Kütübü Sitte

HADİD SÛRESİ

 

ـ1ـ عن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَا كَانَ بَيْنَ إسَْمِنَا وَبَيْنَ أنْ عََاتَبَنَا اللّهُ تَعالى بِقَوْلِهِ ألَمْ يَأْنِ لِلذِينَ آمَنُوا أنْ تخْشَعَ قلُوبُهُمْ لِذكْرِ اللّهِ إّ أرْبَعُ سنين[. أخرجه مسلم .

 

1. (814)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Müslüman olmamızla Cenâb-ı Hakk'ın bizi, "İman edenlerin gönüllerinin Allah'ı zikretmek üzere yumuşaması ve ondan gelen hakikate bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasıklardı" (Hadid, 16) meâlindeki âyetle azarlaması arasında dört yıllık zaman mevcuttur." [Müslim, Tefsir 24, (3027).][1]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu âyetlerin nüzûlüyle ilgili oldukça farklı rivayetler vardır. Yukarıda kaydedilen İbnu Mes'ud'un rivayetine göre, ayet Mekke'de nâzil olmuştur. Vahyin başlangıcının dördüncü senesinde mü'minler ikaz edilmiştir.

İbnu Abbas'tan gelen bir rivayette nübüvvetin on üçüncü senesinde nâzil olmuştur. İniş sebebi olarak, mizah ve şakaya fazla yer veren Ashabtan bazıları gösterildiği gibi, Ashâba umumiyetle ârız olan bir rehâvet de gösterilmektedir. Şöyle ki: Mekke'de sıkıntı içinde olan mü'minler Medine'ye hicret edince, orada maddî ihtiyaçlarında bolluk ve rahata kavuşurlar. Bu durum onların bir kısmında bir ağırlık, bir uyuşukluk meydana getirir, eskiye nazaran gayretleri azalır. Dolayısiyle, "onları itab edip uyarmak üzere bu âyet indi" denilmiştir.

Bu açıklamaları âyetin siyakına tamamen mutabık bulmayan Elmalılı Hamdi Efendi, insan ruhunda meknuz olan bir kanuna dikkat  çekildiğini belirtir. Ona göre, cemiyetler de insanlar gibi çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi safhalar geçirirler. İmanın ferdde meydana getirdiği uyanıklık ve canlılık zamanla zayıflayıp, sönebilir, cemiyetler de öyle. O halde bu sönme ve zayıflama durumlarında yeniden canlılık vermek mümkündür, bu da imanla olur. Nitekim bir başka  âyette Cenâb-ı Hakk mü'minleri şöyle tarif etmektedir:

 اِنَّمَا الْمُؤمِنونَ الَّذِينَ اِذَا ذُكِرَ اللّه وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ ايَاته زَادَتْهُمْ اِيمَاناً وَعلى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

 "İman edenler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rablerine güvenirler" (Enfâl, 2-3).

Hamdi Efendi merhumun açıklamasına göre, sâdece âtıl hâle geçen gönüllerin veya cemiyetlerin yeniden uyandırılması için değil, tekâmül kanununa tâbi olan beşerî fıtratın, terakkide daha üst safhalara geçebilmesi için de imanın hareket vermesi, kımıldatması gerekmektedir. Yukarıdaki âyet daha ziyade böyle bir maksadla nâzil olmuştur. Rivayette, gelenlerle mutmain olamayarak, cesâretle dirâyete geçerek orijinal ve orijinal olduğu kadar da nefis olan bu yorumunu, -kendi ifadesiyle- şöyle sonuçlandırır: "İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm ma'şerinin, iman hasailinde ve amelî melekâtta zikrullaha ve ahkâm-ı hakka tam bir huşû ve inkiyad melekesi edinerek faaliyet çağına geçmeleri zamanının hulul ettiğini ihtâr eylemektedir."[2]

 

ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]اعْلَمُوا أنَّ اللّهَ يُحْيِى ا‘رْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا. قَالَ: يُلِينُ الْقُلُوبَ بَعْدَ قَسْوَتِهَا فَيَجْعَلُهَا مُخْبَتَةً مُنِيبَةً يُحْيِى الْقُلُوبَ الْمَيِّتَةَ بِالْعِلْمِ وَالْحِكْمَةِ. وَإَّ فقَدْ عُلِمَ إحْيَاءُ ا‘رْضِ بِالْمَطَرِ مُشَاهَدَةً[. أخرجه رزين .

 

2. (815)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "Yeryüzünü, öldükten sonra Allah'ın tekrar dirilttiğini bilin, akledersiniz diye size delillerimizi açıkladık" (Hadid, 17) meâlindeki âyetle ilgili olarak şöyle buyurdu: "Allah kalbleri kasavet ve katılıktan sonra yumuşatır, (tevhid hususunda) mutmain ve (Rabbine) yönelmiş kılar. Ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir (Âyet bu  mânayı ders vermektedir). Arzın yağmurla diriltilmesi zaten gözle görülen bir durumdur."

Rezîn'in ilâvesidir. ed-Dürrü'l-Mensûr İbnu'l-Mübârek'in rivayeti olarak kaydetmektedir (6, 175). [3]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bu ayetten, öncelikle, ölmüş kalpleri de Cenab-ı Mevlâ'nın iman ve ihlâs vererek diriltebileceğini anlamak gerektiğini ifade ediyor. "Aksi halde, demek istiyor, arza hayat verdiğinden bahsetmesi, mâlumu îlam kabilinden olur, bu da bize yeni bir bilgi kazandırmaz."

Şüphesiz arzın yağmurla diriltilmesini herkes görür, ancak, birçoğu bunun gerçek fâilinin Allah (celle şânuhu) olduğunun idrakinde değildir. Ayrıca Cenab-ı Hakk, çoğu kere gözlerimizin gördüğü hâdiseleri misal vererek, imana giren ve göremediğimiz hâdiselerin  vukuuna  bizi iknâ etmek ister. Baharda arzın ihyası, başka âyette kıyametten sonra yeniden diriliş ve haşir meydanında toplanma, amel defterlerinin neşri gibi istikbale matuf gaybî ve imanî meselelere delil kılınır: "Bunu yapan onu da yapacaktır, bunu yapabilen onu da yapabilecektir"  mânasında: "Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir" (Fâtır, 9) ayetinde olduğu gibi.[4]

 

ـ3ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَتْ مُلوكٌ بَعْدَ عِيسى عَلَيْهِ السََّمُ بَدَّلُوا التَّوْرَاةَ وَا“نْجِيلَ، وَكَانَ بَيْنَهُمْ مُؤْمِنُونَ يَقْرَءُونَ التَّوْرَاةَ وَا“نْجِيلَ. فَقِيلَ لِمُلوكِهِمْ مَا نَجِدُ شَتْماً أشَدَّ مِنْ شَتْمٍ يَشْتِمُنَاهُ هؤَُءِ، إنَّهُمْ يَقْرَءُونَ؛ وَمَنْ لَم يَحْكُمْ بِمَا أنْزَلَ اللّهُ فَأُولئِكَ هُم الْكَافِرُونَ؛ مَعَ مَا يَعِيبُونَنَا بِهِ في أعْمَالِنَا في قِرَاءَتِهِمْ، فَادْعُهُمْ فَلْيَقْرَءُوا كَمَا نَقْرأُ وَلْيُؤْمِنُوا كَمَا نُؤْمِنُ. فَدََعَاهُمْ: فَعَرَضَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلَ أوْ يَتْرُكُوا قِرَاءَةَ التَّوْرَاةِ وَا“نْجِيلِ إَّ مَا بَدَّلُوا مِنْهَا. فَقَالُوا مَا تُرِيدُونَ إلى ذلِكَ؟ دَعُونَا، فَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ: ابْنُوا لَنَا أُسْطُواناً ثُمَّ ارْفَعُونَا إلَيْهَا ثُمَّ أعْطُونَا شَيْئاً نَرْفَعُ بِهِ طَعَامَنَا وَشَرابَنَا وََ نَرُدُّ عَلَيْكُمْ. وَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ: دَعُونَا نَسِيحُ في ا‘رْضِ وَنَهيمُ وَنشْرَبُ كمَا تَشْرَبُ الْوَحْشُ، فإنْ قَدَرْتُمْ عَلَيْنَا في أرْضِكُمْ فَاقْتُلُونَا؛ وَقَالَتْ طَائِفَةٌ: ابْنُوا لَنَا دُوراً في الْفَيَافي، وَنَحْتَفِرُ اŒبَارَ، وَنَحْتَرِثُ الْبُقُولَ وََ نَرُدُّ عَلَيْكُمْ وََ وََ نَمُرُّ بِكُمْ، وَلَيْسَ أحَدٌ مِنَ الْقَبَائِلَ إّ وَلَهُ فِيهِمْ حَميمٌ فَفَعَلُوا ذلِكَ. فَأنْزَلَ اللّهُ

تعَالى: رَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إَّ ابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا؛ وَاŒخَرُونَ قَالُوا: نَتَعَبَّدُ كَمَا تَعَبَّدَ فَُنٌ، وَنَسِيحُ كَمَا سَاحَ فَُنٌ، وَنَتَّخِذُوا دُوراً كَمَا اتَّخذَ فَُنٌ، وَهُمْ عَلَى شِرْكِهِمْ َ عِلْمَ لَهُمْ بِإيمَانِ الَّذِينَ اقْتَدَوْا بِهِمْ، فلمَّا بُعِثَ رسولُ اللّه # لَمْ يَبْقَ مِنْهُمْ إَّ قَلِيلٌ، انْحَطَّ رَجُلٌ مِنْ صَوْمَعَتِهِ وَجَاءَ سَائِحٌ مِنْ سِيَاحَتِهِ وَصَاحِبُ الدَّيْرِ مِنْ دَيْرِهِ فَأمَنُوا بِهِ وَصَدَّقُوهُ. فَقَالَ اللّهُ تعَالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِهِ؛ يَعْنِى أجْرَيْنِ بِإيمَانِهِمْ بِعِيسى، وَبِالتَّوْرَاةِ وَا“نْجيلِ، وَبإيمانِهِمْ بِمُحَمَّدٍ # وَتَصدِيقِهِمْ بِهِ، وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ. الْقُرآنَ وَاتّبَاعَهُمُ النَّبىَّ #، وَقَالَ: لِئَ يَعْلَمَ أهْلُ الْكِتَابِ. الَّذِينَ يَتَشَبَّهُونَ بِكُمْ: أنْ َ يَقْدِرُونَ عَلى شَئٍ مِنْ فَضْلِ اللّهِ اŒية[. أخرجه النسائى .

 

3. (816)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) buyurdu ki: "Hz. İsa (aleyhisselam)'dan sonra bir kısım melikler Tevrat ve İncil'i tahrif ettiler. Aralarında mü'min olanlar da vardı, bunlar Tevrat ve İncil'i okuyorlardı. (Müminlerin okuduklarından rahatsız olan) bazıları, meliklerine şöyle dediler: "Bunların bize yaptığı hakâretten daha ağır hakâret, savurdukları küfürden daha galiz küfür görmedik. Kitapta, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendisidirler" (Mâide, 44) diye okuyup, kitaptan gösterdikleri âyetlerle bizi  yaptığımız işlerden dolayı kınıyorlar (kâfir, fasık oldunuz diyorlar.) Onları çağırıp uyarın, bizim okuduğumuz gibi okusunlar, bizim inandığımız gibi inansınlar."

Melik onları çağırıp topladı, ya ölümü ya da tahrif edilmiş haliyle Tevrat ve İncil'i okumaktan birini tercih etmelerini teklif etti: Onlar:

"- İstediğiniz bu  mu? bizi  bırakın (bir düşünelim)!" dediler. Sonra bunlardan bir kısmı:

"- Bize bir kule inşa edin, bizi içine tıkın, yiyecek ve içeceğimizi çekebileceğimiz (ip gibi) bir şeyler de verin, böylece bizden  size hakaret sayılacak bir şey ulaşmamış olur" dedi. Diğer bir kısmı da:

"- Bırakın bizi başımızı alıp gidelim. Yeryüzünde dolaşır, vahşi hayvanlar gibi yer içeriz. Bizi kendi memleketinizde (faaliyet yapar) bulursanız öldürürsünüz" dedi. Bir grup da:

"- Bize ıssız bir arazinin ortasında evler inşa ediverin. Biz orada kendi başımıza kuyular açıp ziraat yapalım, sizinle hiç konuşmayalım, sizlere uğramıyalım da!" dedi. Bunların her kabilede samimi yakınları vardı. İsteklerini kabul ettiler (ve öldürmediler). Cenab-ı Hakk (onların kalbine, şu ayette temas buyurduğu)  ruhbaniyeti inzal buyurdu: "...Ü-zerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği gibi riâyet etmediler. İçlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik. Ama çoğu yoldan çıkmışlardır" (Hadid, 27).

Geri kalanlar da şöyle dediler:

"- Falancaların ibadet ettiği gibi biz de ibadet edelim. Falancaların yeryüzünde dolaştığı gibi biz de dolaşalım, falancaların edindiği gibi biz de evler edinelim."

Bunlar şirkleri üzerine devam eden kimselerdi. Bunlar kendilerine uydukları (diğer) kimselerin imanlarını da bilmiyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nübüvvet geldiği zaman, bu ruhbanlardan pek az kimse kalmıştı. Bu kişi, mâbedinden indi, seyyah olup dolaşan bir kişi seyahatinden döndü, bir kişi de manastırından çıktı. Bunlar gelip iman ettiler ve tasdikte bulundular. (Bütün Ehl-i Kitap hakkında) Cenab-ı Hakk şöyle buyurdu: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Onun peygamberine de iman edin ki, (Allah) size rahmetinden iki kat nasib versin" (Hadid, 28).

Burada zikri geçen iki kat nasibden biri: Hz. İsa (aleyhisselam)'ya İncil'e ve Tevrat'a olan imanları sebebiyledir, diğeri de Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e olan  imanları ve onu tasdikleri sebebiyledir.

(Âyet şöyle devam ediyor): "Sizin için yardımıyla yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin..." (Hadid, 28). Bu nurdan maksad Kur'ân ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ittiba etmeleridir.

Vahiy şöyle devam ediyor: "...Ehl-i Kitap, hakikaten Allah'ın fazl(u kerem)inden hiçbir şeye nâil olamayacaklarını, muhakkak bütün inâyetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu (ancak) dileyeceği kimselere vereceğini bilmedikleri için mi (küfürde inad ediyorlar? Halbuki bunu  pekâla biliyorlar da). Allah büyük fazl u kerem sâhibidir" (Hadid, 29). [Nesâî, Kadâ 12, (8, 231).][5]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivayette, Hıristiyanlar  arasında ruhban sınıfının nasıl çıktığı açıklanmaktadır. Hıristiyanlık açısından mühim bir sınıf olan ruhbanlık meselesine, ruhbanlara Kur'ân-ı Kerim muhtelif âyetlerde yer verir. Hadid suresinin son birkaç âyeti de bunlardan biridir.

Ayette geçen ruhbaniyyet, büyük bir korku hissiyle çekilip, dünya lezzetlerini terkederek zühd ve riyâzat ile ibâdette mübâlağa etmektir. Rahbân da, "çok korkan" demektir. Dilimizde daha çok ruhban ve ruhbaniyet, ruhbanlık tabirleri kullanılır, mâna aynıdır.

Âyet-i kerime, ruhbanlığı Cenab-ı Hakk'ın emretmediğini, insanlar tarafından ihdas edildiğini ifade etmektedir. Sadedinde olduğumuz rivayet bu çıkışın sebebini ve gelişme vetiresini tesbit etmektedir. Bu vetireyi şöyle şematize edebiliriz:

1- Zâlim  kralların Tevrat ve İncil'i keyiflerine göre tahrif etmeleri,

2- Tahrife iştirak etmeyen bir zümrenin, aslî hüviyeti ile okuyup, irşâda devam etmeleri,

3- Bu irşad  sırasında, "Allah'ın indirdiğiyle amel etmiyorsunuz, bu küfürdür" gibi ikazların, fâsıklar zümresince çok ağır hakaretler olarak  karşılanması,

4- Hak  üzere va'z u nasihat eden bu mürşidlerin, krallara şikâyet edilmesi,

5- Bunların muâheze ve muhâkeme  edilerek ölüm veya tahrif edilmiş hâliyle İncil ve Tevrat'ı okuma şıklarından birini tercihe mahkum edilmeleri,

6- Mü'minler manastırlara çekilip, kimseyle temas etmemek; o diyarları terketmek; ıssız, insalardan uzak yerlerde ibadet üzere yaşayarak içtimâî hayatlarına karışmamak şartıyla hayatta kalmalarına göz yumulması teklifinde bulunurlar.

7- Bu teklif kabul edilir, böylece üç çeşit ruhban ortaya çıkar:

a) Şehre yakın sarp manastırlar kuranlar,

b) Terk-i diyar edip seyahatle vakit geçirenler,

c) Issız yerlere çekilip kendi hâlinde ekip, kaldırıp yaşayanlar.

Hepsi de ibadet üzere yaşamaya, dini aslî şekliyle yaşamaya azmetmiş, böyle bir hayatı (ruhbanlığı) nefsine nezretmiş, vâcib kılmış kimselerdi.

8- Ancak âyet-i kerime, bunların sonradan, -kendi kendilerine vâcib kıldıkları- prensiplere uymadıklarını belirtmektedir.

İslâmî kaynaklarda, bu meseleye temâs eden başka rivayetler de var. Onlar daha vâzıh, daha teferruatlıdırlar. Bunlardan bazıları, -sadedinde olduğumuz rivayette sözkonusu olmayan- savaşlardan bahseder. Yani Kitab'ın tahrifine taraftar olmayan gerçek mü'minlerle tahrifci fâsıklar birkaç sefer savaş yaparlar ve hep kaybederler. Savaşla karşı koyamayacaklarını anlayarak, Ashab-ı Kehf kıssasında görülen örnek üzere Allah'ın rızasını aramak maksadıyla mağaralara, ıssız ormanlara, dağlara, uzak diyarlara vs. çekilirler.

Taberî'nin, İbnu Mes'ud tarikiyle kaydettiği bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:

"Bizden evvelkiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. İçlerinden sadece üçü kurtuluşa erdi. Diğerleri helâk olup gittiler. Üç fırkadan biri krallarla karşılaştı. Allah'ın dini ve İsa İbn-i Meryem (aleyhisselam)'in dini üzerine  onlarla savaştılar. Kralları onları katletti. Bir fırkanın da krallarla çarpışmaya gücü yoktu, bunlar halk arasında kalıp, halkı Hz. İsa'nın dinine davat etme yolunu tercih ettiler. Ancak krallar bunları da ele geçirdikçe öldürttü ve testerelerle biçtirdi. Üçüncü bir fırkanın ise ne savaşa ne de irşadda bulunmaya dermanı yoktu. Bunlar da  çöllere ve dağlara çekilerek oralarda ruhban hayatı yaşamayı tercih ettiler."

Ruhbanlığın çıkışını diğer bir rivayet şöyle özetler: "Hz.İsa'dan sonra zorba melikler mü'minleri ortadan kaldırmak istemişler. Mü'minler onlarla üç ayrı savaş yapmış, her defasında mühim telefat vermelerine rağmen netice alamamışlar. Sağ kalan az sayıdaki mü'minler demişler ki: "Artık bir kere daha muhârebe edemeyiz. Edersek biz de ölüp tamamen tükeneceğiz. Hak yola çağıracak tek kişi kalmayacak. İyisi mi yeryüzüne dağılalım, kendimizi sadece ibadete verelim."

Böylece, bunlar fitneden kaçarak ve dinlerinde ihlâs ve samimiyet göstererek nefislerini ibadete hasrettiler. Dünyanın her çeşit zevklerinden, lezzetlerinden vazgeçtiler. En meşrû hak olan yeme ve içmeyi bile nefislerine kısıtladılar, evlenmeyi terkettiler. Dağlarda, mağaralarda, oyuklarda, hücrelerde ibadetle meşgul olmak gibi meşakkatli bir hayatı nefislerine yüklediler.

Ne var ki, böylece en hâlis düşüncelerle başlamış olan ruhbanlık, zamanla çığırından çıkmış, pekçok istismar ve ahlâksızlıkların kaynağı olmuş, istikameti, ihlâsı koruyabilenlerin sayısı son derece az olmuştur. Yine Kur'ân'da yer alan şu âyet bu duruma parmak basar:

"Ey iman edenler, şu muhakkak ki, (Yahudi) bilginlerinin ve Hıristiyan râhiplerinin birçoğu bâtıl sebeplerle insanların mallarını yerler, onları Allah'ın yolundan menederler. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunlara pek acıklı bir azabı muştula!" (Tevbe, 34).

Mevzuun bütünlüğü için, ruhbanların ihlâsı kısmıyla ilgili olan şu âyet meâlini de kaydetmek isteriz:

"İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki, Yahudilerle Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgisi bakımından, daha yakınını da, andolsun, "Biz nasranîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: "Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır. Şüphe yok ki onlar (hakkı itiraf hususunda o derecede)  büyüklenmek istemezler. Peygambere indirilen (Kur'an-ı Kerim)'i dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onların. (Şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, iman ettik. Artık bizi (hakka) şâhid olanlarla beraber yaz" (Maide, 82-83).[6]

 


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/292.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/292-293.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/293.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/294.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/295-297.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/297-299.