ـ1ـ عن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَا كَانَ بَيْنَ إسَْمِنَا
وَبَيْنَ أنْ عََاتَبَنَا اللّهُ تَعالى بِقَوْلِهِ ألَمْ يَأْنِ لِلذِينَ
آمَنُوا أنْ تخْشَعَ قلُوبُهُمْ لِذكْرِ اللّهِ إّ أرْبَعُ سنين[. أخرجه مسلم .
1. (814)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Müslüman olmamızla Cenâb-ı Hakk'ın
bizi, "İman edenlerin gönüllerinin Allah'ı zikretmek üzere yumuşaması ve
ondan gelen hakikate bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha evvel
kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri
kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasıklardı" (Hadid,
16) meâlindeki âyetle azarlaması arasında dört yıllık zaman mevcuttur."
[Müslim, Tefsir 24, (3027).]
AÇIKLAMA:
Bu âyetlerin nüzûlüyle ilgili oldukça farklı
rivayetler vardır. Yukarıda kaydedilen İbnu Mes'ud'un rivayetine göre, ayet
Mekke'de nâzil olmuştur. Vahyin başlangıcının dördüncü senesinde mü'minler
ikaz edilmiştir.
İbnu Abbas'tan gelen bir rivayette nübüvvetin
on üçüncü senesinde nâzil olmuştur. İniş sebebi olarak, mizah ve şakaya
fazla yer veren Ashabtan bazıları gösterildiği gibi, Ashâba umumiyetle ârız
olan bir rehâvet de gösterilmektedir. Şöyle ki: Mekke'de sıkıntı içinde olan
mü'minler Medine'ye hicret edince, orada maddî ihtiyaçlarında bolluk ve
rahata kavuşurlar. Bu durum onların bir kısmında bir ağırlık, bir uyuşukluk
meydana getirir, eskiye nazaran gayretleri azalır. Dolayısiyle, "onları itab
edip uyarmak üzere bu âyet indi" denilmiştir.
Bu açıklamaları âyetin siyakına tamamen
mutabık bulmayan Elmalılı Hamdi Efendi, insan ruhunda meknuz olan bir kanuna
dikkat çekildiğini belirtir. Ona göre, cemiyetler de insanlar gibi
çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi safhalar geçirirler. İmanın ferdde
meydana getirdiği uyanıklık ve canlılık zamanla zayıflayıp, sönebilir,
cemiyetler de öyle. O halde bu sönme ve zayıflama durumlarında yeniden
canlılık vermek mümkündür, bu da imanla olur. Nitekim bir başka âyette
Cenâb-ı Hakk mü'minleri şöyle tarif etmektedir:
اِنَّمَا الْمُؤمِنونَ الَّذِينَ اِذَا ذُكِرَ اللّه وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ
وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ ايَاته زَادَتْهُمْ اِيمَاناً وَعلى رَبِّهِمْ
يَتَوَكَّلُونَ
"İman edenler o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların
imanlarını artırır ve Rablerine güvenirler" (Enfâl, 2-3).
Hamdi Efendi merhumun açıklamasına göre,
sâdece âtıl hâle geçen gönüllerin veya cemiyetlerin yeniden uyandırılması
için değil, tekâmül kanununa tâbi olan beşerî fıtratın, terakkide daha üst
safhalara geçebilmesi için de imanın hareket vermesi, kımıldatması
gerekmektedir. Yukarıdaki âyet daha ziyade böyle bir maksadla nâzil
olmuştur. Rivayette, gelenlerle mutmain olamayarak, cesâretle dirâyete
geçerek orijinal ve orijinal olduğu kadar da nefis olan bu yorumunu, -kendi
ifadesiyle- şöyle sonuçlandırır: "İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm
ma'şerinin, iman hasailinde ve amelî melekâtta zikrullaha ve ahkâm-ı hakka
tam bir huşû ve inkiyad melekesi edinerek faaliyet çağına geçmeleri
zamanının hulul ettiğini ihtâr eylemektedir."
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]اعْلَمُوا أنَّ
اللّهَ يُحْيِى ا‘رْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا. قَالَ: يُلِينُ الْقُلُوبَ بَعْدَ
قَسْوَتِهَا فَيَجْعَلُهَا مُخْبَتَةً مُنِيبَةً يُحْيِى الْقُلُوبَ
الْمَيِّتَةَ بِالْعِلْمِ وَالْحِكْمَةِ. وَإَّ فقَدْ عُلِمَ إحْيَاءُ ا‘رْضِ
بِالْمَطَرِ مُشَاهَدَةً[. أخرجه رزين .
2. (815)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "Yeryüzünü, öldükten sonra Allah'ın tekrar
dirilttiğini bilin, akledersiniz diye size delillerimizi açıkladık" (Hadid,
17) meâlindeki âyetle ilgili olarak şöyle buyurdu: "Allah kalbleri kasavet
ve katılıktan sonra yumuşatır, (tevhid hususunda) mutmain ve (Rabbine)
yönelmiş kılar. Ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir (Âyet bu mânayı
ders vermektedir). Arzın yağmurla diriltilmesi zaten gözle görülen bir
durumdur."
Rezîn'in ilâvesidir. ed-Dürrü'l-Mensûr
İbnu'l-Mübârek'in rivayeti olarak kaydetmektedir (6, 175).
AÇIKLAMA:
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bu ayetten,
öncelikle, ölmüş kalpleri de Cenab-ı Mevlâ'nın iman ve ihlâs vererek
diriltebileceğini anlamak gerektiğini ifade ediyor. "Aksi halde, demek
istiyor, arza hayat verdiğinden bahsetmesi, mâlumu îlam kabilinden olur, bu
da bize yeni bir bilgi kazandırmaz."
Şüphesiz arzın yağmurla diriltilmesini herkes
görür, ancak, birçoğu bunun gerçek fâilinin Allah (celle şânuhu) olduğunun
idrakinde değildir. Ayrıca Cenab-ı Hakk, çoğu kere gözlerimizin gördüğü
hâdiseleri misal vererek, imana giren ve göremediğimiz hâdiselerin vukuuna
bizi iknâ etmek ister. Baharda arzın ihyası, başka âyette kıyametten sonra
yeniden diriliş ve haşir meydanında toplanma, amel defterlerinin neşri gibi
istikbale matuf gaybî ve imanî meselelere delil kılınır: "Bunu yapan onu da
yapacaktır, bunu yapabilen onu da yapabilecektir" mânasında: "Rüzgârları
gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp,
onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir"
(Fâtır, 9) ayetinde olduğu gibi.
ـ3ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَتْ مُلوكٌ بَعْدَ عِيسى عَلَيْهِ
السََّمُ بَدَّلُوا التَّوْرَاةَ وَا“نْجِيلَ، وَكَانَ بَيْنَهُمْ مُؤْمِنُونَ
يَقْرَءُونَ التَّوْرَاةَ وَا“نْجِيلَ. فَقِيلَ لِمُلوكِهِمْ مَا نَجِدُ
شَتْماً أشَدَّ مِنْ شَتْمٍ يَشْتِمُنَاهُ هؤَُءِ، إنَّهُمْ يَقْرَءُونَ؛
وَمَنْ لَم يَحْكُمْ بِمَا أنْزَلَ اللّهُ فَأُولئِكَ هُم الْكَافِرُونَ؛ مَعَ
مَا يَعِيبُونَنَا بِهِ في أعْمَالِنَا في قِرَاءَتِهِمْ، فَادْعُهُمْ
فَلْيَقْرَءُوا كَمَا نَقْرأُ وَلْيُؤْمِنُوا كَمَا نُؤْمِنُ. فَدََعَاهُمْ:
فَعَرَضَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلَ أوْ يَتْرُكُوا قِرَاءَةَ التَّوْرَاةِ
وَا“نْجِيلِ إَّ مَا بَدَّلُوا مِنْهَا. فَقَالُوا مَا تُرِيدُونَ إلى ذلِكَ؟
دَعُونَا، فَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ: ابْنُوا لَنَا أُسْطُواناً ثُمَّ
ارْفَعُونَا إلَيْهَا ثُمَّ أعْطُونَا شَيْئاً نَرْفَعُ بِهِ طَعَامَنَا
وَشَرابَنَا وََ نَرُدُّ عَلَيْكُمْ. وَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ: دَعُونَا
نَسِيحُ في ا‘رْضِ وَنَهيمُ وَنشْرَبُ كمَا تَشْرَبُ الْوَحْشُ، فإنْ
قَدَرْتُمْ عَلَيْنَا في أرْضِكُمْ فَاقْتُلُونَا؛ وَقَالَتْ طَائِفَةٌ:
ابْنُوا لَنَا دُوراً في الْفَيَافي، وَنَحْتَفِرُ اŒبَارَ، وَنَحْتَرِثُ
الْبُقُولَ وََ نَرُدُّ عَلَيْكُمْ وََ وََ نَمُرُّ بِكُمْ، وَلَيْسَ أحَدٌ
مِنَ الْقَبَائِلَ إّ وَلَهُ فِيهِمْ حَميمٌ فَفَعَلُوا ذلِكَ. فَأنْزَلَ
اللّهُ
تعَالى: رَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إَّ
ابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا؛ وَاŒخَرُونَ
قَالُوا: نَتَعَبَّدُ كَمَا تَعَبَّدَ فَُنٌ، وَنَسِيحُ كَمَا سَاحَ فَُنٌ،
وَنَتَّخِذُوا دُوراً كَمَا اتَّخذَ فَُنٌ، وَهُمْ عَلَى شِرْكِهِمْ َ عِلْمَ
لَهُمْ بِإيمَانِ الَّذِينَ اقْتَدَوْا بِهِمْ، فلمَّا بُعِثَ رسولُ اللّه #
لَمْ يَبْقَ مِنْهُمْ إَّ قَلِيلٌ، انْحَطَّ رَجُلٌ مِنْ صَوْمَعَتِهِ وَجَاءَ
سَائِحٌ مِنْ سِيَاحَتِهِ وَصَاحِبُ الدَّيْرِ مِنْ دَيْرِهِ فَأمَنُوا بِهِ
وَصَدَّقُوهُ. فَقَالَ اللّهُ تعَالى: يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا
اللّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِهِ؛ يَعْنِى
أجْرَيْنِ بِإيمَانِهِمْ بِعِيسى، وَبِالتَّوْرَاةِ وَا“نْجيلِ، وَبإيمانِهِمْ
بِمُحَمَّدٍ # وَتَصدِيقِهِمْ بِهِ، وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ.
الْقُرآنَ وَاتّبَاعَهُمُ النَّبىَّ #، وَقَالَ: لِئَ يَعْلَمَ أهْلُ
الْكِتَابِ. الَّذِينَ يَتَشَبَّهُونَ بِكُمْ: أنْ َ يَقْدِرُونَ عَلى شَئٍ
مِنْ فَضْلِ اللّهِ اŒية[. أخرجه النسائى .
3. (816)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) buyurdu ki: "Hz. İsa (aleyhisselam)'dan
sonra bir kısım melikler Tevrat ve İncil'i tahrif ettiler. Aralarında mü'min
olanlar da vardı, bunlar Tevrat ve İncil'i okuyorlardı. (Müminlerin
okuduklarından rahatsız olan) bazıları, meliklerine şöyle dediler: "Bunların
bize yaptığı hakâretten daha ağır hakâret, savurdukları küfürden daha galiz
küfür görmedik. Kitapta, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin
ta kendisidirler" (Mâide, 44) diye okuyup, kitaptan gösterdikleri âyetlerle
bizi yaptığımız işlerden dolayı kınıyorlar (kâfir, fasık oldunuz diyorlar.)
Onları çağırıp uyarın, bizim okuduğumuz gibi okusunlar, bizim inandığımız
gibi inansınlar."
Melik onları çağırıp topladı, ya ölümü ya da
tahrif edilmiş haliyle Tevrat ve İncil'i okumaktan birini tercih etmelerini
teklif etti: Onlar:
"- İstediğiniz bu mu? bizi bırakın (bir
düşünelim)!" dediler. Sonra bunlardan bir kısmı:
"- Bize bir kule inşa edin, bizi içine tıkın,
yiyecek ve içeceğimizi çekebileceğimiz (ip gibi) bir şeyler de verin,
böylece bizden size hakaret sayılacak bir şey ulaşmamış olur" dedi. Diğer
bir kısmı da:
"- Bırakın bizi başımızı alıp gidelim.
Yeryüzünde dolaşır, vahşi hayvanlar gibi yer içeriz. Bizi kendi
memleketinizde (faaliyet yapar) bulursanız öldürürsünüz" dedi. Bir grup da:
"- Bize ıssız bir arazinin ortasında evler
inşa ediverin. Biz orada kendi başımıza kuyular açıp ziraat yapalım, sizinle
hiç konuşmayalım, sizlere uğramıyalım da!" dedi. Bunların her kabilede
samimi yakınları vardı. İsteklerini kabul ettiler (ve öldürmediler). Cenab-ı
Hakk (onların kalbine, şu ayette temas buyurduğu) ruhbaniyeti inzal
buyurdu: "...Ü-zerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya
Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği
gibi riâyet etmediler. İçlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik.
Ama çoğu yoldan çıkmışlardır" (Hadid, 27).
Geri kalanlar da şöyle dediler:
"- Falancaların ibadet ettiği gibi biz de
ibadet edelim. Falancaların yeryüzünde dolaştığı gibi biz de dolaşalım,
falancaların edindiği gibi biz de evler edinelim."
Bunlar şirkleri üzerine devam eden kimselerdi.
Bunlar kendilerine uydukları (diğer) kimselerin imanlarını da bilmiyorlardı.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nübüvvet geldiği zaman, bu
ruhbanlardan pek az kimse kalmıştı. Bu kişi, mâbedinden indi, seyyah olup
dolaşan bir kişi seyahatinden döndü, bir kişi de manastırından çıktı. Bunlar
gelip iman ettiler ve tasdikte bulundular. (Bütün Ehl-i Kitap hakkında)
Cenab-ı Hakk şöyle buyurdu: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Onun
peygamberine de iman edin ki, (Allah) size rahmetinden iki kat nasib versin"
(Hadid, 28).
Burada zikri geçen iki kat nasibden biri: Hz.
İsa (aleyhisselam)'ya İncil'e ve Tevrat'a olan imanları sebebiyledir, diğeri
de Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e olan imanları ve onu tasdikleri
sebebiyledir.
(Âyet şöyle devam ediyor): "Sizin için
yardımıyla yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin..." (Hadid, 28). Bu nurdan maksad
Kur'ân ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ittiba etmeleridir.
Vahiy şöyle devam ediyor: "...Ehl-i Kitap,
hakikaten Allah'ın fazl(u kerem)inden hiçbir şeye nâil olamayacaklarını,
muhakkak bütün inâyetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu (ancak) dileyeceği
kimselere vereceğini bilmedikleri için mi (küfürde inad ediyorlar? Halbuki
bunu pekâla biliyorlar da). Allah büyük fazl u kerem sâhibidir" (Hadid,
29). [Nesâî, Kadâ 12, (8, 231).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Hıristiyanlar arasında ruhban
sınıfının nasıl çıktığı açıklanmaktadır. Hıristiyanlık açısından mühim bir
sınıf olan ruhbanlık meselesine, ruhbanlara Kur'ân-ı Kerim muhtelif
âyetlerde yer verir. Hadid suresinin son birkaç âyeti de bunlardan biridir.
Ayette geçen ruhbaniyyet, büyük bir korku
hissiyle çekilip, dünya lezzetlerini terkederek zühd ve riyâzat ile ibâdette
mübâlağa etmektir. Rahbân da, "çok korkan" demektir. Dilimizde daha çok
ruhban ve ruhbaniyet, ruhbanlık tabirleri kullanılır, mâna aynıdır.
Âyet-i kerime, ruhbanlığı Cenab-ı Hakk'ın
emretmediğini, insanlar tarafından ihdas edildiğini ifade etmektedir.
Sadedinde olduğumuz rivayet bu çıkışın sebebini ve gelişme vetiresini tesbit
etmektedir. Bu vetireyi şöyle şematize edebiliriz:
1- Zâlim kralların Tevrat ve İncil'i
keyiflerine göre tahrif etmeleri,
2- Tahrife iştirak etmeyen bir zümrenin, aslî
hüviyeti ile okuyup, irşâda devam etmeleri,
3- Bu irşad sırasında, "Allah'ın indirdiğiyle
amel etmiyorsunuz, bu küfürdür" gibi ikazların, fâsıklar zümresince çok ağır
hakaretler olarak karşılanması,
4- Hak üzere va'z u nasihat eden bu
mürşidlerin, krallara şikâyet edilmesi,
5- Bunların muâheze ve muhâkeme edilerek ölüm
veya tahrif edilmiş hâliyle İncil ve Tevrat'ı okuma şıklarından birini
tercihe mahkum edilmeleri,
6- Mü'minler manastırlara çekilip, kimseyle
temas etmemek; o diyarları terketmek; ıssız, insalardan uzak yerlerde ibadet
üzere yaşayarak içtimâî hayatlarına karışmamak şartıyla hayatta kalmalarına
göz yumulması teklifinde bulunurlar.
7- Bu teklif kabul edilir, böylece üç çeşit
ruhban ortaya çıkar:
a) Şehre yakın sarp manastırlar kuranlar,
b) Terk-i diyar edip seyahatle vakit
geçirenler,
c) Issız yerlere çekilip kendi hâlinde ekip,
kaldırıp yaşayanlar.
Hepsi de ibadet üzere yaşamaya, dini aslî
şekliyle yaşamaya azmetmiş, böyle bir hayatı (ruhbanlığı) nefsine nezretmiş,
vâcib kılmış kimselerdi.
8- Ancak âyet-i kerime, bunların sonradan,
-kendi kendilerine vâcib kıldıkları- prensiplere uymadıklarını
belirtmektedir.
İslâmî kaynaklarda, bu meseleye temâs eden
başka rivayetler de var. Onlar daha vâzıh, daha teferruatlıdırlar. Bunlardan
bazıları, -sadedinde olduğumuz rivayette sözkonusu olmayan- savaşlardan
bahseder. Yani Kitab'ın tahrifine taraftar olmayan gerçek mü'minlerle
tahrifci fâsıklar birkaç sefer savaş yaparlar ve hep kaybederler. Savaşla
karşı koyamayacaklarını anlayarak, Ashab-ı Kehf kıssasında görülen örnek
üzere Allah'ın rızasını aramak maksadıyla mağaralara, ıssız ormanlara,
dağlara, uzak diyarlara vs. çekilirler.
Taberî'nin, İbnu Mes'ud tarikiyle kaydettiği
bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"Bizden evvelkiler yetmiş bir fırkaya
ayrıldılar. İçlerinden sadece üçü kurtuluşa erdi. Diğerleri helâk olup
gittiler. Üç fırkadan biri krallarla karşılaştı. Allah'ın dini ve İsa İbn-i
Meryem (aleyhisselam)'in dini üzerine onlarla savaştılar. Kralları onları
katletti. Bir fırkanın da krallarla çarpışmaya gücü yoktu, bunlar halk
arasında kalıp, halkı Hz. İsa'nın dinine davat etme yolunu tercih ettiler.
Ancak krallar bunları da ele geçirdikçe öldürttü ve testerelerle biçtirdi.
Üçüncü bir fırkanın ise ne savaşa ne de irşadda bulunmaya dermanı yoktu.
Bunlar da çöllere ve dağlara çekilerek oralarda ruhban hayatı yaşamayı
tercih ettiler."
Ruhbanlığın çıkışını diğer bir rivayet şöyle
özetler: "Hz.İsa'dan sonra zorba melikler mü'minleri ortadan kaldırmak
istemişler. Mü'minler onlarla üç ayrı savaş yapmış, her defasında mühim
telefat vermelerine rağmen netice alamamışlar. Sağ kalan az sayıdaki
mü'minler demişler ki: "Artık bir kere daha muhârebe edemeyiz. Edersek biz
de ölüp tamamen tükeneceğiz. Hak yola çağıracak tek kişi kalmayacak. İyisi
mi yeryüzüne dağılalım, kendimizi sadece ibadete verelim."
Böylece, bunlar fitneden kaçarak ve dinlerinde
ihlâs ve samimiyet göstererek nefislerini ibadete hasrettiler. Dünyanın her
çeşit zevklerinden, lezzetlerinden vazgeçtiler. En meşrû hak olan yeme ve
içmeyi bile nefislerine kısıtladılar, evlenmeyi terkettiler. Dağlarda,
mağaralarda, oyuklarda, hücrelerde ibadetle meşgul olmak gibi meşakkatli bir
hayatı nefislerine yüklediler.
Ne var ki, böylece en hâlis düşüncelerle
başlamış olan ruhbanlık, zamanla çığırından çıkmış, pekçok istismar ve
ahlâksızlıkların kaynağı olmuş, istikameti, ihlâsı koruyabilenlerin sayısı
son derece az olmuştur. Yine Kur'ân'da yer alan şu âyet bu duruma parmak
basar:
"Ey iman edenler, şu muhakkak ki, (Yahudi)
bilginlerinin ve Hıristiyan râhiplerinin birçoğu bâtıl sebeplerle insanların
mallarını yerler, onları Allah'ın yolundan menederler. Altını ve gümüşü
yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte
bunlara pek acıklı bir azabı muştula!" (Tevbe, 34).
Mevzuun bütünlüğü için, ruhbanların ihlâsı
kısmıyla ilgili olan şu âyet meâlini de kaydetmek isteriz:
"İnsanların, iman edenlere düşmanlık
bakımından en şiddetlisi, andolsun ki, Yahudilerle Allah'a eş koşanları
bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgisi bakımından, daha yakınını da,
andolsun, "Biz nasranîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur:
"Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır. Şüphe yok ki onlar (hakkı
itiraf hususunda o derecede) büyüklenmek istemezler. Peygambere indirilen (Kur'an-ı
Kerim)'i dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla
dolup taştığını görürsün onların. (Şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, iman ettik.
Artık bizi (hakka) şâhid olanlarla beraber yaz" (Maide, 82-83).