ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَتِ الْمَرْأةُ تَطُوفُ بِالْبَيْتِ عُرْيَانَةً
فَتَقُولُ مَنْ يُعِيرُنِى تَطْوَافاً فَتَجْعَلُهُ عَلَى فَرْجِهَا وَتَقُولُ:
ألْيَوْمَ يَبْدُو بَعْضُهُ أوْ كُلُّهُ فَمَا بَدَا مِنْهُ فََ
أحِلُّهُفنزَلتْ هذِهِ اŒيةُ: خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ[. أخرجه
مسلم والنسائى .
1. (611)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "(Cahiliye devrinde) kadın, Kâbe-i
Muazzama'yı çıplak olarak tavaf eder ve şöyle derdi:
"Bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?" Elbiseyi fercinin üzerine kor:
"Bugün bir kısmı veya tamamı görülür ama, ondan açılanı helâl etmem" derdi. Bu
tatbikatla ilgili olarak şu âyet indi:
"Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi
giyerek gidin, yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez"
(A'raf: 7/31).
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs'ın açıkladığı üzere câhiliye Arapları Kâbe'yi çıplak olarak tavaf
ederlermiş, erkekler gündüz, kadınlar da geceleyin. Mina mescidine ulaşınca,
elbiselerini orada atarlar, çıplak olarak Ka'be'ye gelirlermiş ve: "Biz içinde
günah işlediğimiz elbiselerle tavaf yapamayız" derlermiş. Bazıları da: "Bunu
hayır umarak yapıyoruz, elbiseden soyunduğumuz gibi, günahlardan da soyunmayı
umarız" derlermiş.
İslâm gelince bu çirkin câhiliye geleneğini yasaklamıştır. Yukarıda
kaydettiğimiz âyet, her mescide girildiğinde "zinet"i yani elbiseyi almayı
emrettiği gibi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: "Beytullah çıplak olarak
tavaf edilemez" buyurmuştur.
Şunu da kaydedelim ki, çıplak olarak tavaf âdeti, hâriçten gelenlerin uyduğu bir
âdetti. Kureyşlilerin böyle bir âdeti yoktu. Çıplak tavafta bulunan kadınların
yine de, hums dedikleri Kureyşlilere karşı örtünmek maksadıyla bazı şeyler
kullandıkları belirtilir.
Bunlar çıplaklığa ilâveten, kuvvetli gıdalar, yağlılar da yemezlerdi. Hatta
Müslümanlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracat ederek "Bunu
yapmaya biz daha ziyade hak sahibiyiz" derler. İşte bu taleb üzerine rivayette
metni kaydedilen âyet nazil olur.
ـ2ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قالَ: ]قَرَأ رسولُ اللّهِ # هذِهِ اŒية: فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ
لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكّا. قالَ حَمَّادٌ رَحمهُ اللّهُ هكَذَا: وَأمْسَكَ
سُلَيْمَانُ بِطَرَفِ إبْهَامِهِ عَلَى أُنْمُلَةِ أصْبُعِهِ الْيُمْنَى. قال:
فَسَاخَ الْجَبلُ وَخَرَّ مُوسَى صَعِقاً[. أخرجه الترمذى وصححه .
2. (612)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu
âyeti okudu: "Rabbi dağa tecellî edince onu yerle bir etti" (A'raf:
7/143) -hadisi rivayet eden Hammâd şöyle der: Hammad'dan rivayeti yapan Süleyman
b. Harb merhum- (tecellinin hafifliğini göstermek için) baş parmağının yanıyla
sağ parmağının ucuna değdirerek gösterir. (Ve âyetin kıraatı bitince Resûlullah)
ilâve eder: "Dağ, çığlık attı ve Musa baygın düştü" Tirmiz- Tefsir, A'raf
(3076).
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Hz. Musâ'nın Sina Dağı'nda Cenâb-ı Hakk'ı görme talebi üzerine
cereyan eden vak'ayı açlıklıyor: Ayette belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk':
"Sen beni göremeyeceksin ama dağa bak" buyurur. Dağa ilâhî nurun hafif bir
tecellisi, dağın çığlık atarak tuz-buz olmasına sebep oluyor. Bu manzara da Hz.
Musa'yı baygın düşürüyor.
ـ3ـ وعن مسلم بن يسار
الجهنى: ]أنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ سئِلَ عَنْ قولِهِ تعالى: وَإذْ أخَذَ
رَبُّكَ مِنْ بَنِى آدَمَ من ظُهُورِهِمْ ذُرّياتِهمْ اŒية. قالَ سُئلَ عَنْهَا
رسول اللّه # فقالَ: إنَّ اللّهَ تعالى خَلَقَ آدَمَ ثُمَّ مَسَحَ ظَهْرَهُ
بِيَمِينِهِ فَاسْتَخْرَجَ مِنْهُ ذُرِّيَّةً فقالَ: خَلَقْتُ هؤءِ لِلْجَنَّةِ
وَبِعَمَلِ أهْلِ الجنَّةِ يَعْمَلُونَ؛ ثُمَّ مَسَحَ ظَهْرَهُ فَاسْتَخْرَجَ
مِنْهُ ذُرِّيَةً فقال: خَلَقْتُ هؤَُءِ للنَّارِ وَبِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ
يَعْمَلُونَ؛ فقالَ رَجُلٌ يَارسُولَ اللّهِ: فَفِيمَ الْعَمَلُ؟ فقال #: إنَّ
اللّه إذَا خَلَقَ الْعَبْدَ لِلْجَنَّةِ اسْتَعْمَلَهُ بِعَمَل أهْلِ الْجَنَّةِ
حَتَّى يَمُوتَ عَلَى عَمَلٍ مِنْ أعْمَال أهْلِِ الْجَنَّةِ فَيُدْخِلَهُ بِهِ
الْجَنَّةَ، وَإذَا خَلَقَ الْعَبْدَ لِلنَّارِ اسْتَعْمَلَهُ بِعَمَل أهْلِ
النَّارِ حَتَّى يَمُوت علَى عَمَلٍ مِنْ أعْمَال أهلِ النّارِ فَيُدخِلَهُ بِهِ
النَّارَ[. أخرجه ا‘ربعة إ النسائى .
3. (613)-
Müslim İbnu Yesâr el-Cühenî anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den:
"Rabbim Benî Adem'den, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları nefislerine
karşı şâhid tutarak: "Rabbiniz değil miyim?" diye işhâd ettiği vâkit belâ
(evet) dediler: Şâhidiz. "Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu"
demeyesiniz. Yahud: "Ancak önceden atalarımız şirk koştular, biz ise onlardan
sonra bir zürriyet idik, şimdi o bâtılı te'sis edenlerin yaptıklarıyla bizi
helak mı edeceksin?" demeyesiniz" (A'raf: 7/172-173) âyetinden soruldu.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) şu cevabı verdi: "Bu ayetten Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı:
"Allah Teâla hazretleri, Hz. Âdem'i yarattı sonra
sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: "Bunlar cennet içindir,
bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler" dedi. Rabb Teâla, ikinci defa
sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: "Bunları da cehennem için
yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amelini işleyecekler" dedi.
Cemaatten bir adam:
"Ey Alla'ın Resûlü! (kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye
sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı:
"Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa
onu cennet ehlinin amelinde çalıştırırr. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere
ölür ve Allah da onu cennetine kor. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak
yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da
cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar."
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki hadis insanın yaratılışı, kaderi gibi tamamen gaybe müteallik
meselelerle ilgilidir. Bu meselelerin mahiyetini ilmî bir muhtevada anlamak ve
anlatmak mümkün değildir. Bu meseleler hususunda âyette ve sahih hadislerde ne
gelmişse, selef ulemâsının yaptığı gibi, aynen inanmak gerekir. Esasen, mü'mini
gayr-ı mü'minden ayıran husus gaybe imandır. Kur'ân-ı Kerim'in ikinci suresi
olan Bakara suresi, mü'mini tarif ederek başlar:
"Elif-Lam-Mim, bu kendisinde hiç şüphe bulunmayan
kitaptır, takva sahipleri için doğru yolun tâ kendisidir. (O takva sahipleri)
gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar..."
Şu halde, Kur'an öncelikle gayba inanan, namazı dosdoğru kılan kimselere
hidayettir, doğru yoldur. Cenâb-ı Hakk buna dikkat çekerek Kitab'ına başlıyor.
İnanılacak olan gayb ise Kur'ân-ı Kerim'de ve sahih sünnette beyan edilen mebde,
mesad, kader, kabir ve âhiret ahvali ile Cenâb-ı Hakk'a ait şuunât (esma, sıfat,
ef'al) gibi gözle görülmesi, çoğu kere akılla da anlaşılması mümkün olmayan
hususlar, meselelerdir. İnanmayan insanlar, bu meselelerde, en vâzıh
açıklamalara bile itiraz edebilirler, tatmin olmadıklarını söyleyebilirler.
Nefsin itirazlarını tamamen susturacak seviyede bir anlama meselesinde bütün
mü'minlerin istikrar bulduğu da söylenemez ve bu normaldir de.
Şu halde bu meselelerde en selametli yol selefin yoludur. "Mahiyeti Allah
tarafından bilinen şekilde cereyan eden yaratılışa, "keyfiyeti Allah tarafından
bilinen şekilde teşekkül eden elestu birabbikum meclisine ve orada akdedilen
misâk-ı evvel'e inandım" demek gerekir.
Bunu belirttikten sonra, yine de, âyetle ilgili bazı açıklamaları kaydedeceğiz.
Yukarıdaki ve bundan sonra gelecek bazı rivayetler, Cenâb-ı Hakk'ın insanlardan
aldığı misak'ı açıklamaya yöneliktir. Ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın insanları
birbirinin sırtından çıkardıktan sonra: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
diye soruyor. Bütün insanlar bu soruya "Evet sen bizim Rabbimizsin!"
diye cevap veriyor.
Ayet-i Kerime, kıyamet günü cereyan edecek büyük hesapta, yaratılışın
başlangıcında ifâde edilen bu şehâdetin, bu ikrarın hatırlatılacağı ve
dolayısıyla, bilhassa inkârcı takıma: "Niye sözünde durmadın?" denileceği ifâde
edilmektedir.
Gayıbla ilgili olarak âyet-i kerimenin sunduğu bu açıklama anlaşılmaya muhtaç
bir beyandır. Gaybî bir hakikatın açıklanmasıdır, ama oldukça kapalı, izaha
muhtaç bir açıklamadır.
Bu sebeple, yukarıdaki rivayette âyetin açıklanması için Hz. Ömer'e soruluyor.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) bunun Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan
sorulduğunu belirtilerek, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in verdiği
cevabı, yaptığı açıklamayı sunuyor.
Bu mevzu üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan kaydedilen yegâne
açıklama bu değil. Bazısı sahih, bazısı zayıf olmak üzere birçok açıklayıcı
rivayet tefsir kitaplarımızda yer alır. Bunu takiben gelecek (614 ve 615
numaralı hadisler) iki rivayet daha bu kitapta yer alır. Mesela İbnu Kesir
tefsirinde bu bâba giren rivayetlerden on kadarının kaydedildiği görülür.
ed-Dürrü'l-Mensûr'da Suyutî hazretleri elli kadar rivayet kaydetmiştir.
Rivayetler tetkik edilince görülür ki, bu hadisler, umumiyetle soru üzerine
varid olmuştur. Yani gerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ve gerekse
Ashab'a mezkûr ayetle ilgili olarak sıkca soru sorulmuştur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da verdiği cevaplarda bazı kereler farklı bilgiler
sunmuştur. Bu bilgiler bazan uzunca bir hadiste çoklukla toptan zikredilirken,
bazan her bir rivayette bir veya birkaç tanesine yer verilir. Rivayetler
arasında bilgi miktarının az veya çok oluşu, araya giren raviler sebebiyle de
olabilir. Bu konuda ed-Dürrü'l-Mensur 50 kadar rivayet kaydetmiştir, dediğimiz
vakit, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele üzerine elli ayrı
açıklama yaptığı ifâde edilmiş olmuyor. Daha fazla da yapmış olabilir, daha az
da.
Ayette geçen misak'la ilgili gelen rivayetlerin muhtevasını göstermek
maksadıyla, bu rivayetlerin en câmi olanlarından birini aynen kaydediyoruz:
"İbnu Asâkir'in, Ubey İbnu Ka'b (radıyallahu anh)'tan kaydettiğine göre (hükmen
merfû) şu açıklamayı yapmıştır: (Allah celle şanuhu) insanların hepsini ruhlar
halinde kendi hususî suretleriyle topladı. Sonra onların konuşmalarını taleb
etti, hepsi de konuştular. Sonra onlardan ahd u mîsak (kesin söz) aldı.
Kendilerini nefislerine karşı şâhid kılarak sordu:
-
Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
-
Evet Rabbimizsin! dediler.
-
Öyle ise, dedi Rabb Teâla, ben size yedi kat semâvatı şâhid kılıyorum, babanız
Âdem'i şâhid kılıyorum, tâ ki, kıyâmet günü "Biz bunu bilmiyorduk demeyesiniz.
Bilesiniz! Benden başka ilah yoktur, benden başka Rabb da yoktur. Bana hiçbir
şeyi ortak koşmayın. Ben size peygamberlerimi göndereceğim, size benim bu ahd ve
misak'ımı hatırlatacaklar. Size kitaplarımı indireceğim! Rabb Teâla'nın bu
hitabı üzerine ruhlar şu karşılığı verdiler:
-
Şehâdet ediyoruz ki: Sen bizim Rabbimizsin, ilâhımızsın. Bizim senden başka
Rabbimiz, senden başka ilâhımız yoktur."
Böylece Rabb Teâla'nın söylediklerini ikrar ettiler.
Bu ahidleşme üzerine Hz. Adem kalkıp, insanlara baktı. Gördü ki, bir kısmı
zengin, bir kısmı fakirdir; bir kısmı güzel, bir kısmı çirkindir. Cenâb-ı Hakk'a
yönelerek:
-
Ey Rabbim, dedi, keşke bunların arasını eşitleseydin!
Cenab-ı Hakk Adem'e:
-
Ben, bana şükredilmesini istiyorum! diye cevap verdi.
Adem (aleyhisselam) peygamberleri gördü. Bunlar tıpkı lambaları andırıyorlardı,
üstlerinde nur vardı. Onlardan: "Kendilerine verilecek nübüvvet ve risalet
vazifelerini ifa edecekleri hususunda" bir başka misak daha alındı. Bu misaka şu
âyet delalet eder: "Peygamberlerden söz almıştık..." (Ahzab: 33/7).
Diğer bazı rivayetlerde insanların bu misakları üzerine Cenâb-ı Hakk'ın onların
rızıklarını tekeffül ettiği, ecellerine varıncaya kadar kaderlerinin tesbit
edilip yazıldığı vs. belirtilir.
Yukarıda kaydettiğimiz iki âyeti, âyetle ilgili olarak selefin rivâyet ettiği
hadisler ve yaptığı yorumlardan birçoğunu sayfalarca kaydettikten sonra şu
şekilde özetleyerek sonuçlar:"
Gerek selef'ten ve gerekse halef'ten bazıları şöyle dediler: Ayette haber
verilen şehâdetten murad onların tevhid fıtratı ile (yani Allah'ın varlığını
ve birliğini anlayıp kabul edecek bir mahiyette) yaratılmış olmalarıdır.
Nitekim Ebû Hüreyre'nin ve Iyâz İbnu Hımâr (radıyallahu anhümâ)'ın
rivâyetlerinde ve Hasan Basri'nin Esved'den yaptığı rivayette bu âyeti
söylediğimiz şekilde tefsir etmiştir. Hepsi de şöyle der: "Nitekim Cenâb-ı Hakk,
âyeti kerimede "Rabbin âdem-oğullarından... aldı..." demiştir de:
"Rabbin Adem'den...! aldı" dememiştir. Keza "bellerinden.." diyor da
"belinden..." demiyor.
Yani onların zürriyetlerini (nesillerini, soylarını) diyor. Yani nesil benesil,
asır beasır gelen soylarını... diyor.
Nitekim Allah Teâla bir diğer ayet-i kerimede: "Sizi yeryüzünde halifeler
kılmış olan O'dur..." (En'am: 6/165) buyurmaktadır. Yine bir diğer âyet-i
kerimede: "Başka bir kavmin zürriyetinden sizleri meydana getirdiği gibi..."
(En'âm: 6/133) buyuruyor. Ve ayrıca diyor ki: "Onları kendilerine karşı şâhid
tutarak Rabbiniz değil miyim diye şâhid tuttuğu vakit evet! dediler..."
buyurarak, insanları şâhid tuttuğunu ve onlardan "evet!" diye tasdik aldığını
bildiriyor. Yani Allah, böylece insanları bu meseleye şahidler kılıyor. Ancak
insanların "evet" demeleri halleriyle ve dilleriyle yaptıkları bir konuşmadır.
Aslında şehâdet de iki çeşittir:
1- Bazan
kavlî (yani sözle) olur, şu âyette böyle kavlî bir şehâdet mevzubahistir:
"...Ey Rabbimiz, diyecekler, nefislerimize karşı şâhidlik ederiz..." (En'âm:
6/130).
2-
Şehâdet bazan "hal"le olur. Buna lisan-ı hal de denir. Şu âyet bunun örneğidir:
"Küfürlerine kendileri şahid olup dururken, müşriklerin Allah'ın mescidlerini
imâr etmelerine (imkân) yoktur..." (Tevbe: 9/17). Burada onların hâli
küfürlerine şehâdet etmektedir, yoksa kafir olduklarını dilleriyle söylüyor
değiller. Keza şu âyet de bu mânadadır: "Doğrusu kendisi de bunların hepsine
şâhiddir" (Adiyat: 100/7).
Keza, sual de bazan sözle, bazan halle olur. Şu ayet bunu gösterir:
"Kendisinden isteyebileceğiniz herşeyi size vermiştir" (İbrahim: 14/34).
Alimler demişlerdir ki: Misak âyetinde kastedilen mânanın söylediğimiz husus
olduğuna dâir gösterilebilecek delillerden biri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu şehâdeti,
onların şirke düştükleri hususunda aleyhlerine bir hüccet olarak kullanmasıdır.
Bu şehâdet, şâyet bazılarının dediği gibi, (kavlî olarak) vuku bulsaydı,
aleyhine hüccet olması için herkesin bunu hatırlaması gerekirdi.
Şayet şöyle denecek olursa: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ona haber
vermiş olması, onun varlığı için yeterli bir delildir." Biz bu söze şöyle cevap
veririz: "Müşriklerden tekzib edenler, peygamberlerin getirdiği bu ve başka her
şeyi tekzib etmektedirler. Halbuki bunu tekzibleri, aleyhlerine müstakil bir
hüccet kılınmıştır. Şu halde, bu hal delâlet eder ki, "insanların üzerine
yaratılmış oldukları fıtrat'tan maksad "tevhidi ikrâr"dır (yani insanların
tevhidi anlayıp, tasdik edebilecek bir fıtratta yaratılmış olmalarıdır). Bu
sebepten dolayıdır ki, âyette: "Kıyâmet günü: "Bizim tevhidden haberimiz yoktu"
veya "Bizden önce atalarımız şirke düşmüş biz onlardan sonra geldik, onların
yaptığı sebebiyle bizi helak mı edeceksin? demiyesiniz" buyurulmuştur.