ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. في قوله
تعالى: ]وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِى أرَيْنَاكَ إَّ فِتْنَةً لِلنَّاس.
قالَ: هِىَ رُؤْيَا عَيْنٍ أرِيهَا رسولُ اللّه # لَيْلَةَ أُسْرِىَ بِِهِ
وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ في القرآنِ. قالَ: هِىَ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ[.
أخرجه البخارى والترمذى .
1. (678)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "... Sana gösterdiğimiz rüya ile ve
Kur'an'da lânetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik..." (İsra, 60)
meâlindeki ayette geçen "rüya" için şu açıklamayı yaptı: "Bu, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Miraç gecesinde Beytu'l-Makdis'e götürüldüğü zaman gözüyle
görmesidir. "Kur'ân'da lânetlenmiş ağaç" da zakkum ağacıdır." [Buhârî,
Menâkibu'l-Ensar 42, Tefsir, Benû İsrail 9, Kader 10; Tirmizî, Tefsir, Benû
İsrâil, (3133).]
AÇIKLAMA:
Arapça'da rüya kelimesi Türkçemizde düş
dediğimiz, uyuyan kişinin gördüğü şey manasına geldiği gibi masdar olarak
tıpkı rü'yet gibi "görmek" manasına da gelir. Ancak, çoğunluk itibariyle
"düş" manasında kullanılmıştır. Bu sebeple yukarıda âyette zikredilen
"rüya"nın uyanık halde gözle görülen şey mi, yoksa uyurken görülen düş mü
olduğu âlimler arasında münâkaşa konusu olmuştur.
Bâzı âlimlere göre, buradaki rüyadan maksad,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve Ashabının Mekke'ye gireceğine dair
görmüş olduğu rüyadır. Bu rüyayı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'de iken görmüş ve Ashabına anlatmıştır. Hudeybiye Sulhü'nün
yapılmasıyla sonuçlanan -ve Kâbe'yi ziyaret gerçekleşmeyen- sefer yapılırken
herkes, bu rüyanın tahakkuk edeceği inancında idi. Dediğimiz gibi Kâbe tavaf
edilmeden dönülünce Ashab'ta sukut-i hayal olmuştur. Hatta Hz. Ömer,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
- "Kabe'yi ziyaret edeceğiz dememiş miydiniz?"
diye öfkeli bir itirazda bile bulunmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"- Evet ama Ôbu sene göreceğiz' dememiştim"
diye cevap veriyor. İşte bu durum üzerine Fetih suresinin 27. âyeti inerek:
"Allah, Resulü'ne rüyasında doğru söylemiştir. Allah'ın izni ile
Mescidu'l-Haram'a mutlaka gireceksiniz" âyeti nazil olmuştur.
Üzerinde durduğumuz âyette geçen rü'ya
kelimesini bu rü'ya ile te'vil edenler, "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın o yıl Mekke'ye girmeden geri dönmesi, Ashab'ın maruz kaldığı
fitnedir" demiştir.
Bazıları da bu rüyadan maksadın Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Kureyş liderlerinin Bedir'de gebertileceğine
dair gördüğü rüya vs. olduğunu söylemiştir.
Ancak bu te'viller zayıftır. Çeşitli
delillerle te'yid edilen ve ulemanın kâhir ekseriyetinin ittifakına mazhar
olan görüş, buradaki rüyadan maksadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından Tercümanu'l Kur'ân tayin edilen Hz. İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'ın belirttiği görüştür. Yani Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Mirac esnasındaki gördükleridir. Mirac hâdisesi gece vakti cereyan ettiği ve
mezkur "görme"ler geceleyin husule geldiği için Cenâb-ı Hakk "rüya"
kelimesiyle ifade buyurmuştur.
Bu sure Mekkî olması yönüyle de öbür rüyaları
kasdetmesi mümkün olamaz. Çünkü onlar Medine'de cereyan etmiştir.
Şunu da belirtelim ki âyetteki rüya kelimesini
"rüyet" olarak anlamayıp, örfî kullanılışı olan "düş" manasında telakki
edenler, hatada ileri giderek Mirac hadisesinin rüyada cereyan ettiğini,
bunun bir düş olduğunu söylemişlerdir. Öyle olsaydı onun "fitne" olmaması
gerekirdi. Halbuki Cenab-ı Hakk, bir görme (rüya) hadisesini insanlara bir
fitne (imtihan) sebebi yaptığını ifade etmektedir. Nitekim Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mirac'ı ve gördüklerini anlatınca pek çok itirazlar
ve hatta imtihanı kaybederek irtidâd edenler olmuştur. O imtihanda Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh): "Muhammed ne söylediyse o doğrudur" diyerek en iyi
puanı alıyor ve "sıddîkiyet" payesine yükseliyor. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Mirac hâdisesini bir rüya olarak anlatmış olsaydı buna niye
itiraz olsundu ki? Rüyasında herkes herşeyi göremez mi? En olmayacak şey,
rüya olarak anlatılsa ona kim itiraz eder?
Lânetlenmiş ağaç zakkumun da imtihan kılınması
ayette ifade edilmiştir. Birçok ayette bu ağacın cehennemde yetişeceği,
azaba maruz kalanların ondan yiyeceği, erimiş maden ve kaynamış su gibi
yakıcı olacağı vs. belirtilmiştir. Hatta bu çeşit tasviratı işiten Ebû
Cehil:
"- Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki
taşları yakarmış... Sonra da dönüp ateşte ağaç bittiğini söylüyor" diye
alay etmiş, müşrikler daha da ileri gidip:
"- Biz zakkum diye hurma ile kaymağa deriz"
demişler. Ebû Cehil, câriyesine emrederek hurma ve kaymak hazırlatmış,
arkadaşlarına:
"- Haydi "zakkumlanın" diye yemeye davet
etmiş. Bunun üzerine zakkum sevenlerden irtidâd edenler olmuştur.
ـ2ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. في قوله تعالى: ]أمَرْنَا
مُتْرَفِيهَا. قالَ: كُنَّا نَقُولُ لِلْحَىِّ في الجَاهِلِيَّةِ إذَا كَثُرُوا
قَدْ أمِرَ بَنُو فُنٍ[. أخرجه البخارى .
2. (679)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), "Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman onun
nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına (yola gelmelerini) emrederiz. Ama
onlar orada iyice yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hakeder. Biz de
onu yerle bir ederiz" (İsra, 16) âyetindeki "Şımarmış elebaşılarına
emrederiz" ifadesiyle ilgili olarak şunu söylemiştir: "Biz cahiliye
devrinde, sayıca artan bir kabile için: "falanca kabile arttı" derdik."
AÇIKLAMA:
İbnu Mes'ud, âyette "emrederdik" mânasına
emernâ diye gelen kelimenin "çoğaltırdık" manasına da geldiğini belirtiyor.
Bu durumda âyet, "...şımarıkların sayısını artırırız. Onlar da böylece iyice
yoldan çıkarlar" manasına gelir.
Emernâ kelimesinin üzerinde duran âlimler bir
üçüncü mânaya daha dikkat çekerler: "Şımarıkları idâreye getirir, başa
geçiririz."
Âyeti, bu üç ayrı manada anlamaya çalışan
âlimlerden herbiri kendi görüşünü desteklemek üzere başka âyet ve
hadislerden ve kelimenin dildeki kullanılışından şâhitler getirirler.
ـ3ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. في قوله تعالى: ]أولئِكَ الَّذِينَ يَدْعُونَ
يَبْتَغُونَ إلى رَبِهِّمُ الْوَسِيلَةَ أيُّهُمْ أقْرَبُ. قالَ: كانَ نَفَرٌ
مِنَ ا“نْسِ يَعْبُدُونَ نَفَراً مِنَ الْجِنَّ فَأسْلَمَ النَّفَرَ مِنَ
الْجِنَّ وَاسْتَمْسَكَ اŒخَرُونَ بِعِبَادَتِهِمْ فَنَزلَتْ[. أخرجه الشيخان .
3. (680)-
Yine İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), "Onların taptıkları da
Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar" (İsra, 57) âyeti hakkında
şu açıklamayı yaptı: "İnsanlardan bir grup, cinlerden bir gruba
tapıyorlardı. Bu cinniler Müslüman oldular. İnsanlar hâla bunlara tapmaya
devam ettiler. Bunun üzerine âyet nâzil oldu." [Buhârî, Tefsir, Benû İsrail
7, 8; Müslim, Tefsir 28, (3030).]
AÇIKLAMA:
Fahreddin-i Râzi, "tapılanlar"la ilgili şu
yorumu yapar: "Bu ayetten maksad müşrikleri reddetmektir. Nitekim daha önce
de kaydettiğimiz üzere, müşrikler "Bizim doğrudan doğruya Allah'a ibadet
etmeye ehliyetimiz yok, biz Allah'ın kullarından O'na yakın olan meleklere
ibâdet ediyoruz" diyorlardı. Bu şekilde meleklere ibadet etmeye başlayınca,
zamanla tapındıkları bu meleğin timsallerini ve suretlerini çıkarıp bu
mülâhaza ile yaptıkları putlara tapınmaya başladılar.
İşte yukarıdaki âyette Cenab-ı Hakk, onların
bu sözlerinin yanlışlığını göstermektedir. Önceki âyette geçen: "De ki:
"O'nu (Allah'ı) bırakıp boş yere (Tanrı diye) söylediklerinizi çağırın..."
(İsra, 56) ibâresinde de "put (sanem)" kastedilmemiştir. Çünkü tapılan bu
şey müteâkip âyette şöyle tavsif edilir: "Onlara taptıkları da Rablerine
yakın olmak için vesile ararlar." Malum olduğu üzere, putların Allah'tan
vesile aramaları hiçbir surette makul değilir."
Ayette Cenab-ı Hak, gerçek mabudun hakiki
ilahın bir vasfını veriyor: "Zararı defedebilmek". Buna ancak kâinata hâkim
olan, sözü her şeye geçen Zât muktedir olabilir.
ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه # في قولهِ
تعالى: يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإمَامِهِمْ. قالَ: يُدْعَى أحَدُهُمْ
فَيُعْطى كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ وَيُمَدَّ لَهُ في جِسْمِهِ سِتُّونَ ذِرَاعاً،
وَيُبَيَّضُ وَجْهُهُ، وَيُجْعَلُ عَلَى رَأسِهِ تَاجٌ مِنْ لُؤْلُوءٍ يَتَ‘ْ‘َ
__________
فَيَنْطَلِقُ إلى أصْحَابِهِ الَّذِينَ كانُوا يَجْتَمِعونَ إلَيِْه
فَيَروْنَهُ مِنْ بَعِيدٍ فَيََقُولُونَ: اللَّهُمَّ ائْتِنَا بِهذَا.
فَيَأتِيهِمْ فَيَقُولُ أبْشِرُوا، لِكُلِّ رَجُلٍ مِنْكُمْ مِثْلُ هذَا، هَذا
الْمَتْبُوعُ عَلَى الهدَى، وَأمَّا الْكَافِرُ؛ فَيُعْطَى كِتَابََهُ
بِشِمَالِهِ، وَيُسَوَّدُ وَجْهُهُ، وَيُمَدُّ لَهُ في جِسْمِهِ سِتُّونَ
ذِرَاعاً، وَيُلْبَسُ تَاجاً مِنْ نَارٍ. فَإذَا رَآهُ أصْحَابُهُ يَقُولُونَ
نَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ شَرِّ هذَا: اللَّهُمَّ َ تَأتِنَا بِهِ، فَيأتِيهِمْ
فَيقُولُونَ: اللَّهُمَّ أخِّرْهُ. فَيَقُولُ لَهُمْ: أبْعَدَكُمُ اللّهُ،
لِكُلِّ رَجُلٍ مِنْكُمْ مِثْلُ هََذَا[. أخرجه الترمذى .
4.(681)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), "Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız" (İsra,
71) meâlindeki âyetle ilgili olarak şunu söyledi: "Onlardan biri çağırılır.
(Amellerinin yazıldığı) kitap sağ eline verilir. Vücudu altmış zira'
genişletilir, yüzü beyazlaştırılır. Başına pırıl pırıl yanan inciden bir tâç
geçirilir. Bu haliyle arkadaşlarının yanına döner. Arkadaşları onu uzaktan
görünce: "Ey Rabbimiz bunu bize de ver ve onu hakkımızda mübarek kıl"
derler. O, yanlarına gelir ve onlara: "Müjde sizlere! Herbirinize bunun bir
misli var" der.
Kâfire gelince, onun suratı kararır. Onun da
vücudu, altmış zira' genişletilir. Ona da bir taç giydirilir. Arkadaşları
onu görünce: "Bunun şerrinden Allah'a sığınırız, Ey Rabbimiz onu bize verme"
derler. Bu da arkadaşlarının yanına gelir. Onlar: "Ey Rabbimiz, onu zelil
et" derler. O da: "Allah sizi rahmetinden uzak tuttu, sizden herkese bunun
bir misli verilmiştir" der." [Tirmizî, Tefsir, Benû İsrail, (3135).]
AÇIKLAMA:
Bu âyet-i kerime, kıyâmet günü her ümmetin
imamları ile birlikte hesaba çekileceğini haber veriyor. Nitekim bir başka
ayette: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Resulleri geldiği zaman
aralarında adâletle hükmedilir" (Yunus, 47) buyurulmaktadır.
Âyette geçen ve "önder" diye tercüme edilen
kelimenin aslı "imam" dır. Âlimler: "İmam'dan maksat peygamber'dir" dediği
gibi; "(Amellerin yazıldığı) kitaptır" da demiştir. Nitekim bu mânâyı teyid
eden âyetler de var: "Biz herşeyi apaçık bir kitapta (imam-ı mübin)
saymışızdır" (Yasin, 12); ve: "Kitap (meydana) konmuştur. Görürsün ki
günahkârlar onun içinde yazılı olanlardan müthiş korkudadırlar" (Kehf, 49).
İmam'la "kitab"ın kastedilmesi, "Resûl"ün de
kastedilmesine mâni değildir. Her ümmetin, hesabını, peygamberinin huzurunda
ve şehâdeti altında vereceği de ifade edilmiştir.
ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ كانَ يقولُ: دُلُوكُ
الشَّمْسِ مَيْلُهَا[. أخرجه مالك .
5. (682)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), "Güneşin kayması (dülûku'şşems) anından
gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl" (İsra, 78) âyetinde geçen
dülûku'şşems'ten maksad, "güneşin meyli" derdi. [Muvatta, Vukûtu's-Salât 19,
(1, 11).]
AÇIKLAMA:
Müteakip rivayettedir.
ـ6ـ وله عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ كانَ يَقولُ: دُلُوكُ
الشّمْسِ إذَا فَاءَ الْفَئُ. وَغَسَقُ اللَّيْلِ: إجْتِمَاعُ اللَّيْلِ
وَظُلْمَتُُهُ[ .
6. (683)-
Yine Muvatta'da İbnu Abbas (radıyallahu anh)'tan geldiğine göre, İbnu Abbas,
dülûku'şşems tabirini: "İzâ fâe'lfey'u" diye açıklardı. (Bu da gölgenin batı
cihetinden çekilip doğuya meyletmesidir. Bu da tam zevâl dediğimiz öğle
vaktini ifade eder. Güneş gökte tam tepededir ve artık batı cihetine
meyletmektedir.)
Âyetin devamında gelen "ğasaku'lleyl" tabirini
de, "gece ile gece karanlığının birleşmesi" diye açıklardı. [Muvatta,
Vukûtu's-Salât 20, (1, 11).]
AÇIKLAMA:
Bir önceki 682 numaralı rivayetle bu
yukarıdaki rivayet, her ikisi de ayet-i kerimede geçen dülûku'şşems tabirini
açıklamaktadır. Bu tabir, ilim ehli arasında iki ayrı manada anlaşılmıştır:
1- Dülûk'tan maksad gurub'tur. Yani
dülûku'şşems güneşin batması demektir. Hz. Ali, Hz. İbnu Mes'ud, İbnu Abbâs
gibi bazı sahabeler (radıyallahu anhüm ecmain)'den bu tevil rivayet
edilmiştir.
2- İkinci görüşe göre dülûku'şşems, güneşin
öğle vakti tepe noktasından batı cihetine kaymasıdır. Sahâbe ve Tabiin'in
çoğunluğu bu manayı tercih etmiştir. Yukarıda kaydettiğimiz rivayetler de
mezkur tabiri bu manada yorumlamaktadır. Tefsirlerde bu manaya tevcihi
gerekli kılan deliller uzun uzun kaydedilir. Teferruatı burada gereksiz
görüyoruz.
ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. في قوله تعالى: ]إنَّ قُرآنَ
الْفَجْرِ كانَ مَشْهُوداً. قال #: تَشْهَدُهُ مََئِكَةُ اللَّيْلِ وَمََئكَةُ
النَّهَارِ[. أخرجه الترمذى وصححه .
7. (684)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin rivayetine göre, "...Sabah namazı
şâhidlidir" (İsra, 78) âyeti hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu
açıklamayı yapmıştır:"Onda gece melekleri de gündüz melekleri de, hazır
bulunurlar" [Tirmizî, Tefsir, Benû İsrâil, (3136). Tirmizî hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.]
AÇIKLAMA:
Âlimlerimizin açıkladığı üzere, sabah namazı
sırasında, imamın arkasında hem gece hem de gündüz melekleri hazır olur.
(Bir nevi devir teslim yapıldıktan sonra) gece melekleri çekilir, gündüz
melekleri bâki kalır. Her iki gruba dahil melekler, beraberce hazır
bulundukları için bu namaza meşhud, yani "şâhidli" denmiştir.
ـ8ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّه # عَنِ المَقَامِ
الْمَحْمُودِ. فقَالَ: هُوَ الشَّفَاعَةُ[. أخرجه الترمذى .
8. (685)-
Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: "...Ümid edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmud'a
gönderecektir." (İsra, 79) ayetinde zikredilen "Makam-ı Mahmud"dan sual
edildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu şefaat'tir" diye cevap
verdi." [Tirmizî, Tefsir, İsra, (3136).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
verileceği vaadedilen Makam-ı Mahmud burada görüldüğü üzere şefaat olarak
izah edilmiştir. "Ümmetime şefaatte bulunduğum yerdir" diye açıklama da
mevcuttur.
Bilindiği üzere, peygamberler içerisinde
sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, ümmetine "şefaatte" bulunma
imtiyazı tanınmıştır. Mahşerde kulaklarına kadar yükselen ter dehşeti
içerisinde,insanlar bütün peygamberlerden şefaat isteyecek. Kendi canının
derdinde olan her peygamber bu talebi reddederken, Peygamberimiz Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm) hazretleri "ümmetini" düşünecek ve onlardan
şefaate muhtaç ve bu şefaate liyâkati olanlara şefaat edecektir.
Bu imtiyaz hadiste Makam-ı Mahmûd olarak ifade
edilmiş bulunmaktadır. Zira orada evvelîn ve ahirîn kendisine minnettar
olacaktır.
Cumhur bu mânada ittifak etmekle beraber başka
rivayetleri esas alarak, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Livâu'l-Hamd
denilen sancağın verileceği makamdır" diyen âlimlerimiz de vardır.
Ahmed İbnu Hanbel'den gelen bir rivayete göre
de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "Makam-ı Mahmûd nedir?" diye vâki
bir suâle: "Cenab-ı Hakk'ın kürsüsünden ineceği gündür" diye cevap
vermiştir. Bu hadisin devamında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu
açıklamayı yapar: "O gün herkes yalın ayak, çırılçıplak getirilecek. Evvelâ
İbrahim (aleyhisselam) sonra da bana cennet libası giydirilecek. Sonra
Allah'ın sağında bir makamda dikileceğim. Orada bana evvelîn ve ahirîn hep
gıpta edecek."
Bu çeşit rivayetlerde Cenâb-ı Hakk'a mekân
nisbeti gibi menfi bir mâna varsa da, bunun uhrevî ve gaybî hakikatlerin
insanların anlıyabileceği bir muhtevaya sokulma gayesi taşıdığını bilmek
gerekir. Her hâl u kârda bunlar mahiyeti bizce bilinmeyen hakikatlerdir.
Şehâdet âleminin tâbiriyle ifade edilince lafzî mânâda takılıp kalmamak
gerekir. Bu çeşit müteşâbih ifadeler ayette de hadiste de mevcuttur, ifade
ettiği hakikate inanıp, "mahiyetini Allah bilir" demek gerekir ve umumi
itikad prensiplerine muvafık şekilde tevil edilir.
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ
النَّاسَ يَصِيرُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ جُثاً، كُلُّ أُمَّةٍ تَتْبَعُ
نَبِيَّهَا يَقُولُونَ: يَا فَُنُ اشْفَعْ لَنَا حَتَّى تَنْتَهِىَ
الشَّفَاعَةُ إلىَّ فذلِكَ الْمَقَامُ الْمَحْمُودُ[. أخرجه البخارى .
9. (686)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "İnsanlar kıyamet günü cemaatler halinde olacaklar.
Her ümmet kendi peygamberini takip edip: "Ey falan! bize şefaat et, ey
falan bize şefaat et! diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte
Makam-ı Mahmud budur." [Buhârî, Tefsir, Benû İsrail, 11, Zekât 52.]
ـ10ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَمَّا أُمِرَ رَسُولُ اللّه #
بِالهِجْرَةِ نَزَلَتْ عَلَيْهِ: وَقُلْ رَبِّ أدْخِلْنِى مُدْخَلَ صِدْقٍ
وَأخْرِجْنِى مُخرَجَ صِدْقُ اŒية[. أخرجه الترمذى وصححه .
10. (687)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hicretle emredildiği zaman kendisine şu âyet indi: "De ki:
"Rabbim, beni dahil edeceğin yere (Medine'ye) hoşnudluk ve esenlikle dâhil
et; çıkaracağın yerden de (Mekke'den) hoşnudluk ve esenlikle çıkar. Katından
beni destekleyecek bir kuvvet ver" (İsra, 80). [Tirmizî, Tefsir, Benû
İsrail, (3138).]
AÇIKLAMA:
Hasan Basrî hazretleri bu âyet için şu
açıklamada bulunmuştur: "Kureyş küffârı, hicretten önce, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i öldürmek veya sürmek veya bağlamak hususunda
istişare ettikleri zaman Cenab-ı Hakk şöyle emreder: "(Ey Habibim) de ki:
"Rabbim, beni dahil edeceğin yere (Medine'ye) hoşnudluk ve esenlikle dâhil
et; çıkaracağın yerden de (Mekke'den) hoşnudluk ve esenlikle çıkar, katından
beni destekleyecek bir kuvvet ver" (İsra, 80).
Katâde, "dahil edeceğin yer" tabiriyle
Medine'nin kastedildiğini, "çıkaracağın yer" tabiriyle de Mekke'nin
kastedildiğini belirtir.
Çoğunluk âyeti böyle anlamış ise de,
"girilecek yer"i ölüm, çıkılacak yeri de dünya hayatı diye te'vil eden İbnu
Abbas örneğinde olduğu gibi farklı yorumlar yapanlar olmuştur.
Ancak esas alınan te'vil Katâde ve Hasan
Basrî'den rivâyet edilen te'vildir.
ـ11ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَرَّ رسولُ اللّه # بِنَفَرٍ
مِنَ الْيَهُودِ. فقَالَ بَعْضُهُمْ سَلُوهُ عَنِ الرُّوحِ. وَقَالَ بَعْضُهُمْ
َ تَسْأَلُوهُ َ يُسْمِعُكُمْ مَا تَكْرَهُونَ. فَقَامُوا إلَيْهِ فَقَالُوا
لَهُ: يَا أبَا الْقَاسِمِ حَدِّثْنَا عَنِ الرُّوحِ. فَقَامَ
سَاعَة يَنْظُرُ فَعَرَفْتُ أنَّهُ يُوحَى إلَيْهِ. ثُمَّ قَالَ:
وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أمْرِ رَبِّى، وَمَا
أوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إَّ قَلِيً[. أخرجه الشيخان والترمذى.وفي رواية:
وَمَا أوتُوا. قال ا‘عمش: هكَذَا في قِرَاءَتِنَا .
11. (688)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Yahudilerden bir gruba uğradı. Onlardan bazısı: "Muhammed'e ruh
hakkında sorun" dedi; bazısı da: "Sakın sormayın, hoşunuza gitmeyecek
şeyler işitirsiniz" diye aralarında konuştular. Sonunda kalkıp: "Ey
Ebu'l-Kâsım bize ruh'tan anlat, (ruh nedir?)" dediler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir müddet sessiz durdu. Ben anladım ki kendisine
vahiy inmektedir. Sonra okudu: "Sana ruhtan sorarlar; de ki, ruh Allah'ın
emrinden ibârettir. Size onun hakkında az bir ilim verilmiştir" (İsra, 85).
Bir rivayette: "Onun hakkında az bir ilim
verilmiştir" denmektedir. A'meş: "Bizim kıraatımızda böyledir" demiştir.
[Buhârî, İlm 47, Tefsir, Benû İsrail 13, İ'tisâm 3, Tevhid 28, 29; Müslim,
Münâfıkûn 32, (2794); Tirmizi, Tefsir (3140).]
AÇIKLAMA:
Fahreddin Râzî bu âyetle ilgili olarak özetle
şöyle der:
"Yahudilerin ruhla alâkalı soruları ruhun
mahiyetini ilgilendirebilir: Bir yer işgâl eder mi, etmez mi? Yer işgal eden
bir şey içerisinde bir hâlet midir, değil midir? Kadim midir, hadis midir?
Cesedden ayrıldıktan sonra da var olmaya devam mı eder, yok mu olur? Rûhun
azab çekmesinin veya nimetlendirilmesinin hakikatı nedir?.. gibi sorular.
Sualde bunlardan birini öne alacak bir karine yok. Ancak, sorunun ruhun
mahiyeti ve kadim veya hadis oluşu üzerine olması, daha muvafık gözüküyor.
Cevaba gelince, cevap, dört unsur'a (hava,
ateş, su, toprak) bunların meydana getirdiği karışım ve terkiblere hiç
benzemeyen mevcut bir şey olduğunu ifade etmektedir. Yani, ruh, her çeşit
arazdan mücerred basit bir cevherdir, var edeni olmayınca var olmaz. Onu var
eden şey de Allahu Teâla'nın "ol" emridir. Cevap, ruh için, sanki şöyle bir
açıklama getirmiştir: "Ruh, Allah'ın emir ve yaratmasıyla sonradan var
edilmiş bir mevcuttur."
Bedenle hayatın tezahür edip görünmesinde,
ruhun te'siri vardır. Ona ait keyfiyetin bilinmemesi inkâr edilmesini
gerektirmez.."
Râzi şunu da ilave eder: "Ruh Rabbimin
emrindendir" kavl-i şerifindeki "emir"den maksad "fiil"dir, tıpkı şu âyette
olduğu gibi: "Firavun'un "emri" hiç de dürüst değildi" (Hûd 97; yani ameli
ve işi demektir.
Bu açıklamalardan sonra vahiyle verilmiş olan
cevabı şöyle anlayabiliriz: "Ruh, Rabbimin bir işidir."
Sual, "ruh kadim midir, hadis midir?" şeklinde
olursa, cevap: "O hadistir" olacaktır.
Râzi, ayrıca, selefin bu meselede fazla
teferruata girmediğini belirtir.
Râzi hazretlerinin cevabından çıkacak bir
soruyu açıklamak isteriz: "Ruh Rabbimin işidir" derken; "başka mahluklar
Allah'ın işi değil mi?" diye bir itiraz hatıra gelebilir.
Şurası muhakkak ki başka mahlukatın ortaya
çıkışı bir kısım sebeplere dayandırılmış, mahiyeti hakkında izah yapabilme
imkânları tanınmıştır. Ruh Cenab-ı Hakk'ın "ol" emrine dayandırılmış, araya
başka vasıta ve esbâb bırakılmamıştır. Onun için o "emir âlemindendir ve
Allah'ın bir fiilidir."
ـ12ـ وفي رواية أخرى للترمذى عن ابن عباس ]قَالُوا: أوتِينا عِلْماً كَثيراً،
أوتِيناَ التَّوْرَاةَ، وَمَنْ أوتِى التَّوْرَاة فَقَدْ أوتِىَ عِلْماً
كَثِيراً فنزلتْ: قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَاداً لِكَلِمَاتِ رَبِّى
لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى اŒية[.
12. (689)-
Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'tan gelen, Tirmizî' nin bir diğer
rivayeti şöyledir:"...
Yahudiler: "Bize çok ilim verildi, bize Tevrat
verildi. Kime Tevrat verilmişse ona çok ilim verilmiş demektir" dediler.
Bunun üzerine şu âyet indi: "De ki Rabbimin sözlerini yazmak için denizler
mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden
denizler tükenirdi" (Kehf, 109). [Tirmizi, Tefsir, Benû İsrail, (3139).]
AÇIKLAMA:
Yahudiler bu sözü, "Ruh hakkında size az bir
ilim verilmiştir" meâlindeki vahiy üzerine sarfederler. Bazı rivayetlerde,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Yahudilere, bütün ilimlerinin
Allah'ın ilmi yanında çok az kalacağını söylediği tasrih edilir. Yukarıdaki
âyet de bunu te'yiden nâzil oluyor.
ـ13ـ وعن صفوان بن عسال رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ يَهُودِيَيْنِ قَالَ
أحَدُهُمَا لِصَاحِبِهِ: اذْهَبْ بِنَا إلى هذَا النَّبِىِّ نَسْألُهُ. قالَ َ
تَقُلْ لَهُ نَبىٌّ، فأنَّهُ إنْ سَمِعَهَا كَانَتْ لَهُ أرْبَعَةُ أعْيُنِ
فأتَيا النَّبىَّ # فَسأَهُ عَنْ قَوْلِهِ تعالى: وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى
تِسْعَ آياَتٍ بَيْنَاتٍ فقَالَ رَسولُ اللّه #: َ تُشْرِكُوا بِاللّهِ
شَيْئاً، وََ تَسْرِقُوا، وََ تَزْنُوا، وََ تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِى
حَرَّمَ اللّهُ إَّ بِالْحَقِّ، وََ تَسْحَرُوا، وََ تَمْشُوا بِبَرِئٍ إلى
سُلْطَانٍ فَيَقْتُلَهُ، َوَ تَأكُلُوا الرِّبَا، وََ تَقْذِفُوا مُحْصَنَةً،
وََ تَفِرُّوا مِنَ الزَّحْفِ، وَعَلَيْكُمْ مَعْشَرَ الْيَهُودِ خَاصَّةً أنْ
َ تَعْدُوا في السَّبْتِ. فَقَبََّ يَدَيْهِ وَرجْلَيْهِ وَقَاَ: نَشْهَدُ
أنَّكَ نَبىٌّ. قَالَ: فَمَا يَمعنَعُكُمَا أنْ تُسْلِمَا؟ قَاَ: إنَّ دَاوُدَ
عَلَيْهِ السََّمُ دَعَا اللّهَ تعالَى أنْ َ يَزَالَ في ذُرِّيَّتِهِ نَبىٌّ،
وَإنَّا نَخافُ إنْ أسْلَمْنَا تَقْتُلَنَا الْيَهُودُ[. أخرجه الترمذى
والنسائى.»وَالزَّحْفُ« القتال، والمراد به: الجهاد في سبيل اللّه .
13. (690)-
Saffân İbnu Assâl (radıyallahu anh) anlatıyor: "İki Yahudi konuşuyorlardı,
biri arkadaşına: "Gel seninle şu Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
gidelim ve birşeyler soralım" dedi. Arkadaşı: "Ona peygamber deme" diye
müdahale edip ekledi: "Şayet o, kendisinden "peygamber" diye bahsettiğini
duyacak olursa sevincinden gözleri dört olur."
Beraberce gidip Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a imtihan niyetiyle dokuz açık ayetten soru sordular. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onlara "Allah'a hiç bir şeyi ortak kılmayın,
hırsızlık yapmayın, zina fazihasını işlemeyin. Allah'ın haram kıldığ cana
kıymayın, mâsum kişiyi öldürtmek için sultana gammazlamayın, sihir
yapmayın, fâiz yemeyin, günahsız kadına zinâ iftirası atmayın, savaş
sırasında cepheyi koyup kaçmayın, ey Yahudiler, bilhassa sizin için
söylüyorum, cumartesi günü yasağını ihlâl etmeyin" dedi.
Saffân der ki: "Bu cevap üzerine Yahudiler,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el ve ayaklarını öptüler ve: "Şehâdet
ederiz ki, sen peygambersin" dediler.
Saffân diyor ki: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara: "Öyleyse niye bana uymuyorsunuz?" diye sordu. Onlar:
"Davud (aleyhisselam), neslinden peygamber
kesilmesin diye dua etti. Biz, sana uyduğumuz takdirde Yahudilerin bizi
öldürmesinden korkuyoruz" cevabını verdiler." [Tirmizî, İsti'zan 33, (2734),
Tefsir, Benû İsrail (3143); Nesâî, Tahrim 18, (7, 111); İbnu Mâce, Edeb 16,
(3705).]
AÇIKLAMA:
Rivayette, Yahudilerden bazılarının Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e imtihan kasdıyla "dokuz ayet"ten
sordukları belirtiliyor. Buradaki rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu dokuz âyetle ilgili açıklaması zikredilmiyor. Ancak,
rivayetin Tirmizî'nin Kitabu't-Tefsir'de gelen vechinde bu husus tasrih
edilir:
"...Gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e: "And olsun ki Musa'ya dokuz tane apaçık mucize verdik" (İsra,
101) âyetinden sordular."
Âyet mahsûsat'a giren, yani beş duyu organı
ile hissedilip algılanan zâhir alametlere dendiği gibi ma'kûlata giren
vâzıh hükme, açık mes'eleye de denir. Öyle ise, insanların tefekkür ve
teemmül derecesine, ilmî seviyesine göre farklı şekillerde mârifet elde
ettikleri her şeyde bir âyet vardır, mu'cize bir âyettir, Allah'ın
ahkâmından bir hükme delâlet eden her bir cümlede bir âyet vardır. Ayrıca
Kur'ân-ı Kerim'in lâfzî bir fâsıla ile ayrılmış olan her bir kelâmına da
âyet denir.
Yukarıda kaydettiğimiz âyet-i kerime'de geçen
"ayetler"den murad bunlardan herhangi biri olabilir.
Hz. Musa'nın mazhar olduğu dokuz mucize
şunlardır: Hz. Mûsa'nın âsâsı (değneği), eli, tufân, çekirgeler, bitler,
kurbağalar, kan, kıtlık yılları, meyvelerde noksanlık.
Fahreddin-i Râzi, Hz. Mûsa'nın Kur'an-ı
Kerim'de zikri geçen mucizelerinin dokuz değil, 16'ya ulaştığını söyler ve
âyetlerle delillendirir. Yukarıdaki âyette kaydedilen "dokuz" rakamı ile
kendi verdiği 16 rakamı arasında ortaya çıkan farklılığı, usûl-i fıkıhta
açıkladığını belirttiği bir kaideyi söyleyerek te'lif eder: "Rakam
zikretmek, daha fazla olaya mâni değildir."
Ayet'i daha önceki dinlerde de yer alan umumî
hükümler olarak anlayacak olsak, hadiste onların da, "şirk koşmayın,
çalmayın, zina yapmayın, haksız yere cana kıymayın, sultana gammazlık
yapmayın, sihir yapmayın, faiz yemeyin, günahsız kadına iftira atmayın,
savaştan kaçmayın" şeklinde sayıldığını, sayılarının da dokuz olduğunu
görmekteyiz. Yahudilere mahsus olan cumartesi yasağı ayrıca belirtiliyor.
Yahudilere cumartesi günü balık avlama yasağı konmuştu.
Hadiste geçen itiraflarına gelince: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ümmî olmasına rağmen Yahudilerle ilgili
teferruatı bilmesi, Yahudiler tarafından bir mucize kabul edilerek, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i tasdike sevketmiştir. Ancak O'nu
"Araplara mahsus" millî bir peygamber telakki etmeleri kuvvetle
muhtemeldir. Çünkü Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) efendimize
gelinceye kadar, bütün peygamberler millî idi. Cenâb-ı Hak, eski devirlerin
münâkale ve muhâbere (ulaşım ve haberleşme) şartlarının gereği olarak her
millete ayrı bir peygamber gönderiyordu. Nitekim, İncil ve Tevrat'ta geçen
bütün peygamberler millîdir, Yahudilere mahsustur, onların irşadı için
gelmiştir. Bugün bile Yahudiliğin, Yahudiler dışına taşırılması, cihanşümûl
bir din kılınması, Yahudi olmayanların da Yahudileştirilmesi diye bir dava
yoktur. Yahudiler bu eksikliklerini, beynelmilel bir kısım teşkilatlar ve
derneklerle telâfi etme cihetine gitmişlerdir.
Hıristiyanların beynelmilelcilik iddiaları da
yanlıştır. İncil'in tahrif edilmiş olan yönlerinden biridir.
İnsanlığın tek bir dinde birleşip tek bir
ümmet olma dâvası, açık, seçik ve kesin bir şekilde İslâm'la gelmiştir. Bu
dâva İslâm'ın davasıdır.
Binaenaleyh, rivayette, Yahudilerin Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in risaletini te'yidleri samimidir, ancak
nakıstır. Kendi telakkilerine göre bir peygamber bilmiş olmalıdırlar: Yâni
Hz. Muhammed de bir peygamberdir, ancak Araplara hastır, onların millî
peygamberidir. Tabii ki, böyle bir peygamberlik telakkisi İslâm açısından
nâkıstır ve sakattır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyleyse niye bana uymuyorsunuz?" diyerek onları İslâm'a çağırmış, İslâm
ahkâmını benimsemeye çağırmış, Şeriat-ı Muhammediye'ye uymanın onlara da
vâcib olduğunu bildirmiştir.
Yahudilerin Hz. Davud (aleyhisselam) ile
alakalı iddialarına gelince, bu bir iftiradır. Çünkü Hz. Dâvud'un, dedikleri
gibi, kıyamete kadar kendi neslinden peygamber gelecek diye bir iddiası
yoktur. Bilakis, Cenab-ı Hakk, bütün peygamberlere emrederek, âhir zamanda
gelecek peygamberlerden ümmetlerine bahsetmeleri, zuhur ettiği zaman ona
tâbi olmalarını tenbih etmeleri için "misâk" almıştır. Nitekim eski dinî
kitaplarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evsafına rastlanmaktadır.
Mâruz kaldığı bütün tahriflere rağmen bugün elde mevcut Tevrat ve İncil
nüshalarında bile mükerrer pasajlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in evsafına rastlanmaktadır. Hattâ Hüseyin Cisrî merhum Risâle-i
Hamidiye adlı kitabında, Kitab-ı Mukaddes'te geçen bu âyetlerden 110
kadarını göstermiştir: Keza meşhur Şeyh Rahmetullah el-Hindî aynı çalışmayı
İzhâru'l-Hak isimli kitapta yapmış, İngiliz misyonerlerini bu konuda yaptığı
münazaralarda hep ilzâm etmiş, susturmuştur. Her iki kitap da Türkçemize
tercüme edilmiştir.
Biz İncil ve Tevrat'ta gelen beşâretlerden
sarf-ı nazar ederek, Kütüb-i Semâviye denince, pek hatıra getirilmeyen,
diğer bir kısım dinî kitaplarda yapılan modern araştırmalar sonucu ortaya
çıkarılan ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i haber verdiği
belirtilen işâretlerden bahsedeceğiz. Aşağıya alacağımız pasaj, Nesil
Dergisi'nin 39-41 sayısında (Şubat 1980) bazı kitaplardan kaynak
gösterilerek derlenmiştir. Yazı, "Kadim Kitaplarda Hz. Muhammed'in
Geleceğine Dair İşâretler" adını taşır ve uzundur. Biz sâdece "Şarkın Öteki
Kitaplarında Hz. Muhammed" kısmını alıyoruz.
Bu
ayet, Kur'ân-ı Kerim'in Dinayet İşleri Başkanlığı'nca yapılan
tercümesinde: "Onların taptıkları putlarda Rablerine daha yakın
olmak için vesile ararlar" şeklinde tercüme edilerek iki fâhiş
hataya düşülmüştü.
a- Kur'an metninde "put" kelimesi
mevcut değildir, taptıkları şeklinde mutlaktır.
b- Tapılan şey "put" olarak tefsir
edilmiş, halbuki put şuursuzdur, Allah'a yakınlık aranmaz. Ma'kul
te'vili, Fahrettin-i Râzi'den bilistifade kaydettiğimiz üzere "put"
değil, "melek" olmalıydı. Mamâfih "cin" de olabilirdi.
Beyzâvî "Melekleri, Mesih'i, Uzeyr'i "
diyerek, çerçeveyi genişletse de "put"u katmamıştır.