ـ1ـ عن ابن جبير قال:
]قلتُ ‘بنِ عبّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: سُورَةُ ا‘نفالِ. قالَ: نزَلتْ في
بَدْرٍ[. أخرجه الشيخان .
1. (618)-
İbnu Cübeyr anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a:
"Enfâl sûresi (ne hususta indi?) diye sordum,
bana:
"Bedir Savaşı üzerine indi" cevabını verdi."
AÇIKLAMA:
Hadisin aslı uzuncadır. Said İbnu Cübeyr, İbnu
Abbas (radıyallahu anhümâ)'tan Tevbe, Enfal ve Haşr surelerinin nüzul
sebebini sorar. Yukarıdaki açıklamaya göre Enfâl suresi Bedir Savaşı üzerine
inmiştir.
ـ2ـ وعن مُصْعب بن سعد
عن أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَما كَانَ يَوْمَ بَدْرٍ جِئْتُ بِسَيْفٍ
فقلت: يَارَسُولَ اللّهِ؟ إنَّ اللّه قدْ شَفَا صَدْرِى مِنَ الْمُشْرِكِينَ
فَهَبْ لِى هَذَا السَّيْفَ: فقَالَ: هذَا لَيْسَ لِى وََ لَكَ. فقُلتُ: عَسَى
أنْ يُعْطى هذَا مَنْ َ يُبْلَى بََئى. فجَاءَنِى الرَّسُولُ)آد( إنَّكَ
سَألتَنِى وَلَيْسَ لِى، وَإنَّهُ قَدْ صَارَ لِى وَهُوَ لَكَ. قَالَ: فَنَزلت
يَسْألُونَكَ عَنِ ا‘نْفَالِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .
2. (619)-
Mus'ab İbnu Sa'd babasından (radıyallahu anh) naklettiğine göre, babası
şöyle demiştir:
"Bedir Savaşı sırasında bir kılıçla geldim
ve:
"Ey Allah'ın Resulü, Allah kalbimi
müşriklerden kurtardı, bu kılıcı bana bağışla" dedim. Bana:
"Bu mal ne senin, ne de benim"
diye cevap verdi. Ben (içimden):
"Bu kılıç, savaş sırasında benim kadar ciddî
hizmette bulunmayan birine verilebilir" diyerek ayrıldım. Sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) benim yanıma geldi ve:
"Sen, kılıç benim değilken onu benden
istemiştin. Şimdi ise artık benim oldu, al, bu senin olsun!"
dedi." Şu âyet inmişti:
"Ey Muhammed! Sana ganimetlere dair soru
sorarlar, de ki: "Ganimetler Allah'ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız
Allah'tan sakının..." (Enfâl: 8/1).
AÇIKLAMA:
Rivayetten anlaşılacağı üzere, hâdise Bedir
savaşının zaferle sona erip, büyük bir ganimetin elde edildiği esnada
cereyan etmiştir. O zamana kadar ganimetin taksimi mevzubahis olmamıştı, bu
sebeple de meseleyle ilgili hüküm bilinmiyordu.
Bedir'de ganimet alınmıştı ama nasıl pay
edilecekti? Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle durumlarda vahiy
beklerdi. Burada da aynı durumu görmekteyiz. Savaş sırasında dikkat çekecek
kadar cansiperane dövüştüğü Müslim'deki rivayetten anlaşılan Sa'd
(radıyallahu anh) ganimet mallarından aldığı bir kılınçla huzura gelerek
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bunun kendisine verilmesini ister.
Resulullah reddeder. Ebu Dâvud'un rivayetinde gelen sarâhete göre Sa'd aynı
taleble en az iki kere huzura çıkmıştır. İkincisinde sert bir ses tonu ile
taleb reddedilir. Mesele üzerine vahiy gelip, taksimat yapılınca kılınç,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hissesine düşünce Sa'd'a bağışlar.
Ganimet malı taksim edilinceye kadar, tek bir
ayakkabı bağı veya iğneye varıncaya kadar herkese haramdır. Bu prensip
düşmanla savaşan mücâhidlerin mal ve yağma derdine düşmesini önleyen bir
prensiptir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in pek çok hadislerinde
bu yasağa dikkat çekilmiş, tek bir iğnenin çalınması bile şehitlik
rütbesinin kaybına ve cehenneme gitmeye sebep olacağı belirtilmiştir.
Elde edilen ganimetin beşte biri devlete
kalır, gerisi savaşa iştirak edenler arasında atlı veya piyade oluşlarına
göre farklı olmakla birlikte, aynı durumda olanlara müsavî olarak pay
edilir. Ganimetten erâta pay ayrılması keyfiyetinin başarıya müessir olan
teşvik edici bir unsur olduğu alimlerimizce belirtilmiştir.
ـ3ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]نزلتْ وَمَنْ يُوَلِّهمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ فِي يَوْمِ
بَدْرٍ[. أخرجه أبو داود .
3. (620)-
Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa
çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, savaş günü
arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun
varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!" (Enfâl: 8/16) âyeti
Bedir günü indi."
AÇIKLAMA:
Ayet-i kerime Müslümanlara, savaşmanın mühim
bir kaç âdâbını bildirmektedir.
1-
Düşmana gizlice, ağır ağır yaklaşmak. Bu, âyetin aslında geçen zahfân
tabirinde mevcuttur. Zahf bebekler için emeklemek mânasında kullanılır.
Düşmana ağır ağır yaklaşıldığı savaş mânasında yevm-i zahf (emekleme günü)
tabiri kullanılması, Arapça'da âdet olmuştur. Ayet-i kerime kelime kelime
tercüme edilecek olsa "..kâfirlere emekliyerek kavuştuğunuz zaman..." demek
icâb ederdi.
2-
Savaş sırasında kaçmamak, sonuna kadar, yani zafer veya şehâdet elde
edinceye kadar geri dönmemek, yâni kaçmamak. Âyet-i kerime, savaştan kaçmayı
çok şiddetli bir tehdidle yasaklamaktadır: "Allah'ın gazabına uğramak. Bu,
nerdeyse şehide vaad edilen mükâfaatın büyüklüğüne denk bir ceza
olmaktadır.
Nitekim birçok hadiste savaştan kaçmak "büyük
günahlar" arasında zikredilmiştir. Nitekim bir Sahiheyn rivayetinde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) savaştan kaçmayı: "Allah'a şirk
koşmak, sihir yapmak, haksız olarak cana kıymak, riba yemek, yetim malı
yemek, savaştan kaçmak, masum kadınlara zina iftirasında bulunmak" gibi
en büyük günahlar arasında saymıştır. Bir başka hadiste de şöyle denmiştir:
"Üç günah var, kim bunlardan birini işlerse, hiçbir amelinin faydasını
göremez: Allah'a eş koşmak, ebeveyne isyan, savaştan firar."
3-
Ayet'i kerime, iki maksadla kişinin, savaşta yerini terkedebileceğini ta'lim
buyuruyor:
a)
Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek: Bu, düşmanı, sağlamca veya
tehlikeli şekilde yerleşmiş bulunduğu yerden çıkarıp, kendimiz için daha
elverişli olacak bir mevziye çekmek için düşmana, kaçıyormuş intibâını
vermek için bir tarafa çekilmek. Buna harp taktiği, harp hilesi de
denilebilir. Şu halde âyet-i kerime, bu mühim taktiğe parmak basmaktadır.
b)
Bir başka topluluğa katılmak maksadıyla cepheyi terk. Bu da güçlenmek veya
güçlendirmek maksadına racidir, harp hilesidir.
Müfessirler bu hükmün öncelikle münferid yani
tek başına kalan kimse için olduğunu söylerler. Böyle birisi sebat ettiği
takdirde boş yere öldürüleceği kanaatine varırsa, kurtuluş ve düşmana daha
güçlü olarak saldırmak arzusuyla cemaatin bulunduğu yere gitmesi sâdece câiz
olmaz, vâcib olur demişlerdir.
Şu halde, bu iki maksad dışında savaştan firar
kesinlikle haramdır.
Âlimler bu hususta münâkaşa etmişlerdir: "Bu
âyet sırf Bedir savaşına mı mahsus, bütün savaşlara da şamil mi?" diye.
Tefsir kitaplarımız her iki görüşün delillerini zikrettikten sonra
"cemâhir"in görüşü olarak, her ne kadar Bedir savaşıyla ilgli olarak nâzil
olmuş ise de kıyamete kadar yapılacak olan bütün savaşlar maksuddur.
Küffarla yapılan herhangi bir savaşta kaçmak haramdır hükmünde ittifak
edildiği belirtilir.
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]إنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللّهِ
الصُّمُّ الْبُكُمُ اŒية. قالَ: هُمْ نَفَرٌ مِنْ بَنِى عَبدِ الدَّارِ[. أخرجه
البخارى .
4. (621)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) "Allah katında yeryüzündeki canlıların en
kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizledir" (Enfâl: 8/22)
ayetinde kastedilmiş olanlar Abdü'd-Dâroğullarından bir gruptur" denmiştir."
ـ5ـ وعن أنس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال أبُو جَهْلٍ اللَّهُمَّ إنْ كانَ هذا هُوَ الحَقَّ
مِنْ عِنْدِكَ فأمْطِرْ عَليْنَا[
5. (622)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ebu Cehl (bir gün) şöyle dedi:
"Allahımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş
yağdır veya can yakıcı bir azab ver" (Enfal: 8/32) diye dua etmişti. Şu
âyet indi: "Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez. Onlar bağışlanma
dilerken de elbette Allah azâb edecek değildir" (Enfâl: 8/33).
Müşrikler mü'minleri Mekke'den çıkardıkları
zaman da şu âyet indi: "Yoksa Mescid-i Haram'a girmekten men ederlerken
Allah onlara niçin azâb etmesin?.." (Enfâl: 8/34).
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer'in, hadisi açıklamak maksadıyla
kaydettiği rivayetler, sadedinde olduğumuz rivayette kaydedilen ayetlerin
farklı durumlara işaret ettiğini göstermektedir. Öyle ki, Hz. Enes'in
kaydettiği durum ayetle ilgili rivayetlerden sadece biridir.
Taberî'nin Yezid İbnu Ruman'dan yaptığı
rivayete göre, Mekke'nin Ebu Cehil gibi inkârcı takımı, âyette ifade
edildiği şekilde başlarına taş yağmasını dilerler. Ancak, akşama pişman
olarak: "Allah'ım affına sığınırız" diye istiğfarda bulunurlar. Bunun
üzerine: "Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azâb edecek
değildir" (Enfâl: 8/33) âyeti nâzil olur.
İbnu Ebza'nın rivâyeti ise şöyle: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'de iken: "Sen içlerinde iken
onlara azab etmez" âyeti nazil oldu. Sonra Medine'ye hicret edince:
"Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azab edecek değildir" diye
âyetin devamı nazil oldu. Çünkü Mekke'de bazı Müslümanlar kalmış, istiğfar
ediyorlardı. Onlar da Mekke'den çıkınca: "Mescid-i Haram'a girmekten
menederlerken Allah onlara niçin azab etmesin?" (Enfal: 8/34) âyeti
nazil oldu ve böylece Cenâb-ı Hak Mekke'yi fethetme izni verdi. Ayette
Allah'ın onlara vaad ettiği azabdan maksad budur: Feth-i Mekke..."
ـ6ـ وعن عقبة بن عامر
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سمعتُ رسولَ اللّه # وَهُوَ عَلَى المِنْبَرِ
يَقُولُ: وَأعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ. أَ إنَّ
الْقُوَّةَ الرَّمْىُ ثََثاً[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .
6. (623)-
Ukbe İbni Âmir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı minberde iken dinledim, şu ayeti okudu: "Ey iman edenler!
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin
düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi
yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın..." (Enfal: 8/60).
Ayette geçen "kuvvet"i "Bilesiniz, kuvvet "atmak"tır" diye
açıkladı ve bunu üç kere tekrar etti."
AÇIKLAMA:
Ayet-i kerimede düşmana karşı hazırlanması
emredilen "kuvvet"i Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "atmak" olarak
açıklamaktadır.
ـ7ـ وزاد مسلم والترمذى:
]أَ إنَّ اللّهَ تعالى سَيَفْتَحُ لَكُمْ ا‘رْضَ وَسَتُكْفَوْنَ المَؤُونَةَ
فََ يَعْجِزَنَّ أحَدُكُمْ أنْ يَلْهُوَ بِأسْهُمِهِ[ .
7. (624)-
Müslim ve Tirmizî'de şu ziyade vardır:
"... Haberiniz olsun! Allah, arzı fethetmenizi
müyesser kılacak. İhtiyaçlarınız (Allah tarafından) karşılanacaktır. Sizden
kimse oklarıyla oynamaktan sakın geri kalmasın."
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada
"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın" (Enfal: 8/60)
âyetini tefsir etmekte ve hazırlanması gereken "güç"ün ne olduğu hususunda
ümmetini irşâd etmektedir. Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
mucize diyebileceğimiz bir sözüne rastlamaktayız. Bütün tarih boyunca tekzib
edilmeyen bir yorum: Kuvvet atmaktır, atıcılıktır, atmaktadır vs. Kuvvet'in
bu tarifi kıyamete kadar mûteber olmaya devam edeceğe benziyor. Zira her
devirde atma üstünlüğünü elde tutanlar üstün olmuştur. Dün kuvvet "ok
atmak", "mermi atmak", "obüs atmak"ta idi. Bugün füze atmak, füzesavar,
mermisavar atmak, sun'i peykler atmak, atom, hidrojen, nötron vs. bombalar,
lazer ışını atmak vs. Hemen ilâve edelim ki devletin ekonomik gücü de buna
bağlıdır. Atma üstünlüğünü elde etmek, bu hedefe ulaşmak belki de ekonomik
üstünlükten geçecektir. Ancak ekonomik güçlülüğün miyârı olan ferd başına
düşen millî gelir rakamı ne kadar yüksek olursa olsun bu bizi "atma" işinde
de üstünlüğe götürmedikçe, bir başka ifâdeyle ekonomik zenginliğimiz "atma
üstünlüğü" şeklinde kristalize olmadıkça hakiki manada güçlü değiliz
demektir. Bu zenginliğimizin yağmalanma tehdidiyle başbaşayız demektir.
Şu halde bu hadis Müslümanları her çeşit atma
vasıtalarında üstün olmayı teşvik etmektedir. Hattâ ilâve edebiliriz:
Günümüzde "atma"da üstünlük öncelikle ilme dayanmakta, teknolojiye
dayanmaktadır. Öyle ise, bu hadiste, "atma üstünlüğü"ne zemin hazırlayan,
sebep ve vasıta olan her şeye teşvik var demektir. Dahası, en ileri atma
vâsıtasına ulaşabilmek için, Müslümanlar arası birlik ve dayanışma
gerekiyorsa buna da emir vardır.
Hadis'in Müslim ve Tirmizî'de gelen ziyâdeli
rivâyetlerini gözönüne alırsak, atış antremanlarına ehemmiyet verildiğini
görürüz. Hadiste geçen "oklarıyla oynamak" tâbirinden maksad, atış
temrinidir. Müslüman kişi, dinlenmeye, eğlenmeye ayıracağı boş vaktini
atıcılık temrini yaparak geçirmelidir. Böylece faydalı bir meşguliyetle
eğlenmiş olmaktadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) atıcılıkla
meşgul olmaya çokca teşvikte bulunmuştur. Öyle ki, atıcılık meşguliyetini
"eğlence" değil ibâdet kabul etmekte, "En hayırlı eğlenceniz atıcılıktır"
demektedir. Rivâyete göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashab'tan
birini sorar,
"Eğlenceye gitti" denilince:
"Eğlence için yaratılmadık"
diyerek memnuniyetsizlik izhâr eder. Ancak: "Atış"a gittiği tasrih edilince
"Atış eğlence değil (ibadet)tir, atış
eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısıdır"
buyurur.
Atıcılıkla ilgili bir kaç hadis de şöyle:
"Atıcılık düşmanın hezimetidir."
"Atıcılık binicilikten daha mühimdir."
"Hiçbir silah hayırda (atma vasıtası olan)
yayı geçemez."
"Atıcılık öğrenin, zira iki hedef arası cennet
bahçelerinden bir bahçedir."
"Melâike hiçbir eğlencenizde hazır bulunmaz,
atış ve at koşusu hâriç."
"Sizden birini gam ve sıkıntı bastığı zaman,
yayını kuşanıp, kederini onunla dağıtmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur."
ـ8ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَمَّا نَزَلتْ: إنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ
صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ؛ كُتِبَ عَلَيْهِمْ أنْ َ يَفِرَّ وَاحِدٌ
مِنْ عَشَرَةٍ، وََ عِشْرُونَ مِنْ مِائَتَيْنِ. ثُمَّ نَزَلتْ: اŒنَ خَفّفَ
اللّهُ عَنْكُمْ اŒية. فكُتِبَ أنْ َ تَفِرَّ مَائَةٌ مِنْ مِائَتَيْنِ[. أخرجه
البخارى وأبو داود .
8. (625)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ey Peygamber! Mü'minleri
savaşa teşvik et. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener.
Sizin yüz kişiniz, inkâr edenlerden bin kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız
bir güruhtur" (Enfâl: 8/65) âyeti inince bir kişinin on kişinin önünden
kaçmaması, yirmi kişinin de iki yüz kişinin önünden kaçmaması farz kılındı.
Sonra da şu âyet indi:
"Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira
içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz, onlardan iki
yüz kişiyi yener. Sizin bin kişiniz, Allah'ın izniyle, iki bin kişiyi yener.
Allah sabredenlerle beraberdir."
(Enfâl. 8/66). Böylece yüz kişinin, iki yüz kişinin önünden kaçmaması farz
kılındı."
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki âyet, şu mealdeki bir ayetten
sonra gelmektedir.
"Ey Peygamber! Allah'ın yardımı sana ve sana
uyan mü'minlere yeter!" (Enfâl:
8/64).
Bedir Savaşı'ndan önce, yolda nâzil olduğu
belirtilen bu âyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Bedir Savaşı'na
hazırlamak, teşcî etmek gayesini gütmekte ve sayıya itibar etmeden savaşıp,
savaşta sebât etmeyi emretmektedir. Şunu da belirtelim ki, önceki ayeti iki
surette anlamak mümkündür:
1- Ey
Peygamber! Allah'ın yardımı sana ve sana uyan mü'minlere yeter.
2- Ey
Peygamber, sana, Allah ve sana uyan mü'minlerin yardımı yeter. Her iki mâna
da makbul addedilmiş ve hatta bu ikinci manayı el-Ferrâ daha güzel
bulmuştur.
Fahreddin-i Râzi, Cenâb-ı Hakk'ın yardım
vadettiği bir âyetten sonra "mü'minleri kıtâle teşvik etmesi"ni Resûlullah'a
emretmesinden şu hükmü çıkarır: Allah, her ne kadar kendi yardımı ve
mü'minlerin yardımıyla sana yeterse de, buna güvenip kalman bir şartla
câizdir, o şart da mü'minleri savaşa teşviktir. Zîra Cenâb-ı Hakk,
mü'minlerden mücâhedede mal ve canlarını bezledip ortaya koymaları şartıyla
sana tam olarak kâfidir.
Râzi, kezâ yirmi ve yüz rakamlarının zikrinde,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çıkardığı seriyyelerin miktarına
mutabakat bulur: "Çoğunlukla der, Resûlullah'ın seriyyelerine katılan
mücahidlerin sayısı 20'den az, 100'den çok olmazdı."
Az, çoğa nasıl galebe çalar?
1-
Sayıca çok olmalarına rağmen kâfirlerin yenilme sebebi âyette: "Çünkü onlar
anlayışsız bir güruh" diye izah edilmiştir. Bundan maksad şudur: Onlar
âhirete inanmadıkları için, hayat deyince sâdece dünyevî hayatı bilirler.
İnancı bu olan kimse ölmek istemez. Halbuki asıl saâdetin öbür dünyada
olduğunu bilen, bu hayata kıymet vermez, ölüm tehlikesini hiçe sayarak
bütün ruh ve canıyla, tam bir azimle savaşa girişir. Bu hâletle çarpışan
kimse, dünyayı sevenlerden pek çoğuna galebe çalar.
2-
Ayrıca küffâr sadece maddî gücüne güvenir, mü'minler ise Rab'lerinin
yardımına da güvenir, dua ve tazarruda bulunur. Bu da inanana üstünlük
sağlar.
3-
Râzi, üçüncü hususu sadece riyâzet ve mükâşefe sahiplerinin
anlayabileceğini belirttikten sonra der ki: "İlim ve marifet kesbiyle
hususiyet kazanmış bir kalb sahibinden, halk heybet duyar. Bu sebeple, âlim
bir kimse, kuvvetli, câhil, şedid insanların bulunduğu bir cemaate uğrasa,
bu kuvvetli, câhil, şedid insanlar o âlimden heybet duyarlar, ona karşı
hürmetle dolup hizmetine koşarlar. Hatta, hepimiz biliriz: Kuvvetli yırtıcı
hayvanlar, insan görünce, ondan heybet duyarak yanından uzaklaşırlar. Bunun
tek sebebi kendisindeki akıl nuruyla insanın mehub oluşudur. Keza hakim
kişinin kalbini Allah'ın nur-u mârifeti istilâ ederse, o da mehib olur.
Çünkü bu sayede onun da âzâları güç, kol ve bacakları şiddet kazanır. Bazan
olur ki, kalbinde tecelli-i mârifetin zuhuru anında öyle işlere güç yetirir
ki, o anlar dışında mümkün değil onu yapsın."
Râzî'nin bu tahlili, Çanakkale Savaşı'nda, bir
top ekibinin ancak kaldırabildiği 215 okkalık (takriben 270 kilo) bir top
mermisini, yanındaki arkadaşlarının şehid düşmesiyle Mehmed oğlu Seyyid'in
tek başına kaldırıp namluya sürebilme hadisesine uygun düşer. Mâlum o gülle,
Amiral gemisinin bacasından düşüp gemiyi batıracak ve İngilizlerin
Çanakkale'den geri dönme kararlarına müessir olacaktır.
Fahreddin-i Râzî âyetle ilgili açıklamalarını
şöyle sonuçlar:
"Bu söylediğimiz hususu anladı isen görürsün
ki, mü'min cihada geçince Allah'ın rızasını tahsil için malını canını ortaya
koyar. Böylece, bu hâlette iken Allah'ın büyüklüğünden tecelli eden nuru
görür gibi olur, kalbi kuvvet, ruhu kemal kazanır ve başkasının muktedir
olamıyacağı şeylere gücü yeter. Mükâşefeler nevine giren bu haller, mü'minin
kafirden daha güçlü olması gereğine delâlet eder. Şayet bu hâsıl olmuyor
ise, bunun nâdiren husul bulmasından ve herkese değil bazı ferdlere nasib
olmasındandır. Doğruyu Allah bilir."
ـ9ـ وفي أخرى: ]لَمَّا
نزَلت إنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ. شَقَّ
ذلِكَ عَلَى الْمُسْلِمِينَ فَنَزلت: اŒنَ خَفّفَ اللّهُ عَنْكُمْ اŒية. فَلَما
خَفّفَ اللّهُ تعالى عَنْهُمْ مِنَ الْعِدَّةِ نَقَصَ عَنْهُمْ مِنَ الصَّبْرِ
بَقَدْرِ مَا خَفَّفَ عَنْهُمْ[ .
9. (626)-
Bir rivayette de şöyle denir: "...Sizin sabırlı yirmi kişiniz, onlardan
iki bin kişiyi yener" âyeti nâzil olunca bu, Müslümanlara ağır geldi ve
şu âyet indi: "Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaaf
bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi
yener. Sizin bin kişiniz, Allah'ın izniyle onlardan iki bin kişiyi yener.."
(Enfal: 8/66). Allah onlardan miktarı hafiflettikçe, Müslümanların sabrı da
-azaltılan miktar nisbetinde- eksildi."
AÇIKLAMA:
Bakara suresinde "Nice az bir kalabalık daha
çok bir kalabalığa Allah'ın izniyle galebe çalar" (249. ayet) buyurularak
askerî zaferlerde sayı üstünlüğünün gerekli bir şart olmadığı
belirtilmiştir. Burada ise, zafer ihtimâlini koruyan âzamî ve normal
farkların rakamları verilmektedir. Önceki âyette, mü'minler, bire on
üstünlükteki düşman kuvvetinin önünden kaçmamakla mükellef tutulmuşlardır.
Demek ki, askerin iyi bir tâlimden
geçirilmesi, imandan gelen bir sabırla ve şehâdet aşkıyla direnmesi, on
mislini bulan düşmana karşı zafer şansı vermektedir.
Bu nisbette üstün düşman karşısında sebat,
mü'minleri düşündürüyor. Aradaki farkı ezici ve tahammülü aşıcı bularak
üzülüyorlar, bunu yapamamaktan korkuyorlar. Derken müteâkip âyet geliyor:
İki misli düşman kuvveti karşısında kaçmak haram kılınıyor.
Bu iki âyetin umumî irşadlarından şu mânâları
anlamak da mümkündür: Sulh dönemindeki maddî hazırlığı önceki âyete göre
yapmak câiz değildir. Savaş esnasında da iki misli düşman gücüne karşı
tereddüde düşmek câiz değildir. Bazı durumlarda düşman on misli bile olsa
yeise düşmek, teslim olmak câiz değildir.
ـ10ـ وعن أبى هريرة
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّ النَبِىّ # قالَ: لَمْ تَحِلَّ الْغَنَائِمُ ‘حَدٍ
سُودِ الرُّءُوسِ مِنْ قَبْلِكُمْ، إنَّمَا كانَتْ تنزلُ نَارٌ مِنَ السَّماءِ
فتأكُلُهَا؛ فلمّا كانَ يَوْمُ بَدْرٍ وَقَعُوا في الْغَنَائمِ قَبْلَ أنْ
تَحِلَّ. فأنزَلَ اللّهُ تعالى: لَوَْ كِتَابٌ مِنَ اللّهِ سَبَقَ لَمسَّكُمْ
فِيمَا أخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ[. أخرجه الترمذى وصححه .
10. (627)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Ganimetler sizden önce hiçbir başı siyaha
(yani âdemoğluna) helal kılınmadı. Ganimet alındığı zaman gökten inen bir
ateş onu yakardı." -Râvi Süleymân
el-A'meş der ki: "(Başı siyah tabirini) şimdilerde Ebû Hüreyre'den başka
kullanan birini göremiyorum- Bedir savaşı sırasında henüz helâl edilmezden
önce, Müslümanlar ganimetleri aldılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu âyeti
indirdi:
"Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm
olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi..."
(Enfâl: 8/68).
AÇIKLAMA
için müteakip hadise bakınız.
ـ11ـ وعن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمَّا كانَ يَوْمُ بَدْرٍ وَأخَذَ: يعنِى النبىّ #
الْفِدَاءَ. فأنزَلَ اللّهُ تعالى: ما كانَ لِنبىّ أنْ يَكُونَ لَهُ أسرَى
حتَّى يُثْخِنَ في ا‘رْضِ تُريدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا. إلى قوله: لَمَسَّكُمْ
فِيمَا أخَذْتُمْ؛ مِنَ الْفِدَاءِ: عَذَابٌ عَظِيمٌ. ثُمَّ أحَلَّ لَهُمُ
الْغَنَائِمَ[. أخرجه أبو داود .
11. (628)-
Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Bedir savaşında Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) (esirlerin serbest bırakılmaları mukabilinde)
fiyde-i necat alınca Cenâb-ı Hakk şu ayeti indirdi:
"Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden
esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz.
Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir. Daha önceden
Allah'tan verilmiş bir hüküm
olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi. Elde
ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yiyin..." (Enfal: 8/67-69).
Ganimetler sonradan helâl kılındı."
.
AÇIKLAMA:
Daha önce de temas edildiği üzere, muhtelif
hadislerde, geçmiş ümmetlere ganimetlerin haram kılınmış olduğu belirtilir.
Bedir savaşından sonra bu ümmet-i merhûme'nin mümeyyiz bir hususiyeti olarak
savaşta alınan ganimet helâl kılınmıştır. Yukarıda mealen kaydedilen Enfâl
suresinin 69. ayeti bu hususu te'yid eder.
Burada hatıra gelecek bir noktayı açıklamada fayda var. Bu vak'adan önce,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece Muhacirlerin katıldığı bazı
seriyyeler çıkarmıştır. Ancak, Abdullah İbnu Cahş komutasında çıkarılan
seriyye hariç hiçbirisinde ciddi bir mukâtele ve hele ganimet ele geçirmek
vâki olmamıştır.
Abdullah İbnu Cahş
seriyyesi, hicretin on yedinci ayında ve Recep ayında, yani Bedir
gazvesinden iki ay kadar önce cereyan etmiştir. On iki kişilik bir grubun
yaptığı bu gazvede kuru üzüm taşıyan bir kervanın önü kesilmiş ve malları
yağmalanmıştır. Ancak elde edilen ganimeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) taksim etmez, bekletir. İbnu Sa'd'ın kaydına göre bu ganimeti,
Bedir savaşından dönüldükten sonra Bedir ganimetleriyle birlikte taksim
eder. Demek oluyor ki Hz. Peygamber, bu konuda vahiy olmadığı için,
ihtiyaten ganimete dokunmayıp hüküm beklemiştir.
Geçmiş milletler, savaşlarda ganimet alırlar,
fakat istifade etmezlermiş. Hepsi biraraya yığılır, beklenirmiş.
Gazvelerinin Allah indinde makbuliyetine alâmet olarak gökten inen bir ateş
hepsini yakarmış. Bu keyfiyeti anlatan bir Sahiheyn hadisi şöyle tamamlanır:
"Ganimetin bize helâl kılınışının sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın aczimizi,
za'fımızı dikkate almış olmasıdır, bunun için bize helâl kıldı." Âlimler
bu cevazı Peygamberimizin Allah indindeki şerefi sebebiyle bize rahmetle
muamelede bulunmasıyla izâh ederler. Önceki ümmetlerde, ganimet malında
gulül (çalma) olduğu takdirde ganimet kabul edilmez, hırsızlık bulununcaya
kadar, ateş düşmezmiş. Ümmet-i Muhammed'e ganimet helâl kılınmakla kalmamış,
gulûl de setr edilmiştir. Çalanın günahı şahsında kalır. Ganimetin ateşle
yakılması prensibine esas itibâriyle esirlerin de dahil olması gerektiğini
belirten âlimler, bunun istisna kılınmış olması gerektiğini söylerler.
"Çünkü bu durumda insanlık neslinin imhası gibi akla uzak bir durum
sözkonusu olur. Ayrıca, tarihen mevcut olan kölelik müessesesi de fiiliyatta
böyle bir tatbikatın olmadığını göstermektedir. Esir almak helâl olmasaydı,
eskilerin köleleri olmazdı..." derler.
Ayetlerin açıklanmasına gelince:
Bedir Savaşı zaferle kapanıp, aralarında
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iki amcası Abbâs ve Akîl'in de
bulunduğu 70 kadar esirle Medine'ye dönülünce bu esirlere nasıl bir muamele
yapılacağı gündeme geldi. Harp esirleri üzerine henüz vahiy gelmemiş olduğu
için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) meseleyi istişare yoluyla
çözmeye karar verdi. Ashâb (radıyallahu anhüm ecmain)'ın ileri gelenlerinin
fikirlerini aldı:
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): "Bunlar senin
kavmine mensup kimselerdir, bazısı da ailendendir.. fidye mukabili serbest
bırak, fidye ile maddî yönden güç de kazanırız..." manasında tavsiyede
bulundu.
Hz. Ömer: "Bunlar seni tekzib ettiler,
yurdundan çıkardılar, getir hepsinin boyunlarını vur, bunlar küfrün
önderleridir. (Onlardan gelecek paraya muhtaç değiliz) Allah bizi zengin
kılar. Amcan Akil'i Ali'ye, Abbâs'ı Hamza'ya, falancayı da bana teslim et,
boyunlarını uçuralım..." meâlinde konuştu. Sa'd İbnu Muâz da aynı kanaati
izhâr etti.
Hz. Peygamber:
"Allah bazı insanların kalbine yumuşaklık
vermiştir. Bunlar sütten de yumuşak olurlar. Allah bazılarının kalbine de
sertlik vermiştir, bunlar taştan da sert olurlar. Senin mislin ey Ebu Bekir!
Hz. İbrahim'dir. O şöyle demişti: "Rabbim.. bana uyan bendendir, bana karşı
gelen kimseyi sana bırakırım, sen bağışlarsın, merhamet edersin!" (İbrahim:
14/26). Ey Ebû Bekir, kezâ şöyle diyen Hz. İsâ gibisin: "Onlara azâb edersen
doğrusu onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, güçlü olan, hâkim olan
şüphesiz ancak sensin" (Maide: 5/118).
Senin mislin Ey Ömer, Hz. Nuh'tur. O şöyle
demişti: "Rabbim yer yüzünde hiç bir inkârcı bırakma! Doğrusu sen onları
bırakırsan kullarını saptırırlar..." (Nuh: 71/26). Ey Ömer sen keza Hz. Musa
gibisin, o da şöyle demişti: "Rabbimiz doğrusu sen, Firavun'a ve erkanına
ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolunda
şaşırtmaları için mi? Rabbimiz mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar
can yakıcı azâbı görmedikçe inanmazlar!" (Yunus: 10/88).
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) böylece
farklı görüş sahiplerini gönül alıcı sözlerle hoşnud ettikten sonra Hz. Ebu
Bekir'in görüşüne meyleder.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e dönerek:
"Ey Ebu Hafs, bana Abbâs'ı öldürmemi
söylüyorsun!" dedi. Hz. Ömer:
"Yazık Ömer'e, anasız kalasıca Ömer'e!" diye
yakınmaya başladı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i böyle bir
teklifle üzmüş olmaktan pişmanlık duydu.
Bu meselede, Abdullah İbnu Revâha'nın da
"çokca odun toplayıp, esirlerin ateşe atılıp yakılmasını teklif ettiği"
rivâyet edilir. Hz. Abbas (radıyallahu anh): Abdullah'a: "Sıla-ı rahmi
koparıp attın" demiştir.
Bu tezekkürden sonra Hz. Peygamber :
"Herkesin ya fidye ile serbest bırakılması veya boyunlarının vurulmasına
karar verin" der. Neticede, birkaç kişinin bağışlanması dışında fidye
mukabili serbest bırakılmasına karar verirler. Tesbit edilen miktar üzere
fidye alınınca: "Daha önceden, Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" meâlindeki ayet
nâzil olur (Enfal: 8/68).
Bu sırada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yanına giren Hz. Ömer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ve Hz. Ebu Bekir'in ağlamakta olduklarını görür.
- Ey Allah'ın Resûlü niye ağlıyorsun? sebebini
söyle, gerekiyorsa ben de ağlıyayım! der. Hz. Peygamber:
- Arkadaşlarınızın fidye alması sebebiyle
ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın kılındı. (Orada yakın
bir ağaç vardı). Şâyet, semâdan azâb inmiş olsaydı Ömer'le Sa'd İbnu
Mu'âz'dan başka kimse kurtulamazdı"
der.
Ancak, gelen şu müteakip vahy mü'minlere
ganimeti helâl kılar. (Meâlen):
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş
olarak yiyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edici, çok
esirgeyicidir" (Enfal: 8/69).
ـ12ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]في قوله تعالى: وَالَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا،
وَقوله: وَالَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا. قالَ: كانَ ا‘عْرَابِىُّ َ
يَرِثُ الْمُهَاجِرَ وََ يَرِثهُ الْمُهَاجِرُ فنُسِخَتْ فقالَ: وَأولُوا
ا‘رْحَامِ بَعْضُهُمْ أوْلَى بِبَعْضِ[. أخرجه أبو داود .
12. (629)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şu iki âyet hakkında aşağıdaki açıklamayı
yapmıştır: "Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla
canlarıyla cihâd edenler ve Muhâcirleri barındırıp onlara yardım edenler,
işte bunlar birbirlerinin dostudurlar" ve "İnanıp hicret
etmeyenlerle, -hicret edene kadar- sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din
uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına
karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür. İnkâr
edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız
yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar. İnanıp hicret eden,
Allah yolunda savaşanlar ve Muhâcirler'i barındırıp, onlara yardım edenler,
işte onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe
verilmiş rızıklar vardır. Sonra inanıp hicret eden ve sizinle birlikte
savaşanlar, işte onlar sizdendir." Bedeviler muhâcire vâris olmazdı,
muhacir de ona varis olmazdı. Bu durum nesh edildi. Ayet şöyle buyurdu:
"Birbirinin mirascısı olan akraba Allah'ın kitabına göre birbirine daha
yakındır. Doğrusu Allah her şeyi bilir" (Enfâl: 8/22-25).
AÇIKLAMA:
İbnu Abbas yukarıda kaydedip tırnakla
ayırdığımız birinci kısımdaki "Doğrusu inanıp hicret edenler... ve onlara
yardım edenler işte bunlar birbirlerinin dostudurlar" ifâdesini şöyle
anlamıştır: "Muhacirler ve Ensarîler birbirlerine -sırf hicretin
kazandırdığı bir hakla- vâris olurlardı, fakat bunların müşrik olan
akrabalarıyla aralarında verâset cereyân etmezdi. İnanıp hicret etmeyen de
muhacir olan akrabasına vâris olamazdı. Bu durum Mekke'nin fethine kadar
devam etti. Mekke'nin fethiyle muhâceret sona erdi ve gerektiği şekilde
akrabalar birbirine vâris oldular ve bu yasak neshedildi. Nesheden âyet de
şudur: "Birbirlerinin mirasçısı olan akraba Allah'ın kitabına göre
birbirlerine daha yakındırlar." (Enfâl: 8/75).
"İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene
kadar sizin dostluğunuz yoktur"
âyeti de İbnu Abbas'ın getirdiği bu yoruma göre şu mânaya gelmektedir: "İmân
ettiği halde hicret etmeyip Mekke'de kalanlarla aranızda miras bağı yoktur."
Anlaşılacağı üzere böylece hicret etmeyen
mü'min, hicret eden mümine vâris olamıyordu. Mekke fethiyle bu durum
kaldırılıyor.
Bu mevzu daha önce geniş olarak açıklandı
(550, 551. hadisler).