Kütübü Sitte

BAKARA SÛRESİ

 

ـ1ـ عن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسوُلَ اللّهِ # يقُول: اقْرَؤُا الْقُرآنَ فإنَّهُ يَأتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ شَفِيعاً ‘صْحَابِهِ، اقْرَؤُا الزَّهْرَاوَيْنِ الْبَقَرَةَ وآلَ عِمْرَانَ فَإنَّهُمَا يَأتِيَانِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَأنَّهُمَا غَمَامَتَانِ أوْ غَيَايتَانِ أوْ كَأنَّهُمَا فَرقَانَ مِنْ طَيْرٍ صَوَافَّ تَحَاجَّانِ عَنْ صَاحِبِهِمَا، اقْرَؤُا الْبَقَرَةَ فإنَّ أخْذَهَا بَرَكَةٌ، وَتَرْكَهَا حَسْرَةٌ، وَ

َ يَسْتِطيعُهَا الْبَطَلَةُ[. أخرجه مسلم. قيل »البطلة« السحرة.زاد في رواية: مَا مِنْ عَبْدٍ يَقْرأُ بِهَا في رَكْعَةٍ قَبْلَ أنْ يَسْجُدَ ثُمًَّ يَسْأَلُ اللّهُ تعالى حَاجَةً إَّ أعْطَاهُ. إنْ كَادَتْ لَتَسْتَحْصِى الْقُرآنَ كُلَّهُ[.»الغياية« كلُّ شئٍ أظل ا“نسان فوق رأسه كالسحابة وغيرها .

 

1. (441)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) buyurdu ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i işittim, diyordu ki:

"Kur'an-ı Kerîm'i okuyun. Zira Kur'ân, kendini okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâveyn'i yani Bakara ve Âl-i İmrân surelerini okuyun! Çünkü onlar kıyamet günü, iki bulut veya  iki gölge veya saf tutmuş iki grup kuş gibi gelecek, okuyucularını müdâfaa edeceklerdir. Bakara suresini okuyun! Zira onu okumak berekettir. Terki ise pişmanlıktır. Onu tahsil etmeye sihirbazlar muktedir olamazlar."

Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: Bir rekatta, secdeden önce, bir kul onu okur, sonra da Allah'tan birşey isterse Allah istediğini mutlaka verir."[1]

 

ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَعَثَ رَسُولُ اللّهِ # بَعْثاً وَهُمْ ذُو عُدَدٍ فَاسْتَقْرَأَهُمْ، فَقَرَأَ كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ مَا مَعَهُ مِنَ الْقُرآنِ فَأتَى عَلَى رَجُلٍ مِنْ أحْدَثِهِمْ سِنّاً فَقَالَ مَا مَعَكَ أنْتَ يَا فُنُ؟ فقَالَ: مَعِى كَذَا وَكَذَا، وَسُورَةُ الْبَقَرَةِ. قَالَ: أَمَعَكَ سُورَةُ الْبَقَرَةِ؟ قَالَ نَعَمْ! قَالَ: اذْهَبْ فَأنْتَ أمِيُرُهُمْ فَإنَّهَا إنْ كَادَتْ لَتَسْتَحْصِى الدِّينَ كُلَّهُ. فَقَالَ رَجُلٌ مِنْ أشْرَافِهِمْ: وَاللّهِ مَا مَنَعَنِِى يَا رَسُولَ اللّهِ أنْ أتَعَلّمهَا إَّ خَشْيَةَ أنْ َ أقُومَ بِمَا فِيها. فقالَ رَسُولُ اللّهِ # تَعَلّمُوا تَعَلّمُوا الْقُرْآنَ وَاقْرَؤُهُ وَقُومُوا بِهِ، فَإنَّ مَثَلَ الْقُرآنِ لِمَنْ تَعَلّمهُ فَقَرَأَهُ وَقَامَ بِهِ كَمَثَلِ جَرَابٍ مَحْشُوٍّ مِسْكاً يَفُوحُ رِيحُهُ كُلَّ مَكانٍ، وَمَثَلُ مَنْ تَعَلَّمهُ وَرَقَدَ عَنْهُ وَهُوَ في جَوْفِهِ كَمِثْلِ جِرَابٍ أوكِىَ علَى مِسْكٍ[. أخرجه الترمذى.»وا“يكاء« الشّدُّ.

 

2. (442)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalabalık bir askerin katıldığı orduyu sefere çıkardı. Askerlere Kur'ân okumalarını tenbihledi. Ayrıca teker teker görerek herbirine Kur'an'dan bildikleri yerleri okumalarını tenbihliyordu. Derken sıra yaşça en genç birisine gelmişti. Ona:

"Kur'an'dan sen ne biliyorsun ey falanca?" diye sordu. Genç:

"Ben, dedi, falan falan sureleri ve bir de Bakara suresini biliyorum." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Yani sen Bakara'yı biliyor musun?" diye sordu.

"Evet!" cevabı üzerine:

"Haydi yürü, seni askerlere komutan tayin ettim" dedi. Askerlerin ileri gelenlerinden biri atılıp:

"Yemin olsun, Bakara'yı ezberlememe mâni olan şey, hükümleriyle amel edememek korkusundan başka birşey değildir" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu tenbihte bulundu:

"Kur'ân'ı öğrenin ve onu okuyun. Kur'ân-ı Kerîm'in onu öğrenip okuyan ve onunla amel eden kimse için durumunu, içi ağzına kadar misk dolu bir kutuya benzetebiliriz. Bu her tarafa koku neşreder. Kur'ân'ı öğrendiği halde, ezberinde olmasına rağmen okumayıp yatan kimse de ağzı sıkıca bağlanmış, hiç koku neşretmeyen misk kabı gibidir."[2].

 

ـ3ـ وعن النواس بن سمعان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: يُؤْتى يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِالْقُرآنِ وَأهْلِهِ الَّذِينَ كَانُوا يَعْمَلُونَ بِهِ في الدُّنْيَا تََقْدُمُهُ سُورَةُ الْبَقَرَةِ وَآلِ عِمْرَانَ. وضَرَبَ لَهُمَا رَسُولُ اللّهِ # ثَثَةَ أمْثَالِ مَا نَسِيتُهُنَّ بَعْدُ قَالَ: كَأنَّهُمَا غَمَامَتَانِ أوْ ظُلّتَانِ سَوْدَاوانِ بَيْنَهُمَا شَرْقٌ، أوْ كَأنَّهُمَا فَرَقَانِ مِنْ طَيْرٍ صَوافَّ تَحَاجَّانِ عَنْ صَاحِبِهِمَا[. »الشرق« الضوء .

 

3. (443)- Nevvâs İbnu Sem'an anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:

"Kıyâmet günü Kur'ân-ı Kerim ve ona dünyada iken sahip çıkıp onunla amel edenler getirilirler. Bu gelişte, Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri Kur'ân-ı Kerîm'in önünde yer alırlar."  Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir iki sure için üç teşbihte bulundu ki, bir daha onları unutmadım. Şöyle demişti:

"Onlar sanki iki bulut veya aralarında nur ve aydınlık olan iki siyah gölgelik veya sahiplerini müdafaa vaziyeti almış saflar halinde iki kuş sürüsü gibidirler."[3]

 

AÇIKLAMA:

 

Bazı âlimler, yukarıdaki hadiste olduğu üzere nâslarda gelen karinelere dayanarak dünyada yapılan hayırlı amellerin, kıyamet günü belli bir şekil alarak mizana girip tartılacaklarını söylerler. Bu hadis Kur'ân-ı Kerîm'in surelerinin bile ayrı bir teşahhus kazanacağını, müstakil birer sûrete gireceğini ifâde etmektedir.

Bakara ve Âl-i İmrân surelerinin Kur'ân-ı Kerîm'in önünde gelmeleri ise, bunların sevabca, şerefce diğerlerinden üstünlüğünü ifade eder. Bunlar esasen hem en uzun sûreler, hem de ihtiva ettikleri ahkâmca fevkalâde zengindirler. Bunların siyah gölgelik olarak temsil edilmeleri hikmetlidir. Çünkü kıyamet günü ile ilgili tasvirler insanların en ziyade gölgeye ihtiyaç duyacaklarını ifâde etmektedir. Siyah gölgelik demek, gölgesi son derece koyu sıcağa karşı iyi koruyan demektir. Aralarındaki nuru bâzı âlimler, iki gölgeyi ayıran hudud olarak yorumlamıştır. Mamafih, "gölgeler üst üste ve son derece koyu olmasına rağmen ışığı geçirmektedir, aydınlığın manası  budur" yorumunu yapan da olmuştur.[4]

 

ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: قال رسُولُ اللّهِ #: ]َ تَجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ مَقَابِرَ، إنَّ الشَّيْطَانَ يَفِرُّ مِنَ الْبَيْتِ الَّذِى تُقْرأُ فِيهِ سُورَةُ الْبَقَرَةِ[. أخرجهما مسلم والترمذى .

 

4. (444)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:

"Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, içerisinde Bakara suresi okunan evden şeytan kaçar."[5]

 

AÇIKLAMA:

 

Evlerin kabirlere çevrilmemesinden maksadın, evlerde ibâdet ve hayırlar yapılmasını, irşad olduğunu, daha önce meskenle ilgili bahiste açıklamıştık.

Bu rivâyette, sûrelerin isimlendiriliş şekline de bir örnek görmekteyiz. Çünkü bâzı âlimler sure-i Bakara, sûre-i Nisa gibi isimlendirmelerin hoş olmadığını, "İçinde Bakara zikredilen sure", "İçinde Nisâ zikredilen sure" şeklinde söylenmeleri gerekir demiştir. Ancak burada bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Sure-i Bakara diye tesmiye ettiğini görmekteyiz. Evden şeytanın kaçması "şeytanın zarar veremeyeceği" şeklinde te'vil edilebilir. [6]

 

ـ5ـ وزاد مسلم في هذا: ]وقال رَسُولُ اللّهِ # إذَا قَضَى أحَدُكُمُ الصََّةَ في المَسْجِدِ فَلْيَجْعَلْ لِبَيْتِهِ نَصِياً مِنْ صََتِهِ فإنَّ اللّه! تعالى جَاعلٌ في بَيْتِهِ منْ صَلَواتِهِ خَيْراً[ .

 

5. (445)- Müslim'in bir rivâyetinde yukarıdaki hadise şu ziyâde yapılmıştır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:

"Sizden biri mescidde namazı bitirdi mi, namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Cenab-ı Hakk, namazlarından evine de hayır yaratacaktır"[7]

 

AÇIKLAMA:

 

Evin kabre çevrilmemesi, zikirle, ibâdetle ihyâ edilmesine bağlı olduğuna göre, bunun en iyi yollarından biri evlerde namaz da kılmaktır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evlerde nâfile, sünnet nev'inden namaz kılınmasını emretmektedir. Namaz evde hayır yaratılması, evde kılınan namaz sebebiyle eve meleklerin gelmesi, şeytanların kaçması, ibâdetin sebep olduğu hatırlamalarla malâyaniyattan kaçınılmasının hâsıl edeceği huzûr, sükûn, mânevî hava vs.'nin hakim olmasıdır.[8]

 

ـ6ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ رَسولَ اللّه # قال: ]مَنْ قَرَأَ بِاŒيَتَيْنِ اللَّتَيْنِ مِنْ آخِرِ سُورَةِ الْبَقَرَةِ في لَيْلَتِهِ كَفَتَاهُ[ أخرجه الخمسة إ النسائى .

 

6. (446)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

"Bakara Suresi'nin sonundaki iki ayeti geceleyin kim okursa o iki âyet ona kâfi gelir."[9]

 

AÇIKLAMA:

 

Bakara suresinin sonundaki iki ayet halkımızca Amenerresul diye adlandırılan aşr-ı şerif'tir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Mirac esnasında vahyedilmiştir. Cenâb-ı Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Mirac sırasında Rabbülâlemin'e ümmetinin tahiyyât, tesbihât ve salâvât nevinden ibâdetlerini hediye olarak takdim etmiş, mukâbilinde de Rabbülâlemin'den ümmetine hedâya olarak bu iki âyeti getirmiştir. Onlarda mü'minler için öyle müjdeler ifâde edilmiştir ki hakikaten, Mirâc gibi Arşı A'la'yı aşıp Kurbiyet-i İlâhiyeye ulaşan muhteşem bir seyahatin muazzam yolcusu Rahmeten lil-âlemin olan Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in Fahr-i Kâinat olma makamına layık, günâhkâr ve hatakâr kullara Rabbülâlemin'den olmaya elyak misilsiz bir hediye olmuştur:

* Tâkatlarının dışında sorumluluk yoktur!...

* Unutarak, kasıdsız olarak yaptığı hatalarda sorumluluk yoktur!

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu iki ayetin "cennet hazinelerinden", "Arş-ı Âzam'ın altında bulunan hazine"den alınmış olduğunu belirtmiştir. Âyetler meâlen şöyledir:

"O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene imân etti, müminler de. Onlardan herbiri, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. "Onun (Allah'ın) peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız), dinledik (kabûl ettik, emrine) itaat ettik. Ey Rabimiz, mağfiretini (isteriz). Son varışımız ancak sanadır" dediler. Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. (Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faidesine, yaptığı (şer de) kendi zararınadır.

"Ey Rabbimiz unuttuk yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmet)lere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, tâkat getiremiyeceğimizi bize taşıtma. Bizden (sâdır) olan (günahları) sil, bağışla, bize mağfiret et, bizi esirge. Sen Mevlamızsın bizim. Artık kâfirler gürûhuna karşı da bize yardım et" (Bakara: 2/285-286).

Önceki ayet iman esaslarını ve mü'minin edebini beyân ederken, son ayet, Cenâb-ı Hakk'ın mü'mine olan başlıca lütuflarını sayıyor. Rabbimizin lütufları, kulun dua ve talebi üslûbunda sayılmaktadır, toplam yedi tanedir. Yani yedi aded lûtf-i Rabbânî'dir. Zira vermek istemeseydi istemek vermezdi![10]

 

ـ7ـ وعن النعمان بن بشير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: قال رَسُولُ اللّهِ #: ]إنَّ اللّهَ كَتَبَ ـ كِتَاباً قَبْلَ أنْ يَخْلُقَ السَّمواتِ وَا‘رْضَ بِألْفَىْ عَامٍ أنْزَلَ مِنْهُ آيتَيْنِ خَتَمَ بِهِمَا سُورةَ الْبَقَرةِ َ تُقْرَآنِ في دارٍ ثَثَ مَرَّاتٍ فَيَقْرَبُهُما شَيْطَانٌ[. أخرجه الترمذى.

 

7. (447)- Nu'mân İbnu Beşîr (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah, arz ve semâvatı yaratmazdan iki bin yıl önce bir kitap yazdı. O kitaptan iki âyet indirip onlarla Bakara suresini sona erdirdi. Bu iki âyet bir evde üç gece okundu mu artık şeytan ona yaklaşamaz."[11]

 

ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: قال رَسُولُ اللّهِ #: ]قِيلَ لِبِنى إسْرَائيلَ »ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُوا حِطَّةٌ يُغْفَرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ« فَبَدَّلُوا فَدَخَلُوا الْبَابَ يَزْحَفُونَ عَلَى أسْتَاهِهِمْ. وقَالُوا: حَبَّةٌ في شَعْرَةٍ[. أخرجه الشيخان والترمذى .

 

8. (448)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Benî İsrail'e: "Kapıdan secde ederek girin ve (dileğimiz günahlarımızın) dökülmesidir deyin, ta ki hatalarınız bağışlansın" (Bakara: 2/58) denildi. Ama onlar (emri değiştirdiler  de kapıdan kıçları üzerine sürünerek girdiler ve "kılın içinde bir tâne" dediler."[12]

 

AÇIKLAMA:

 

Mısır'dan kaçan Yahudiler, Hz. Musa (aleyhisselam)'nın rivâyetinde Tih sahrasında kırk yıl dolaştıktan sonra Yûşa (aleyhisselam) ile oradan çıkmış, Allah'ın izni ile Kudüs'e girmeleri müyesser olmuş idi. Ancak şehre girerken secde halinde olmalarını -veya eğilerek girmelerini veya girdiklerinde şükran secdesinde bulunmalarını- emretmişti. Onlar emri değiştirdiler. Ve şehre sürünerek girdiler. Ayet-i kerimenin ifadesine göre, girerken, hıtta demeleri emredilmişti. Bu kelime: "Dileğimiz, günahlarımızın indirilmesidir" manasına gelir. Yani, böyle diyerek, mağfiret taleb etmeleri emredildi. Ancak Yahudiler, bu kelimeyi habbe kelimesiyle değiştirdiler, "Kılın içinde bir habbe" dediler. Aslında bu söz bir mâna ifâde etmez. Ancak Allah'ın emrine karşı muhalefet ve istihzalarını izhâr eder.

Rivâyete göre, bu fi'lî ve kavlî isyanları sebebiyle gadab-ı ilâhîye uğrayarak tâunla cezalandırılırlar. Bir saatte yetmiş bin kadarı helâk olur. [13]

 

ـ9ـ وعن عامر بن ربيعة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # في سَفَرٍ في لَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَلَمْ نَدْرِ أيْنَ الْقِبْلَةُ؟ فَصَلّى كُلُّ رَجُلٍ مِنَّا عَلى حَيَالِهِ. فَلَمَّا أصْبَحْنَا ذَكَرْنَا ذلِكَ لِرسُولِ اللّهِ # فنزلت: فَأيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وجْهُ اللّهِ[. أخرجه الترمذى. المراد »بحياله« تلقاء وجهه .

 

9. (449)- Âmir İbnu Rebî'a (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz karanlık bir gecede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bir seferde idik. Kıble istikametini bilemedik. Herkes kendi istikametine yönelerek namazını kıldı. Sabah olunca durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a açtık. Bunun üzerine şu âyet indi. "...Nereye yönelirseniz Allah'ın yönü orasıdır (Bakara: 2/115)."[14]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivâyet, bulut, gece karanlığı gibi sebeplerle, kişi kıbleyi tâyinde acze düşecek olursa ne yapması gerektiği hususunda bilgi vermektedir. Taberâni'de gelen Muâz İbnu Cebel (radıyallahu anh) rivâyeti de bunu te'yid eder: "Bulutlu bir günde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte bir sefer ederken kıbleye yönelmeden namaz kıldık. Namaz bitince güneş açtı. Biz

"Ey Allah'ın Resulü, namazımız kıbleye olmamış" dedik. Bize:

"Namazlarınız hakkıyla (eksiksiz olarak) Allah'a ulaştı" cevabını verdi.

Tirmizî, hadisin, senet yönüyle zayıf olduğunu söyler. Ancak, hükmüyle, başta Süfyanu's-Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel ve İshâk İbnu Rahûye olmak üzere pekçok ulemanın amel ettiğini belirtir.

Hanefî uleması da şöyle demiştir: "Kim kıbleyi şaşırırsa araştırır ve namazını kılar. Yanlış istikamete kıldığı anlaşılırsa namazı iâde etmez, çünkü kendisine vâcib olan "kıbleyi araştırma" işini yerine getirmiştir. Şâfiî merhum ise, bu durumda: "Namazını, vakti içinde veya bilâhere iade eder, çünkü "kıbleye yönelmek" kesin bir vecibedir" buyurur. Sübülü's-Selâm'da İmam Şâfiî'nin bu sözü kaydedildikten sonra: "Azher olan (en doğrusu) seferle ilgili  rivâyetle ameldir. Zira Muâz İbnu Cebel rivâyetiyle takviye görmüştür. Esasen tek başına da hüccettir" denir. Yâni Şafiîler de bu hadisle ameli benimsemişlerdir.[15]

 

ـ10ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ عُمَرَ بْنَ الخَطّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ يَارَسُولُ اللّهِ

لَوْ صَلّيْنَا خَلْفَ الْمَقَامِ. فنزلت وَاتّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إبْراهِيمَ مُصَلَّى[. أخرجه الشيخان، والترمذى .

10. (450)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e hitab ederek:

"Ey Allah'ın Resûlü (tavaftan sonra kılınan iki rek'atı) Makam'ın gerisinde  kılsak (daha iyi olmaz mı?)" diye bir temennide bulunmuştu, hemen şu âyet nâzil oldu: "İbrahim'in makamını namazgâh yapın..." (Bakara: 2/125).[16]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivâyet, Hz. Ömer'in sebkat eden temennisine muvafık olarak nâzil olan ayetlerden biridir. Bu çeşitten birkaç vak'a vardır. Daha açık rivayetlerde geldiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in elinden tutarak: "Kâbe'nin yakınındaki Makam'ı göstererek:

"Burası Makam-ı İbrahim'dir" buyurur. O da:

"Burasını namazgâh yapsanız olmaz mı?" demiş, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) de

"Öyle bir şey ile emrolunmadım" buyurmuştur. Fakat gün batmadan yukarıda kaydedilen ayet-i kerime de nâzil olmuştur.

Makam-ı İbrahim, Kâbe'nin inşâsı sırasında Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in iskele olarak kullandığı veya halkı hacca dâvet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Hâlen bu makam mevcuttur ve tavaftan sonra bunun gerisi tarafında iki rekât tavaf namazı kılınır.[17]

 

ـ11ـ وعن البراء بن عازبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]أوَّلَ مَا قَدِمَ رَسُولُ اللّهِ # الْمَدِينَةَ نَزَلَ عَلَى أجْدَادِهِ أوْ قَالَ أخْوالِهِ مِنَ ا‘نْصَارِ، وَأنَّهُ صَلّى قِبَلَ بَيْتِ الْمَقْدِسِ سِتَّةَ عَشَرَ شَهْراً أوْ سَبْعَةَ عَشرَ شَهْراً، وَكَانَ يُعْجِبُهُ أنْ تَكُونَ قِبْلَتُهُ قِبَلَ الْبَيْتِ، وأنَّهُ صَلَّى أوَّلَ صََةٍ صَّهَا صََةَ الْعَصْرِ، وَصَلّى مَعَهُ قَوْمٌ فَخَرَجَ رَجُلٌ مِمَّنْ صَلّى مَعَهُ فَمَرَّ عَلَى أهْلِ مَسْجِدٍ وَهُمْ رَاكِعُونَ فَقَالَ: أشْهَدُ بِاللّهِ لَقَدْ صَلَّيْتُ مَعَ رَسُولِ اللّهِ #

قِبَلَ الْكَعْبَةِ فَدَارُوا كَماَ هُمْ قِبَلَ الْبَيْتِ، وَكَانَتِ الْيَهُودُ قَدْ أعْجَبَهُمْ إذْ كَانَ يُصَلِّى قِبَلَ الْمَقْدِسِ، فَلمَّا وَلّى وَجْهَهُ قِبَلَ الْبَيْتِ أنْكَرُوا ذلكَ فَنَزَلَتْ قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ في السَّمَاءِ فَقَالَ السُّفَهَاءُ وَهُمْ الْيَهُودُ مَا وَّهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِى كَانُوا عَلَيْهَا؟ قُلْ للّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ إلى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود .

 

11. (451)- el-Berâ İbnu'l-Âzib (radıyallahu anh) buyurdular ki: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye gelince, önce Ensar'dan olan ecdâdının -veya dayılarının- yanına indi: O zaman  namazlarını on altı veya on yedi  ay boyunca Beytu'l-Makdîs'e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâbe'ye doğru olmasını arzuluyordu. (Kâbe'ye doğru) kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte ashabtan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara:

"Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le Kâbe'ye doğru namaz kıldık" dedi. Cemaat oldukları yerde Kâbe'ye yöneldiler.

Müslümanların Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmaları Yahudiler'i memnun ediyordu. Yüzler Kâbe'ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Arkadan hemen şu mealdeki ayet nâzil oldu: "Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz..." (Bakara: 2/144). Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar: "Uyageldikleri kıbleyi niye değiştirdiler? De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder" (Bakara: 2/144).[18]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye geldiği ilk zamanlarda vahiy gelmeyen birçok hususta ehl-i kitâbı esas alıyordu. Hatta saçına verdiği şekilde bile müşriklere muhâlefet etmek için ehl-i kitabın tarzını esas almıştı. Bu davranışı, onlarda saf bir vahdâniyet olmasa bile yaratıcıya, risâlet müessesesine, ba'su ba'del-lmevt'e (ahiret) vs.'ye inanıyorlardı. Tarzları, müesseseleri vahye dayanmış olabilirdi. Ayrıca kitaplarında kendisinden bahsedilmiş, geleceği haber verilmişti. Hattâ Yahudiler, yeni bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı.

Binâenaleyh Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onların İslâmiyet'i benimseyeceğini, Müslüman olacaklarını ümid ediyordu.

Ancak her geçen gün, oların İslâmiyet'e yaklaştıklarına değil, uzaklaştıklarına delil teşkil ediyordu. Belki onlar da başlangıçta, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında bir kısım tecessüslere düşmüşler, merakla karşılamışlardı. Onlar da, İslâm'ın yeni bir din olduğunu, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa gibi önceki peygamberleri (aleyhisselam) inkâr etmemekle berâber, ellerindeki  nüshaları muharref kabul ettiğini görüp anlayınca meraklarını izâle edip, kesinlikle tavır almışlardı. Müslümanlarla alay ediyorlardı. Aleyhte müşriklerle, münâfıklarla işbirliği yapıyorlar ve fırsat buldukça onları Müslümanlar aleyhine tahrik ediyorlardı.

Bu durum karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de ehl-i kitab'a karşı daha kesin, daha kararlı, daha enerjik bir tavır takınmaya başladı, kılık kıyafetten, tâ kıblenin değişmesine varıncaya kadar bu muhalefet zinciri devam etti. Kıblenin değişmesiyle ilgili âyet, açıklamaya çalıştığımız umumi muhalefet prensibinin vahiyle noktalanmasıdır.

İslâm, Allah indindeki mûteber dindir. Müslümanlar müstakil bir ümmettir. İnançlarıyla, ibâdetleriyle, kıblesiyle, ziyâretgâhlarıyla, kılık kıyafet ve diğer içtimâî müesseseleriyle tamamen müstakil bir ümmettir. Kıblenin tahviliyle ilgili âyet bir bakıma bu istikbâliyetin ilânı, ehl-i kitapla berâberliklerin terkedilmesinin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her hususta onlardan ayrılmayı prensip yapacak ve hatta Yahudiler şöyle diyecektir:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize muhâlefet etmedik hiçbir şey bırakmadı, her işimizde bize muhalefet etti."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ehl-i Kitabı kazanmak için Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığını, Ebu'l-Âliye'den gelen bir rivâyet tasrih eder.

Beytü'l-Makdis'e yani Kudüs'e doğru kaç ay namaz kılındığı hususunda rivayetler değişik rakamlar vermişlerdir. Yukarıdaki rivayette "on altı veya on yedi" diye şek edilir. Dokuz ay, on ay, on üç ay, on sekiz ay, iki sene diyen rivayetler bile vardır. Kadı İyaz on yedi ay diyen rivayetin en sahih olduğunu kabul eder. Nevevî ise on altı ay diyen rivayeti. Bu iki görüşü İbnu Hacer şöylece te'lif eder:

"On altı ay olduğunu söyleyenler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Medine'ye geldiği ayla vahyin geldiği ayı bir hesab etmiş, artan günleri saymamıştır. On yedi diyenler ise bunları ayrı ayrı düşünmüşlerdir. Nitekim Medine'ye geliş Rebiü'l-evvel ayında olmuştu, tahvil de ikinci senenin Receb ayının ortalarında vukua geldi.

Ayette yer verilen "yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz" ifadesi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye çevrilmesi arzusunu ifade eder. Çünkü, rivayetler, Medine'ye geldiği andan itibaren kıblenin Kudüs'e değil, Kâbe'ye olması hususunda arzu duyduğunu belirtir. İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın bir açıklaması şöyle: "Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye hicret edince ora ahâlisinin çoğu Yahudi idi ve Beytu'l-Makdis'i kendilerine kıble yapmışlardı. Allah da Resulü'ne Beytu'l-Makdis'i kıble yapmasını emretti. Bu duruma Yahudiler sevindiler. Böylece Müslümanlar on yedi ay Kudüs'e yöneldiler. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in kıblesine yönelmek  istiyordu. Arzusunun tahakkuku için Rabbine dua ediyor semâya doğru yöneliyordu. İşte bu durum üzerine âyet nâzil oldu." Mücâhid tarikinden gelen rivâyette şu ziyâde mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıblenin değişmesini istiyordu, çünkü Yahudiler: "Muhammed, (dinde) bize muhâlefet ettiği halde kıblemize yöneliyor" diyorlardı. Bunun üzerine âyet nazil oldu.

Son olarak şunu da kaydedelim: Mekke'de iken Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in namaz kıldığı istikametle ilgili olarak iki rivayet var. Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'de İbnu Abbas'tan kaydettiği rivâyete göre: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kudüs ile kendi arasına Kâbe'yi koyarak Kudüs'e yönelerek namaz kılıyordu." Taberânî'nin İbnu Cüreyc tarikinden kaydına göre: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) önce Kâbe'ye müteveccihen namaz kıldı. Sonra, daha Mekke'de iken Beytu'l-Makdis'e yönelmesi emredildi. Bu şekilde üç hac mevsimi boyunca namaz kıldı, sonra da hicret etti. Medine'ye gelince on altı ay ona yönelerek namaz kıldı. Sonra Allah onu Kâbe'ye yöneltti.[19]

 

ـ12ـ وفي أخرى لمسلم وأبى داود عن أنس: ]فَمَرَّ رَجُلٌ مِنْ بَنِى سَلَمَةَ وَهُمْ رُكُوعٌ في صََة الصُّبْحِ نَحْوَ بَيْتِ الْمَقْدِسِ فَقَالَ: أَ إنَّ الْقِبْلَةَ قَدْ حُوِّلَتْ إلى نَحْوِ الْكَعْبَةِ مَرَّتَيْنِ فَمَالُوا كَمَا هُمْ رُكُوعاً إلى الْكَعْبَةِ[.

 

12. (452)- Müslim ve Ebu Dâvud'un Enes' (radıyallahu anh)'ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: "Onlar Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme'den bir adam kendilerine uğradı ve: "Kıble istikameti Kâbe'ye çevrildi" dedi. Bu sözünü iki  kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe'ye yöneldiler."[20]

 

AÇIKLAMA:

 

Önceki hadiste kıbleyi değiştiren âyetin ikindi namazında nâzil olduğunu söylediği halde bu rivayette sabah namazında olduğu söylenmiştir. Alimler şöyle te'lif ederler: "Muhtemelen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ikindi namazında gelmiş bulunan emir Kuba'dakilere ertesi gün sabah namazında ulaştı. Çünkü Kuba Medine'nin dışında bir köy idi. Haberin buraya biraz te'hirle gelmesi normaldir.[21]

 

ـ13ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لمَّا وُجِّهَ رَسُولُ اللّهِ # إلى الْكَعْبَةِ قَالُوا: يَا رَسُولُ اللّهِ كَيْفَ بإخْوَانِنَا الَّذِينَ مَاتُوا وَهُمْ يُصَلُّونَ إلى بَيْتِ الْمَقْدِسِ فَأنْزَلَ اللّهُ تَعَالى وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إيمَانَكُمْ[. أخرجه أبو داود والترمذى وصححه .

 

1. (453)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Âyet-i kerimenin emriyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kıbleyi Kâbe'ye yöneltince Müslümanlar sordular:

"Ey Allah'ın Resulü, Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?" Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Senin yöneldiğin istikameti, peygambere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah imanlarınızı (ibâdetlerinizi) boşa çıkaracak değildir" (Bakara: 2/143).[22]

 

AÇIKLAMA:

 

Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili ayet ve rivayetlerden ulema birçok hüküm çıkarmıştır, birkaçını kaydediyoruz:

1- Ahkâmda nesh câizdir. Cumhur'un görüşü budur. Neshi inkâr edenler olmuşsa da onlar sayıca azdır ve kıble âyetinin açık şehadeti karşısında neshi inkâr zor ve çok tekellüflü bir iştir.

2- Cumhur'a göre sünnet Kur'ân'la neshedilebilir.

3- Haber-i vâhid makbûldür, çünkü namazda olan cemaat bir kişinin sözü ile amel ederek derhal kıbleyi çevirmişlerdir. Sonradan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Niye tahkik etmediniz?" diye bir muâhezesi vâki olmamıştır.

4- Mükelleflere nesh haberi gelmedikçe nesih sâbit olmaz, önceki amelleri makbuldür.

5- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fiilleri yerine ve karineye göre vücûb, sünnet ve istihbab ifâde eder.

6- Namazın dışında olan birisi namaz kılan bir kimseye birşeyler öğretebilir.

7- Namaz kılanın, hariçten birşey söylenmesine kulak kabartması namazı bozmaz.[23]

 

ـ14ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: قال رَسُولُ اللّهِ #: ]يَجئٌ نُوحٌ وَأُمَّتُهُ فَيَقُولُ اللّهُ تعالى: هَلْ بَلّغْتَ؟ فَيَقُولُ نَعَمْ: أىْ رَبِّ! فَيَقُولُ ‘ُمَّتِهِ هَلْ بَلّغكُمْ؟ فَيَقُولونَ َ! مَا جَاءَناَ مِنْ نَبِىٍّ. فَيَقُولُ لِنُوحٍ: مَنْ يَشْهَدُ لَكَ؟ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأمَّتُهُ! فَتَشْهَدُ أنَّهُ قَدْ بَلّغَ. وَهوَ قوله: وَكَذلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ اŒية[. أخرجه البخارى والترمذى .

 

14. (454)- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Kıyâmet günü) Hz. Nuh (aleyhisselam) ve ümmeti gelir. Cenab-ı Hakk ona:

- "Tebliğ ettin, dinimi duyurdun mu? diye sorar. Nuh (aleyhisselam):

- "Evet, ey Rabbim" diye cevap verir. Rabb Teâla bu sefer ümmetine sorar:

- "Nuh (aleyhissalâtu vesselâm) size tebliğ etmiş miydi?"

- "Hayır!" bize peygamber gelmedi" derler. Rabb Teâla Hz. Nuh (aleyhissalâtu vesselâm)'a yönelerek:

- "Söylediğin şey hususunda sana kim şahidlik edecek?" diye sorar. Nuh (aleyhisselam):

- "Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ve ümmeti!" der ve Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ümmeti:

- "Nuh tebligatta bulundu" diye şehâdette bulunur. Bu duruma şu âyet işâret eder: "Biz böylece sizleri vasat bir ümmet kıldık, tâ ki insanlara karşı şâhidler olasınız" (Bakara: 2/143).[24]

 

ـ15ـ وفي رواية الترمذى ]فيَقُولُونَ: مَا أتَانَا مِنْ نَذِيرٍ، وَمَا أتَانَا مِنْ أحَدٍ[. وقال »الوسط« العدل .

 

15. (455)- Tirmizî'nin rivâyetinde şu ziyâde vardır: "(...Nuh kavmi): "Bize ne bir korkutucu, ne de başka biri, hiç kimse gelmedi" derler."[25]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki hadis, Kur'ân'da Muhammed ümmetinin tebciliyle ilgili olarak gelen bir âyeti açıklamaktadır. Âyet açıklığa kavuşturulurken, ümmet-i merhume teşrif edilmekle kalmıyor, kıyametle ilgili mühim ahvalden birisi de açıklık kazanıyor. Bu hal, önceki ümmetlerin, hesap gününde Allah'ın huzurunda yalan söyleyip, kendilerine peygamber geldiğini, tebliğde bulunduğunu inkârdır.

Yukarıdaki hadiste Nuh kavmi zikredilerek, bu hâle parmak basılır. Hesap gününün dehşeti o kadar fazladır ki, çaresizlikten ve cehaletten böyle bir yalanın kendilerini kurtuluşa götüreceği vehmine kapılacaklardır. Bu mânâyı te'yid eden muhtelif âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de mevcuttur. Biri şu mealde: "Bir gün hepsini toplarız, sonra puta tapanlara: "İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede? deriz. Sonra: "Rabbimiz Allah'a and olsun ki bizler puta tapanlar değildik" demekten başka çare bulamazlar. Kendilerine karşı nasıl yalan söylediklerine bak. Uydurdukları putlar da onlardan uzaklaştı" (En'âm: 6/22-23).

Allah (celle şânuhu) çok iyi bildiği halde Hz. Nuh (aleyhisselâm)'tan ümmetine teblîğ edip etmediği hususunu, hüccet ikâme etmek ve Ümmet-i Muhammed'in büyüklerinin makâmını yüceltmek için sorar.

Bu hadisi Ebu Muâviye, A'meş tarîkından daha şümûllü şekilde şöyle rivâyet etmiştir:

"Kıyamet günü bir peygamber gelir, yanında (ümmet olarak) tek kişi bulunur. Bir başka peygamber gelir, yanında iki kişi bulunur, bir peygamber gelir, daha çok ümmeti bulunur. Bunlara: "Bu peygamber size tebliğ etti mi?" diye sorulur:

- Hayır! derler. Bu sefer dönülüp peygambere sorulur:

- Sen bunlara tebliğ etmedin mi? Peygamber:

- Tebliğ ettim! deyince tekrar sorulur:

- Şahidin kim?

- Muhammed ve ümmeti! diye cevap verir. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ümmeti çağrılıp onlara sorulur:

- Şu peygamber tebliğ etti mi?

- Evet, derler. Kendilerine tekrar:

- Pekâla bunu nereden biliyorsunuz? diye sorulur. Şu cevabı verirler:

- Bunu bize Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) haber  verdi. "Peygamberler dedi, hepsi tebliğde bulundular." Biz onu tasdik ettik."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla:

"Bu hususu şu âyet ifâde eder..." diyerek yukarıda meâlini yazdığımız ayeti okur.

Ümmet-i Muhammed, Nuh kavmi, Hud kavmi, Sâlih, Şuayb... vs. bütün peygamberlerin (aleyhisselam) kavimlerine karşı şâhidlik yapacak, peygamberlerinin onlara tebliğâtta bulunduğunu, ancak onların nebilerini tekzib ettiklerini söyleyerek şehâdette bulunacaktır.

Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmetinin değerini belirtme sadedinde şöyle buyurur:

"Ey ümmetim şunu bilin: Geçmiş ümmetlere mensup tek kişi yoktur ki bizden olmayı arzu etmesin. Kavmi tarafından tekzib edilen tek bir peygamber yoktur ki, kıyamet günü biz ona şâhidlik ederek "kavmine tebliğde bulunduğunu, onların iyiliği için nasihatler ettiğini" söylememiş olalım."[26]

 

ـ16ـ وعن عروة بن الزبير قال: ]سَألْتُ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها عَنْ قَوْلِهِ تَعَالى إنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللّهِ

فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أوِ اعْتَمَرَ فََ جُنَاحَ عَلَيْهِ أنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا، قُلْتُ: فَوَاللّهِ مَا َعلى أَحَدٍ جُنَاحٌ أنْ َ يَطَّوَّفَ بِالصَّفَا وَالْمَرْوَةِ فَقَالَتْ: بِئْسَ مَا قُلْتَ ياَ ابْنَ أُخْتِى! إنَّ هذِهِ لَوْ كَانَتْ عَلَى مَا أوَّلْتَهَا كَانَتْ َ جُنَاحَ عَلَيْهِ أنْ َ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَلَكِنَّهَا أُنْزِلَتْ في ا‘نْصَارِ كَانُوا قَبْلَ أنْ يُسْلِمُوا يُهِلُّونَ لِمَنَاةَ الطّاغِيَةِ الَّتِى كَانُوا يَعْبُدُونَهَا عِنْدَ المُشَلّلِ. وَكَانَ مَنْ أهَلَّ لَهَا يَتَحَرَّجُ أنْ يَطُوفَ بَيْنَ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالى: إنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللّهِ اŒية، قالت عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها؛ وَقَدسَنَّ رسُولُ اللّهِ # الطّوَافَ بَيْنَهُمَا، فَلَيْسَ ‘حَدٍ أنْ يَتْرُكَهُ. قال الزهرى: فأخبرتُ أبَا بَكْرِ بنَ عَبْدِ الرَّحْمنِ فقالَ: إنَّ هذَا الْعِلْمَ مَا كُنْتُ سَمِعْتُهُ، وَلَقَدْ سَمِعْتُ رجَاً مِنْ أهْلِ الْعِلْمِ يَذْكُرُونَ أنَّ النَّاسَ إَّ مَنْ ذَكَرَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها مِمَّنْ كَانَ يُهِلُّ لِمَنَاةَ كَانُوا يَطُوفُونَ كُلُّهمْ بِالصَّفَا وَالْمَرْوَةِ، فلمّا ذَكَرَ اللّهُ تعالى الطّوَافَ بالبيتِ ولمْ يَذْكُرِ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ في الْقُرآنِ قَالُوا يا رَسُولُ اللّهِ كنَّا نَطُوفُ بِالصَّفَا وَالْمَرْوَةَ، وَإنّ اللّهَ تعالى أنزلَ الطّوافَ بالبَيْتِ ولَمْ يَذْكُرِ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ، فَهَلْ َعَلَيْنَا مَنْ حَرجٍ أنْ َ نَطُوفَ بالصَّفَا وَالْمَرْوَةِ؟ فَأنزَلَ اللّهُ تعالى إنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أوِ اعْتَمَرَ فََ جُنَاحَ عَلَيْهِ أنْ يَطّوّفَ بِهِمَا قال أبو بكر فأسمعُ هذهِ اŒيةَ نَزَلتْ في الْفَريقينِ كِلَيْهِمَا، في الذينَ كانُوا يَتَحَرّجُونَ أنْ يطُوفُوا في الجاهِليةِ بالصَّفَا وَالْمَرْوَةِ، والَّذِينََ كانُوا يَطُوفُونَ ثُمَّ تَحَرَّجُوا أنْ يَطُوفُوا بِهِمَا في ا“سْمِ مِنْ أجْلِ أنَّ اللّهَ تعالى أمَرَ بالطّوَافِ بالبيْتِ ولَمْ يَذْكُرِ الصَّفَا حتَّى ذَكَرَ ذلكَ بَعْدَ مَا ذَكَرَ الطّوَافَ بالبيتِ[. أخرجه الستة .

 

16. (456)- Urve İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye şu (mealdeki) ayet hakkında sordum: "Şüphesiz ki Safâ ile Merve Allah'ın şeâirlerindendir. Kim Kâbe'yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur." (Bakara: 2/158). Dedim ki:

"Kasem olsun (âyetten) Safâ ve Merve'yi tavaf etmeyenlere de bir günâh yoktur (manası çıkmaktadır)." Bana dedi ki:

"Ey kızkardeşimoğlu söylediğin ne kadar çirkin! Âyetin, senin te'vil ettiğin mânâda olması için, "onları tavaf etmeyene  herhangi bir günah terettüp etmez" şeklinde olmalıydı. Halbuki âyet Ensar hakkında inmiştir. Bunlar Müslüman olmazdan önce, Müşellel'deki azgın Menât'a tapınıyorlar, ona telbiye getiriyorlardı. Menât'a telbiye getirenler, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekiniyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk: "Safâ ve Merve Alah'ın şeâirindendir..." âyetini indirdi.

Aişe (radıyallahu anhâ) şunu da söyledi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safa ile Merve arasında tavafta bulunmayı sünnet kıldı. Bunu terketmek kimseye câiz olmaz."

Zühri der ki: Ebu Bekr İbnu Abdi'r-Rahmân'a bu hadisi haber verdim. Bana şunu söyledi: "Ben bu bilgiyi (hadisi) duymamıştım. Ben âlimlerden bazılarını dinledim şöyle diyorlardı: "Hz. Aişe'nin Menat için telbiye getirenlerden haber verdikleri dışında kalan halkın tamamı Safa ve Merve'yi tavaf ediyorlardı. Ne zaman ki Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de tavafından bahsedip Safa ve Merve'den söz etmeyince:

"Ey Allah'ın Resûlü! Biz Safa ve Merve'yi tavaf ediyorduk. Halbuki Cenâb-ı Hakk Kâbe'nin tavafını emrediyor, Safa ve Merve'den bahsetmiyor, Safa ve Merve'yi tavaf etmemizde bize bir mahzur var mı?" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk:

"Safâ ve Merve Allah'ın şeâirindendir. Öyle ise kim Beytullah'a hac yapar veya umre ziyâretinde bulunursa Safâ ve Merve'yi de tavaf etmesinde bir günah yoktur" âyetini indirdi.

Ebu Bekr İbnu Abdirrahmân der ki: "Ben bu âyetin, (yukarda zikredilen) her iki grub hakkında da inmiş olduğunu görüyorum. Yani, hem câhiliye devrinde Safa ve Merve'yi tavaftan çekinenler hakkında inmiştir, hem de öncekileri tavaf ettikleri halde, İslâm'dan sonra -Allah'ın Kâbe'yi tavaf etmeyi emretmiş olmasına rağmen Safa ve Merve'yi zikretmemiş olması sebebiyle- bunları tavaftan çekinenler hakkında inmiştir. Safa ve Merve'nin de (Kur'ân'da) zikri Kâbe'yi tavaf emrinden sonra gelmiştir.[27]

 

ـ17ـ وفي رواية للشيخين. ]أنّ ا‘نصارَ كَانُوا قَبْلَ أنْ يُسْلِمُوهُمْ وَغَسَّانُ يُهلُّونَ لِمنَاةَ فَتَحَرَّجُوا أنْ يَطُوفُوا بَيْنَ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ وَكَانَ ذلكَ سُنّةً في آبائِهم، مَنْ أحْرَمَ لِمنَاةَ لَمْ يَطُفْ بَيْنَ

الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ، وأنَّهُمْ سَألُوا النَّبِىَّ # عَنْ ذلِكَ حِينَ أسْلَمُوا فأنْزَلَ اللّهُ تعالى في ذلِكَ إنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللّهِ اŒية[ .

 

17. (457)- Buhârî ve Müslim'den gelen bir rivâyette şöyle denir: "Ancak, Müslüman olmazdan önce Ensâr ve bunlarla birlikte Gassân, Menat için telbiyede bulunurlar, Safa ile Merve arasında tavaftan çekinirlerdi. Bu davranış onlara ecdad yâdigarı bir âdet idi. Menat için ihrama giren Safa ile Merve arasında tavaf yapmazdı. Müslüman olunca bu hususta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk "Safâ ve Merve Allah'ın şeâirindendir..." âyetini indirdi.[28]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivâyet Safa ile Merve arasındaki sa'yin hacc farizasındaki yeri nedir? bunu tesbitte mühim bir mevki işgal eder. Çünkü bu mesele oldukça farklı yorumlara mahal olmuş münâkaşalı bir mevzudur.

Safâ ve Merve Kâbe-i Muazzama'nın  hemen yanında iki tepeciktir. Hacc ve Umre sırasında ikisi arasında sa'y yapılır.

Müşellel, deniz cihetinde bir tepe olup, ondan Kudeyd'e inilir. Kudeyd ise Mekke-Medine arasında suyu bol bir köydür (Karye).

Şeâir: Alâmet, nişâne mânasına gelen şaîre'nin cem'idir, Cühenî, şeâir'i, haccla ilgili ameller ve Allah'a itaat için alem kılınan her şey" diye tarif etmiştir.

Yukarıdaki rivâyetin zâhirinden anlaşıldığına göre, câhiliye devrinde Safa ile Merve arasında sa'y etmeyip, Menât putunu tavafla yetinme söz konusudur. Meseleyi İbnu Hacer'in kaydettiği şu rivayet daha açık hale getirmektedir: "Amr İbnu Lühey, Kudeyd'e yakın deniz sahiline Menât putunu dikti. Ezd ve Gassân kabileleri, Kâ'be'ye hacc yaptıkları zaman, onu da tavaf ve ta'zim ediyorlardı. Şöyle ki: Ka'be'yi tavaf edip, Arafat vakfesinden ayrılıp Minâ'daki menâsikden fâriğ olunca oradan doğru Menât'a gidip onu tavaf ediyorlar ve telbiyede bulunuyorlardı. Menât'ı telbiye edenler artık bir daha dönüp de Safa-Merve arasında tavaf etmiyorlardı." Rivâyette, Menât'ı benimseyip bu merasime uyanlar arasında Evs ve Hazrec'in yani Ensâr'ın da yer aldığı belirtilir.

Bu mevzuyu aydınlatan farklı bir rivayet daha var. Onu da kaydetmekte fayda görüyoruz. Şa'biden sahih senetle geldiği belirtilen rivâyete göre: "Safâ tepesinde Isâf adında, Merve tepesinde de Nâile adında birer put vardı. Cahiliye halkı bu iki put arasında sa'y yapıyorlardı. İslâm gelince, putlar kırıldı. Müslümanlar, Safâ ve Merve arasında bu putlar sebebiyle cahiliye halkı sa'yediyordu diyerek o sa'yı  terkederler. Bunun üzerine, yukarıdaki âyet inerek Safâ ve Merve'nin Allah'ın şeâirinden olduğunu ilân eder.

Bu  putlarla ilgili mütemmim şu bilgi de verilir: "ehl-i kitâbın zu' munca bu iki put, aslında iki insandır, Ka'be'nin içinde zinada bulundukları için Allah onları ceza olarak taşa çevirmiştir. Bunlar ibret olsun diye Safa ve Merve tepelerine dikilmiştir. Aradan uzun zaman geçince, halk asıllarını unutarak, bunlara ta'zim ve tapınmaya başladılar.

Mesele üzerine gelen rivâyetlerin farklılıklarından hareket eden İbnu Hacer, Ensâr'ın iki grup olabileceği ihtimali üzerinde durur: Safa-Merve arasını cahiliye devrinde sa'yetmeye devam edenler ve terkedenler, İslâm gelince her iki takım da tevakkuf eder.

Cahiliye devri Araplarında câri olan hacc menâsikini, esâs itibarıyle İslâm'ı kabul etmiş olması hasebiyle Müslümanlar, cahiliye haccından ayrılması gerekli hususları sormuşlardır. Şu halde buradaki soru, Safa ile Merve arasındaki -ve en azından Ensâr'ın bir kısmı tarafından yapılmayan- tavaf üzerinedir.

İşte bu soru üzerine nazil olan âyet Safa ile Merve'yi Allah'ın şeâiri olarak ilan ediyor. Urve İbnu Zübeyr, âyetin zâhiri üslûbundan hacc ve umre sırasında bu iki tepenin tavaf edilmesinin ihtiyârî olduğu, dileyenin terkedebileceği mânasını çıkararak, görüşünü Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye arzediyor.

Hz. Aişe, meselenin iç yüzünü, âyetin iniş sebebini anlatarak, Urve'nin yanıldığını belirtiyor.

Fukâha Safâ ve Merve'nin tavafı hususunda  bâzı ihtilâfta bulunmuştur. Cumhur denen çoğunluk "Bu  rükundur, onsuz hacc tamam olmaz" demiştir. Ebu Hanife'den "Vâcibtir, terkedilirse kurban kesilmesi gerekir" dediği rivâyet edilmiştir. Süfyân-ı Sevrî: "Kasden değil unutarak terkedene kurban gerekir" demiştir. Atâ da bu görüştedir, ancak onun: "Sünnettir, terki hâlinde hiçbir şey gerekmez" dediği de rivâyet edilmiştir. Mevzu üzerine başkaca görüşler beyan edenler olmuşsa da bu sa'yin "farz" olduğunu  söyleyen âlim çıkmamıştır.

Şu halde özetlemek gerekirse Safa-Merve arasındaki sa'yin hükmü hakkında üç esas görüşten bahsedilebilir:

1- Rükündür. İbnu Hacer, "bu,  Cumhur'un görüşü" der.

2- Vâcib'tir. Bu Hanefîlerin görüşüdür.

3- Sünnet'tir, İbnu Abbâs, İbnu Sîrîn, Mücâhid ve bir kavlinde Ahmed İbnu Hanbel'in görüşüdür.[29]

 

 

 

 

ـ18ـ وعن مجاهد قال: سَمِعْتُ ابنَ عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يقول: ]كَانَ في بنِى إسرائيل القصاصُ ولم تكن فيهم الديةُ فقال اللّهُ تعالى لهذِهِ ا‘مة كُتِبَ عَلَيْكُمُ القِصَاصُ في الْقَتْلَى الحُرُّ بِالْحُرِّ والْعَبْدُ بالْعَبْدِ وَا‘نْثَى بِا‘نْثى فَمَنْ عُفِىَ لَهُ مِنْ أخِيهِ شَئٌ فَاتِّبَاعٌ بالمَعْرُوفِ وأدَاءٌ إلَيْهِ بِإحْسَانٍ. فَالْعَفْوُ: أنْ يَقْبَلَ الرَّجُلُ الدِّيةَ في الْعَمْدِ. واتِّبَاعٌ بالْمَعْرُوفِ وأدَاءٌ إلَيْهِ بِإحْسَانٍ أنْ يَطْلُبَ هذَا بالْمَعْرُوفِ وَيُؤَدِّىَ هذَا بإحْسَان، ذلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ« مِمَّا كتِبَ عَلَى مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذلِكَ قُتِلَ بعد قبولِ الديةِ[. أخرجه البخارى والنسائى .

 

18. (458)- Mücâhid, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'tan rivâyet ettiğine göre şunu anlatmıştır: "Benî İsrail'de kısas vardı, fakat diyet yoktu. Cenâb-ı Hakk Muhammed ümmetine şöyle buyurdu: "Öldürülenler hususunda size kısas farz kılınmıştır. Hür hür ile, köle köle ile, kadın kadın ile kısas edilir. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından affedilmişse, kendisine örfe uymak ve affedene güzellikle (diyet) ödemek gerekir" (Bakara: 2/178). Buradaki "afv"dan maksad, âmden öldürmelerde kişinin diyet almayı kabûl etmesidir. "Örfe uymak ve affedene güzellikle ödemek"e gelince, bundan maksad (mağdur tarafın) örfe uygun miktarda bir diyet istemesi, öbürünün de bunu güzellikle ödemesidir. Âyetin devamındaki: "Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir" ibâresi de, "sizden öncekilere farz kılınanlarda olmayan bir hafifletme"demektir, (çünkü onlara diyet imkânı tanınmamıştı). Âyetin son kısmı olan "Bundan sonra tecavüzde bulunana elim azab vardır" ibaresinden diyet almayı kabûl etmesine rağmen (kan dâvası güderek) kâtili öldüren kimse kastedilmektedir."[30]

 

AÇIKLAMA:

 

İslâm dini, öldürme, yaralama, bir uzvun kesilmesi gibi, kişinin şahsına karşı işlenen cinayetlerin cezalandırılmasında kısası esas yapmıştır. Bu, İsrailoğullarında da vardır. Ayet, bu ümmete -bir hafifletme olarak- diyetin de teşrî edildiğini haber vermektedir.

1- Kısas: Lügat olarak müsâvat mânasına gelir, bir şeyin izini tâkip etmek onun mislini getirmek demektir. Istılah olarak cürüm ile ceza arasında mümâselet esas olduğundan, cezanın cürüm cinsinden verilmesi maksadıyla beyan edilen cezayı mahsusa kısas denir. Kısas şer'an kâtili maktûl mukabilinde öldürmek veya mecruh veya maktu (kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde cârih (yaralayan) ile kâtı'ın (kesenin) ona mümâsil olan uzvunu cerh veya kat etmektir.

2- Diyet: Cinâyet sebebiyle, cinâyete maruz kalan kimseye veya onun vârislerine -bir nevi tazminat mahiyetinde olarak- ödenmesi gereken maldır.

3- Ayetin anlaşılmasında ulema ihtilaf etmiştir: Cumhur, kısasta, cezânın kâmil olması için tekâfü'ü şart koşmuştur. Yani âyet "hür, hür ile; köle, köle ile; kadın, kadın ile kısas edilir" buyurmaktadır. Şu halde bu tâdatta kısas için her iki tarafın eşitliği anlaşılmaktadır. Hür kimse köleye, kadın erkeğe veya hür kimseye, erkek kadına karşı cinâyet işlerse kısas tam olarak yapılacak mı, yapılmayacak mı? sorusu çıkmaktadır.

İşte Cumhur, bu soruya "cezânın tam olarak tatbik edilmesi, yani kısasın uygulanması için her iki taraf -âyette sayıldığı şekilde- eşit olmalı" diye cevap vermiştir.

Kûfeliler (Hanefiler), cinayeti işleyen hür de olsa, köle sebebiyle kısas edilir; Müslim, kâfir olan zımmî sebebiyle kısas edilir der ve ve delil olarak "Orada, onlara cana can yazdık" (Mâide: 5/45) âyetini esas alırlar.

Şâfiîler: "Bu ayet önceki şeriatlarla ilgili bir haberdir, onların şeriatı bizi bağlamaz" demiştir.

4- Fıkıh kitaplarında pekçok teferruatın açıklandığı bu ayetten çıkarılan bir mânaya göre: Şahsa karşı işlenen cinâyetlerde kısas yapılabilenlerde kısas esastır. Bir kolun, parmağın, kulağın koparılması, gözün çıkarılması gibi. Ancak derince yara açmak, kemik kırmak misâlinde olduğu gibi, eşit şekilde cezâlandırılması zorluk arzeden durumlarda kısasa gidilemez.

5- Kısastan maksad İslâm'ın kısas hükmüne zamanımızda dil uzatanlara rastlanmaktadır. Halbuki, İslâm, kısası  adâletin hakkıyla yerine gelmesi için teşrî etmiştir. Tecâvüz  edilen, telef edilen bir hakkın gereği olarak, hayat hakkının korunması maksadıyla  kısas  emredilmiştir. Nitekim kısası emreden âyet-i kerîme: "Kısasta sizin için hayat var ey  akıl sâhipleri!" buyurulmaktadır. Günümüzde, beynelmilel seviyede gittikçe şiddetini artıran anarşi hareketleri karşısında kısas üzerine insanlığın iyice düşünmesi gerekmektedir. Zira, işlenen cinâyete misliyle ceza takdir edilmeyip, hafifletme cihetine gidildikçe cezanın caydırıcılık yönü kalmamaktadır. 19. asrın sonlarında Fransa'da iyice tırmanan anarşiyi, Fransız hükümeti şiddet kanunlarıyla durdurabilmiştir. Anarşistler tarafından "cânî kanunlar" denen bu şiddet kanunları öylesine müessir olur ki, çıktığı andan itibaren anarşi zınk diye derhal durur. O kadar ki, kanunların tatbikini gerektiren tek bir vak'a meydana gelmez.

Bu durum ister istemez, İslâm dininin had cezaları ile alakalı esprisini hatırlatmayı ve bilhassa kısas üzerinde durmamızı gerektirmektedir. İnsan fıtratını en iyi bilen onun yaratıcısıdır. Öyle ise o fıtrata en uygun kanun O'nun kanunudur. Beşerî heva ile konacak  kanunlar fıtrata uymadığı için, beklenen neticeyi te'min etmiyecektir.[31]


 

[1] Müslim, Müsâfirin: 252, (804); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/249.

[2] Tirmizî, Sevabu'l-Kur'ân: 2, 2879. H  İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/250.

[3] Müslim, Müsafirin: 253, (305); Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân: 5, (2886); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/250

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/251.

[5] Müslim, Müsâfirin: 212, (780); Tirmizî, Sevabu'l-Kur'ân: 2, (2780); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/251.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/251.

[7] Müslim, Misâfirin: 210, (778); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/252.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/252.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/252.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/252-253.

[11] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân: 4, 2885; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/254.

[12] Müslim, Tefsir: 1, (3015); Buhârî, Enbiya: 28, Tefsir, Sure: 2,5, 4, 7; Tirmizî, Tefsir Bakara: (2959); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/254.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/254.

[14] Tirmizî, Tefsir, Bakara (2960), Salat: 354, (345); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/255.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/255.

[16] Buhârî, Tefsir, Bakara: 9. Ahzâb: 8; Müslim, Fezâilu's-Sahabe: 2, (2399); Tirmizî,Tefsir, Bakara: (2963); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/256.

[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/256.

[18] Buhârî, İman: 30, Tefsir, Bakara:.12, 18, Salât: 31; Müslim, Mesâcid: 11, (525); Tirmizî, Bakara (2966), Salat: 252, 339; Nesâî, Kıble: 1 (2, 60) Salât: 22, (1, 242); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/257.

[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/257-259.

[20] Müslim, Mesâcid: 15, (527); Ebû Dâvud, Salât: 206, (1045); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/260.

[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/260.

[22] Ebu Dâvud, Salât: 16 (4680); Tirmizî, Tefsir, Bakara: (2968); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/260.

[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/260-261.

[24] Buhârî, Tefsir, Bakara: 13, Enbiya: 3, İ'tisâm: 19; Tirmizî, Tefsir Bakara: (2965). İbnu Mâce, Zühd: 34, (4284); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/261-262.

[25] Tirmizi, Tefsir 2965; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/262.

[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/262-263.

[27] Buhârî, Hacc: 79, Umre: 10, Tefsir, Bakara: 21; Müslim, Hac: 260-263 (1277); Ebu Dâvud, Menâsik: 56, (3901); Tirmizî, Tefsir, Bakara: (2969); Nesâî, Menâsik: 168, (5, 238-239); Muvatta, Hacc: 129, (1, 373); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/264-265.

[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/266.

[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/266-268.

[30] Buhârî, Tefsir, Bakara: 2, 23; Diyât: 8; Nesâî, Kasâme: 27, (8, 36,37); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/268.

[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/269-270.