâmildir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten
naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse buğdayın veya arpanın; yahut kuru hurmanın
kıymetini vermek isterse, Şeyhayn'a göre bu üç şeyin hangisinin kıymetini
isterse verebilir. İmam Muhammed yalnız buğdayın kıymetini vereceğini
söylemiştir.»
Şârih'in «yani
dirhemleri» sözü, çok defa 'kıymetten murad, 'dirhem' olduğu zannını verir.
Halbuki kıymet bazen madeni paralardan ve eşyadan olur. Nitekim Bedâyi ile
Cevhere'de beyan edilmiştir. İhtimal ki şârih kıymet itibariyle verilmek
istenilirse, dirhem verilmesinin daha makbul olduğunu beyan için Zeylâî'ye
uyarak sadece dirhemleri söylemekle yetinmiştir. Çünkü kıymetin daha makbul
olmasındaki illet, fakirin hacetini görmeye daha yardımcı olmasıdır, İhtimal ki
fakir meselâ buğdaydan başkasına - elbise vesaire gibi şeylere - muhtaçtır.
Eşya vermek böyle değildir. Bu izaha göre dirhemden murad, dinara (altına) da
şâmildir.
«Müftâbih mezhebe
göre» sözünün mukabili Muzmerât'ta beyan edilendir. Orada, «Şiddet ve sıkıntı
günlerinde olsun olmasın bütün hallerde buğday vermek efdaldir. Çünkü bunda
sünnete uymak vardır. Fetva buna göredir.» denilmiştir. Minah. Demek ki fetva
muhteliftir. T.
METİN
Bu bolluk
zamanına göredir. Darlık zamanında ise o şeyin aynını vermek efdaldir. Nitekim
bu cihet gizli değildir. Sadaka-i fıtr fecrin doğması ile vâcip olur. Fecrden
daha önce ölen veya fecrden sonra doğan yahut müslüman olan kimse için sadaka-i
fıtr vâcip değildir. Peygamber (s.a.v.)'in emri ve fiili ile amel etmiş olmak
için, fitreyi bayram sabahı fecr doğduktan sonra namazgâha çıkmadan ayırmak
müstehaptır. Ama bayram gününden önce veya sonra eda edilmesi dahi zekâta kıyas
ederek caizdir. Sebep mevcuttur. Çünkü sebep baştır. Birincide yani evvel
vermek meselesinde ramazanın girmiş olması şarttır. Sahih olan kavil budur.
Bununla fetva verilir. Cevhere'de ve Zâhiriyye'den naklen Bahır'da böyle
denilmiştir.
İZAH
«Bu» yani kıymeti
vermenin daha makbul olması bolluk zamanında dır.
«Nitekim bu cihet
gizli değildir» sözü, bunun Şarih tarafından yapılma bir inceleme olduğu
zannını veriyor. Halbuki aynı sözü Tatarhaniyye sahibi Muhammed b. Seleme'ye
nisbet etmiş, Nehir sahibi de, «Bu güzeldir» demiştir.
Sadaka-i fıtr
bize göre ikinci fecrin doğmasıyla; Şâfiî'ye göre ise ramazanın son gününde
güneşin batması ile vâcip olur. Bedâyi. Fecrden evvel ölen veya sonra doğan
kimselere sadaka-i fıtr vâcip değildir. Çünkü fıtrın vâcip olduğu anda ehil
değildirler. Nehir. Fecrden önce fakir düşer, yahut fecrden sonra zengin olursa
hüküm yine budur. Nitekim Hindiyye'de beyan edilmiştir.
Zekâta kıyas
meselesine Fetih sahibi itiraz etmiş ve şunları söylemiştir: «Burada aslın
hükmü kıyasa muhalifdir. Binaenaleyh bu asla kıyas edilemez. Çünkü önce vermek,
her ne kadar sebep bulunduktan sonra olsa da, henüz vâcip olmadan vermektir»
Bahır sahibi buna cevaben, «Fitre, fark eden bir şey yok mânâsına zekât
gibidir. Yoksa bu bir kıyas değildir» demiştir. Ama bu cevap söz götürür. En
iyisi Buhâri hadisi ile istidlâl etmektir. O hadiste, «Ashab fitreyi bir veya
iki gün evvelinden verirlerdi» denilmiştir.
Fetih sahibi
diyor ki: «Bu hüküm Peygamber (s.a.v.)'e gizli kalan şeylerden değildir.
Bilâkis bunun mutlaka sâbık bir izinle yapılmış olması gerekir. Zira bir şeyin
vâcip olmadan sâkıt olması, akıl ermeyen hususattandır. Binaenaleyh Ashab'ın
fitreyi önceden vermeleri, ancak Rasulullah (s.a.v.)'den işittiklerine
hamlolunur.»
METİM
Lâkin umumiyetle
metin ve şerhlerinde fitrenin önce verilmesi mutlak surette sahih kabul
edilmiştir. Bu kavli birçok ulema sahihlemiş. Nehir sahibi dahi onu tercih
etmiş; Valvalciye'den naklen bunun zâhiri rivayet olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki:
Binaenaleyh mezhep budur.
Her şahsın
fitresini bir veya birkaç fakire vermesi caizdir. Ekseri ulemanın kavli budur.
Valvalciye, Hâniyye, Bedâyi ve Muhit sahipleri kesinlikle buna kail olmuş;
Zeylâî dahi zıhar bahsinde hilâf zikretmeksizin bunlara uymuştur. Burhan sahibi
de bu kavli sahih kabul etmiştir. Şu halde mezhep bu olmuştur. Nitekim zekâtı
ayrı ayrı kimselere dağıtmak da böyledir.
«Fakirleri bugün
dilenmekten müstâğni kılın» hadisindeki emir nedb içindir. Bunun evla olduğunu
ifade eder. Onun için Zahîriyye'de, «Fitreyi geciktirmek tahrîmen mekruh
değildir» denilmiştir. Nitekim bir cemaatın sadakalarını bir fakire vermeleri
hilâfsız caizdir. Yani buradaki hilafa itimat edilmez. Kocası «benim fitremi de
ver» dediği zaman, karısı onun izni olmaksızın kendî buğdayı ile onun buğdayını
karıştırır ve bir fakire verirse, kadını namına caiz, erkek namına caiz
değildir. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle İmam-ı Âzam'a göre karışmak istihlâk
sayılır ve sahibinin hakkını iptal eder. İmameyn'e göre ise iptal etmez; kocası
razı olursa caizdir. Zahîriyye.
İZAH
Bahır'da
nakledildiğine göre buradaki sahih kavil hakkında ihtilâf edilmiştir. Bahır
sahibi diyor ki: «Lâkin ayın girmesi ile kayıtlanması kuvvet bulmuştur. Çünkü
fetva buna göredir. Amel de onâ göre oluversin.» Nehir sahibi onun nakillerine
muhalefet etmiş, Hidâye'ye uymayı daha evlâ görmüştür.
Şurunbulâliye'de,
«Ben derim ki: Metin ve şerhlerdeki ifade ile amel dahi bunu te'yid eder.
Hakikaten Hidâye sahibinin sahih kabul ettiği kavil Kâfî, Tebyîn, Hidâye
şerhleri, Burhan ve İbn-i Kemal Paşanın eserinde mevcuttur. Bezzâziye'de sahih
kavle göre, birkaç senenin fitresini önceden vermenin sahih olduğu
kaydedilmiştir. Bunu Hasan b. Ziyâd İmam-ı Âzam'dan rivayet etmiştir» deniliyor
.Muhit'te de böyle denilmiştir.
Ben derim ki:
Meselede sahih kabul edilen iki kavil olduğuna göre, müftü bunların hangisi ile
amel edeceği hususunda şaşırır. Meğer ki birisini tercih ettirecek bir delil
buluna. Meselâ zâhir-i rivayet olur, yahut metin ve şerh yazanlar veya ulemanın
ekserisi tercih etmiş bulunursa, o kaville amel olunur. Nitekim kitabın başında
izah etmiştik. Burada bu tercih sebeplerinin hepsi toplanmıştır. Çünkü mutlak
zikredilmiştir. Binaenaleyh bundan dönülemez. Musannıf, mezhebe göre bir
fitrenin bir veya birkaç fakire verilmesinin caiz olduğunu «şu halde mezhep bu
olmuştur» sözü ile ifade etmiştir. Bahır sahibi dahi Zeylâî'nin ve
Fethu'l-Kadîr'in, «Mezhebe göre caiz değildir. Caiz olduğunu söyleyen sadece
Kerhî'dir.» ifadelerini ret için aynı şeyi söylemiştir. Bunu Allâme Nuh Efendi
dahi reddetmiş, Mesele aksinedir. Çünkü caiz görmeyenler azlık, caiz görenler
çokluktur. itimat çokluğun kavlinedir» demiştir.
Buradaki fakirler
hadisini "Dârakutnî, İbn-i Adiyy ve Ulûtulhadis namındaki kitabında Hâkim
ibn-i Ömer (r.a.)'dan, «Bugün de fakirleri dolaşmaktan müstağni kılın» şeklinde
rivayet etmişlerdir. Nuh. Bu ifade, «Dilenmekten müstağni kılmak, ancak toptan
vermekle olur. Bu da Rasulullah (s.a.v.)'in emri ile amel etmiş olmak için
vâciptir.» diyenlerin sözüne cevaptır.
Cevabın izahı
şudur: «Emir, vücüp değil nedib bildirmektedir. Aksi takdirde fitreyi önceden
ve sonradan vermek caiz olmazdı. İşte bu, mezkûr emrin burada nedib ifade
ettiğine karinedir. Aksine hareket etmek, tahrîmen değil tenzîhen mekruh olur.
Bu cevaptan şu anlaşılır ki fitreyi birkaç fakire vermek, onu geciktirmek gibi
tenzîhen mekruhtur. Meğer ki aralarında fark yapılarak, "Herkes fitresini
bayram gününden sonraya bırakırsa fakirleri dilenmekten müstağni kılmak asla
mümkün olmaz. Ayrı ayrı fakirlere vermek böyle değildir. Çünkü mecmuu
itibariyle müstağni kılmak mevcuttur." denile. Nitekim Kerhî bunu böyle
illetlendirmiştir. Binaenaleyh nedib emrine muhalif değildir. Çünkü o fertlere
değil mecmuuna emirdir. Buna karîne, çoluk çocuk sahibi olan bir fakirin, bir
kişinin fitresiyle dilenmekten müstağni kalamamasıdır. Böyle sini müstağni
kılmak bir kişiye emredilemez. Gerçi Bahır'da, «Tahkike göre kişi fitresini
geciktirmekle eda değil kaza etmiş olur. Binaenaleyh günahkâr olur. "Buna
delil hadistir» denilmiştir. Bahır sahibi bu hususta Fetih sahibine uymuştur.
Ama bu bâbın başında biz, tercih edilen kavlin bunun hilâfı olduğunu kaydetmiştik.
«Yani buradaki
hilafa itimat edilmez.» Bu söz Musannıf'ın Bahır sahibine uyarak «hilâfsız
caizdir» ifadesini düzeltmek içindir. Yani hilafsız sözünden murad, hususi
hilâf yoktur demektir. Çünkü Mevahiburrahman'da her iki meselede hilaf olduğu
açıklanmış; «Bir fakirin bir cemaattan fitre alması, bir kişinin birkaç fakire
fitre vermesi, bu iki meseledeki sahih kavle göre caizdir» denilmiştir.
Ben derim ki:
Galiba buradaki hilâfın yeri, bir cemaat fitrelerini, karıştırıp da bir fakire
vermeleridir. Ama her biri yalnız başına fitresini bir fakire verirse, caiz
olup olmadığında hilâf bulunması ihtimalden uzaktır.
«Kocası
"benim fitremi ver" diye emrederse ilah...» ifadesinden anlaşılıyor
ki, kadın onun fitresini izni olmaksızın verirse caiz değildir. Bunu Ebussud'dan
naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Karısı onun izni
olmaksızın karıştırırsa ilh...» Kocası namına geçerli değildir. Fakat izni ile
karıştırırsa, karıştırmakla kadın o buğdaya mâlik olamayacağından, fitre erkek
namına geçerli olur. T. izni olmadığı zaman geçerli olmaması, kadına kendi
malından fitre vermesini emrettiği içindir. Halbuki kadın kocasının izni
olmaksızın onun buğdayını kendi buğdayı ile karıştırınca, o buğdaya mâlik olur.
Artık onu fakire vermesi teberrudur ve kocasının buğdayını ödemesi lâzım gelir.
Ben derim ki:
«Karısının yaptığını kocası geçerli saymazsa» yahut «delâleten izin bulunmazsa»
diye kayıtlamak gerekir. Çünkü Tatarhâniyye'nin zekât bahsinde şöyle
denilmektedir: «İki kişi bir adama, zekâtlarını versin, diye para verirler de;
o da bu paraları karıştırdıktan sonra verirse öder, Meğer ki izin yenilenmiş
yahut her iki para sahibi onun yaptığını geçerli saymış veya
delâletenkarıştırmaya izin bulunmuş olsun. Nitekim buğday sahiplerinin arasında
buğday paralarının karıştırılmasına izan vermek âdet olmuştur. Keza değirmenci
müşterilerinin buğdayını karıştırırsa öder. Bundan ancak örfen karıştırmaya
izin olan yer müstesnadır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Kocası razı
olursa caizdir.» Yani onun namına da caiz olur. Şârih evvelâ "kocası
emrederse" dediğine göre, burada "razı olursa" diye kayıtlamaya
hacet yoktur. Ancak, «Şârih caiz olduğuna işaret etmiştir. Velev ki baştan emir
bulunmasın» denilirse iş değişir. Lâkin kocasının razı olması caiz sayılabilmek
için, buğdayın fakirin elinde bulunması mutlaka lâzımdır. Tatarhâniyye'de şöyle
deniliyor: «Bakkalî'ye sadaka-i fıtr için başkasının zahîresini tesadduk edenin
hükmü sorulmuş da; "Sahibinin geçerli saymasına bağlıdır. Bu takdirde,
zahîrenin aynı mevcut olması vesaire gibi şartlarına riayet edilir. Geçerli
saymazsa öder" demiştir.» Yine Tatarhâniyye'nin dokuzuncu faslında Tahâvî
Şerhi'nden naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse kendi malını başkasının emri
olmaksızın onun namına tasadduk ederse, kendi namına caiz olur. Velev ki o
şahıs geçerli saysın. O şahsın malını tasadduk ederse, geçerli saydığı mal da
mevcut olduğu takdirde, onun namına caizdir. Mal helâk olmuşsa, teberru eden
namına caiz olur.»
METİN
Bunun aksi
olursa, Nehir sahibi, "Ben bunun cevabını görmedim" demiştir.
Yukarıda geçen ifade gereğince, kadın geçerli saymasa bile her ikisi namına
caiz olmalıdır. Hükümet reisi sadaka-i fıtr toplamak için memur göndermez.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunu yapmamıştır. Bedâyi.
Verilecek yerler
itibariyle ve bütün hallerde sadaka-i fıtr zekât gibidir. Yalnız zımmîye
(gayr-ı müslime) vermenin caiz olması hususunda bir de malın helakı ile sükut
etmemekte ondan ayrılır. Bunlar yukarıda geçmişti. Bir kimse sadaka-i fıtrını
kölesinin karısına verse caiz olur. Velev ki nafakası kendisine ait olsun. Bunu
Şehid Umdetülfetevâ'da kaydetmiştir.
Hatîme: İslâm'ın
vâcipleri yedidir.Bunlar; fitre, yakın akrabanın nafakası,vitir namazı, kurban
kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve karının kocasına hizmet
etmesidir. Haddâdî.
İZAH
Bunun aksinden
murad, "fitremi ver" diye karının kocasına emretmesi ve onun da her
ikisinin buğdaylarını birbirine karıştırmasıdır. T.
«Yukarıda geçen
ifade gereğince her ikisi namına caiz olmalıdır.» Geçen ifadeden murad, «Kocası
karısının izni olmaksızın onun fitresini verirse istihsanen caiz olur. Çünkü
âdeten izin vardır» sözüdür. Bu ifade, bir kimsenin kendi malından, karısı
namına fitre vermenin caiz olduğunu gösterir. Buradaki meselemizde kadının
buğdayını kendi buğdayı ile karıştırınca buğday kendi milki olur. Ve hem
kendisi hem karısı namına caizdir. Tatarhâniyye'de ve diğer kitaplarda bunun
benzeri vardır. Orada şöyle denilmiştir: «Bir adamın çocukları ve karısı
bulunur da, her biri için buğdayı ölçerek sadaka-i fitrelerini vermek ister.
Sonra bunları bir araya toplayarak hepsinin fitresiniyeti ile bir fakire
verirse, hepsi namına caiz olur.»
Ben derim ki:
Lakin burada şöyle bir itiraz yapılabilir. Kadının kendi malından buğdayı
kocasına vermesi, fitreyi kendi malından vermek istediğine karinedir. Tâ ki sadakanın
faziletine nail olsun. Bu ise âdeten onun fitresini kocasının malından
vermesine izin saymaya aykırıdır. Binaenaleyh maksadı bu ise caiz olmamak
gerekir.
TEMBİH:
Tatarhâniyye'den naklettiğimiz ibare, fitreleri bir araya toplamanın caiz
olduğuna delildir. Fitreleri verirken kadının fitresinden başkalarını birer
birer ayırması lâzım gelmez. Lâkin evvelâ ayırmak şart mıdır değil midir?
Dikkat etmelidir!.. Hattâ bir Şam Müddü'nü birden dört kişi namına vermesi
kâfidir ve buğdayı ölçerse, sözü vaki-i beyan olur. Ben bunu görmedim; maksat
hasıl olmak için ikincisi gerekir. Şurada da aynı şey söylenir: «Bir kimse
kendisi ve çoluk çocuğu namına buğdayın kıymetini vermek isterse, en ihtiyatlı
hareket her fitreyi ayırmaktır. Meselede açık bir nakil bulununcaya kadar bu
şekilde hareket etmelidir. Allah'u âlem!»
«Hükümet reisi
sadaka-i fıtr toplamak İçin memur göndermez.» Gerçi sahih bir hadiste Peygamber
(s.a.v.)'in Ebû Hureyre'yi sadaka-i fıtr memuru tayin ettiği beyan olunmuştur.
EbÛ Hureyre (r.a.) getirenin sadakasını kabul eder; kimsenin ayağına gitmezmiş.
Rahmetî.
Ben derim ki: O
halde murad, "zekât memuru gibi bizzat kabileler arasında dolaşan memur
göndermez". demek olur. Binaenaleyh hadisdeki beyana aykırı düşmez.
Sadaka-i fıtr,
sadaka âyetinde bildirilen yerlere verilir. Yalnız anlaşıldığına göre, zengin
olan zekat memuruna verilmez. Aralarında doğum itibariyle yakınlık olanlara,
karı kocaya, zengine, Hâşimî'ye ve benzerlerine verilemez. Bunlar zekata ehil
olanlar bâbında geçmişti. Biz sadaka verilen kimsenin nasıl olursa efdal
sayılacağını da bildirmiştik.
Şârih «bütün
hallerde» demişse de, maksat mutlak surette her yönden bütün haller değildir.
Çünkü hallerin birtakım şartları vardır ki bunlar diğerlerinde bulunmaz. Çünkü
zekâtta sene geçmesi, üreyen nisap, akıl ve baliğ olmak şarttır. Sadaka-i
fıtrda bunların hiçbiri şart değildir. İmdi verme hallerinde murad, niyet ve
temlik şart koşulmaksızın sadakanın ehlini bulmaktır. Sadece mübah kılmak kâfi
değildir. Bedâyi. Benim anladığım budur.
FER-İ MESELE:
Kendilerine zekât verilecek kimseler hakkında Tatarhâniyye'den naklen şöyle
demiştik: «Bir kimse fitresini sahur için kendilerini uyandıran davulcuya verse
caizdir. Şu kadar var ki en ihtiyatlı ve şüpheden en uzak hareket, ona evvelâ
ekmek parçaları hediye etmek, sonra buğdayı vermektir»
Zımmîye fitre
vermenin caiz olması hususunda Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bu, caiz fakat
mekruhtur. Şâfiî ile Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre caiz değildir.» Hâvî'den
naklen fetvanın Ebû Yusuf kavline göre olduğunu evvelce arz etmiştik. Bu
hususta söz geçmişti.
«Bunlar yukarda
geçmişti.» Birinci mesele zekât verilecek kimseler bâbında; ikincisi de bu
bâbda geçmişti. H.
«Velev ki
nafakası kendisine ait olsun.» Yani teberru suretiyle verdiği ve onu da çoluk
çocuğundansaydığı cihetle bunu iltizam, ettiği için olsun. Aksi takdirde o
kadının nafakası kocasına aittir. Onun için nafakası uğrunda karısının onu
satmaya hakkı vardır. Şöyle denilebilir: Nafaka hükmen kölenin efendisine
aittir. Çünkü köle onun milkidir. Karısı bu köleyi nafakası için satma hakkına
mâlik olunca, sanki nafakası efendisinin malından vâcip olmuş gibidir.
«İslâm'ın
vâcipleri yedidir» sözünü Cevhere sahibi İmam Mahbûbî'ye nisbet etmiştir. Usûlü
fıkıhta tekerrür etmiş bir kaidedir ki, adedin (sayının) mefhumu yoktur. Yahut
mânâ, "bu yedi şey İslam'ın vâciplerindendir, demektir. Herhalde bunların
birtakım hususiyetleri vardır ki sair vâcipler aarasında bu hususiyetlerde
müşterek olmuşlardır. Binaenaleyh Tahtâvî'nin itirazı varit değildir. O şöyle demiştir:
"Eğer bu vâciplerin meşhur olanlarını kasketti ise; sözünü kabul
etmiyoruz. Çünkü bayram namazları ile cemaatı vesaire yi zikretmemiştir. Mutlak
olarak vâcibi kasdetti ise, namaz, hacc ve diğer ibadetlerde sayısız vâcipler
vardır"
şârih'in vâcipten
muradı, kadının kocasına hizmeti gibi diyaneten vâcip olan şeylerle; vitr
namazı gibi amelî farzlara şâmildir. Umreyi vâciplerden sayması, bazıları onun
vacip olduğunu söyledikleri içindir. Bu hususta sahih kabul edilen kavil
hakkındaki ihtilâf ileride gelecektir. Allah'u alem!