Kütübü Sitte

Amr İbnu Ümmi Mektum

 

Ayet-i kerimenin bu muhtevayı kazanmasına sebep olan Amr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Bilal (radıyallahu anh)'den sonra ikinci müezzinidir. İsminde ihtilâf edilmiş, Abdullah da denmiştir. Yukarıdaki rivayetten de anlaşılacağı üzere gayret-i diniyesi fazla bir zattır. Abese sûresinin nüzûlüne de bu zât vesile olmuştur. Şöyle ki: Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grubla belki İslâm'a gelirler de dinin âvamca daha kolay benimsenmesine yardımcı olurlar ümidiyle sohbet ederken, Amr İbnu Ümmi Mektum, önünde kendisini yeden birinin refakatında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yaklaşarak:

"Ey Allah'ın Resulü, bana Kur'ân okut, Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret" diye müracaatta bulunur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu zamansız müracaattan memnun kalmaz ve (Rebî'a'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Cehl, henüz imanla müşerref olmamış bulunan Abbâs İbnu Abdilmuttalib, Umeyye İbnu Halef, Velid İbnu Muğire gibi Kureyş reisleriyle olan sohbetinin kesilmemesi için) İbnu Ümmi Mektûm'a iltifat buyurmaz. Berikisi arzusunu tekrar tekrar ifâde edince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dediğimiz gibi reislerden bazılarını İslâm'a  kazandırmak arzusunun şiddetiyle yüzünü ekşiterek berikilerle sohbete devam eder. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu davranışından Cenâb-ı Hakk memnun kalmaz ve Habib-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ini Abese suresiyle itâb buyurur: "Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi. Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak, yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Ama sen, kendisini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun. Arınmak istememesinden sana ne? Sen Allah'tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun" (Abese: 80/1-10).

Bu vahyden sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz her ne zaman Amr İbnu Ümmi Mektum'la  karşılaşsa: "Rabbimin bana itab etmesine sebep olan sevgili dostum merhaba!" diyerek selam verirdi.

Amr'ın annesi Ümmi Mektum'un adı Atike bintu Abdillah el-Mahzumiyye'dir. Babası Kays Ümmehâtu'l-Mü'minin'den olan Haticetu'l-Kübrâ validemizin dayısıdır.

İbnu Ümmmi Mektûm'un Medine'ye ilk  hicret edenlerden olduğu,  Dâru'l-Kurrâ'da misafir edildiği rivayetlerde belirtilir. Bedir savaşından az sonra hicret ettiği de söylenmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'den ayrıldıkça, yerine onu bırakırdı. Tam on üç kere bu vazifeyi deruhte etmiştir. Kadisiye gazvesine sancaktar olarak katılıp orada şehid olduğu belirtilir. Ancak, bazı rivayetler Kadisiye'den döndükten sonra Medine'de vefat ettiğini söyler. Radıyallahu anh.[1]

 

ـ40ـ وعن محمد بن عبدالرحمن قال: ]قَطَعَ عَلَى أهْل المَدِينَةِ بَعْثٌ فاكْتَتَبْتُ فِيهِ، فَلَقِيتُ عِكْرِمَةَ مَوْلَى ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. فأخْبَرْتُهُ فَنَهانِى أشَدَّ النَّهْىِ؛ ثُمَّ قَالَ: أخْبَرَنِى ابْنُ عَبَّاسٍ أنَّ أُنَاساً مِنَ الْمُسْلِمِينَ كَانُوا مَعَ الْمُشْرِكِينَ يُكْثِرُونَ سَوَادَهُمْ يَأتِى السَّهْمُ يُرْمَى بِهِ فَيُصِيبُ أحَدَهُمْ فَيَقْتُلُهُ أوْ يَضْرِبُ فَيَقْتُلُ فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: إنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمََئِكَةُ ظَالِمِى أنفُسِهِمْ اŒية[ .

 

40. (574)- Etbauttâbiîn'den Muhammed İbnu Abdirrahman anlatıyor: (Abdullah İbnu Zübeyr'in hilâfeti sırasında Şamlılara karşı gönderilmek üzere) Medine halkından askerî bir birlik teşkili kararlaştırıldı. Birliğe de yazıldım. Bu esnâda İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın azadlısı İkrime ile karşılaştım, durumu ona anlatmıştım. Bu sefere katılmayı bana şiddetle yasakladı. Sonra da şunu anlattı: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bana haber verdi ki: "Müslümanlardan bir grup (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde) müşriklerle berâberdi ve onların sayılarını artırıyorlardı. Müşriklere atılan ok, bazan gelip onlardan birine isabet edip öldürdüğü oluyordu. Kılıç darbeleriyle hayatlarını kaybedenler de vardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara: "Ne yaptınız bakalım?" deyince, "Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik" diyecekler, melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" cevabını verecekler, onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir" (Nisa: 4/97).[2]

 

AÇIKLAMA:

 

Burada nüzul sebebi açıklanan âyet, mü'minlere hicreti emreden mühim âyetlerden biridir. Müşriklerin içinde kalıp, onların sayısını artırmak, böylece daha kalabalık görünmelerine sebep olmak bile ağır sorumluluğu gerektiren bir durum olarak  karşımıza çıkmaktadır.

İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın başka kaynaklarda mufassal olarak açıkladığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hicretinden sonra, Mekke'de İslâm'a girenler olmuştur. Bunlar hicret etmek istemediler. Fakat Mekke'de kalabilmek için Müslümanlıklarını gizlediler. Bedir Savaşı sırasında müşrikler onları da savaşa katılmaya mecbur etti. Savaşta bir kısmı isâbet alarak hayatını kaybetti. Müslümanlar bu ölenler için: "Bunlar mü'mindiler, icbâr edildikleri için savaşa katıldılar, onlar için Allah'tan mağfiret dileyin", dediler. Bunun üzerine yukarıdaki meâlini tam olarak kaydettiğimiz ayet nâzil oldu. "Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldığı zaman..." Bu âyeti Medine'deki mü'minler Mekke'de kalanlara yazarak, orada kalmada mâzur olmadıklarını bildirdiler. Bunun üzerine onlar Mekke'yi terkettiler. Durumdan haberdar olan müşrikler yolda onlara yetişerek, mâni olup işkenceler yaptılar. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "İnsanlardan: "Allah'a inandık" diyenler vardır; Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanların ezasını Allah'ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa, and olsun ki, "Doğrusu biz sizinle  berâberdik" derler. Allah herkesin kalbinde olanları en iyi bilen değil midir?" (Ankebut: 29/30). Müslümanlar bu âyeti de onlara yazdılar. Mekke'dekiler buna da çok üzülüp, her çeşit hayırdan ümidlerini kestiler.

Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "Rabbin, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerden yanadır. Rabbin şüphesiz bundan sonra da bağışlar ve merhamet eder" (Nahl: 16/110).

Medine'dekiler tekrar onlara yazarak "Allah sizin için kurtuluş imkânı göstermektedir" dediler. Onlar tekrar Mekke'den çıktılar. Müşrikler tekrar bunlara yolda yetiştiler. Ancak bu sefer aralarında cidal çıktı. Bir kısmı öldü, bir kısmı kurtuldu.[3]

 

ـ41ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]إنْ كَانَ بِكُمْ أذَىً مِنْ مَطَر أوْ كُنْتُمْ مَرْضى.

قالَ: نَزَلَتْ في عبدالرحمنِ بنِ عوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَكَانَ جَرِيحاً[. أخرجهما البخارى .

 

41. (575)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) "...Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur. Fakat bütün ihtiyat tedbirlerini alın..." (Nisa: 4/102) ayeti Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh) hakkında, o yaralı iken nâzil oldu" demiştir.[4]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıda kısmen yazılmış olan ayet uzundur ve salâtu'l-havf'la (korku namazı) ilgilidir. Ayet-i kerime, savaş anında yani tehlikeli, korkulu anlarda namazın nasıl kılınacağını  talim buyurur.

Yukarıdaki riayette ayetin kaydedilen kısmı, korku namazı sırasında silah taşıma gereğine temas etmektedir. Alimler, ayette belirtilen meşru mâzeret dışında, korku namazı kılarken silahı bırakmamanın vâcib olduğunu söylerler. Vücub hükmünü, ruhsattan sonra ihtiyatî tedbir alınması, gafil yakalanılmaması için ayette gelen emirden çıkarırlar.

Ayet-i kerime savaş sırasında bile olsa namazın bırakılmaması için emir vererek namazın Allah nezdinde ehemmiyetine dikkat çektikten sonra, düşmana karşı tedbirin bu mühim kulluk vazifesini ifa esnasında bile ihmâl edilmemesini emretmesi, hem de istihbab ifade eden bir tavsiye üslubuyla değil, vücub ifâde eden bir emir üslubuyla emretmesi, âyetten ibret alınması gereken bir başka husustur.

Allah indinde namazın ehemmiyeti ve düşman karşısında tedbirin gerekliliğini kavramak için şunu da ilâve edelim ki, İbnu Kesîr'in kaydına göre, düşman karşısında namaz  terkedilmez, ancak şartlara göre, üç rek'at, iki rek'at, ima ile eda edilebilecek tek rek'at, buna da gücü yetmiyene tek secde ve hatta namaz niyetiyle "Allahu ekber!"  yeterlidir. Bu sonuncu görüşün Câbir İbnu Abdillah, Abdullah İbnu Ömer, Ka'b İbnu Ubey (radıyallahu anhümâ ecmain) gibi büyük sahâbilerden geldiği belirtilir.[5]

 

ـ42ـ وعن يعلى بن أمية قَالَ: ]قُلْتُ لِعُمَرَ بْنِ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ

عَنْهُ: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّةِ إنْ خِفْتُمْ أنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَقَدْ أمِنَ النَّاسُ فَقَالَ: عَجِبْتُ مِمَّا عَجِبْتَ منْهُ فَسَألْتُ رسُولَ اللّه # عَنْ ذلِكَ فَقَالَ: صَدَقَةٌ تَصَدَّقَ اللّهُ تعالَى بِهَا عَلَيْكُمْ فاقْبَلُوا صَدَقَتَهُ[. أخرجه الخمسة إّ البخارى .

 

42. (576)- Ya'la İbnu Ümeyye anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'a: "Ayet-i kerime'de: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" (Nisa: 4/101) buyuruluyor. Şimdi ise halk emniyet içerisinde, buna rağmen, sefer hâlinde niye namaz kasrediliyor (kısaltılıyor)" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

"Senin  gibi, ben de aynı şekilde merak ederek, bu meselede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum. Bana şu açıklamayı yapmıştı: "Namazın kısaltılması, Allah'ın sizlere yaptığı bir sadakadır. Rabbinizin sadakasını kabûl edin."[6]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivayet yolculuk sırasında kılınan namazla ilgili bir rivayettir. Ayet-i kerime yolculuk sırasında namazın kısaltılarak kılınmasına ruhsat vermektedir. Bu ruhsatın yolculukta çoğunlukla rastlanan meşakkate binâen verildiği düşüncesiyle, meşakkatsiz geçen yolculuklarda tam kılınması gereği hususunda kanaat ve tereddüt geçirenler olmuştur. Anlaşıldığına göre bu tereddütü bizzat Ashâb hissetmiş ve Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'den sormuşlar.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yolculuk sırasında namazı kısaltmanın illeti yani asıl sebebinin meşakkat olmayıp bizzat yolculuğun kendisi olduğunu latif bir ifade ile belirtiyor.

Öyle ise, bütün ilahî emirlerde bir illet var, bir de hikmet ve maslahat. İllet, Allah'ın emri veya yasağıdır. Hikmet ve maslahat ise görebildiğimiz dünyevî faydasıdır. Sathî nazarla bakan illetle  maslahatı karıştırır, yanlış hükme gider. Bir mühim meselenin anlaşılması için Bediüzzaman'dan bir pasaj sunuyoruz:

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba icâda  medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rek'at kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyyenin illeti seferdir, hikmeti ise, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olmaz. İşte bu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyyedir, semâvî değildir."

İmam-ı Âzam sefer namazının kısaltılması meselesini, hadiste ifade edildiği şekilde vâcib olarak anlamıştır. Binâenaleyh, dört rek'atlı vakitlerin yolculuk sırasında iki rek'at kılınması gerekir. Dört  kılmak mekruhtur. İlk iki rekatta oturmadı ise sahih değildir. Şâfiî hazretleri (rahimehumullah) ruhsat olarak anlamıştır, dileyen iki, dileyen dört kılar.[7]

 

ـ43ـ وعن عبداللّه بن خالد أسيد أنه قال بن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]كَيْفَ تُقْصَرُ الصََّةُ وَإنَّمَا قَالَ اللّهُ تَعَالَى لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصََّةِ إنْ خِفْتُمْ أنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا؟ فَقَالَ ابْنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: يَا ابْنَ أخِى إنَّ رسولَ اللّهِ # أتَانَا وَنَحْنُ ضَُّلٌ فَعَلَّمَنَا فَكَانَ فيمَا عَلَّمَنَا أنَّهُ أمَرَنا أنْ نُصَلِّىَ رَكْعَتَيْنِ في السَّفَرِ[. أخرجه النسائى .

 

43. (577)- Ümeyye İbnu Abdillah İbnu Hâlid merhumun anlattığına göre, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e şöyle demiştir:

"- Cenâb-ı Hakk âyet-i kerimede: "Kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" (Nisâ: 4/101) diyerek (savaş ve korku halinde) kısaltmaya izin verdiği halde, seferde namaz  neye dayanılarak kısaltılır?"

İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şu cevabı verdi:

"- Ey kardeşimoğlu! Bizler hep dalâlette iken Reshulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize geldi ve dinimizi öğretti. Bize öğrettikleri arasında namazı sefer sırasında iki rekat kılmak da var."[8]

 

AÇIKLAMA:

 

Abdullah İbnu Ömer'e, sefer namazının sarih olarak Kur'an-ı Kerîm'de bulunmadığı, bununla ilgili olarak Kur'an'dan gösterilen -ve önceki rivayette zikredilmiş olan- Nisa suresinin 101'inci âyetinin esas itibariyle savaşla ilgili olduğu hatırlatılıyor ve seferde kılınan namazın hangi şer'î delile dayanılarak kısaltıldığı soruluyor.

Yüce sahâbî Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh), dinî edillenin Kur'ân-ı Kerim'e münhasır olmayıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylediği veya yaptığı şeylerin de dinî meselelerde yeterli delil olduğunu hakimâne bir şekilde ifade buyuruyor:

* Bize her şeyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğretti.

* O'nun  öğrettikleri arasında "namazın kısaltılarak iki rek'at kılınması" da var.

* Delil olarak O (aleyhissalâtu vesselâm)'nun sünneti yeterlidir, başka delile ne hacet![9]

 

ـ44ـ وعن قتادة بن النعمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ أهْلُ بَيْتٍ مِنَّا يُقَالُ لَهُمْ بَنُو أُبَيْرقٍ: بِشْرٌ وَبُشَيْرٌ  وَمُبَشِّرٌ وَكَانَ بُشَيْرٌ رَجًُ مُنَافِقاً يَقُولُ الشِّعْرَ يَهْجُو بِهِ أصْحَابَ رَسُول اللّه # ثُمَّ يُنْحِلُهُ بَعْضَ الْعَرَبِ يَقُولُ: قَالَ فَُنٌ كَذَا، قَالَ فَُنٌ كَذَا، وَكَانُوا أهْلَ بَيْتِ حَاجَةٍ وَفَاقَةٍ الْجَاهِلِيَّةِ وَا“سْمِ، وَكانَ النَّاسُ إنَّمَا طَعاَمُهُمْ بِالْمَدِينةِ التَّمْرُ وَالشَّعِيرُ، فَكانَ الرَّجُلُ إذَا كَانَ لَهُ يَسَارٌ فَقَدِمَتْ ضَافِطَة مِنَ الدُّرْمُكِ ابْتَاعَ الرَّجُلُ مِنْهَا فَخَصَّ بِهَا نَفْسَهُ، وَأمَّا الْعِيَالُ فإنَّمَا طَعَامُهُمُ التَّمْرُ وَالشَّعِيرُ. فَقَدِمَتْ ضَافِطَةٌ مِنَ الشَّامِ فابْتَاعَ عَمِّى رِفاعَةُ بنُ زَيْدٍ حِمًْ مِنْ الدُّرْمُكِ فَجَعَلَهُ في مَشْرُبَةٍ لَهُ، وَفي الْمَشْرُبَةِ سَِحٌ دِرْعٌ وَسَيْفٌ، فَعُدِىَ عَلَيْهِ مِنَ اللّيْلِ فَنُقِبَتِ الْمَشْرُبَةُ وَأُخِذَ الطَّعَامُ وَالسَِّحُ، فَلَمَّا أصْبَحَ أتَانِى عَمِّى رِفَاعَةُ. فَقَالَ يَاابْنَ

أخِى إنَّهُ قَدْ عُدِىَ عَلَيْنَا في لَيْلَتِنَا فَنُقِبَتْ مَشْرُبَتُنَا وَذُهِبَ بِطَعَامِنَا وَسَِحِنَا. قَالَ فَتَجَسَّسْنَا في الدَّارِ، وَسَألْنَا. فَقِيلَ لََنَا: لَقَدْ رَأيْنَا بَنِى أُبَيْرِقٍ اسْتَوْقَدُوا في هذِهِ اللَّيْلَةِ، وََ نَرَى فِيمَا نَرَى إَّ عَلَى بَعْضِ طَعَامِكُمْ، وَكَانَ بَنُو أبَيْرِقٍ قَالُوا، وَنَحْنُ نَسْألُ في الدَّارِ: وَاللّهِ مَا نَرَى صَاحِبَكُمْ إَّ لَبيدَ ابْنَ سَهْلٍ رَجًُ مِنَّا لَهُ صََحٌ وإسَْمٌ، فَلَمَّا سَمِعَ لَبيدٌ اخْتَرَطَ سَيْفَهُ وَقَالَ: أنَا أسرِقُ؟ وَاللّهِ لَيُخَالِطَنَّكُمْ هَذَا السَّيْفُ أوْ لتُبَيِّنُنَّ هذِهِ السَّرِقَةَ. فَقَالُوا: إلَيْكَ عَنَّا أيُّهَا الرَّجُلُ فَمَا أنتَ بِصَاحِبِهَا، فَسَألْنَا في الدَّارِ حَتَّى لَمْ نَشُكَّ أنَّهُمْ أصْحَابُهَا. فَقَالَ لِى عَمِّى يَا ابْنَ أخِى. لَوْ أتَيْتَ رسولَ اللّهِ # فَذَكَرْتَ ذلِكَ لَهُ. فَأتَيْتَهُ فَقُلْتُ: إنَّ أهْلَ بَيْتٍ مِنَّا أهْلُ جَفَاءٍ عَمَدُوا إلى عَمِّى رَفَاعَةَ فَنَقَبُوا مَشْربَتَهُ وَأخَذُوا سَِحَهُ وَطَعَامَهُ فَلْيَرُدُّوا عَلَيْنَا سَِحَنَا؛ فَأمَّا الطَّعَامُ فََ حَاجَةَ لَنَا فِيِه. فَقَالَ رَسول اللّهِ #: سَآمُرُ في ذَلِكَ. فَلما سَمِعَ بَنُو أبَيْرِقٍ أتَوْا رَجًُ منِْهُمْ يُقَالُ لَهُ أسِيرُ بنُ عُرْوَةَ فَكَلّمُوهُ في ذلِكَ فاجْتَمَعَ في ذلِكَ أنَاسٌ مِنْ أهْلِ الدَّارِ. فَقَالُوا يَارَسُولَ اللّهِ: إنَّ قَتَادَةَ وَعَمَّهُ عَمَدَا إلى أهْلِ بَيْتٍ مِنَّا أهْلِ إسَْمٍ وَصََحٍ يَرْمُونََهُمْ بِالسَّرِقَةِ مِنْ غَيْرِ بَيِّنَةٍ وََ ثَبْتٍ. قَالَ قَتَادَةُ: فَأتَيْتُ رَسُولَ اللّه # فَكَلّمْتُهُ. فقَالَ: عَمَدْتَ إلى أهْلِ بَيْتٍ ذُكِرَ مِنْهُمْ إسَْمٌ وَصََحٌ تَرْمِيهِمْ بِالسَّرِقَةِ مِنْ غَيْرِ بَيِّنَةٍ وََ ثَبْتٍ. قَالَ: فَرَجَعْتُ وَلَوَدِدْتُ أنِّى خَرَجْتُ مِنْ بَعْضِ مَالِى وََ أكلِّمُ رَسُولَ اللّهِ # في ذلكَ فَأتَانِى عَمِّى فَقَالَ: مَا صَنَعْتَ يَا ابْنَ أخِى؛ فأخْبَرْتُهُ بِمَا قَالَ لِى رسول اللّه # فَقَالَ: اللّهُ الْمُسْتَعَانُ فَلَمْ نَلْبَثْ أنْ نَزَلَ الْقُرآنُ: إنَّا أنْزَلْنَا إلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أرَاكَ اللّهُ وََ تَكُنْ لِلْخَائِنِىنَ: بَنِى أبَيْرِقٍ خَصِيماً. وَاسْتَغْفِر اللّهَ: مِمَّا قُلتَ لِقَتَادَةَ: إنَّ اللّهَ كَانَ غَفُوراً رَحِيماً. وََ تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أنْفُسَهُمْ إنَّ اللّهَ

َ يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً أثِيماً. يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وََ يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إذْ يُبَيِّتُونَ مَا َ يَرْضى مِن الْقَوْلِ وَكَانَ اللّهُ بِمَا يعْمَلُونَ مُحِيطاً. إلى قوله عزَّ وَجلَّ: غَفُوراً رَحِيماً. أى لوِ اسْتَغْفَرُوا لَغَفَر لَهمْ: وَمَنْ يَكْسِبْ إثْماً فَإنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ. إلى قوله: وَإثْماً مُبِيناً. قَوْلَهُمْ لِلَبِيدِ. وَلَوَْ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ. إلى قوله: فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أجْراً عَظِيماً. فَلَمَّا نَزَلَ الْقُرآنُ أتَى رسولُ اللّه # بِالسَِّحِ فَرَدَّهُ إلى رِفَاعَةَ قال قَتادَةُ فَلَمَّا أتَيْتُ عَمِّى بِالسَِّحِ وَكَانَ شَيْخاً قَدْ عَسِىَ أوْ قَدْ عَشِىَ: الشَّكُّ مِنْ أبى عِيسَى في الجاهِلِيَّةِ، وَكُنْتُ أرَى إسَْمَهُ مَدْخُوً. قالَ يَا ابْنَ أخِى هِىَ في سَبيلِ اللّهِ تعالى فَعَرَفْتُ أنَّ إسَْمَهُ كانَ صَحِيحاً. فَلَمَّا نَزَلَ الْقُرآنُ لَحِقَ بُشَيْرٌ بِالْمُشْرِكِينَ فَنَزَلَ عَلَى سَُفَةَ بِنْتِ سَعِيدِ ابنِ سُمَيَّةَ فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنينَ نُوَلِّهِ مَا تَولَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيراً. إنَّ اللّهَ َ يَغْفِرُ أنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمنْ يَشَاءُ اŒيةَ. فَلمَّا نَزَلَ عَلَى سُفَةَ رَمَاهَا حَسَّانُ بنُ ثَابتٍ بأبْيَاتٍ مِنْ الشِّعْرِ فَأخَذَتْ رَحْلَهُ فَوَضَعَتْهُ عَلَى رَأسِهَا ثُمَّ خَرَجَتْ فَرَمَتْ بهِ في ا‘بْطَحِ ثُمَّ قَالَتْ: أهْدَيْتَ إلىَّ شِعْرَ حَسَّانَ مَا كُنْتَ تَأتِينِى بِخَيْرٍ[. أخرجه الترمذى.»والضافطة« ناس يجلبون الدهن والزبت ونحوهما، وقيل هم الذين يكرون من منزل إلى منزل. »والمشربة« بضم الراء وفتحها الغرفة. و»عسى« بالمهملة: كبر وأسنّ، وبِالْمُعْجَمَةِ قلّ بصره وضعف .

 

44. (578)- Katâde İbnu'n-Nu'mân (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kendilerine Benu Übeyrik denen bizden bir âile halkı vardı. Ferdlerinin isimleri Bişr, Büşeyr ve Mübeşşir idi.

Büşeyr münâfık bir kimseydi. Şiir düzer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbını (radıyallahu anh)  hicveder, sonra da bu şiiri bir Arab'a nisbet edip: Falanca şöyle dedi, fişmakanca böyle dedi (diye onlardan naklederek kendi yazdığı hicviyeleri okurdu). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabı bu şiirleri duyunca tanırlar ve:

"Allah'a kasem olsun bu şiiri şu habis heriften başkası söylemez -ravi şüphe ediyor: "şu habis herifi" mi derlerdi,  yoksa "şu herif" mi derlerdi  diye- "onu mutlaka İbnu'l-Übeyrik söyledi" derlerdi.

Bu aile, cahiliye devrinde de İslâm döneminde de hep fakir ve ihtiyaç içinde kaldı. O zaman Medine'de halkın gıdasını hurma ve arpa teşkil ediyordu. Kişi zenginse, beyaz un tüccarı geldiği vakit, o undan satın alır, böylece zenginliğini izhâr ederdi. Fakirlerin yiyecekleri ise hurma ve arpa idi.

Bir seferinde Şam'dan bir tüccâr geldi. Amcam Rifâ'a İbnu Zeyd bir yük beyaz un aldı. Onu meşrübe denen tenezzüh odasına koydu. Meşrübesinde silah, zırh ve kılınç vardı. Bir gece evine giren hırsızlar meşrübeyi yarıp yiyecek, silah orada ne varsa alıp götürdüler. Sabah olunca amcam Rifâ'a bana uğradı ve:

"Ey yeğenim, geceleyin evime hırsız girmiş, meşrübemizi yardılar, silah, yiyecek ne varsa götürdüler" dedi. Biz de mahallede bir araştırma yaptık, soruşturduk. Bize:

"Bu gece Benu Ubeyrik'leri gördük, ateş yakıyorlardı. Gördüklerimizin bir kısmı mutlaka sizin yiyecekleriniz idi" dediler. Biz mahallede soruşturma yaparken, Benu Übeyrik de:

"Allah'a kasem olsun, biz (bu işin faili olarak) dostunuz Lebid İbnu Sehl'i görüyoruz" dediler.

Lebid İbnu Sehl bizden birisiydi, sâlih ve Müslüman bir kimseydi. Lebid onların sözünü işitince kılıncını çekti:

"Yani ben mi çaldım? Allah'a yemin olsun ya bu hırsızlığı açıklayacaksınız ya da bu kılınçla sizi deşeliyeceğim" dedi. Onlar:

"Be adam senden bize ne, sen kim, hırsızlık kim" diye lafı çevirdiler.

Mahallede iyice soruşturuyorduk. Sonunda hırsızlığı bunların yaptığı hususunda şüphemiz kalmadı. Amcam bana:

"Ey yeğenim, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kadar gidip, durumu anlatmaz mısın?" dedi. Ben de O'na gelip:

"Bizden bir aile zalimlik yaptı, amcam Rifâa'yı hedef kılıp meşrübesini yardılar. İçinde silah, yiyecek ne varsa aşırdılar. Hiç olmazsa silahımızı iâde etsinler, yiyeceğe ihtiyacımız yok, onu istemiyoruz" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Ben bunu emredeceğim" dedi.

Benû Übeyrik bunu duyunca, Esîr İbnu Urve adındaki adamlarına gelip bu hususta kendisiyle konuştular.

Mahalle halkından bir grup bu meselede ittifak edip:

"Ey Allah'ın Resûlü, Katâde ve amcası bizden salih ve Müslüman bir aile halkını hedef alıp hiçbir delil ve hüccete dayanmadan iftira atıp hırsız diyor" dediler. Katâde:

"Ben de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip kendisiyle konuştum. Bana:

"Müslüman ve sâlih oldukları söylenen bir aileyi hedef yapıp delil ve hüccet olmadan hırsızlıkla mı itham ediyorsun?" dedi. Ben de oradan ayrılıp eve döndüm.

"Keşke bir çok malım gitseydi de bu hususta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a söylememiş olsaydım" diye içten temenni ettim. Derken amcam geldi ve

"Yeğenim ne yaptın?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bana söylediklerini anlattım. Amcam bana:

"Allah yardımcımızdır" dedi. Aradan çok geçmeden  şu âyet indi:

"(Ey Muhammed!) Doğrusu insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitab'ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf (yani Benû Ubeyrik tarafında) olma. (Katâde'ye söylediğin söz için) Allah'tan mağfiret dile. Allah bağışlar ve mağfiret eder. Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma. Allah  hainlikte direnen suçluyu sevmez. Allah'ın razı olmadığı sözü gece kurarlarken onu insanlardan gizliyorlar da kendileriyle beraber olan Allah'tan gizlemiyorlar. Allah işlediklerinin hepsini bilmektedir. İşte siz, dünya hayatında onları müdâfaa ediyorsunuz, ama kıyamet günü onları Allah'a karşı kim müdâfaa edecek? Veya onların  vekâletini kim üzerine alacak? Kim kötülük işler, kendine yazık eder de sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı mağfiret ve merhâmet sâhibi olarak bulur" (yani "Eğer onlar tevbe ederse Allah onları bağışlayacaktır"). "Kim günah işlerse bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Allah bilendir, Hakimdir. Kim yanılır veya suç işler de  sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur" (Lebid'e söyledikleri söz). "Ey Muhammed! (Eğer sana Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı onlardan birtakımı seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da bir zarar  veremezler. Allah sana Kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti ne büyüktür. Ancak sadaka vermeyi yâhut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesnâ, onların gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur. Bunları Allah'ın rızasını kazanmak için yapana büyük ecir vereceğiz" (Nisa: 4/104-114).

Bu âyetler nazil olunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a silahlar getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onları Rifâa'ya geri verdi.

Katâde devamla dedi ki: "Ben silahı amcama getirip verdim. Amcam câhiliye devrinde yaşlanmış veya (râvilerden Ebû İsâ'nın tereddüdüne göre) gözleri çok zayıf gören bir ihtiyardı. Bu sebeple ben onun Müslümanlığını biraz karışık görüyordum. Ne var ki silâhı kendisine teslim ettiğim zaman bana:

"Ey yeğenim, bunu Allah için bağışladım" dedi. O zaman anladım ki, imanı sağlammış.

Yukarıdaki âyetler inince Büşeyr, müşriklere iltihak etti. Gidip Sülâfe Bintu Sa'd İbni Sümeyye'ye misâfir oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi:

"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir. Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan derin bir sapıklığa sapmış olur." (Nisa: 4/115-116).

Büşeyr, Sülâfe'nin yanına misafir olarak inince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şâiri Hassân İbnu Sâbit (radıyallahu anh) kadını taşlayıcı şiirler yazdı. Bunlar kulağına gelince, Sülâfe, Büşeyr'in havıdını başının üzerine koyup götürdü ve sel yatağına fırlattı. Sonra kendisine şunu söyledi:

"Defol! Bana Hassân'ın şiirini hediyeden başka bir hayır getirmedin"[10]

 

AÇIKLAMA:

 

Burada Hassân İbnu Sâbit'in şiirindeki can yakıcı tesire güzel bir örnek göstermekteyiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hassân'a pek çok  iltifatlarda bulunmuş, kendisini Ruhu'l-Kudüs'ün takviye ettiğini, şiirlerinin düşman üzerinde kılınçtan daha yaralayıcı olduğunu belirtmiş, düşmanlarını hicvetmesini emretmiştir. Rivâyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hassân'a mahsus olmak üzere mescide bir minber te'sis ettiğini, dostları öven, düşmanları yeren şiirlerini orada inşad ettiğini belirtir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hassân ve benzerlerine karşı iltifat ve tutumları, günümüzde gazetecilik mesleğine karşı Müslümanların teşkil edecekleri nokta-i nazarın tesbitinde ehemmiyet taşır. Zira, o günün şartlarında hatib ve şairler günümüzdeki gazetecilerin rolünü oynamakta, efkâr-ı umumiyeyi yönlendirmekte idiler.

Yukarıdaki vak'anın devâmına gelince, hadisin el-Müstedrek'teki vechi, merakımızı tatmin edecek ziyâde ihtiva etmektedir. Orada belirtildiğine göre, misafirinin bineğinin semerini fırlatıp attıktan sonra paramparça eden ev sâhibesi,

"Sen bana karanlık bir gece yaşattın, Hassân İbnu Sâbit'in (zehir dolu) beyitlerini hediye getirdin asla hayır getirmedin" der ve adamı evinden kovar. Oradan kovulan Übeyrik, Taif'e gider. Orada boş bir eve girer. Ancak bir müddet sonra ev yıkılır ve adamın ölümüne sebep olur. Kureyşliler şöyle derler:

"Allah'a yemin olsun, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i ashabından hangisi terketmişse mutlaka onda hayır yoktur. Hayırlı olan hiçkimse onu terketmemiştir."[11]

 

ـ45ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ] لَمَّا نََزَلتْ مَنْ يَعْمَلْ سُوءاً يُجْزَ بِهِ بَلَغَتْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ مَبْلغاً شَدِيداً. فقَالَ رسولُ اللّهِ #: قَارِبُوا وَسَدِّدُوا فَفى كُلِّ مَا يُصَابُ بِهِ الْمُسْلِمُ كَفَّارَةٌ حَتَّى النَّكْبَة يُنْكَبُهَا وَالشَّوْكَة يُشَاكُهَا[. أخرجه مسلم، وهذا لفظه، والترمذى ولفظه: شَقَّ ذلِكَ علَ الْمُسْلِمِينَ فَشَكُوا إلى رسولِ اللّهِ # فقالَ: وَذَكَرَ الحَدَيثَ.»النكبة« ما يصيب ا“نسان من الحوادث .

 

45. (579)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kim fenalık yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah'tan başka ne dost ne de yardımcı bulur" (Nisa: 4/123) meâlindeki âyet nâzil olduğu zaman, Müslümanları çok ciddi bir kedere sevketti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle tavsiye etti:

"Amellerinizde orta yolu ve doğruyu bulmaya çalışın. Mü'mine musibet nevinden her ne ulaşır ise günahlarına bir kefâret olur. Musibet, beklenmedik bir hâdise olmuş, ayağına batan bir diken olmuş farketmez."

Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade var: "Ayet(in hükmü) Müslümanları çok üzdü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şikayet ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyledi..."[12]

 

AÇIKLAMA:

 

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mü'minleri teselli buyurmakta, günahlara karşı orta yolda gitmenin bir nevi siper olduğunu belirtmektedir. Mü'min beşeriyeti icabı bir kısım günahlar işlese de Rabb-ı Rahîm, onları  temizleyici esbabı da yaratmaktadır: Mü'mini üzen, rahatsız eden her çeşit ahval, musibetler, kazalar gibi. Bunlar ne şekilde gelirse gelsin keffâretu'z-zünub olmaktadır. Yeter ki mü'min "doğruyu bulma gayreti içinde olsun" bile bile fenâlıklara meyletmesin.

İyi niyyetin ehemmiyeti burada da kendini ortaya koymaktadır. Zira amellerde doğruyu bulmaya çalışmasının manası budur.

Hadiste, ayrıca, Ashâb'ın günah karşısında ne kadar hassas, ahireti  ilgilendiren durumlarda ne kadar tetikte ve titiz olduğunu göstermektedir.

Müteâkip hadislerde bu hususların daha  da tavzih edildiğini göreceğiz.[13]

 

ـ46ـ وعن أبى بكر الصديق رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنتُ عِنْدَ رسولِ اللّهِ# فَقَالَ: أَ أقْرِئُكَ آيةً أنْزِلَتْ عَلَىَّ؟ قُلْتُ: بَلَى. فَأقرَأنِيهَا فََ أعْلَمُ إَّ أنِّى وَجَدْتُ في ظَهْرِى انْقِصَاماً فَتَمَطّأتُ لَهَا. فَقَالَ #: مَا شَأنُكَ يَا أبَا بَكْرٍ؟ قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ بَأبِى أنْتَ وَأُمِّى: وَأينَا لَمْ يَعْمَلْ سُوءاً وَإنَّا لَمَجْزِيُّونَ بِمَا عَمِلْنَا؟ فَقَالَ أمَّا أنْتَ يَا أبَا بَكْرٍ وَالْمُؤْمِنُونَ فَتُجْزَوْنَ بِذلِكَ في الدُّنْيَا حَتَّى تَلْقَوْا اللّهَ تعالى وَلَيْسَ لَكُمْ ذُنُوبٌ. وَأمَّا اŒخَرُونَ فَيُجْمَعُ لَهُمْ ذلِكَ حَتَّى يُجْزَوْا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الترمذى.»وانقصام« بالقاف: انكسار »والتمطى« هنا: التمدد الذى هو من مقدمات المرض .

 

46. (580)- Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahu anh) buyurdu ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında oturuyor idim. O'na şu âyet indirildi:

"Kim fenalık yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah'tan başka ne dost ne de yardımca bulur" (Nisa: 4/123).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Bana inen bir âyeti sana okutayım mı?" dedi. Ben:

"Pek tabii" dedim. Bana onu okuttu. Sanki belimin ayrıldığnı hissettim ve o yüzden gerindim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Neyin var, ne oldu Ey Ebu Bekr?" diye sordu.

"Annem babam sana feda olsun Ey Allah'ın Resûlü,  dedim, hangimiz kötü amelde bulunmaz ki, demek hepimiz işlediklerimiz yüzünden cezalandırılacağız ha?" diye üzüntümü ifade ettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı:

"Ey Ebu Bekr, sen ve mü'minler, bunlar sebebiyle dünyada cezalandırılıyorsunuz. Öyle ki Allah'a kavuştuğunuz zaman sizde günah kalmaz. Diğerlerine gelince onlarınkiler biriktirilir, kıyamet günü cezaları toptan verilir."[14]

 

ـ47ـ وعن علي بن زيد عن أمه. ]أنَّهَا سَألتْ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها عَنْ قولهِ تعالى: وَإن تُبْدُوا مَا في أنْفُسِكُمْ أوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللّهُ اŒية. وََعَنْ قولهِ تعالى: مَنْ يَعْمَلْ سُوءاً يُجْزَ بِهِ. فَقَالتْ: مَا سَألَنِى عَنْ هَذا أحَدٌ مُنْذُ سَألْتُ رسولَ اللّهِ # فقالَ: هَذِهِ مُعَاتَبةُ اللّهِ تعالى الْعَبْدَ بِمَا يُصِيبُهُ مِنَ الحُمَّى وَالنَّكْبَةِ حَتَّى الْبِضَاعَةِ يَضَعُهَا في يَدِ قَمِيصِهِ فَيَفْقِدُها فَيَفْزَعُ لهَا حَتَّى إنَّ الْعَبْدَ لَيَخْرُجُ مِنْ ذُنُوبِهِ كَمَا يَخْرُجُ التِّبْرُ ا‘حْمَرُ مِنَ الْكِيرِ[ .

 

47. (581)- Ali İbnu Zeyd annesinden anlatıyor: Annesi Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinden: "...İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve dilediğini bağışlar" (Bakara: 2/284) ve keza: "Kim fenalık yaparsa cezasını görür" (Nisa: 4/123) âyetinden sordu. Hz. Aişe şu cevabı verdi:

"Benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bu hususta sorduğum günden bu yana kimse meseleyi bana sormadı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle cevap vermişti:

"Bu, Allah'ın hastalık ve kazadan tut, cebine koyduğu basit bir eşyanın kaybıyla duyduğu üzüntüye varıncaya kadar  mâruz kaldığı musibetlerle kulunu (dünyada) cezalandırmasıdır. Böylece kul, peyderpey günahlarından arınmış olarak çıkar, tıpkı ham altının körükten saf kızıl çıktığı gibi."[15]

 

AÇIKLAMA:

 

"... İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker..." mealindeki âyeti 510 numaralı hadis vesilesiyle genişçe  açıkladı.[16]

 

ـ48ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ] خَشِيَتْ سَوْدَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها أنْ يُطلِّقهَا رسولُ اللّهِ # فقالتْ:  تُطَلِّقْنِى وَأمْسِكْنِى وَأجْعَلْ نَوْبَتِى لِعَائِشَةَ، فَفَعَلَ فنزلتْ: فََ جُنَاحَ

عَلَيْهِمَا أنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحاً وَالصُّلْحُ خَيْرُ. فَمَا اصْطَلَحَا عَلَيْهِ مِنْ شئٍ فَهُوَ جَائِزٌ[. أخرجهما الترمذى .

 

48. (582)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Sevde vâlidemiz (radıyallahu anhâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisini boşayacağından korkarak:

"Beni boşama, nikâhım altında tut, benim sıramı Aişe alsın" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da öyle yaptı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

"Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır..." (Nisa: 4/128). "Her ne üzerine anlaşılırsa o câizdir."[17]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Sevde Bintu Zeme'a İbni Kays el-Kureyşiyye vâlidemiz (radıyallahu anhâ), Resulü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. Hatice (radıyallahu anhâ) validemizin vefatından sonra Mekke'de iken tezevvüc buyurdukları ikinci zevce-i pakleridir. Onunla gerdekleri Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) ile olan gerdeklerinden öncedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte hicret etti. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in hilafetlerinin sonlarında vefat etti.

Tirmizî'den alınmış bulunan yukarıdaki hadisi mânen teyid eden başka rivayetler mevcuttur. Mesela Sahiheyn'de Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den gelen bir rivayette: "Sevde Bintu Zeme'a kendi gününü Aişe'ye bağışladı. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Aişe'ye iki gün ayırıyordu: Biri kendi günü, diğeri Sevde'nin günü."

Müslim'de Ukbe İbnu Hâlid (radıyallahu anh)'den yapılan bir rivayette şu tamamlayıcı bilgi yer alır: "Sevde yaşlanınca [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraberlik] sırasını Aişe'ye bağışladı."

Ebu Dâvud'da gelen rivayette, bağışlama sebebi de beyan edilir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taksimde birimizi diğerine üstün tutup kayırma yapmaz, adaletli davranırdı. Aynı günde hepimize uğradığı günler nadirdi... Sevde Bintu Zeme'a yaşlanınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisini bırakacağı korkusuyla: "Ey Allah'ın Resulü benim sıramdaki gün Aişe'nin olsun" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun bu bağışını kabul buyurdu." Rivâyeti yapan Hz. Aişe şunu ilâve eder: "Biz derdik ki: "Cenab-ı Hakk, "Eğer kadın kocasının nüşûzundan (serkeşliğinden veya aldırışsızlığından endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır..." (Nisa: 4/128) âyetini bu ve benzeri durumlar için inzal buyurmuştu." derdik."

İbnu Sa'd'ın rivayetinde Hz. Sevde: "Seni hakla gönderen Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, benim artık erkek ihtiyacım yok. Ancak kıyamet günü senin  zevcelerinden biri olarak haşredilmek istiyorum. Sana Kitap gönderen Zat-ı Zülcelal'in adına soruyorum, bana kızdığın bir şey sebebiyle beni boşadın mı?" diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) boşamadığını belirtince, ziyadesiyle sevinir ve:

"Ben de gündüz ve gecemi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sevgilisi olan Aişe'ye bağışlıyorum" der.

Sevde Bintu Zeme'a (radıyallahu anhâ) meselesi üzerinde bu kadar duruşumuz,  yukarıda mealini verdiğimiz ayetin bu hadise üzerine indiğine dair rivayettir. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden biriyle arasında cereyan eden bir mesele, kıyamete kadar karı-koca arasında geçecek bir hadisenin hükme bağlanmasına Cenab-ı Hakk tarafından vesile kılınmış olmaktadır.

Şimdi âyet-i kerimeye dönüyoruz: Ayette kocasının nüşûzundan korkması halinde anlaşmaları tavsiye edilmekte ve anlaşmanın daha hayırlı olduğuna bilhassa dikkat çekilmektedir.

Nüşûz nedir? Nüşûz, lügat olarak sivrermek, tümsek teşkil etmek, tebârüz etmek gibi mânalara gelir. Ancak âyet-i kerimede bu kelime, erkeğin, kadına karşı beraber yatmayı terketmek, öfke sebebiyle nafakasını kısmak, hanımlarından daha güzel olana meyille kendisinden yüz çevirmek gibi davranışlarla kabalaşmasını,  geçimsizleşmesini ve kadının evlilikten doğan haklarını kısmasını ifade eder.

Bu durumda Rabb Teâla, sulh yapmalarını tavsiye etmektedir. Şârihler, bu sulhün -erkeğin birden fazla zevce almış olması halinde- gecelerin taksimi ve nafaka hususunda cereyan eder diye belirtirler: Erkek sohbetin devamı için yüz çevirdiği kadına da bir pay ayırır, kadın erkeğin payına razı olursa sulh olur, aksi halde erkek ya hakkını tam olarak edâ eder, yahut ayrılırlar, her hâl u kârda kadın o geçimsiz halde tutulup, eziyet edilmez.

Ayette Yusliha kelimesinin Yusaliha kırâati de var. Bu kırâate göre müsâlaha olmaları mânası söz konusudur. Yani karşılıklı pazarlıkla bir kısım tâvizler vermek suretiyle anlaşmaları. Buna misal olarak yukarıda zikri geçen vak'a zikredilir. Sevde vâlidemiz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la zevciyet berâberliğini devam ettirebilmek için kendi nöbetini Hz. Aişe'ye vermiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da buna razı olmuştur. Şu halde kadının, kocayı razı ve cezbedebileceği, hakkı olan mehrinden veya nevbetinden tenzilat ve başkaca fedâkârlık yaparak, veya birşey bağışlayarak aralarını düzeltmeye çalışmasında ve erkeğin de bunu kabul etmesinde bir günah yoktur. Yani karı-koca arasında sulhu sağlayacak karşılıklı fedakârlıklar, almalar, vermeler, ödemeler rüşvet sayılmaz, vebâl olmaz.

Ayette sulh yapıp anlaşmak daha hayırlıdır buyrulur, yâni "sulh, ayrılmaktan, geçimsizlikten ve yüz çevirmekten daha hayırlıdır."

Sadedinde olduğumuz ayetin devamı  şöyledir:

"... Nefisler menfaatperestliğe meyyaldir. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz  haberdardır" (Nisa: 4/128).

Bu kısımda Hâlık-ı Hakim insan fıtratını haber veriyor: Şuhha hazır diyor. Şuhh, cimri demektir, menfaatperest diye anlamayı daha muvafık bulduk. Yani menfaati hususunda cimrilik, tâviz vermeyiş onun ayrılmaz vasfıdır, her an yanında hazır olan meylidir. Yani ayetin siyâkına göre: Kadın, kocası  üzerindeki hissesinden vazgeçmez; erkek de bir başkasına meyletti ise buna karşı ilgi gösteremez. Bu durumda âyetin gerisi şu mânayı ifade eder: "Eğer iyi davranır (yani kadınlarınıza adaletle muâmele ederek güzel geçim yolunu tutar ve onlara haksızlık etmekten) sakınırsanız, bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır, (sizi bu davranışınız sebebiyle mükâfaatlandıracaktır.)"[18]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/420-421.

[2] Buhârî, Tefsir, Nisâ: 19; Fiten: 12; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/421.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/422.

[4] Buhârî,Tefsir, Nisa: 22; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/423.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/423.

[6] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn: 4, (686); Tirmizî, Tefsir, Nisa: (3037); Ebu Dâvud, Salat: 270, (199); Nesaî, Taksiru's-Salat: 1 (3,116); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/424.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/424-425.

[8] Nesaî'de yer alan rivayet [Taksîru's-Salât Fi's-Sefer 1 (3, 117)] bu mânadadır. Hadisin lafzen bu şekli Nesâî'nin es-Sünenü'l-Kübra'da yer almış olabilir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/425-426.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/426.

[10] Tirmizî, Tefsir, Nisa: (3039); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/428-431.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/431-432.

[12] Müslim, Birr: (2574). Tirmizî, Tefsir, Nisa: (3041); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/432.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/432-433.

[14] Tirmizî, Tefsir, Nisa: (3042); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/433-432.

[15] Tirmizi, Tefsir, Bakara: (2993); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/434.

[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/434.

[17] Tirmizi,Tefsir, Nisa: (3043); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/435.

[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/435-437.