ـ1ـ عن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسول اللّه
#: مَا مِنْ غَازِيَةٍ أوْ سَرِيةٍ تَغْزُو في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى
فَيَسْلَمُونَ وَيُصِيبُونَ إَّ تَعَجَّلُو ثُلُثَىْ أجْرِهِمْ. وَمَا مِنْ
غَازِيَةٍ أوْ سَرِيَّةٍ تَخْفِقُ وَتُخَوِّفُ وَتُصَابُ إَّ تَمَّ أجْرُهُمْ[.
أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»تَخفُقُ أى تصيب شيئاً من المغنم .
1. (1067)-
Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Allah yolunda cihada çıkıp gazve yapan selamete
erip ganimetle dönen her ordu ve her seriyye ahirette elde edeceği
mükâfaatın üçte ikisine dünyada kavuşmuş olur. Hiçbir ganimet elde
edemeyen, korku geçiren ve musibetlere mâruz kalan her ordu ve her seriyye
ise (ahirette) tam ücrete erer." [Müslim, İmâret 153, (1906); Ebu Dâvud,
Cihâd 13, (2785); Nesâî, 15, (6, 17, 18); İbnu Mâce, Cihâd 13,(2785).]
AÇIKLAMA:
Rivâyetin Müslim ve Nesâî'deki aslında,
muzaffer olarak ve ganimet alarak dönen gazilerin, ücretlerinin üçte ikisini
dünyada peşin olarak aldıkları belirtildikten sonra şu ilave de yer alır:
وَيَبْقَى لَهُمُ الثُّلُثُ
"Ücretlerinin üçte biri (ahirete) kalır."
Hadis-i şerif, cihâda mukabil dünyada şeref ve
ganimetten nasibini alanla, savaşta mağlub düşen veya hiçbir dünyevî nasib
elde edemeyen, sadece korku ve meşakkat çeken gazilerin uhrevî mükâfaatta
eşit olmayacaklarını ifade ediyor. Çükü dünyada elde edilen ganimet vs.
cihad ameline terettüp eden mükâfaatın bir cüz'ünü teşkil etmektedir.
Nevevî, bu mânanın, sahâbeden bu mevzu üzerine gelen meşhur ve sahih
rivayetlerin ruhuna uyan yegâne te'vil olduğunu, hadisin zahirine uygun
düşen mânanın da bu olduğunu, Kadı İyâz'ın da bu mânayı benimsediğini
belirtir. Bazı yorumların, -gazveye katılanların sevabca eşit olacakları ve
ganimetin sevabı eksiltmeyeceği iddiasından hareketle- bu hadisin sahih
olmayacağı düşüncesine saplandıklarını belirten Kadı İyaz, bu fikrin fâsid
olduğunu söyler ve delillerini çürütür.
Nevevî'nin bu meyanda kaydettiği delillerden
biri birçok sahâbenin şu mânadaki beyanlarıdır:
مِنَّا مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَأكُلْ مِنْ اَجْرِهِ شَيْئاً وَمِنَّا مِنْ
اَيْنَعَتْ له ثمرته
"İslâm için cihâd eden bir kısım
arkadaşlarımız, emeklerine terettüp eden ücretten hiçbir şey yemeden şehid
olup gittiler (Uhud'da şehid olanlar gibi). Bazı arkadaşlarımız ise
meyvelerinin dünyada iken olgunlaştığını gördüler (fütuhât devrini yaşayan,
bolluğa erenler gibi)." Hz. Ömer ve Habbâb İbnu Eret (radıyallahu anhümâ)
başta, birçok ashâb bu konuda yakınır ve hatta: "Sakın bütün ecrimizi
dünyada yemeyelim?" diye endişe ifade ederler.
Bu hadisin hükmünü kabul etmeyenlerin en
ziyade dayandıkları şey Sahiheyn'de kaydedilen ve mücahidin sevabla ve
ganimetle döneceğini beyan eden hadistir. Nevevî şöyle cevaplar: "Bu iki
rivayet arasında teâruz mevcut değil ki birine râcih deyip kabul ederken,
diğerine de mercuh deyip reddedelim.Çünkü bu hadiste mücâhidin sevapla ve
ganimetle döneceği söylenirken ganimetin sevabı azaltacağına veya
azaltmayacağına temas edilmemiştir, keza ganimet alanla almayanın sevabı
eşit olacak da denmemiştir, mutlak bir ifâde ile mücâhidin hem sevap ve hem
de ganimetle döneceği ifade edilmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz
rivayet, mutlak olan öteki rivayeti mukayyed hâle getirmiştir. Usul
kaidesidir: "Mukayyed, mutlaka tercih edilir ve bu şarttır."
ـ2ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]كُنَّا مَعَ رسول اللّه # في
غَزَاةٍ. فقَالَ: إنَّ بِالْمَدينَةِ رِجَاً مَا سِرْتُمْ مَسِيراً وََ
قَطَعْتُمْ وَادِياً إَّ كَانُوا مَعَكُمْ حَبَسَهُمُ الْعُذْرُ[. أخرجه مسلم،
وأخرجه البخارى وأبو داود عن أنس .
2. (1068)-
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz bir gazvede Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik, bir ara şöyle buyurdular:
"Medine'de kalan öyleleri var ki, kateddiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her
vâdide aynen sizinle berabermiş gibi sevabınıza eksiksiz ortak oluyorlar.
Bunlar, (cihada katılmayı cân u gönülden arzulayıp da) özürleri sebebiyle
orada kalanlardır." Bu rivayeti Buhârî ve Ebu Dâvud, Hz. Enes (radıyallahu
anh)'ten tahric etmişlerdir. [Müslim, İmâret 159, (1911).]
AÇIKLAMA:
Mü'minin hayatında niyetin ne kadar
ehemmiyetli olduğunu gösteren hadislerden biri budur. Samimiyetle niyet
ettiği hayırlı bir amele, meşru bir mazeretle iştirak edemeyen kimse,
yapanların sevabına aynen iştirak etmiş olmaktadır.
Buradaki hadis, sefer gibi meşakkatli ve
meşakkati nisbetinde de sevablı olan cihad amelinden misal vermektedir.
Cihada, hastalık, sakatlık veya geride verilen bir vazifenin ifası gibi
herhangi bir mazeretle iştirak edemeyen niyet sahiplerinin cihad sevâbına
aynen iştirak ettiği belirtilmektedir. Vekî'nin rivâyetinde bu daha açık bir
dille mâzurların fiilen cihad eden gaziler gibi sevaba nail olacakları
belirtilir. Bu hadis, herhangi bir seferle mukayyed olmayıp âmdır. Âlimler
bu durumdan hareketle cihadın farz-ı ayn oduğunu söylerler ve umumî bir
seferberlikte cihâda katılmaya her mü'minin niyet etmesinin farz olduğunu
belirtirler.
Bu hadisi, mânen te'yid eden âyetler de
vardır. Nisâ sûresinde, cihad eden mü'minlerin cihad etmeyen mü'minlere
faziletce üstünlüğü belirtilirken, "cihad etmeyen"den maksadın "özürsüz
olarak yerlerinde oturanlar" olduğu belirtilir. (95-96. âyetler). Nitekim bu
istisnâî hüküm, âmâ sahâbîlerden İbnu Ümmi Mektûm'un cihâda iştirak
edemediği için sevaptan mahrum kaldığını düşünerek Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a beyan ettiği üzüntüsü üzerine nâzil olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki, İslâm cemaati, Allah'ın
rızasını tahsil yolunda halis niyetiyle bütünleşebilmekte, yüz binlerce,
belki de milyonlarca parçadan teşekkül eden bir fabrika hükmüne
geçebilmektedir. Her ferd bu fabrikanın ürün vermesinde bir rol, bir pay
sahibi olmakta, böylece: "Bu üründe katkım var" diyebilmektedir. Dinimizin
bildirdiği üzere, burada her iştirakçi, niyetine göre neticeden yüksek pay
alabilmekte, en geride kalan en önde gidenle paya eşit şartlarla iştirak
edebilmekte ve hatta geçebilmektedir.
Bu bütünleşme, bu iştirakın sırrı samimi niyet
ve ihlâsta yatmaktadır.
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسُولَ اللّه # يَقُول:
عَجِبَ رَبُّنَا مِنْ
قَوْمٍ يُقَادُونَ إلى الجَنَّةِ بِالسََّسِلِ[. أخرجه البخارى وأبو داود.
وقال: يعْنِى ا‘سيرَ يُوثَقُ ثُمَّ يُسْلِمُ .
3. (1069)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı işittim şöyle diyordu: "Zincirlere bağlı olarak cennete
sevkedilen bir zümrenin haline Rabbimiz taccüb (hayret) etti."
Ebu Dâvud: "Harp esiri yakalanır, zincire
vurulur sonra da Müslüman olur" diyerek açıklamıştır. [Buharî, Cihâd 144;
Ebu Dâvud, Cihâd 124, (2677).]
AÇIKLAMA:
Şârihler, burada mecazî mâna kastedilebileceği
gibi, hakikî mânasının da kastedilmiş olabileceğini belirtirler.
Taaccüb, mahiyeti bilinmeyen şey karşısında
duyulan histir, dilimizde şaşkın olmak diye karşılanır. Tabii ki
Allâmu'lguyûb olan Cenâb-ı Hakk'ın taccübe düşmesi sözkonusu olamaz. Bunu,
Allah hakkında "memnun kalmak", "razı olmak", "takdir etmek" gibi uygun
mânalarda te'vil etmek gerekir.
Hadisin mânasına gelince, harpte esir edilip
zincirlere vurulan esirler, bilâhere İslâm'ı öğrendikten sonra gönül hoşluğu
ile Müslümanlığı benimseyerek cennete giderler. Hadiste, ilk baştaki ikrâh
yani zorlama, zincir olarak ifâde edilmiş olmaktadır. Tîbî: "Zincirden
muradın, kişiyi dalâlet derekelerinden kurtarıp hidâyet derecelerine
yükselten câzibe-i Hak olabileceğini" söylemiştir. Ancak şu hadis yukarıda
verilen mânanın daha sahih olduğunu teyid etmektedir:
Ebu't-Tufeyl Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan anlatıyor:
رَأيْتُ نَاساً مِنْ اُمَّتِى يُسَاقُونَ إلى الْجَنَّةِ فِى السََّسِلِ
كَرْهاً قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ مَنْ هُمْ؟ قَالَ: قَوْمٌ مِنَ الْعَجَمِ
يَسْبِيهِمُ الْمُهَاجِرُونَ فَيُدْخِلُونَهُمْ فِى ا“سَْمِ مُكْرِهِينَ
"Ümmetimden bir grubun, cennete, zincirlerle
zorla sevkedileceğini gördüm." Ben: "Ey Allah'ın Resûlü, bunlar kim?" diye
sorunca: "Onlar, dedi; Arap olmayanlardan bir kavimdir, Muhâcirler onları
esir ederler, zorla İslâm'a sokarlar."
Fazla taraftar bulmayan bir izaha göre,
bunlardan maksat, kâfirler tarafından esir edilip zincire vurulan ve o halde
ölen Müslümanlardır.
ـ4ـ وعن أبى هريرة أيضاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #:
إنَّمَا ا“مَام جَُنَّةٌ يُقَاتَلُ بِهِ.[ أخرجه الخمسة إ الترمذى .
4. (1070)-
Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretlerinin anlattığına göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:"İmam bir perdedir,
onunla birlikte (düşmana karşı) savaş yapılır." [Buhârî, Cihâd, 109, Ahkâm
1; Müslim, İmâret 43, (1841), Ebu Dâvud, Cihâd 163, (2757); Nesâî, Büyû 30,
(7, 155).
AÇIKLAMA:
Bu hadis, çeşitli vecihlerde rivayet edilen
bir hadistir. İmamın gereğini ve ona itaati tesbit eder. Buhârî'deki vechi
daha da uygundur:
مَنْ أطَاعَنِى فَقَدْ اَطَاعَ اللّهَ وَمَنْ عَصَانِى فَقَدْ عَصى اللّهَ
وَمَنْ يُطِعِ اَمِيرَ فَقَدْ اَطَاعَنِى وَمَنْ يَعْصِى ا‘مِيرَ فَقَدْ
عَصَانِى. وَإنَّمَا ا“مَامُ جُنَّةٌ يُقَاتِلُ مِنْ وَرَئِهِ وَيُتَّقى بِهِ
فَإنْ اَمَرَ بِتَقْوَى اللّهِ وَعَدَلَ فَإنَّ لَهُ بِذلكَ أجْراً وَإنْ قَالَ
بِغَيْرِهِ فَإنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ
Yani: "Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat
etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Emîre itaat
eden, bana itaat etmiş olur, kim emîre isyan ederse bana isyan etmiş olur.
İmam bir perdedir, onun gerisinde düşmanla savaşılır, onunla korunulur.
Şayet Allah'tan korkmayı emreder ve adaletli olursa, bu sebepten sevâba nâil
olur, aksini yaparsa o yüzden de vebâle girer.
"İmamdan murad, âmme işlerini yürüten herkes,
her memurdur. Her memur, kendisine terettüp eden hizmetlerde, halka karşı
âmir durumunda olabilir.
İmam için cünne yani perde denmesi, halk adına
düşmana muhatap olması, düşmanın eza ve istilasından halkı, askeriyle,
tedbiriyle korumasından ileri gelir.
Bu mevzu üzerine geniş bilgi Hilâfet ve İmâret
bölümünde gelecek (1702-1743 numaralı hadisler).
ـ5ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ فَتىً مِنْ أسْلَمَ قَالَ يَارسُولَ
اللّهِ: إنِّى أُريدُ الْغَزْوَ وَلَيْسَ لى مَالٌ أتَجَهَّزُ بِهِ. قَالَ:
ائْتِ فََُناً فَإنَّهُ كانَ قَدْ تَجَهَّزَ فَمِرضَ.فأتَاهُ
فقَالَ: إنَّ رسولَ اللّه يَقْرَأُ عَلَيْكَ السََّمَ وَيَقُولُ: أعْطِنِى
الَّذِى تَجَهَّزْتَ بِهِ. فقَالَ ‘هْلِهِ يَافَُنَةُ أعْطِيهِ الَّذِى
تَجَهَّزْتُ بِهِ وََ تَحْبِسِى عَنْهُ شَيْئاً مِنْهُ، فَوَاللّهِ َ تَحْبَسِى
مِنْهُ شَيْئاً فَيُبَارِكَ لَكَ فِيهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
5. (1071)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Eslem kabilesinden bir genç: "Ey
Allah'ın Resûlü! Ben gazveye katılmak istiyorum, ancak gazve için gerekli
techizâtı temin edecek malım yok!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
-"Öyleyse falancaya git. O hazırlık yapmıştı
ama hastalandı (gelemeyecek)" dedi. Genç o adama gidip:
"- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sana
selamı var, cihâd için hazırladığın techizâtı bana vermeni söyledi" dedi.
Adam, ismen çağırarak hanımına:
"- Hanım! cihad için hazırladığım teçhizâtı şu
gence ver, onlardan hiçbir şeyi alıkoyup esirgeme, Allah'a kasem olsun,
esirgemeden her ne verirsen hakkında mübârek kılınır" dedi." [Müslim, İmâret
134, (1894); Ebu Dâvud, Cihâd 177, (2780).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis hayra sebep olmanın da hayır ve sevap
olduğunu ifâde etmektedir. Ulemâ, hayır için hazırlanan bir malın, başka bir
hayırda da harcanabileceğine, bu hadisten delil çıkarmıştır. Nezir ederse,
hayrı, nezrettiği şeyde harcaması gerekir. Ancak, şartlar, bu harcamayı
nezrettiği şeyin dışında yapmasının daha hayırlı olacağını gösterirse, nezre
rağmen hayrın sarf mahallini değiştirebilir, fakat nezir kefâreti öder.
Böylece hayrını daha da artırmış olur.
ـ6ـ وعن سمرة بن جُندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أمَّا بَعْدَ فإنَّ
النَّبىَّ # سَمَّى خَيْلَنَا خَيْلَ اللّهِ تعالى، وَكانَ يَأمُرُنَا
بِالْجَمَاعَةِ إذَا فَزِعْنَا، وَالصَّبْرِ وَالسَّكِينَةِ إذَا قَاتَلْنَا[.
أخرجه أبو داود .
6. (1072)-
Semure İbnu Cündeb (radıyallahu anh) (bir gün) dedi ki: "Emmâ ba'd,
bilesiniz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) atlarımıza "Allah'ın atları"
diye isim verdi. Bize, korktuğumuz zaman cemaat olmamızı, savaştığımız zaman
da sabırlı ve sâkin olmamızı emrederdi." [Ebu Dâvud, Cihâd 54, (2560).
AÇIKLAMA:
1- Emmâ ba'd, Arapça'da asıl mevzuya geçerken
kullanılan bir tâbir olup dilimizde karşılığı mevcut değildir. Hatip hitab
ederken, kâtip mektubunu yazarken, İslâmî âdabtan olan hamdele ve salveleden
sonra asıl konuya geçerken emmâ ba'd der veya yazar.
2- Atların "Allah'ın atı" diye
isimlendirilmesi, tefe'ül için olmalıdır. Hem de Allah yolunda cihadda
kullanıldığı, esas bu maksadla beslendiği içindir. Atı besleyen, tımar eden,
külfetini çeken kimse ona Allah'ın atı gözüyle bakınca nokta-i nazarı,
ilgisi, sevgisi herhalde farklı olacaktır. Eşyaya verilen isim devamlı bir
telkin vesilesidir. Ata (veya hayırda da kullanılabilecek muâdili eşyaya)
bu neviden isimler vermenin müstehab olacağı, mü'minin hayra olan niyyetine
bu tesmiyenin ne kadar müessir olacağı açıkça görülmektedir.
Hadis, Ebu Dâvud'da "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), korktuğumuz zaman, atımızı Allah'ın atı diye isimlendirdi"
şeklindedir. Şârihler, "Korktuğumuz zaman" tâbirini "yardım istediğimiz
zaman" şeklinde anlamanın da uygun olduğunu belirtirler. Ancak ifâdede
"fürsan (=süvâri)" kelimesinin hazfedilmiş olduğunu ve dolayısıyla ibarenin
şöyle olması gerektiğine de dikkat çekilmiştir:
يَافُرْسَانُ خَيْلِ اللّهِ "Ey
Allah'ın atlarının süvarileri!..." Nitekim, Askerî'nin el-Emsâl'inde,
Enes'in bir rivayetine göre: "Hârise İbnu'n-Nu'mân: "Ey Allah'ın Resûlü,
demiştir, şehid olmam için bana dua buyurun" Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) dua edivermiştir. Bir gün: "Ey Allah'ın atları binin" diye bir ses
işitilmiştir. Hârise, ata binen ilk süvari ve şehid olan ilk süvâri
olmuştur." Burada "Ey Allah'ın atları", Ey Allah'ın atlarının süvârileri
demektir.
Âzimâbâdî, kaydetiği bâzı yorumlardan sonra
hadisin son kısmında kastedilen mânanın şu olduğunu belirtir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) savaştığımız zaman cemaat olmamızı, sabır ve
sükûnetimizi muhafaza etmemizi emrederdi."
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: خَيْرُ
الصَّحَابَةِ أرْبَعَةٌ، وَخَيْرُ السَّرَايَا أرْبَعُمِائَةٍ، وَخَيْرُ
الجُيوشِ أرْبَعَةُ آَفٍ، وَلَنْ يُغْلَبَ اثْنَا
عَشَرَ ألْفاً مِنْ قِلَّةٍ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
7. (1073)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "En hayırlı arkadaş (grubu) dört kişiliktir. En
hayırlı askerî birlik dört yüz kişiliktir. En hayırlı ordu dört bin kişidir.
On iki bin kişi, sayıca az diye mağlub edilemez." [Ebu Dâvud, Cihâd 89,
(2611); Tirmizî, Siyer 7, (1555); İbnu Mâce, Cihâd 25, (2827).]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen arkadaştan murad, yolculuk
sırasındaki arkadaştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yalnız başına,
"müsafirlik" mesafesini bulan (takribi 90 km) uzaklığa yola çıkmayı tavsiye
etmez. Hatta iki kişiyi de tavsiye etmez. Üçe cevâz verir ise de bu hadiste
arkadaş olarak dört kişilik grubun en iyi olacağını belirtmektedir. Bu
tavsiye vecibe ifade etmez, az da çok da olabilir. Gazzâlî, İhyâ'da
dörtteki hikmeti şöyle açıklar: "Yolcu, sefer sırasında kendisini muhâfaza
edecek birine muhtaçtır. Keza bazı ihtiyaçları için yol esnasında şuraya
buraya gitme ihtiyacı da duyar. Şâyet üç kişi olsalar, ihtiyacı için
ayrılacak olan tek başına gider. Bu durumda yanında ünsiyet edeceği biri
olmayacağından ruhen sıkılır. İhtiyaçlar için iki kişi beraber çıksalar,
eşyaların başında kalan, yalnız kalır. Bu hem tehlikelidir, hem de ruhuna
sıkıntı verir. Öyle ise dörtten az olan bir ekip yol ihtiyacını yeterince
karşılayamaz. Beşinci ise, ihtiyaçtan fazladır. Arkadaş çok olunca sohbet
bile yapılamaz.
Şu halde, hadiste, en hayırlı arkadaş grubun
dört olduğuna dair delil mevcuttur. Hadiste "En hayırlı arkadaş dörttür"
tâbiri içinde, zımnen; dörtten az sayıdaki arkadaş grubunda da -hazer veya
sefer halinde- hayır vardır" mânası mevcuttur. Ancak, Amr İbnu Şuayb'ın
rivâyet ettiği bir hadiste "üç"ten az olan ekib için "şeytân" tâbiri
kullanılmıştır:
اَلرَّاكِبُ شَيْطَانٌ وَالرَّاكِبَان شَيْطَانَانِ وَالثََّثَة رَكْبٌ
"Bir yolcu şeytadır, iki yolcu iki şeytandır,
üç yolcu bir ekiptir."
Taberî der ki: "Buradaki zecr (yasaklama),
edeb ve irşâd zecridir, tahrim zecri değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tek kişinin seyahatinde yalnızlıktan mütevellit mahzurlar olduğu
için bunu yasaklamıştır, değilse, yalnızlık haram değildir."
Gerçek şu ki, âlimler bu meselede farklı
fetvalar vermişlerdir. İhtiyaca, şartlara göre yalnız olmak da gerekebilir.
Nitekim casuslar, öncüler, haber toplayıcıların yalnız olması gerekmektedir.
2- Askerî birlik diye tercüme ettiğimiz
seriyye sayısı dört yüz civarında olan bir müfrezedir, ordunun bir
bölümüdür. Aşağı yukarı günümüzün taburuna tekâbül eder. İbrahim Harbî:
"Seriyye, dört yüz civarındaki süvarî birliğidir" diye tarif etmiştir.
Geceleyin yol alıp, gündüz gizlendiği için seriyye dendiği ifade edilir.
Çünkü serâ
سَرَى "geceleyin yürüdü" demektir.
İbnu'l-Esîr, bu açıklamaya katılmaz. Ona göre:
"Bu, sayısı dört yüze ulaşan askerî bir birliktir, cem'i serâyâ gelir.
Seriyye denmesi, bunların askerlerin en hayırlı kısmından seçilen bir hülâsa
olmasındandır; "sırrî", nefis demektir. Bu miktar bir müfrezeye seriyye
denmesi (hareket kaabiliyetinin fazla olması sebebiyle) gizlice, hiç sır
vermeden düşmana nüfûz etmesinden de olabilir."
İbnu Raslân şu açıklamayı yapmıştır:
"Seriyyenin hayırlısı dört yüz" diye sınırlandırılması.. Bedir Ashâbı'nın üç
yüz küsur olmasından ileri gelebilir. Bu duruma göre, en hayırlı seriyye üç
yüzdört yüz ile dört yüzbeş yüz arasındaki seriyyedir.
3- "On iki bin sayıca az diye mağlub edilemez"
sözü, bu sayı bir ordu için ideal miktardır. Bu miktardaki bir ordu düşman
karşısında mağlup düşmüşse bunun mağlubiyet sebebi sayısının azlığından
değildir. Ebu Ya'lâ el-Mevsilî'nin Müsned'inde
»... اِذَا صَبَرُوا وَاتَّقُوا«
ziyadesi vardır. Mâna şöyle olur: "Sayısı on iki bini bulan ordu sabreder ve
takvaya riâyet ederse sayı azlığı sebebiyle mağlup düşmez." Öyle ise bu
sayıdaki bir İslâm ordusu mağlupsa "azlık"tan başka sebep aramak lazım:
Sayıya güvenmek, şeytanın içlerine savaşı kazanacak güçte oldukları, şecaat
sahibi bulundukları, fazlasıyla maddî kudrete sahip oldukları hususunda
attığı telkinler sonucu kendilerine fazla güvenerek (Allah'ı unutmak,
alınması gereken bir kısım tedbirleri ihmâl etmek) gibi. Nitekim Huneyn
Savaşı'nda sayıları on iki bin olan İslâm ordusu, çokluklarına ve
sayılarına güvenmişler: "Bugün bizi sayıca azlık mağlub edemez" demişlerdi.
Fakat ilk vehlede dağıldılar, sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
gayreti ile toparlanıp galebe çaldılar. Âyet-i kerime meâlen: "Huneyn günü
çokluğunuzla böbürlenmiştiniz, size hiçbir faydası olmadı...." (Tevbe 25)
der.
Âlimler bu hadise dayanarak "Müslümanların
adedi on iki bine ulaşınca, düşman sayılamayacak kadar çok da olsa cepheyi
terketmek haramdır" demişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak 1057 numaralı
hadisin açıklaması da görülmelidir.
ـ8ـ وعن أبى طلحة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رَسولُ اللّه # إذَا ظَهَرَ
علَى قَوْمٍ أقَامَ بِالْعَرْصَةِ ثََثَ لَيَالٍ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .
8. (1074)-
Ebu Talha (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir kavme galebe çalınca, (evler arasındaki) boş bir arsada üç gece ikâmet
ederdi." [Buharî, Cihad 185, Megâzî 7; Müslim, Cennet 78, (2875); Tirmizî,
Siyer 3, (1551); Ebu Dâvûd, Cihâd 131, (2695).]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın askerî harekâtıyla ilgili mühim bir prensibini görmekteyiz:
Fethedilen yerde üç gece ikâmet. Mühellib bunu: "Askerleri ve hayvanları
dinlendirmek için" diye açıkladıktan sonra, "fethedilen yer düşmana ve gelip
geçene karşı emniyetli ise" diye bir şart da belirtir. İbnu'l-Cevzî şöyle
der: "Maksad galebenin tesirini artırmak, ahkâmı infâz etmek ve (gözdağı
vererek aleyhte) toplanmayı azaltmaktır, sanki şöyle demektedir: "Haydi,
kuvvetli olan, kendine güvenen buyursun, işte buradayız."
İbnu'l-Münîr de şu yorumu yapmıştır: "Bu
kalıştan maksad, muhtemelen, meâsi işlenmiş olan bu bölgeye, zikrullah ve
şeâir-i İslâmiye'yi izhar etmek suretiyle mânevî bir ziyâfette bulunmaktır.
Bu zikir ve şeâirin izharı mânevî bir ziyafet hükmüne geçerse bunun üç gün
devam etmesi gerekir, zira ziyafetin müddeti üç gündür." Muhakkak ki her
te'vilin bir vechi, bir haklılığı var.
ـ9ـ وعن عمران بن الحصين رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَتْ ثقِيفٌ حُلَفَاءَ
لِبَنِى عُقَيْلٍ، فَأسَرَتْ ثَقِيفٌ رَجُلَيْنِ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّه #،
وَأسَرَ أصْحَابُ رسولِ اللّه # رَجًُ مِنْ بَنِى عُقَيْلٍ وَأصَابُوا مَعَهُ
الْعَضْبَاءَ فَأتَى عَلَيْهِ رسولُ اللّه # وَهُوَ في الْوَثَاقِ فقَالَ يَا
مُحَمَّدُ. فقَالَ مَا شَأنُكَ؟ فقَالَ بِمَ أخَذْتَنِى وَأخَذْتَ سَابِقَةَ
الحَاجِّ؟ يَعْنِى الْعَضْبَاءَ. قَالَ أخَذْتُكَ بِجَرِيرَةِ حُلَفَائِكَ
ثَقِيفٍ. ثُمَّ انْصَرَفَ عَنْهُ فَنَادَاهُ يَا مُحَمَّدُ، يَا مُحَمَّدُ،
وَكانَ # رََفِيقاً رَحِيماً. فَرَجَعَ إلَيْهِ فقَالَ: مَا شأنُكَ؟ فقَالَ:
إنِّى مُسْلِمٌ. فقَالَ: لَوْ قُلْتَهَا وَأنْتَ تَمْلِكُ أمْرَكَ أفْلَحْتَ
كُلَّ الْفََحِ، ثُمَّ انْصَرفَ عَنْهُ فََنَادَاهُ
فَأتَاهُ. فقَالَ: مَا شَأنُكَ؟ قَالَ: إنِّى جَائِعٌ فأطْعِمْنِى، وَظَمْآنٌ
فاسْقِنِى. قال: هذِهِ حَاجَتُكَ فَافْتُدِى بِرَجُلَيْنِ. قَالَ: وَأسِرَتِ
امْرَأةٌ مِنَ ا‘نْصَارِ وَأُصِيبَتِ الْعَضْبَاءُ فَكَانتِ الْمَرأةُ في
الْوَثَاقِ. فَكَانَ الْقَوْمُ يُرِيحُونَ نَعَمَهُمْ بَيْنَ يَدَىْ
بُيُوتِهِمْ فَانْفَلَتَتْ ذَاتَ لَيْلَةٍ مِنَ الْوَثَاقِ فَأتَتِ ا“بلَ،
فَجَعَلتْ إذَا دَنَتْ مِنَ الْبَعِيرِ رَغَا فَتَتْرُكُهُ حَتَّى انْتَهَتْ
إلى الْعَضْبَاءِ فَلَمْ تَرْغُ وَهِىَ نَاقَةٌ مُنَوَّقَةٌ: أىْ مُدَرَّبَةٌ،
وَرُوىَ مُدَرَّبَةٌ، وَرُوىَ مُجَرَّسَةٌ. قالَ: فقَعَدَتْ في عُجُزِهَا ثُمَّ
زَجَرَتْهَا فَانْطَلَقَتْ وَنَذِرُوا بِهَا فَطَلَبُوهَا فَأعْجَزَتْهُمْ.
قَالَ: وَنَذَرَتْ للّهِ تعالى إنْ نَجَّاهَا اللّهُ عَلَيْهَا
لَتَنْحَرَنَّهَا. فَلمَّا قَدِمَتِ الْمَدِينَةَ: رَآهَا النَّاسُ فقَالُوا:
الْعَضْبَاءُ نَاقةُ رسولِ اللّه # فقالت: نذرت ان نجانّى اللّه نحرنّها فاتوا
رسولَ اللّهِ # فَذكَرُوا ذلِكَ لَهُ. فقَالَ: سُبْحَانَ اللّهِ؟ بِئْسَمَا
جَزَتْهَا، نَذَرَتْ إنْ نَجَّاهَا اللّهُ تعالى عَلَيْهَا لتَنْحَرَنَّهَا. َ
وَفَاءَ لِنَذْرٍ في مَعْصِيَةٍ، وََ فِيمَا َ يَمْلِكُ ابنُ آدَمَ[. أخرجه
مسلم وأبو داود. وأخرجه الترمذى منه طرَفاً يسيراً.»المُدَرَّبَةُ« المخرّجة
المؤدّبة التى ألفتِ الركوب وعُوِّدت المشى في الدروب. »وَالمُجَرَّسَةُ«
بالجيم والسين المهملة: المجربة المدربة في الركوب والسير .
9. (1075)-
İmrân İbnu'l-Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Sakif, Benî Ukayl'in
müttefiki idi. Sakîfliler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından
iki kişiyi esir ettiler. Buna mukabil Müslümanlar da Benî Ukayl'dan bir
kişiyi esir ettiler, adamla birlikte Adbâ adlı deveyi de ele geçirdiler.
Adam bağlı halde iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanına geldi.
Adam:
"- Ey Muhammed!" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"- Ne istiyorsun?" diye sordu:
"- Beni niye yakaladınız, hacıları geçene
(yani Adbâ'ya) niye el koydunuz?" dedi:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) meseleyi
büyütmek için:
"- Seni müttefiklerin olan Sakif'in
cinayetinden dolayı yakaladım!" cevabını verdi, sonra oradan ayrılıp gitti.
Adam tekrar seslenerek:
"- Ey Muhammed! Ey Muhammed" dedi. Resûlulah
(aleyhissalâtu vesselâm) merhametli ve nezâketli idi. Adama dönerek:
"- Ne istiyorsun?" dedi. Adam:
"- Ben Müslümanım!" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"- Sen bunu, daha önce, kendi umuruna mâlik
iken söylemiş olsaydın, tamamiyle kurtulurdun" dedi ve adamdan uzaklaştı.
Adam tekrar:
"- Ey Muhammed, ey Muhammed!" diye bağırdı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geri gelerek:
"- Ne istiyorsun?" dedi. Adam:
"- Açım, doyur beni, susadım, su ver bana!"
dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"- Hacetin bu mu?" dedi. Adam öbür iki kişiye
mukabil fidye yapıldı."
Râvi İmrân sözüne şöyle devam etti: "Ensâr'dan
bir kadın esir edildi. Adbâ dahi ele geçirildi. Kadın bağa vurulmuştu. Halk
develerini evlerinin önünde dinlendiriyorlardı.
Bir akşam bu kadın ipten boşanarak develerin
yanına geldi. Kadın deveye yaklaştı mı deve böğürüyordu. O da birini bırakıp
öbürüne yaklaşıyordu. Sonunda Adbâ'ya yaklaştı. Bu böğürmedi.
Râvî der ki: "Bu pişkin bir deve idi" -bir
rivayette: "O terbiyeden geçmiş bir deve idi" denmiştir. Ebu Dâvud'da:
"Uysal bir deve" denmiştir- Kadın devenin arkasına bindi, hayvanı sürüp yola
revân oldu.
Kadının kaçtığını hissettiler, arayıp
taradılar, ama bulamadılar. Kadın, Allah kendisine kurtulma nasib ederse,
deveyi Allah için kurban etmeyi adadı. Medine'ye gelince, halk onun
kurtulduğunu görünce: "Adbâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın devesi!"
diye bağrıştı. Kadın:
"- Ben nezretmişim. Allah beni kurtarırsa onu
kurban edeceğim diye!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip bu
durumu haber verdiler. O:
"- Sübhânallah! Hayvancağıza ne kötü mükâfaat
vermiş: Allah onu, bunun üzerinde kurtarırsa o tutup bunu kesecek ha! Olacak
şey mi? Hayır! Günah olan bir nezre uyulmaz, şahsen sâhip olmadığı bir şey
üzerine yaptığı nezre de uymaz!" dedi." [Müslim, Nüzûr 8, (1641); Ebu Dâvud,
Eymân 28, (3316).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
düşmanla olan münasebetlerini, devrinin harp kaidelerine göre yürütmüştür.
Esir edilen Müslümanları kurtarabilmek için, o da düşman taraftan -ve
burada olduğu üzere- düşmanın müttefikinden bazılarını esir almıştır.
Nitekim, esir Müslümanların kurtarılmasında fidye edilmiştir.
2- İkinci vak'ada Ensâr'dan esir edilen
kadın, Ebû Zerr Gifârî (radıyallahu anh) hazretlerinin hanımıdır.
3- Adbâ, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın devesidir, kaliteli, kapasiteli, iyi yetiştirilmiş bir devedir.
Hızlı koşmasıyla meşhurdur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona binerek
katıldığı deve yarışmalarında hep kazanırdı. Rivâyette geçen "hacıları
geçen" tâbiri devenin bu vasfını belirtir. Muhtemelen, hac kâfilelerinde
başkasına ön vermeyip en önde yer almakla temâyüz ettiği için bu vasıf
deveye verilmiş olabilir. Rivayetten de anlaşılacağı üzere deve aslen Benî
Ukayl'den birine aittir, ancak sonradan Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Kasvâ ve Ced'a adında başka develerinin de ismi geçer. Ancak
bunlar aynı devenin farklı isimleri mi, ayrı ayrı üç deve mi ihtilaf
edilmiştir. Şurası muhakkak ki, o zamanın şartlarında bir ailenin birden
fazla devesi olması lüks ve israf değildir, normaldir.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Ben
Müslümanım" diyen esire: "Bu sözü, daha önce, kendi umuruna mâlik iken
söylemiş olsaydın, tamamiyle kurtulurdun" demekle şunu ifade etmiştir: "Esir
olmazdan önce Müslüman olsaydın, seni ne esir eder, ne de malını ganimet
olarak alırdık. Ama şimdi kısmî bir kurtuluşa erdin. Artık seni öldürüp
öldürmemekte muhayyer değiliz, hayatın garanti altında, fakat esir olarak
tutmak, bağışlamak veya fidye mukabili bırakmakta muhayyeriz, mal
iddiasında da bulunamazsın."
Bu cevap İslâm'ın harp hukukuyla ilgili bir
hükmünü beyan etmektedir: Bir esirin Müslüman olması ganimet sahiplerinin
onun üzerindeki haklarını düşürmüyor, önceki mallarına istihkak
kazandırmıyor. Esîr olmazdan önce Müslüman olan, ganimet malı olmaktan
kurtulur.
5- Bu rivayet Müslim ve Ebu Dâvud'da nezir
yani adakla ilgili bölümde kaydedilmiştir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın, rivayetin en sonunda kaydedilen sözü nezirle ilgili mühim iki
esas vazetmektedir:
1) Günah olan bir şeyi işlemek üzere yapılan
nezre uyulmaz.Yani, şarap içmek, zina yapmak, annebabaya itaatsizlik etmek
gibi dinin yasakladığı amelleri yapmak üzere edilen nezirler bâtıldır.
Bunlara "nezirdir" diye uyulmaz. Bu çeşit nezirlere uymayan kimseye yemin
kefâreti de gerekmez. Ebu Hanife, Şâfiî, Mâlik hazretleri Dâvud-ı Zâhirî ve
cumhur-u ulemâ bu hükümde birleşirler. Sâdece Ahmed İbnu Hanbel, bir başka
hadisle istidlâl ederek bu durumda yemin kefâreti vermek gerektiği
görüşündedir. Mezkur hadisi Hz. Aişe rivâyet etmiştir: yani:
َ نَذْرَ فِى مَعْصِيَةٍ وَكَفَارَتُهُ كَفَارَةُ يَمِينٍ
"Günah amele nezredilmez, (edilmişse îfa
edilmez, kefarette bulunulur) kefareti de yemin kefâretidir." Muhaddisler bu
rivayetin zayıf olduğunda ittifak ederler.
2) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
hadiste beyan ettiği ikinci hüküm "Kişi, sâhip olmadığı bir şeye nezrederse
uyulmaz (batıldır)" ifadesidir. Yani nezir yapan birisi nezrini kendi
mülkünde olmayan bir şeye izâfe ederse demektir. Sözgelimi: "Allah hastama
şifa verirse falancanın kölesini âzad edeceğim" veya "elbisesini veya evini
tasadduk edeceğim" demesi gibi.
Ancak, o anda zimmetinde olmayan bir mala
izâfeten nezirde bulunursa bu nezir sahihtir, borçlanmış olur. Sözgelimi:
"Allah hastama şifa verirse Allah için bir köle âzad edeceğim" dese, o
sırada kölesi veya köleyi satın alabilecek bir malı olmasa bile nezri sahih
olur, hastası iyileştiği takdirde bir köle âzad etmesi gerekir.
6- Bu hadisten, kadınların, dâru'lharpten
dâru'l-İslâm'a hicret, kötülük yapmak isteyenlerden kaçma gibi zarurî
durumlarda tek başına yola çıkabileceği hükmü çıkarılmıştır. Bilindiği
üzere şeriat-ı garrâmız, kadınların "sefer mesâfesine" yalnız başlarına
yolculuk yapmasına cevaz vermez, yanında, kocası veya nikah düşmeyen bir
mahremi bulunacaktır. Bu rivayetten kadının belirtilen zarurî hallerde
seyahat yapabileceği hükmüne varılmıştır.
7- İmam Şâfiî ve bazı âlimler bu hadisten
hareketle: "Küffâr, Müslümanların malını ganimet olarak aldıkları takdirde,
bu mala onlar temellük edemezler, yani Müslümanlar o malı tekrar ele
geçirecek olsalar, eski sâhibine verilir, Müslümanların ganimeti sayılmaz"
demiştir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Kişi sâhip olmadığı bir
şey üzerine yaptığı nezre uymaz" diyerek, kadının bindiği Adbâ'nın kadına
ait olmadığını ima etmiş olmaktadır. Ancak Ebu Hanîfe ve diğer fakihler
ehl-i küfür, Müslümanların malını yağmalayıp ganimet yaptıkları takdirde,
onların mülkü sayılacağı görüşündedirler.
ـ10ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]المُشْرِكُونَ أرَادُوا أنْ
يَشْتَرُوا جَسَدَ رَجُلٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ فَأبى رسولُ اللّه # أنْ
يَبِيعَهُمْ[. أخرجه الترمذى .
10. (1076)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Müşrikler, bir müşrikin cesedini
parayla satın almak istediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun
para ile satılmasına karşı çıktı." [Tirmizî, Cihâd 35, (1715).]
AÇIKLAMA:
Burada müşriklerin para vererek almak
istedikleri belirtilen cesed, Nevfel İbnu Abdillah İbni'l-Muğîre'ye aittir.
Bu herif, Hendek Savaşı sırasında büyük bir cür'etle hendeği atlayıp
Müslümanlar tarafına geçmeyi becermişti, ancak hemen gebertildi.
Mekkeliler, onun cesedini para vererek satın almayı teklif ettiler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu işitince:
َ حَاجَةَ لَنَا بِثَمَنِهِ وََ جَسَدِهِ
"Bizim ne onun cesedine, ne de cesedinden
gelecek paraya ihtiyacımız var" buyurmuş ve cesedin teslim edilmesini
söylemiştir. Halbuki, Mekkeliler bu cesed için on bin dirhem teklif
etmişlerdi.
İslâm fukahası bu ve benzeri hadislere
dayanara müşriklerin cifelerinin para mukabili satılmasının câiz olmadığı
hükmünü ortaya koymuşlardır. "Cife satışı, cifeye mukabil para alınması caiz
değildir, çünkü ölmüştür, ölüye temellük etmek, ona mukâbil bir ivaz almak
caiz değildir" derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cife ve putların
satılmasını haram kılmıştır.