ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها قالت: ]تََ رسُولُ اللّهِ # هُوَ الَّذِى أنْزلَ عَلَيْكَ
الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ؛ وَقَرَأتُ إلى
وَمَا يَذَّكَّرُ إَّ أولُوا ا‘لْبَابِ. قَالَ فَإذَا رَأيْتُمُ الَّذِينَ
يَتّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ فَأولِئِكَ الَّذِينَ سَمَّاهُمُ اللّهُ
تعالَى فاحْذَرُوهُمْ[. أخرجه الخمسة إّ النسائى .
1. (512)-
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şu mealdeki âyeti okudu: "(Habibim) Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir
kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Kitab'ın anası (temeli)dir. Diğer bir
kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne
aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) onun
te'vîline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun
te'vîlini Allah'dan başkası bilmez, ilimde yüksek gayeye erenler ise; "Biz
ona inandık, hepsi Rabbimiz katındadır" derler. (Bunları) salim akıllılardan
başkası iyice düşünmez."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayetin
okunmasını tamamlayınca bana şunu söyledi: "Kur'an'ın müteşâbih ayetlerine
tâbi olanları gördüğünüz vakit bilin ki onlar Allah'ın âyette haber verdiği
kimselerdir, onlardan sakının." Buhârî, Tefsir, Âl-i İmrân 1; Müslim, İlim
1, (2665); Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmrân (2996); Ebû Dâvud, Sünne 2, (4598).
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından tefsir edilen âyet, Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetlerin iki kısım
olduğunu belirtiyor:
1- Muhkem âyetler:
Bunlar mânâları izâh gerektirmeyecek kadar açık ve kesin olan ayetlerdir. Bu
çeşit âyetlere "nas" da denmektedir.
2- Müteşâbih âyetler:
Bunlar muhkemin zıddıdır. Usul-i Fıkıh'a göre, bunlardan ne kastedildiğini
ümmet bilemez. Bunlar iki çeşittir:
a)
Bazı surelerin başında yer alan huruf-u mukatta'a denilen ve hiçbir mâna
anlaşılmayan lâfızlar: "Elif-Lâm-Mim, Tâ-Hâ, Yâ-Sîn gibi.
b)
Manası akla ve iman esaslarına aykırı olduğu için, ifâde ettiği lafzî mâna
kabul edilemeyen âyetler: "Tâ-Ha suresinin beşinci ayetindeki "Rahman
arşı istiva etmiştir" ayeti ile Fetih suresinin onuncu âyetinde geçen
"Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" ayeti gibi.
Birinci âyeti lafzî mânasıyla alınca Allah'a
cisim ve mekân izâfe edilmiş olmaktadır. Halbuki Allah cisimden, mekândan
münezzehtir. İkinci ayete göre de Allah'a "el" nisbet edildiği için Allah'ı
insana benzetmek gerekecektir. Halbuki Allah'ın hiçbir benzeri yoktur.
Müteşâbih âyetler hususunda iki görüş var:
1-
Selef âlimlerinin görüşü: Bunlar müteşâbihleri te'vil etmek istemezler,
yukarıdaki âyete dayanarak: "Onların mâhiyetini Allah bilir" derler.
2-
Müteahhir ulema ise bu âyetleri te'vil ederler, âyette kastedilen işârî
mânayı ararlar. Bunlar müteşâbihleri akla ve şeriatın zâhirine uygun şekilde
te'vîl etmenin cevazına ve hatta gereğine hükmederler. Buna göre "istiva"dan
maksad, hükümranlık, hâkimiyettir. Rahmân'ın arşı istivası, Cenâb-ı Hakk'ın
ilim ve kudretiyle kainatı kuşatan Arş-ı Âzam'a hükmetmesi, tasarrufu altına
alması demektir. Keza "Allah'ın eli"nden maksad da Allah'ın kudretidir.
ـ2ـ وعن سعيد بن جُبير
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رَجُلٌ ‘بْنِ عبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما:
إنِّى أجدُ في الْقُرآنِ أشْياءَ تَخْتَلِفُ عَلَىَّ؛ قالَ وَما هِىَ؟ قالَ:
فََ أنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وََ يَتَساءَلُونَ، وَقَالَ: فَأقْبَلَ
بَعْضُهُمْ عَلَي بَعْضِ يَتَسَاءَلُونَ، وَقَالَ: وََ يَكْتُمونَ اللّهَ
حَديثاً؛ وَقَالَ: قَالُوا واللّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ فَقَدْ
كَتَمُوا في هذِهِ اŒيةِ، وفي النَّازِعَاتِ أمِ السَّمَاءُ بَنَاهَا إلى
قَوْلِهِ دَحَاهَا.
خَلْقَ السَّمَاءِ
قَبْلَ خَلْقِ ا‘رْضِ؛ ثُمَّ قَالَ: أئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِى خَلَقَ
ا‘رْضَ في يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أنْدَاداً إلى قَوْلِهِ طَائِعِينَ
فَذَكَرَ في هذِهِ اŒيةِ خَلْقَ ا‘رْضِ قَبْلَ خَلْقِ السَّمَاءِ؛ وقَالَ:
وَكَانَ اللّهُ غَفُوراً رَحيماً؛ وَكَانَ اللّهُ عَزيزاً حَكيماً؛ وَكَانَ
اللّهُ سَمِيعاً بَصيراً. فَكَأنَّهُ كانَ ثُمَّ مَضَى. قالَ ابْنُ عَبَّاسٍ
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما فََ أنْسَابَ بَيْنَهُمْ في النَّفْخَةِ ا‘ولَى
يُنْفَخُ في الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ في السَّمَواتِ وَمَنْ في ا‘رضِ إَّ مَنْ
شَاءَ اللّهُ فََ أنْسَابَ بَيْنَهُمْ عِنْدَ ذَلِكَ وََ يَتَسَاءَلُونَ؛ ثُمَّ
في النَّفْخَةِ الثَّانِيَةِ: أقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ؛
وَأمَّا قَوْلُهُ تعالَى: واللّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ وََ
يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثاً فَإنَّ اللّهَ تعالى يَغْفِرُ ‘هْلِ ا“خَْصِ
ذُنُوبَهُمْ. فَيَقُولُ الْمُشْرِكُونَ تَعَالَوْا نَقُولُ مَا كُنَّا
مُشْرِكِينَ. فَيَخْتِمُ اللّهُ عَلَى أفْوَاهِهِمْ فَتَنْطِلقُ جَوارِحُهُمْ
بِأعْمَالِهِمْ فَعِنْدَ ذلِكَ عُرِفَ أنَّ اللّه َ يَكْتُمُ حَديثاً،
وَعِنْدَهُ: رُبَّما يُوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمِينَ؛
وَخَلَقَ ا‘رْضَ في يَوْمَيْنِ ثُمَّ اسْتَوَى إلى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ
سَبْعَ سَمَواتٍ في يَوْمَيْنِ آخَرَيْنِ، ثُمَّ دَحَا ا‘رْضَ: أىْ بَسَطَها،
وأخْرَجَ مِنْهَا الْمَاءَ وَالْمَرْعَى، وَخَلَقَ فيهاَ الجِبَالَ وَا‘شْجَارَ
وَاŒكامَ وَمَآ بَيْنَهُمَا في يَوْمَينِ آخَرَيْنِ؛ فَذلكَ قوْلُهُ تعالى:
وَا‘رْضَ بَعْدَ ذلِكَ دَحَاهَا. فَخُلِقَتِ ا‘رْضُ وَمَا فِيهَا مِنْ شَئٍ في
أرْبَعَةِ أيَّامٍ وَخُلِقَتِ السَّمَواتُ في يَوْمَيْنِ. وقولهُ عزَّ وَجَلَّ:
وَكَانَ اللّهُ غَفُوراً رَحِيماً؛ سَمَّى نَفْسَهُ بِذلِكَ: أىْ لَمْ يَزَلْ
وََ يَزَالُ كَذلِكَ، وَإنَّ اللّهَ تعالى لَمْ يُرِدْ شَيئاً إَّ أصَابَ بِهِ
الَّذِى أرَادَ. وَيْحَكَ فََ يَخْتَلِفُ عَلَيْكَ الْقُرآنُ فإنْ كًُّ مِنْ
عِنْدِ اللّهِ عزّ وَجَلّ[. أخرجه البخارى .
2. (513)-
Said İbnu Cübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir adam gelerek, İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'a "Ben Kur'ân'da bazı âyetler görüyorum onlar bana aralarında
ihtilaflı geliyor" dedi. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ):
"Nelermiş onlar?" diye sorunca adam şu
ayetleri okudu:
"Sûr'a üflendiği zaman, aralarında o gün
(böbürlenecekleri) soyları sopları olmadığı gibi, (birbirlerinin halini) de
soramazlar" (Mü'minun: 23/101).
Halbuki şu ayet de var: "Birbirlerine dönüp soruşurlar" (Saffat:
38/27).
Bir âyette şöyle denir: "O gün inkâr edip
peygambere baş kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler ve
Allah'tan bir söz gizleyemezler" (Nisa: 4/42). Halbuki şu âyet var:
"Sonra, Rabbimiz Allah'a and olsun ki bizler puta tapanlar değildik,
demekten başka çâre bulamazlar" (En'âm: 6/23).
Nâzi'ât suresinde: "Ey inkârcılar! Sizi
yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip
yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü
aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir" (Nâzi'ât: 79/27-30)
buyuruyor.
Burada göğün yaratılışı yerin yaratılışından
öncedir. Halbuki şu âyette yerin yaratılışı göğün yaratılışından öncedir:
"Ey Muhammed onlara de ki: "Siz yeri iki günde yaratanı mı inkâr ediyor ve
O'na eşler koşuyorsunuz! O âlemlerin Rabbi'dir. O yeryüzüne sâbit dağlar
yerleştirdi, onu bereketli kıldı. Arayanlar için yeryüzünde gıdalarını
normal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirmesi kanununu koydu.
Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne "İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin" dedi, ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler."
(Fussilet: 41/9-11).
Kur'ân'da: "Allah affedici, merhametli
oldu", "Allah aziz ve hakim oldu", "Allah işitici ve görücü oldu"
denmektedir. Sanki, Allah eskiden böyle olmuş bitmiş gibi ifâde
edilmektedir."
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şu cevabı
verdi: "Sûr'a ilk üflemede onların aralarında hiçbir bağ olamaz, Allah'ın
diledikleri dışında herkes gökte olsun yerde olsun bu ilk üflemede baygın
düşer. İşte bu baygınlık ânında bağ da yok, hal hatır sorma da yok. Sonra
ikinci üfleme var. Bu üflemede birbirlerine gelip soruşurlar."
İbnu Abbâs devam etti: "...Rabbimiz Allah'a
and olsun ki biz puta tapanlar değildik" ayeti ile;
"...Allah'tan bir şey gizleyemezler"
ayetine gelince: "Allah Teâla ihlas sâhiplerinin günahlarını affeder. Bunun
üzerine müşrikler: "Gelin biz de: "Müşrik değildik" diyelim" derler.
Allah da onların ağızlarını mühürler. Vücudlarındaki her bir uzuv yaptığı
işleri söyler. O sırada, Allah'ın hiçbir sözü gizlemediği bilinir. O'nun
yanında: "İnkâr edenler: "Keşke Müslüman olsaydık" temennisinde
bulunacaklardır" (Hicr: 15/2).
Diğer soruna gelince: Allah yeri iki günde
yarattı. Sonra göğe yöneldi, başka iki günde de onu yedi kat olarak tanzim
etti, sonra diğer iki günde arzı düzenledi yani yaydı, arzdan su ve otlak
çıkardı. Arzda dağlar, ağaçlar, tepeler ve arzla sema arasında bulunan
şeyleri yarattı. Bunu Cenâb-ı Hakk: "Ardından yeri düzenlemiştir"
(Nâziât: 79/30) kelam-ı şerifleriyle ifade buyurmaktadır. Böylece arz ve
içindekiler dört günde yaratılmış olmaktadır. Semâvat da iki günde
yaratılmış olmaktadır.
"Allah affedici, merhametli oldu"
kelâmına gelince, Allah kendisini bu şekilde isimlemiştir, yani O hep böyle
olmuştur ve böyle olacaktır, Allah her ne irade buyurdu ise irade buyurduğu
şey mutlaka olmuştur.
Yazık sana, Kur'ân (ayetleri) sana ihtilaflı
gelmemeli. Çünkü onun tamamı Aziz ve Celîl olan Allah'tandır."
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a soru soran
kimsenin Nâfi İbnu'l-Ezrak olduğunu İbnu Hacer kaydeder. Bu zat, Hâricilerin
Ezârika fırkasına reis olmuştur. Bu zat İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın
Mekke'de meclislerine katılır, onu dinler, sorular sorar, itirazlarda
bulunurdu. Onun İbnu Abbas'a sorduklarıyla ilgili rivayetleri Hakim, Taberî
Abdurrezzâk vs. kitaplarında rivayet etmişlerdir.
Buhârî'nin kaydettiği yukarıdaki hadiste dört
şeyden sorulmaktadır:
1-
Kıyamet günü insanların, birbirlerine ahvallerinden sorup soramayacakları.
2-
Müşrikler durumlarını gizlemek isterler, ancak Cenâb-ı Hakk ifşa eder.
3-
Arz ve samâvattan hangisi önce yaratılmıştır?
4-
Allah'a ait her an mevcut olan bir sıfat, "vardı" diye mâzi sigasında ifâde
edilmektedir.
Abdurrezzak'ın rivayetinde mevcut bir ziyadeye
göre, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) soruyu soran kimseye:
"Ne demek? Yoksa Kur'ân'ın söylediği şeyde şek
mi ediyorsun? der. Adam:
"Hayır şek değil, ancak bana ihtilaflı
geliyor" der.
Bazı rivayetler, birbirlerine ahval soruşma'yı
İbnu Mes'ud'un "birbirlerinden af taleb etme, helalleşme" şeklinde te'vîl
ettiğini belirtirler. Şöyle demiştir: "Kıyamet günü bir kulun elinden
tutulur ve: "Bu kimse falan oğlu falandır, kimin bunda geçmiş hakkı varsa
gelsin!" diye bağırılır. Kadın o zaman, babası, veya oğlu veya erkek kardeşi
veya kocası üzerinde hakkı bulunmasını ne kadar ister. O gün aralarında
neseb (hiçbir yakınlık bağı) bulunmaz, bunu sormazlar da."
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ] لمَّا أصَابَ رسُول اللّهِ # قُرَيْشاً يَوْمَ بَدْرٍ
وَقَدِمَ الْمَدِينَةَ جَمَعَ الْيَهُودَ وَقَالَ: أسْلِمُوا قَبْلَ أنْ
يُصِيبَكُمْ مَا أصَابَ قُرَيْشاً قَالُوا يَا مُحَمَّدُ: يَغُرَّنَّكَ مِنْ
نَفْسِكَ أنْ قَتَلْتَ نَفَراً مِنْ قُرَيْشٍ أغْماراً َ يَعْرِفُونَ
الْقِتَالَ إنَّكَ لَوْ قَاتَلْتَنَا لَعَرَفْتَ أنَّا نَحْنُ النَّاسُ
وَأنَّكَ لَمْ تَلْقَ مِثْلَنَا. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى في ذلِكَ: قُلْ
لِلَّذِينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ إلى جَهَنَّمَ إلى قَوْلِهِ
فِئَةٌ تُقَاتِلُ في سَبِيلِ اللّهِ: أىْ بِبَدْرِ، وَأخْرَى كافِرَةٌ[. أخرجه
أبو داود .
3. (514)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Bedir savaşında Kureyş'i yendikten sonra Medine'ye döndüğü zaman
Yahudileri toplayarak onlara:
"Kureyş'in başına gelen musibet size de
gelmeden Müslüman olun" dedi. Onlar cevâben:
"Ey Muhammed, Kureyş'ten savaşmasını bilmeyen
toy bir grubu mağlûb etmen sakın seni aldatmasın. Şâyet bizimle savaşacak
olursan bizim kimler olduğumuzu öğrenecek ve bizim gibisiyle hiç
karşılaşmadığını anlayacaksın!" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti
indirdi:
"(Habibim), "O (Yahudi) kafirlerine de ki:
Yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü
yataktır, (Bedir muharebesinde) karşılaşan iki grub hakkında sizin için
muhakkak bir ibret vardı. (Onlardan) bir grub Allah yolunda dövüşüyordu,
diğeri ise kâfirdi" (Âl-i İmrân:
3/12-13).
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'ye geldiği andan itibaren Yahudilere karşı belli yakınlık politikası
gütmüş idi. Böyle bir siyaset gütmesine iki amil düşünülebilir:
1-
Yahudiler ehl-i kitaptı, bir peygamber bekleyişi içindeydiler. Kendi
getirdiği tebligatın mahiyetini kavrayıp, beklenen peygamber olduğunu idrak
edince Müslüman olabilirlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ümidi
taşıyordu. Nitekim, Abdullah İbnu's-Selâm örneğinde olduğu üzere münferid de
olsa bazı ihtida hâdiseleri de mevcuttu.
2-
Başlangıçta Müslümanlar azdı ve siyasî bakımdan zayıftı. Yahudiler Medine'de
organize ve güçlü bir cemaatti. Müslümanların şiddetli muhalefeti, onları
Kureyşlilerle ve diğer İslâm düşmanları ile ittifaklara ve eylem
birliklerine sevkedebilir, bundan da tehlikeli durumlar hâsıl olabilirdi.
Kurulmakta olan İslâm devletinin çok açık ve azılı düşmanlar karşısında
bilkuvve (potansiyel) düşmanlarla ittifak, iltifat ve idâre gibi yollarla
iyi geçinmesi gerekiyordu.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ilk
zamanlarda hep öyle yaptı. Kıble olarak Kudüs'ün tercihi, vahiy inmeyen
hususlarda Ehl-i Kitab'ı taklid gibi davranışlarda söylenen bu siyasî gayeyi
takviye maksadının da bulunduğu reddedilemez.
Bedir zaferi, siyasî hayatta bir dönüm
noktasıdır. Müslümanların Medine'de bir siyasî güç oluşlarının isbatıdır.
Siyasî rüşdün fiilen izharıdır. Maddî bir güç gösterisi, gövde gösterisidir.
Bu başarıyı, siyasî avantajlar elde etmede,
düşman güçleri sindirmede değerlendirmek gerekmektedir. Öyle ise Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ileride, Müslümanlara ciddi
problemler çıkarabilecek durumda olan Yahudileri gündeme getirmesinin tam
zamanıdır.
Yukarıdaki hadis, bu nokta-i nazardan
değerlendirilmelidir. Sıradan bir İslâm'a dâvet faaliyeti değil, bir
tehdiddir. Siyasî yönü, tebliğî yönüne galebe çalan, tam zamanında yapılmış
diplomatik bir taarruzdur.
Artık, Yahudilere yakınlık gösterme, onları
kazanmaya çalışma safhası kapanmıştır. Şimdi, sindirme, korkutma ve
Medine'den sürme dönemi başlatılmıştır. İslâm'a karşı hiçbir faaliyetlerine
müsâmaha gösterilmeyecektir.
Bir müddet sonra, Bedir'de mağlup olan
Kureyşlileri tahrik ederek Müslümanlardan intikam almaya teşvik eden Yahudi
Şâir Ka'bu'l-Eşref'i öldürtecek olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Benu Kaynuka'ya mensup bir Yahudi kuyumcudan alışveriş yapan bir Müslüman
kadının başörtüsü sebebiyle çıkan hâdisenin sulh yoluyla kapatılması için
yapılan teklifi Yahudilerin reddetmesi üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) harekete geçecek ve Yahudi Benu Kaynuka kabilesinin Medine'den
sürülmesine müncer olacak savaşı ilan edecektir.
Arkadan, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e damdan değirmen taşı atarak öldürmek üzere suikast hazırlayan
Benu Nadir Yahudileri Hayber'e sürülecek.
Bunları tâkiben Benu Kureyza Yahudilerinin,
Hendek savaşı sırasındaki ihanetleri sebebiyle, kendi kitaplarının hükmüne
uygun olarak, eli silah tutan erkekleri kılıçtan geçirilecektir.
Bu meyanda, Müslümanlara karşı müşrikleri
organize etme faaliyetlerine girişen Hayberli Yahudi liderlerden Sellâm İbnu
Abdi'l-Hukayk'ın, evinde fedâiler tarafından geceleyin öldürülmesi, kezâ
onun yerine liderliği ele alınca, aynı fitneye devam etmeye yeltenen Usayr
İbnu Zâram'ın aynı sûrette öldürtülmesi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, Bedir savaşından sonra Yahudilere karşı takip ettiği enerjik
ve amansız siyâseti anlamada zikretmeye değer.
Benu Kureyza gazvesiyle Medine'yi Yahudilerden
temizlemiş bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye
sulhünden sonra Hayber üzerine yürüyerek, oradaki Yahudileri de halledecek,
böylece, İslâm'ın kalbi durumunda olan Hicaz bölgesinde, Yahudi varlığını,
İslâmî inkişafa mani olacak siyâsî bir güç olmaktan çıkaracaktır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
konudaki politikasının, ölüm ânındaki "en son" vasiyetlerinden biri olarak
ifade ettiği belirtilen şu cümlesinde görürüz: "Yahudileri Arap
yarımadasından çıkarın, burada iki din berâber olamaz!"
ـ4ـ وعن ابن مسعود
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُول اللّهِ #: إنَّ لِكُلِّ نَبىِّ وُةً مِنَ
النَّبِيِّينَ، وَإنَّ وَلِىِّ أبِى وَخَلِيلُ رَبِّى إبْرَاهِيمُ، ثُمَّ
قَرَأَ إنَّ أوْلَى النَّاسِ بِإبْرَاهِيمَ لِلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهذَا
النَّبِىُّ والَّذِينَ آمَنُوا وَاللّهُ وَلِىُّ الْمُؤمِنِينَ[. أخرجه
الترمذى، وصححه .
4. (515)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Her peygamberin peygamberlerden dostları
vardır. Benim dostum, ceddim ve Rabbimin halili olan İbrahim'dir."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şu âyeti tilâvet buyurdular:
"Gerçekten, insanlardan İbrâhim'e en yakın
olanı her halde (zamanında) ona tâbi olanlarla şu peygamber ve (şu) iman
edenlerdir. Allah da o iman edenlerin yâridir"
(Âl-i İmrân: 3/68).
AÇIKLAMA:
Hz. İbrahim (aleyhisselam), diğer peygamberler
arasında mümtaz bir yer işgal eder. Yahudilerle Hıristiyanlar arasında Hz.
İbrahim (aleyhisselam) hususunda ihtilâf vardır. Herbiri O'nu (aleyhisselam)
kendine mal etmek, kendi ecdadı göstermek ister. Kur'ân-ı Kerîm bu hususa
muhtelif ayetlerde temas etmiştir. Yukarıdaki ayet bunlardan biridir.
İslâmiyet'te de Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in
mümtaz bir yeri vardır. Hac menâsiki çoğunluk itibariyle Hz. İbrâhim'in
hatırasını yâd eder.
Ka'be-i şerîfe'nin bânisi olan Hz. İbrahim,
peygamberler tarihinde mühim bir halkadır. Birçok içtimâî âdab ve
müesseseleri Cenab-ı Hakk beşeriyete O'nun vasıtasıyla ta'lîm buyurmuştur.
Ayrıca O'ndan sonra gelen peygamberler hep onun neslinden teselsül etmiştir.
O'nun hakkında Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki münâsefe esas itibarıyla
buradan gelir. Kur'ân-ı Kerîm onların ihtilafına temas ederek, Hz. İbrahim
(aleyhisselam)'in Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, Allah ve Muhammed'e
inananların İbrahim (aleyhisselam)'e yakınlık temin edeceğini belirtir:
"Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin
tartışıyorsunuz? Tevrat da incil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akıl
etmiyor musunuz?... İbrahim Yahudi ve Hıristiyan da değildi, ama doğruya
yönelen bir Müslimdi, puta tapanlardan değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın
olanlar, ona uyanlar, bu peygamber Muhammed ve inananlardır."
(Âl-i İmrân: 3/65-68).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in aynı ilahî ve hak olan bir
kaynaktan geldiği hususunda Ehl-i Kitab'ı ikna etmek için onlardaki Hz.
İbrahim (aleyhisselam) inanç ve sevgisini değerlendirmek istemiş, bu
müşterek menşee sıkca atıflar yapmıştır. Kur'ân'da İbrahim isminin 69 kere
zikredilmesi, hadislerde sıkca Hz. İbrahim'den söz edilmesi, O'nun bu
nokta-i nazardan da taşıdığı ve kıyâmete kadar da taşımaya devam edeceği
ehemmiyetten ileri gelir.
Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in en mümtaz
yönlerinden biri put kıran peygamber oluşudur. Allah'a kulluğu önlemek
gayesiyle dikilen çeşitli putları kırmış, baltayı da put severleri ilzam
için kasden sağlam bıraktığı en büyük putun boynuna asmış, cinâyetinin (!)
failini arayanlara: "(Balta boynunda olduğuna göre) belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konuşabiliyorsa onlara sorun" demiştir. Putseverler:
"Ey İbrahim! Bunların konuşmayacağını and
olsun ki sen de bilirsin" deyince:
"O halde Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda
ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı
bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyorsunuz?" diye ilzam
etmiş, cevap vermeyecek hâle getirmiştir. (Bak: Enbiya: 21/52-70).
Bu ilzamdan sonra kâfirler yola mı geldi,
"İbrahim haklıdır" mı dedi? Hayır! Her devirde, hak noktasında mağlup
olanların yaptığını yaptılar: Kuvvete başvurdular. Hakk'ın sesini kuvvetle,
zorla, işkence ile, ateşle, kanla boğmaya yöneldiler: "Bir şey
yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin dediler" (Enbiya:
21/68) ve Hz. İbrahim ateşe atılır.
Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in şahsında hikâye
edilen iman-küfür kavgasının "Nihâi zafer mü'minlerindir" (A'râf:
7/128) kanununu Rabbül âlemin şöyle noktalar: "Biz ‘ey ateş! İbrahim'e karşı
serin ve zararsız ol' dedik."Ona düzen kurmak istediler. Fakat biz onları
hüsrana uğrattık" (Enbiya: 21/70).
Allah (celle şânuhu) kullarını iman-küfür
kavgasıyla imtihan edecektir. Bu kavgada hapis, zulüm, kan, ateş küfrün
elinde yegâne silahtır. Hz. İbrâhîm'le ilgili hikâyenin verdiği derse göre,
onlar meşrû, ilmî ve mantıkî zeminde mücadeleye tahammül edemezler, çünkü
dayanakları batıldır. Ehl-i İmân'ın silahı ise HAK'tır. "Hak daima galebe
çalar" kanununca ehl-i hak hapse de atılsa, ateşe de atılsa gâlibtir. Çünkü
Cenâb-ı Hakk onların hilelerini bozmayı, neticede onları aldanmışlar hüsrana
uğramışlar kılmayı pekçok âyetlerinde vaad etmiştir (Târık: 86/14-15; Enfâl:
8/18, 30; Yusuf: 12/52; Gâfir: 40/25; Saffât: 38/98; Neml: 27/50; Âl-i
İmrân: 3/54).
Hz. İbrahim (aleyhisselam), iman-küfür
mücadelesinde, küfür cephesi hapishanelere, ateşhanelere bile sahip olsa
iman cephesine mensup olanların yılmaması, eğilmemesi, neticeden emin olarak
mücadelesine devam etmesi, icabında ateşe atılmaya varan derecede
şiddetlenecek zulme sabretmesi gerektiğinin fiilî örneği olmakla, kıyâmete
kadar büyüklüğünü, mürşidliğini, önderliğini koruyacaktır.
Cenab-ı Hakk selamlarımızı, bağlılıklarımızı
ulaştırsın.
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]آلَ إبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ. قَالَ هُمُ
الْمُؤْمِنُونَ مِنْ آلِ إبْرَاهِيمَ وَآلِ عِمْرَانَ وَآلِ يس وَآلِ
مُحَمَّدٍ. يَقُولُ اللّهُ تعالى: إنَّ أوْلَى النَّاسِ بِإبْرَاهِيمَ
لِلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ، وَهُمُ الْمُؤْمِنُونَ، وَهَذَا النَّبِىُّ
وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللّهِ وَلِىُّ الْمُؤْمِنِىنَ[. أخرجه البخارى تعليقاً
.
5. (516)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "...İbrahim'in âilesi ve İmrân'ın
âilesi..." (Âl-i İmrân: 3/33) âyeti hakkında: "Onlar, İbrahim'in
neslinden, İmran'ın neslinden, Yâsin'in neslinden ve Muhammed'in neslinden
imân eden kimselerdir." Allah Teâla hazretleri şöyle buyuruyor:
"Gerçekten, insanlardan İbrahim'e en yakın olanı her halde (zamanında) ona
tâbi olanlarla şu peygamber ve (şu) imân edenlerdir. Allah da o imân
edenlerin yâridir" (Âl-i İmrân: 3/68) demiştir. Bu hadisi Buhârî,
muallak (senetsiz) olarak tahric etmiştir (Enbiya, 44).
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın açıklık
getirdiği âyet tam olarak şöyledir: "Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim
âilesini, İmrân âilesini -birbirinin soyundan olarak- âlemlere tercih
etti..." (Âl-i İmrân: 3/33-34).İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) burada
ilâhî tercihin, bütün İmrân hânedanına şâmil ve âm gibi gözükse de aslında
öyle olmadığını, İmran hânedanına mensup olanlardan bâzılarının maksud
olduğunu belirtiyor. Bu kanaatine delil olarak bir başka âyet zikrediyor:
"Gerçekten, İbrahim'e insanlardan en yakın olanı herhalde (zamanında) ona
tâbi olanlarla, şu peygamber ve (şu) iman edenlerdir..." (Âl-i İmran:
3/68).
ـ6ـ وعنه أيضاً في
تَفْسِيرِ قوْلِ الْمرأةِ الصَّالِحَةِ: ]رَبِّ إنِّى نَذَرْتُ لَكَ مَا في
بَطْنِى مُحَرَّراً: أىْ خَالِصاً لِلْمَسْجِدِ يَخْدُمُهُ[ أخرجه البخارى في
ترجمة باب .
6. (517)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), sâliha kadının: "Rabbim,
karnımdakini azadlı bir kul olarak sana adadım" (Âl-i İmrân: 3/35)
sözünü tefsir sadedinde şöyle der: "Yani sırf mescide hizmet etmesi için."
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın açıklama
sunduğu âyet Âl-i İmrân sûresinde geçer. Meâl-i münifi şöyledir:
"İmrân'ın karısı Ya Rabbi! Karnımda olanı, sadece sana hizmet etmek üzere
adadım, benden kabûl buyur, doğrusu işiten ve bilen ancak sensin" demişti."
Ayetin de sarîh olarak belirttiği üzere, bu
duayı yapan Hz. İmran'ın sâliha hanımı Hanne hâtundur. Müteâkip âyet doğan
çocuğun kız olacağını ve "Meryem" diye isim verileceğini belirtir. Yani Hz.
İsâ'yı doğuracak olan Meryem-i Betûl'dür.
Şârihlerin açıkladığı üzere, eski şeriâtlarda,
çocukların adanmasıyla ilgili nezirler sahih imiş. Ayetten bu
anlaşılmaktadır. Yine ayet-i kerîme, hizmet etmek suretiyle mescidlere
hürmet ifasının eski ümmetlerde de meşrû bir gelenek olduğunu
göstermektedir. Çünkü Hz. İmran'ın hanımı, doğacak olan çocuğunu mescidde
hizmet etmeye adamıştır. Ancak doğan çocuk erkek değil kız olmuştur.
Buhârî, bu ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın
yorumunu bab başlığı yaptıktan sonra
babta tek hadis rivâyet eder. Hadiste, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında devamlı olarak mescidin
kayyumluğunu yapan yani temizlik işlerini yürüten bir kadının vefatını
sonradan öğrenen Efendimizin, kabrine giderek namaz kıldığını belirtir.
İbnu Abbâs'ın İmran'ın karısının doğacak
çocuğunu, mescide hizmet için adadığına dair yorumunu bab başlığı olarak
kaydettikten sonra böyle bir hadisi rivayet etmesinden Buhârî'nin,
kadınların mescid kayyumluğu yapabileceği kanaatinde olduğuna dikkat
çekerler. Buharî, bu kanaate, ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın yorumuyla ulaşmış
ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinde bir örnek bulmuş
olmaktadır.
Buharî'nin rivayetinde mescidi temizleyen
kimsenin siyah bir kadın mı, siyah bir erkek mi olduğuna dair tereddüt
vardır. Ancak râvîlerden biri kadın olduğuna dair kesin kanaat beyan eder.
Ayrıca Buhârî dışındaki bâzı rivayetlerde siyâhî bir kadın olduğu, isminin
de Ümmü Mihcen olduğu belirtilir (radıyallahu anhâ).
Buhârî'nin yukarıda belirtilenden bir önceki
babındaki rivâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) göremez olunca,
ne oldu? diye sorar, ölmüş olduğu söylenince:
"Bana niye haber vermediniz, keşke haber
etseydiniz, bâri kabrini gösterin"
buyurur.
Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kabrinin
üzerine gider namaz kılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu alâka
ve iltifatları görülen hizmetin şerefinden ve nazarındaki ehemmiyetinden ve
yüceliğindendir. Nitekim âlimlerimiz mescide hizmet etmenin faziletli bir
amel olduğunu bu rivayete dayanarak ifade ederler. İbnu Battâl bu rivayette
mecsidi süpürme ve temizlemeye teşvik olduğu, bu hizmetin şerefi sebebiyle
definden sonra kayyum için namaz kılmaya ruhsat verdiğini söyler. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de mübarek elleriyle bizzat mescidi
süpürdüğü rivayet edilmiştir. Binâenaleyh mescide hizmet sâlihlerin işi
olmaktadır.
Hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
1-
Hizmetçi, dost vs. tanıdıkları, görünmez olunca soruşturmak gerekir.
2-
Müslümanlara hizmet etmeye kendini adayan kimselere dua ve terahhumda eşit
davranmalıdır.
3-
Sâlih kimselerin cenâzesine katılmaya rağbet edilmelidir.
4-
Hadiste kabir üstünde namaz kılmaya cevaz vardır. Anak bu ihtilaflı bir
konudur. Ashabtan Hz. Ali, Ebu Musa, İbnu Ömer, İbnu Mes'ud, Hz. Aişe
(radıyallahu anhüm ecmâin) başta bazıları bunu câiz addetmiş, Evzâî, Şâfiî,
Ahmed, İshâk (rahimehumullah) bu görüşü benimsemişlerdir. Nehâî, Hasan
Basrî, Sevrî, Ebu Hanîfe, Leys ve Mâlik de câiz görmemişlerdir. Bazıları da
"veli veya vâli kılmamışsa onlara câiz olur" demiştir. Tecviz edenler de
tekrar definden ne müddet sonraya kadar namaz kılınabileceğinde ihtilâf
etmişlerdir: Bir aya kadar, cesedi çürümedikçe, ebediyyen kılınabilir
diyenler olmuştur.
5-
Öleni duyurmak müstehabtır.
ـ7ـ وعن أبى هريرة
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُول اللّهِ #: مَا مِنْ بَنِى آدَمَ مِنْ
مَوْلُودٍ إَّ نََخَسَهُ الشَّيْطَانُ حِينَ يُولَدُ فَيَسْتَهِلُّ صَارِخاً
مِنْ نَخْسِهِ إيَّاهُ إَّ مَرْيَمَ وَابْنَها؛
ثُمَّ يَقُولُ أبُو
هُريرةَ اقْرَؤُا إنْ شِئْتُمْ، وَإنِّى أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ
الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ[. أخرجه الشيخان .
7. (518)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular:
"Yeni doğan her insan yavrusuna, doğduğu anda
şeytan mutlaka bir dürter. Yavru, onun dürtmesi(nin verdiği rahatsızlık)
sebebiyle bağırarak ağlar. Hazret-i Meryem ve onun oğlu İsa bundan
hâriçtir." Ebu Hüreyre sözüne
devamla: "İsterseniz şu âyeti de okuyun dedi: "Meryem: "...Ben onu da
soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi" (Âl-i İmrân:
3/36).
AÇIKLAMA:
Hadiste şeytanın dürtmesinden selamette kalıp
kurtulma durumu sâdece Hz. İsâ ve annesine mahsûs bir imtiyaz, bir fazilet
olarak ifâde edilmiştir. Kadı İyaz bu imtiyazın bütün peygamberlere şâmil
olduğu kanaatindedir.
ـ8ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]إذْ يُلْقُونَ أقَْمَهُمْ؛ قَالَ: اقْتَرَعُوا
فَجَرَتْ أقَْمُهُمْ مَعَ الْجَرْيَةِ فَعَالَ قلمُ زَكَرِيَّا الْجَرْيَةَ[
عَالَ: أى ارْتَفَعَ عَلَى الماءِ .
8. (519)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Meryem'i hangisi himâyesine alacak diye
(kura çekmek üzere) kalemlerini atarken sen yanlarında değildin" (Âl-i
İmrân: 3/44) ayetiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Kur'a çekmek üzere
kalemlerini (suya) attılar. Kalemler akıntıyla beraber gitti. Sâdece
Zekeriya'nın kalemi suyun üstüne çıktı."
AÇIKLAMA:
Hz. Meryem'i himaye etmek hususunda aralarında
ihtilâf çıkınca kur'aya başvuruyorlar. Rivayetten anlaşıldığı üzere, kur'a
çekme usullerince, herkes bir kalem alarak suya atıyor. Hepsinin kalemi
suyun dibinde akıntıya kapılıp giderken Hz. Zekeriya (aleyhisselam)'nın
kalemi suyun yüzüne çıkıyor ve Hz. Meryem'i himaye etme şerefi onda kalıyor.
Buhârî Hazretleri İbnu Abbâs'ın okuduğu ayette
bazı müşkillerin hallinde kur'aya başvurmanın meşrû olduğuna dair bir delil
görmektedir. Çünkü, alimlerin çoğunlukla kabul ettikleri bir prensibe göre,
bizden öncekilerin şeriatı bizim için de muteberdir, yeter ki bizim
şeriatımızda onun neshine dair bir beyân veya ona muhâlif bir hüküm
bulunmamış olsun. Hususen şeriatımız, bu ayette olduğu üzere, onu istihsan
yoluyla nakletmek suretiyle takrir etmişse.
İslâm uleması çoğunluk itibarıyla ihtilaflı
meselelerde kur'aya başvurmanın caiz olduğuna hükmetmiştir Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) de zaman zaman kur'aya başvurmuştur. Mesela, sefere
çıktığı zaman berâberinde götüreceği zevcesini kur'a çekerek tesbit ederdi.
ـ9ـ وعنه أيضاً رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]إنِّى مُتَوَفِّيكَ: أىْ مُمِيتُكَ[. أخرجهما
البخارى في ترجمة .
9. (520)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat
ettirecek olan (onlar değil) benim" âyetindeki (Âl-i İmrân: 3/55) seni
vefat ettirecek olan (müteveffîke) ibâresini "seni öldürecek olan" diye
açıklanmıştır.
AÇIKLAMA:
Ayette Hz. İsa ile alakalı olarak geçen
"müteveffîke" kelimesine âlimler muhtelif mânâlar vermişlerdir. Normalde,
lügat açısından, kelimenin kökü teveffi "kabzedip almak" demektir. Canlılar
hakkında kullanınca vefat ettirmek yani eceline yetiştirip ruhunu kabzetmek
mânasına gelir. Açık bir delil olmadıkça başka mânaya tevili de câiz
değildir. Ancak Hz. İsa hakkında bir başka âyette: "...Onu öldürmediler
ve asmadılar fakat onlara öyle göründü..." (Nisa: 4/157) denmektedir. Bu
sebeple, kelimeyi lügat manasında anlamak güçleşiyor. Ayetin devamı:
"...Onu yakinen katletmediler, doğrusu Allah onu kendine doğru ref eyledi
(yükseltti)" buyurulmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de de ifâde edildiği üzere Hz.
İsâ'nın ref edilmesi keyfiyeti ehl-i kitap arasında çok münâkaşalı olduğu
gibi, İslâm âlimleri arasında da farklı yorumlara sebep olmuştur. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "İsâ ölmedi, kıyametten önce size
dönecektir" sözü ile bunu te'yid eden başka beyanlarını nazar-ı dikkate
alan İslâm âlimleri Hz. İsâ hakkında şu inançtadırlar: "Hz. İsa öldürülmemiş
ve ölmemiştir. Kendisine tertiplenen suikast sırasında, bir lütf-i ilahî
olarak semaya çekilmiş, suikastçiler öldürdük zannetmişlerdir. Hz. İsa
kıyametten önce yeryüzüne inecektir. Onun yeryüzünde göreceği işler vardır.
Bu işleri gördükten sonra eceli gelecek ve ruhu kabzedilecektir. Nitekim
hadisler onun yeryüzünde adaleti tesis edeceğini, deccalı öldüreceğini, bir
müddet icraatte kaldıktan sonra öleceğini, namazını Müslümanlar kılıp
defnedeceklerini vs. haber verir. Hz. İsa hakkında sahih inancımız budur.
ـ10ـ وعن أيضاً رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ رَجُلٌ مِنَ ا‘نْصَارِ أسْلَمَ ثُمَّ ارْتَدَّ
وَلَحِقَ بِدَارِ الشِّرْكِ ثُمَّ نَدِمَ فأرْسَلَ إلى قومِهِ سَلُوا لِى
رَسُولُ اللّهِ #: هَلْ لِى مِنْ تَوْبَةٍ؟ فَجَاءَهُ قَوْمُهُ فَسأَلُوا
رَسولَ اللّهِ # فَقَالُوا هَلْ لَهُ مِنْ تَوْبَةٍ؟ فنزلت: كَيْفَ يَهْدِى
اللّهُ قَوْماً كَفَرُوا بَعْدَ إيمَانِهِمْ إلى قولِهِ غَفُورٌ رَحِىمٌ.
فأرْسَلَ إلَىْهِ فَأسْلَمَ[. أخرجه النسائى .
10. (521)-
Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ensâr' dan bir zât Müslüman
olmuştu, sonra tekrar irtidât edip müşriklerin yanına gitti. Bilâhere
yaptığından pişman olup, kabilesine:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sorun,
benim için tevbe imkânı var mı?" diye haber saldı. Kavmi de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Onun için tevbe etme şansı var mı?" diye
sordular. Bunun üzerine şu âyet indi:
"İnandıktan , Peygamberin hak olduğuna şehâdet
ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah
nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez. İşte
bunların cezası, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lânetine
uğramalarıdır. Orada temellidirler; onlardan azâb hafifletilmez; oların
azabı geciktirilmez. Ancak bunun ardından tevbe edip düzelenler müstesnâdır.
Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder"
(Âl-i İmrân: 3/86-89). Ayeti ona gönderdi. O da Müslüman oldu."
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki hadis, iman kapısının herkese her
zaman açık olduğunu gösteren güzel bir örnektir. İmandan küfre dönen bir
kimsenin tekrar imana gelmesine hiçbir mâni yoktur. Hadis herhangi bir izaha
ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.
Bu vesile ile şunu söylemek istiyoruz:
"Falancanın Müslüman olması için önce Hıristiyan olması, şu kadar yıl
papazlık yapması lazım. Ondan sonra Müslüman olabilir" gibilerden sarfedilen
sözler kulağımıza gelir. Bunların hiçbir dinî aslı yok. Rengi, ırkı, önceki
inancı, mesleği, işlediği günahlar ne olursa olsun, kelime-i şehadeti
hulus-u kalble ikrar eden herkes anında Müslüman olur. Müslüman olmak için,
hiç kimseden, hiçbir makamdan, müftüden izin almaya, merasime, kayda kuyda
ihtiyaç yoktur. Hâlen muhtedilere yapılan merasim ve tescil işlemi dünyevî
muamelat içindir. Aslında bunlar dinî bir zaruret değildir.
ـ11ـ وعن بهز بن حكيم عن
أبيه عن جده رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنه سمع النبى # يَقُولُ في قولهِ تعالى:
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أخْرِجَتْ لِلنَّاسِ؛ قالَ أنْتُمْ تُتِمُّونَ
سَبْعِينَ أمَّةٌ أنْتُمْ خَيْرُهَا وَأكْرَمُهَا عَلَى اللّهِ تعالى[. أخرجه
الترمذى .
11. (522)-
Behz İbnu Hakim babası ve ceddi tarikiyle anlattığına göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz" (Âl-i İmrân: 3/110) ayeti hakkında şunu söylediğini işitti:
"Siz yetmiş ümmeti yetmişe tamamlayan sonuncu ümmetsiniz. Siz onların en
hayırlısı ve Allah yanında en değerli olanısınız."
AÇIKLAMA:
Ümmet kelimesi âyet ve hadislerde farklı
manalarda kullanılmıştır:
1-
Kendine has dine sâhib kişi demektir. "Hakikaten İbrahim (başlı başına)
bir ümmetti, Allah'a itaatkârdı" (Nahl: 16/120) ayetinde bu manada
kullanılmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de bu manada:
"Kuss İbnu Saide, kıyamet günü tek bir ümmet olarak diriltilecektir"
buyurmuştur.
2-
İnsan veya hayvandan her nesle de ümmet denmektedir. Bu manada hadiste:
"Köpekler tesbih eden bir ümmet olmasalardı, hepsinin öldürülmesini
emrederdim" buyurulmuştur.
3-
Antlaşma yapmış, müttefik olmuş manasına da kullanılmıştır. Hadiste:
"Benu Avf Yahudileri Mü'minlerden bir ümmettir" buyurulmuştur ki şöyle
anlaşılmalıdır: "Mü'minlerle onların arasında yapılan sulh sebebiyle, onlar
mü'minlerden bir cemaat hükmüne geçtiler, sözleri ve elleri bir oldu."
4-
Ümmet kelimesi bazan bugünkü manada "millet" yerine de bu hadislerde
kullanılmıştır: Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendi
devrindeki Arapları kastederek: "Biz ümmî bir milletiz, ne yazı ne de
hesap biliriz" buyurmuştur.
Bazı müfessirler, ayette "en hayırlı" olduğu
belirtilen ümmetten maksadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
Medine'ye hicret eden Muhâcirler olduğunu söylemişlerdir. Ancak, çoğunluk
tarafından her mekan ve her asra şâmil olarak ümmet-i Muhammed'in tamamının
kastedildiği ifade edilmiştir. Yani ümmet kelimesi, dilleri, renkleri,
milliyetleri farklı bile olsa aynı inanca mensup insanların teşkil ettiği
cemâati ifade eder. Bu kelimenin, günümüzde daha çok bu manada
kullanıldığını söyleyebiliriz.
ـ12ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]كُونُوا رَبَّانِيِّينَ. قالَ:
حُكَماءَ فُقَهَاءَ[. أخرجه البخارى في ترجمة .
12. (523)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Rabb'e kul olun (kûnû Rabbâniyyin)"
(Âl-i İmran: 3/79) âyetiyle "Hakimler, fakihler olun" denmek istenmiştir"
buyurmuştur.
AÇIKLAMA:
Rivayet Buhari'den alınmakla beraber biraz
kısaltılmıştır. Yukarıdaki rivayet şöyle devam etmelidir. "... Denir ki:
Rabbanî'den maksad, insanlara ilmin küçüğünü, büyüğünden önce öğretendir."
Bu kısım, İbnu Abbas'ın değil Buhari'nin ilâve
ettiği bir açıklama olmalıdır. İlmin küçüğü tabiriyle meseleleri açık olan
bahisleri, ilmin büyüğü tabiriyle de meseleleri dakik olan, anlaşılması zor
olan bahisleri kasdetmiştir. Şu halde, ta'limde önce kolay, basit ve açık
olanların öğretilmesi ondan sonra zor bahislere geçilmesi tavsiye edilmiş
olmaktadır. Bu, pedagojinin en eski prensiplerinden biridir. Rabbanî
kelimesi el-Esma'i ve el-İsmâilî'ye göre Rab kelimesinden elde edilen bir
nisbettir. Yani, ilim ve amelde Rabb Teâla'nın emrettiği şeyi kasteden,
arayan kimse demektir. Bazı şârihler, ilmi yetiştiren, yani ayakta tutan
ulema olduğu için onlara rabbaniyyun dendiğini söylemişlerdir. Bu mâna
kelimenin lügat manasına bakar, çünkü kelime lügat olarak yetiştirmek,
artırmak, terbiye etmek manalarına gelir. Kelimedeki elif ve nun harfleri
mübâlağa ifade etmek için ilave edilmiştir.
Şu hale göre rabbanî nisbeti Allah manasına
gelen Rabba mı bir nisbettir, yoksa terbiyeye mi bir nisbettir. Bu hususta
ihtilâf edilmiştir. Rabbânî kelimesi terbiye aslına nisbet olduğu takdirde,
terbiye (yetiştirme, geliştirme) ilme bakar. Buhârî'nin kaydettiği şey için
olduğu takdirde ilmi öğrenmeye bakar.
ـ13ـ وعن جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]فِينَا نَزَلتْ: إذْ هَمَّتْ طَائِفَتَانِ مِنْكُمْ أنْ
تَفْشََ وَاللّهُ وَلِيُّهُمَا؛ قَالَ نَحْنُ الطَّائِفَتَانِ: بَنُو حَارثَةَ،
وَبَنُو سَلَمَةَ، وَمَا يَسُرُّنِى أنَّهَا لَمْ تَنْزِلْ لِقَولِ اللّهِ
تعالى: وَاللّهُ وَلِيُّهُمَا[. أخرجه الشيخان .
13. (524)-
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: Şu âyet bizim hakkımızda indi: "O
zaman içinizden iki zümre za'f göster(mek iste)mişdi. Halbuki onların
yardımcısı Allah'tı. Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalılar."
(Âl-i İmrân: 3/122). Hz. Câbir devamla şu açıklamayı yaptı: "Biz iki
zümreydik: Bir zümre Benû Hârise, diğeri Benû Seleme. Ayette: "Allah
onların yardımcısıdır" dendiği için bu âyet hakkımızda inmemiş olsaydı
sevinmezdim."
AÇIKLAMA:
Ayet Uhud harbi ile alakalıdır. Uhud harbi
için Müslümanlar gerekli hazırlığı yapmış, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), şahsen düşmanı şehrin içinde karşılamak gerektiği kanaatinde
olmasına rağmen Bedir'e katılmayan gençlerin, düşmanı şehrin dışında
karşılamak hususundaki ısrarlarını nazar-ı dikkate alarak, dışarıda
karşılaşmak üzere Uhud'a hareket etmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah İbnu Ubey, daha
savaş başlamadan: "Muhammed gençleri dinledi, bizi dinlemedi" diye bahane
ederek adamlarıyla birlikte orduyu terketti. İşte, âyet-i kerime,
münafıkların Medine'ye dönmesi sırasında Ensar'ın durumunu anlatmaktadır:
"Ey Ensar! (münafıklar döndüğü sırada) sizden iki bölük halk korkarak geri
dönmeyi tasarlamıştı. Fakat Allah onların yardımcısıydı (geri dönmekten
korudu). Bu sebeple mü'minler Allah'a güvenip dayanmalıdırlar."
Münafıklar, ordunun iki cenâhını teşkil eden
Hazreç'ten Seleme oğulları ile Evs'ten Hârise oğullarının da kendileri ile
dönmelerini istemişler ve hatta onlar buna meyletmişlerse de, Allah'ın
yardımıyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı terketmemişlerdir. Ayet bu
durumu anlatmakta, Hz. Câbir (radıyallahu anh) de âyet-i kerimeye açıklık
getirmektedir.
ـ14ـ وعن ابن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رَسُولُ اللّهِ #: يَدْعُو عَلََى صَفْوَانَ بنِ
أمَيَّةَ، وَسُهَيْلِ بنِ عَمْرٍو، وَالْحَارِثِ بن ِهشَامٍ؛ فَنَزَلتْ لَيْسَ
لَكَ مِنَ ا‘مْرِ شَئٌ أوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أوْ يُعَذِّبَهُمْ فَإنَّهُمْ
ظَالِمُونَ[. أخرجه البخارى والترمذى والنسائى .
14. (525)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Safvân İbnu Umeyye, Süheyl İbnu Amr ve el-Hâris İbnu Hişâm'a
beddua ediyordu. Bunun üzerine şu âyet indi: "Allah'ın, onların
tevbelerini kabul veya onlara azâb etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur;
çünkü onlar zalimlerdir" (Âl-i İmran: 3/128).
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Uhud günü bazı kâfirlere yaptığı beddua üzerine gelen bir âyet
açıklanmaktadır. Siyer kitaplarımızda etraflıca bilgi verildiği üzere,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Uhud savaşı sırasında çok kritik anlar
geçirmişti: Yüzünden yara almış, kanlar akmakta... dişlerinden biri
kırılmış, omuzuna bir ok isabet etmiş... Bir taraftan eliyle yüzünün
kanlarını silerken diğer taraftan da düşmana ok atmaktadır. İşte bu kritik
anlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ismen Ebu Süfyan, Saffan İbnu
Umeyye, Süheyl İbnu Amr, el-Hâris İbnu Hişam'a beddua ederek Allah'ın
lânetini taleb ettiği muhtelif rivayetlerde gelmiştir. Bu beddua üzerine
gelen âyet-i kerime Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ikâz ederek,
bundan yasaklamıştır.
Nitekim, o gün kâfir, İslâm düşmanı ve
Kureyş'in liderleri durumunda olan bu zatlar, bilâhere, Mekke'nin fethini
müteakip Müslüman olacaklar ve İslâm dâvasına samimi bir surette büyük
hizmetler vereceklerdir. Şöyle ki:
Ebu Süfyan: Hz. Muaviye'nin babasıdır. Uhud ve
Hendek Savaşı sırasına Kureyş'in lideridir. Fetih sırasında Müslüman oldu.
Huneyn ve Tâif seferlerine katıldı.
Haris İbnu Hişâm: Ebu Cehl'in kardeşidir.
Bedir'e de kâfir olarak katıldı. Savaş sırasında kaçtığı için ölümden
kurtuldu. Uhud'da müşriklerin safında idiyse de fetih sırasında Müslüman
oldu. Samimi idi ve Ashab'ın fâzıl ve hayırlıları sırasında yer aldı. Cihad
için Şam'a gitti ve dönmedi. Hicri 18. yılda Tâun'da ölünceye kadar cihadı
terketmedi.
Saffân İbnu Ümeyye: Fetih günü kaçtı ise de
sonradan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a katılarak, henüz Müslüman
olmadığı halde Huneyn ve Taif seferlerinde Müslümanların yanında yer aldı.
Müellefe-i kulûbtandır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cömertçe
ikramları sonunda Müslüman oldu. Yermuk seferine Müslüman olarak katıldı.
Müslümanların Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in
bidayetinde mağlub düşmelerindeki hikmeti dile getiren Bediüzzaman şöyle
der: "Müşrikler içinde o zamanda saff-ı Sahâbede bulunan ekâbir-i Sahâbeye
istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan,
şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini
kırmamak için, hikmet-i ilâhiyye, hasenât-ı istikbaliyelerinin bir
mükâfaat-ı muaccelesi olarak mâzide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini
kırmamış. Demek mâzideki Sahâbeler, müstakbeldeki Sahâbelere karşı mağlub
olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahâbeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki,
bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyet'e girsin ve o şehâmeti fıtriyeleri çok
zillet çekmesin."
ـ15ـ وعند الترمذى أنه #
قَالَ يَوْمَ أُحدٍ: ]اللَّهُمَّ الْعَنْ أبَا سُفْيَانَ، اللَّهُمَّ الْعَنْ
الْحَارِثَ بنَ هِشَامٍ، اللَّهُمَّ الْعَنْ صَفْوَانَ بنَ أميَّةَ. فنزلتْ
لَيْسَ لَكَ مِنْ ا‘مْرِ شَئٌ أوْ يَتُوبَ عََلَيْهِمْ أوْ يُعَذِّبَهُمْ
فَتَابَ عَلَيْهمْ فأسْلمُوا وحَسُنَ إسَمُُهُمْ[ .
15. (526)-
Tirmizi'de geldiği üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Uhud günü şöyle
demiştir:
"Ey Allahım, Ebû Süfyan'a lânet et! Ey
Allah'ım, el-Hâris İbnu Hişâm'a lânet et! Ey Allahım, Saffân İbnu Umeyye'ye
lânet et!" Bunun üzerine:
"Allah'ın onların tevbelerini kabul veya onlara azab etmesi işiyle senin bir
ilişiğin yoktur. Çünkü onlar zâlimlerdir" (Âl-i İmrân: 3/128) mealindeki
ayet indi.
ـ16ـ وعند النسائى:
]أنَّهُ سَمعَهُ حينَ رَفَعَ رَأسَهُ مِنْ صَةِ الصُّبْحِ مِنَ الرّكْعَةِ
اŒخِرَةِ وَقَالَ: اللَّهُمَّ الْعَنْ، وذكره نحوه[.
16. (527)-
Nesâî'de geldiğine göre, İbnu Ömer, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sabah namazında başını sonuncu rekatta kaldırdığı sırada "Ey
Rabbim.... lanet" diye aynen yukarıdaki hadiste muhtevayı işittiğini
söylemiştir.
ـ17ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ]نزَلتْ هذِهِ اŒيةُ ومَا كانَ لِنَبىٍّ أنْ
يَغُلَّ في قَطِيفَةٍ حَمْراءَ فَقِدَتْ يَوْمَ بَدْرٍ. فقَالَ بَعْضُ
الْقَوْمِ: لَعَلَّ رَسُولُ اللّهِ # أخَذَها فأنْزَلَ اللّهُ تعالَى هذِهِ
اŒية[. أخرجه أبو داود والترمذى .
17. (528)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "Hiçbir peygambere ganimete ve millet
malına hıyânet yaraşmaz" (Âl-i İmrân: 3/161) ayeti, Bedir savaşı
sırasında kaybolan kırmızı renkli bir kadife parçası hakkında nâzil olmuştu.
Cemaatten bazısı "Belki de Hz. Peygamber almıştır" demişti ki bunun üzerine
yukarıdaki âyet nazil oldu."
AÇIKLAMA:
Bu âyet, Bedir ganimetleri arasında yer alan
kırmızı renkli bir kadifenin kaybolması üzerine münafıklar: "Bunu Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) almıştır" diye bir şâyia çıkardıkları
zaman nazil olmuştur.
Alimler, âyet-i kerimenin, Peygamberimiz
(aleyhissalâtu vesselâm)'i her çeşit ihânetten tenzih ettiğini ifade
ederler:
1-
Ganimeti taksim ve ödemede ihaneti olmaz.
2-
Esirlerin bazılarını taksim edip bazılarını bırakmaz.
3-
Allah'ın indirdiği âyetlerin bazısını tebliğ edip, bazısını gizleyerek
ihanet etmez, tebliği eksiksiz yapar.
Âyet'in iniş sebebi üzerine farklı bir
açıklama Kelbî ve Mukatil'den kaydedilmektedir. Buna göre, âyet Bedir değil,
Uhud Savaşı vesilesiyle nazil olmuştur: "Ola ki Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Kim ganimetten bir şey ele geçirirse kendisinin olsun"der de
Bedir'de yaptığı gibi ganimeti taksim etmez" derler ve bu endişeyle merkezi
terkederek ganimeti yağmaya koşarlar. Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara: "Ben size: "Benden emir gelinceye kadar sakın yerinizi
terketmeyin" demedim mi?" der.
- Biz geri kalanımızı orada bıraktık! cevabını
verirler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) düşüncelerini yüzüne vurur:
- "Bilakis, siz, herhalde ganimeti zimmetime
geçirip, taksim etmeyeceğim zannına düştünüz."
Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerime nâzîl olur.
ـ18ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ ‘صْحَابِهِ: ]إنَّهُ لَمَّا أصيبَ
إخْوَانُكُمْ بِأحُدٍ جَعَلَ اللّهُ تعالَي أوْوَاحَهُمْ في جَوْفِ طَيْرٍ
خُضُرٍ تَرِدْ أنْهَارَ الْجَنَّةِ تَأكُلُ مِنْ ثِمَارِهَا وَتأوِى إلى
قَنَادِيلَ مِنْ ذَهَبٍ مُعَلّقَةٍ في ظِلِّ الْعَرشِ فَلَمَّا وَجَدُوا
طَيِّبَ مَأكَلِهِمْ وَمَشْرَبِهِمْ وَمَقيلِهِمْ قَالُوا: مِنْ يُبَلِّغُ
إخْوَانَنَا عَنَّا أنّنَا أحْيَاءُ في الجَنَّةِ نُرْزَقُ؟ لِئََّ يَزْهَدُوا
في الجنَّةِ وََ يَنْكُلُوا عِنْدَ الْحَرْبِ. فقَالَ اللّهُ تَعالى: أنَا
أُبَلِّغُُهُمْ عَنْكُمْ. فَأنزلَ اللّهُ تعالى: وََ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ
قُتِلُوا في سَبِيلِ اللّهِ أمْوَاتاً بَلْ أحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ
يُرْزَقُونَ إلى آخرِ اŒيات[. أخرجه أبو داود .
18- (529)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ashabına şöyle dedi:
"Uhud'da şehid olan kardeşleriniz var ya!
Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Bunlar cennetin
nehirlerine giden, cennet meyvelerinden yiyen ve Arşın gölgesine asılmış
altından kandillere girip istirahat eden kuşlardır. Şehidler böylece güzel
güzel yiyip içip dinlenince şöyle dediler: Kardeşlerimize bizden kim haber
götürecek ve bildirecek ki bizler cennette dirileriz, rızıklanıyoruz? Bu
haber gitmeli ki onlar cennete karşı isteksiz olmasınlar ve harpte korkak
davranmasınlar!"
Allah Teâla onlara cevaben:
"Sizin haberinizi ben duyuracağım"
buyurdu ve şu âyeti indirdi: "Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın
bilakis onlar Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara
verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine
ulaşmayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin
üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler" (Âl-i İmrân: 3/169).
AÇIKLAMA:
Bu hadis-i şerif, şehidlerin ölmediklerini
bilakis diri olduklarını beyan eden âyet-i kerimenin iniş sebebini beyan
ediyor ve ayete de kısmen açıklık getiriyor. Müşâhedemize göre, şehâdet
şeklinde ölme ile, normal ölme arasında bir fark mevcut değildir. Her ikisi
de ölümdür. Ehli iman ile ehli küfür veya salah ehli ile tuğyan ehli
arasında kabir hayatının farklı olacağını anlamak da mümkün, ama şehid
olanların diğer sâlihlere nazaran farklı bir berzah hayatına
mazhariyetleri, ve "ölü" değil diri olmaları zor anlaşılacak bir husus olsa
gerektir.
Bu meseleyi anlaşılır şekilde açıklayan bir
pasajı Bediüzzaman'dan sunacağız. Hayatı beş tabakaya ayıran Bediüzzaman,
şehidlerin hayatını dördüncü tabakada gösterdikten sonra şu açıklamayı
yapar:
"Nass-ı Kur'ân'la, şühedanın, ehl-i kubûrun
fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini
tarîk-i hakda feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemal-i kereminden onlara
hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i
berzahda onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız
kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle
mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i Kuburun
çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahda
aldıkları lezzet ve saadet şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam
bir rü'yada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu
bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak"
diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki
saadete mazhar olur.
İşte âlem-i berzahdaki emvât ve şühedânın
hayat-ı berzahîden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve
rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ
bildikleri sâbit ve kat'îdir. Hatta seyyidü'şşüheda olan Hazret-i Hamza
radıyallahu anhu, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza
etmesi.. ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu
tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta -ben kendim- Ubeyd isminde bir
yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan
sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini
bilmediğim halde, bence bir rü'yayı sâdıkada tahte'l-arz bir menzil
suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni
ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta
biliyor; fakat, Rus'un ibtilasından çekindiği için, yer altında kendine
güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'î rü'ya, bazı şerâit ve emârâtla, geçen
hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir."
ـ19ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ في قوله تعالى: ]إنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ إلى قوله وقالوا:
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ؛ قَالَهَا إبْرَاهِيم عَلَيْهِ الصََّةُ
وَالسَّمُ حِينَ أُلْقِى في النَّارِ، وَقَالَهَا مُحَمّدٌ # حِينَ قَالَ
لَهُمْ النَّاسُ إنّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ[. أخرجه البخارى .
19. (530)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "Halk onlara: "Düşmanınız olan
insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun" dediler. Bu,
onların imanını artırdı da: "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" dediler"
(Âl-i İmrân: 3/173) âyeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Bunu İbrahim
(aleyhisselam) ateşe atıldığı esnada söyledi, keza aynı şeyi Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), halk kendisine: "İnsanlar size karşı toplandılar"
dediği zaman söyledi."
AÇIKLAMA:
Rivayette görüldüğü üzere, hasbunallahi ve
nime'l-vekil cümlesini ilk defa Hz. İbrahim (aleyhisselam) söylemiştir.
Rivayetler ateşe atılacağı zaman ilk ve son olmak üzere telâffuz ettiği
yegâne cümlenin bu olduğunu belirtirler. İbnu İshâk'ın anlattığına göre,
Müslümanları korkutmak, morallerini bozmak isteyenler faaliyete geçince
onlar da bu kelimeyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, en
kritik bir anda kullanarak propagandayı kırarlar, şöyle ki: Ebu Süfyan
Uhud'dan ayrıldıktan sonra Kureyş'le geri döner. Kendisine Ma'bed el-Huzâî
rastlar. Ebu Süfyân'a Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı büyük bir
kalabalıkla gördüğünü, Uhud'a katılmayanların pişmanlıkla atrafında
toplanmış olduklarını söyler. Bunun üzerine Ebu Süfyân ve beraberindekiler
tahrik edilmiş olarak geri dönerler. Ebu Süfyan bir adam göndererek, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Ebu Süfyân ve adamlarının kendilerine
müteveccihen geri gelmekte olduklarını duyurur. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu ihbara: "Hasbunallah ve ni'lme'lvekil." "Allah bize yeter,
O, ne güzel vekildir" diye cevap verir.
Hadisenin geçtiği zaman ve zeminle ilgili
farklı rivayetler mevcuttur. Hepsinde Ebu Süfyân'ın gözdağı vermeye
çalışması anında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hasbünallah ve
ni'me'lvekil diye cevap vermiş olduğu belirtilir.
ـ20ـ وعن أبى سعيد
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنّ رِجَاً مِنَ الْمُنَافِقِينَ عَلَى عَهْدِ رسولِ
اللّهِ # كَانُوا إذَا خَرَجَ رسولُ اللّه # إلى الْغَزْو تَخَلَّفُوا عَنْهُ
وَفَرِحُوا بِمَقْعَدِهِمْ خَِفَ رَسُولِ اللّهِ فَإذَا قَدِمَ اعْتَذَرُوا
إلَيْهِ وَحَلَفُوا لَهُ وأحَبُّوا أنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلوُا
فنزَلَتِ اŒيةُ: َ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أتَوْا
وَيُحِبُّونَ أنْ يُحْمَدُوا بِمَالَمْ يَفْعَلُوا اŒية[. أخرجه الشيخان .
20. (531)-
Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) zamanında bir kısım münâfıklar, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gazveye çıktığı vakit ondan ayrılıp geri kalırlar ve
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a muhalefet edip kaldıkları için
rahatlarlar, sevinirlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye
dönünce de gelip andlar, yeminler içerek özürler beyan ederlerdi. Bir de
isterlerdi ki, yapmadıkları şeylere övgüye, medh u senaya mazhar olsunlar.
Onların bu hali ile ilgili olarak şu âyet nâzil oldu: "Ettiklerine
sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların, sakın sakın onların
azabtan kurtulacaklarını sanma, elem verici azab onlaradır" (Âl-i İmrân:
188).
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki rivayette görüldüğü üzere ayet-i
kerimenin, savaşlara katılmadığı halde geri kalışlarına mâzeret uydurmaya
çalışan bir kısım münâfıklar hakkında inmiş olduğu söylenmekten başka, diğer
bir kısım rivayetlerde de Yahudiler hakkında indiği söylenmiştir. Yahudiler
"Biz daha önceki kitaba mazharız, ibadet ve tâat ehli kimseleriz..."
dedikleri halde Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in risaletini ikrar
etmemeleri üzerine ayet nazil olur ve kendilerine "...yapmadıklarıyla
övülmekten hoşlananların azabtan kurulacaklarını sanma..." diye ihtar
edilir.
Kurtubî ve daha bazı âlimler her iki taife
hakkında da âyetin nâzil olduğunu söyleyerek bu farklı rivayetleri telif
etmişlerdir.
Ancak, âyetin lafzı umumidir. Yaptığıyla
böbürlenip, yapmadığıyla da övülmeyi seven herkese şâmildir. Ayet hususi bir
durum için gelmiş bile olsa zamanımıza hitab etmesine mâni yoktur.
ـ21ـ وعن حميد بن
عبدالرحمن بن عوف ]أنَّ مرْوَانَ قالَ لِبَوَّابِهِ إذْهَبْ يَا رَافِعُ إلى
ابنِ عَبَّاسٍ فَقُلْ: لَئِنْ كَانَ كُلُّ امْرِئٍ مِنَّا فَرِحَ بِمَا أتى
وَأحَبَّ أنْ يُحْمَدَ بِمَا لَمْ يَفْعَلْ مُعَذَّباً لَنُعذَّبَنَّ
أجْمَعُونَ. فقالَ ابنُ عبَّاسٍ مَا لَكُمْ وَلهذِهِ اŒية. إنما أنْزِلَتْ في
أهْلِ الْكِتَابِ ثُمَّ تََ: وَإذْ أخَذَ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الكِتَابَ
لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وََ تَكْتُمُونَهُ وَتََ: َ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ
يَفْرَحُونَ بِمَا أتَوْا اŒية، وَقالَ سَألهُمُ النَّبِىُّ # عَنْ شَئٍ
فَكَتَمُوهُ إيَّاهُ وَأخْبَرُوهُ بِغَيْرِهِ فَأرَوْهُ أنْ قَدِ اسْتُحْمِدُوا
إلَيْهِ بِمَا أخْبَرُوهُ عَنْهُ فِيمَا سَأَلَهُمْ، وَفَرِحُوا بِمَا أتَوْا
مِنْ كِتْمَانِهِمْ إيَّاهُ مَا سَألهُمْ عَنْهُ[. أخرجه الشيخان والترمذى .
21. (532)-
Humeyd İbnu Abdirrahmân İbni Avf anlatıyor: Emevî halifesi Mervân
kapıcısına: "Ey Râfi! İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a git ve de ki: "Eğer
bizden herkes, ettiği ile sevinmesinden ve yapmadığı şeyle de övülmekten
hoşlanmasından dolayı azab görecekse, toptan hep azâba maruz kalacağız
demektir."
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) kendisine bu
söylenince şöyle dedi: "O ayetten size ne? O âyet, Ehl-i Kitap hakkında
inmiştir." Sonra şu âyeti okudu: "Allah kitap verilenlerden, onu
insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar
ise, onu arkalarına atıp, az bir değere değiştiler. Alışverişleri ne
kötüdür. Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların,
sakın sakın onların azabtan kurtulacaklarını sanma, elem verici azab
onlaradır." (Âl-i İmrân: 3/187-188).
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) sözüne devam
ederek şu açıklamayı yaptı: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara bir
husus sordu, gerçeği gizleyip, değişik şekilde yanlış cevap verdiler.
Üstelik kendilerine sorduğu hususa verdikleri cevap sebebiyle medhedilmeyi
beklediklerini de iş'âr ettiler. Ayrıca sorulan şeyi ona gizlemiş olmalarına
da sevindiler."
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
Yahudilere ne sorduğu rivayetlerde açıkça belirtilmemiş, ancak kendi
evsafına vâzıh olarak gelip gelmediğini sorduğu, onların buna kaçamakla
cevap verdikleri söylenmiştir. Nitekim, âyetin tefsiri zımnında İbnu Abbâs
şöyle demiştir: "Allah celle senâuhu Tevrat'ta şöyle buyurmuştur: "İslâm,
Allah'ın kullarına farz kıldığı dindir, Muhammed de Allah'ın Resulüdür." Bu
açıklamada sorulan şey hususunda İbnu Abbas'ın bir kanaat sahibi olduğunu
göstermektedir. İbnu Hacer'in belirttiğine göre, "yaptıklarıyla övünme"
ibâresinde kastedilen fiilleri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
Tevrat'ta gelen evsafını gizlemektir. "Yapmadıklarıyla da medhedilmekten
hoşlanmaları" ibaresiyle kastedilen şey de: "Biz İbrahim
(aleyhisselâm)'in dini üzereyiz" demeleridir.
ـ22ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]مَا مِنْ بَرٍّ وََ فَاجِرٍ إَّ وَالْمَوْتُ
خَيْرٌ لَهُ ثُمَّ تََ: إنَّمَا نُمْلِى لَهُمْ لِيَزْدَادُوا إثْماً، وَتَ:
وَمَا عِنْدَاللّهِ خَيْرٌ لِ‘َبْرَارِ[. أخرجه رزين .
22. (533)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "İster, amelce iyi, müttaki, isterse amelce
kötü, facir kişi olsun, ölüm herkes hakkında hayırlıdır" buyurduktan sonra
şu âyeti okudu: "İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin
sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak,
günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Alçaltıcı azab onlaradır,
(Âl-i İmrân: 3/178). Sonra da şu âyeti okudu: "Fakat Rablerinden
sakınanlara, Allah katından ziyâfetler bulunan, içlerinden ırmaklar akan,
içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Allah katındaki şeyler iyi
olanlar için daha hayırlıdır" (Âl-i İmrân: 3/198).
ـ23ـ وعن أم سلمة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها قالتْ: ]قُلْتُ يَا رسُولَ اللّهِ: أسْمَعُ اللّه تعالَى ذَكَرَ
النِّسَاءَ في الْهِجْرَةِ بِشَئٍ فأنزلَ اللّهُ تعالى أنِّى أضِيعُ عَمَلَ
عَامِلٍ مِنْكُمْ مِنْ ذَكَرٍ أو أنْثَى بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍ؛ إلى قوله:
وَاللّهِ عندَهُ حُسْنُ الثَّوَابِ[. أخرجه الترمذى.
23. (534)-
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü, Allahu
Teâla'nın kadınları hicretle ilgili olarak zikrettiğini hiç işitmiyorum,
niçin?" diye sordum.
Bu sorum üzerine şu âyet indi: "Rableri
dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun,
kadın olsun iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hicret edenlerin,
memleketlerinden çıkanların, yolumda ezâya uğratılanların, savaşan ve
öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. And olsun ki, Allah katında
bir nimet olarak, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyacağım. Nimetin güzeli Allah katındadır." (Âl-i İmrân: 3/195).
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Tirmizi'nin teferrüd ettiği
rivayetlerdendir. Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'nin sorusunda kadınlarda
mevcut kadınlık gayreti gözükmektedir. Günümüzde feminizm diye son derece
tehlikeli bir kadın-erkek ayırımına yani bir cinsin diğerine karşı hasmâne
hislere düşmesine dönüşen bu kadınlık gayretinin şevkiyle sorulan sorulara,
sarfedilen ifadelere, hadislerde zaman zaman rastlanır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu
ne biçim sual? diye bir reaksiyonda bulunmayışı dikkat çekicidir. Sual
âyet-i kerime ile cevaplanıyor.
Ayet, kadın-erkek ayırımı olmadan herkesin
amelinin eşit şekilde karşılık göreceğini belirtiyor. "Birbirinizden meydana
gelen" tabirinden "Hepiniz Adem ve Havvâ'dansınız, aranızda menşe yönüyle
de fark yok" manası anlaşıldığı gibi, "dinde, nusrette, müvâlat'da
birbirinize eşitsiniz mânası da anlaşılmıştır. Ayrıca "herbiriniz, tâati
mukabili mazhar olacağı sevapta, veya isyanı mukabili maruz kalacağı cezada
birbirine eşittir, aranızda bu hususlarda fark yoktur" veya "kadın ve erkek
aynı şekil ve tarzda ibâdet yaparlar" diye anlaşılmıştır.
Birinci ciltte, Buhârî'nin bâb başlıklarının husûsiyeti
görülmelidir. (İbrahim Canan)