Kütübü Sitte

 

AHZAB SÛRESİ

 

ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]إنَّ زَيْدَ بْنَ حَارِثَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ مَوْلَى رسولِ اللّهِ # مَا كُنَّا نَدْعُوهُ إَّ زَيْدَ ابْن مُحَمَّدٍ حَتَّى نَزلَ الْقُرآنُ: ادْعُوهُمْ Œبَائِهِمْ اŒية[. أخرجه الشيخان والترمذى .

 

1. (740)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın azadlısı olan Zeyd İbnu Hârise'ye sadece Zeyd İbnu Muhammed diye sesleniyorduk. Bu davranışımız, "Onları babalarına  nisbet ederek çağırın.." (Ahzâb, 5) mealindeki ayet ininceye kadar devam etti." [Buhârî, Tefsir, Ahzâb 2; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 62, (2425); Tirmizî, Tefsir, Ahzâb (3207).] [1]

 

AÇIKLAMA:

 

Zeyd İbnu Hârise cahiliye devrinde esir edilmişti. Kendisini Hakim İbnu Hizâm, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri Hz. Hatice için satın almış, Hz. Hatice de onu (radıyallahu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bağışlayıp hibe etmişti. Zeyd Peygamberimize risaletten önce hibe edildiği vakit sekiz yaşlarında bir çocuktu.

Babası, oğlu Zeyd'in, Mekke'de ve Abdulmuttalib'in torunu Muhammed'in yanında olduğu haberini alınca kardeşini de alarak, kölelikten kurtarmak üzere Mekke'ye gelir. Kendilerini tanıtarak çocuklarını satın almak istediklerini belirtirler. Fazla para istememesini, kolaylık göstermesini istirham ederler.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ben size iyiliğin daha fazlasını yapacağım. Zeyd'i çağırıp, onu muhayyer bırakacağım, sizi tercih ederse sizden para almaksızın bağışlayacağım. Ama beni tercih ederse o zaman veremem" der.

Çağırırlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"- Bunları tanıyor musun?" diye sorar.

"- Evet, biri babam, diğeri amcam!" der Zeyd. Peygamber Efendimiz:

"- İşte, sana olan davranışımı öğrendin. Ben veya babandan birimizi seçmekte serbestsin" der. Zeyd:

"- Ben onları istemiyorum. Ve sana hiç kimseyi tercih etmem!"  deyince,  amcası ve babası bir tuhaf olup:

"- Yazık  sana ey Zeyd, köleliği hürriyete ve ailene tercih mi ediyorsun?" derler: Zeyd:

"- Evet, der ben bu zatta öyle bir şey gördüm ki, onu ebediyen hiçbir şeye değişmem, bu mümkün değil!" cevabını verir.

Zeyd (radıyallahu anh)'in bu tavrından son derece memnun kalan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onu Ka'be'nin avlusuna (Hicr) götürür ve:

"- Ey hazır bulunanlar! Şahid olun. Şu Zeyd, bundan böyle benim oğlumdur. O bana ben de ona vârisleriz!" der.

Bu durumu gören baba ve amcanın gönülleri hoş olur. Gözleri arkada kalmadan memleketlerine dönerler.

İşte bu vak'adan sonra Zeyd, Zeyd İbnu Muhammed diye anılır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Eymen'i, Zeyd'e nikâhladı. Bu evlilikten Üsame (radıyallahu anh) doğdu. Resûlullah , Zeyd'i ve oğlu Üsame'yi çok severdi. Onları ailesinin parçaları bilirdi.  Muhacirleri, Medinelilerle kardeşlediği zaman Resûlullah, Zeyd'i amcası Hamza'ya kardeş kılmıştı. Hz. Aişe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yola çıkardığı askerî birliğe Zeyd de katılmışsa mutlaka Zeyd'i komutan yaptığını belirtir ve ilave eder:

- Eğer hayatta kalsaydı onu kendine halef yapardı.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Suriye'ye ordu çıkardığı zaman Zeyd'i komutan yapar ve:

"- Zeyd şehid olursa, yerine Cafer, o da şehid olursa Abdullah İbnu Ravâha komutan olacak" der. Dediği gibi, Zeyd bu seferde Mûta'da, hicretin sekizinci yılında şehid düşer.

Kur'an-ı Kerim'de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından hiç kimsenin ismi geçmezken Zeyd'in ismi zikredilir. Bu onun için büyük bir şereftir. Ayrıca kölelerden ilk Müslüman olan kimse olarak da mümtaz bir fazilete sahiptir. Başkalarının ıttılaı zor olan bir kısım dahilî ahvâle esrar-ı nübüvvete şahid olmuş bulunması tabiidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Cibril (aleyhisselam)'in abdest ve namazı ilk defa öğretişi ile alâkalı rivayet, Hz. Zeyd (radıyallahu anh) tarafından nakledilmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan rivayetine göre, Cebrail (aleyhi'sselam) kendisine gelip abdest ve namazı öğretmiş,  abdesti tamamlayınca bir avuç su  alarak ferci üzerine serpmiştir."

Şu halde sadedinde olduğumuz âyet-i kerime,  kişileri çağırırken öz babalarına nisbet etmeyi emretmiş olmaktadır. Şüphesiz üvey babası veya efendisine nisbetle isimlenip çağırılmakta Zeyd (radıyallahu anh) tek örnek değildir. Salim Mevla Ebu Huzayfe'nin durumu da Zeyd'e benzeyenlerden biri idi. Onunla ilgili bir kısım gelişmeler de rivayet edilmiştir.

Öyle ise bu âyet-i kerime, kurulmakta olan İslâm cemiyetinin içtimâî reformlarından birini gerçekleştirmiş, Zeyd örneğinde, kana dayanan akrabalık bağlarının diğer itibarî ve akde dayanan akrabalık bağlarından ayrılmasını gerçekleştirmiştir. Bunun sonucu olarak "hakiki anne"nin, "hakki baba"nın "hakiki evlad"ın ayrı ayrı tarif edildiklerini görmekteyiz:

1. KAN AKRABALIGI: (Kan sebebiyle) akraba olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine, mü'minler ve muhacirlerden daha yakındırlar" (Ahzâb 6).

2. HAKİKİ ANNE: "İçinizde kadınlarını zıhâr yapanlar (annelerine benzeterek haram sayanlar)  bilsinler ki, karıları anneleri değildir. Anneleri ancak, onları doğuranlardır" (Mücâdile, 2).

3. HAKİKİ BABA: Bu meseleye gösterilecek örnek, Zeyd (radıyallahu anh)'le ilgili vahiydir: "Muhammed içinizden herhangi bir erkeğin babası değildir." (Ahzab 40). Bu âyet geldiği zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a "baba" diye hitap edebilecek erkek evlâdı mevcut değildi. Sadece Zeyd (radıyallahu anh)  bu hitabı kullanıyordu. Ayet, bu hitabın gerçek babalık ifade etmeyip, hükmî bir değer taşıdığını belirtmiş oldu.

4. HAKİKİ EVLAD: Bu da Zeyd'le ilgili olarak gelmiştir: "(Allah) evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerinizdir. Allah gerçeği söylemiştir, doğru yola  O eriştirir. Evlâtlıkları babalarına nisbet ederek  çağırın. Bu, Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o takdirde, onları dinde kardeşleriniz ve dostlarınız (mevâliniz) kabul edin" (Ahzab, 4-5).[2]

 

ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رَسُول اللّه # قال: مَا مِنْ مُؤمِنٍ إَّ وَأَنَا أوْلَى النَّاسِ بِهِ في الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ، اقْرَءُوا إنْ شِئْتُمْ: النَّبِىُّ أوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أنْفُسِهِمْ اŒية، فَأيُّمَا مُؤْمِنٍ تَرَكَ مَاً فَلْتَرِثْهُ عَصَبَتُهُ مَنْ كانُوا، وَإنْ تَرَكَ دَيْناً أوْ ضِيَاعاً فَلْيَأتِِنِى فَأنَا مَوَْهُ[. أخرجه الشيخان»الضِّيَاعُ« العيال .

 

2. (741)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Ben her mü'mine, mutlaka, dünya ve ahirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz (bu hususla ilgili olan) şu âyeti okuyun: "O peygamber, mü'minlere öz nefislerinden evladır. Zevceleri, mü'minlerin analarıdır..." (Ahzâb 6). Hangi mü'min (vefatında) bir mal bırakırsa vârisleri (asabı) ona varis olsunlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım." [Buhârî, Tefsir, Ahzâb 1, Kefâlet 5, İstikrâz 11, Nafakât 15, Ferâiz 4,  15, 25; Müslim, Ferâiz 14, (1619).][3]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın her mü'mine herkesten fazla  yakın olduğunu, öyle ki, borçlu olarak ölecek olsa ve ödeyecek malı da bulunmasa onu ödeme işinin kendine terettüp edeceğini, bakıma muhtaç himâyesiz bir kimseyi bıraksa onun da himaye işinin kendine terettüp ettiğini belirtiyor.

Halbuki, yine Buharî'nin Kefalet bölümünde şu meâlde bir hadis geçmektedir: "Bir kimse borçlu olarak ölünce, cenâze namazını kıldırıvermesi istenince:

- Borcunu ödeyecek mal bıraktı mı? diye sorar, "Evet bıraktı!"  denirse üzerine namaz kılar, "bırakmadı" denilecek olursa:

- Kardeşinizin namazını siz kıldırın! der; cenazeye katılmazdı. Cenab-ı Hak fetihler nasib ettikten sonra:

- Ben mü'minlere, kendi nefislerinden daha yakınım... buyurdu.

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) maddî yönden güçsüz iken mü'minlere borç yapmama hususunda manevî bir baskıda bulunmuş, cenaze namazını kıldırmamıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazından mahrum olma korkusunun mü'min ruhlarda nasıl bir endişe ve manevî baskı yapacağı açık bir durumdur. Bu hâl maddî imkânların dar olduğu devrede bütün cemiyeti karşılığı olmayan borca girme israfından korumuş olmalıdır. Ancak fetihlerden sonra bu tavrın kalkması, maddî bolluğun gelmesi sebebiyledir.

Bu tatbikat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a has bir  vecibe midir, yoksa O'ndan sonra devlet sorumluluğunu üzerine alan herkese şâmil midir? meselesi münâkaşa edilmiştir. Râcih görüş, bu vecibenin devam etmesidir. Ancak, ödeme emirin şahsî malından değil, devlet hazinesinden yapılır. Ancak İbnu Battal gibi bazı âlimler bu ödeme işini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî malından teberru şeklinde yaptığını nakletmişlerdir. Açıktır ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teberru şeklinde borç ödemiş idiyse, kendisinden sonraki devlet sorumlularına borç ödemek bir vecibe olmaktan çıkar."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) borçlu ölenin borcunu ödemeye mecbur mu idi, bu ona bir vecibe mi idi?" diye de soru sorulmuş ve şöyle denmiştir:

"Kim borç bırakmışsa ödemesi bana aittir" hadisi, borçlu ölenin namazını kıldırmama prensibini neshetmiştir. "Ödemesi bana aittir" sözü "Allah'ın, ganimet ve sadakalardan ona nasib ettiği hissesinden ödemek bana aittir" demektir.

Mâna böyle olunca, Müslümanların sorumluluğunu alan kimselere, borçlu olarak ölen kimselere aynı şekilde davranmaları bir vecibe olur. Ödemeyecek olursa günahkâr duruma düşer, yeter ki, ölen kişinin beytü'lmâldeki hissesi, üzerindeki borcu ödeyecek miktarda olsun... İbnu Battal devamla der ki:

"İmam, borçlu adına ölenin borcunu ödemezse, bu kişi borcu sebebiyle cennete girmekten alıkonamaz. Zira, borcu, beytü'lmaldaki hissesinden fazla olmadığı müddetçe,  beytü'lmaldan -üzerindeki borç miktarınca- alacaklı durumundadır."

İbnu Hacer der ki: "Böyle bir kimsenin durumu mukâsa'ya (kısaslaşma) kalır. Yani bu kimse, aynı anda hem borçlu hem alacaklı olan kimse gibidir. Böyleleri sıratı geçtikten sonra cennetle ateş arasında köprünün nihâyetinde tevkif edilirler. Haklar burada alınır verilir. Borçtan temizlenenlere cennete giriş izni verilir."[4]

 

ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]مَا جَعَلَ اللّهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ في جَوْفِهِ. قَالَ: قَامَ نَبِىُّ اللّهِ يَوْماً لِيُصَلِّى فَخَطَرَ خَطْرَةً؛ فقَالَ المُنَافِقُونَ الَّذِينَ يُصَلُّونَ مَعَهُ: أَ تَرَى أنَّ لَهُ قَلْبَيْنِ قَلباً مَعَكُمْ وَقَلْباً مَعَهُمْ فَنَزَلَتْ[. أخرجه الترمذى .

 

3. (742)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmadı..." (Ahzâb, 4) meâlindeki âyet hakkında şunu söylerdi: "Bir gün, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılmak için kalkmıştı, namazda bir hata yaptı. Cemaatte onunla namaz kılan münafıklar derhal: "Bakın, bunun iki kalbi var, bunlardan biri sizinle, biri onlarla (Ashabıyla)" dediler. İşte onların bu sözü üzerine bu âyet nazil oldu." [Tirmizî, Tefsir, Ahzâb, (3197).][5]

 

AÇIKLAMA:

 

Âlimler, ayetten kastedilen murad hususunda ihtilâf etmiştir. Bir kısmı: "Bununla "Muhammed çifte kalblidir" diyen münafıkları tekzib etmek kastedilmiştir. Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkındaki bu yakıştırma ve yalanları reddedilmiş oldu" demiştir ve İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın yukarıdaki rivayetini kaydetmiştir.

Bazıları: "Bununla, Kureyş'ten iki kalpli olduğunu iddia eden bir adamın kastedildiğini" söylemiştir. Belirtildiği üzere bu herif: "Benim iki kalbim var. Her şeyi onlarla bilirim. Bunlar Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in tek kalbinden efdaldir" iddiasında bulunmuştur. Ayet bunu reddediyor" demiştir.

Bazıları: "Bununla Zeyd İbnu Harise'yi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in evlat edinmiş olması sebebiyle, onu kastederek bir misâl olsun diye böyle söylendiğini ileri sürmüştür.

Âyeti, Elmalılı merhum şöyle açıklar: "Allah, bir adam için içinde iki kalp yapmamıştır. Hiçbir kimseye iki vicdan verilmemiştir, hiçbir adam kalbinde bire iki demez, hakkın birliğinin şahidi olan bu kalb ve vicdan birliği her duygunun ve her bilginin en esâslı kanunudur. Mantıkın tasaduk ve tenâkuz kanunları bunun fer'idir. Bu olmasa idi insan kendini tanıyamazdı."

Hatırlatalım ki, burada kalb kelimesi vücuddaki kan dolaşımının merkezi olan maddî kalb değildir. Aksine şahsiyet, manevî varlık, ruhî bütünlüktür.[6]

 

ـ4ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها في قوله تعالى: ]إذْ جَاءُوكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ أسْفَلَ مِنْكُمْ اŒيةَ. قَالَتْ كانَ ذلِكَ يَوْمَ الْخَندَقِ[. أخرجه الشيخان .

 

4. (743)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), "O vakit onlar hem üstünüzden, hem altınızdan size gelmişlerdi. O zaman gözler yılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı ve siz Allah'a karşı türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler imtihana uğratılmıştı. Şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı..." (Ahzâb, 10-11) mealindeki âyet hakkında: "Bu, Hendek Savaşı ile ilgilidir" demiştir. [Buhari, Meğâzî 29, Müslim'deki yeri bulunamamıştır.][7]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Aişe, âyette  tasvir edilen fevkalâde zorlu ve buhranlı günlerle Hendek Savaşı'nın anlatıldığını belirtiyor. Ayette görüldüğü üzere, Müslümanlar dörtbir taraftan sarılmış olarak çetin günler geçirmişler, Allah hakkında değişik zanlara düşmüşlerdir.

İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın açıklamasına göre, ayette geçen "üstünüzden... gelmişlerdi"den maksad Uyeyne İbnu Hısn komutasındaki düşman kuvvetleridir. "Altınızdan... gelmişlerdi"den maksad da Ebu Süfyân İbnu Harb komutasındaki düşman kuvvetleriydi.

İbnu İshak onların geliş tarzını şöyle açıklar: Ebû Süfyan komutasındaki Kureyşliler, on bin kişilik kuvvetle sel yataklarının birleşme yerine indiler. Bu kuvvetler arasında Kureyşî kabilelerden başka Benî Kinâne ve Tihâmeliler de vardı. Uyeyne İbnu Hısn, Gatafan ve bunlara katılan Necidlilerle birlikte Bâbu Nu'mân denilen yerde Uhud'a geldi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar bunlara karşı çıktı. Üç bin kişilik kuvvet, arkalarını dağa verdiler. Düşmanla aralarında hendek vardı. Kadınları ve çocukları ütm (denen müstahkem duvarlarla çevrili şatovarî bina)lara yerleştirdiler. Huyey İbnu Ahtab Müslümanların müttefiki olan Yahudi Benî Kureyza'ya gelerek onları ihânet hususunda ikna etti. Bu ihanet haberi gelince Müslümanların durumu çok daha kritik bir hal aldı. Öyle ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) düşmanın bir kısmını saf dışı edebilmek için Medine hurma mahsulünün üçte birini vermek şartıyla Uyeyne İbnu Hısn'la anlaşma yolunu araştırdı. Fakat Medineliler kabul etmediler.Bu savaş sırasında münafıklar bir başka başağrısı oldular. En kritik anlarda "evlerimiz avrettir, müdafaasızdır" deyip, izin isteyerek cepheyi bırakıyorlardı..."[8]

 

ـ5ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَرَى هذِهِ اŒيةَ نَزَلَتْ في عَمّى أنَسِ ابْنِ النَّضْرِ: مِنَ الْمُؤمِنينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّهَ عَلَيْهِ[. أخرجه الشيخان .

 

5. (744)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz şu ayeti amcam Enes İbnu'n-Nadr hakkında indi biliyorduk. (meâlen): "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice  erler var. İşte onların kimi adağını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar  hiçbir suretle (ahidlerini) değiştirmediler." (Ahzâb 23). [Buharî, Tefsir, Ahzâb 3; Müslim, İmâret 148 (1903); Tirmizî, Tefsir, Ahzâb (3198-3199).][9]

 

AÇIKLAMA:

 

Enes İbnu'n-Nadr, görüldüğü gibi Hz. Enes İbnu Mâlik'in amcasıdır. Uhud'da şehid düşmüştür. Bu zat (radıyallahu anh) Bedr Gazvesi'ne katılamadığı için fevkalâde üzülmüş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek: "Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Cenab-ı Hakk müşriklerle savaşmak müyesser ederse  ne yapacağımı da görecektir!" der. Âyet-i kerimede temas edilen ahid bu olabilir. Nitekim Uhud günü Müslümanlar dağılınca: "Ya Rabbi şunların (Müslümanların) yaptıklarından özür diliyorum" diyerek ileri atılır, önüne Sa'd İbnu Muâz (radıyallahu anh) çıkar. O'na:

"- Ey Sa'd işte cennet, Enes'in Rabbine yemin olsun, Uhud'un önünde kokusunu hissediyorum" der ve atılır.

Sa'd İbnu Muaz: "Ben onun yaptığını  yapamadım" der.

Enes (radıyallahu anh) der ki: "Biz onun cesedi üzerinde seksen küsur yara saydık. Bir kısmı kılıç darbesi, bir kısmı ok yarası, bazısı da mızrak dürtüsüydü. Amcam öldürülmüş, bir de müşrikler tarafından hakareten sağı solu, şurası burası koparılmış, tanınmayacak halde idi. Kızkardeşi Rübeyyi' Bintu'n-Nadr onu parmaklarından tanıyabildi.."

Âyet-i kerime'nin övgüsüne mazhar bu kahraman sahabi (radıyallahu anh)'nin bir menkibesi de şöyle:

Yukarıda adı geçen Rübeyyi' bir komşusu kadının dişini kırar. Mağdur taraf kısas talebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracaat ederler. Resûlullah kısasa  hükmeder. Enes İbnu'n-Nadr: "Hayır vallahi kızkardeşimin dişini kırmayacaksınız, ey Allah'ın Resulü!" diye itiraz eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), "Allah'ın emri kısastır"  der. Bu sırada mağdur taraf erş'e (maddî bedel)  razı olurlar ve diş kısasen kırılmayıp, maddî bir tazminat ödenir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'ın öyle kulları var ki, yemin etse, Allah onu tebrie eder, (yemininde hanis kılmaz)" buyurur.[10]

 

ـ6ـ وعن أمّ عمارة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]قُلْتُ يَا رسُولَ اللّهِ مَا أرَى كُلَّ شَئٍ إَّ لِلرِّجَالِ، وَمَا أرَى النِّسَاءَ يُذْكَرْنَ بِشَئٍ فَنَزَلَتْ: إنَّ الْمُسْلِمينَ وَالْمُسْلِمَاتِ اŒية[. أخرجه الترمذى .

 

6. (745)- Ümmü Umâre (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü, dedim, her şeyi erkekler için görüyorum. Hiçbir şekilde kadınların zikredildiğini görmüyorum." Bunun üzerine şu âyet indi. (meâlen): "Doğrusu, erkek ve kadın Müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar, doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır" (Ahzab,35). [Tirmizî, Tefsir,Ahzâb (3209).][11]

 

ـ7ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]لَوْ كَانَ رسولُ اللّه # كَاتماً شَيْئاً مِنَ الْوَحْىِ لَكَتَمَ هذِهِ اŒيةَ: وَإذْ تَقُولُ لِلَّذِى أنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِ. يَعْنِى: بِا“سْمِ؛ وَأنْعَمْتَ عَلَيْهِ. بِالْعِتْقِ: أمْسِكْ عَلَيكَ زَوْجَكَ إلى قَوْلِهِ وَكَانَ أمْرُ اللّه مَفْعُوً؛ وَإنَّ رسُول اللّهِ # لَمَّا تَزَوَّجَهَا قالُوا: تَزَوَّجَ حَلِيلَةَ ابْنِهِ. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: مَا كَانَ مُحَمَّدٌ أبَا أحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رسُول اللّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ. وَكَانَ رسولَ اللّه # تَبَنَّاهُ وَهُوَ صَغِيرٌ فَلَبِثَ حَتَّى صَارَ رَجًُ يُقَالُ لَهُ زَيْدُ ابْنُ مُحَمَّدٍ. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: ادْعُوهُمْ Œبَائِهِمْ اŒية. فَُنُ ابْنُ فَُنٍ، وَفَُنُ أخُو فَُنٍ[. أخرجه الترمذى وصححه .

 

7. (746)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) demiştir ki: "Eğer Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi şu âyeti gizlerdi: "(Habibim) hatırla o zamanı ki; Allah'ın kendisine -İslâm'la- nimet verdiği ve senin de yine kendisine lütufta bulunduğun zâta sen: "Zevceni uhdende tut. Allah'tan kork" diyordun da Allah'ın açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyor, insanların (dedikodusundan) korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı. Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini  kesti, biz onu sana zevce yaptık. Tâ ki oğullukların, kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevceler(ini almakta) mü'minler üzerine günah olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir" (Ahzâb, 37).

Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Zeyneb'le evlenince: "Oğlunun helâllığıyla evlendi" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu meâldeki âyeti indirdi: "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah  herşeyi hakkiyle bilendir" (Ahzâb, 40).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyd'i küçükken evlât edinmişti. Büyüyüp delikanlı oluncaya kadar yanında kaldı. Herkes onu Zeyd İbnu  Muhammed diye çağırıyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hakk şu meâldeki âyeti inzal buyurdu: "Onları babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarının (kim olduğunu) bilmiyorsanız o halde (esâsen) dinde kardeşleriniz (olmakla beraber) dostlarınızdır da" (Ahzab, 5). [Tirmizî, Tefsir, Ahzâb (3206); Müslim, İman 287, (177); Buhârî, Tevhid 22.][12]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğulluğu olan Zeyd İbnu Hârise'den boşanan Zeyneb Bintu Cahş ile evlenme hikâyesine temas etmektedir. Cahiliye örfünde evlatlığın boşadığı hanımla evlenmek kesinlikle yasak olduğu için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu prensibe aykırı olarak, oğulluğunun boşadığı hanımla evlenmesi oldukça tuhaf karşılanmış ve Medine cemiyetindeki menfi unsurların, İslâm aleyhinde fırsat arayanların dedikodusuna kapı açmıştı. Bu yüzden, mezkur evliliğe âyet-i kerimede yer verilmiş, bu evliliğin, emr-i İlâhî ile ve hukukî-içtimâî bir  reformu gerçekleştirmek maksadıyla yapıldığı belirtilmiştir.

* Kan akrabalığı ile hükmî akrabalık tefrik edilmiştir.

* Evladlığın boşadığı hanım helâl kılınmıştır.

* Nikâh Allah tarafından kıyılmıştır.

Esasen Hz. Zeyneb, Hz. Peygamber'in halası olan Ümeyye Bintu Abdulmuttalib'in kızı idi. Asaletli bir aileye mensuptu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), -azadlıları düşük görme zihniyetini yıkarak- mü' minler arası eşitlik fikrini yerleştirmek gibi ulvî bir maksadın tahakkukuna kendi akrabalarından örnek vermiş olmak arzusuyla akrabalık ve peygamberlik otoritesini kullanarak Zeyneb (radıyallahu anhâ)'le Zeyd'in evlenmesini sağlamıştı. Zeyneb bu evliliği istemiyordu. Ama Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ısrarına karşı peki demişti.

Neticede geçinemeyip ayrıldılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunların ayrılmasını istemiyordu. Esasen boşanma, Allah'ın hoşlanmadığı bir fiildi. Ayrıca bu evliliğin gerçekleşmesi kendi arzu ve ısrarıyla olmuştu, bu sebeplerle Zeyd (radıyallahu anh)'in boşama düşüncesini te'yid etmemiş ve "Hanımınıtutmasını" tavsiye etmiş, Zeyd ısrar edince de:    سبحان اللّه مقلب القلوب   "Kalbleri çeviren Allah'ı tenzih ederim" diyerek hayretini ifade etmişti. Çünkü, Zeyneb (radıyallahu anhâ) gibi genç ve güzel bir kadına Zeyd (radıyallahu anh) ısınamıyor ve boşanmakta ısrar ediyordu, hayret edilecek, şaşılacak bir durumdu.

Ancak, Zeyd'i bu kararda ısrara sevkeden husus, Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in Kureyş'ten ve asâletli bir aileden olması sebebiyle, kölelikten azadlı Hz. Zeyd (radıyallahu anh)'e karşı büyüklenme havasına girmiş olması idi. Hz. Zeyd de köle asıllı olmakla beraber, -Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yeminle te'kid ederek: "O (yani Zeyd) komutanlığa lâyıktır" buyurmasıyla da tevsik edildiği üzere- komutan ruhlu âlicenâb, küçük görülmeye tahammül edemiyecek asil bir fıtrata sahipti.

Bu durum  ayrılmaya müncer oldu. Âyette belirtildiği üzere iddeti dolup, Hz. Zeyd (radıyallahu anh)'le ilgisi  kesilince, Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'le Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), emr-i İlâhî ile evlendi.

Bazı tefsir kitaplarında rastlanan -ve hadis ilmi açısından sahih bir senede dayanmayan, hadis denmesi mümkün olmayan- bir kısım rivayetlere dayanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ismet ve nezâhetine uymayan yorumlara rastlanmaktadır. Buna göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'i serbest bir kıyâfetle görmesi ve gönlü kayması... Hz. Zeyd (radıyallahu anh) bunu hissederek Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'i boşamaya azmetmesi mevzubahistir.

Burada tenâkuz açıktır. Zira Hz. Zeyneb yabancı, Resûlullah  tarafından ilk defa görülen birisi değildir. Halasının kızıdır, çocukluğundan beri tanımaktadır. Tesettür âyeti de muaahhar bir emirdir. Daha önce pekçok defalar serbest kıyafet içerisinde görmüş olmalıdır. Üstelik Zeyd'le, Zeyneb'i zorla evlendiren Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisidir. Zeyneb'le evlenme hususunda önceden bir arzu duymuş olsaydı, buna hiçbir engel yoktu.

Dahası, bu evlenme işi emr-i İlâhî ile olmuş, ayette   زَوَّجْنَاكَهَا   "Onu sana biz nikâhladık" buyrulmuştur. Hatta kadınlar arası övünme vak'alarında Zeyneb Bintu Cahş, Hz. Aişe (radıyallahu anhümâ)'ye övünmede baskın çıkabilmek için: "Benim nikâhımı Allah kıydı" dermiş.

Bu bahse daha ziyade ilgi duyup tatminkâr ziyâde açıklama arayanlara Elmalılı merhumun tefsirini tavsiye ederiz. [13]

 

ـ8ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسولُ اللّه # عَرُوساً بِزَيْنَبَ فقَالَتْ لِى أمُّ سُلَيمٍ: لَوْ أهْدَيْنَا لِرَسُولِ اللّهِ # هَدِيَّةً؟ فَقُلْتُ لَهَا افْعَلِى: فَعَمَدَتْ إلى تَمْرٍ وَسَمْن وَأقِطٍ فَاتَّخَذَتْ حَيْسة في بُرْمَةٍ فأرْسَلَتْ بِهَا مَعِى. فَانْطَلَقْتُ بِهَا إلَيْهِ فَقَالَ ضَعْهَا، ثُمَّ أمَرَنِى فقَالَ: ادْعُ لِى رِجَاً سَمَّاهُمْ وَادْعُ لِى مَنْ لَقِيتَ. قَالَ: فَفَعَلْتُ ثُمَّ رَجَعْتُ فَإذَا الْبَيْتُ غَاصٌّ بِأهْلِهِ، فَوَضَعَ # يَدَهُ في تِلْكَ الحَيْسَةِ وَتَكَلَّمَ بِمَا شَاءَ اللّهُ. ثُمَّ جَعَلَ يَدْعُو عَشَرةً عَشْرَةً يَأكُلُونَ مِنْهُ وَيَقُولُ لَهُمْ: اذْكُروا اسْمَ اللّهِ تَعالى عَلَيْهِ، وَلْيأكُلْ كُلُّ رَجُلٍ مِمَّا يَلِيهِ حَتَّى تَصَدَّعُوا كُلُّهُمْ فَخََرَجَ مَنْ خَرَجَ وَبقىَ نَفَرٌ يَتَحَدَّثُونَ. ثُمَّ خَرَجَ النَّبىُّ # نَحْوَ الحُجُرَاتِ وَخَرَجْتُ في أثَرِهِ فَقُلْتُ: إنَّهُمْ قَدْ ذَهَبُوا. فَرَجَعَ فَدَخَلَ الْبَيتَ وَأرْخَى السِّتْرَ، وَإنِّى لَفِى الحُجْرَةِ وَهُوَ يقولُ: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِىِّ. إلى قوله: وَاللّهُ َ يسْتَحْيِى مِنَ الحَقِّ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود .

 

8. (747)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyneb (radıyallahu anhâ)'le evlenmişlerdi ki, annem Ümmü Süleym bana: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir hediyede bulunsak" dedi. Ben kendisine:

- Bir şeyler yap!

dedim. Bunun üzerine hurma ve yağ ve keş getirdi, bir tencereye koyarak bunlarla yemek yaptı ve benimle gönderdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdüm.

"- Yemeği bırak!" dedi. Sonra bana emredip: "Bana falancaları çağır" dedi ve teker teker isimlerini söyledi. Ayrıca:

"- Kime rastlarsan çağır" diye emretti.

Enes der ki: Emri yerine getirdim, sonra döndüm. Ev insanlarla dolmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elini mezkur yemeğin üzerine koydu ve Allah'tan başka kimsenin bilmedi bir şeyler söyledi. Sonra cemaati onar onar çağırdı. Herkes o yemekten yiyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yiyenlere:

"- Yemeğe Allah'ın ismini zikrederek başlayın! Herkes önünden yesin!" dedi.

Bu hal herkesin yemekten yeyip dağılmasına kadar devam etti. Sonunda çıkanlar çıktı. Bazıları da kalıp sohbete devam ettiler. Bir müddet sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da çıkıp hücrelere doğru yürüdü. Peşisıra ben de çıktım ve:

"- Davetliler gitti artık!" dedim.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evine geri döndü (ve derhal vahiy alameti olan) örtüyü üzerine çekti. Bu sırada ben hücrede idim. (Vahiy hâli geçince) o (aleyhissalâtu vesselâm) şu vahyi okuyordu:

"Ey iman edenler, (bundan sonra) Peygamber'in evlerine -yemeğe davet olunmaksızın, vaktine de bakmaksızın- girmeyin. Fakat davet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yiyince dağılın.  Söz dinlemek veya sohbet etmek için de (izinsiz) girmeyin. Çünkü bu Peygamber'e eza vermekte, o sizden utanmaktadır. Allah ise, hak(kı açıklamak)tan çekinmez..." (Ahzâb 53). [Buharî, Tefsir, Ahzab 8, Nikah 67, 64,Et'ime 59, İsti'zan 10, 33, Tevhid 22; Müslim, Nikâh 89, (1428); Tirmizî, Tefsir, Ahzâb, (3215, 3216, 3217).][14]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Zeyneb Bintu Cahş'la evlenme hikayesini anlatmaktadır. Hâdise, hadis kitaplarında çoğunlukla yer alır. Her bir rivayet farklı zenginliklerle doludur. Bazı tariklerde, Hz. Enes, tesettür ayetinin bu düğün sıralarında nazil olduğunu, tesettür tatbikatına uygun düğün merasiminin ilk defa Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in düğününde cereyan ettiğini belirtir.

Yukarıdaki rivayet, düğün ziyafetinden sonra dâvetlilerden bir kısmının dağılmayıp sohbeti uzattığını, çıkmaları için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir ara odayı terkederek gezinti yaptığını, teker teker zevce-i pâklerini dolaşıp selâmlaşıp ayaküstü hal hatır soruştuklarını  anlatır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), dönüşünde odasında hâlâ üç kişinin oturmakta olduğunu görür. Durumdan sıkılır, kalkıp gitmelerini de söyleyemez.

Buhârî'de yer alan bir rivayetin tesbit ettiği bir teferruata göre, bu halet-i ruhiye içinde odasına tekrar girerken ayağının birini içeri atar, diğer ayağı daha dışarıda iken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vahiy anında örtmesi mûtad olan örtüsüne bürünür ve rivayet metninde  kaydettiğimiz vahiy gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) derhal vahyi henüz orada olan cemaate tebliğ buyurur.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu anhâ) validemizle olan evliliği, diğer evliliklerden birçok yönleriyle farklı olmuştur. Fark, sâdece, nikâhın Rabbülâlemin tarafından kıyılmasında kalmamış,

* Düğün ziyafeti, Zât-ı Zülcelâl'in ilâhî ikramı diyebileceğimiz bir mahiyet kazanmış, âdeta, Ashâb-ı Güzinin önüne bu sefer, bir mâide-i semâvî sürülmüştü: Hadim-i Nebi Hz. Enes (radıyallahu anh)'in muhterem vâlideleri Ümmü  Süleym hatunun (radıyallahu anhâ) gönderdiği bir parça yemekten, nice onar kişilik halkalar karınlarını doyurup kalkmışlardır. Hatta Enes hazretleri en sonunda yemek kabını kaldırırken: "Bilemiyorum, buyuruyor, ..yemek kapta getirdiğim zaman mı daha çoktu, kabı kaldırırken mi daha çoktu?"

* Bu düğün tesettür ayetine uygun olarak yapılan ilk düğündü. Çünkü tesettür emri de onun vesilesiyle gelmişti.

* Gerdek anına vahyin inişi tekaddüm etmiş, yukarıda meâlini kaydettiğimiz vahy-i ilahî  ile mühim âdâb beyan olunmuş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hâne-i saâdetleri, tecelli-i vahye son bir kere daha mahal olmuştu.[15]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/175.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/176-178.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/178-179.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/179-180.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/180.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/180-181.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/181.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/181-182.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/182.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/182-183.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/183-184.

[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/184-185.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/185-186.

[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/187-188.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/188-189.