ـ1ـ عن عثمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ: رِبَاطُ
يَوْمٍ في سَبِيلِ اللّهِ خَيْرٌ مِنْ ألْفِ يَوْمٍ فيمَا سِوَاهُ مِنَ
المَنَازِلِ[. أخرجه الترمذى والنسائى .
1. (986)-
Hz. Osman (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
dinledim şöyle diyordu:
"Allah yolunda bir günlük ribât, diğer menzillerde (Allah yolunda geçirilen) bin
günden daha hayırlıdır." [Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 26; (1667, 1664, 1665);
Buharî, Cihâd 73; Müslim, İmaret 163; İbnu Mâce, Cihâd 7, Nesaî, Cihâd 39, 6,
39).
AÇIKLAMA:
Ribât, lügat olarak "bağlamak" mânasına gelen bir asıldan gelir. Değişik
mânalarda kullanılmıştır. Yerine göre at bağlamaya yarayan ipe dendiği gibi ata
da denir. Hadislerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayır amellere
ve ibadetlere devam etmeyi de bu kelimeyle ifâde ettiği görülür.
İbnu'l-Esir, Nihâye'de asıl ribâtın savaşta, cihad hâli üzere düşman karşısında
ikâmet olduğunu belirtir. Sonradan, bu kelime daha ziyade hudud muhafızları için
kullanılmıştır.
Şu halde hadis, Allah için cihad etmek maksadıyla harp sırasında düşman
karşısında ikamet etme mânasındaki "ribât"ı kastedmektedir. Bu fiilen hududda
olabileceği gibi, emir ve silah altında beklemek suretiyle her yerde olabilir.
Şerh kitaplarımızın te'lif edildiği devirlerde düşmana karşı tehlikeli
bekleyişler sınır bölgesinde olduğu için, ribatın târifinde umumiyetle "hudud"
kaydına rastlanmaktadır. Ancak zamanımızın askerlik şartlarında hududla, hudud
gerisi arasında çok fazla fark kalmamıştır. Bu sebeple Nihâye'nin yukarıda
kaydettiğimiz tarifi, hadisin ruhuna ve günümüz realitesine daha muvafıktır.
Hadisin, askere vâdettiği büyük mükâfaatın mühim bir şartla kayıtlı olduğunu
belirtmemiz lâzım: "Allah yolunda cihad için." Allah için olmayan bütün
"bekleyişler" boşadır, cephede ölmeler de.
ـ2ـ وعن فضالة بن عبيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: كُلُّ مَيْتٍ
يُخْتَمُ عَلى عَمَلِهِ إَّ المُرَابِطَ في سَبيلِ اللّهِ فَإنَّهُ يُنْمى لَهُ
عَمَلُهُ إلى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَيُؤَمَّنُ مِنْ فِتْنَةِ الْقَبْرِ[. أخرجه أبو
داود والترمذى .
2. (987)-
Fadâle İbnu Ubeyd (radıyalahu anh) anlatıyor: "Her ölenin ameline son verilir,
ancak Allah yolunda ölen murâbıt müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar
artırılır. Ayrıca o, kabir azabına da uğratılmaz." [Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad
2,(1621); Ebu Dâvud, Cihâd 16, (2500).]
AÇIKLAMA:
Cenab-ı Hakk, kişinin sevabını sağlığında yapacağı amele bağlamıştır. Ölümle
amel defteri kapanır. Hayatı esnasında ne miktar hayır ve sevab kazanabilmişse
artık onunla kalır ve artış olmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu duruma
bazı istisnaların olduğunu belirtmiştir: İstifade edilen ilim, hayırlı evlât ve
sadaka-i câriye gibi. Sadedinde olduğumuz hadis, Allah yolunda şehid düşenlerin
de amel defterinin açık kaldığını, dini ve din kardeşlerinin hürriyeti için,
Allah'ın rızasını düşünerek savaşırken hayatını kaybedene, fedâkarlığının
mükâfaatı olarak, defterine devamlı sevap yazılıp, ebedî hayattaki derecesinin
yüceltildiğini haber vermektedir. Hadis, ayrıca şühedanın kabir azabından emin
olacağını da müjdelemektedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) başka hadislerde, öldükten sonra defteri
açık kalacak kimseleri belirtirken, şehidleri zikretmez. "Bu durum, denmiştir,
belki de bunların kabir azabı görmeme imtiyazlarından ileri gelir." Şehidler
amel defterlerinin açık kalmasına ilave olarak kabir azabından da beri
kılınmışlardır. Bu sebeple, bunlar ayrı bir grup teşkil etmektedirler,
müstakillen zikirleri evladır; demektir.
ـ3ـ وفي رواية الترمذى. قال: ]قال رسولُ اللّه #: المُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ
نَفْسَهُ[.قوله: »ينمى« أى يزاد ويكثُرُ.
3. (988)-
Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad
edendir." [Fedâilu'l-Cihad 2, (1621).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah, bu ifadeleriyle kıymeti son derece yüceltilen "cihad"ı, düşmanla
savaş olmadığı için yapamayanlara, daha verimli bir ufuk açmaktadır: Nefsiyle,
yani kötülükleri emreden nefsi ile (ayet-i kerimenin ifadesiyle ennefsü'l-emmâre
bissû) mücadele. Bu cihad aslında, düşmanla yapılan cihaddan daha zordur.
Kişi, nefsinin, kötülüğe, tembelliğe, hevesâta olan meyillerini kırarak, hakka,
ubudiyete, insanoğlunda mevcut hayırlı kaabiliyetlerin inkişafına sevkedebilse
imanın gerçek büyüklüğü ortaya çıkar. Bunu yapabilen insanlar nâdirdir.
Resûlullah bu hakikate binâen nefis kavgası verene "gerçek mücahid" demiştir.
Nefisle yapılan mücadelenin de Allah nezdinde makbul olması için, bunun da
"Allah için" yapılması icab etmektedir. Hadisin bir tarîkinde "Hakiki mücahid,
Allah (rızası) için nefsiyle cihâd edendir" buyrulmuştur.
ـ4ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال: رسولُ اللّه #: لَغَدْوَةٌ في سَبِيلِ
اللّهِ أوْ رَوْحةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا[. أخرجه الشيخان والترمذى
.
4. (989)-
Hz. Enes (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Öğleden evvel veya öğleden sonra bir kerecik Allah yolunda yola
çıkış, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır." [Buharî, Cihad 5, 6, 73,
Rikak 2, 51; Müslim, İmâret 112-115, (1880); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 17, (1648,
1649, 1651); Nesâî, Cihâd 11, 12,(6,15); İbnu Mâce, Cihad 2,(2755-2757).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis farklı tariklerden gelmiştir. Hadiste geçen gadve gündüzün
bidayetinden öğle vaktine kadar evden çıkmayı ifade eder. Rahve de öğle
vaktinden, güneşin batımına kadar ki zaman içinde evden çıkmayı ifade eder.
Öyleyse, gündüzün hangi saatinde olursa olsun, Allah'ın rızasını güden bir çıkış
dünya ve içindekilerden daha hayırlı olmaktadır. Hadisin Tirmizî'de gelen bir
vechinde şu ziyade vardır: "...Cennette bir kamçı koyacak kadar bir yer dünya ve
içindekilerden daha hayırlıdır."
Hadisin açıklamasında İbnu Dakîki'l-Îd der ki: "İki ayrı te'vil muhtemeldir:
1-) Bu hadis, gaybî hakikatı, insanların vicdanında anlaşılır hale getirmek
için, "görülen şeylerle (mahsus)" ifade etmiştir. Zira dünya, vicdanlarda
hissedilen ve çokca büyütülen maddî bir varlıktır. Hadis, basit gibi gözüken bir
amelin sevabını bu muazzam görünen dünya ile karşılaştırıp, dünyadan daha büyük
olduğunu belirtmektedir. Halbuki, şurası herkesce bilinir ki, dünya cennetin tek
bir zerresine müsâvi olamaz.
2-) Hadisten maksad: "Allah yolunda yapılacak bu kadarcık bir amelin sevabı,
farz-ı muhal dünyanın tamamına sahip olup, hepsini ibadet yolunda harcayacak
kimsenin elde edeceği sevaptan daha üstündür" demektir
.İbnu Hacer, bu ikinci mânayı, İbnu'l-Mübârek tarafından Kitâbu'l-Cihâd'da
kaydedilen şu mürsel rivayetin te'yid ettiğini belirtir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) aralarında Abdullah İbnu Revâha'nın da bulunduğu bir
orduyu yola çıkarmıştı. Ancak Abdullah İbnu Revâha, Hz. Peygamer'le birlikte
namaza katılmak için ordudan geri kaldı. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kendisine şunu söyledi: "Nefsim elinde olan Zat'a yemin olsun ki:
Yeryüzünde olanların tamamını infak etsen yine de onların bu gidişinden elde
ettikleri sevaba ulaşamazsın."
Hülâsa, bu hadisten maksad, dünya işlerinin basitliğini, ahiret işlerinin
büyüklüğünü belirtmektedir. Gerçek de budur, zira cennetten, kamçı konabilecek
kadar bir parça kazanabilen, bütün dünyayı kazanmış olmaktan daha büyük bir iş
gerçekleştirmiş olursa, oradan yüce makamlar kazanabilen ne yapmış olur!
Buradaki nükte açıktır: Herhangi bir dünyalığa olan meyil sebebiyle cihaddan
geri kalan kimseye deniyor ki: Sen öylesine değersiz bir şey yüzünden öyle
değerli bir şey kaybediyorsun ki, bu, akla vicdana sığmaz. Kocaman dünya, içinde
bulunan bütün servetiyle, cennetten kazanılacak kadar yere değmezken sen
dünyanın basit bir şeyi için cenneti kaybediyorsun.
Evet cennetin ebede bakan kamçı kadar bir yeri, kıymetçe, fâni olan sadece bizim
dünyamızdan değil, daha nice fani dünyalardan daha üstündür. Çünkü ebedî akan
bir çeşme, ne kadar büyük de olsa sabit kalan bir deryadan daha zengindir.
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ قَاتَلَ في
سَبِيلِ اللّهِ فُوَاقَ نَاقَةٍ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللّهِ
هِىَ الْعُلْيَا وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ[. أخرجه الترمذى.»وَفُوَاقُ النَّاقَةِ«
قدر ما بين الحَلْبتين من استراحة .
5. (990)-
Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"(Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, ilâyı kelimetullah için, devenin iki
sağımı arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa cennet kendisine vacib olur."
[Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21, (1657); Ebu Dâvud, Cihâd 42, (2541); Nesâî,Cihâd
25, (6, 26); İbnu Mace, Cihâd 15, (2792).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi Teysir, Ebu Hüreyre hadisi olarak gösterdiği halde, gerek
Tirmizî'de ve gerek diğer kaynaklarda Muâz İbnu Cebel hadisi olarak
kaydedilmiştir. Teysir'in bir hatası olsa gerektir.
2- Hadisin Tirmizî'deki aslında "Müslüman erkeklerden" kaydı var, bu kayıd
diğerlerinde yok. Hadisin farklı vecihlerinde bazı ziyadeler de var.
ـ6ـ وعن معاذ بن جبل رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]مَنْ سَألَ الْقَتْلَ في سَبِيلِ
اللّهِ تَعَالى صَادِقاً مِنْ نَفْسِهِ ثُمَّ مَاتَ أوْ قُتِلَ كَانَ لَهُ أجْرُ
شَهِيدٍ، وَمَنْ جُرِحَ جَرْحاً في سَبيلِ اللّهِ أوْ نُكِبَ نَكْبَةً في سَبيلِ
اللّهِ فَإنَّها تَجِئُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَأغْزَرِ مَا كَانَتْ، لَوْنُهَا
كَلَوْنِ الزَّعْفَرَانِ، وَرِيحُهَا رِيحُ المِسْكِ، وَمَنْ خَرَجَ بِهِ خُرَاجٌ
في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى فَإنَّ عَلَيْهِ طَابَعَ الشُّهَدَاءِ[. أخرجه أصحاب
السنن .
6. (991)-
Muâz İbnu Cebel (radıyalahu anh) anlatıyor: "İçinden samimi şekilde Allah
yolunda cihâd yapmayı temenni eden bir kimse, bilâhare ölse de, öldürülse de
şehid sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda
-düşmanın sebep olmadığı- bir musibetle bile yaralansa bu yara, kıyamet günü, en
büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk kokusunda olarak
gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihab gibi bir yara açılacak
olsa bu da onun için şehidlik mührü olur." [Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 21, (1657);
Ebu Dâvud, Cihâd 42, (2541); Nesâî, Cihâd 25, (6, 26).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî'de, bir önceki hadisin devamı olarak
kaydedilmektedir. Hadis, samimi bir niyetle cihad sevabının kazanılabileceğini
müjdeler. Allah için cihad etme arzusunu, samimiyetle her an içinde canlı tutup,
âdeta cihâda davetiye veya bu maksadla açılan bir sancak bekleyen böyle bir
hâlet-i ruhiye ile hayatını devam ettiren bir kimse, istirahat döşeğinde ölse
bile şehid sevabı alacaktır. Hadiste "samimiyet"ten başka kayıt olmamakla
birlikte, bu samimiyetin isbatı olarak, İslâmiyet'i elinden geldikçe yaşamak
gereğinden söz edilebilir, diye düşünüyoruz.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah yoluna çıkınca, düşmanın veya
herhangi bir musibet veya kazananın darbesiyle alınan yaraların, kıyamet günü
bir şehâdet madalyası gibi en haşmetli görünüm içinde, en güzel kokular saçtığı
halde şehidi tezyin edeceğini, Allah yolundayken şu veya bu hastalık sebebiyle
açılan yara ve iltihabların da bir nevi şehidlik mühürü olacağını müjdeliyor.
O
yolda olmayı, niyeten de olsa Allah, cümlemize müyesser eylesin. Âmin!
ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَا مِنْ
مَكْلُومٍ يُكْلَمُ في سَبِيلِ اللّهِ إَّ جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَكَلْمُهُ
يَدْمِى، اللَّوْنُ لَوْنُ الدَّمِ وَالرِّيحُ رِيحُ الْمِسْكِ[. أخرجه الستة إ أبا
داود .
7. (992)-
Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki, kıyâmet günü,
yarası kanıyor olarak gelmiş olmasın, bu kanın rengi kan renginde, kokusu da
misk kokusundadır." [Buharî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâret 103; Tirmizî,
Fedâilu'l-Cihâd 21, (1656); Nesâî, Cenâiz 82, (4, 78), Cihâd 27, (6,28);
Muvatta, Cihâd 29, (2, 461).]
ـ8ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: تَضَمَّنَ اللّهُ تعالى
لِمَنْ خَرَجَ في سَبِيلِ اللّهِ
َ يُخْرِجُهُ إَّ جِهَادٌ في سَبِيلى وَإيمَانٌ بِى وَتَصْدِيقٌ بِرُسُلِى فَهُوَ
عَلىَّ ضَامِنٌ أنْ أدْخِلَهُ الْجَنَّةَ أوْ أُرْجِعَهُ إلى مَسْكَنِهِ الَّذِي
خَرَجَ مِنْهُ نَائً ما نَالَ مِنْ أجْرٍ أوْ غَنِيمَةٍ. وَالَّّذِى نَفْسُ
مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ مَامِنْ كَلْمٍ يُكْلَمُ في سَبِيلِ اللّهِ إّ جَاءَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ كَهَيْئَتِهِ يَوْمَ كُلِمَ، لَوْنُهُ لَوْنُ دَمٍ وَرِيحُهُ رِيحُ
مِسْكٍ، وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوَْ أنْ أشُقَّ عَلى الْمُسْلِمِينَ
مَا قَعَدْتُ خَِفَ سَرِيَّةٍ تَغْزُو في سَبِيلِ اللّهِ عَزَّ وَجَلَّ أبَداً.
وَلكِنْ َ أجِدُ سَعَةً فَأحْمِلُهُمْ، وََ يَجِدُونَ سَعَةً فَيَتْبَعُونِى
وَيَشُقُّ عَلَيْهِمْ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنِّى وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ
بِيَدِهِ لَوَدِدْتُ أنِّى أغْزُو في سَبيلِ اللّهِ فَأقْتُلُ، ثُمَّ أغْزُو،
فأقْتَلُ، ثُمَّ أغْزُو فَأُقْتَلُ[. أخرجه الثثة والنسائى.»وَالْكَلْمُ« الجرح.
و»وَالْمَكْلُومُ« المجروح .
8. (993)-
Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri, Allah rızası için yola çıkan kimse hakkında: "Bu
kulum, benim yolumda cihad etmek üzere bana inanarak peygamberlerimi tasdik
ederek yola çıkmıştır, artık onu ya cennetime koymak yahut da ücret veya ganimet
elde etmiş olarak, çıkmış olduğu meskenine geri çevirmek hususunda garanti
veriyorum" diyerek te'minat verir.
Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, Allah
yolunda yaralanmış hiçbir yaralı yoktur ki, kıyamet günü, yaralandığı ilk günkü
manzarasıyla gelmiş olmasın: (Yarası taze) kan renginde, kokusu da misk
kokusunda olarak.
Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ediyorum ki,
Müslümanlar'a meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir
seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak onları hayvana bindirecek imkân
bulamıyorum. Onlar da beni tâkibe imkân bulamıyorlar. Benden geri kalmak da
onlara zor geliyor.
Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, Allah yolunda
gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi,
sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim!" [Buharî,İman 25,
Cihâd 2, 119, Hums 8, Tevhid 28, 30; Müslim, İmâret 103-107, (1876), (8, 119);
Muvatta, Cihâd 2, (2, 444), 40, (2, 465); Nesâî, Cihâd 14,(6, 16), İman 24.]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, yukarıda verilen kaynaklarda farklı şekillerde gelmiştir.
Hadisin, asıl mahreci Ebu Hüreyre olduğu halde, ondan rivayet eden tarikler de
çoğalmıştır. Hadis, bazı vecihlerinde yukarıda kaydedilen şekilde yekpare
geldiği halde, bazı vecihlerinde her paragraf müstakil bir hadis olarak, takti'
şeklinde rivayet edilmiştir. Bazılarında
تَضَمَّنَ اللّهُ diye başlarken,
bazılarında
تَوَكَّلَ اللّهُ diye bazılarında da
إنْتَدَبَ اللّهُ diye başlar. Mânada
ciddi bir değişiklik mevzubahis değildir. Aynı muhtevalı bazı rivayetler
-hadis-i kudsî üslubunda olmak üzere- İbnu Ömer ve Ubâde İbnu's-Sâmit
(radıyallahu anhüm) tarafından da rivayet edilmiştir.
2- Âlimler, şehidi "cennete koyma" garantisinden iki mâna çıkarırlar:
a) Suale, hesaba tâbi tutmadan cennete koymak,
b) Öldüğü ân -kabir hayatının şartlarına hiç mâruz kalmadan, kıyameti
beklemeden- cennete koymak. İki ihtimali te'yid eden deliller zikredilmiştir.
3- Sağ sâlim geri dönen gâzi için Allah'ın garanti ettiği "ücret ve ganimet"ten
maksad nedir? Gerçi ganimetten maksad açıktır: Savaşta düşmandan ele geçirilen
maddî varlıklar... (para, silah, hayvan, giyecek v.s.)
Fakat ücret kelimesi farklı anlamalara imkân tanımıştır:
a) Ganimet dışında ganimetle birlikte ödenen maddî bir ücret,
b) Ganimet olmadığı takdirde ödenen bir ücret,
c) Uhrevî ücret, Allah'ın garantisine rağmen maddî ücret olmadan memleketine
dönen gazilerin varlığı hadiste işkâl ortaya çıkarmıştır. Bu işkâl, "ücretin
uhrevî olacağı" mânası ile kaldırılmıştır. Nitekim Müslim' de rivayet edilen
bir hadis bu anlamayı te'yid eder:
مَا مِنْ غَازِيَةٍ تَغْزُو فِى سَبِيلِ اللّهِ فَيُصِيبُونَ الغَنِيمَةَ اَِّ
تَعَجَّلُوا ثُلثَىْ اَجْرِهِمْ مِنَ اŒخِرَةِ وَيَبْقى لَهُمْ ثُلُثٌ فإنْ لَمْ
يُصِيبُوا غَنِيمَةً تَمَّ لهم اَجْرُهُمْ
"Allah yolunda gaza yapanlar, ganimet elde ederlerse, âhirette alacakları
"ücret"lerinin üçte ikisini peşinen almış olurlar, üçte biri de âhirete kalır.
Herhangi bir ganimet elde etmezlerse ahirette tam "ücret" alırlar."
4) Hatıra gelen bir sorunun daha izahını belirtmek gerek: Sadedinde olduğumuz
hadisin bazı vecihlerinde evine sağ dönen gaziye hem "ücret" ve hem de
"ganimet" garantisi ifade edildiği görülmektedir. Fiiliyatta böyle olmamıştır?
Âlimler hadisin farklı vecihlerinde bu mânanın olmadığını belirtirler. Yani bir
çok vecihlerinde "veya" denmektedir ve bunun esas alınması daha muvafıktır.
Nitekim Teysir'de böyle bir vecih esas alınmış ve tercümemiz de bu mânaya göre
yapılmıştır. Böyle olunca, hiçbir maddî kazanç elde etmeden evine dönen gazi
Cenab-ı Hakk'ın "uhrevî ücret" garantisine mazhardır.
5- Kıyamet günü, şehidin, şehâdet şerbetini içtiği andaki hey'etiyle, yani
aldığı yaralardan kanları kıpkızıl rengiyle tâze akıyor ve elbiseleri de kanlı
olarak dirilmesi, onun şehid olarak öldüğüne alâmet olması içindir. Çünkü Allah
yolunda şehâdet, kıyamet gününün peygamberlikten sonra gelen en yüce makamı ve
rütbesidir. Şu halde bu yüce rütbeye alem ve nişan olan kan lekesi, büyük bir
şerefin madalyası hükmündedir.
6- Cihad, şehid bahisleri açıldığı zaman şu hususun iyi bilinmesi gerekir:
Gerçek cihad Allah rızası için yapılan cihaddır. Bu cihadda ölen şehiddir. Bu
sebeple, sadedinde olduğumuz hadis metninde "Allah yolunda" kaydı, açık şekilde
ifade edilmiştir. Hadisin bazı vecihlerinde "Allah yolunda"
dendikten sonra, bir ara cümlesi ile وَاللّهُ
اَعْلَمُ بِمَنْ يُجَاهِدُ فِى سَبِيلِهِ
"Allah, kimin kendi yolunda cihad ettiğini iyi bilir" diye bu kayıt
kuvvetlendirilir. Öyleyse, sırf ganimet için, şeref için, rütbe, terfi elde
etmek, istilâ etmek, sömürge kurmak gibi maksadlarla yapılan savaş cihad
olmadığı gibi, meşru gayelerle açılmış bir savaş bile olsa, savaşan asker
niyyetini, ferdî olarak hâlis yapmazsa, o da şehâdet elde edemez. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hususu pek çok hadislerinde belirtir. Bunlardan
bazıları müteâkiben gelecek.
7- Bu hadis, ne kadar, ihtiva ettiği hükmün kâfirlere karşı yapılan harplere âit
olduğunu ifade ediyor ise de İslâm ulemâsı, âsilere, bağîlere, kâtiu'ttarîklere
(yol kesenlere), mürtedlere karşı yapılacak savaşların da dahil olduğunu, âyet
ve hadislere dayanarak söylemiştir. Böyleleriyle savaşmak da cihaddır, bu çeşit
savaşlarda ölmek de şehâdettir, yeter ki hâlis niyetiyle savaşa katılmış olsun.
ـ9ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قِيلَ يا رسول اللّه مَا يَعْدِلُ الْجِهَادَ
في سَبِيلِ اللّه؟ قالَ َ تَسْتَطيعُونَهُ. فَأعَادُوا عَلَيْهِ مَرَّتَيْنِ أوْ
ثَثاً كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ َ تَسْتَطىعُونَهُ. ثُمَّ قَالَ: مَثَلُ المُجَاهِدِ في
سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ الصَّائِمِ الْقَائِمِ الْقَانِتِ بآياتِ اللّه َ يَفْتُرُ
مِنْ صِيَامٍ وََ صََةٍ حَتَّى يَرْجِعَ المُجَاهِدُ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
9. (994)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan bir gün sordular:
"- Ey Allah'ın Resûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur?"
"- (Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz!"
Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular. Resûlullah her
seferinde aynı cevabı verip:
"- (Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz!" dedi ve sonra şunu ilâve etti:
"- Allah yolundaki mücâhidin misâli (gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden
oruç tutup, namaz kılan, Allah'ın âyetlerine de itaatkâr olan ve Allah
yolundaki mücâhid, cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen
kimse gibidir." [Buharî, Cihad 2; Müslim, İmâret 110, (1878); Tirmizî,
Fedâilu'l-Cihâd 1, (1619); Nesâî, Cihâd 17, (6, 19); Muvatta, Cihâd 1, (2,
443).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, cihad yoluyla elde edilecek
sevabın namaz, oruç gibi, Allah nezdinde kıymetli olan başka amellerle,
ibadetlerle elde edilemeyeceğini belirtiyor. Bunu ifade için mücahidin cihad
için evden çıktığı anla, eve dönünceye kadar geçen müddet içerisinde "hiç ara
vermeden" hep oruç tutup, namaz kılan kimsenin sevabı gibi sevab kazandığını,
böyle bir ibâdet tarzına hiç kimsenin güç getiremeyeceğini söylüyor. Sadedinde
olduğumuz rivayette geçen fütûr kelimesini "gevşemeyen" diye tercüme ettik.
Ancak bu "gevşeme"den maksad "hiç ara vermeyen" demektir. Bu mânayı, hadisin
siyâkı ifade etmektedir. Çünkü hergün, ara vermeden oruç tutulabilir ve bunu
yapanı görebiliyoruz bile. Keza "namaz"dan farzları ve onlara bağlı nafileleri
anlarsak bu da yapılabilir ve yapan da var. Ama yapılamayacak olan hiç ara
vermeden gece gündüz boyu namaz kılmak ve oruç tutmak ve bunu mücahid dönünceye
kadar aylar boyu devam ettirmektir. Bu yapılamaz. Hadisten kastın bu olduğunu,
hadisin Nesâî'de gelen vechi sarîhan ifade eder. Şöyle buyurulur:
"Ben, cihada muâdil bir amel bulamıyorum. Nasıl bulunsun ki? Mücâhid yola
çıktığı zaman biriniz mescide girip ara vermeden namaz kılıp, ara vermeden oruç
tutmaya takat getirebilir mi? Buna kimin gücü yeter?"
ـ10ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قِيلَ يَا رسولَ اللّهِ: أىُّ
النَّاسِ أفْضَلُ؟ قال: مُؤمِنٌ مُجَاهِدٌ بِنَفْسِهِ وَمَالِهِ في سَبِيلِ اللّهِ.
قِيلَ: ثُمَّ مَنْ؟ قَالَ: رَجُلٌ في شِعْبٍ مِنَ الشِّعَابِ يَتَّقى اللّهَ
وَيَدَعُ النَّاسَ مِنْ شَرِّهِ[. أخرجه الخمسة .
10. (995)-
Ebu Saîd (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"- Ey Allah'ın Resûlü! İnsanların en efdali kimdir?"
diye soruldu. Şu cevabı verdi:
"- Allah yolunda malıyla canıyla cihad eden mü'min kişi!"
"- Sonra kim? diye tekrar soruldu. Bu sefer:
"- Tenhalardan bir tenhaya Allah korkusuyla çekilip, insanları şerrinden bırakan
kimsedir" diye cevap verdi." [Buharî, Cihâd 2,Rikâk 34; Müslim, İmâret 122, 123,
127, (1888); Ebu Dâvud, Cihad 5, (2485); Tirmizî, Fedâuilu'l-Cihâd 24, (1660);
Nesâî, Zekât 74, (5, 83), Cihâd 7, (6, 11); İbnu Mâce, Fiten 13, (3978).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, Allah yolunda cihadın
değerini ve mücahidin elde edeceği derecenin üstünlüğünü bir başka üslupla dile
getirmektedir. Âlimler, bu hadiste ifade edilen hükmü şu mealdeki âyetle te'yid
ederler:
"Ey insanlar, sizi can yakıcı bir azabtan kurtaracak, kazançlı bir yolu size
göstereyim mi? Allah'a ve peygamberlerine inanırsınız. Allah yolunda
canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz, bilseniz, bu sizin için en iyi
yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar, sizi içlerinde ırmaklar
akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur"
(Saff, 10-12).
2- Hadisin bir vechinde, "makamca insanların en hayırlısı"; bir diğer vechinde:
"İnsanların imanca en mükemmeli" denmektedir. Şu halde, Allah yolunda malı ve
canı ile cihad, bu mânaların hepsini ifade etmektedir. Kişi imanca üstündür, en
faziletli ameli yapmaktadır, en yüce makamı elde edecektir.
Cihadın farz olarak terettüp ettiği bir anda ondan kaçmak herhalde iman
eksikliğinin ifadesidir.
3- Âlimler şu noktayı da belirtir: Bu hadis diğer farz ve vacibleri ihmal
ederek, sırf cihada atılan kişiyi kasdetmiyor. Diğer farz ve vaciblerini de
yerine getirerek cihad yapan kimse bu hadiste zikredilen mücahiddir, bu takdirde
nefsini de, malını da gerçek mânada Allah yoluna bezletmiş (koymuş) olur.
Cihad yapıyorum diye, sözgelimi, namazını ihmal edecek bir mücahidin
hasbiliğini, ihlâsını izah etmek zordur. Cephede muharebe sırasında kılınacak
namaza (Bakara 239) ve hatta bu vaziyette cemaatle kılınacak olanına bile yer
verip teşvik eden ve Kitab-ı Mübin'inde bununla ilgili teferruat için âyetler
tahsis eden (Nisa 102) Cenab-ı Hakk'a karşı, cihad ediyorum diye namazı
terketmek her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz. Kul, Rabbine karşı her an ve
her halinde mahviyet, tezellül, samimi niyaz ve iltica içinde olmalıdır, edeb
bunu gerektirir. Hal böyle iken namaz, oruç, istiğfar, kebâirden kaçınma.. gibi
vecibelerini, "en büyük amel olan cihadı yapıyorum" diye ihmal etmek duadan
da'vaya, niyazdan nâza geçmek olur, samimi hâleti soğuk hevayla tebdil olur.
4- Hadisin ikinci kısmında, mücahidden sonra gelen ikinci derecede makbul
Müslüman tanıtılmaktadır: "Tenhaya çekilip, Allah'a ibadetini yapan kimse."
Tenha kelimesini "kuytu", "köşe" "münzevihâne" gibi kelimelerle ifade etmek de
mümkündür. Zira hadiste geçen şi'b kelimesi, aslında iki dağ arasındaki aralık
mânasına gelir. Ancak maksad o değildir, tenha yer demektir.
Hadisin bu kısmı da farklı şekillerde rivayet edilmiştir. İbnu Abbas (radıyalahu
anhümâ)'tan gelen bir vechi şu mealdedir: "Bir tenhaya çekilip, namazını kılıp,
zekatını veren, insanların şerirlerini terkedendir."
İnzivaya veya uzlete çekilme, cemiyeti terketme meselesini iyi anlamak, bunun
şartlarını iyi tayin etmek gerekir. Cihad esnasında inzivaya çekilmek helal
olmayacağı gibi ferdin durumuna göre, bazısı için helal olsa bile, bazısı için
helal olmayabileceği de bilinmelidir. Ebu Hüreyre hazretlerinin (radıyalahu
anh) rivayetine göre, bir adam, tatlı suyu bulunan, insanların pek uğramadığı
kuytu bir yere rastlayarak, oraya çekilmek üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den izin ister. Resûlullah, şöyle diyerek reddeder:
َ
تَفْعَلْ فَإنَّ مَقَامَ اَحَدِكُمْ فِى سَبِيلِ اللّهِ اَفْضَلُ مِنْ صََتِهِ فِي
بَيْتِهِ سَبْعِينَ عَاماً
"Sakın öyle yapma. Zira sizden birinin Allah yolunda kalması, evinde kılacağı
yetmiş yıllık namazdan daha hayırlıdır."
Bu talebte bulunan kimse hakkında bilgi verilmiyor ise de Allah yolunda
kalabilecek biri olduğu anlaşılmaktadır: Yaşı, sıhhati, ilmî durumu, cemiyet
içerisindeki itibar ve müessiriyeti sebebiyle Allah'ın rızasına muvafık bir
kısım işler yapabilecektir: Cihad, emr-i bilma'ruf, iyi örnek, yardım vs. gibi.
"Allah yolunda olmak" mutlaka düşmanla silahlı cihad yapmak olmadığı açıktır.
İnziva meselesi âlimlerce enine boyuna çokca münakaşa edilen bir konudur. Ayrıca
belirteceğiz. Ancak, şu kadarını yeri gelmişken belirtelim ki, Cumhur-u ulemâ,
inzivanın en meşru zamanının fitne, yani iç karışıklık hengâmı olduğunu
söylemekte ittifak eder.
5- Hadiste geçen başka bir incelik daha var:
يَدَعُ النَّاسَ مِنْ شَرِّهِ Bu ifade
"insanların şerrinden kaçan" mânasına geldiği gibi "insanlara zarar vermeyi
terkeden" mânasına da gelir. Bu sebeple tercümeyi biraz muğlak tutmayı tercih
ederek: "İnsanları şerrinden bırakan" dedik.
Öyle durumlar ve şartlar vardır ki, kişi, insanların şerrinden kaçmakla
derecesini yükseltebileceği gibi, başkasına zararlar vermekten uzak kalması da
derecesini yükseltir. Ve üstelik, öyle şartlar olabilir ki, kişi "zararlı
fiillerden kendisini tutsa" bile varlığı ile zararlar verebilir. Böyle
durumlarda, şuurla, kasden insanlardan uzaklaşıp, inzivaya çekilmekle derecesini
yükseltecektir. Bu şartları tâyin, Allah'ın mü'mine verdiği ferasete kalmıştır,
bu feraset ona kifayet de eder, yeter ki her şeyinde "Allah yolunda olmayı" gaye
edinsin ve O'nun rızasını arama vetîresine girmiş olsun.
ـ11ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: أَ أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِ
النَّاسِ. وَشَرِّ النَّاسِ. إنَّ مِنْ خَيْرِ النَّاسِ رَجًُ عَمِلَ في سَبِيلِ
اللّهِ على ظَهْرِ فَرَسِهِ أوْ ظَهْرِ بَعِيرِهِ أوْ عَلى قَدَمِهِ حَتَّى
يَأتِيَهُ الْمَوْتُ. وَإنَّ مِنْ شَرِّ النَّاسِ رَجًُ يَقْرأُ كِتَابَ اللّهِ َ
يَرْعَوِى بِشَئٍ مِنْهُ[. أخرجه النسائى.قوله »َ يَرْعَوِى« أى َ ينكَفُّ وََ
ينزجر .
11. (996)-
Ebu Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vermiyeyim mi! İnsanların
en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya
olarak, ölünceye kadar Allah yolunda çalışır. İnsanların en şerlisine gelince o
da, Allah'ın Kitab'ını okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir."
[Nesâî, Cihad 8, (6, 11-12).]
ـ12ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال: ]قال رسول اللّه #: أَ
أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِ النَّاسِ؟ رَجُلٌ مُمْسِكٌ بِعِنَانِ فَرَسِهِ في سَبِيلِ
اللّهِ تعَالى. أَ أخْبرُُكُمْ بِالَّذِى يَتْلُوهُ؟ رَجُلٌ مُعْتَزِلٌ في
غُنَيْمَةٍ لَهُ يُؤدِّى حَقَّ اللّهِ تَعالى فِيهَا. أَ أخْبرُكُمْ بِشَرِّ
النَّاسِ؟ رَجُلٌ يَسْأَلُ اللّهَ تَعالى وََ يُعْطى بِهِ[. أخرجه مالك والترمذى
والنسائى .
12. (997)-
İbnu Abbas (radıyalahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Size insanların en hayırlısını haber vermiyeyim mi! O, atının yularından Allah
yolunda tutan kimsedir. (Hayırda) bunu takip edeni haber vermiyeyim mi? O da
koyunlarının peşine takılıp (insanları) terkeden, koyunlarda bulunan Allah'ın
hakkını da ödeyen kimsedir.
Size insanların en kötüsünü de haber vermiyeyim mi! O da, Allah' tan isteyip,
Allah adına vermeyendir." [Muvatta, Cihad 4, (2, 445); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd
18, (1652); Nesâî, Zekât 74, (5, 83-84).]
AÇIKLAMA:
1- Atın yularından Allah yolunda tutmak, her an, Allah'ın rızasına uygun işler
için hazır tutmaktır. Bu cihad da olabilir, başka bir faaliyet de olabilir.
2- İkinci derecede kıymetli amel olarak belirtilen inziva sırasında, zekâtın
ihmal edilmemesi gereğine dikkat çekilmektedir.
3- Hadisin son kısmı Muvatta'nın rivayetinde mevcut değildir. Nesâî ve
Tirmizî'de kaydedilen vecihleri Teysir'den birazcık farklı. İnsanların en kötüsü
şöyle tarif edilir:
رَجُلٌ يَسْألُ بِاللّهِ وََ يُعْطِى بِهِMânâsı
şöyle olur: "Allah'ın adını vererek ister, Allah'ın adı verilerek kendisinden
istenince vermez."
Sindî'nin belirtiği üzere, dikkat edilince, burada iki çirkin iş
birleştirilmiştir:
1- Allah'ın adını vererek istemek. Bu çirkindir, çünkü istenen kişi vermez veya
veremeyecek durumda olursa, "Allah'ın adı verilmiş olmasına rağmen" neticenin
hasıl olmaması hiç de hoş bir şey değildir. Mü'min kişi "Allah adına" dendi mi
bunu hafife alamaz, isteneni yapamadığı takdirde eziklik, burukluk hasıl olur.
2- Allah'ın adı verilerek isteneni yapmamak: Mü'minin böyle bir davranışı
tamamen edeb dışıdır. Allah adına isteneni imkan dahilinde ise yapmaktır.
Şu halde Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hem Allah adına isteyerek karşı
tarafı müşkil duruma sokan ve hem de Allah adına istendiği halde talebi yerine
getirmeyen kimseyi insanların en kötüsü ilan etmektedir. Hadisteki
يَسْألُ kelimesini
يُسْألُ şeklinde meçhul okuyup: "Allah
adı verilerek istendiği halde vermeyen..." diye anlayanlar da olmuştur. Her iki
halde de kişiyi kötü kılan şey Allah'ın adına gösterilmesi gereken hürmet ve
edebe riayetsizlik olmaktadır.
ـ13ـ وعن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: سِيَاحَةُ
أمَّتِى الْجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه أبو داود .
13. (998)-
Ebu Ümâme (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular:
"Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır." [Ebu Dâvud, Cihad 6, (2486).]
AÇIKLAMA:
Hadisin Ebu Dâvud'da kaydedilen aslına göre, bir adam, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den seyahate çıkmak için izin ister. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır" diyerek
izin vermez. Ancak, şârihler buradaki seyahatten muradın, memleketi terkederek
sahrada yaşamak, cum'a ve cemaati terketmek olduğunu belirtirler.
Sirâcu'l-Münir'de, bu zatın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' den, ünsiyet
ettiği çevreden, mübah şeylerden ve bir kısım lezzetlerden uzak kalarak, cum'a
ve cemaatleri, ilim ta'limi ve benzeri şeyleri terkederek nefsine eziyet verip
terbiye etmek düşüncesiyle izin istediğini belirtir. Resûlullah, Osman İbnu
Maz'ûn (radıyalahu anh)'un bekârlık talebini reddettiği gibi, bu zâtın da
cemiyeti terketmek düşüncesiyle sahraya gitme talebini reddetmiştr.
ـ14ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: َ يَلِجُ
النَّارَ رَجُلٌ بَكَى مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ تَعالى حَتَّى يَعُودَ اللّبَنُ في
الضَّرْعِ، وََ يَجْتَمِعُ عَلى عَبْدٍ غُبَارٌ في سَبِيلِ اللّهِ وَدُخَانُ
جَهَنَّمَ[. أخرجه الترمذى وصححه والنسائى .
14. (999)-
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah korkusuyla göz yaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez.
Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı biraraya
gelmez." [Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 8, (1633); Zühd 37,(2372); Nesâî, Cihâd 8,
(6,12).]
ـ15ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقُولُ:
عَيْنَانِ َ تَمَسُّهُمَا النّارُ؟ عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ، وَعَيْنٌ
بَاتَتْ تَحْرُسُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه الترمذى.
15. (1000)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"İki göz vardır, onlara ateş değemez: Allah için ağlayan göz ile, Allah yolunda
uyanık sabahlayan göz." (Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 7, (1632).]
AÇIKLAMA:
Allah korkusuyla ağlamak, çoğu durumda Allah'ın emirlerine imtisal ve
nehiylerinden kaçmanın sonucudur. Bu ise kullukta ileri bir mertebe demektir.
Allah korkusuyla ağlamak bazan günahkârlığını idrâkten, içinde bulunduğu
fenalıklardan rücû etmeye azmetmekten ileri gelir. Bu da ihlâsla yapılan bir
tevbenin ifadesidir. Her iki durum da Erhamürrahimin olan Rab Teâla'nın mü'min
kulunu bağışlayacağının alametidir. Resûlullah bunu müjdelemektedir.
"Allah yolunda uyanık sabahlayan göz" cümlesinde uyanık diye tercüme ettiğimiz
kelimenin aslı olan
تَحْرُسُ "korumak" kökünden gelir. Yani
düşmanı gözetleyerek, nöbet bekleyerek sabahlayan demektir. Ancak hadis-i
şeriflerde geçen "Allah yolunda" tâbiriyle her seferinde "düşman karşısında
silahlı cihad yapan"ı anlamak hatalıdır. Çünkü, Resûlullah'ın hadislerinde
cihadın tarifi yapılırken daha umumî mânalara da yer verilmiş, kişinin kendi
nefsiyle yaptığı mücâdele de cihad mefhumuna dahil edilmiştir. Öyle ise Allah
rızasını güden her gayret bir nevi cihaddır. Bu sebeple şârihler "ilim yaparak",
"ibadet ederek", "haccederek", "savaşarak" uyanık geçirilen bütün gecelerin
buraya dahil olduğunu belirtirler. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki fiilî savaş
durumunda düşmana karşı din-i mübin-i İslâm ve Müslümanları, Müslüman vatanını
korumak maksadıyla uyanık geçirilen geceler, hadisten öncelikle anlaşılması
gereken mânâdır. Savaş zamanında bu hepsinden üstündür. Sulh zamanında da ilim
için, ibâdet için uyanık geçirilecek geceler de niyete tabi olarak aynı ölçüde
kıymetlidir.
Tîbî, "ağlayan göz" tâbiri ile, nefsine karşı cihad veren "âlim âbid"in
kastedildiğini, çünkü âyet-i kerimede: "Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan,
ancak âlimlerdir" buyurulduğunu (Fatır 28) belirtir ve der ki: "Burada haşyet
(korku) sadece âlimlere hasredilmekte, başkalarına sirâyet ettirilmemektedir.
Böylece iki göz arasında, yani nefs ve şeytanla cihad edenin gözü ile küffarla
cihad edenin gözü arasında bir nisbet ve ilgi hasıl olmuştur."
ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ يَجْتَمِعُ
كَافِرٌ
وَقَاتِلُهُ في النَّارِ أبَداً، وَ يَجْتَمِعُ في جَوْفِ عَبْدٍ غُبَارٌ في
سَبيلِ اللّهِ وَفَيْحُ جَهَنَّمَ وََ يَجْتَمِعُ في قَلْبِ عَبْدٍ ا“يمَانُ
وَالحَسَدُ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى .
16. (1001)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah buyurdu ki: "Kâfir ile onu
öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir kulun karnında, Allah
yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler, keza, bir
kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler." [Müslim, İmâret 130, 131,
(1891); Ebu Dâvud, Cihad 11, (2495); Nesâî, Cihâd 8, (6, 12-14); İbnu Mâce,
Cihâd 9.]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kâfirle onu öldürenin ebediyyen
cehennemde bir araya gelmeyeceklerini müjdeliyor. Kadı İyâz, bu mesele hakkında
şu açıklamayı sunar: "Muhtemelen bu hüküm, kâfiri cihad sırasında öldüren
Müslümana hastır. Bu ameli, Müslümanın günahlarına kefâret olur ve günahları
sebebiyle cezalandırılmaz. Yahut bu katl işi, hususî bir niyet ve mahsus bir
hale göre olmuşsa ceza yoktur. Veya mü'min cezasını cehennem dışında -mesela
A'raf'ta cennete girmezden önce hapsi gibi- çekecektir ve fakat ateşe
girmeyecektir. Veya cehennemde ceza çekse bile, kâfirlerin cezalandırıldığı
yerin dışında ceza çekecektir ve asla biraraya getirilmeyecektir.
Kadı İyâz, iki sebeple bu ihtimaller üzerinde durmuştur:
a) Hadis mutlak gelmiştir, hangi şartlarda öldürülecek kâfirin sevab olduğu
belirtilmemiştir. Halbuki dinimiz bu hususta kayıtlar koymuştur: Harp halinde,
cihad esnasında... Sulh zamanında veya emân verilmiş kâfir öldürülemez.
b) Bir mü'min, cihada katılmış kâfir öldürmüş olsa bile bilâhere günahkâr
olabilir ve bu günahları sebebiyle cezaya müstehak olur.
Şu halde bu hükümlerle, hadisin hükmünü te'lif etmek gerekmiştir. Kadı İyaz
bunu yapar.
2- Hadisin ikinci kısmında, cihadın fazileti dile getirilmektedir. Allah
yolunda çekilen zahmetler "toz yutmak"la ifade edilmiş olmaktadır. Allah için
savaş Allah için ilim talebi, Allah için yardıma koşma gibi sırf o maksadla
çekilen zahmetler günahlara kefâret olacaktır. Çektiği mezkur zahmete rağmen
cezayı gerektiren bir günah işleyen kimsenin durumu hakkında, Kadı İyâz'ın
yukarıda kaydettiğimiz tevilleri muteberdir.
3- Hadisin üçüncü hükmü hasedin aynı kalbte imanla bir araya gelmeyeceğini ifade
etmektedir. Bu hadis, ıtlakı üzere alındığı takdirde hasedcilerin tekfir
edilmesi gerekir ki bu da câiz değildir. Âlimlerimiz, bu çeşit ifadeleri,
zikredilen kötülükten tağliz yoluyla zecretmeye hamleder ve imanı da "kâmil
mânada iman"la kayıtlarlar. Böylece hadisin kelâmî açıdan şöyle anlaşılması
gerekir: "Bir kulun kalbinde kâmil mânâda imanla hased bir araya gelmezler."
ـ17ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ رَضِىَ
بِاللّهِ رَبّاً، وَبِا“سْمِ ديناً، وَبِمُحَمًّدٍ رَسُوً وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ.
فَعَجِبْتُ لَهَا. فَقُلْتُ: أعِدْهَا عَلىّ يَا رَسُولَ اللّهِ فَأعَادَهَا. ثُمَّ
قَالَ: وَأخْرَى يَرْفَعُ اللّهُ بِهَا الْعَبْدَ مِائَةَ دَرَجَةٍ في الجَنّةِ،
مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ كَما بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ. قُلتُ: وَمَا هِىَ
يَا رسُولَ اللّهِ؟ قالَ: الجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ، الجِهَادُ في سَبِيلِ
اللّهِ، الجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه مسلم والنسائى .
17. (1002)-
Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
gün şöyle dedi:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den
râzı ise ona cennet vâcib olmuştur." Bu söz hayretime gitti ve:
"- Ey Allah'ın Resulü, bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar
etti ve arkadan da şunu söyledi.
"- Bir başka şey daha var ki, Allah, onun sebebiyle, kulun cennetteki makamını
yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık sema ile arz
arasındaki mesâfe gibidir." Ben:
"- Öyleyse bu nedir?" dedim. Şu cevabı verdi:
"- Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!" [Müslim,
İmâret 116, (1884); Nesâî, Cihâd 18, (6, 19-20).]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cihad sebebiyle mü' minin
kazanacağı derecelerin yüksekliğini belirtmektedir. Âlimler, hadiste zâhirî
mânanın kastedilmiş olabileceği gibi, kinaye yoluyla mânevî mertebelerin
kastedilmiş olabileceğini de söylerler. Zâhir esas alınırsa, derecelerden murad,
görünürde birbirlerinden yüksek olan menziller, makamlardır. Bu ise, başka
hadislerde, ehlü'lguraf'la ilgili olarak belirtildiği üzere cennet menzillerinin
vasfıdır. Zira dışı içinden, içi dışından görünecek olan cennet köşklerinde
(guraf) oturacak olanlar birbirlerini "parlak yıldızlar" olarak
seyredeceklerdir:
إنَّ اَهْلَ الجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ فِى الْجَنَّةِ اَهْلَ الْغُرَفِ كَمَا
تَرَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُرِّىَّ الْغَارِبَ فِى اُفُقِ الطَّالِعِ فِي
تَفَاضُلِ اَهْلِ الدَّرَجَاتِ. فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللّهِ اُولئِكَ
النَّبِيُّونَ؟ فَقَالَ # بَلَى وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ وَأقْوَامٌ آمَنُوا
بِاللّهِ وَصَدَّقُوا الرُّسُلَ
"Cennet ehli, guraf ehlini farklı dereceleri içinde seyredecekler, tıpkı, sizin
doğu ufkunda batmakta olan parlak bir yıldızı seyrettiğiniz gibi." Dinleyenler:
"Ey Allah'ın Resûlü bunlar peygamberler midir?" diye sordular. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Evet, dedi. Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin
ederim, onlar Allah'a inanıp peygamberleri tasdik eden kimselerdir."
Şu halde bu ve benzeri rivayetler, sadedinde olduğumuz hadisi zâhirine göre
anlamamıza imkân tanımaktadır. Ancak, buradaki dereceleri manevî dereceler
olarak anlamak da mümkündür. Uhrevî hakikatleri gerçeğiyle kavramaya beşer
olarak muktedir değiliz. İnanırız, mahiyeti için: "Allahu a'lem bi'ssevâb"
(doğruyu Allah bilir) deriz.
Kadı İyâz şöyle der: "Allah'ın cennet ehline lutfettiği nimetler, kerametler,
beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki
farklar da büyüktür. Fazilet ve kıymetce, aralarında sema ile arz arasındaki
mesafe kadar üstünlükler vardır. Ancak önceki ihtimal (zâhirî mâna) daha
kavidir."
ـ18ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: يَضْحَكُ اللّهُ
تَعَالى إلى رَجُلَيْنِ يَقْتُلُ أحَدُهُمَا اŒخَرَ كَِهُمَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ،
يُقَاتِلُ هذَا في سَبِيلِ اللّهِ
ثُمَّ يَسْتَشْهِدُ فَيَتُوبُ اللّهُ تَعالى عَلى الْقَاتِلِ فَيُسْلِمُ
فَيُقَاتِلُ في سَبيلِ اللّهِ فَيَسْتَشْهِدُ[. أخرجه الثثة والنسائى.ومعنى »الضحك«
هنا الرضى .
18. (1003)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah iki kişi hakkında güler: Bunlardan biri diğerini öldürmüş olduğu halde
ikisi de cennete gider. Bunlardan diğeri, Allah yolunda cihad eder ve şehid
olur. Allah katile mağfiretini ulaştırır, o da Müslüman olur, sonra Allah
yolunda cihâda katılır ve şehid olur (Böylece her ikisi de cennette
buluşurlar)." [Buharî, Cihâd 28; Müslim, İmâret 128,129, (1890); Muvatta, Cihâd
28, (2, 460); Nesâî, Cihâd 37, (2, 38); İbnu Mâce, Mukaddime 13, (191).]
AÇIKLAMA:
Hadiste, ölen ve öldüren her ikisinin de (ceza çekmezden) cennete gidebileceği
bir durum anlatılıyor: Bir mü'min Allah için cihad ederken şehid düşer ve
cennete gider.Onu öldüren kâfir sonra Müslüman olur ve o da cihâda katılır ve
şehid düşer. Böylece her ikisi de cennetlik olur. İşte bu acib duruma Cenab-ı
Hakk gülmektedir.
İfadeyi zâhirine göre alınca, gülmek tâbiri Allah hakkında muvafık düşmüyor.
Çünkü bu insalara has bir vasıftır, ferahlık ve neşenin sebep olduğu bir
hafifleme halidir. Şu halde Allah hakkında bunu; her ikisinin de yaptığı
işlerin, Zat-ı Zülcelâl nezdinde makbuliyetinin delili olarak anlayacağız. Bu
ilâhî memnuniyet "gülmek" suretiyle ifade edilmiştir, çünkü her ikisinin ameli
birbirine zıttır ve ikisi de makbuldür. Nitekim hadisin bir başka vechinde
"güler" diye değil; "hayret eder", "şaşar"
يَعْجِبُ مِنْ رَجُلَيْنِ diye gelmiştir.
Mamafih, Buharî bu "gülme"yi bir seferinde "rıza" olarak değil, "rahmet" olarak
te'vil etmiştir. Ancak "rıza" ile te'vil daha uygun bulunmuştur. Hususan
ضَحِكَ nin
إلى harf-i cerri ile müteaddi kılınması,
memnuniyet ifadesi olarak güleryüzle birine yönelmek mânasına gelmektedir.
Selef, çoğunlukla bu çeşit müteşabih ifadeleri te'vil etmemeyi tercih eder,
hadisi rivayet etmekle yetinir. Müteahhirun ulemâ, Allah hakkında temel akideye
ters düşmeyecek şekilde te'vil eder.
ـ19ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنِ احْتَبَسَ فَرَساً في
سَبِيلِ اللّه إيمَاناً بِاللّهِ وَتَصْدِيقاًً بِوَعْدِهِ فَإنَّ شِبَعَهُ
وَرِيَّهُ وَرَوْثَهُ وَبَوْلَهُ في مِيزَانِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، يَعْنِى
حَسَنَاتٍ[ أخرجه البخارى والنسائى .
19. (1004)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Kim Allah'a iman ederek ve va'dini tasdik ederek, Allah yolunda (kullanmak
üzere) bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyamet günü
terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır." [Buharî, Cihâd 46;
Nesâî, Hayl 11.]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste "tutmak" olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı ihtibas'dır,
vakfetmek, şahsî kullanımlardan hâriç tutmak gibi mânalara gelir. Bâzı alimler
bu hadisten hareket ederek at ve benzeri şeylerin "vakf"ının câiz olacağı
hükmünü çıkarmışlardır. Buradaki tutmak'ı beslemek olarak anlamak icab eder.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) savaşlarda atın gereğine birçok
hadisleriyle dikkat çekmiş ve bu maksadla at beslemeye ümmetini teşvik etmiştir.
Mezkur hadislerden biri şöyledir:
اَلْخَيْلُ
مَعْقُودٌ فِى نَوَاصِيهَا الْخَيْرُ إلى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. اَلْخَيْلُ ثََثَةٌ
فَهِىَ لِرَجُلٍ اَجْرٌ وَهِىَ لِرَجُلٍ سِتْرٌ وَهِىَ عَلى رَجُلٍ وِزْرٌ فَاَمَّا
الَّذِى هِىَ لَهُ اَجْرٌ فَالَّذِى يَحْتَبِسُهَا فِى سَبِىلِ اللّهِ
فَيَتَّخِذُهَا لَهُ وََ تُغَيِّبُ فِى بُطُونِهَا شَيْئاً إَّ كُتِبَ لَهُ بِكُلِّ
شَىْءٍٍ غَيَّبَتْ فِى بُطُونِهَا اَجْرٌ وَلَوْ عَرَضَتْ لَهُ مَرَجٌ فَاطَالَ
لَهَا فِى مَرْجٍ أوْ رَوْضَةٍ فَمَا اَصَابَتْ فِى طَيْلَهَا ذلِكَ فِى الْمَرْجِ
اَوِ الرَّوْضَةِ كَانَ لَهُ حَسَنَاتٌ وَلَوْ اَنَّهَا قَطَعَتْ طَيْلَهَا ذلِكَ
فَاسْتَنَّتْ شَرَفاً اَوْ شَرَفَيْنِ كَانَتْ آثارُهَا وَفى حَدِىثِ الْخَرْثُ
وَاَوْرَاثُهَا حَسَنَاتٍ لَهُ. وَلَوْ اَنَّهَا مَرَّتْ بِنَهْيٍ فَشَرِبَتْ
مِنْهُ وَلَمْ يُرِدْ اَنْ تُسْقَى كَانَ ذلِكَ حَسَنَاتٍ فَهِىَ لَهُ اَجْرٌ
وَرَجُلٌ رَبَطَهَا تَفَيُّباً وَتَعفُّفاً وَلَمْ يَنْسَ حَقَّ اللّهِ عَزَّ
وَجَلَّ فِى رِقَابِهَا وََ ظُهُورِهَا فَهِىَ لِذلكَ سَتْرٌ وَرَجُلٌ
"Kıyamete kadar atın alnına hayır bağlanmıştır. At, (besliyenler için) üç
durumdadır: At vardır, besliyenine ücrettir, at vardır besliyenine (ateşe karşı)
perdedir, at vardır sahibinin sırtına vebâldir.
1) Ücret olan at: Bu, sâhibi tarafından Allah yolunda kullanılmak üzere beslenen
attır. Bu at, her ne yiyip karnına gönderirse, sâhibine, her birisi, bir ücret
olur. Şayet (yolda giderken) önüne bir çayırlık çıksa ve sahibi onu oraya veya
bir bahçeye bağlasa, ipinin uzanabildiği yere kadar çayır ve bahçeden
yiyebildiği her şey ona bir ücret olur. At, ipini koparıp başını alıp bir kaç
tepe gitse, bütün izleri -Hâris'in rivâyetinde- bu esnada bıraktığı bütün
gübreleri sahibine ücret olur. Şayet at, bir nehre uğrasa ve ondan su içse,
-sahibi orada sulamak istememiş bile olsa- bu da sahibine ücret olur.
2) Perde olan at: Bu, kişinin binek ihtiyacını görmek, bu işte başkasına muhtaç
olmamak maksadıyla beslediği attır. Şu şartla ki, hayvana terettüp eden zekât,
ihtiyaç sahiplerine iâreten vermek gibi Allah'ın haklarını unutmaz, öder. İşte
bu at sâhibine (kıyamette ateşe karşı) perdedir.
3) Vebal olan at: Bu, sahibinin övünmek, gösteriş yapmak ve Müslümanlarla
husumette bulunmak üzere beslediği attır. İşte bu at sahibinin üstüne bir
yüktür..."
Askerî maksadlarla at beslemeye bundan daha müessir teşvik olamaz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) askeriyede, kıyamete kadar ata ihtiyaç duyulacağını
belirtmektedir. Günümüzde, atın yerini motorlu vasıtalar almıştır. Benzin
ikmalinin yapılamaması, motorlu vasıtaların temin zorluğu, yol bulunmayan
dağlık arazi şartları gibi durumlarda, kesin sonuç alınması gereken savaş
hallerinde kullanmak üzere, ihtiyatlı orduların en azından yedekte at
bulundurmaktan kendilerini müstağni addetmeyecekleri açıktır.
3- Şârihler, atla ilgili olarak sayılan ve mizana gireceği belirtilen yem, su,
ter... gibi teferruattan maksadın "sevab" olduğunu belirtirler. Şüphesiz o
sayılanların maddî ağırlığı mevzubahis değildir. Hatta, bazı rivayetlerde
"yediği yemin her bir danesi" denmek suretiyle Allah rızası için at besleme
külfetine katlananın ne kadar büyük bir manevî ücrete nail olacağı tebârüz
ettirilmiştir.
4- At günümüzde ordudan kaldırılmıştır. Hadiste, atın yerine geçen aynı hizmeti
veren motorize vasıtaların edinilmesine, te'minine bir teşvik görmemiz mâkuldur,
gereklidir.
ـ20ـ وعن أبى مسعود البدرى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]جَاءَ رَجُلٌ بِنَاقَةٍ
مَخْطُومَةٍ إلى رسولِ اللّه #. فقَالَ هذِهِ في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى. فقَالَ #:
لَكَ بِهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ سَبْعُمِائةِ نَاقَةٍ كُلُّهَا مَخْطُومَةٌ[. أخرجه
مسلم والنسائى .
20. (1005)-
Ebu Mes'ud el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a, yularlanmış bir deve getirerek: "Bu Allah yoluna
bağışımdır" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama:
"- Buna karşılık sana, kıyamet günü, her biri yularlanmış yedi yüz deve vardır!"
dedi. [Müslim, İmâret 132, (1892); Nesâî, Cihâd 46, (6, 49).]
ـ21ـ وعن عدى بن حاتم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّهِ #: أىُّ
الصَّدَقَاتِ أفْضَلُ؟ قَالَ: إخْدَامُ عَبْدٍ في سَبِيلِ اللّهِ أوْ إظَْلُ
فُسْطَاطٍ أوْ طَرُوقَةُ فَحْلٍ[. أخرجه الترمذى.قوله »طُروقَةُ فَحْلٍ« هى الناقة
إذا كبرت وصلحت أن يعلوها الفحل وهى الحقَّةُ من ا“بل .
21. (1006)-
Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a:
"- Sadakanın hangisi efdâl (Allah nazarında en kıymetli)dir?" diye sorulmuştu,
şu cevabı verdi:
"- Allah yolunda bir köleyi hizmete koymak veya Allah yolunda (askerler için)
bir çadır kurmak (bağışlamak) veya döl alma yaşına basan bir deveyi (hibe, iâre
veya karz suretinde) bağışlamak." [Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 5, (1626).]
ـ22ـ وعن زيد بن خالد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ جَهّزَ
غَازِيا في سَبِيلِ اللّهِ فقَدْ غَزَا، وََمَنْ خَلَفَ غَازِياً في أهْلِهِ
بِخَيْرٍ فَقَدْ غَزا[. أخرجه الخمسة.
22. (1007)-
Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdular:
"Kim Allah yolunda bir askerin teçhizatını temin ederse bizzat gaza yapmış olur.
Kim, gazaya çıkan bir askerin geride kalan âilesine hayırlı himayede bulunursa
gaza yapmış olur." [Buharî, Cihâd 38; Müslim, Emâret 135, 136, (1899); Ebu
Dâvud, Cihâd 21, (2509); Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 6, (1628); Nesâî, Cihâd 44,
(6, 46).]
ـ23ـ وعن أبى أيوب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسول اللّه # يَقُولُ:
سَتُفْتَحُ عَلَيْكُمُ ا‘مصَارُ، وَسَتَكُونُ جُنُودٌ مُجَنَّدَةٌ تَقْطَعُ
عَلَيْكُمْ؛ فِيهَا بُعُوثٌ يَكْرَهُ الرَّجُلُ مِنْكُمْ الْبَعْثَ فِيهَا
فَيَتَخَلَّصُ مِنْ قَوْمِهِ ثُمَّ يَتَصَفَّحُ الْقَبَائِلَ يَعْرِضُ نَفْسَهُ
عَلَيْهِمْ يَقُولُ: منْ أكْفِهِ بَعْثَ كَذَا وَكَذَا؟ أَ فَهُوَ ا‘جِيرُ إلى
آخِرِ قَطْرَةٍ مِنْ دَمِهِ[. أخرجه أبو داود.»الْبُعُوثُ« جمع بَعْثٍ، وَهُم
طاَئفة من الجيش يبعثون في الغزو كالسرية .
23. (1008)-
Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
dinledim şöyle demişti:
"Size bir çok memleketlerin fethi müyesser kılınacak. Oralarda (komşu küffarla
cihad için) toplanmış askerî birlikler göreceksiniz. Size bu birliklerle sefere
çıkmak vazifesi verilecek. Bazılarınız onlarla (hasbi olarak) sefere çıkmak
istemiyerek, adamlarının arasından sıvışıp gazveye (ücretsiz) katılmamanın
yollarını arayacak. Arkadan da kendileriyle anlaşacak kabileler araştırıp,
onlara: "Falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu,
falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu?" diyecek.
Bilesiniz, (hasbeten gazveye gitmekten kaçan bu adam) bir ücretlidir, son
damlasına kadar kanını akıtsa da (gazi değildir, şehit sayılmaz, uhrevî
ücretten mahrumdur)." [Ebu Dâvud, Cihâd 30, (2525).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, gazvenin Allah rızası için
yapılmasını tavsiye etmektedir. Maaşlı asker, savaş sırasında ölse bile şehid
addedilmeyecektir. Hattâbî bu hadise dayanarak: "Cihad için ücret akdi yapmak
câiz değildir" demiştir. Ulemâ, bu şekilde ücretli olarak savaşa katılan kimse,
elde edilen ganimetin paylaşılmasına iştirak eder mi, etmez mi diye münakaşa
etmiştir. Evzâî hazretleri: "Askerlere hizmet etmek üzere katılan ücretlilere
ganimetten pay yoktur" der. İshak İbnu Rahuye de bu görüştedir. Süfyân-ı Sevrî
ise: "Gaza ve mukateleye iştirak etti ise, paylaşmaya da iştirak eder"
demiştir. İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel: "Sefere katılmış ve mukâtele
sırasında gâzilerle birlikte bulunmuş ise (bizzat savaşmamış olsa bile)
paylaşmaya katılır" derler.
ـ24ـ وعن زيد بن أسلم قال: ]كَتَبَ أبُو عُبَيْدَةَ إلى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما يَذْكُرُ لَهُ جُمُوعاً مِنَ الرُّومِ وَمَا يَتَخَوَّفُ مِنْهُمْ.
فَكَتَبَ إلَيْهِ عُمَرُ: أمَّا بَعْدُ فَإنَّهُ مَهْمَا يَنْزِلُ بِعَبْدٍ
مُؤْمِنٍ مِنْ مَنْزِلِ شِدَّةٍ يَجْعَلُ اللّهُ تَعالى بَعْدَهُ فَرَجاً، وَإنَّهُ
لَنْ يَغْلِبَ عُسْرٌ يُسْرَيْنَ، وَإنَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ في كِتَابِهِ: يَا
أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ[. أخرجه مالك .
24. (1009)-
Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: "Ebu Ubeyde, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'e yazarak
Rum cemaatlerini ve bunlardan duyduğu endişeyi belirtti. Hz. Ömer (radıyallahu
anh) kendisine şu cevabı verdi: "Emmâ ba'd: Bil ki, mü'min bir kula nerede bir
şiddet inecek olsa Allah ondan sonra bir ferec (kurtuluş) verir. Zira bir zorluk
iki kolaylığa asla galebe çalamaz. Cenâb-ı Hakk da Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler, sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun,
cihâda hazır bulunun, Allah'tan da korkun ki başarıya eresiniz" (Âl-i İmrân
200). [Muvatta, Cihâd 6, (2, 446).]
AÇIKLAMA:
Burda geçen "Zorluk, iki kolaylığa galebe çalamaz" tâbiri, Müstedrek'te merfu
hadis olarak zikredilmiştir.
Rivayeti, Hasan-ı Basrî, mürsel olarak anlatır: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün, mesrur, müferreh ve güler halde çıkmıştı, şöyle dedi:
"Zorluk, iki kolaylığa galebe çalamaz. Zira "Muhakkak ki güçlükle beraber
kolaylık vardır, gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır" (İnşirah 5-6).
Ebu'l-Velid el-Bâcî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın âyette, "zorluk" ve
"kolaylık" kelimeleri ikişer sefer geçtiği halde, kolaylığı "iki" zorluğu "bir"
olarak te'vil edişini şöyle açıklar:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراً اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراً
ayetinde zorluk
العسر kelimesi ma'rifedir, bu sebeple
istiğrâku'lcins ifade eder, yani bütün zorlukları içine alır. Böylece birinci
العسر ikinciyi de içine alır ve ikisi
bir sayılır. Halbuki "kolaylık" demek olan
اَلْيُسْر nekredir. Bu sebeple birinci
يُسر ün içinde ikinci
يُسر mevcut değildir. Böylece iki
"kolaylık" bir "zorluk" olmuş oluyor. Buharî hazretleri
قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إَّ اِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ
"De ki: "Bize iki iyiden, gazilik ve şehidlikten
başka birşeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?" (Tevbe 52) âyetinden sonra şu
açıklamayı yapar: "Bu âyet iktiza eder ki Resûlullah'ın nazarında iki kolaylık;
"murada erişmek" ve "ücret"tir. Öyleyse bir zorluk bu iki kolaylığa galebe
çalamaz, zira mü'mine bunlardan biri mutlaka hasıl olacaktır." Zafer muhtemel,
"ücret" muhakkak, çünkü zafer için yapılan her gayrete ücret var. Zafer de oldu
mu ücret çifte oluyor. O halde zorluk fütur vermemeli.
Günümüzde,askeri düzenleme farklılık arzeder. Muvazzaf dediğimiz,
meslekî subay sınıfı var. Hizmetine mukabil maaş alır. Bunlar yukarıdaki
hükme dahil olmamalıdır. Günümüz şartlarında ordu bu sınıfsız
düşünülemez. Bunların hizmetlerinde mânevi ücret, vazife sırasında
ölmeleri hâlinde şehidlik durumu niyyetlerine, ihlaslarına bağlı
olmalıdır. Yukarıdaki hadise dayanılarak kesin reddi câiz olmamalıdır.