Kütübü Sitte

BERÂET SURESİ

 

ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قُلتُ لِعُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: مَا حَمَلَكُمْ عَلَى أنْ عَمَدْتُمْ إلى ا‘نْفَالِ وَهِىَ مِنَ المَثَانِى، وَإلى بَرَاءَةَ وَهِىَ مِنَ الْمِئينَ فَقَرَنْتُمْ بَيْنَهُمَا، وَلَمْ تَكْتُبُوا بسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ، وَوَضَعْتُمُوهَا في السَّبْعِ الطّوالِ؟ مَا حَمَلَكُمْ عَلَى ذَلِكَ؟ قَالَ عُثْمَانَ: كَانَ رسولُ اللّهِ # مِمّا يأتِى عَلَيْهِ الزَّمَانُ وَهُوَ ينزِلُ عَلَيْهِ السُّوَرُ ذَوَاتُ الْعَدَدِ، وَكَانَ إذَا نَزَلَ عَلَيْهِ شَئٌ دَعَا

بَعْضَ مَنْ كَانَ يَكْتُبُ فَيَقُولُ ضَعُوا هَؤَُءِ اŒياتِ في السُّورَةِ الَّتِى يُذْكَرُ فِيهَا كَذَا وَكَذَا، فإذَا نَزلَ عَلَيْهِ اŒيةُ فَيَقُولُ ضَعُوا هَذِهِ اŒية في السُّورَةِ الَّتِى يُذْكَرُ فِيهَا كَذَا وَكَذَا، وَكانَتِ ا‘نْفَالُ مِنْ أوَائِلِ مَا نَزَلَ بِالْمَدينةِ، وَكَانَتْ بَرَاءَةُ مِنْ آخِرِ الْقُرآنِ نُزُوً، وَكَانَتْ قِصَّتُهَا شَبِيهة بِقِصَّتَهَا فَظَنَنْتُ أنَّهَا مِنْهَا فَقُبِضَ رسولُ اللّهِ # وَلَمْ يُبَيِّنْ لَنَا أنهَا مِنْهَا فَمنْ أجْلِ ذلِكَ قَرَنْتُ بَينهما وَلَمْ أكْتُبْ سَطْرَ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ، وَوَضَعْتُهَا في السَّبْعِ الطَّوالِ[. أخرجه أبو داود والترمذى ولم يذكُر أبو داود: فَظَنَّنْتُ أنها مِنْهَا .

 

1. (630)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh)'a dedim ki:

"Siz niçin, mesâni grubuna giren Enfâl suresini miûn grubuna giren Berâet suresine yaklaştırdınız ve aralarına da besmeleyi yazmadınız?" Hz. Osman (radıyallahu anh) şu cevabı verdi:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahiy sırasında, bir çok sûre birlikte gelirdi. Bu durumda herhangi bir vahiy geldi mi, vahiy kâtiblerini çağırır, onlara: "Şu âyetleri, şu şu meselelerin zikedildiği sureye koyun" diye irşâd ederdi. Bir âyet geldiği zaman da "Bu âyeti içinde şu şu şeylerin zikredildiği sureye koyun" derdi. Enfâl suresi, Medine'de ilk nâzil olanlardandı. Berâet suresi ise, iniş itibariyle Kur'an'ın sonuncusu idi. Bunun kıssası da Enfâl'in kıssasına benzemekte idi. Bu sebeple Berâet'i öbüründen zannettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu surenin öncekinden olduğunu belirtmeden vefat etti. Bu sebeple ben bunların arasını yakın tuttum ve ikisinin arasına bismillahirrahmanirrahim satırını koymadım. Böylece onu yedi uzunlar'ın (Seb'u't-Tıvâl) arasına koydum."

Ebû Dâvud'un rivayetinde "Berâet'i öbüründen zannettim" cümlesi yoktur.[1]

 

AÇIKLAMA:

 

Kur'an-ı Kerim'in bütün sureleri besmele ile başlar. Bunlardan bir sure müstesnâdır: Berâet (veya Tevbe) suresi, Berâet sûresinin başına  niye besmele konmamıştır?  Bu soru tâ bidâyetten beri sorulmuştur.

Yukarıda görüldüğü üzere bunu soranlardan biri de İbnu Abbas'tır. Hem de bu meselenin yetkilisine sormaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e bugünkü tertibi Hz.Osman'ın verdiği kabul edilmektedir.

İslâm âlimleri sûrelerin içerisindeki âyetlerin tertibinin tevkifî yani ilâhî irşad ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in emriyle olduğunda icma ederler. Sûrelerin tertibi ise ihtilaflıdır. Bazı âlimler tevkîfî derken bazı alimler ictihâdî (veya istılahî) yani Ashab tarafından tanzim edilmiş olduğunu söylemişlerdir. Yukarıda kaydedilen rivayet  de ictihadî olduğunu ifade eder.

Hadisten çıkan ikinci bir soru besmelenin durumu. Aslında besmele Neml suresinin bir âyeti olarak Kur'an metni içerisinde bir defa geçer. Sûre başlarındaki besmele vahiy midir, yani her sûrenin ilk ayeti midir? diye de soru çıkmıştır. Umumiyet itibâriyle sure başlarındaki besmelenin vahiy olmadığı kabul edilmiştir. Nitekim âyetler numaralanırken besmeleler numara dışı tutulur. Yukarıdaki rivâyet dahi, besmelenin Kur'an-ı Kerîm'e son tertib şeklini veren Ashab (Allah cümlesinden razı olsun) tarafından konduğunu ifâde etmektedir.

Hadiste geçen bâzı ıstılahlara gelince:

es-Seb'u'ttıval (Yedi Uzunlar): Fatiha'dan sonra gelen yedi uzun surenin ismidir.

el-Miûn: Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın olan surelere denmektedir.

el-Mesânî: Ayetleri yüzden az olan sûrelere denir.

el-Mufassal: Bu tâbir metinde geçmiyor ise de bu bahsi tamamlayıcı olduğu için belirtmek istiyoruz. Bunlar kısa sûrelerdir. Sık sık besmele ile ayrıldıkları için bu ismi alırlar. (Kaf sûresinden sonrakiler.) Mensuh olmadıkları için de bu ismi aldıklarını söylemiştir.[2]

 

ـ2ـ وعن ابن جبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قلتُ بن عبّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما سورةُ التَّوبَةِ؟ قال: بَلْ هِىَ الْفَاضِحَةُ مَا زَالَتْ يقولُ: وَمِنْهُمْ حَتَّى ظَنُّوا أنْ َيَبْقَى أحَدَ إَّ ذُكر فِيهَا. قال: قلتُ سورةُ ا‘نفَالِ؟ قال: نزلتْ في بَدْرِ. قال: قلتُ سورة الحشر؟ قال نزلت في النَّضِيرِ[. أخرجه الشيخان .

2. (631)- İbnu Cübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a sordum:- Tevbe sûresi nedir? Şu cevabı verdi:

- Tevbe mi?  bilakis o fâzihadır (İslâm düşmanlarını rezil etmektedir).  “Onlardan bir kısmı şöyledir...” , “Onlardan bir kısmı şöyledir:...” diyerek o kadar çok saymıştır ki, halk "Bizden kimseyi bırakmıyacak, herkesi zikredecek" zannına kapıldılar." Ben tekrar sordum:

"-Ya Enfâl sûresi?"

"-Bu, dedi, Bedir Savaşı hakkında nazil oldu." Ben tekrar sordum:

"-Pekâla Haşr sûresi?"

"-O da, dedi, Benu'n-Nadîr yahudileri hakkında nâzil oldu."[3]

 

AÇIKLAMA:

 

Said İbni Cübeyr hazretleri bâzı surelerin iniş sebepleri hakkında İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'dan sormaktadır. İbnu Abbas, cevabında Tevbe suresini faziha olarak tavsif etmektedir. Fâziha, rezil eden, kepâze eden demektir. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın sureye bu vasfı yakıştırması  gayet yerindedir. Çünkü İslâm düşmanlarını grup grup sayıp dökmektedir:

"Onlardan bazıları Peygambere eziyet verirler.."

"Onlardan bazıları sadakalar hakkında sana göz kırparlar..."

"Onlardan bazıları bana müsaade et! derler.." vs.

Sûrenin iki ismi vardır: Berâe ve Tevbe, Berâe: İhtar, ultimatom demektir. Bu ismi, sûrenin bidayetinde putperestlere şiddetli bir ihtarla başlamasından alır. Tevbe ismini de, sûrede Tebük savaşına katılmayanların tevbelerinin kabûl edildiğini haber veren âyetlerin bulunması sebebiyle alır.[4]

 

ـ3ـ وفي أخرى قالَ: ]قُلْتُ سورةُ الحَشْرِ؟ قالَ: بَلْ سُورةُ النَّضِيرِ[ .

 

3. (632-633)- Bir diğer rivayette Said İbnu Cübeyr'in:

"Ya Sûretu'l-Haşr (niçin inmiştir?)" sorusuna İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın:

"(Haşr sûresi mi? hayır! O), Benûn-Nadir sûresidir" cevabını verdiği kaydedilmiştir.[5]

 

AÇIKLAMA:

 

Rivayetten anlaşıldığı üzere, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) sûrenin Haşr diye isimlenmesinden hoşlanmamaktadır. Çünkü, sûre, esas itibariyle kıyamet günündeki haşirden bahsetmiyor. Asıl konusu, Benu'n-Nadîr adındaki Yahudi kabilesinin Medine'den sürgün edilmesidir. Bunlar, yapılan bir anlaşma gereği Müslümanların ödemeleri gereken bir diyete katılmak zorunda  idiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu hatırlatmak üzere gidince suikast hazırlayıp üzerine damdan bir değirmen taşı yuvarlıyarak öldürmeye teşebbüs ettiler.  Vahy-i ilahî ile, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın oradan âniden uzaklaşması, planı akîm bıraktı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haber göndererek on gün içinde Medine'yi terketmelerini emretti; Yahudilerin müttefiki olan münâfık  lider Abdullah İbnu Übey, adam göndererek:

"Kalelerinize girerek savaşın, benim iki bin adamım var, diğer Araplar da yardım eder, sizin için son ferdlerine kadar ölürler..." diye onları savaşmaya teşvik etti. Bunun üzerine Benû'n-Nadîr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber göndererek:

"- Yurdumuzu terketmiyoruz, istediğini yap!" dediler.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) derhal kuşatma emri verdi. Benu'n-Nadîr, vâdedilen yardımlardan hiçbirini göremeyince on beş günlük direnmeden sonra "götürebilecekleri kadar malla Medine'yi terketmek" şartıyla sulha razı oldular. Evlerini -Müslümanlar faydalanmasın diye- elleriyle yıktılar. Haşr sûresinde onların bu hâli âdeta istihzâ ile yâdedilir:

"...Evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın!" (Haşr: 59/2).

İbnu Abbâs hazreterinin (radıyallahu anhümâ) Haşr sûresinin gerçek muhtevâsına böylece dikkat çekmesi fazlasıyla muvafıktır. Zira tamamı 24 âyetten ibâret olan sûrenin dörtte üçüne yakın ilk 17 âyetlik kısmı hemen hemen tamamen Benu'n-Nadîr'in Medine'den sürülmeleri ile ilgilidir.

Kur'ân âyetleri, geçmiş ve geleceği  berâber kuşattığı için, geçmişin tasvirinde çoğu kere geleceğin, Tarih'in ihbârını yapar. Bu sebeple, bu sûre bugün silah, terör, dalavere ve beynelmilel siyasî  himâye kal'alarına sığınmış olan Yahudilerin gelecekte, -1967 harbinden sonra yerleştiği Sina'yı Mısır'la yaptığı anlaşma gereğince boşaltırken, oralarda kurduğu inşaatları dinamit ve buldozerlerle kendi elleriyle tahrib etmeleri örneğinde olduğu  üzere- nice inşaatlarını dinamitleyerek terketmek zorunda kalacaklarının mucizevî, ilahî bir müjdesi de sayılabilir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şöyle demektedir:

"Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; Ey Müslüman, Ey Allah'ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu!" diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır."

Muhbir-i Sâdık böyle haber vermiştir. Önünde sonunda, gerçekleşecektir. Şimdilerde, nihâî sonlarına kavuşacakları mahall-i Mev'ûd'da toplanmaya devam ededursunlar, insanlık vicdan-ı âmmesinde, yiyecekleri  nihâî tokadın fetvasını verdirecek zulümlerine devam ededursunlar. Taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlık vicdan-ı âmmesinin aleyhlerine dönme vetiresi tamamlanıncaya kadar, mazlumun âhı hedefine varacak, mazlum vicdanlarda çoktan verilmiş olan hükmün infazı için, gerekli maddî imkanlar da sağlanmış olacaktır.[6]

 

ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ أبَا بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: بَعَثَهُ في الحَجَّةِ الَّتِى أمَّرَهُ عَلَيْهَا رسول اللّهِ # قَبْلَ حَجَّةِ الْوَدَاعِ في رَهْطٍ يُؤَذِّنُونَ في النَّاسِ يَوْمَ النّحْرِ: أنْ َ يَحُجُّ بَعْدَ الْعَامِ مُشْرِكٌ، وََ يَطُوفَ بِالْبِيْتِ عُرْيَانٌ. ثُمَّ أرْدَفَ النَّبِىُّ # بِعَلِىِّ بْنِ أبى طَالِبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَأمَرَهُ أنْ يُؤَذِّنَ بِبَرَاءَةَ فَأذَّنَ مَعَنَا في أهْلِ مِنىً بِبَرَاءَةَ: أنْ َ يَحُجَّ بَعْدَ الْعَامِ مُشْرِكٌ، وََ يَطُوفَ بِالْبَيْتِ عُرْيَانٌ[ .

 

4. (634)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından Veda haccından önceki hacc mevsiminde hacc emiri olarak tayin edildiği hacda, "Bu yıldan sonra müşriklere haccetmek yasaktır", "Çıplak olarak Beytullah tavaf edilemez" diye ilân etmek üzere vazifelendirdiği bir grubla beni de gönderdi. Ancak, bilâhâre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in arkasından Hz. Ali'yi gönderdi ve Berâet sûresini halka ilân etmeyi ona emretti. Hz. Ali (radıyallahu anh) bizimle birlikte Mina'da halka, Berâet'i ilân etti:

"Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc yapamıyacak ve çıplak olarak Beytullah tavaf edilmeyecek."[7]

 

ـ5ـ وفي رواية: ]وَيَوْمَ الحَجِّ ا‘كْبَرِ يَوْمُ النَّحْرِ، وَالحَجُّ ا‘كْبَرُ الحَجُّ. وَإنمَا قِيلَ الحَجُّ ا‘كْبَرُ مِنْ أجْلِ قَوْلِ النَّاسِ: العُمْرَةُ الحَجُّ ا‘صْغَرُ. قالَ: فَنَبذَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ إلى النَّاسِ في ذلِكَ الْعَامِ فلمْ يَحُجَّ في الْعَامِ الْقَابِلِ الَّذِى حَجَّ فِيهِ رسول اللّه # حَجَّةَ الْوَدَاعِ مُشْرِكٌ. فأنْزَلَ اللّهُ تَعَالَى في الْعَامِ الَّذِى نَبَذَ فِيهِ أبُو بَكْرٍ إلى الْمُشْرِكِينَ: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجسٌ فََ يقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا. وَإنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِهِ إنْ شَاءَ اŒية؛ وَكَانَ الْمُشْرِكُونَ يُوافُونَ بِالتِِّجَارَةِ  فَيْنْتَفِعُ بِهَا الْمُسْلِمُونَ. فَلَمَّا حَرَّمَ اللّهُ تَعَالَى عَلَى الْمُشْرِكينَ أنْ يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ وَجَدَ الْمُسْلِمُونَ في أنْفُسِهِمْ مِمَّا قُطِعَ عَلَيْهِمْ مِنْ التِّجَارَةِ التىِ كانَ الْمُشْرِكُونَ يُوافُونَ بِهَا. فقَالَ اللّهُ تعالَى: وَإنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِهِ إنْ شَاءَ. ثُمَّ أحَلَّ في اŒية الَّتِى تَتْبَعُهََا الْجِزْيَةَ وَلَمْ تُؤخَذْ قَبْلَ ذلِكَ فَجَعَلَهَا عِوَضاً مِمَّا مَنَعَهُمْ مِنْ مُوَافَاةِ الْمُشْرِِكِينَ بِالتِّجَارَةِ. فقَالَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ: قَاتِلُوا الَّذِينَ َ يُؤمِنُونَ بِاللّهِ وََ بِالْيَوْمِ اŒخِرِ اŒية. فَلَمّا أحَلَّ اللّهُ ذلِكَ لِلْمُسْلِمِينَ عَلِمُوا أنْ قَدْ عَاضَهُمْ أكْثَرَ مِمَّا خَافُوا، وَوَجَدُوا عَلَيْهِ مِمَّا كَانَ الْمُشْرِكُونَ يُوَافُونَ بِهِ مِنَ التِّجَارَةِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .

 

5. (635)- Bir başka rivayette, aynı hâdise şöyle gelmiştir:"Haccu'l-ekber günü, kurban bayramı günüdür. el-Haccu'l-ekber de haccdır. Hacca "el-Haccu'l-Ekber" denilmesi,  halkın umreye "el-Haccu'l-Asgar" demesinden ileri gelmiştir.

Ebû Hüreyre devamla diyor ki: "O yıl, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) bu tebliği halka duyurdu. Bunun üzerine ertesi yıl yâni Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bizzat katılarak Veda haccını yaptığı zaman, tek müşrik hacca katılmadı.

Hz. Ebû Bekir'in müşriklere ilanda bulunduğu sene Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi:

"Ey iman edenler! Doğrusu puta tapanlar pistirler, bu sebeple, bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki, Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz bilendir, hakimdir." (Tevbe: 9/28).

Müşrikler ticaret yapıyorlar, Müslümanlar da bundan faydalanıyorlardı. Allahu Teâla müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarını yasaklayınca, Müslümanlar müşriklerin yaptıkları ticaretin kesilmesiyle ondan elde ettikleri menfaatin kesileceği endişesine düştüler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu vahyi indirdi:

"Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki, Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir."

Sonra bunu takip eden âyette Cenab-ı Hakk cizyeyi helâl kıldı. Bu daha önce alınmıyordu. Bunu, müşriklerin ticaretiyle elde edilen menfaate bir karşılık (ivaz) yaptı. Cenab-ı hakk şöyle buyurdu:

"Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın" (Tevbe: 9/29).

Allah Müslümanlara bunu helâl kılınca, anladılar ki, Allah kendilerine, müşriklerle olan ticaretin kesilmesi sebebiyle kaybından korkup üzüldükleri menfaatten daha fazlasını vermektedir"[8]

 

AÇIKLAMA:

 

Müslümanlara Mekke'de iken kesinlikle yasak olan silahlı mukabele, elde edilen siyasî güç ve imkanlar  nisbetinde:

1- Saldırıya uğramış  müminlere (Muhacirlere) "mukabele etme" izni verilir (Hacc: 22/39-40).

2- Müslümanlara harp açanlarla savaşmak (Muhacir ve Ensar)  emredilir. (Bakara: 2/190-191).

3- Kim olursa olsun, kafir ve münafıklarla savaşmak emredilir. (Tahrim: 66/9).

4- Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar savaş emredilir. (Enfal: 8/39).[9]

Not:

1- Savaş emrinin tedricen nasıl verildiğini, Hicret'le ilgili bölümde geniş olarak tahlil edeceğiz (10277-10281) hadisler).

2- Hadisle ilgili bazı açıklamalar müteakip hadiste gelecektir.[10]

 

ـ6ـ وفي أخرى للنسائى رحمه اللّه: ]قَالَ أبُو هُرَيْرَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: جِئْتُ مَعَ عليِّ ابْنِ أبى طالِبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حِينَ بَعَثَهُ رسولُ اللّه # إلى أهْلِ مَكَّةَ بِبَرَاءَةَ قِيلَ مَا كُنْتُمْ تُنَادُونَ؟ قَالَ كُنَّا نُنَادِى: إنَّهُ َ يَدْخُلُ الْكَعْبَةَ إَّ نَفْسٌ مُؤمِنَةٌ، وََ يَطُوفُ بِالْبَيْتِ عُرْيَانٌ، وَمَنْ كانَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ رسول اللّهِ # عَهْدٌ فَأجَلُهُ أوْ أمَدُهُ إلى أرْبَعَةِ أشْهُرٍ فإذَا مَضَتِ ا‘رْبَعَةُ ا‘شْهُرُ فإنَّ اللّهَ بَرِئٌ مِنَ الْمشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ وََ يَحُجُّ بَعْدَ الْعَامِ ُمشْركٌ. فَكُنْتُ أنَادِى حَتَّى صَحِلَ صَوْتِى: أىْ بُحَّ[ .

 

6. (636)- Nesâî'den gelen bir diğer rivayet şöyledir:

Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ali İbnu Ebî Talib (radıyallahu anh)'i Berâet suresiye birlikte Mekke ahalisine gönderdiği zaman onunla berâber ben de geldim. Kendisine "Ne ilân  ediyordunuz?" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "Biz şunları ilân ediyorduk:

1- Kâbe'ye ancak mü'minler girer.

2- Beytullah çıplak tavaf edilemez.

3- Kimin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la bir anlaşması varsa bunun müddeti dört ayın hitamıdır. Dört ay geçtikten sonra Allah ve Resulü müşriklerden beridir.

4- Bu seneden sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek.

Ben bunları böyle (yüksek sesle ve tekrarla) bağırarak söylüyorum ki o gün sesim kısıldı."[11]

 

AÇIKLAMA:

 

Hicretin dokuzuncu  yılında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi hacca gitmeyip, hacca emir olarak Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'i tayin etmişti.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o yıl haccetmeyişi şöyle açıklanmaktadır: Henüz müşrikler de haccetmektedirler. Resûlullah onların şirkalûd hacclarına karışarak beraber telbiyede bulunmak, çırılçıplak yaptıkları tavafa iştirak etmek istememiştir. Bu sebeple o yıl Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'i yolladı ve Berâet suresini halka duyurma vazifesini verdi. Berâet suresi, müşriklere bir ültimatom, ciddi bir uyarı idi. Çok sert  tebliğlerde bulunuyordu. Hatta bazı alimler surenin başında besmele olmayışını bu sertlikle de izah etmek istemişlerdir.

Hz. Ebu Bekir vazifeyi alıp yola çıktıktan sonra, -daha önce de temas edildiği üzere- Cebrail'in: "Beraet suresini senden biri ilan etmeli" diye ihtarı üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arkadan Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi gönderir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Abda adındaki devesi ile  yola çıkan Hz. Ali (radıyallahu anh) hızla giderek Arc denilen mevkide Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e yetişmiştir. Ebu Bekir, Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'ye:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seni hacca emir mi tayin etti?" diye sorar. Hz. Ali (radıyallahu anh):

"Hayır, beni yalnız  Berâet suresini ilânla vazifelendirdi" der.

Sual: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu surenin ilân  işini niye Hz. Ali'ye verdi?

Âlimler buna cevap aramışlar ve şu açıklamayı getirmişlerdir:

Yukarıda belirttiğimiz üzere bir ültimatom, müşriklerle yapılan anlaşmaların ilga edilmesidir. Arapların cari adetlerine göre, bir antlaşmayı kim yapmış ise o bozabilirdi, başkası bozamazdı. Bunu bozmak için en azından, onu yapanın ehl-i beytinden biri bulunmak lazımdı. Bu sebeple Hz. Ali'yi gönderdi denmiştir. Ayrıca, bazı alimler, Berâe suresinde Hz. Ebû Bekir'in faziletinden bahsedildiği için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu bir başkasına okutmayı uygun bulduğunu söylemişlerdir.[12]


 

[1] Ebu Dâvud, Salât: 125, (786); Tirmizî, Tefsir, Tevbe: (3086); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/507.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/507-508.

[3] Buhârî, Tefsir, Haşr: 1, Enfâl: 1, Megâzî: 14. Müslim, Tefsir: 31, (3031); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/508-509.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/509.

[5] Buhârî, Tefsir, Haşr: 1, Enfâl: 1, Meğâzi: 14; Müslim, Tefsir: 31, (3031); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/509.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/509-511.

[7] Buhârî, Salât: 10, Hacc: 67, Cizye: 16, Meğâzî: 66, Tefsîr, Tevbe: 2, 3, 4; Müslim, Hacc: 435, (1347); Ebû Dâvud, Hacc: 67, (1946); Nesâî, Hacc: 161, (5, 234); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/511-512.

[8] Buhârî, Salat: 10, Hacc: 67, Cizye: 16, Meğâzi: 66,  Tefsir, Tevbe: 2, 3, 4; Müslim, Hacc: 435, (1347); Ebu Davud, Hacc: 67, (1946); Nesâî, Hacc: 161, (5, 234); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/512-513.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/513-514.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/514.

[11] Nesâî, Hacc: 161, (5, 234); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/515.

[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/514-515.